Scott Lynch 1978’de Minnesota’da doğan Scott Lynch, ilk romanı Locke Lamora’nın Yalanları yayımlanana kadar bulaşıkçılık, garsonluk, tasarımcılık gibi çeşitli işler yaptı. Centilmen Piç serisinin ilk kitabı olan bu romanın gösterdiği başarıyla birlikte fantastik kurgunun önemli isimlerinden birine dönüştü. 2007’de WFA (Dünya Fantezi Ödülü) finalisti olan Locke Lamora’nın Yalanları’nın film hakları Warner Brothers tarafından satın alındı. Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler serinin ikinci romanıdır.
Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler Scott Lynch Orijinal Adı: Red Seas under Red Skies İthaki Yayınları - 1021 Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Editör: Alican Saygı Ortanca Redaksiyon: M. İhsan Tatari Kapak Uygulama: Şükrü Karakoç Kapak Görseli: Benjamin Carré Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Kübra Tekeli 1. Baskı, Haziran 2015, İstanbul ISBN: 978-605-375-464-0 Sertifika No: 11407 Türkçe çeviri © Cihan Karamancı, 2015 © İthaki, 2015 © Scott Lynch, 2006 Bu eserin tüm hakları Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 330 93 08 – 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Scott Lynch Centilmen Piç Serisi | İkinci Kitap
KIZIL GÖKLER ALTINDA KIZIL DENİZLER
Çeviren: Cihan Karamancı
Ufuktaki dost bir yelken olan Matthew Woodring Stover için. Non destiti, nunquam desistam.*
* (Ltn.) Ne olursa olsun asla vazgeçme. –yhn
Giriş
GERGİN BİR DİYALOG
1 Locke Lamora sırtında yanan bir geminin sıcak rüzgârı, boğazındaysa fırlatılmaya hazır bir arbalet okunun soğuk ısırığıyla Tal Verrar’daki bir iskelede dikiliyordu. Genç adam sırıtarak kendi arbaletini rakibinin sol gözüyle aynı hizada tutmaya yoğunlaştı. Birbirlerine o kadar yakınlardı ki parmakları aynı anda tetiğe basacak olsa fışkıran kanın çoğu üzerlerine sıçrardı. “Makul davranın,” dedi karşısındaki adam. Ter damlaları kirli yanaklarından ve alnından aşağı akarken gözle görülür izler bırakıyordu. “Durumunuzun dezavantajlarını düşünün.” Locke alaycı bir homurtu çıkardı. “Göz yuvarların demirden yapılmadıysa dezavantaj karşılıklı demektir. Sence de öyle değil mi Jean?” Locke ile Jean tıpkı saldırganları gibi iskelede yan yana duruyorlardı. Jean ve hasmı da arbaletlerini benzer şekilde doğrultmuş olarak burun burunaydılar. Gerili dört soğuk metal ok, anlaşılır bir tedirginlik içerisindeki dört adamın kafasından topu topu birkaç santim uzaklıktaydı. Göklerin üstündeki ve altındaki tüm tanrılar aksini isteseler bile bu mesafeden ıskalamalarına imkân yoktu. “Görünüşe bakılırsa dördümüz de taşaklarımıza kadar çamura batmış durumdayız,” dedi Jean. Kükreyen alevler tarafından yakıp kül edilen eski kalyon arkalarındaki sularda inleyip gıcırdıyor, yüzlerce metrelik bir alanda geceyi gündüze çeviriyordu. Ayrılmakta olan armuzlarının arasından taşan beyaz-turuncu çizgiler gövdesini çaprazlama kesiyor, o cehennemsi yarıklardan küçük siyah patlamalar hâlinde duman fışkırıyor ve çıkan ses ızdırap içinde can veren dev bir tahta hayvanın son titrek nefeslerini andırıyordu. Ne ga7
riptir ki, iskelenin en ucunda duran bu dört adam bütün şehrin dikkatini oraya çeken ışığın ve gürültünün ortasında yapayalnızdı. “Tanrılar aşkına, silahlarınızı indirin,” dedi Locke’un rakibi. “Mecbur kalmadıkça sizi öldürmememiz emredildi.” “Tam tersi emredilseydi bile böyle söyleyeceğinden eminim,” dedi Locke. Tebessümü genişledi. “Soluk boruma silah dayamış insanlara güvenmemek gibi bir huyum vardır. Kusura bakma.” “Elin benimkinden çok daha önce titremeye başlayacak.” “Merak etme, yorulduğumda okumun ucunu burnuna dayarım. Sizi kim gönderdi? Ne kadar para ödüyorlar? Biz de çulsuz sayılmayız; aramızda tatmin edici bir anlaşmaya varılabilir.” “Aslına bakarsan,” dedi Jean, “onları kimin gönderdiğini biliyorum.” “Sahi mi?” Locke dostuna çabucak göz attıktan sonra bakışlarını tekrar düşmanına sabitledi. “Ayrıca bir anlaşmaya varıldı da; fakat tatmin edici denebilir mi bilmiyorum.” “Ah… Ne demek istediğini anladığımı sanmıyorum Jean. Korkarım az önce beni kaybettin.” “Hayır.” Jean bir elini avucu ileri bakacak şekilde karşısındaki adama doğru kaldırdı, sonra da arbaletini yavaşça sola kaydırdı… ta ki okunun ucu Locke’un kafasıyla aynı hizaya gelene dek. Az öncesine kadar öldürmekle tehdit ettiği adam şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırdı. “Sen beni kaybettin.” “Jean,” dedi Locke, suratındaki sırıtış kaybolurken, “bu hiç komik değil.” “Bence de. Silahını bana ver.” “Jean—” “Silahını bana ver dedim. Yavaşça. Hey sen, salak mısın nesin? Şu şeyi suratımdan çekip ona çevirsene.” Jean’ın eski rakibi dudaklarını tedirginlikle yaladıysa da kıpırdamadı. Genç adam dişlerini sıktı. “Bana bak seni gidi sünger beyinli liman maymunu, burada senin işini yapıyorum. Arbaletini tanrıların cezası ortağıma doğrult ki bu iskeleden defolup gidebilelim!” “Jean, bu gelişmeyi hiç de faydalı bulmuyorum,” dedi Locke. 8
Aslında daha fazlasını da söyleyecekti ama Jean’ın rakibi o anda kendisine söylenileni yapmayı seçti. Locke artık yüzünden aşağı oluk oluk ter boşalıyormuş gibi hissediyordu. Sanki vücudundaki kalleş nem daha kötü bir şey olmadan önce çekip gitmeye karar vermiş gibiydi. “İşte. Üçe karşı bir.” Jean iskeleye tükürdü ve boştaki elini iki saldırgana doğru salladı. “Bana denize açılmadan önce bu beylerin işvereniyle anlaşma yapmaktan başka bir seçenek bırakmadın… Kahretsin, resmen beni buna mecbur ettin. Üzgünüm. Karşımıza dikilmeden önce iletişim kuracaklarını sanmıştım. Ver artık şu silahını.” “Jean, sen ne halt yediğini—” “Sus. Tek bir kahrolasıca kelime bile etme. Kanıma girmeye çalışma; seni konuşmana izin vermemem gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyorum. Sus Locke. Parmağını tetikten çek ve silahını uzat.” Hayretten ağzı bir karış açılan Locke, dostunun çelik uçlu okuna bakakaldı. Sanki etrafındaki dünya arkasındaki ankrajda* yanan alevlerin turuncu ışığını yansıtan o ufacık, parıltılı noktaya indirgenmiş gibiydi. Eğer yalan söylüyor olsaydı Jean ona bir el işareti yapardı… O işaret hangi cehennemdeydi? “İnanamıyorum,” diye fısıldadı. “Bu imkânsız.” “Son kez söylüyorum Locke.” Jean çenesini sıktı ve Locke’un iki kaşının arasına nişan aldı. “Parmağını tetikten çek ve tanrıların cezası silahını teslim et. Derhâl.”
* Genellikle karantina veya bekletme amacıyla gemilerin demir atması için liman dışında ayrılan bir alan. –çn
9
I
ELDEKİ KARTLAR “İllâ ki oynayacaksan daha en başından üç şeye karar ver: oyunun kurallarına, gireceğin bahse ve ne zaman çıkacağına.” Bir Çin Atasözü
Birinci Bölüm
KÜÇÜK OYUNLAR
1 Oyunun adı Atlıkarınca Batağı’ydı. Bahisler Locke Lamora ile Jean Tannen’ın sahip olduğu tüm servetin yarısından biraz daha fazlaydı ve her ikisi de şu anda kelimenin tam anlamıyla tozlu birer halı gibi silkeleniyordu. “Beşinci elin son teklifi,” dedi kadife ceketli görevli, yuvarlak masanın karşı tarafındaki podyumundan. “Baylar yeni kart almak isterler mi?” “Hayır, hayır… baylar kendi aralarında konuşmak istiyor,” dedi Locke, sola doğru eğilip ağzını Jean’ın kulağına yaklaştırırken fısıldayarak. “Elin nasıl?” “Kavrulmuş bir çöl gibi,” diye mırıldandı Jean, sağ eliyle gelişigüzel bir şekilde ağzını kapatarak. “Ya seninki?” “Buruk hüsranlarla dolu çorak topraklara benziyor.” “Kahretsin.” “Acaba bu haftaki dualarımızı ihmal mi ettik? Yoksa birimiz bir tapınakta falan mı osurdu?” “Kaybetme ihtimalimizin planın bir parçası olduğunu sanıyordum.” “Öyle de. Sadece bundan daha iyi bir mücadele vereceğimizi düşünüyordum.” Görevli mütevazı bir edayla sol eline öksürdü. Bu hareketin oyun masasındaki karşılığı, Locke ile Jean’ın enselerine atılan bir tokatla eşdeğerdi. Locke kafasını Jean’dan uzaklaştırdı, kartlarını masanın lakeli yüzeyine hafifçe vurdu ve yüz ifadesi cephaneliğinde bulabildiği en düzgün ne-yaptığını-çok-iyi-bilenkişi sırıtışını takındı. Bir taraftan da sessizce iç geçirerek masanın ortasından rakiplerinin istiflerine kadar kısa bir yolculuk yapmak üzere olan hatırı sayılır tahta marka yığınına göz attı. “Tarihçiler ve şairler tarafından anılmaya değer, kahramanca 13
bir metanet göstererek kaderimizle yüzleşmeye hazırız elbette,” dedi. Krupiye kafa salladı. “Bayanlar ve baylar son teklifi reddettiler. Müessese son ellerin gösterilmesini talep ediyor.” Dört oyuncu son ellerini sıralayıp önlerindeki masaya kapalı şekilde koyarken bir karma ve kâğıt atma silsilesi yaşandı. “Pekâlâ,” dedi görevli. “Çevirin ve açın.” Locke ile Jean’ın ayyuka çıkan mahcubiyetlerini adım adım seyretmek için arkalarındaki odayı doldurmuş olan Tal Verrar’ın en zengin aylaklarından altmış ya da yetmiş kadarı, ikilinin bu sefer ne kadar mahcup olacağını görme hevesiyle aynı anda öne eğildi.
2 Tal Verrar. Tanrıların Gülü. Therin halkının medeni dünya dediği şeyin en batı ucundaki şehir. Eğer Tal Verrar’ın en yüksek kulelerinin bin metre kadar üstündeki boşlukta durabilseydiniz ya da şehrin gediklerini ve damlarını istila eden martı sürüleri gibi havada tembel tembel daireler çizebilseydiniz buranın kadim lâkabının nereden geldiğini anlardınız. Çünkü böylece kentin ortasından başlayarak dışa doğru burgu yapan koyu renkli ve devasa adaların tıpkı bir sanatçının mozaiğindeki gül motifleri gibi giderek büyüyen bir dizi hilale benzediğini kendi gözlerinizle görürdünüz. O adalar doğal değildir. Ya da en azından birkaç kilometre kuzeydoğularında yükselen anakaranın doğal olduğunu varsayarsak… Zira anakara rüzgâr ve hava şartları karşısında çatlayarak yaşını gösterir. Ancak Tal Verrar’ın adaları hiç yıpranmadığı gibi muhtemelen asla yıpranmayacaktır da… Çünkü onlar Ataların siyah camının akıl almaz miktarlarda üst üste sıralanmasından, tünellerle bezenmesinden ve de insanlara ev sahipliği yapan taştan ve topraktan bir şehirle perdahlanmasından oluşur. Tanrıların Gülü suni bir resifle, yani gölgeli dalgaların altındaki bir gölgeden ibaret olan beş kilometre çapında, kopuk bir halkayla çevrilidir. Çalkantılı Pirinç Denizi o gizli duvarda yumuşayarak yüz farklı krallığın ve hükümdarlığın bayraklarını
14
taşıyan gemilere geçit verir. Katlı yelkenlerle beyaza çalan bu gemilerin direkleri ve serenleri ayaklarınızın altında bir orman misali yükselir. Eğer gözünüzü şehrin batı adasına çevirebilseydiniz iç yüzeylerinin siyah renkli duvarlardan oluştuğunu, yumuşacık liman dalgalarının üstünde dimdik yükseldiklerini ve eteklerine bir tahta iskeleler ağının tutunduğunu görebilirdiniz. Lâkin adanın denize bakan tarafı boylu boyunca taraçalıdır. En üstteki hariç her biri on beş metrelik pürüzsüz dikliklerce desteklenen altı adet geniş ve yassı çıkıntı orada üst üste durmaktadır. Bu adanın en güney semtine Altın Basamaklar denir. Altı katının her biri de birahanelerle, zar evleriyle, özel kulüplerle, genelevlerle ve dövüş çukurlarıyla doludur. Altın Basamaklar tüm Therin şehir devletlerinin kumar başkenti, erkeklerin ve kadınların en hafif zaaflardan tutun da en ahlaksızca suçlara kadar her şeye para yatırıp kaybedebilecekleri bir yer olarak bilinir. Tal Verrar’ın yetkilileri cömertçe bir konukseverlik örneği sergileyerek Altın Basamaklar’da hiçbir yabancının köleliğe zorlanamayacağına hükmetmişlerdir. O nedenle Camorr’un batısında yabancıların haşatları çıkana dek kafayı çekebilecekleri ve gerek lağım oluklarında gerekse de bahçelerde sızıp kalabilecekleri daha güvenli bir yer bulmak güçtür. Altın Basamaklar’da katı bir tabakalaşma sistemi mevcuttur; art arda gelen her taraçada işletmelerin kaliteleri gibi kapılarında bekleyen muhafızların cüssesi, sayısı ve sertliği de artar. Basamaklar’ın en üstündeyse eski taştan ve cadıtahtasından yapılmış, bakımlı bahçeler ile minyatür ormanların ıslak yeşiline gömülmüş bir düzine şatafatlı malikâne bulunur. Bunlar ‘lüks şans evleri,’ yani para pul sahibi erkeklerle kadınların kredi teminatlarının imkân tanıdığı ölçüde kumar oynayabildikleri ayrıcalıklı kulüplerdir. Bahsi geçen evler asırlardır soyluların, bürokratların, tüccarların, gemi kaptanlarının, elçilerin ve casusların hem şahsi hem de siyasi servetlerle bahse tutuştukları gayriresmi güç merkezleri olagelmiştir. Evler mümkün olan her türlü konforu içerir. Hatırı sayılır ziyaretçiler iç liman uçurumlarının dibindeki özel rıhtımlardan kapalı tahtırevanlara binerler ve pirinçten yapılma, ışıltılı su motorları vasıtasıyla yukarı çekilirler. Böylece ilk beş Basamak’ın 15
denize dönük cephesindeki dar, dolambaçlı ve kalabalık rampaları kullanmak zorunda kalmazlar. Muhitte umumi bir düello bahçesi bile bulunur; en üst taraçanın tam ortasına geniş ve bakımlı bir çimenlik koyulmuştur ki birilerinin kanı kaynadığı zaman sağduyunun ağır basmasına fırsat kalmasın. Şans evleri dokunulmazdır. Yasalardan bile daha eski ve katı âdetler, çok korkunç bir suç işlenmediği takdirde hiçbir askerin veya inzibatın buralara adım atmasına izin vermez. Buralar tüm kıtanın gıpta ettiği yerlerdir; ne kadar lüks veya ayrıcalıklı olursa olsun hiçbir ecnebi kulüp hakiki bir Verrar şans evinin kendine has atmosferini taklit edemez. Ve o evlerin hiçbiri Günahane’nin eline su dökemez. Yaklaşık kırk beş metre yüksekliğindeki Günahane, zaten limanla arasında yetmiş beş metreden daha fazla bir irtifa bulunan Basamaklar’ın en üst taraçasının güney ucundan göğe doğru çıkıntı yapar. Günahane siyah incimsi tonda ışıldayan bir Atacam kuledir. Sekiz katının her biri simyasal fenerlerle bezeli, geniş birer balkonla çevrilidir. Geceleri tüm bina Tal Verrar’ın hanedanlık renkleri olan parlak kırmızı ve alacakaranlık mavisi ışıklarla parlayan bir takımyıldızı hâline gelir. Günahane dünyadaki en seçkin, en namlı ve en korunaklı şans evidir. Kapıdaki görevlilerin nazını atlatabilecek kadar güçlü, zengin veya güzel olanlara günbatımından gündoğumuna kadar hizmet verilir. Her bir katı kendinden bir öncekini lükste, ayrıcalıkta ve izin verilen oyunların risk seviyesinde gölgede bırakır. Daha üst katlara erişim ancak yüksek kredi notuyla, eğlendirici davranışlarla ve kusursuz oyunculukla hak edilebilir. Buna heves eden bazı insanlar Günahane’nin efendisinin, yani acımasızca koruduğu eşsiz mevkii sayesinde kent tarihinin en güçlü sosyal itibar hakemi olup çıkmış kişinin dikkatini çekebilmek için hayatlarının pek çok yılını ve binlerce solariyi burada çarçur ederler. Günahane’nin adap kuralları yazılı değilse bile dini bir tarikatınkiler kadar katıdır. Bunların en basiti ve en şaşmazı burada hile yaparken yakalanmanın cezasının ölüm olduğudur. Öyle ki Tal Verrar’ın arhonu bile yeninde bir kartla yakalansa tanrılar dahi onu suçunun cezasını çekmekten alıkoyamazlar. Kule görevlileri her birkaç ayda bir bu kuralın kendisi için geçerli olma16
dığını düşünen birilerine denk gelir; lâkin o kişi çok geçmeden ya tahtırevanında simyasal doz aşımı yüzünden sessiz sedasız ölür ya da trajik bir şekilde Günahane avlusunun sert, düz parkelerinin sekiz kat yukarısındaki balkondan ‘kazara’ düşüverir. Locke Lamora ile Jean Tannen’ın hile hurdayla kulenin dördüncü katına kadar çıkabilmeleri için iki yıl harcamaları ve yepyeni sahte kimlikler edinmeleri gerekmişti. Aslına bakılırsa tam o anda da hile yapıyor, öyle bir yola başvurmaları gerekmeyen rakiplerine ayak uydurabilmek için var güçleriyle uğraşıyorlardı.
3 “Bayanlar bir Kule sırası ve bir Meç sırası açıp bunu Güneş Mührü’yle taçlandırıyorlar,” dedi görevli. “Baylar ise bir Kadeh sırası ve karma bir el açıp bunu Kadeh beşlisiyle taçlandırıyorlar. Beşinci el bayanların.” Odanın sıcak havası alkışlarla dalgalanırken Locke yanağının içini ısırdı. Bayanlar şimdiye kadarki beş elin dördünü kazanmışlardı ve kalabalık Locke ile Jean’ın yegâne zaferini fark etmeye ucu ucuna lütfetmişti. “Vay canına,” dedi Jean, sahte fakat inandırıcı bir şaşkınlıkla. Locke sağındaki rakibine doğru döndü. Maracosa Durenna otuzlu yaşlarının sonlarındaki ince yapılı, esmer tenli bir kadındı. Gür saçları yağ dumanı rengindeydi; boynunda ve kollarında pek çok yara izi göze çarpıyordu. Sağ elinde altın ipliğiyle sarılmış, siyah renkli, ince bir puro tutuyor ve yüzünde dalgın bir memnuniyetin sıkı tebessümünü taşıyordu. Oyunu kazanmak için azami bir çaba göstermesine gerek kalmadığı açıkça anlaşılıyordu. Görevli uzun saplı bir sopa kullanarak Locke ile Jean’ın kaybettiği küçük tahta marka yığınını masanın bayanlara ait tarafına doğru itti, ardından aynı sopayla tüm kartları kendi ellerine topladı. Görevli bir eli açtırdıktan sonra oyuncuların kartlara dokunmaları kesinlikle yasaktı. “Eh, Madam Durenna,” dedi Locke, “giderek gürbüzleşen maddi durumunuz için sizi tebrik ederim. Başlamak üzere içki
17
sersemliğimden daha hızlı büyüyen tek şey kesenizmiş gibi gözüküyor.” Locke markalarından birini sağ elinin parmak eklemlerinde gezdirdi. Bu küçük tahta disk beş solari, yani sıradan bir işçinin aşağı yukarı sekiz aylık geliri değerindeydi. “Bilhassa talihsiz gelen bu eliniz için taziyelerimi sunarım Efendi Kosta.” Madam Durenna purosundan uzun bir soluk çekti, sonra da Locke ile Jean’ın arasındaki boşlukta asılı kalan ve bariz bir hakaret anlamı taşımaktan ucu ucuna kurtulan bir duman bulutu üfledi. Kadının puro dumanını bir strat péti, yani ‘küçük oyun’ (oyun masasında rakipleri rahatsız etmek ya da öfkelendirmek ve böylece onları hata yapmaya itmek için geliştirilmiş sözüm ona medeni bir davranış tarzı) olarak kullanması Locke’un gözünden kaçmamıştı. Jean da kendi purolarını aynı amaçla kullanmayı planlamışsa da Durenna ondan daha iyi nişan alıyordu. “Bu kadar güzel iki rakibin huzurunda hiçbir el tam anlamıyla talihsiz sayılamaz,” dedi Locke. “Tüm gümüşlerini kaybederken böylesine cezbedici bir yalancılık sergileyebilen bir adama saygı duyasım geliyor,” dedi Durenna’nın sağında, onunla krupiyenin arasında oturan ortağı. İri yapılı, al yanaklı bir kadın olan Izmila Corvaleur neredeyse Jean’la aynı cüssedeydi ve bir kadının olup olabileceği her açıdan dolgun denebilecek vücuduyla çekiciliği reddedilemezdi; fakat gözlerine yansıyan zekâsı keskin ve bir o kadar da küçümseyiciydi. Locke ona bakarken sokak dövüşçülerini hatırlatan ölçülü bir hırçınlık, zorlu çekişmelere yönelik bir iştah görebiliyordu. Corvaleur gümüş yaldızlı bir kutudaki çikolata tozuyla kaplı kirazlardan durmaksızın atıştırıyor, her seferinde de parmaklarını şapırtılı bir şekilde yalıyordu. Bu da onun strat péti’siydi elbette. Bu kadın Atlıkarınca Batağı için hususi olarak yaratılmış, diye düşündü Locke. Kartlara yatkın bir zihin ve oyunun kaybedilen ellerinde verilen eşsiz cezaya dayanabilecek türden bir beden. “Ceza,” dedi görevli ve podyumundaki bir mekanizmayı çalıştırarak atlıkarıncanın dönmesini sağladı. Masanın ortasındaki tertibat her biri gümüş renkli bir tıpaya sahip minik birer cam tüp sırası taşıyan bir dizi dairesel pirinç çerçeveden oluşuyordu. Aygıt oyun salonundaki loş fener ışıklarının altında gide18
rek artan bir hızla, ta ki gümüşi tıpalar kesintisiz bir çizgi gibi görününceye dek dönmeye başladı. Sonra masanın altındaki mekanizmadan bir tıkırtı yükseldi, kalın cam tüpler birbirine çarparak şıkırdadı ve atlıkarınca içlerinden ikisi tanesini dışarı fırlattı. Locke ile Jean’a doğru yuvarlanan tüpler masanın hafifçe yükseltilmiş dış kenarına çarpıp durdu. Atlıkarınca Batağı ikişer kişilik iki takımla oynanan, pahalı bir oyundu; zira mekanik atlıkarınca düzeneği çok kıymetli bir tertibattı. Her elin sonunda kaybeden takıma atlıkarıncanın engin küçük şişe stokundan rastgele iki tane tüp verilirdi. İçlerinde sertliklerini gizlemek için tatlı yağlarla ve meyve sularıyla karıştırılmış alkollü içkiler bulunurdu. Kartlar oyunun unsurlarından sadece biriydi; oyuncular bir yandan da hınzırca hazırlanmış küçük tüplerin giderek artan etkisi altında dikkatlerini korumak zorundaydılar. Bir oyunun sona ermesinin tek yolu, oyunculardan birinin devam edemeyecek kadar sarhoş olmasıydı. Teoride oyuna hile karıştırılması mümkün değildi. Mekanizmanın bakımı ve tüplerin hazırlanması Günahane’nin göreviydi; ufacık gümüş tıpalar balmumu mühürlerin üstüne sıkıca kapatılırdı. Oyuncuların atlıkarıncaya veya başka bir oyuncunun şişesine dokunmaları yasaktı ve böyle bir hareket anında cezalandırılmaları anlamına geliyordu. Tüketilen çikolataların ve puroların bile kumarhane tarafından temin edilmesi mecburiydi. Hatta Locke ile Jean isterlerse Madam Corvaleur’u düşkün olduğu tatlıların lüksünden mahrum bile bırakabilirlerdi; fakat öyle bir hareket pek çok açıdan kötü bir fikir olurdu. “Eh,” dedi Jean, minik tüpünün mührünü kırarken, “cezbedici mağlupların şerefine diyelim öyleyse.” “Keşke öyle kimseleri nereden bulabileceğimizi bilseydik,” dedi Locke ve birlikte içkilerini kafalarına diktiler. Locke’unki boğazında sıcak, eriğimsi bir tat bıraktı; belli ki sert içkilerden biriydi. Genç adam iç geçirdi ve boş tüpü önüne bıraktı. Bire karşı dört tüp… dikkatinin yavaş yavaş dağılıyor olması da içkiden etkilenmeye başladığının belirtisiydi. Görevli bir sonraki el için kartları dizip kararken Madam Durenna purosundan uzun, hoşnut bir nefes çekti ve külleri sağ elinin arkasındaki kaideye yerleştirilmiş som altından bir 19
çanağa silkeledi. Burnundan iki tembel duman sütunu üfleyen kadın, oluşan gri perdenin arkasından atlıkarıncayı dikkatle süzdü. Bu kadın pusuya yatarak avlanan, doğal bir yırtıcı, diye düşündü Locke, ancak bir tür kamuflajın arkasındayken kendini rahat hissediyor. Elindeki istihbarata göre Durenna bir ticari spekülatör olarak şehirdeki yaşantısına daha yeni başlamıştı. Önceki mesleği emrindeki ödül avcılarıyla birlikte açık denizlere açılmak ve Jerem köle gemilerini avlayıp batırmaktı. O yara izlerini birilerinin salonunda oturup çay içerek elde etmemişti. Onun gibi bir kadının, rakiplerinin oyunu kazanmak adına Locke’un ‘gizliden gizliye sıradışı yöntemler’ olarak adlandırmayı sevdiği bir şeye güvendiklerini öğrenmesi hiç ama hiç iyi olmazdı. Hatta oyunu demode yollardan kaybetmeleri veya Günahane’nin görevlilerince hile yaparken yakalanmaları bile daha iyiydi. Onlar en azından hızlı ve etkili cellatlardı. Ne de olsa işletmeleri gereken fazlasıyla yoğun bir müesseseleri vardı. “Kartları beklet,” dedi Madam Corvaleur görevliye hitaben, Locke’u daldığı düşüncelerden çıkararak. “Mara, birkaç eldir bayların şansı sahiden de hiç iyi gitmiyor. Mola vermeleri için onlara biraz süre tanısak mı?” Locke hissettiği ani heyecanı gizledi; önde giden Atlıkarınca Batağı ortakları oyuna kısa bir süreliğine ara verilmesini teklif edebilirlerdi. Lâkin kaybeden tarafa içkinin etkilerini üzerlerinden bir nebze atma fırsatı sunduğu için bu nezaket nadiren gösterilirdi. Yoksa Corvaleur kendince bir sıkıntıyı mı saklamaya çalışıyordu? “Bayların onca markayı tekrar tekrar sayıp bu tarafa iterek bizim adımıza epeyce zahmete girdikleri doğru.” Durenna bir kez daha purosunu tüttürüp dumanını saldı. “Ferahlamanız ve toparlanmanız için kendinize biraz süre tanırsanız bizi onurlandırmış olursunuz baylar.” Ah. Locke gülümseyerek ellerini önündeki masada kavuşturdu. Demek oyunları buydu: kalabalığa yaltaklanmak ve rakiplerine ne kadar az saygı duyduklarını, zaferlerini ne denli kaçınılmaz kabul ettiklerini göstermek… Bu tam manasıyla bir adap düellosuydu ve Durenna az önce gırtlağa hamle yapmış kadar olmuştu. Açık bir ret hiç yakışık almazdı; Locke ile Jean’ın nazik bir savuşturmada bulunmaları gerekiyordu. 20
“Böylesine harikulâde bir ortaklığa karşı oynamayı sürdürmekten daha ferahlatıcı ne olabilir ki?” dedi Jean. “Çok naziksiniz Efendi de Ferra,” dedi Madam Durenna. “Fakat adımızın kalpsize mi çıkmasını istiyorsunuz? Her iki konforumuzu da geri çevirmediniz.” Kadın purosunu kullanarak Madam Corvaleur’un tatlılarını işaret etti. “Buna mukabil bizim de size bir konfor verme arzumuzu geri mi çevireceksiniz?” “Hiçbir arzunuzu geri çevirecek değiliz madam; lâkin sizi bu gece uğruna buraya gelme zahmetine katladığınız daha büyük arzunuzdan, yani oyun oynama hevesinizden mahrum bırakmak da istemeyiz.” “Daha önümüzde pek çok el var,” diye ekledi Locke, “ve siz hanımları herhangi bir şekilde sıkıntıya sokmak hem Jerome’u hem de beni derinden yaralar.” Bunları söylerken krupiyeyle göz teması kurdu. “Şu ana dek bizi hiçbir sıkıntıya sokmadınız,” dedi Madam Corvaleur tatlı bir dille. Locke kalabalığın tüm dikkatinin rahatsız edici bir şekilde bu konuşmaya odaklandığının farkındaydı. O ve Jean pek çok kişinin Tal Verrar’daki en iyi Atlıkarınca Batağı oyuncuları olarak gördüğü iki kadına meydan okumuşlardı ve bunun sonucu olarak da Günahane’nin dördüncü katındaki diğer tüm masalar hatırı sayılır bir seyirci topluluğuyla dolmuştu. O masalarda da başka oyunların oynanması gerekiyordu ama işletme ile müşterileri arasındaki sözsüz bir mutabakat gereği salondaki diğer tüm faaliyetlere bu büyük kıyım süresince ara verilmişti. “Pekâlâ,” dedi Durenna. “Şahsen bizim oyuna devam etmeye bir itirazımız yok. Hatta belki şansınız bile döner.” Durenna’nın bu sözlü taktikten vazgeçtiğini görmek Locke için çok küçük bir rahatlamaydı. Ne de olsa kadın tıpkı bir un çuvalına vura vura ekinbitlerini döken bir aşçı gibi onu ve Jean’ı soyup soğana çevirme beklentisi içindeydi. “Altıncı el,” dedi görevli. “Açılış potu on solari.” Her bir oyuncu iki tahta markayı ileri sürerken görevli de önlerine üçer kart attı. Madam Corvaleur çikolata tozuyla kaplı kirazlarından birini daha mideye indirdi ve parmaklarına bulaşan tatlı kalıntıyı 21
emdi. Jean kartlarına dokunmadan önce bir kaşıntıyı gidermek istercesine sol elinin parmaklarını ceketinin klapasının altından geçirdi. Birkaç saniye sonra Locke da aynını yaptı. Genç adam karşısında oturan Madam Durenna’nın onları seyrettiğini ve gözlerini devirdiğini fark etti. Oyuncuların arasındaki işaretleşmeler bütünüyle kabul edilebilir bir davranıştı ama genellikle biraz daha incelikli davranılması yeğlenirdi. Durenna, Locke ve Jean kartlarını neredeyse aynı anda gözden geçirdiler. Parmakları hâlâ nemli olan Corvaleur onları bir saniye geriden takip etti ve usulca güldü. Gerçekten şanslı mıydı, yoksa bu da mı strat péti’ydi? Durenna hâlinden fazlasıyla hoşnut gözükse de Locke kadının aynı ifadeyi uykusunda bile koruduğundan emindi, Jean’ın yüz ifadesiyse hiçbir şey belli etmiyordu. Üç açılış kartı da beş para etmemesine rağmen Locke ince bir sırıtış takınmaya çalıştı. Salonun karşı tarafında beşinci kata çıkan, pirinç tırabzanlı, sarmal bir merdiven vardı. Başında irikıyım bir görevlinin beklediği bu merdiven kısa bir mesafenin ardından genişleyerek bir tür galeriye dönüşüyordu. O galerideki bir hareketlenme Locke’un dikkatini çekti; ince yapılı, iyi giyimli bir siluet gölgelerin arasına yarı yarıya gizlenmişti. Salonun fenerlerinden yayılan altın sarısı ışık bir çift gözlük camından yansıdı ve Locke sırtından bir heyecan ürpertisinin geçtiğini hissetti. Acaba bu mümkün müydü? Locke bir yandan kartlarını düzenler gibi yaparken diğer yandan da bir gözünü gölgeli siluetin üstünde tutmaya çalıştı. Gözlüğün ışıltısı ne yer değiştirdi ne de azaldı; adam kesinlikle onların masasına bakıyordu. Locke ile Jean en sonunda makamı sekizinci katta yer alan bu adamın dikkatine mazhar olmuşlardı (yahut şans eseri denk gelmişlerdi ve tanrılar biliyorlardı ki böyle bir şansa hayır demezlerdi). Günahane’nin efendisi, Tal Verrar’daki tüm hırsızların gizli hükümdarı, hem suç hem de lüks dünyalarını demirden pençesine almış kişi… Camorr’da olsalardı ona capa denirdi ama bu adam hiçbir unvan benimsememişti. Kendi adı dışında… Requin. Locke genzini temizledi, gözlerini tekrar masaya çevirdi ve bir eli daha kibarca kaybetmeye hazırlandı. Dışarıdaki karanlık sularda akşamın onuncu saatini çalan gemi çanlarının hafif yankıları duyulabiliyordu. 22
4 “On sekizinci el,” dedi krupiye. “Açılış potu on solari.” Locke giriş bahsini ileri sürebilmek için önündeki on bir minik tüpü gözle görülür biçimde titreyen bir elle kenara çekmek zorunda kaldı. Kuru havuzdaki bir gemi kadar sabit duran Madam Durenna o geceki dördüncü purosunu tüttürüyordu. Madam Corvaleur ise sandalyesinde sallanır gibiydi; yanakları normalden daha mı kızarıktı yoksa? Kadın başlangıç potunu masaya sürerken Locke ona çok dikkatli bakmamaya çalıştı; belki de sallantı yalnızca kendi sarhoşluğundan kaynaklanıyordu. Vakit gece yarısına yaklaşmıştı ve boğucu salonun duman dolu havası Locke’un gözleriyle boğazını yün gibi kaşındırıyordu. Her zamanki kadar duygusuz ve atik olan krupiye (adam sanki atlıkarıncadan daha mekanikti) Locke’un önüne üç kart bıraktı. Parmaklarını ceketinin klapasından geçiren Locke kartlarına şöyle bir göz attı, sonra da memnuniyet yansıtan bir ses tonuyla, “Ahhh-ha,” dedi. Kartları hayret verici derecede çirkin olan bir takımyıldızını andırıyordu; o ana kadarki en berbat eliydi. Alkol doğru düzgün bir kart dizisini maskeliyor olabilir mi diye merak eden genç adam gözlerini kırpıştırıp kıstı; ama heyhat! Tekrar odaklandığında kartları az önceki kadar işe yaramazdı. En son elde bayanların içmesi gerekmişti ama solunda oturan Jean’ın elinde büyük çaplı bir mucize gizlenmiyorsa bir başka küçük tüpün az sonra Locke’un titrek eline doğru neşeyle yuvarlanması işten bile değildi. On sekiz elde kaybedilen dokuz yüz seksen solari, diye düşündü Locke. Genç adamın Günahane içkileriyle iyice ıslanmış olan zihni ona danışmadan kendince hesaplara dalıp gitti. Yüksek mevkili bir adama bir sene boyunca yetecek kadar kaliteli giysiler. Küçük bir gemi. Çok büyük bir ev. Bir taş ustası gibi namuslu bir işçinin ömrü boyunca elde edeceği gelir. Acaba kendisi hiç taş ustası rolü yapmış mıydı? “İlk tercihler,” diyen krupiyenin sesi onu oyuna geri döndürdü.
23