Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
Bildiri Özetleri
24-25 Mayıs 2014
Hukuk Teorisi Atölyesi Liberal Hak ve Sınırları Moderatör: Bora Erdağı
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
marx(izm), hukuk devleti ve politik özgürleşmenin sınırları Berke Özenç Liberal hukuk kuramı ve uygulamasının kurucu kavramlarından biri hukuk devletidir. Hukuk devleti, siyasi iktidarın hukuk aracılığıyla sınırlandırıldığı ve bu sınırın, eşit birer hukuki özne olarak tanımlanan yurttaşların hakları tarafından çizildiği bir siyasi birlik olarak tanımlanabilir. Bu örgütlenme tarzı şeklini veren gelişme kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışıdır. Kapitalizmin ortaya çıkışına paralel olarak; piyasa karşısında bireyin soyut düzeyde eşitlenmesi, artık değerin yaratılmasında sürekli ve doğrudan siyasi baskının ortadan kalkışı ve görece özerk siyasi iktidar karşısında iktisadi alanın hâkimi olarak sermaye sınıfının ortaya çıkışı liberal hak kuramının üzerinde yükseleceği zemini oluşturmuştur. Bu zemin; toplumsal ilişkilerin eşit hukuki özneler arasındaki sözleşmeye dayalı hukuki ilişkilere dönüşmesine yol açarken, siyasi iktidar ile organik bağını yitirmekle birlikte üretim ilişkilerindeki hâkim konumunu pekiştiren sermaye sınıfı açısından, devlet aygıtının sınırlandırılmasını bir gereklilik haline getirmiştir. Üretim ilişkilerinin hâkim sınıflar lehine sürdürülmesinde siyasi baskının yerini, Marx’ın Kapital’deki ifadesiyle “iktisadi ilişkilerin sessiz baskısı”nın alması; siyasi iktidarın şiddeti kullanma biçiminde önemli bir dönüşüme neden olmuş ve piyasa karşısında eşit bireylerin yasa önünde eşit yurttaşlara dönüşümüne başta mülkiyet olmak üzere kişisel hakların tanınması eşlik etmiştir. Bu gelişme, zümre farklılıklarının ve feodal düzeninin açık bağımlılık ilişkilerinin yerini eşitlik ve özgürlüğün alması sonucunu doğurmuştur. Marx bu dönüşümü bireyin politik özgürleşmesi olarak tarif eder ve insani özgürleşmeye giden yolda bir aşama olarak selamlar fakat eksik olduğunu da vurgular. Bu eksiklik, politik özgürleşmenin bizatihi niteliğinden kaynaklanır. Devletin dolayımıyla tanımlanan bu özgürlükler, bireyi egoist ve yalıtılmış bir özne olarak kurgular, “insanın insana bağlılığına değil, tersine insanın insandan ayrılışına dayanır”, “her insanın öteki insanlarda, özgürlüğünün gerçekleştirimini değil, sınırını bulmasına yol açar” ve bu kurguda bireyleri bir arada tutan tek bağlantı “doğal gereklilik, gereksinim ve özel çıkar, mülkiyetlerinin ve egoist kişiliklerinin korunmasıdır.” İnsanların birbirinin kurdu olduğunun değişmez bir ön kabul olduğu bu kurguda, kaçınılmaz olarak güvenlik “sivil toplumun en yüce toplumsal kavramı” olarak ortaya çıkar. Sivil toplumun üzerinde meşru şiddet tekelini ele alan modern devlet aygıtı; bu güvenliği sağlamak adına bir yandan özgürlükleri tanır, ama öte yandan bu kurtların birbirini yemesini ve toplumun kaosa sürüklenmesini engellemek iddiasıyla gerekli tedbirleri alır. Diğer bir ifadeyle feodal bağlılıktan 4
24 Mayıs 2014 kurtulan bireyler, birer hak öznesi olarak özerkleşirken; senin-benim ayrımına dayalı çıkar çatışmalarından muzdarip bireylerin birbirinden korunması, politik devletin yükselişini beraberinde getirir. Politik özgürleşmenin özünde var olan bu eksiklikler, uygulamasındaki özelliklerle katmerleşir. Marx’ın vurguladığı gibi, liberal hakların her maddesi kendi antitezini içerir ya da yine onun ifadesiyle “genel lafzında özgürlük vardır, şerhinde ise özgürlüğün ilgası.” Devlet aygıtı üzerindeki hâkim sınıf etkisi ve kapitalizmin dayattığı yapısal zorunluluklar ve Marx’ın pek vurgulamadığı, bu aygıtın eril niteliği, liberal özgürlüklerin uygulanması ve yorumlanmasının karakteri üzerinde belirleyici olur. Hakların sınırlandırılmasında kullanılan “başkalarının hak ve özgürlükleri” ve “kamu güvenliği” sayesinde tüm bu özgürlükler, “başka sınıfların eşdeğer hakları burjuvazinin özgürlüklerini kullanmasına engel çıkartmayacak biçimde düzenlenecektir.” Marx’ın çizdiği bu genel çerçeve, liberal haklara dair gerek kuramsal bir perspektif edinilmesinde, gerekse hukuk devleti olarak örgütlenen devlet aygıtının özgürlükleri tanzim etme yönteminin inceliklerinin ifşa edilmesinde önemli imkânlar sunar.
insan hakları avrupa sözleşmesi’nde haklar, demokratik toplum ve adil denge Esra Demir Gürsel İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 1. maddesine göre, taraf devletlerin, Sözleşme’de korunan hakları “kendi egemenlik yetkileri içindeki herkes için güvence altına almaları” gerekir. Fakat Sözleşme’deki bazı haklar, Sözleşme metninde açıkça düzenlenmiş koşullara uygun olarak sınırlandırılabildiği gibi, herhangi bir sınırlama koşulu öngörülmemiş olan haklar da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (Mahkeme) yorumuyla sınırlandırılabilir. Dolayısıyla hakların “herkes” için güvenceye alınmasını gerektiren Sözleşme, bazı durumlarda bazıları için hakların sınırlandırılabilmesine izin verir. Bu tebliğde, Sözleşme’nin 1. maddesindeki “herkes” ile hakların sınırlarının dışında bırakılanlar arasında kalan boşluğun, Mahkeme tarafından hangi normatif varsayımlara dayanılarak meşrulaştırıldığını göstermeye çalışacağım. Tebliği Sözleşme’nin 8, 9, 10 ve 11. maddelerinde düzenlenen özel yaşam ve aile yaşamına saygı hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü ile sınırlı tutup, özellikle bu hakların sınırlandırılmasının ortak koşullarından biri olan “demokratik toplumda gereklilik” kavramı üzerinde 5
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu duracağım. Bu koşula göre, bu haklardan birine yönelik sınırlayıcı bir müdahalenin Sözleşme bakımından meşru sayılabilmesi için “demokratik bir toplumda gerekli” olması gerekir. Mahkeme’nin bu koşulu yorumlarken kullandığı temel araçsa “adil denge” ve adil dengenin bir görünümü olan “orantılılıktır”. Sözleşme’nin 8, 9, 10 ve 11. maddelerinin yapısı, hakları, toplumun bütününün menfaatleriyle karşı karşıya getirir; çünkü hakların sınırlandırılmasını, bu maddelerde düzenlenmiş olan genel ahlak, kamu düzeni, ulusal güvenlik gibi kamu menfaatlerinin korunması gereğiyle ilişkilendirir. Hakların sınırlandırılmasının bir gereklilik olarak düzenlenmesi, liberal hukuk düzenlerinin aynı anda hem bireysel hakları hem de toplumsal düzeni koruma iddiasının yarattığı gerilimle ve bu gerilimi bunlardan birinin korunmasını diğerinin korunması koşuluna bağlayarak çözme çabasıyla meşrulaştırılır. Birbiriyle karşı karşıya getirilen toplumsal düzen ve bireysel özgürlüklerin uzlaştırılması, bir yandan, toplumsal düzenin ancak bireysel özgürlüklerin korunmasıyla meşrulaştırılabileceği; diğer yandan, bireysel özgürlüklerin ancak normatif olarak zorlayıcı bir düzenin varlığıyla muhafaza edilebileceğine ilişkin iki argümanın bir araya getirilmesiyle ve bu yolla yaratılan bir paradoksla sağlanır: “[Ö]zgürlükleri korumak için, özgürlükleri sınırlayan bir düzenin tesis edilmesi gerekir.” Mahkeme’nin 8-11. maddelerdeki haklardan birinin sınırlandırılmasının demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığına ilişkin denetimi de, bireysel özgürlükler ve toplumun bütününün menfaatleri arasındaki paradoks etrafında şekillenir. Mahkeme, liberal hukuk düzenlerindeki genel eğilime uygun olarak, haklar ve toplumun bütünün menfaatleri arasındaki gerilimi, bunlar arasında bir “denge” sağlanması düşüncesiyle aşmaya çalışır. Sözleşme’nin 8-11. maddelerindeki demokratik toplumda gereklilik, Mahkeme’nin demokratik toplum düşüncesinin temelini oluşturduğunu söylediği “adil denge arayışını”, bu maddelerdeki haklar ve kamu menfaatleri arasındaki ilişkiye taşıyan hukuki araçtır. Bu çerçevede, tebliğde Mahkeme’nin demokratik toplum kavramını yorumlama biçiminin, nasıl bir birey, toplum ve devlet kurgusuna dayandığını ve Sözleşme’nin 1. maddesindeki “herkes” ile tam olarak neyin kastedildiğini ve adil denge düşüncesinin neyi mümkün kıldığını sorgulayacağım.
Hukukun Sefaleti Kasım Akbaş Marx’ın “Felsefenin Sefaleti” adlı uzun polemik yazısı (ki artık bir kitaptır), felsefe hakkında değildir. Politik ekonomi hakkındadır. Proudhon’un “Sefaletin Fel6
24 Mayıs 2014 sefesi”ne yanıt olarak kaleme alınmıştır ve Marx girişte, Proudhon’un “Fransa’da iyi bir Alman filozofu diye bilinip kötü bir iktisatçı sayılarak”, “Almanya’da ise en yetenekli Fransız iktisatçılarından biri diye itibar görüp kötü bir filozof olarak” (Marx, 1979: 25) yanlış anlaşılma bahtsızlığından söz eder. Kitap, burjuva iktisadının rikardocu yanlışlarının döneminin sosyalistlerince nasıl sosyalist bir ütopyanın temeli haline getirildiğine ilişkindir. Oysa ricardocu değer teorisi “burjuvazinin tüm politik, hukuki ve felsefi ideolojisinin üstüne oturtulduğu gerçek temellerdir” (Engels, 1979: 13). Marx bir yandan İngiliz politik ekonomisinde değer kavramını doğru hattına sokarken öte yandan da Hegel’in baş aşağı duran diyalektiğini ayakları üstüne dikmektedir. Marx politik ekonomideki kavramsallaştırmayı diyalektik yöntemle kullanır. Hukukun Sefaleti başlıklı bu çalışma, hukukun Marksist kuram açısından analizinin araçlarını derli toplu ortaya koyma çabası olarak okunmalıdır. Klasik/ anaakım bir hukuk analizi politik ekonomik bir çerçevenin de diyalektik yöntemin de çok uzağındadır. Klasik/anaakım hukuk yaklaşımlarından kopacak Marksist bir hukuk analizinin başlangıç noktası, bu iki zemin üzerinde bir yerlerde olmalıdır. Politik ekonomi, bir üst yapı kurumu olarak hukukun göreli özerkliği tartışmasın alanını belirlerken, diyalektik bu tartışmanın yöntemsel aracı olacaktır. Hukuku toplumsal analiz için sefil kılan, iyi bir hukuk kuramının Marksizm açısından işe yarar bir çerçeve sağlayamazken, sağlam bir Marksist yaklaşımın da hukuka dair bir zemin sunamama riskini taşımasıdır. Çalışmada ilk elden Marx ve Engels’in çalışmaları çerçeve olarak alınacak, 20. yüzyıl öncesinde ve sonrasında Marksist teorinin çatallaşan yollarına mümkün olduğunca sapılmamaya çalışılacaktır.
evrensellik, hegemonya ve insan hakları Zeynep Kıvılcım Gramsci’ye göre karşı-hegemonya mücadelesinde önemli olan, var olan hegemonyanın kurucu öğeleri üzerinden çalışmak ve onları yeniden şekillendirmek, zaten var olan bir söyleme ekleme yapmak, onu genişletmek ve dönüştürmektir. Laclau ve Mouffe’a atıfla söyleyecek olursak, bireysel haklar üzerinde liberal söylemin anlamı kesin olarak sabit değildir. Bu sabitsizlik ise, tıpkı bireysel hakların muhafazakâr söylemin öğeleriyle eklemlenmesine izin verdiği gibi (…) farklı eklemlenme ve yeniden tanımlanma biçimlerine de izin verir. Yani herhangi bir 7
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu başka toplumsal öğede olduğu gibi, liberal söylemi oluşturan öğeler de hegemonik mücadelenin alanı olabilirler. İnsan hakları alanı söylemsel ve hukuki anlamda tarihsel olarak bir hegemonya mücadele alanı olagelmiştir. Hegemonya ve karşı-hegemonya anlamında sınıf çıkarları söyleminin ötesinde geliştirilen ve dönüştürülen evrensel bir söylem olarak, geniş kesimlerce kabul edilmiş “sağduyu”yu kullanmak yolunda siyasal bir yeniden anlamlandırma mücadelesi sürecinde, insan hakları sosyal olarak inşa edilmiştir. İnsan haklarına ilişkin düşünce ve uygulamalar belli sosyal, tarihi koşullar arka plandaki insanlar tarafından yaratılmış, yeniden yaratılmış, desteklenmiş veya değişikliğe uğratılmıştır. Tarihsel olarak insan hakları söyleminin ve hak taleplerinin sosyal hareketler tarafından kullanılması, güç ilişkileri ve yapılarının sorgulanması açısından önemli bir rol oynamıştır. İnsan hakları söyleminin kullanılması politik, ekonomik ve sosyal taleplerin hak talebi şeklinde ifadelendirilmesidir ve sadece araçsal olmayıp, ezilmişlere ait alternatif değerler, normlar ve hayat şekillerini meşrulaştırmak için operasyonel önem, yani Gramsci’nin terminolojisiyle karşı-hegemonik özellik taşır. Zira insan hakları, önemli bir kısmı mevcut hegemonya tarafından kullanılan kavramları kullanıp, dönüştürüp genişleterek, karşı-hegemonya mücadelesi içindeki yeni sosyal normların evrensel olarak ifadesine imkân tanır. Hak talebi şeklindeki ifade, sosyal olarak uygun ve ikna edici bir çerçeve ve ayrıca meşruiyet temelini sağlar. Bu sunumun amacı, güncel olarak hegemonya ve adaletsizliğin bir parçası ve destekleyicisi olarak da kullanılan insan hakları söyleminin karşı-hegemonya açısından işlevsel özü, küresel adaletsizliğe karşı direnişin örgütlenmesine ve sözünün güçlenmesine katkı sağlayacak güncel potansiyelinin sorgulanmasıdır. Sunumda, evrensel insan hakları söyleminin toplumsal mücadeleleri örgütlemek, meşrulaştırmak ve güçlendirmek için işlevselleşme imkânı, ayrıca bu mücadelelerin kazanımlarını insan hakları diline tercüme edilmesinin hukuki koruma sağlamak açısından mücadeleye katkı olanakları üç farklı örnek, Novamed ve Desa direnişleri ile HES karşıtı mücadele üzerinden tartışılacaktır.
ideolojik bir kavram olarak hukuki eşitlik D. Çiğdem Sever Liberal hak teorisinin en önemli unsurlarından biri kanun önünde eşitlik söylemidir. Bu söylem, liberal hukuk düzenlerinin ideolojik işlevini yerine getirmesinde önemli bir yere sahiptir. Hukuki eşitlik iddiası, sınıflı toplum yapısı içerisinde bir 8
24 Mayıs 2014 yandan meşrulaştırıcı, diğer yandan hukuku olduğundan başka gösterme işleviyle egemenlik ilişkilerini besleyen hegemonik yapının bir parçasıdır. Bu bakımdan hukuki eşitlik, hukuk fetişizmi ve hukuki muhakemenin özerkliği iddiası bağlamında ele alınmalıdır. Çünkü hukuki eşitlik bir fetiştir; olduğundan farklı metafizik bir görüntüyle bir fiksiyondur ve bir yoksunluğun (sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin) üstünü kapatmaya yönelir. Hukuki eşitlik kavramının kendisi hukuki muhakemenin özerkliği iddiasının bir yansımasıdır ve fikir olarak sosyal, ekonomik ve kültürel eşitsizliklerden bağışık “saf” hukuk çerçevesinde bir eşitlik kurgusu üzerinden meşrulaştırma işlevini yerine getirir. Oysa hukuki eşitlik bir mitten ibarettir ve cinsiyet, sınıf, ırk, etnik köken vb. unsurlara bağlı ayrımcı normlar ve uygulamalar günümüzde hala varlığını korumaktadır. Bunun birinci nedeni liberal teorinin olağan/olağanüstü, özel/kamu, aktif/pasif yurttaş, yurttaş/yabancı, dost/düşman şeklindeki ikilikler üzerine kurulu olmasıdır ve bu ikilikler hukuk düzeninde olağanüstü hal, düşman savaşçı, terörist, göçmen, kadın, eşcinsel, gayrisahih nesep gibi statüler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle liberal hak anlayışının hukuki eşitliğinde kadınlar, yoksullar ve siyahlar oy kullanamamış, eşit işe eşit ücret alamamış, eşcinsellik suç olarak düzenlenmiş, Guantanamo’da tutuklular mahkeme önüne dahi çıkamamış, terör şüphelilerinin savunma hakları kısıtlanmış, göçmenler insanlıkdışı muameleye tabi tutulabilmiş ve daha nice ayrımcı norm ve uygulama günümüze kadar farklı biçimlerde varlığını koruyabilmiştir. Hukuki eşitliğe ilişkin ikinci sorun nispi eşitlik olarak ifade edilen “aynı durumdakilere aynı muamele” tanımının içerdiği belirsizliktir: Kimler aynı durumdadır ve aynı muameleye tabi olacaktır? Bu soru hem hukuki belirsizlik sorunuyla, hem de hukukun ve hukuki muhakemenin politik niteliğiyle ilişkilidir. Günümüzde farklı muamele edilebilmesine gerekçe olarak gösterilen “objektif haklı neden” kavramı hukukilik değil, meşruluğa ilişkin ideolojik bir değerlendirmeyi içerir ve ister istemez sosyal, kültürel ve ekonomik eşitsizliklerin pekiştirilmesi işlevine sahip olagelmiştir. Bu pekiştirme iki şekilde işleyebilmektedir: Birincisinde mesela fahişeye tecavüzün veya gayrimeşru bebeğin annesince öldürülmesinin daha az cezalandırılması, cinsel saldırı suçunun evlilik içinde işlenememesi, kadınların sınırlı ehliyetli kabul edilmesi, eşcinsellerin evlilik ve miras haklarından yoksun olmaları örneklerinde olduğu gibi norm eşitsiz kültürel normu doğrudan içermektedir. İkinci durumda ise liberal eşitlik anlayışı sonucunda normun var olan eşitsizliklere kör olması, eşitsizliğin daha da derinleşmesine yol açar. Çalışmada hukukun ve hukuki eşitlik söyleminin ideolojik karakteri belli örnekler üzerinden ve feminist hukuk teorisinden de yararlanılarak ele alınmaya çalışılmıştır.
9
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
feminizm bir burjuva ideolojisi midir? Eda Aslı Şeran Dünyada, kadın nüfusu binyıllardır yoksulluk içinde, şiddet görerek ve bilgiden yoksun bırakılarak varoluş mücadelesi vermektedir. Son iki yüzyıldır, kadınlar dünyadaki “erkek”, “beyaz” ve “burjuva” egemenliğini sistemli bir şekilde sorgulamaya başlamış ve tarihin akışında kendilerinden yoksun bırakılan ya da zorla alınan ne varsa ona yeniden ortak olmak için mücadeleye girişmişlerdir. Bu mücadelede feminizm örgütlenme, özgünlük, politika ve kazanım bağlamında kadın özgürleşmesinde çok önemli bir yere sahiptir. Birçok kesim tarafından lanetlenen bir toplumsal hareket ve bilimsel yöntem olan feminizm, hak temelli politikalarda bu karşıtlığa rağmen hem erkek hem kadın cinsiyeti için bir çok özgürleştirici hakkın kazanılmasında önemli bir toplumsal kadın gücü örgütleyebilmiştir. Çoğunlukla kelime anlamı olan “kadıncı” olarak bilinse de, feminizm için bir tanım vermek istersek Bell Hooks’un kısa ama anlamı kapsamlı tanımından yararlanabiliriz: “Feminizm cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeyi amaçlayan bir harekettir.” Kadınların, erkeklerle eşit haklara sahip olma taleplerini kamusal anlamda ve örgütlü bir şekilde ilk gündeme getirdikleri 1800’lü yıllarda, “oy hakkı” ve “eğitim hakkı” eşitlik arayışının ilk durağı olmuştur. İkinci dalga feminist kuramcılar, özellikle, toplumsal cinsiyet rejiminin kadına ve erkeğe özgülediği sosyal rollerin eşitsizliği derinleştiren faktörler olduğunu dile getirir. Önceleri kadınlar ve erkekler arasında “doğal” olarak bölüşüldüğü varsayılan sosyal roller, ikinci dalga feminist kuramcılar tarafından öğrenilmiş bir kurgu olarak açıklanır. Eşitsizliğin kadın bedeni üzerindeki tahakkümden kaynaklandığını ileri süren bu kuramcılar, kadın emeği ve kadın cinselliği konularında eşitsizliğin kaynağına yönelik açıklayıcı teoriler sunarken, özgürleştirici pratiklerle de kadın kurtuluş mücadelesini genişletirler. Yine bu dönemde görünmeyen emek kavramı ve patriyarkal kapitalizm analizi gündeme gelir. Feminist hareket çok çeşitlidir. Bunun bir sonucu olarak feminist teori de çeşitlenmiştir. İkinci dalga feminizm ile birlikte başlayan ayrışma ile temel olarak liberal kuram, radikal kuram, Marksist kuram, sosyalist kuram, eko-feminist kuram, psikanalitik kuram, siyahi kuram, anarşist kuram, postmodern kuram, varoluşçu kuram ve kültürelci kuramdan bahsedilerek feminist teori içerisindeki ayrışmadan söz edilebilir. Bu çalışmada marksizm ve feminizm arasındaki gerilimli ilişkinin neden10
24 Mayıs 2014 leri ve bu iki ideoloji arasındaki birbirini destekleyen ve bütünleyen bağ tarihsel olarak ortaya konulmaya çalışılacaktır. Ortodoks marksizmin, diyalektiğe aykırı dogmatik “feminizm bir burjuva ideolojisidir” eleştirisi tahlil edilmeye çalışılarak marksizm ve feminizme içeriden bir katkı sunmak amaçlanmıştır.
liberal hakların feminist eleştirisi F. Ceren Akçabay Liberal teori içinde hakların işlevi, feminist hukuk tarafından faklı bakış açıları ile tartışılan bir konu başlığıdır. Kimi feminist teorisyenler ve aktivistler, devleti sınırlandıran evrensel adil düzenlemeler ortaya koyan liberal hakların toplumsal cinsiyetlerin eşitliğinin sağlanması açısından önemli rol oynayabileceğini savunurken, kimileri liberal hakların ayrıcalıklı toplumsal grupların pozisyonlarını güçlendiren bir işlev gördüğünü ileri süren eleştirel yaklaşımı takip eder. Bu bakış açısına göre, liberal haklar, kadınların ve bastırılmış diğer toplumsal grupların gereksinimlerinin yanlış bir temsilidir, iktidarın meşru kabul edilmesini sağlar ve hukuk uygulamasındaki çelişkili ve çatışan sonuçları haklılaştırmak için kullanılabilirler. Bilindiği gibi, liberal teoride haklar genel ve soyut düzenlemeler yoluyla rasyonelleştirilip evrensel kabul edilirken; eleştirel düşüncenin kökenini oluşturan Marksizm, hakların evrenselliğini reddeder. İnsanların eşit koşullar altında özgürce yaşaması, sosyal gelişmenin eleştirel aracı olamayacak aşkın ve mutlak tanımlamalar yoluyla değil; baskıcı tüm sosyoekonomik koşulların aşılması ile mümkün olabilir. Haklar, liberal teori içinde, toplumsal taleplerin rasyonel usuller çerçevesinde değerlendirilmesi olarak savunulmasına karşın; sosyoekonomik koşullar açısından ele alındığında, hakların özgül bir sonuç ortaya çıkarmak için gerekli belirliliği taşıyıp taşımadığı sorusu ortada durmaktadır. Feminist teori açısından değerlendirildiğinde bu sorun, mücadelenin araçlarına olduğu kadar hukuka bakışını da belirleyecek önemdedir. Farklı cinsiyetler ve cinsel yönelimler toplumsal sınıflardan farklı bir sosyolojik fenomen olmakla birlikte, feminist teorinin karşısında dikili duran binlerce yıllık ataerkil toplum, sosyoekonomik ilişkiler içindeki önemi ve işlevi ile birlikte değerlendirildiğinde, soyut ve genel hak tanımlarının realitede gerçekleşme olanağının sınırları ortadadır. Öte yandan, haklar toplumsal mücadeleler ile elde edilmiş kazanımlar olarak değerlendirildiğinde, yetersizliğine yönelik eleştiriler bir yana konsa da, kadınların ve farklı cinsel yönelimlerin bu kazanımlardan vazgeçme lüksü yoktur. Liberal haklar bir bütün olarak toplumu değiştirmek konusunda yetersiz olsalar dahi, toplumsal değişme yaratmak noktasında önemli bir araç 11
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu olarak kullanılabilme potansiyelini içlerinde barındırmaktadır. Kadınlar açısından düşünüldüğünde; bu, gündelik şekilde maruz bırakılan eşitsizlik, cinsel istismar ve şiddet ile mücadele edilmesi anlamına gelmektedir. Bütün bu belirlemelerden hareketle, çalışmada, feminist hukuk teorisi içindeki farklı yaklaşımlar yarıştırılarak feminist hukuk yaklaşımı ve feminist mücadele açısından liberal hakkın sınırları ortaya konmaya çalışılacaktır.
12
Devlet Teorisi Atölyesi
Devleti Yeniden Düşünmek ve Aş(ındır)mak Moderatör: Ersin Vedat Elgür
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
ikili iktidar kavramı: devleti yeniden düşünmek Ebubekir Aykut Lenin ikili iktidar kavramını Ekim Devrimi’nde burjuvazinin hâkimiyetinde kurulan Geçici Hükümet ve proletarya ve köylülerin iktidarı Sovyetlerden oluşan yapıyı tanımlamak için ortaya atmıştı. Bu ikili iktidar yapısı proletarya diktatörlüğüne giden yolda geçici bir aşama görülmekteydi. Proletarya diktatörlüğü bu bağlamda sadece devlet aygıtının halk güçlerince ve parti yoluyla ele geçirilmesini değil aynı zamanda Sovyetler yoluyla dönüştürülmesi anlamına geliyordu ve Sovyetler de bir yandan gelişmeye devam edecekti. Lenin’e göre Sovyetlerin sahip olduğu iktidar “alışılmış tipteki parlamenter burjuva demokratik bir cumhuriyette genellikle varolan” iktidardan farklı bir yapıdaydı. Bu iktidar 1871 Paris Komünü’nde ortaya çıkan iktidar tipiyle aynı karakter özelliklerine sahipti; halkın dolaysız, yerel ve aşağıdan gelen inisiyatifiyle yönetime el koyması, halkın kendi kamu düzenini kendisinin sağlaması, halkın temsilcilerinin geri çağrılma ilkesine tabi ve işçilerle aynı haklara ve ücrete sahip “özel bir sınıf” işçilerden oluşması. Ayrıca Lenin özünü yukarıdaki özelliklerin oluşturduğu Paris Komünü ve Soyvetler’in iktidarını “özel bir devlet tipi” olarak tanımlamıştı. İktidar sorunu Lenin için her devrimin temel meselesidir, dolayısıyla iktidar ilişkilerinin maddi yoğunlaşması olarak kapitalist devlet de devrimci mücadelenin. Bu bağlamda devrimci süreçte ortaya çıkınca formüle edilmiş olan ikili iktidar kavramının Marksist devlet kuramı için bazı içerimleri vardır. Öncelikle devleti belli bir sınıfın aygıtı olarak tanımlayan ve dolayısıyla devleti ele geçirilmesi gereken bir araç gibi gören yaklaşıma karşı ikili iktidar perspektifi devleti maddiliği dönüştürülmesi gereken bir ilişkiler yapısı olarak ele alır. Halk güçlerinin mücadelesi hem devletin içinde hem de devletin dışında -Sovyetlerin iktidarının işaret ettiği budur- verilmelidir. Bu tespit aynı zamanda Gramsci’nin -bütüncül devleti oluşturan siyasal toplumu sivil toplumu kesen ilişki olarak- hegemonya kavrayışı ile de uyumludur. Öte yandan ikili iktidar perspektifi kapitalist devleti sadece burjuva iktidarının yeniden üretildiği bir yapı olarak gören ve devrimi devletin dışında belli bir iktidar oluşturmakla ya da sivil toplumda mümkün gören eğilimlere karşı devlet iktidarının maddiliğini ve önemini vurgular. Dahası burjuvazinin iktidarının sürekli kendini yeniden üretmesi verili değildir yani olumsal bir karaktere sahiptir ve dolayısıyla iktidarın krizleri burjuvazini iktidarının dönüştürülmesine ve ikili iktidar yapısının ortaya çıkışının olasılığına işaret eder. Sonuç olarak ikili iktidar kavramı kapitalist devlete Marksist yaklaşımların yapısalcı ve özellikle araçsalcı versiyonlarına içkin kapitalist iktidarı aşacak stratejilerdeki 14
24 Mayıs 2014 sınırlılığı aşmak için çekirdek halinde fikirler barındırır ve bizi devleti yeniden düşünmeye çağırır. Bu sunuş ikili iktidar kavramının işaret ettiklerini Lenin, Gramsci ve Poulantzas’ın devlet kuramları üzerinden tartışmayı amaçlamaktadır.
“monarşik faşizmin” kıyısında: rejimin siyasi ve hukuki otoriterleşmesi Kansu Yıldırım Lenin Nisan Tezleri’nde devleti “yönetim aygıtı ve organı, her zamankilerdir: sürekli ordu, polis, pratik olarak görevden alınamaz, ayrıcalıklı, halkın üstüne konmuş memurlar topluluğu” şeklinde tanımlarken Engels’in AntiDühring’te çizdiği hattı takip eder. “Kamusal güç” niteliğine vurgu yapan bu anlayış, devletin bir kurumsal dizilimden oluştuğuna, bir sınıfın diğerleri üzerindeki sömürüsüne dayalı üretim tarzının ortaya çıkışıyla bağlantılı olarak yönetim ve/veya baskı işinde uzmanlaşan resmi faillerin hareketlerine odaklanır. Devlet tanımına dair verili bir sınıf doğası kabul etmeyen ve hukuksal zoru denkleme katan kamusal güç anlayışı, devlet uzamındaki ilişkilerin a priori belirlenemeyeceğini, devletin kurumsal iskeleti ile sınıf mücadelesinin konjonktürel özelliklerinin ön planda tutulması gerektiğini ileri sürer. Kısacası devlet, yapısal bir momentte belirli işleri belirli failler tarafından yürüten, içeriye ve dışarıya geçirgenliği zaman-mekânsal değişiklik arz eden bir yapıdır. Kamusal güç anlayışında temel soru, enstrümantalistlerin ve fonksiyonelistlerin tercih ettiği gibi “kim yönetir?” değildir. Devlet, mütemadiyen, siyasal sınıf mücadelelerine, çarpışmalara ve uzlaşmalara tanıklık eden bir alana tekabül etmesinden ötürü burada önem kazanan husus, siyasal sınıf temsilleri, temsil mekanizmaları, devlet biçiminin toplumsal formasyondaki ekonomik ve ekonomi-dışı zor niteliğinde müdahaleleridir. Bu bağlamdan hareket ettiğimizde iyi bir Lenin takipçisi olan Althusser’den hareketle devleti şöyle tanımlayabiliriz: Devlet, egemen sınıf mücadelesinin koordinatları içinde egemen sınıfları daimileştirmeye ve bu mücadeleye hizmet etmeye yazgılı bir makinedir/aygıttır. Bu sunumumuzda otoriter devlet biçimi ve en büyük müdahale tekniklerinden birisi olan hukuki otoriteryanizm üzerinden, çeşitli arabaşlıklar açarak AKP dönemindeki devlet biçiminin dönüşümünü, evrildiği yeri serilmemeye çalışacağız. Poulantzas’ın faşizm yorumunu izlediğimizde ortaya koyduğu tek bir sebebin değil, birden çok çelişkinin birikmesi hattını AKP’nin son dönemine uyarlayarak adım adım otoriterleşmeden diktatörlüğe giden ve çözülmeye başlayan iktidar 15
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu bloğunu olumsal ve zorunlu hareketlendiren siyasi, hukuki ve ekonomik gelişmeleri tartışacağız. Örnek olay incelemeleri ile besleyeceğimiz sunumumuzda Aralık Operasyonlarından Gezi sürecine, MİT krizinden EMASYA protokolüne dek spesifik hat içinde kalmaya çalışarak AKP açısından “olağanüstü” şeklinde isimlendirilen hallerden diktatörlüğe doğru hukuk devletinin iğdiş edilmesinin, devletin kolonları diyebileceğimiz normların askıya alınma sürecinin ana hatlarını ortaya koymaya çalışacağız.
modern devlet, patriyarka ve heteronormativite Reyda Ergün Patriyarka, erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetini üreten ve yeniden üreten toplumsal düzeni anlatırken, heteronormativite doğallaştırılmış heteroseksüelliği norm olarak koyarak normun dışında kalanların marjinalleştirildiği, baskılandığı, sindirildiği ya da hizaya sokulduğu bir düzeni ifade eder. Özellikle ikinci dalgayla birlikte feminizm, kadını erkeğe tabi kılan hiyerarşik ilişkilere meydan okumak için ihtiyaç duyduğu düşünsel aracı toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmasında bulmuştur. Kadınlık ve erkekliğin, cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıklar üzerinden toplumsal olarak kurularak dayatılan ve yine toplumun üyelerinin katılımıyla sürekli yeniden üretilen cinsiyet kategorileri olduğu savı, kadının toplumdaki konumunu dönüştürebilmek adına geniş imkanlar sunuyordu. Ancak bu kavramsallaştırma son tahlilde kadın ve erkek kategorilerine dayanan ikili bir cinsiyet sistemi öngörüyordu ve zorunlu heteroseksüelliğin norm oluşunu –yeterince- sorgulamıyordu. Cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi nedeniyle toplumda sistematik baskı, şiddet ve ayrımcılığa maruz kalan LGBT bireylerin hak mücadelesi ise homofobi ve transfobi kavramları etrafında şekillenirken, özellikle interseks aktivizmi ile queer kuramın sesini yükseltmesiyle birlikte, yeni bir eleştirel metodoloji için geniş imkanlar sunan heteronormativite kavramsallaştırması literatürde ve alanda kendine yer bulmaya başladı. Heteronormatif düzen hem cinsiyet kimliği hem de cinsel yönelim anlamında norm koyar. Buna göre, toplumda birbirlerini üreme işlevi üzerinden tamamlayan kadın ve erkek kategorileri vardır ve bu kategoriler hem biyolojik hem de toplumsal cinsiyet bakımından birbirinden tamamen ayrıdır. Heteronormativite kadın-erkek ikili karşıtlığına dayandığı için bir yandan biyolojik cinsiyet – toplumsal cinsiyet sürekliliği içinde yer almayanları sistemin dışına atarken, diğer yandan da üreme işlevini mümkün kılacak olanlar dışındaki cinsel pratikleri içeren her türlü cinselliği norm dışı ilan eder. Böylece heteronormatif düzen 16
24 Mayıs 2014 oldukça geniş bir “normal olmayanlar”, dolayısıyla müdahaleye-düzenlenmeyekontrol altına alınmaya ihtiyaç duyanlar, toplumsal düzen için tehdit oluşturanlar, baskı ve şiddeti hak edenler, sindirilmesi veya görmezden gelinmesi gerekenler listesi tanımlar: Lezbiyenler, gayler, biseksüeller, trans bireyler, interseks bireyler, kendilerine biçilen rollerin dışında beden ve cinsellik pratiklerine giren heteroseksüeller, doğrudan tüm bu kategorilere ve kimliklere karşı çıkan queer cinsiyet ve cinsellikler... Cinsiyet ikiliği ve heteroseksüelliğin norm oluşu, bu norm oluşun kuruluşundaki hiyerarşi, cinsiyet ve cinselliğe ilişkin çeşitliliğin düzen karşıtı sayılışı ve cinsiyetin toplumsal inşası, heteronormativite, patriyarka ve toplumsal cinsiyet kavramlarının sorunsallaştırdığı alanlar olarak, toplumun tümüne yayılan bir tahakküm düzeni oluşturur. Modern toplum eşitleyici söylemi içinde bu tahakküm düzenini nasıl nesnelleştiriyor? Modern devletin kurumsal gücünün somutlaştığı modern hukuk sistemi, tarafsızlık, nesnellik, eşitlik söylemi ardında bu düzeni hukuki bir değer olarak korumaya nasıl devam diyor? Bugün modern hukuk sistemlerinin ayrılmaz ve en zayıf olduğu yerde bile en azından söylemde meşruiyet üretici bir parçası haline gelmiş olan insan hakları hukukuna rengini veren liberal insan hakları söylemi içinden sürdürülen bir hak mücadelesinin kazanımları ve açmazları neler olabilir? Patriyarka ve heteronormativite modern devletin yol arkadaşları olan kapitalizm, neoliberalizm, militarizm ve milliyetçilikle nasıl bir suç ortaklığı içindedir? Bu sorulara ilişkin tartışmalar sunumun ana eksenini oluşturacaktır.
marx, devlet ve adalet Aydın Gelmez Kapitalizmin apologyası devletle başlar. Ne ki doğal hukuk teorilerinin savunmasını yaptıkları ve varmayı arzuladıkları bu devlet mevcut devlet formlarını alaşağı edecek ve kapitalizmin olmazsa olmazı ilişkileri hukuksal çerçeveye yerleştirecek yeni türde bir devlettir. Bu yeni devleti inşa süreci olarak gerçekleşen toplumsal mücadelenin, en önemli uğraklarından ve başarıya ulaşmasının en önemli araçlarından biri, öncü sınıf olarak burjuvazinin kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları biçiminde dolayımlamasıdır. Bunu da gerçekleştirecek olan sabık, nesnesi değişken teolojik referansa sahip, aşkın referanslı hukuk ve adalet tasavvurunun, yerini dünyevi ve evrensel olduğu iddiasındaki yeni bir hukuk ve adalet tasavvuruna bırakmasıdır. Bu yeni hukuk ve adalet tasavvurunun en temel özelliği bir yandan içeriğinin her tek durumda başka biçimlerde yorumlanabilecek kadar soyut olması, özgürlük, eşitlik gibi tarihsel olarak üretilmiş ideleri aynı soyut17
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu lukta odağına yerleştirmiş olmasıdır, ki “evrenselliğini” de bu soyutluktan alır. Yeni üretim ilişkilerinin evrenselleşmesi, ürünün meta biçiminin genelleşmesi ile soyut bireyin ve adaletin de evrenselleşmesi arasında olumsal olamayacak bir çakışma vardır. “İnsanın anatomisi de maymunun anatomisinin anahtarıdır.” Kapitalizmin şafağında devletin ve hukukun dönüşümüne ilişkin çözümleme, hukuk ve adalet fikrinin tarihinin –şimdilik bir karikatür olarak dillendirirsek- son tahlilde mübadele ve üretim ilişkilerince belirlendiğini gösterir. Hammurabi kanunlarında gün yüzüne serilen, Platon’un Devlet’inde Glaukon’un ağzından “hak borçlu olunana borcunu ödemektir” ile dillendirilen hep bu belirlenimdir. İşte, Marx’ın yönteminin ve tarihsel materyalizmin öğrettiği pek çok şeyden ikisi devletin tarihsel olarak üretilmiş ilişkilerin ürünü olduğu, bunun yanında sıklıkla devlet düşüncesine eşlik eden, devletin icracısı olarak göründüğü adaletin de hiç de bir kendinde varlığı olmadığı, aksine devletin üretim ve yeniden üretim süreçleri içinde şekillendirilen bir şey olduğudur. Öte yandan mevcut duruma ilişkin çok yüksek bir açıklama gücüne sahip bu siyasal-felsefi perspektif açısından da cevap verilmesi elzem kimi sorular vardır. Bilhassa Marksizmin burjuva diktatörlüğün antitezi bir proletarya diktatörlüğü inşasını, insanlık tarihinin içeriği belirsiz olmakla birlikte ufku olan bir gelecek için dolayım olarak tasarladığı göz önüne alındığında bu soruların önemi ve yanıtlanma gereksinimi daha artar. Yanıtını arayacağımız sorular şunlardır: Marx’ın siyaset kuramı içinde devletin rolü nedir? Kendinde adalet yoktur, ama bu, adalet fikrinin ve adaletsizlik olgusunun da var olmadığı anlamına gelmez. Marx’ın bir adalet tasavvuru var mıdır? Son olarak, Marx adalet ve devlet arasında nasıl bir ilgi görür?
siyasetin sorusu ve devlet Duygu Türk – Dinçer Demirkent “Devlet”, siyaset biliminin diğer temel kavramları gibi, tanımlama girişimlerinin farklı ekoller yarattığı tartışmalı bir kavramdır. Devletin belirli bir tarihsel dönemde ortaya çıkan bir siyasal örgütlenme biçimi olarak mı, yoksa yöneten-yönetilen ayrımının adlandırılması olarak mı kabul edileceği; sivil toplumun bir uzantısı olarak mı, sivil toplumdan ayrıksı bir siyasal aktör olarak mı düşünüleceği gibi, devlet üzerine tartışmayı ve edinilen pozisyonları şekillendiren temel soruların sözü edilebilir. Bu çalışmada ise, bu tür temel meselelere ilişkin kimi varsayımlardan hareketle “devlet” ile “siyaset” kavramları arasındaki açının altını çizmek 18
24 Mayıs 2014 ve alternatif siyasal birliktelikleri adlandırma sorusunu tartışmaya açmak amaçlanıyor. Siyaseti birlikte nasıl yaşayacağımıza ilişkin üretilmiş yanıtların ve eylemlerin, ortak yaşamı biçimlendirme edimlerinin alanı olarak kabul edersek eğer, bu durumda “devlet”in de siyasetin sorusuna verilmiş bir yanıt olduğunu söyleyebiliriz. “Devlet” kavramını, ister tarih boyunca değişik biçimler almış siyasal örgütlenmelere genelleyerek, ister modern egemen devletlerin tarihiyle sınırlandırarak düşünelim; eleştirel bir bakış açısından devletin şu işlevleriyle anlam kazandığını öne sürebiliriz: Tahakküm ilişkilerini kurarak ve yansıtarak kurumsallaştırmak ve eşitsiz ilişkilerin sürekliliğini, istikrarını garanti altına almak. O halde –devleti, baskıcı cemaat ilişkilerinin karşısında bireylere seküler, özgürleştirici bir alan açan tarihsel bir gelişme olarak değerlendiren yaklaşımlardan farklı olarak-eleştirel bir perspektiften “devlet”, siyasetin sorusuna verilen eşitsizlikçi bir yanıt olarak adlandırılabilecek ve devleti siyasetin asli, ayrıcalıklı öznesi addetmek, bu eşitsizlikçi yanıtı doğallaştırmak anlamına gelecektir. Siyasal örgütlenmelerin tarihinde ortaya çıkmış olan “demokrasi” ve “cumhuriyet” gibi siyasal birliktelik biçimlerinin bugün “devlet” kavramıyla ikame edilebilir veya birlikte kullanılabilir oluşunu da, bu doğallaştırmanın bir parçası olarak düşünmek mümkündür. Öte yandan “devlet”i birlikte yaşamın alabileceği biçimlerden yalnızca biri olarak düşünmek, alternatifini adlandırma sorusunu da beraberinde getirir. Çağdaş siyasal teoride devleti siyasetin asli öznesi addetmeye yönelik eleştirilerin aldığı radikal biçim, siyaseti doğrudan devletin ve devletin ima ettiği eşitsizliği normalleştirme işlevinin karşısında tanımlamaktır. Ne var ki bu eleştirel tutum, üzerine düşünülmesi gereken sorular da doğurur. Örneğin, düzeni ihlal eden bir edim veya hareket olarak anlaşıldığı sürece “politika”, devletin alternatifi olarak işaret edilmek için yeterli midir? “Demokrasi”, devlete alternatif bir siyasal birlikteliğin adı olabilir mi? Yurttaşlara aşkın bir güce değil yurttaşların birliğine referans veren bir siyasal toplumu adlandırmak için çeşitli düşünürler tarafından önerilegelen “demokrasi”, “cumhuriyet” ve “komünizm” kavramlarını birlikte düşünmek mümkün müdür?
19
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
siyasetin özerkliğinden devletin göreli olmayan “özerk”liğine: potansiyel özerklik olarak devlet ve hukuk Erdem Bulduruç Sunumumda Erk, Siyasal ve Devlet tartışmalarının senkronik, eş değerlik ve özdeşlik taşımadığını erk’in siyasalı öncelediğini, devletin de belirli bir tarihselliğe sahip olduğunu; bu bağlamda siyasetin göreli özerkliğini savunmanın ya da siyasalın özerkliği savunmanın devlet tartışmalarına göreli özerklik olarak taşınamıyacağını, araçsalcılığına karşı yapısalcı devlet kuramını savunmanın doğrudan göreli özerkliği savunmak olarak anlaşılmaması gerektiğini, devlet ve hukuk’un siyasetten farklı olarak tarih bilimi içinde tanımlanması gerektiğini ve bu bağlamda onların göreli ya da tam özerk değil potansiyel özerklik kavramsallaştırması üzerinden tartışmanın daha yerinde olacağını düşünmekteyim. Yine göreli özerklik tartışmasında hasıl olan başka bir problematiğe değinmeyi düşünüyorum. Göreli olarak bağımsız devlet kuramının içeriklendirilmesi hususu. Devletin ilişkisel bir bütünlük olduğu(Bukharin ve Poulantzas)anlayışı, bu bağlamda devletin özne ya da nesneleştirilmesine karşı çıkmak, toplumsal ilişkilerin öznesiz olduğu vurgusu; Devletin egemenliğinin varsayılıp varsayılmayacağı tartışması; Devletin şeyleştirilmesi ve tarihsizleştirilmesi; Temsil teorisi bağlamında halkın temsili ya da halk sınıflarının temsili, ulusal çıkarların temsili söyleminin Hegelyan karakteri; Yine Lawrence Krader’in devleti iki sınıf halka(biri toplumsal üretimle doğrudan uğraşan kimseler öbürü ise üretim sürecinde doğrudan yer almayan kimseler olmak üzere) dayandığı görüşü eleştirilecektir. Hem o hem bu şeklinde tasavvur eden diyalektik metodolojinin devletin göreli özerkliği tartışmasında dahi bu özerkliği tek bir alana indirgemesinin gerek tarihsel materyalizmin esnetilmesi gerekse de özerkliğin (ki ben devlet tartışmaları uyarında göreli özerkliği bir yapısalcı okuma üzerinden dahi reddetmekten yanayım) hakkının verilmemesi anlamına geleceğini Miliband, Poulantzas, Laclau üzerinden tartışmak niyetindeyim. Hukuk kuramı uyarınca Marksizmi analitik marksistlerin dillendirdiği gibi adalet tartışması üzerinden düşünmemek gerektiği -Hukuku ne kadar adil diye düşünmemek gerektiği-, bir toplumsal formasyonun hukukunun nasıl olacağını düşünmemiz gerektiği, bu bağlamda hukuk’un siyasetten farklı olarak ayrışık bir düzey olarak değil tarih bilimi üzerinden açıklanması; Devletin ne tek başına zor aygıtlarından ne de tek başına ideolojik aygıtlardan teşekkül etmediği polimorfik (çok bileşenli) bir yapıda olduğu görüşünün savunusu; Bu genel çerçeve dışında 20
24 Mayıs 2014 Tarihsel Sosyoloji ekolü, Liberal, Realist, neo-realist devlet kuramlarına aklımın yettiğince değineceğim.
devlet ve finans ekseni: kapitalist devletin bozuk terazisi Ali Rıza Güngen Kapitalist devletin alamet-i farikası sivil toplum alanındaki eşitsizliklere karşın bireyleri siyasal ve hukuksal düzlemde eşit vatandaş olarak konumlandırmasıdır. Toplumsal sınıf pozisyonlarından yalıtılarak bireylerin vatandaş haline getirilmesi siyasal ve iktisadi alan arasında bir ayırım olduğu görüntüsünü destekler. Ancak kriz dönemleri borçlanma ve devletin borçlarının yönetimi bağlamında bu görüntüyü silikleştirir. Çünkü borç kamu adına ve kamunun geliri teminat gösterilerek alınmıştır. Daha fazla faiz ödemesinin yapılabilmesi ya da kamunun gelirinin arttırılması için alınan önlemlerin taşıdığı sınıfsal nitelik toplumsal üretim ilişkilerinin çelişkilerini yasal-siyasal düzleme daha güçlü bir şekilde yeniden taşır. Çıkarların uzlaşmazlığının daha açık kılındığı bu çalkantıya karşın bir modus vivendi sağlanması ve çelişkilerin yeniden üretimi finansal alanla kurulan ilişkideki dönüşümlerle anlaşılabilir. 20. yüzyılın son çeyreğinde neoliberal vaaza karşın geç kapitalistleşen ülkelerin bir bölümünde ve erken kapitalistleşmiş ülkelerde kamu borç oranlarının artışına şahit olunmuştur. Borcun menkul kıymetleştirilmesi ve emekçilerin finansal sistemle bütünleştirilmeleri arka planında 2008-2009 uluslararası finansal krizi sonrası kamu borcu tekrar gündeme yerleşmiş, birçok ülkede gözden geçirilen mali kurallar ve kriz sonrası alınan önlemlerle yüksek kamu borcu gelişme ve refah önündeki temel engellerden birisi olarak resmedilmiştir. Finansal sistemin işlerliği gündelik yaşamın örgütlenmesinde daha önemli bir rol oynadıkça ortak çıkar ve yararın finansal sistemin işlerliğini sağlayacak önlemlerin alınmasından geçtiği fikri güç kazanmaktadır. Bu bağlamda devletin kamu yararı gözeterek yeniden yapılandırılması ya da kamu borcunun “rasyonel” yönetimi şeklinde ifade edilebilecek dönüşümcü argümanlar finansal sistemin kayıplarının toplumsallaştırılması ve finansal sektör temsilcilerinin istekleri doğrultusunda adım atılması anlamına gelebilmektedir. Deyim yerindeyse finansallaşma döneminde auctoritas (iktidarın ilkesi) teknokratlar ve finansal sektörde bulunmaktadır. Kapitalist devlet bağlamında bu dönüşümü konumlandırabilmek eleştirel bir devlet tartışması yürütülmesi için elzemdir.
21
Uluslararası Hukuk ve Devlet Teorisi Oturumu Moderatör: Yücel Demirer
24 Mayıs 2014
police: war Marc Neocleous Liberal ideology insists on a fundamental divide between the powers of war and the powers of police. It encourages us to think of war powers in terms of how they are exercised geopolitically and police powers in terms of how they are exercised domestically. In fact, we need to think of war and police together: as powers of state carried out in the name of the key myths of ‘peace and security’ and ‘law and order’. This means that we have to understand how the war power is exercised for police purposes. More importantly, we also therefore have to understand that the police power is exercised as war. But if the police power is at war, then we have to ask two questions. First: who is the enemy? And second: what does this tell us about law and the state?
polis: savaş Liberal ideoloji askeri güç ile polis gücü arasında temel bir ayrım olduğu konusunda ısrar eder. Askeri gücün jeopolitik açıdan, polis gücünün ise ülke içinde yetkili olduğunu düşünmemiz konusunda bizi cesaretlendirir. Oysa askeri gücü ve polis gücünü birarada düşünmemiz gerekir: ‘Barış ve güvenlik’ ile ‘yasa ve düzen’ mitleri adına devletin gücünü tatbik ederler. Bu askeri gücün nasıl olup da polis maksatlı kullanıldığını anlamamızı, daha da önemlisi, polis gücünün savaş amaçlı kullanıldığını anlamayı gerektirir. Ama eğer polis gücü savaştaysa, iki soruyu sormamız gerekmekte: Düşman kim? Bu durum hukuk ve devlet hakkında bize ne anlatmakta?
23
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
‘Fables of the Reconstruction’: Ideology, Positivist Jurisprudence and the Question of the ‘Good Life’ Adam Gearey This paper develops a broadly Althusserian theory of ideology to engage with contemporary British positivist jurisprudence. How might a Marxist critique of this body of work be articulated? In order to build our argument we will need to revisit the old concerns with ideology, semi autonomy and overdetermination. We will understand ideology as ideas, beliefs and practices that present an agonistic reality as coherent and legitimate. Our focus will be on the way in which concepts of autonomy, solidarity and freedom become linked to a jurisprudential concern with a ‘practical critical attitude’ to law. Jurisprudence can thus be seen as essential to the training of an elite intellectual cadre and the legitimation of a liberal legal culture. In more recent years, this theme has been reworked in terms of the Aristotelian notion of the good life. The idea of the good life has had to come to terms with capitalism and its threatening abstraction of value from social relations. Contemporary positivism assumes the mantle of heroic defender of a human order built on reason, where reason is itself as a defence against reification and alienation. The final part of the paper will outline the terms in which a Marxist critique of this most sophisticated form of legal thinking might be possible.
‘Yeniden Yapılandırmanın Fablları’: İdeoloji, Pozitivist Yargı Bilimive ‘İyi Yaşam’ Sorunu Bu çalışma çağdaş İngiliz pozitivist hukuk bilimi üzerine kapsamlı bir Althusserci ideoloji teorisi geliştirilmeye çalışılmakta: Pozitivist hukuk tavrına karşı nasıl bir Marksist eleştiri inşa edilmeli? Argümanımızı inşa etmek adına kadim kaygılarımızı ideoloji, yarı-otonomi ve üstbelirlenim üzerinden yeniden ele almamız gerekiyor. İdeolojiyi, bir çatışkılı gerçekliği tutarlı ve meşru olarak sunan düşünceler, inançlar ve pratikler olarak ele alıyoruz. Otonomi, dayanışma ve özgürlük kavramlarının hukuk bilimsel bir ilgi ile ele alınacağı ve yasaya karşı ‘pratik eleştirel bir tavır’ ile bağlı olan bir odağımız olacak. Bu yüzden hukuk bilimi bir elit entelektüel kadronun eğitimi ve liberal yasal kültürünün meşruiyeti açısından gerekli görülmektedir. Bu tema son dönemlerde Aristotelesçi iyi yaşam mefhumu bağlamında yeniden ele alındı. İyi yaşam fikri kapitalizm ve toplumsal ilişkilerden değerin tehdit edici soyutlanmasıyla mutabık hale getirildi. Çağdaş pozitivizm İnsani düzenin cesur koruyucusunun örtüsünün akıldan dokunduğunu ve aklın kendisinin şeyleşme ve yabancılaşmaya karşı bir kalkan olduğunu varsayar. Çalışmanın sonuç bölümünde hukuki düşüncenin mümkün olabilecek bu en sofistike biçiminin Marksist eleştirisi sunulmaya çalışılacak.
24
Devlet Teorisi Oturumu
Devletin Aygıtları ve Görünümleri Moderatör: Hande Malgaç
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
otoriter rejimlere kitle desteği: nasıl ve neden? Filiz Zabcı AKP’nin Türkiye’de otoriter bir devlet anlayışını geliştirdiği ve neredeyse totaliterliğe giden bazı uygulamaları gündem getirdiği bir dönemde, üstelik hukuksuzluk, baskı ve yolsuzluk ayyuka çıkmışken, belli bir kitlenin desteğini hala arkasında buluyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir sorundur. Bu sorun üzerine düşünme, kuşkusuz, gelecekte nasıl bir siyasal rejime ve kültüre sahip olacağımız ve olmamız gerektiğine ilişkin düşünceleri üretmek anlamına da gelecektir. Siyaset biliminin temel kavramları ve yöntemleri çerçevesinde, bu soruya otoriter rejimlerin karakteristiği ve rıza üretme mekanizmaları üzerinden yanıtlar verilebileceği, tartışmalar yaratılabileceği gibi, Türkiye’nin kendine özgü koşulları, tarihsel arka planı, siyasal rejiminin handikapları ve siyasal kültürünün temel öğeleri bakımından da yaklaşılabilir. Türkiye özelinde yanıtlanması gereken sorular, daha uzun soluklu bir incelemenin ve derinlemesine bir araştırmanın ürünü olabilir. Bu nedenle en azından şimdilik bazı önermeler ile yetinilecek. Üzerinde durulması istenen asıl sorun ise, daha genel düzeyde, otoriter rejimlere kitle desteği yaratan rıza mekanizmalarının neler olduğu üzerine. Başlangıç itibariyle, kapitalist sistem içinde demokratik ve demokratik olmayan rejimler ayrımının dayandığı temel eleştirel bir bakış açısıyla incelenecek. İkinci olarak otoriterlik, totaliterlik ve faşizm üzerine genel kavramsal tanımlar ve ayrımlar üzerinde durulacak. Üçüncü olarak, otoriter olarak adlandırılan rejimlerde baskı ve rıza aygıtlarının nasıl işlevsel kılındığı ve kitle desteğinin hangi yöntem ve stratejiler ile sağlandığına dair bazı temel argümanlar sunulacak ve son olarak bunların Türkiye’deki AKP yönetimine ilişkin bir analiz açısından ne denli işlevsel olabileceği konusu tartışmaya açılacak.
küreselleşme ve modern devletin dönüşümü Serpil Sancar Sosyal bilimlerin hemen her disiplininin analiz biriminin ulus-devlet olması hala kafaları karıştıran bir konu. Yirminci yüzyıl boyunca devam eden bu epistemolojik eğilim 1990lar sonrasında gelişen yeni küresel dinamikler ile iyice sorgulanır hale geldi.Çünkü bugün hem ulus-ötesi hem de ulus-altı düzeyde yeni eklemlenmeler-bütünleşmeler ve öte yandan da yeni mikro savaşlar döneminde yaşıyoruz. 26
24 Mayıs 2014 Ulus-ötesi dinamiklerin ulus-devlet üzerinde yarattığı etkiler ile ortaya çıkan siyasetin merkezsizleşmesi, siyasetsizleşme/apolitikleşme, sermayenin yurtsuzlaşması, ,iktidar ilişkilerinin mekansızlaşması, devletin mülksüzleşmesi gibi gelişmeler modern devlet ile ilgili konulara yeniden bakmaya bizi zorluyor. Günümüzün yeni küreselleşme dinamiklerinin yeni kazananları ve yeni kaybedenleri var. Bu gelişmeler bir yandan demokratikleşmeye yol açan yeni siyasal süreçler yaratıyor ve sıradan insanlar açısından daha fazla özgürleşme fırsatları sunuyor. Diğer yandan mevcut siyasal yapıların önemli bir kısmında kapanma, büzüşme ve otoriterleşme eğilimi yaratıyor. Ben bu konuşmamda var olan modern devletlerin sahne olduğu ikinci tür gelişmelerden birkaçını ele alacağım. Dünyada mevcut modern devlet yapılarına baktığımızda Kuzey-Atlantik coğrafyasının liberal- demokratik devletlerinin, bir norm-model olarak yaygınlaşsa bile, bir siyasal pratik olarak yaygınlaşamadığını görüyoruz. Tersine, Kuzey-Atlantik toplumlarına komşu-çevreleyen coğrafyadaki (Doğu Avrupa, Orta doğu ve Güney Amerika) devlet yapıları demokratikleşmeden çok despotik, zayıf meşruiyetli devletler olmaya yöneldikliyorlar. Ben bu konuşmamda bu süreci üç önemli görünümünden bahsedeceğim. İ lk olarak yeni kentsel rantlar üzerine oturan kapitalist birikim modelinin yarattığı kapalı ve hukuk-dışı siyasete yaslanan otoriter rejimlerden bahsetmek gerekir. “Rant kapitalizmi” olarak adlandırılabilecek bu modelin (örneğin Türkiye ve Rusya’da) yeni bir eğilim olarak “seçimle gelen diktatörler”i nasıl olanaklı kıldığı tartışılmalıdır. İkinci olarak, böyle bir ekonomik, siyasal (ve çoğu zaman dinsel) eklemlenmenin öteki yüzünün toplumun dışlanan kesimlerinin “kriminalize edilmesi”ne dayandığını görüyoruz. Bu gelişim artık bu tür modern devletleri bir tür “güvenlik devleti” haline dönüştürmüş durumda. Siyasal rejim vatandaşların rızasına değil, güvenlik aygıtının ve militer yapıların denetim gücüne dayanmaya başlıyor. Bu sürecin kendini meşrulaştırdığı yer ise 11 Eylül sonrası ABD’nin dünyada güvenlik sorunu yaratan “zayıf üçüncü dünya devletleri”ni yıkma-değiştirme siyasetini yürütmesi. Üçüncü olarak ise, bu gelişimlere paralel ve yeni teknolojik olanakların bu doğrultuda kullanılması ile ortaya çıkan “gözetlenen toplum”ların ortaya koyduğu yeni iktidar biçimlerinin hızla yaygınlaşması ve modern devlet egemenliğinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesi. Bu gelişme ise devlet ktidarının niteliği konusunu bize tekrar sorgulatıyor.
27
Hukuk Teorisi Oturumu Yarg覺 m覺?
Moderat繹r: Mehmet Akg羹l
25 Mayıs 2014
neoliberal dönemde yargının dönüşümü Yasemin Özdek 1980’lerden bu yana uygulanan neoliberal politikalar, toplumsal yaşamın pek çok alanında olduğu gibi, yargı alanında da küresel çapta önemli dönüşümlere yol açtı. Bu dönüşümü belirleyen temel özellik, devlet mahkemeleri dışında özel bir yargı sektörünün yaratılmış olması; başka deyişle yargılamanın özelleştirilmesidir. İçinde bulunduğumuz dönemde devlet mahkemelerinin görev alanı giderek daralırken, hukuk şirketlerinin başlıca oyuncusu olduğu özel yargılama sektörünün faaliyet alanı büyümektedir. Tahkim, arabuluculuk gibi “alternatif uyuşmazlık çözüm yolları” adı verilen mekanizmalarla, kamusal bir nitelik taşıyan yargılama erki piyasaya açılmaktadır. Resmi mahkemelerin yerini özel tahkim kurumlarının almaya başlaması, hem uluslararası düzeyde hem de ulusal düzeyde kendini göstermektedir. Bir yandan uluslararası yatırım ve ticaretten doğan uyuşmazlıklar devlet mahkemeleri bypass edilerek ulusüstü özel hakemlere havale edilirken, diğer yandan iç hukuk düzenlerinde tahkim, arabuluculuk, uzlaşma gibi sözleşme temelli yargılama yöntemlerinin alanı genişletilmektedir. Günümüzde hukukun dönüşümü sözleşmenin yükselişiyle karakterize olurken, yargının dönüşümü de sözleşmeye dayanan yargılama yöntemlerini gündeme getirmektedir. Kısacası, neoliberal düzende yasanın yerine sözleşmenin, devlet mahkemelerinin yerine tahkimin geçtiği bir süreç işlemektedir ve hem norm koyarak hukuku yapma iktidarı, hem de yargılama iktidarı doğrudan sermaye kesimlerine devredilmektedir. Yargılamanın özelleştirilmesi, dinsel ve etnik temeldeki geleneksel yargılama yöntemlerinin yeniden canlandırılmasını da beraberinde getirmiştir. Geçmişte sömürgeci devletlerin sömürgelerde uyguladığı hukuk sistemi olan “hukuksal çoğulculuk / çokhukukluluk” günümüzde geri gelmiş ve dünyanın pek çok ülkesinde yeniden uygulamaya sokulmuştur. İdeolojik açıdan çokkültürlülük argümanlarıyla desteklenen bu sistemde de tahkim mekanizması merkezi rol oynamakta, dinsel ve etnik cemaat mahkemeleri tahkim yasalarına dayanarak kurulmaktadır. Dinsel ve etnik grupların aile hukuku, miras hukuku gibi konulardaki uyuşmazlıklarının kendi geleneklerine ve din kurallarına göre çözülmesine dayanan çokhukukluluk sisteminin canlanması, bugün hem Batı ülkelerinde, hem de Asya’dan Afrika’ya bir dizi ülkede güçlü bir trend olarak kendini göstermektedir. Yargılama erkinin bir yandan uluslararası tahkim kurumlarına, diğer yandan yerel cemaatlere devredilerek devlet mahkemelerinin görev alanının daraltılması, devletin yargılama erkinden tümüyle vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Devlet mahkemeleri, ekonomi, ticaret, medeni hukuk ve hatta idare hukuku 29
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu ile ceza hukuku alanında bazı yetkilerini özel mahkemelere devretse bile, hala siyasal davalar gibi “vazgeçilmez” bir merkezi görev alanı bulunmaktadır. Tıpkı modern kapitalist devletin başlangıcından bu yana olduğu gibi, bugün de “iç düşmanları” yargılamak devlet mahkemelerinin tekelindedir. Bu konudaki değişim, yargı organlarının hükümetlere bağımlılık oranının artmasından ibarettir ki, bu da neoliberal yönetim tarzının otoriterliğinin bir sonucudur. Bu bildiride yargının neoliberal dönüşümünün genel eğilimleri ele alınacak ve bu eğilimlerin Türkiye’deki yansımaları üzerine bir değerlendirme yapılacaktır.
devlete karşı kamu hukuku perspektifinden evrensel haklar Mustafa Bayram Mısır Devlete karşı kamu hukuku perspektifinin bir kısa sunumu yapılarak, evrensel haklar kavramının bu perspektifte edinebileceği tarihsel anlam üzerinde durulduktan sonra özellikle “yargı darbesi” tartışmaları üzerinden Türkiye’de hukukun siyasal iktidar ve sermaye güçleri tarafından evrensel haklar mücadelesinin zemini olamaması için sistematik olarak yozlaştırılarak itibarsızlaştırıldığı tezi işlenecektir.
30
Şimdi ve Burada Oturumu Kurucu Düşünce Arayışları Moderatör: Savaş Ergül
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
kendinden sonra gelecek olanı belirleyen tarihsel anlar olarak paris komünü, 1905, 1917 şubat, ekim/bolşevik devrimleri ve haziran isyanı
İlhan Kamil Turan Sunumda, yukarıdaki başlık altında, belirleyici önemdeki tarihsel deneyimler, Marksist sınıf mücadelesi kuramı, pratiği ve devlet-devrim-iktidar sorunu bağıntısı içinde irdelenecek. 1871 Paris Komünü ile Rusya’daki 1905, 1917 Şubat ve Ekim/Bolşevik Devrimlerinin ve Türkiye’den Haziran isyanının, kendinden sonra gelecek olanı belirleyen birer tarihsel sıçrama uğrağı/anı olduklarını söylemek olanaklıdır. Bu deneyimlerin özgüllükleri nelerdir ve zorlamaya yönelmeksizin aralarında genel bağıntılar kurulabilecek özellikleri var mıdır? Bu hareketlerde kendiliğindenlik ve öznel güç durumu nasıldı? Örgütlenme, sınıf mücadelesi, devlet-devrim/iktidar/ geçiş dönemi diyalektiği açısından bu tarihsel dönemler ve olayların özgül ve genele yansıyan özellikleri nelerdir? Gerçekleştiği dönemlerin ve iktidarlarının nesnel ve öznel planda olağanüstü özellikleri nelerdir? Uluslararası ilişki, çelişki, çatışmalara dair toplu durum (bütün) ile ilgili ülkelerdeki (parçalardaki) özgül iktisadi, siyasi, askeri toplu durumu da içeren olağanüstü durumların devlet-devrim-iktidar/geçiş dönemi konularına yansıması nasıl olmuştur, bundan sonra nasıl bir yansıma olabilecektir? AKP iktidarı giderek olağandışılaşan bir iktidara dönüşmüş, bu olağanüstü durum son dönemin istisnai hukuk düzenlemeleri ile somutluk da kazanmıştır. AKP iktidarı ile Türkiye kapitalizminin evrimi, sermaye birikim politikaları, iktisattan devlete dek gerçekleşen neoliberal ve otoriter dönüşüm, iktisadi-toplumsal-siyasi bunalım öğeleri, düzenin çözülme öğeleri ve karşıt sınıfsal-toplumsal dinamiklerin mücadeleleri arasındaki bağların belirli bir bütünlük içinde sergilenmesi gerekiyor. Bu açıdan Türkiye kapitalizmi, AKP iktidarı ve ABD güdümlü Cemaat-CHP-MHP’yi kapsayan yeni iktidar aranışları ile bunların bütününe karşıt sınıfsal-toplumsal dinamiklerin nasıl bir seyir izlediğinin saptanması ve bilinçli müdahalelerle yön verilmesi oldukça önem taşıyor. Paris Komünü ve Rusya örneklerinde egemenler ve devrimciler açısından olağanüstü yeni iktidar durumlarını; iki yana da uç veren ikili iktidar biçimlenmelerini, Paris’te Komün’ü, Rusya’da Sovyetler’i (meclisleri) ve devrimci özneyi belirtik olarak görebiliyoruz. Türkiye’nin Haziran’ında ve mevcut durumda, 32
25 Mayıs 2014 olağanüstü iktidar politikalarına karşı direniş ve başkaldırı öğeleri bulunmakla birlikte park forumları-halk meclisleri yönelimi ve bu form ile organik ilişki içindeki özneler boyutu henüz yetersiz düzeydedir. Süren mücadelenin devrimci siyasi boyut, siyasi özne, örgütsel bileşim, organ ve hedefleri açısından eksiklerinin irdelenmesi ve üzerine gidilmesi gerekiyor. Haziran halk hareketi, “ne yapmalı”, “nasıl yapmalı” sorularına tarihin verdiği yanıta kapı aralamış; örgütlenme, sınıf mücadelesi, devrim diyalektiğini kurmanın kuramsal, pratik olanaklarını önümüze koymuştur. Sömürü-rant süreçlerinin büyük sermaye ve yeni müttefiklerine göre düzenlenmesi, genel olarak siyaset alanı ve özel olarak devlet aygıtının normatif düzenlemelere kavuşturulma çabaları ile bu alanlarda derinleşen çelişkilerin yıkıcı-kurucu devrimci dinamiklerin etkisine hayli açık olduğu bir döneme girilmiştir. Düzene alternatif yeni politikalar, özneler ve örgütlenmelerin olgusal, sınıfsal, siyasal, yöntemsel bütünlük, tarihsel öncül ve bağıntıları içinde oluşturulması ivedi gerekliliktir.
yirminci yüzyıl başında burjuva devrimleri (1906-1916) Ateş USLU Siyasi tarihin bazı uğrakları diğerlerine göre daha çok tanınır ve diğerlerinden daha yoğun tahlillere konu olur. Toplumsal mücadeleler ve devrimlerin tarihini inceleyen araştırmacılar haklı olarak dünya tarihinde belirgin bir dönüşüm yaratan devrimlerin tahliline özel bir önem atfetmişlerdir. 1789 Fransız Devrimi, 1830 ve 1848 devrimleri bu çerçevede örnek olarak verilebilir. Karşılaştırmalı bir perspektiften devrimler tarihi incelemelerinin yapılması konusunda ise literatürde önemli bir eksiklik vardır. “Uzun XIX. yüzyıl”ın son yıllarında Avrupa, Asya ve Amerika kıtalarının bir dizi ülkesinde görünürde birbirinden bağımsız, ancak gerek bağlamları, gerekse temel dinamikleri açısından benzerlikler arz eden bir dizi devrim meydana gelmiştir. İran’da 1906 Anayasa Devrimi, Osmanlı Devleti’nde 1908 Devrimi, İspanya’da 1909 “Trajik Hafta”sı, Portekiz’de 1910 Devrimi, Meksika’da 1910’da başlayan ve çeşitli aşamalardan geçerek on yıllık bir süre boyunca devam eden devrim ve 1911 Çin Devrimi bu dönemin devrimleri arasında ilk akla gelenlerdir. Söz konusu devrimler, ilgili ülkelerin tarihyazımında büyük ölçüde incelenmiştir. Ancak 1905 Rus Devrimi ile 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri arasında geçen dönemde meydana gelen bu devrimci sıçramalar ve dönüşümler karşılaştırmalı devrim tarihi incelemelerinde geri planda kalmaktadır. Bu çalışmada, İran, Osmanlı Devleti, İspanya, Portekiz, Meksika ve Çin 33
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu örnekleri üzerinden XX. yüzyıl başındaki devrim süreçleri incelenecektir. Çalışmanın birinci kısmında, “anayasa devrimleri” olarak adlandırılabilecek olan İran ve Osmanlı Devleti örneklerine değinilecektir. İkinci bölüm, İber Yarımadası’nda 1909 ve 1910 yıllarında yaşanan iki “olağanüstü hal”in, 1909 Barcelona “Trajik Hafta”sı ve 1910 Portekiz Devrimi’nin incelenmesine ayrılmıştır. Son bölümde ise etkileri ve uzantıları I. Dünya Savaşı sırasında da devam eden iki devrim sürecine, Çin ve Meksika devrimlerine değinilecektir. Çalışmada, sözkonusu devrimler için “burjuva devrimi” kategorisinin hangi derecede geçerli olduğu sorusuna yanıt aranacak, incelenecek olan her bir devrimin özgül bağlamlarındaki şekilleniş biçimleri “burjuva devrimi” kategorisi üzerinden tartışmaya açılacaktır. Çalışmanın bir diğer amacı ise “olağanüstü iktidar” ve “olağanüstü politika”nın oluşum süreçlerini tartışmaya açmaktır. Bu dönemin burjuva devrimlerinin bir önceki yüzyılın başında, “Devrimler Çağı”nda ortaya çıkan devrim dalgalarından nasıl farklılaştığı da incelenecek olan konular arasındadır.
34
Türkiye Odağında Devlet ve Hukuk İlişkisi Oturumu Rejim Odağında Anayasa Moderatör: Mehmet Çakır
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu
anayasa tartışmaları bağlamında politika-anayasa ilişkisinin farklı kavramlaştırma tarzları üzerine eleştirel bir değerlendirme Levent Köker Türkiye’de uzunca bir süre yoğun olarak tartışılan yeni anayasa konusu bugün için gündemden kalkmış gibi görünmektedir. Bununla birlikte, başta Kürt sorunu olmak üzere yeni anayasa ihtiyacını belirleyen ve doğrudan demokratikleşmenin kapsam ve derinlik bakımından ilerletilmesi ile ilgili ana sorunların çözümsüzlüğü de bir gerçek olarak ortada durmaktadır. Bu gerçek karşısında, yeni anayasa üzerinde odaklanmış görece yoğun kamusal tartışma (ve müzakere) sürecinin, tartışmaya taraf olan hemen tüm politik grupların “yeni anayasa ihtiyacı” üzerinde mutabakat sağlamış olmalarına rağmen, neden başarısız olduğu üzerinde durulmaya değer bir sorudur. Soruya, politika-anayasa ilişkilerinin kavranmasında varolan kamusal tartışma sürecinin odaklandığı somut konuların münferit özellikleri bağlamında gözden kaçabilen temel yaklaşım farklılıklarının eleştirel incelenmesiyle bir cevap bulunabilir. Çağdaş anayasa ve politika teorisinde varolan üç farklı politika kavrayışına denk düştüğünü söyleyebileceğimiz üç farklı anayasa anlayışı, Türkiye’nin yeni anayasa bağlamındaki tartışmalarında da izlenebilmektedir. Alman düşünürü Carl Schmitt’ten esinlendiğini söyleyebileceğimiz birinci yaklaşıma göre her anayasa (ve buna bağlı olarak hukuk) düzenini önceleyen bir politik karar (veya tercih) vardır. Anayasayı yapan “kurucu irâde”nin, bu irâdeyi ortaya koyan öznenin “kolektif kimliği”ni tâyin ve tesbit eden “politik kararı”, bir “pozitif hukuk normu olarak anayasa”nın da özünü belirlemektedir. Bu anlamda her “pozitif anayasa normu”, kendi temelini oluşturan “politik karar”ın belirlediği ve o karar değişmeksizin değiştirilemeyecek bir öz taşımaktadır. Politika-anayasa ilişkisini kavramlaştırmaya dönük ikinci yaklaşım, yerleşik liberal-demokratik sistemleri veri kabûl eden bir biçimde, anayasaya farklı toplumsal grupların “değerler bölüşümünden pay almaları” sürecine ilişkin çoğulcu bir pazarlık süreci olarak anlaşılan politikayı mümkün kılan normatif bir çerçeve olarak yaklaşmaktadır. Bu açıdan anayasa, politik partiler ve baskı ve çıkar grupları arasında, David Eiaston’ın deyimiyle “değerlerin otoriteye dayalı dağıtımı” süreçlerinin çoğulcu işleyişini mümkün kılan bir hukuk normu olarak anlaşılmaktadır. Üçüncü yaklaşım ise, politika-anayasa ilişkisinde anayasayı “kolektif 36
25 Mayıs 2014 bağlayıcılığı olan normların” meşrûiyetini sağlayan bir ideal müzakere sürecini mümkün kılan, bunun için gerekli kamusal tartışma ve müzakere şartlarını sağlayıp bunları güvence altına alan bir norm olarak görme eğilimindedir. Jürgen habermas’ın öncülük ettiğini söyleyebileceğimiz bu üçüncü yaklaşım, ulus-devletçi bağlamda yer alan Schmitt ile liberal-demokratik bağlama denk düşen Eastoncu yaklaşımdan farklı olarak, pozitif anayasa düzenlerini dinamik bir eleştiriye tâbi tutma ve demokratikleşmeyi sürekli kılma potansiyeli taşıyan eleştirel bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla, bu sunuşun ortaya koymak istediği temel argüman şöyle özetlenebilir: Türkiye’nin yeni anayasa tartışmalarında birbiriyle temelde farklı (modernist-muhafazakâr) “ulus-devletçi anayasa” tasavvurlarının çatışması biçiminde karşımıza çıkan ağır bir “Schmittçi bağlam” bulunmaktadır. Bu bağlamın Türkiye toplumunun çoğulculuğunun zorladığı bir gereklilik olarak yeni ve demokratik bir anayasayı ortaya koymaya yönelik elverişsizliği, pragmatik bir biçimde “Eastoncu politik pazarlık” mantığına dayanan bir “sözleşmeci anayasa” yaklaşımıyla dengelenmek istenmektedir. Oysa, toplumsal çoğulculuğu kavrayabilen bir anayasal düzenin oluşabilmesinin ön şartı, her iki yaklaşımın da kolektif bağlayıcılığı olan normların demokratik meşrûiyetini sağlamaktaki elverişsizliklerinin, hattâ enelleyici niteliklerinin deşifre edilmesi zorunludur.
anayasa sorunu nasıl ele alınmalı?
İbrahim Kaboğlu Çeyrek yüzyıllık zaman kesitinde yapılan değişiklikler, zaman zaman iktidar için araçsallaştırma damgasını taşısa veya birçok çelişkiyi beraberinde getirse de, bütün olarak değerlendirildiğinde, “1982 Anayasasının metamorfozu” (başkalaşımı) olarak da değerlendirilebilir. Başkalaşım süreci ile “yeni anayasa arayışı”, belli ölçüde eşzamanlı işlem ve eylemler şeklinde kendini gösterdi. Birincisinde, siyasal aktörler, ikincisinde ise, sivil toplum kesimleri etkili oldu. Ne var ki, siyasal aktörler,-kurucu erke ilişkin sorunlar ötesinde- anayasa yazımında sivil toplumu ve emeğini süreç dışında tuttu. Kurucu erk yetkisini kendilerinde gören kurulu iktidarların asıl çelişkisi ise; yenisi için bir tür “anayasa fetişizmi” yaparken, yürürlükteki Anayasa’ya bile uymamayı alışkanlık haline getirmiş olmaları: Türkiye toplum, adeta, “anayasasızlaştırma süreci” ile “anayasa fetişizmi” kıskacına sokuldu. bundan en büyük zararı görenler ise, üyelerini hakve özgürlük öznelerinin oluşturduğu toplum oldu. 37
Taner Yelkenci Devlet ve Hukuk Teorisi Sempozyumu Devletin Anayasa dışı işlem ve eylemleri uygulamaya geçirmesi ölçüsünde toplumda direnme halkalarının genişlediğinden sözedilebilir. Bundan sonrası için ne yapmalı? Öncelikle, siyasal iktidarların, özellikle, yürürlükteki Anayasa’nın hak ve özgürlükler lehine kazanımlarına saygı göstermeleri için mücadele etmek; Sonra, yeni Anayasa için denenen yol ve yöntemlerin ötesine geçerek, halkla başlayan ve halkla sona eren bir süreci öne çıkarmak; Nihayet, bugüne kadar elde edilen kazanımları asgari eşik kabul edip, Anayasa çalışmalarında bunları daha ileriye taşıma mücadelesi vermek. Bütün bunlar yapılırken, anayasa çalışmalarını demokratikleşme sürecine ivme kazandıran bir hareket olarak görülmesi ve her ikisinin birlikte devlet-insan hakları diyalektiğinde kullanılması: çağdaş devletin insan hakları karşısındaki üçlü yükümlülüğü; -saygı göstermek, -korumak, -geliştirmek.
38
Forum
Sokağın Hukuk ve Devletle İmtihanı Moderatör: Nagehan Tokdoğan ve Önder Kulak
Notlar
Notlar