say覺:4
KUTU
dergi
mikabistro Mika Bistro kapılarını lezzet tutkunları ve canlı performanslarıyla müzik severler için açıyor www.mikabistro.com info@mikabistro.com www.facebook.com/mikabistro
Koç Üniv. Batı Kampüsü Yakını Zekeriyaköy Mah. Ekin Sokak No:1
paket servis ve rezervasyon
342 42 22
“In a mad world, only the mad are sane.” Akira Kurosawa
KUTU DERGİSİ SAYI:4
MAYIS-HAZİRAN 2012 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mert Gümren Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan Özyılmaz Grafik Tasarım Mert Gümren Kapak Cansu Soyupak Editörler Yaman Duman, Cansu Soyupak, Tolga Yapan, Naz Cuguoğlu, Ezgi Atay, Alper Orhan, Oğulcan Açıkel Görsel Editörü Cansu Soyupak Reklam Sorumlusu Ece İşmen Katkıda Bulunanlar Kerem Bilek, Özge Akpınar, Nilay Dursun, Can Mişel, Sena Yersu Öztürk, Ezgi Atay, Tevekkül Mehreliyev, Esen Kendir, Murat Gencoğlu, Ece İşmen, Turna Ezgi Toros, Nicat Aliyev, Tuğba Bolat, Çağdaş Ünal Matbaa
Görsel Dizayn Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti. Atatürk Bulvarı Depozite İş Merkezi A5 Blok 4.Kat No: 405 İkitelli OSB Başakşehir/ İstanbul Tel : 0212 671 91 00 Fax : 0212 671 91 90
www.kutudergi.com kutudergi.com/blog
İletişim: iletisim@kutudergi.com Reklam: reklam@kutudergi.com Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.
dergi
dergi
sayı:4
KU TU KU TU KUTU KUTU sayı:4
sayı:1
sayı:1
Koç Üniversitesi Rumelifeneri Yolu 34450 Sarıyer İstanbul Türkiye | Tel: +90 212 338 1000
dergi dergi
dergi
Editör’den -Merhaba doktor bey.
KUTU
sayı:4
KU TU
-Yalnız doktor değil psikolog beyefendi. -Beyefendi değil, Mert . Her neyse sorunlarım var sanırım benim.
dergi
-Buyrun dinliyorum. -Uyuyamıyorum. -Peki neden? -KUTU -Kutu derken? -Dergi
-Dergi işinde misiniz? -Dergi içindeyiz daha ziyade. -Nasıl yani? -Siz söyleyin bana nasıl yani.
-Kutuyu mu? -Hayır problemlerinizi. -Problemlerim mi var ki? -Yoksa neden geldiniz beyefendi buraya? -Konu delilik de dergide, bir gelip bakıyım dedim.
4
-O zaman ben bir çay alıyım. -Saçmalamayın lütfen Mert Bey. Ayrıca indirir misiniz ayaklarınızı masamdan. -E uzanmıyor muyduk bu seanlarda ne oldu şimdi? -Mert Bey lütfen ama bırakın o diplomalarla oynamayı. -Vayyyy Cerrahpaşa mezunuyuz. İyi para var mı bu işlerde doktorcum? -Allah allah ne yapıyorsunuz orada. Ayrıca size ne efendim benim kazandığım paradan. -Ben beş kuruş para vermem söyleyeyim yalnız. -Seans başına 250 tl alıyoruz standart bu. Neden dil çıkartıyorsunuz Mert bey durup dururken şimdi? Lütfen rica ediyorum karıştırmayın dosyalarımı. Hayır efendim çekiştirmeyin kravatımı. Sakin olun oturun şuraya iki dakika. Eee yeter be adam deli misin nesin ya!! -E ben de onu diyorum en başından beri doktorcum. Mert Gümren
mertgumren@kutudergi.com
-Böyle kapalı anlatırsanız yardımcı olamam size biraz daha açar mısınız?
-Bakkal mı beyefendi burası öyle geçerken uğradınız.
İçindekiler 8 Playlist 10 Röportaj: Mustang 12 10 AmatörFest 18 Kitap: Oblomov 32 Dosya: Delilik 34 Röportaj: Seda Binbaşıgil68 Kafein Etkisi 74 Röportaj: Yaratıcı Fikirler Atölyesi 76 Röportaj: “Leş” oyun ekibi 82 Röportaj: Gürkan Genç 92 Drago mi je Bosnia 96 Mixtape
12
74 34
96 18 5
MIXTAPE
Paul Weller - Sonik Kicks
Jack White – Blunderbuss
İngiltere’nin müzik ikonlarından, yaşlanmamayı kendine görev edinmiş Rock yıldızı Paul Weller’ın 11. albümü Sonik Kicks, bize Paul “Baba”nın 70’li yıllardan beri nasıl sürekli müzikal anlamda ayakta kalabildiğini ve bir müzik ikonu haline geldiğini gösteriyor.
The White Stripes’la efsane olmuş, The Raconteurs ve Dead Weather gibi gruplarla adını Rock müziğin sayfalarına lehimlemiş Jack White uzun zamandır üzerinde çalıştığı, her fırsatta yapmak istediğini belirttiği, solo albümü, Blunderbuss’ı, piyasaya sürdü. The White Stripes’ın dağılmasına inanılmaz üzülmüş, The Raconteurs’u benimseyebilmiş ama Dead Weather’la bir türlü arasını yapamamış biri olarak söyleyebilirim ki, bu albüm Jack White’ın The White Stripes’ta ve The Raconteurs’ta yaptığı veya yapmaya çalıştığı her şeyin bir bileşkesini ortaya koyuyor.
Sonik Kicks 2010’lu yılların yaygın trendlerine uyum sağlamış, hatta onları ileri taşımış tını ve melodilere sahip. Elektronik düzenlemeler ve enstrümanlar, aradan fırlayan efektler, albümü tabiri caizse günümüze uygun hale getirmiş. Arada Stanley Road döneminden fırlama şarkılar görmek tabii ki mümkün, ancak onlar da Green, The Attic, That Dangerous Age gibi elektronik bazlı şarkılar arasında eriyip gidiyor. Paul Weller müzikal açıdan zamanın ruhunu yakalamayı başaran, zaman zaman da bu ruhu kendi yaratan veya değiştiren bir insan. The Jam döneminde New Wave’in, Style Council döneminde Synthpop’un, solo kariyerinde de Brit-Rock’ın başını çeken adamlardan oldu. Yine de Paul Weller’dan bu derece “elektronik soslu” şarkılar dinlemek değişik geliyor. Rock ikonunun, elektronik mecrayı bu derece alıp bir albümünü baştan sona yönlendirmesi, günümüzün trendlerini düşündüğümüzde anlaşılabilir, ama uzun zamandır Paul Weller takip eden biri için farklı hissiyatlar oluşturabilir. Sonik Kicks, müzik tabiatıyla elektronik altyapıya sahip ve öncül Paul Weller albümlerinden daha hafif bir yerde kalıyor. Yine de albüm keyifli şarkıları, güzel sözleri ve müzikleriyle dinleyiciyi kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor. 6
Albüm müzikal anlamda oldukça karışık bir yapıda. Missing Pieces gibi pekala bir White Stripes albümünde yer alabilecek bir şarkıdan, Love Interruption ve Blunderbuss gibi klasik olabilecek bir country-rock ballad’ına kadar farklı tatlara ev sahipliği yapıyor. Yine de White Stripes’ın Detroit’ten yola çıkıp dünyayı ele geçirmesini sağlayan meşhur blues-rock sound’u albümün başrolünde. Blunderbuss iyi bir albüm, orası kesin ama belki bir kesmi hayal kırıklığına uğratabilir. Yine de Blunderbuss’ta The White Stripes’ın zirve zamanlarını beklemek yanlış ve bariz bir haksızlık. Süleyman Demirel’in ünlü “Dün dündür, bugün bugündür.” sözünü Jack White’a iletip, yeni solo çalışmalarını iştahla beklemekten başka yapılacak bir şey yok. Ama emin olun ki bu süreç içinde Blunderbuss sizi oldukça uzun bir süre tok tutabilecek güçte.
Replikas’ın altıncı stüdyo albümü Biz Burada Yok İken uzun bir bekleyişin ardından dinleyiciyle buluştu. 2008’de yayınlanan Zerre’yle gönülleri bir kez daha fetheden Replikas, yeni albümünde Anadolu Pop’un nadide örneklerini cover’lıyor.
Replikas – Biz Burada Yok İken
Müzikal açıdan baktığımızda aradan fırlayıp kendini belli eden 60’ların klasik tınıları, 2000’lerin “Replikas Havası”yla birleşince albüm artık tadından yenmez bir hale geliyor. Müzik dünyasında yaygınca kullanılan “cover’a kendi havanı katmak” deyimi, bu albümün ilk şarkısından son şarkısına kadar geçerli. Kaleden Kaleye Şahin Uçurdum, Ölüm
Biz Burada Yok İken’in en büyük başarısı eski ve yeni jenerasyonu çok sağlam bağlayabilen bir albüm olması. Vakt-i zamanının gençleriyle, günümüz müzik dinleyicisi arasında müthiş bir köprü olabilecek bir albüm. Ki Barış Manço, Erkin Koray, Ersen ve Dadaşlar, Cem Karaca, Moğollar ve Haramiler gibi bu ülke için artık mihenk taşı olmuş isimlerin şarkılarını yorumlayıp, bu işin müzikal anlamda altından kalkabilmek her babayiğidin harcı değil. Ama, Biz Burada Yok İken gösteriyor ki, Replikas çok bariz bir şekilde bunu başarabilen babayiğitlerden. Not: Albümün notları arasında Murat Meriç’in yazdığı Anadolu Pop yazısı, albümde yer alan şarkılarla ilgili kısa açıklama yazıları ve bu yazıların hem İngilizce hem de Türkçe yer alması müthiş olmuş.
Blur - For Tomorrow Oasis - Some Might Say Pulp - Common People The Stone Roses - I Wanna Be Adored Suede - Animal Nitrate Elastica - Wake Up Supergrass- Alright Black Grape - In the Name of the Father Ocean Colour Scene - Hundred Mile High City The Verve - The Drugs Don't Work
En İyi 10
Britpop Şarkısı
alperorhan@kutudergi.com Alper Orhan
Replikas’ın Türkiye’de yapılan müziğe katkısı tartışılamayacak kadar büyük. Bu toprakların müziğini ince eleyip sık dokuyup, modern tınılarla birleştirme işinin altından alnının akıyla kalkan gruplardan. Grup adeta kendi şarkılarıymışçasına çalmış bu albümde. Şarkılar gruba büyük gelmiyor veya dinlerken sırıtmıyor. Bu bağlamda cover albümü aslında tam anlamıyla köklere hızlı ve kesin bir dönüş havası veriyor.
Allah’ın Emri, Sür Efem Atını, Panayır Günü ve Suya Giden Allı Gelin albümün öne çıkan şarkıları. Kaşık Havası da enstrümantal açıdan müthiş bir şekilde yorumlanmış. Zayıf şarkı bulmak kesinlikle mümkün değil, ama bazı şarkılar kendini inanılmaz bir şekilde öne çıkarıp insanı kitleyebiliyor.
en çok dinlediginiz 5 albüm?
Can Mişel
ÖZGE AKPINAR
1) Grup Yorum- Haziranda Ölmek Zor 2) Zülfü Livaneli- Ada 3) Nouvelle Vague- Bande a Part 4)Oi Va Voi- Travelling the Face Of the Globe 5) Brazzaville- Jetlag Poetry
1)Maxence Cyrin – Novö Piano 2)Parov Stelar – The Princess 3)Miles Davis – Kind of Blue 4)Guns N’ Roses – Use Your Illusion I & II 5)Morrissey – Ringleader of the Tormentors
Nilay dursun 1) 2) 3) 4) 5)
Hüseyin Badilli-Safran Shpongle-Nothing Lasts Erkan Oğur-Dönmez Yol Daft Punk-Alive 2007 Best of Extra Lounge Volume 4
OĞULCAN AÇIKEL 1) yellowman- zungguzungguguzungguzeng 2) julıan marley- lıon ın the mornıng 3) cınematıc orchestra- every day 4) bob marley- exodus 5) bob marley-sould rebels
Mert Gümren 1) 2) 3) 4) 5)
sıgur ros- untıtled davıd gılmour- ABOUT FACE BRAZZAVILLE-21st century gırl beırut- gulag orkestar KOOP- KOOP ISLAND
YAMAN DUMAN 1) Guns N’ Roses - Apetite For Destruction 2) ZZ Top - Fandango! 3) Rammstein - Reise, Reise 4)Rolling Stones - Goats Head Soup 5) Marilyn Manson - Eat Me, Drink Me
hakan özyılmaz 1) Teoman - Onyedi 2) Nicolas Jaar - Space is Only Noise 3) Beirut - The Rip Tide 4) Metronomy - The English Riviera 5) Bajofondo - Mar Dulce
ece işmen 1) Hole- Pretty on the ınside 2) Hole- lıve through thıs 3) dead weather- horehound 4) Chicaco: Music from the Miramax Motion Picture 5) KAnye west- my beatıful dark twısted fantasy
cansu soyupak 1) caravan palace-caravan palace 2) caro emerald-Deleted Scenes from the Cutting Room Floor 3) parov stelar-The Princess 4) Matt corby-into the flame 5) alex clare-The Lateness of the Hour
9
Mustang Değişen piyasaya inat değişmeyen, kendi müziklerinden vazgeçmeyen ve yine kendi deyimleriyle ayakta kalmaya çalışan özgür ruhlar. Röportaj: Yaman Duman Fotoğraflar: Cansu Soyupak
10
11
City, Wodoo, üniversite festivalleri… Y: Peki tarz olarak blues çalıyorsunuz. Hep blues muydu? D: Aslında blues çalmıyoruz. H: Evet blues demeyelim. Aslında belli bir yıl aralığımız var. Tabi o konsepti bozmamak kaydıyla yeni şarkıları da ekleyebiliyoruz duruma göre. Daha çok klasik rock, soul, funk, blues … D: Şarkıları kendimize göre yorumladığımız için fusion da denebilir aslında . Jazz da çalıyoruz arada, Latin de çalıyoruz
“Temel hallerini elde tutup üzerinde oynamayı tercih ediyoruz. Müzisyenin böyle olması gerektiğine inanıyoruz. Birebir çalıyorsun, cd player alıp evde dinlemekten farkı yok. Yorum yapmıyorsan eğer, müzisyen değilsindir.”
Yaman: Öncelikle merhaba. Kendinizi tanıtabilir misiniz rica etsek? Mustang kimlerden oluşur? Hasan: Ben Hasan Hasbi Dereli, gitar-vokal. Bu kadar.(Gülüşmeler) Az ve öz. Dağhan: Ben Dağhan Ayer, davul-back vokal. Irmak: Ben de bas gitar Irmak Can Tetikcan. Hasan : Irmak sen bas mısın lan? Irmak: Ben bas gitarım.(gülüşmeler) Y: Grup ne zaman kuruldu, ne zamandan beri berabersiniz? H: Biz 2005 sonbaharında, aslında 2005 ilkbaharında Dağhan’la beraber davul ve gitar olarak kurulduk. İki ay kadar öyle devam ettik. Sonra Irmak olmayan bir başka basçıyla çalıştık. 3 yıl sürdü. Daha sonra grup değişti. Yani saksofon ve trompet geldi, ardından basçı değişti. En son haliyle 2,5 – 3 yıldır bu kadroyla son halimizi kurduk. Y: Nerelerde sahne aldınız şimdiye kadar? D: 3 yıldır Blues Live’dayız. Ondan önce Shaft, Kemancı, İrish Pub, Beatles, Line, Old
12
H: Birebir çalmıyoruz aslında. Birebir çaldığımız parçalar da var, birebir çaldığımız partisyonlar da var. Özellikle o şarkıları özel yaptığı için o partisyonları çıkarmıyoruz % 80 oranla. Aslında parçaları kendimize göre yorumluyoruz. Çünkü trioyuz ve çaldığımız çoğu parça 3 kişilik kadronun üzerinde ekiple çalınan şarkılar. Hatta bir şarkı var 30 kişiyle çalınan bir şarkı, kendimize göre nasıl yorumlayabiliriz derken aslında biraz da spontane çıkıyor. D: Şarkıya sahnede yeni bir şeyler katıp değişik bir şekilde çalabiliyoruz. Açıkçası sahnedeki ruh haline bağlı. Y: Biraz doğaçlama gelişiyor yani? H: Kesinlikle. İmprovizasyon çok önemli. Bazı şarkılar hariç çoğu şarkıda benim açımdan bir hafta attığım soloyla, öbür hafta yaptığım solo birebir aynı değildir. D: Temel hallerini elde tutup üzerinde oynamayı tercih ediyoruz. Müzisyenin böyle olması gerektiğine inanıyoruz. Birebir çalıyorsan, cd player alıp evde dinlemekten farkı yok. Yorum yapmıyorsan eğer, müzisyen değilsindir. Y: Beste çalışmaları var mı peki? H: Bu ara bir tane var mesela ama çok fazla yapma şansımız olmuyor. Çünkü çok fazla bir araya gelemiyoruz. Daha önce yapmış olduğumuz besteleri işledik. Şu an bir yarışmadayız. O yarışmaya bestelerimizle katıldık. Aslında, yani, birkaç aylık süre içerisinde önümüze çıkacak olan fırsatlar doğrultusunda beste çalışmalarını
yoğunlaştırabiliriz de buna eğilmeyebiliriz de. Her şey önümüzdeki birkaç aya bağlı. Y: İlerleyen zamanlarda yapmak istedikleriniz nelerdir? D: İlerleyen zamanlarda ne yapmak…Tabi ki kaliteli müzik yapmak. Derdimiz bu. Hepimiz bir şekilde artık müzikaliteyi kavramış, o müzikalitenin entellüktüel tarihini almış insanlarız. Bazen biz burada soundcheck yaparken ciddi ciddi pop jazz hatta fusion jazz şeyler çıkıyor. Yani jazz festivalinde çıkan herhangi bir gruptan pek de farkımız yok. Demek ki bunu yapabilmek yetisine sahibiz. Fakat şöyle bir durum var ki, maalesef Türkiye’de bu ne kadar takdir görür ve ne kadar anlaşılır endişesine sahibiz. Ya piyasaya gidicez piyasa yapıcaz, ya da bunu yapıcaz. Arada fark var. Y: Bu aslında beni diğer soruma yaklaştırıyor. Dinleyiciden memnun musunuz? I: Hayır! Dinleyiciyle ilgili şöyle bir sıkıntımız var; dinleyici çaldığımız şarkıları biliyor olsa bile, Türkiye içerisinde insanlar duygularını ifade etme konusunda özürlü. Hani müzikte de bu söz konusu oluyor. Biz çalarken eğleniyorlar, bunu görüyoruz. Ya çaldığımız şeyden, ya virtiözitemizden ya da başka bir şeyden keyif alıyorlar. Bunu hissediyorlar insanlar ama bunu ifade etmekte yetersiz kalıyorlar. Durdukları yerde hareket ettiklerini görüyorsunuz. Bu haraketi daha geniş alanda, yani çıkıp dans etmek ya da gülümsemek olarak ifade etmeyi beceremiyorlar. Her birey kendi içerisinde ritim tutarak ifade etmekten öteye geçemiyor.
I: Evet bunlar biz çalarken şarkı arasında olan olaylar. Yani bitiriyoruz, insanlar kendi şarkılarını söylüyorlar. Bu anlamsız. Yani bir arada eğlenmek istiyorsanız başka bir yerde olmanız gerekiyor. Burada sizin bizim çaldığımız şeyi dinleyip, bizim çaldığımız şeyle eğlenmeniz gerekiyor. Kimseyi buraya gelmeye zorlamıyoruz. D: Canlı müzik yapılan yerde muhabbet olmaz zaten. Müzik dinlemeye gidersin, eğlenmeye gidersin. Muhabbet etmek istiyorsan bir kafeye gidersin çay içersin. H: Kimse gelmek zorunda değil ama gelince, buradaki odak noktasının o grup, yaptığı müzik ve onunla eğlenmek olması gerekiyor. Şey de var abi; senin sahnede yaptığın işi çok basit görüyorlar. Sen oraya çıkıyorsun eğleniyorsun zannediyorlar. Oraya çıkıp ,o kadar ki yani 50 kişi de olWsa 30 kişi de olsa, kalabalık önünde müzik yapmak, tiyatro yapmak ya bişiler çalmak zor. Orada sanki biz müzik yapmıyoruz da, orada sanki onlar olmasa biz de müzik yapmayacakmışız gibi hissettirmeye çalışıyorlar. Madem buraya geliyorsun buranın kralı
H: Bunun nedeni bana kalırsa Türk insanının genelinde görülen eğlenme özrü. Burada bir masa var, oturuyor, bir diğer masanın o anda onlarla ilgili ne düşüneceğini çok umursuyor. Yani eğlenceye bu faktör girince … D: Açıkçası mevzu şu. Çoğu canlı müzik ya da dj müziği yapılan bar ortamında maalesef ki herkes bir kadın, bir erkek arama endişesi yaşıyor. Bu etraftaki insanları kontrol etme çabası içerisinde, o müziği sadece o anda kulağında bir mp3 player olsa da aynı şekilde etki edecek kadar düşük hale getiriyor. O yüzden bugün çoğu bara gittiğinizde insanların müzik dinlemek yerine, “Ay o yandaki masa şunu düşündü.”, “Bana baktı.”, “Bana niye baktı?” gibi cart curt mevzular ve biliyorsun bi ton kavga gürültü. H: Bir çeşit meze oluyoruz bazen. Meze olmaktan ötesine geçemiyoruz. Canlı müzik yapılan bir yere gidildiğinde amaç o müziği dinlemek olmalı bence. Ama dinleyicimizin çoğunda bunu göremiyorum açıkçası. D: Bazen insanların gürültüsünden kendimizi rahatsız hissediyoruz. Sesleri sahneyi bastırıyor yani! I: Kesinlikle. D: Bazen o kadar ilginç şeyler oluyor ki... Bugün biri tef çalıyordu. Ben davul çalmaya çalışıyorum, biri tefle oradan yanlış bir ritim tutarak benim bütün kafamı çorba etti. 13
biziz abi. Y: Doğru açıkçası. Sahnedeki adamı dinlemeye geliyorsun sonuçta. H: Zaten burada konu belli. Kimseye sürpriz olmuyor bizim burada çıkmış olmamız. Yani Cuma ve Cumartesi geceleri burada Mustang çıkıyor, buraya gelen de bunu bilerek geliyor. O zaman aslında biraz da buna göre davranılmalı. D: Bizim böyle çok farklı kitlelere çaldığımız durumlar da var. I: Düğünlerde bile çalmışlığımız var. D : İnsanlar o kadar ciddi oturup dinlediler ki abi. 10 kişi vardı ya da 15 kişi vardı tamam mı, o kadar güzel dinlediler ki ve biz de o kadar keyif aldık ki... Y: Biraz geç oldu, çok da ciddi konulara girdik aslında ama, hani, grubun adı neden Mustang özel bir nedeni var mı? H: Birkaç nedeni var aslında. İlk nedeni kelime anlamı olarak evcilleştirilemeyen at... D: Bu biraz özgür ruhu temsil ediyor. Müzik yaparken günün populer kültürüne göre değil, kendi zevkimize göre müzik yapıyoruz ve bu zamanda belki de sadece kendi keyif aldığı şarkıları çalarak para kazanan tek grup olabiliriz bence. H: Ayakta kalan diyelim bence. Yani bu grup yaklaşık 7 yıldır var ve bundan daha önce Dağhan da, ben de müzik yapmaya başladık. Keza Irmak’ın da bu ilk grubu değil ama çok insan gördüm, aslında çok iyi insan olup da zevkinin dışında müzik yapmak zorunda kalan. D: “Ekmek parası sound” dediğimiz bir sound vardır piyasada. Y: Ekmek parası sound? D : Evet abi ekmek parası sound! Adam inanılmaz iyi jazz müzisyenidir ama para kazanmak için gidip bir yerde, Gökhan Özen’in, bilmem ne’nin arkasında müzik yapıyordur. Bu ekmek parası sound’tur. Mecburdur çünkü. H: Evet aslında bu Türkiye’deki dinleyicinin yönlendirdiği bir durum. Açıkçası çok dışarıyı da görmedim ama gördüğüm bir örnek doğrultusunda Türkiye ile kıyasladığım zaman çok fark var. D: Yani açıkçası bizim burada yaptığımız müzik tarzını Amerika’da falan bir yerde yapsak salonda 500 kişi olsa yıkılırdı, eğlenirlerdi. Buraya bazen gelen yabancılar oluyor ve onlar gerçekten eğleniyorlar. Çünkü kendi ülkelerinde bu tarz müzik yapan gruplar yok. Cover yapan gruplar yok. Çünkü biliyorsun yabancı ülkelerde cover yapmak ciddi bir suç. Amerika’da cover grup yapamıyorsun. Belli anonim jazz parçaları ve kendi bestelerini çalmak durumunda kalıyorsun bara çıktığında. Adam buraya Almanya’dan Amerika’dan geliyor, Sweet Home Alabama çalınca eğleniyor. Çünkü orada bunu duymuyor. Rradyoda duyuyor anca. Y: Aslında biraz da o toprakların müziği değil mi? Bunu burada duymaları biraz garip sanki? D: O toprakların müziğini burada bu kadar iyi yorumlayan bir grup duymak onlar için bir keyif. Bu konuda mütevazı olmayacağım artık abim. H: Ve şöyle bir şey de var; biz sadece üç kişiyiz. Şöyle söyleyeyim; 2005 14
yılından sonra bu tarz müzik yapan gruplar tekrardan kurulmaya başladı. D: Ya bizim gruba alıp da gitar çalmayı öğrettiğimiz adamlar grup kurup ondan sonra üniversitede falan çalmaya başladılar. H: Hatta şu an bizden daha fazla kazanan gruplar var. Çok ciddiyim. Abi bir bakıma aslında biraz cesaret verdik çünkü biz bu tarz yapmaya başladığımızda bu tarz tamamen unutulmuştu. Bir Soul Stuff yapıyordu. D: Bir Soul Stuff ve Karpuz vardı. Y: Batu Mutlugil’in grubu sanırım.
çalar. Anlatabildim mi derdimi? Y: Eldeki enstrümanı iyi kullanmanın önemi burada ortaya çıkıyor galiba. D: Kesinlikle abi. En kötü enstrümandan en iyi sesi çıkartabilen adam gerçek müzisyendir. Bir de uğraşacaksın gitarı aldığında. Hani ben davul çalıyorum ama davulu çalarken bütün vidasına kadar söker takarım ben. Biraz da tamirci olmak lazım H: Yani sonuç olarak Türkiye’deki müzik dinlenme şeklinden şahsen gruptan ziyade ben çok şikayetçiyim. Ama tabi benim şikayetçi olmam kimsenin de umurunda değil.
H: Tabi tabi! Yani Batu Mutlugil Yavuz Çetin’le de sahne almıştır. Sonra Soul Stuff’ın solisti de Batu Mutlugil ve Yavuz Çetin ile sahne almıştır. Yani öyle bir backgroundtan geldikleri için bunu yapmak onlar için zor değildi ama daha bir bu alternatif rock akımıyla... Ki rockın alternatifi olmaz!(Kahkahalar)
D: Bazı şeyleri göz ardı edemeyiz. Türkiye’nin popüler müziği arabesktir, Türk Halk Müziğidir ve o ne olduğunu bilmediğim fantezi denen şeydir.
D: Rock müziğin alternatifi poptur abi.
Yaman: Toparlasak mı yavaştan?
H: ...Onunla beraber bu kolay müzik ortaya çıkınca bu tarzdan vazgeçti insanlar. Daha sonra biz sevdiğimiz, keyif aldığımız müziği yaptık. Yapacak yer bulduk sonra biraz cesaret buldu dinleyenler, ya da duyanlar arttı. Bir çok grup çıktı şu an mesela çok görüyorum açıkçası. Hatta burada bizi dinleyen daha sonra “Aaa bunun grubu mu varmış?” “Bak burada çalıyormuş.” dediğim çok insan oldu. D: Ya repertuar çalan insan var ya! Baya baya not alanları gördüm ben. Y: Sizin çaldıklarınızı kopyalayıp başka yerde... D: Bu piyasada “Give Up The Funk”ı ilk biz çaldık, sonra bir cafeye gittiğimizde duyduk “Ahaa Give Up The Funk çalıyorlar!” falan olduk. Tabi yani kimsenin totosu yemiyor “Give Up The Funk” çalmaya. Sahnede 3 kişiyle bu kadar soundu çıkarmak imkansız abi. Ya biz yarışmaya katıldığımızda yarışmanın soundcheckinde ve sonrasında yarışmada 6-7 kişilik gruplar var abi biz çıkıp 6-7 kişilik gruplardan daha sağlam bir soundla çaldık. Çünkü bizde herkes enstrümanına hakim. Olması gereken de bu aslında. Y: Evet. Yani dinlerken grupta bu göze çarpıyor zaten çeşitlilik ve oynama enstrümanlardaki... H: Nasıl söyliyim. Kötü bir şey de şu; kimsenin umurunda değil bu. Türkiye’de dediğim gibi bu dinleyici, o az önce bahsettiğimiz dinleyici, bu takdiri, bu değeri, aslında gruplar arasında bu değer farkını yaratmıyor. Yaratmadığı için de herkes müzik yapıyor. D: Herkesin müzik yapmasından da ciddi kaygılıyız. Bir şekilde neredeyse 10 yılı aşkın, belki de daha uzun süredir enstümanlarımızla ilgileniyoruz. Onlar bizim için çocuk gibi ama hani, ikinci sounda geldik ekmek soundtan sonra; baba parası sound. Babası gidiyor adama 4 bin dolarlık gibson alıyor, işte amfi alıyor falan.. Adamın elinde 10 bin dolarlık ekipman var. E zaten bıraksan o kendi kendine
H: Benim bildiğim fantezi yatakta olur, sahnede olmaz yani. D: Yatakta değil fantezi her yerde olur. Fantezi olmasının sebebi o... H (Dağhan’ı kastederek) : Hazır toparlanmışı var bak burada. Cansu: Kötü espriyi de koyduk. I: E olmazsa olmaz. D : E abi biz bu konuları sabaha kadar anlatsak bitmez. Y: Doğru, bunlar üzerine baya tartışılabilecek konular. Son eklemek istediğiniz, KUTU okuyucularıyla paylaşmak istediğiniz bir şey var mı? D: Arkadaş kendinize gelin adam gibi müzik dinleyin ya! H: Bizi dinlemek zorunda değilsiniz tabi ama. D: Müzik dinleyin, ama gerçekten müzik dinleyin! “Ben işte gidiyorum arkadaşlarımla rock dinliyorum, sonra eve gidince Serdar Ortaç dinliyorum.” yapmayın. Bir şey varsa onun peşinden gidin. H: Bir şey ekleyeceğim. Bu şey de değil aslında hani bireyselliğin dışında da kurumsal olarak böyle yanlışlar var. Mesela jazz festivaline Morrissey falan getiriliyor. D: Morrisey mi? Oğlum Anthony and the Johnsons geliyor ya! H: Morrisey’in cazla ne alakası olabilir? Hani buraya dün gelen birisi işte, “Jazz festivaline gidicem, Morrisey dinleyeceğim.” dedi ve ben şaşırıp kaldım. Y: O zaman, tamam. Teşekkür ederiz! Hep beraber: Biz teşekkür ederiz. D: O zaman son bir şey söylemek istiyoruz “Kutu kutu pense, elmamı yerse... “ gibi. (Kahkahalar)
15
AMATÖRFEST ’12 Ve Dinleyici/ Çalıcı/ Organizatör Gözüyle Amatörfest’in Son 4 Senesi
Turna Ezgi Toros
16
Üniversite hayatımın ilk Amatörfest’i 2009 Mart’ındaydı. Eskiler bilir, o zamanlar Amatörfest bir kapalı alan etkinliğiydi ve Underodeon’da yapılırdı. Okuldaki ilk senemdi ve her ne kadar lise hayatım boyunca bir grupta iyi kötü (ergen rockçı) gitaristlik yapmış da olsam, yeni bir grup kurmaya yetecek kadar özgüven ve çevre sahibi değildim henüz. Bu yüzden ilk “Amatörfest”ime dinleyici olarak katılmak zorunda kalmıştım en önde biramı yudumlamak suretiyle. ( Ve evet, o zamanlar alkol konusunda böyle yasa(k)lar da yoktu. ) Akşam üstünden gece yarısına kadar bir sürü grup çıkmıştı peş peşe ve ben de önümüzdeki sene o gruplardan biri olmaya karar vermiş bir şekilde noktalamıştım ilk festivalimi.
Ertesi sene ben de sahnedeydim kendime verdiğim sözü tutmanın hazzı ve uzun zamandır sahneye çıkmamış olmanın heyecanı ile. Grubum yeniydi, grup arkadaşlarım benden de heyecanlıydı ve birilerinin metanetini koruması lazımdı. Bu görevi üstüme aldım kendimce girdiğim bir toplumsal cinsiyet tartışması sonucunda, gruptaki yegane dişi varlık olarak. İlk çıkan gruplardan biriydik, çello ve gitarlarımızla sakin bir açılış yapmıştık. Fakat festivalin ilerleyen saatleri hiç de öyle sakin geçmedi. Blues, rock ve metal silsilesi, henüz kısıtlamalara yenik düşmemiş alkol ve Underodeon’un karanlık “underground” havası ile birleşince, rock barda gibi hissetmememiz için hiçbir neden kalmamıştı. Ben bile kendimi rock star zannettim bir ara. Vişne şarabı tadında bir grupla çalmış olmama rağmen ve bu sefer de önümüzdeki seneye rock grubuyla çıkmak için kendime söz vererek ayrıldım 17
olay mahalinden. Yıl 2011. Müzik Kulübü’nün iç işlerine dahildim bu kez ve organizasyon ekibinin bir parçası olmuştum. Radikal bir adım atıp senelerdir Underodeon’da bir kapalı alan aktivitesi olarak düzenlenen festivalimizi açık havaya taşıdık. Yemekhane’nin balkonunun müthiş orman manzarası eşliğinde, akşam üstünden gece yarısına kadar cazdan rocka, bluesdan metale onlarca ses verdik kampüse. Organizasyon işleri rocker sözlerimi tutmamı engelleyemezdi elbet. Biraz cızırtılı ses de ben yolladım etrafa. Bu kez alkol yoktu; ama güneş vardı, minderler ve çimler vardı. Yeraltı festivalimiz yeryüzüne çıkmıştı artık ve bir şenlik havasındaydı. Ve bu sene... 26 Nisan 2012. Yine açık havadayız. Bu sefer sorumluluğun çoğu üzerimde ve biraz gerginim haliyle. Ayrıca artık yemekhanenin balkonu diye bir yer de yok. Biz de yeni yapılan Teras’a geçiyoruz öyleyse, hem burası daha havadar. Güneşli bir gün ve sabahtan başlıyoruz sahneyi kurmaya. Öğlen başlayacağız programa bu kez zira. Açılış, Erim ve Cem Birol biraderlerin konsept projesi “Soundcheck a la Birol” ile. Amatörfest’in en köklü gruplarından High Skull Musical, yeni sert adamlarıyla gürül gürül devam ettiriyor festivali. Sonrasında ufak bir “açık sahne”. Gitarı ve vokaliyle Jaleh Lauren Bjelde sahneye çıktığında herkes olduğu yerde kalıyor. Çünkü bir insanın o müzikte yapabileceği tek şey olduğu yerde kalıp dinlemektir. Special thanks to Jaleh. Kendinden geçen bünyelerimizi bateri, darbuka, bas gitar üçlüsünün temposu yüksek müziği ile kendine getiriyor. Sahnede Fırat Balkaya, Arda Toprak ve Hazar Emre Tez... Sonra Koç Üniversitesi Müzik Kulübü’nün organizasyon ekibi olarak biz çıkıyoruz sahneye tek şarkılık kısa performansımızla. Son iki senedir adetimiz bu. Festivali düzenleyen her kim ise çıkıp performans gösteriyor. Kalabalık bir ekip olduğumuz için vokal koromuz bile var ve işlerin yolunda gitmesinin verdiği mutluluk ile “Stand By Me” diyoruz o gün bizimle olan herkese. Mellowtones, romantik caz standartları ve Selen Manioğlu’nun dupduru vokalleriyle akıyor kulaklarımızdan içimize doğru. Ardından Gangband’in sahneye çıkışıyla tempo yeniden yükseliyor. Kapanış ise Videotape’ten. (Vidoetape hakkında ayrıntılı bilgi bir önceki KUTU sayısında fazlasıyla mevcuttur. ) Bu sefer gün ışığı ile dolu bir festival ve bizim güneş batmadan evde olmamız gerekiyor. Öyle yapıyoruz. Süre bazında en kısa, ama katılım bazında en kalabalık Amatörfestlerden biri oluyor Amatörfest ‘12. Basit bir matematik oranı kurarsak en “yoğun” Amatörfest olduğunu bile söyleyebiliriz hatta. Ve batarken güneş ardında tepelerin, biz mutluyuz KÜMK (Koç Üniversitesi Müzik Kulübü) olarak. Önümüzdeki seneyi düşünmeye bile başlıyoruz içten içe. Önce Underodeon, sonra Balkon, şimdi Teras... Birkaç seneye göklerdeyiz. Bekleriz. 18
inceleme Kazım Koyuncu, ne yazık ki, ölümünden sonra hak ettiği üne kavuşan bir sanatçı. Her ne kadar ölmeden önce de kendine hatrı sayılır bir hayran kitlesi kurmuş olsa da, ne yazık ki genç yaşta kansere yakalanıp vefat etmesiyle Çernobil faciasının ülkemiz üzerindeki etkileri bir kez daha gündeme oturmuş ve Kazım Koyuncu, ne acıdır ki, ülke çapında tanınırlığını böyle yakalamıştı. Belki çoğumuz bilmeden Kazım Koyuncu’ya yaptığı birçok dizi müziği aracığıyla aşina olduk. Daha sonrasında gelen solo albümü Hayde (2004), Kazım Koyuncu’ya genel bir tanınırlık sağladı. Ölümünden sonra ise Hayde ve Viya! (2001) albümleri bir kez daha gündeme geldi.
Zuğaşi Berepe İgzas
Fakat çoğu insanın denk gelmediği, tarihe gömülmüş, pek adını duyuramamış Kazım Koyuncu çalışmaları da var. Bunlardan biri, belki de en önemlisi, Zuğaşi Berepe, Lazca Rock müzik yapan bir grup. İsmi de yaptıkları müzik gibi Lazca, denizin çocukları anlamına geliyor. İki Karadenizlinin, Memedali Barış Beşli ve Kazım Koyuncu, Lazca müzik yapma niyetiyle gözünü karartıp Ş’Ku (Biz) adıyla kurduğu grup daha sonra üç Karadenizlinin dahil olmasıyla Zuğaşi Berepe ismini alıyor. İki albüm yapıp dağılıveriyor. İlk albümleri 1995 yılında yayınlanan “Va Mişkunan” (Bilmiyoruz). Yetersiz ekipmanlarla yetersiz bir stüdyoda kaydediliyor albüm. Kazım Koyuncu’yla beraber grubun temellerini atan Memedali Barış Beşli de kabul ediyor aslında Va Mişkunan’ın pek yeterli bir albüm olmadığını. Yine de ülkemizde çok sınırlı kalmış ve ölmek üzere olan Lazca’yı yaşatmak ve onu günümüz normlarından olan Rock müzikle birleştirmek için unutulmaz bir fırsat oluyor bu albüm. Müzikal açıdan Rock müziğin standartlarından olan elektro-gitar, bateri, bas gitar kullanımını ve Karadeniz müziklerinin vazgeçilmez enstrümanı, tulumu barındırıyor albüm. Kazım Koyuncu ve Memedali Barış Beşli’nin de açık bir şekilde savunduğu sol görüşler, Ernesto ve Ben (Va Mişkunan’da yer alan tek Türkçe şarkı) benzeri şarkılarla albümde hayat buluyor. Albüm kapağı ise zaten bu Doğu-Batı sentezine son
noktayı koyuyor. Gel gelelim ikinci albüm, “İgzas”’a (Yürüyor). Avrupa turnesi yapıp Brüksel’de canlı bir albüm kaydediyor grup ve ülkeye dönüp albüm hazırlıklarına başlıyor. İgzas işte bu noktada ortaya çıkıyor. İçinde Pop’tan Elektronik müziğe, Folk’tan, Rock’a kadar bir sürü öğe barındıran albüm müzikal açıdan inanılmaz başarılı. Va Mişkunan’da eksik kalan veya ortaya çıkan tüm yetersizlikler İgzas’ın yanına bile yaklaşamamış belli ki. Ma A Koçi Vore (Ben Bir Adamım) ile açılan albüm, Ar Tilifoni (Bir Telefon), Ka Tun Mita Xendasoç (Hemşince: Kız Sen Yaşamayasın), Sopez Gulur (Nerelerde Geziyorsun?) ve albümle aynı adı taşıyan İgzas gibi inanılmaz güçlü şarkılara sahip. Ama albümün en farklı şarkısı, tamamen elektronik müziğe mal olmuş beatlerle ilerleyen ve sonrasında dehşet bir gitar solosuyla bölünen, Dadişkimi (Teyzeciğim) şarkısı. Oldukça ironik olarak albümdeki en zayıf şarkı ise albümün tek Türkçe şarkısı, Anlat Bana. Lazca söz yazma yükünü Memedali Barış Beşli çekiyor Zuğaşi Berepe’de. Başta Lazca’dan zerre anlamayan insanlara, ki ben de dahilim bu gruba(!), çok acayip ve anlamsız geliyor. Zaten kafamıza oturtulmuş Laz kültürüyle ve “Uy uşağım” içerikli klişelerle yaklaştığımızdan, başta neyle karşılacağımızı pek bilemiyoruz aslında. Üstüne üstlük yıllar yılı alıştığımız İngilizce/Türkçe (biraz da zorlarsak Almanca/Fransızca) Rock sonrasında Lazca Rock o kadar absürd ve o kadar alakasız geliyor ki insana düşündüğünde. Ama albüm dinlendikçe öyle bir yer ediyor ki, Lazca’nın akıcılığı, müzikle ilerleyişi ve dilin tınısının aslında müziğe ne kadar uygun olduğunu fark ediyorsunuz ister istemez. Günümüzde kemençe, tulum ve horonla özdeşleştirilmiş, bazen şaka konusu olan ve bazılarınca dinlemenin kültürsüz olmakla özdeşleştirdiği Karadeniz müziğinin vaktinde çıkardığı en başarılı fakat bir o kadar da değer görememiş, üstüne üstlük çok sağlam bir Rock grubu olan Zuğaşi Berepe’nin İgzas albümü sabahtan akşama dinlenesi.
19
H a y a l i f e n e r MELANCHOLIA Ya bize de çarparsa bu mavi gezegen? Hakan Özyılmaz
20
Melankoli (Fr): Anlaşılması güç keder, bunalım, hayattan zevk ken nasıl bu kadar mükemmel görünmeyi başarabildiğinden başka alamama ve sürekli karamsarlığa yatkınlık hali. bir şey değil. Özellikle de filmin ilk “Chapter”ı olan Justine’in evlilik Melancholia için söylenmesi gereken ilk şey, melankolinin ta- hikayesi sırasında. Adım adım gidecek olursak karakterler, yaratılan nımını birebir yapan bir film olması. Her şeyin çıkış noktası bu ta- atmosfer ve son olarak filmin kendisi kusursuz bir bütünlük içinde nımmış gibi sanki. Trier’in sözlüğü açıp bu tanıma bakmadığı kesin aynı şeyi işaret ediyor. ama yaşadığı depresyon sonucunda melankolinin ne menem bir şey Karakterler: Justine inanılmaz güzel gözüküyor gelinliğiyle beolduğunu çok iyi kavradığı da ortada. raber. Neredeyse bir tanrıça. Fakat adım atacak hali olmayan, evliliği Depresyon psikolojisinden 2009 yılında tamamladığı için “I’m trudging in through this” diyen, düşen, kalkan, aldatan, zorla gülümseyen, dengesiz, güvenilmez, bıkkın, Antichrist’le çıkmıştı yönetmen. Çocuklarıhayata dair hiçbir umut kalmamış bir nın ölümünün ardından acının hissizleştirdiği “Meramımı adamakıllı içinde tanrıça. Sanki pürüzsüz cildinin hemen bir kat bir annenin herhangi bir şey hissedebilmek için anlatmam lazım altında envai çeşit börtü böcek dolaşıyormuşverdiği büyük savaşı anlatıyordu film. Tekrar sana.” der gibi bir film çasına, içi kurtlanmışçasına... Zahirde derya, bir şey hissedebilmek için kocasını öldürmek isteyecek, kendini sünnet edebilecek kadar ileri Melancholia. Mutsuz bir içeride ayrı bir dünya. giden bir delilik süreciydi bu. Antichrist’teki Atmosfer: Düğün de inanılmaz gözüküaşırı şiddet, erotizm ve hatta fetişizmle Trier adamın anlaşılmak için yor dışarıdan. İsveç kırsalında görkemli bir kaçırpınışı gibi, kendini lede yığınla para harcanarak, ince elenip sık doadeta içindeki Pandora’nın Kutusu’nu açmış, binbir çeşit sapkınlığın izole bir ormanda fink ifade etmekte zorluk kunarak hazırlanmış fakat ne gelin mutlu, ne atmasına neden olmuştu. Böylesine büyük bir kardeşi, ne annesi, ne de babası (ki bunlar filmçeken bir sosyopatın deki tüm karakterler). Tüm bunlara rağmen boşalmanın ardından Trier’ın aklına gelen ilk fikrin dünyanın sonunu getirmek olmasına zihnine yolculuk gibi... herhangi bir cenaze evindekinden daha kesif şaşmamak lazım. Acıyorum ve seviyorum bir hüzün ve karamsarlık hissediliyor evde. Trier’in geçirdiği depresyonun kariyeri Sinematografi: Dolayısıyla filmin kendibu adamı.” için dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. si de aynı tanımlamaya uymuş oluyor. Göze hiYönetmenin dünyaya bakış şeklinin değiştiğitap eden ama zehirli bir film. Kırmızı elmanın ni sinemayı ele alışındaki farklılıklara bakarak yorumlamak izleyici ta kendisi. için bile bu kadar eğlenceliyken bunu gerçekleştiren yönetmen için Trier’ın hayattan bir beklentisi kalmamış. Ölmeye ve gerçeğin çok daha inanılmaz bir deneyimdir kesinlikle. Artık işin sevilme ve ne olduğunu öğrenmeye bile hali yok, yaşadığı için yaşıyor. Başka bir takdir edilme boyutunu aşmış, gerçekçi, umarsız, son derece kişisel ve yorum getirmiyor kendi yaşamına ya da anlam yüklemiyor. Çünkü sinemayı topluma kendini anlatmak için kullanabileceği yegane araç etrafında gördüğü şeyler yeterince güzel. Bu hiçbir anlam ifade etmese olarak gören bir Trier var karşımızda. Depresyon sonrası filmlerini de evrenin güzelliği aklını çeliyor bazen. Tıpkı Justine’in böğürtlen tamamen stüdyoda ve görsel efektlerle bezeli olarak çekmesi gerçekçi toplarkenki hali gibi. İflah olmaz her melankoliğin takdir edeceği gibi tanımımla çelişiyor gibi gözükse de aslında tam da böyle düşünme- tek bir böğürtlenin güzelliği bile üç dört gün yaşamak için yeterli gemin ana sebeplerinden biri. Öyle bir gerçekçilik ki bu, karakterlerin lebiliyor her şeye rağmen. Tüm bu hayat algısının sergilendiği yer işte hissiyatını izleyiciye aktarmak amacıyla her türlü yolu mübah gör- bu ilk bölüm (Justine’in evlilik hikayesi): Trier’in hayatı yaşanabilir düğü için izlenimci olarak, doğaüstü olay ve durumlarla görkemlice kılmak için kendini mutlu olmaya zorladığı günleri anlatan Wagnerli donatıldığı için, gerçeküstücü olarak bile tanımlanabilir. Fakat bana hüznünü-görmezden-gel tiradı. kalırsa depresyon sonrası filmleri, özellikle Melancholia, yine de düİkinci “Chapter” ise Justine’in kardeşi Claire’e odaklanıyor. Bu pedüz bir gerçekçilik örneği. Çünkü en temel haliyle Justine (Kirsten bölümde Melancholia adlı mavi gezegen Dünya’ya doğru hızla yakDunst)’in yaşadıkları neredeyse Madam Bovary’nin ikilemleri ve ihtilaşırken, kaçınılmaz sonun etkisiyle karakterlerin maskelerini düşürrasları kadar gerçekçi. Etrafımızda kol gezen acı ve ölümümüze doğru mesini konu ediyor. Trier röportajlarında bu bölümü anlatırken hep hızla yaklaşıyor olmamız ne kadar gerçekçiyse, film de o kadar gerçek. inanılmaz mutlu çünkü her şeyin yok olacağı fikri bile ona huzur verHayatın nasıl işlediğini bilen bir zihnin gerçekçilik anlayışı bu. Germeye yetiyor. Claire’in yaşayabilmek için görmezden geldiği tüm acı çeği kabul edip gerçekle yaşamayı reddedenlerin her türlü sorunun ve endişeler su yüzüne çıkıyor ve etraflarında türlü doğaüstü olaylar üzerine yaptığı makyaj gibi bir sinematografiyle işlenmiş film. İzleryaşanırken Claire tam da en savunmasız olduğu bu dönemde korkuken sürekli düşündüğünüz şey görüntüdeki her şeyin içten içe sızlar21
larıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Justine ise hiç olmadığı kadar huzurlu. Artık sorgulaması gereken bir yaşamı olmayacağını bildiği için Melancholia’nın ışığı altında güneşlenmeye gidiyor geceleri. Özlemle beklediği sonu kucaklamaya her an hazır gibi. Melancholia’yı düz bir şekilde gezegen olarak algılamak yerine Claire’in kendi dünyasına doğru yaklaşan amansız bir depresyon olarak algılamak da mümkün. Kardeşi Justine’in yaşadıklarından sonra ve özellikle düğünün ardından, Claire de hayatın anlamsızlığıyla ilgili safsatalar sarf etmiş olabilir kendine. Kocasının olaylara materyalist ve rasyonel yaklaşımı kendisini yormuş olabilir çünkü Justine eğer o haldeyse, Claire’in psikolojisinin de çok da sağ-
22
hakanozyilmaz@kutudergi.com
lıklı temeller üzerine kurulmuş olacağını zannetmiyorum aynı ailede yetişmiş ve fazla ayrılmamış iki kardeş olarak. Melancholia’nın Dünya’ya çarpacağının kesinleşmesinin ardından Claire’in kocasının intihar etmesi, depresyona gireceği garanti olan Claire’in bu süreç boyunca kocası tarafından yalnız bırakılacak olmasının garantisidir belki de. Film bu alternatif yorumu çıkartmamı sağlayacak malzemeyi verdi elime. Bu konuda iki türlü okuma yapılabilir
ama yazının başında da belirttiğim gibi her halükarda kaçınılmaz bir gerçeklik hissi izleyicinin peşini bırakmıyor film boyunca. Filmi teknik anlamda ele alacak olursak, sinematografi ve sanat yönetiminin başarısı aşikar. Antichrist’te olduğu gibi yine ikonografik bir açılış sahnesiyle başlıyor film ve bu sefer bir arya yerine Wagner’in Tristan ve Isolde’sından romantik bir parça eşlik ediyor. Bağımsız bir filmin teknik olarak başarılı olabileceği kadar başarılı. Öne çıkan nokta ise tabii ki oyuncu performansları. Kirsten Dunst’ı kendisini Mary Jane etiketinden kurtaracak derecede iyi bir performansla seyrediyoruz. Feri gitmiş gözleriyle attığı ruhsuz bakışlar sayesinde tam da Trier’ın tahayyül ettiği karakter olduğuna eminim. Filmin tüm yükü omuzlarında olmasına rağmen bu işin altından kalkabilmesi Dunst’ın kariyerini önemli ölçüde etkileyecek kuvvetle muhtemel. Cannes’da en iyi kadın oyuncu olması da bunu kanıtlar nitelikte zira. Cannes’da en iyi kadın oyunca demişken Charlotte Gainsbourg için de mutlu bir filmde oynamanın zamandı geldi artık. Trier’le fazla takılmaya başladı, gidişatı iyi değil. Sanırım Trier’le çalışan kadın oyuncuların Cannes’da ödüllerini aldıktan sonra kaçarak ondan uzaklaşmaları gerekiyor. Trier yine son derece pesimist bir filmle karşımızdaydı özetle. Antichrist’le “Şiddete meyyalim vallahi dertten” dedikten sonra şimdi bir nevi özür diliyor sanki. “Gel, otur, konuşalım. Meramımı adamakıllı anlatmam lazım sana.” der gibi bir film Melancholia. Mutsuz bir adamın anlaşılmak için çırpınışı gibi, kendini ifade etmekte zorluk çeken bir sosyopatın zihnine yolculuk gibi... Acıyorum ve seviyorum bu adamı. Geçtiğimiz yıl Cannes’da “Okay.. I am a Nazi!” derkenki hali bile arkadaş ortamında yeni oyuncağıyla böbürlenen bir çocuğun gereksiz şımarıklığında ve saflığında. Hemen ardından konuşmaya çıkan Drive’ın Danimarkalı yönetmeni Nicolas Winding Refn’in “I was very REPULSED with what he said.” demesi ise kendisinin gözümde Drive’la kazandığı değeri çok geçmeden kaybetmesine neden oldu. Etiketlenmekten yorgun düşen insanlar bazen en ufak bir espriye bile aşırı tepki verebiliyorlar, bu anlaşılır bir durum fakat ne olduğu gün gibi ortada olan bir insanı dakikasında “persona non grata” ilan etmek de ayrı bir vicdan meselesi. Bu adamın gidip Gandhi’yle empati kuruyorum demesini beklememek gibi Hitler’i anlıyorum demesini de takmamak gerektiğini aklı başında olan herkes bilir zannımca.
GÖ
R
PEÇORİN Issız ve Yüzsüz Tevekkül Mehreliyev
İlginç bir karakter kurgulamış Lermontov. “Zamanımızın Bir Kahramanı”ndan bahsediyorum, okumuşsunuzdur belki. Peçorin diye bir karakter var ortada ve iki kelimeyle özetleyecek olursak bir nevi Issız Adam. (Çağan Irmak o filmi yaparken Peçorin’den hiç etkilenmediğini söylerse saygı gösterin ama inanmayın.) Hoşlandığı kadınları elde etmek için bin bir türlü oyundan çıkan fakat elde ettikten kısa bir süre sonra usanç duymaya başlayan bir adam. Kadınları gerçekten seviyor mudur yoksa onlara kin mi besliyordur, belli değil. “Genellikle insan, ayrıca da kadın acayip şeydir.” diyor. Nerede kadın topluluğu varsa orada derhal yüksek ve alçak tabakanın meydana geleceğini iddia ediyor. Okurken bazen şunu düşünüyorsunuz: “Bu adamın gözünde kadınlar sadece seks partnerinden başka bir şey değildir.” Aşağılıyor çünkü bazen kadınları. Ve bunu kin, nefret ve benzeri duygularla kaplanmış olduğu için değil, sadece öyle düşündüğü için yapıyor. “Doğrusunu isterseniz karakter sahibi kadınlardan hiç hoşlanmam: bu onların işi mi ki!” diye soruyor çocuksu bir doğallıkla. Hayatı boyunca birçok kadın tarafından geri çevrilmiş insanların kadınlara karşı önyargılarını anlamakta zorluk çekmezsiniz.
Schopenhauer ve benzeri düşünürlerin arkasındaki o meçhul kadınları merak bile edersiniz. (Evet, adamı rahatlıkla filozof edebilir kadınlar!) Fakat Peçorin gibi insanları anlamakta zorlanırsınız. Neredeyse hiç geri çevrilmemiş bu insan, ne diye kadınlar hakkında öyle düşünür ki? Kendisi de bunun farkında olacak ki, sorar kendisine: “Yoksa henüz güçlü bir kadına rastlamadım da ondan mıdır?”. Bazı erkekler hayatlarının kadınlarını (“her kadın bir erkeğin hayat kadını mıdır?” diye sormayın!) deneme yanılma yöntemiyle seçmesi gerektiğini düşünür. Yeni bir kadınla tanışır ve yanıldığını görene kadar ona aşık kalır. Sonuç itibariyle yanılgı kaçınılmaz olsa bile, bazı kadınlar fazla akıllı olacak ki, bu süreyi olabildiğince uzun tutmayı başarırlar. Erkeği yanılmadığı yanılgısına düşürür ve eksik tanımanın bir sonucu olan o masalımsı aşkın tadını çıkarmaya devam ederler. Yoksa biliyorsunuz, tanışma evresinde olduğunuz hiçbir kadın mücevher hediye edilecek kadar değerli değildir. İşte Peçorin’in de sorunu bundan kaynaklansa gerek. Tanıştığı tüm kadınları çabucak yatağa atma donanımına sahip olduğu için, yanılıp yanılmama sürecinin tam da tadını çıkaramadan bir başkasına yönelmek zorunda kalıyor. Kadınlar, dışarıda onları ulaşılmaz kılan o asalet belirtisi asiliklerinden yatakta vazgeçmek zorunda kaldıkları için, Peçorin türü erkeklere karşı pek fazla şansları bulunmaz. İlgiden çabucak sıkılırlar. “Ben,” diyor Peçorin, “artık yalnız mutluluk aranılan, kalbin herhangi bir kimseyi şiddetli tutkuyla sevmek ihtiyacı duyduğu o devresini geçmiş durumdayım. Şimdi sadece sevilmek istiyorum, hem de pek az kimseler tarafından.” Kitabı okumuş olanlarınız bilirler, tüm bu tutarsızlıklarına rağmen öyle pek kızamıyorsunuz Peçorin’e. Ortada yapmacık hiçbir şey bulamıyorsunuz çünkü. Aynen Issız Adam filminde olduğu gibi: Bazı adamlar yalnız yaşayıp yalnız ölmek için doğmuşlardır sadece, o kadar. 25
FİLİN SEYİR DEFTERİ VE LÜFERLER Delirmek ve Havuçtan Flütler Üzerine Naz Cuguoğlu Lübnan - Filistin sınırına yakın küçük bir şehirde küçük bir çocuk beni gördü. Elinde oyuncak silahı vardı. Lübnan - Filistin sınırına yakın küçük bir şehirde küçük bir çocuk gördüm. Elimde fotoğraf makinem vardı. Göz göze geldik ve birbirimize doğru yürümeye başladık. Gülerek silahını bana doğrulttu. Gülerek merceğimi ona doğrulttum. O beni vurdu. Ben onun fotoğrafını çektim. Ayrıldık. Bana küçükken sorarlardı büyüyünce ne olacaksın diye. Ben de turist derdim. Ve herkes gülerdi. Herkes bunun komik olduğunu düşünürdü. Bugünlerde yine “E, ne oluyorsun yani sen şimdi?” gibi sorular sormaya başladılar. Önce onların istedikleri cevapları veriyordum, sonra sıkıldım, “turist” demeye başladım ama kimse gülmedi. Onlara komik gelmemişti. Hiçbir zaman komik değildi aslında ama bunu onlara söylemedim. Gündüz Vassaf benim için kutsal kitap niteliği taşıyan Cehenneme Övgü’sünde der ki “psikolojiyi devlet istemiştir”. Psikologlar devletin işine gelir. Çünkü neden? Çünkü devlet delileri istemez. O ister ki herkes aynı olsun. Bu sistemde herkes eşit gülmeli, eşit ağlamalı, eşit zıplamalı, kimse taşkınlık yapmamalıdır. Bu sistemde çocuklar büyüyünce turist olamaz. Bu komik
değildir. Bir gün bana lüfer dedi ki belki de en mutlular delilerdir. Kağıt peçeteler arkamdan rüzgarla havalandı, onun arkasında yavaşça dalgalandı. Önemli bir anda olmalıyız, diye düşündüm. Deliler mutludur doğalarında ama devlet onların mutlu olmalarına izin vermez. Kağıt peçeteler dört bir yana saçılıp yavaşça yere kondu. Lüfer cevabımdan tatmin olmuş gözüktü. Not almalıyım, dedi, her şeyi not almalıyım. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordu. Geçenlerde heyecanlanmış bir şekilde bana bir hikaye anlattı. Dediğine göre geçen gün sokakta bir poşet görmüş. Plastik poşet, diye belirtti. Plastik poşet yerden kalkmış, rüzgarda bir o yana, bir bu yana uçmuş, dalgalanmış, şekilden şekle girmiş ve aynı yerine geri konmuş. Bu durum onu çok heyecanlandırmış gibi gözüküyordu. Düşünsene dedi aynı yere “geri” kondu. Şizofrenlerin bu hayatta dünya algıları en yüksek insanlardan olduklarını biliyor muydun, diye sordum ona. Bilmiyordu. Bilmiyor olması onu biraz üzdü ya da bana öyle geldi. Ön yargılardan hoşlanmazdık, onlardan kurtulmaya çalışırdık ama çalıştıkça çamurda debelenen fok balıklarına benzerdik. Bu durumu terapistime anlattığım zaman dikkatle gözlerime baktı. Düşüncelerim beynimdeki nöronlardan hızlı hareket ediyordu. Ağzımdan çıkanlar beynimden geçenlere yetişemiyordu. Terapistim açıkça endişelendi. Uykusuzum deme ihtiyacı hissettim. Deli olduğumu düşünmesinden korktum, kendime çekidüzen verdim. Steinbeck’in Sardalye Sokağı’ndan aklımda kalan tek sahne nedir biliyor musun, lüfer? William eline keskin bir demir parçası alır ve şöyle der “Bazen düşünüyorum da yapılacak en iyi işin kendimi temizlemek olduğuna varıyorum!” Louis ona bakar ve bunu diyenlerin genelde bu işi yapmadığını söyler. Bir süre tartışırlar. Bir noktadan sonra William dönemeyeceğini anlar. Bu hareketin çok saçma olduğunu da anlar fakat çok geçtir. Gerçi ben bu hikayeyi başına silah dayıyor olarak hatırlıyor ve kahramanların adına dair hiçbir fikir beslemiyordum. Fakat böyle söyleyince de baya havalı oldu be lüfer, ha? Lüfer onaylıyor. Bu halini o da daha çok beğeniyor. “Peki sonra ne oluyor?” diye bile soruyor. Sonunu biliyor. Öyleyse William deli midir? Ya da onu
gaza getiren Louis bipolar mıdır? Antisosyal kişilik bozukluğu sahibi midir, nedir? Psikoloji dünyasının kutsal kitabı DSM4’e göre bir kategoriye sokmak çok zordur kendilerini. DSM4’e göre psikolojik bir bozukluğu saptamak için belirlenmiş semptomlar vardır. Oradan en az 5 tanesine uyarsa ancak psikolojik X bozukluğu sevgili hastamızda vardır diyebiliriz. Anladın mı? ... Boşver be lüferim. Sıkma sen o güzel canını bu tarz şeylerle. Life in a Day’deki o güzel sahneyi hatırla. Herkese sormuşlar “Cebinizde ne var?” diye. Çiftçi adam ne güzel demiş değil mi ceplerini ters çevirip “Hiç.” diye. Şimdi ben desem bana deli derler mi? Peki ya turist olacağım desem. Uykusuzum diye açıklama yapmam gerekir mi? David Eagleman’ın Ve..’sindeki o güzel hikaye gibi. İnsana öldükten sonra sormuşlar. Ne olmak istersin? Gözlerini kapamış insan. Çimlerde koşan beyaz bir at demiş. Tam ata dönüşmeden önce anlamış ki bütün bilişsel yetilerini kaybedecek. Güzel insan Eagleman der ki belki de bundan yıllar önce insandan daha yüce bir varlığa sormuşlar. Ne olmak istersin? Gözlerini kapamış. İnsan demiş. Bilebilir miyiz? Bilemeyiz. Eagleman böyle düşündüğü için deli midir? Tersi kanıtlanamadıkça doğru değil midir? 2+2, 4 mü yapar? 5 mi? Biz hep tahtadan yaptığımız enstrümanlarla müzik yapmaya alışmışız, lüfer. Meyve sebzeden enstrüman yapan, konserden sonra da onları bir güzel seyircileriyle yiyen “Vegetable Orchestra” bize çok gelmez mi? Yani, deliler mutlu mudur? Bilemeyiz. Plastik poşet gibiyiz biz. Aynı yerden kalkıyor, dünya denen bu yerde dört köşeye savruluyor, birbirimizden çok da uzağa konmuyoruz sonunda. O yüzden Beyrut’ta küçük bir çocuk bana sarılmak yerine silah doğrultunca daha normal geliyor. Ben fotoğrafını çekiyorum. Sarılsa belki deli olacak. Acıktın değil mi? Hadi havuçlarımızı soyalım da flüt yapalım. Sonra da yeriz. Kim bilir belki bir gün cebinde ne var derlerse “hiç” bile deriz. Belli mi olur, lüferim. Öperim.
“Plastik poşet gibiyiz biz. Aynı yerden kalkıyor, dünya denen bu yerde dört köşeye savruluyor, birbirimizden çok da uzağa konmuyoruz sonunda.”
27
Esen Kendir, 2012 Š
28
Elif Şafak ve
Aşk Üzerine Tevekkül Mehreliyev
Birçok kitabında değişik yazarlardan ilginç sayılabilecek hayat öyküleri sunmak Elif Şafak’ın kendisine ait bir özelliktir aslında. Baba ve Piç’te Milan Kundera’dan, Siyah Süt’te Virginia Woolf ve Sylvia Plath gibi yazarlardan bahsettiğini okumuşsunuzdur belki. Kendisi de birçok kere değişik yazılara konu olmuş bu başarılı kadını bir de ben ele alayım istedim. Doğrusunu isterseniz, avam kitlenin (Siz her ne kadar kibar davranıp ‘avam’ kelimesini kullanmaktan kaçınsanız da, onlar gerçekten varlar.) Orhan Pamuk ve benzeri marjinal yazarlar hakkındaki fikirlerini pek önemseyen bir adam değilimdir. Fakat konu Elif Şafak olunca, aralarında fikrine saygı duyduğum birçok kişinin de bulunduğu kalabalık bir entelektüel grubu ciddiye almak zorunda kalıyorum: Bu insanlar gerçekten Elif Şafak’ı - ki azımsanmayacak kadar okur kitlesine sahiptir - kıskandıkları veya onu eleştirerek üzerinden prim kazanmaya çalıştıkları için mi eleştiriyorlar? Her şeyden önce ismine karşı özel bir sempati duyduğum bu hanım, eserlerini İngilizce yazar ve sonrasında özel bir çevirmen eşliğinde aynı kitabın bir de Türkçe versiyonunu dener ki, bu oldukça ciddi emek gerektiren bir süreçtir. (Kuşku duyanlarınız her hangi bir dilde iki sayfalık bir yazı yazıp sonra da aynı yazıyı cümlelerin estetikliğini bozmadan bir başka dile çevirmeyi deneyebilirler.) Entelektüel birikimin yanı sıra, gezmeyi seviyor olmak ve bu avantajı kitaplarda okurlara başarıyla aktarabilmek bir yazarın başına gelebilecek en güzel şeylerdendir ki, Elif Şafak bu güzelliklerin tamamına sahip bir kadındır. Özgeçmişi büyüleyici başarılarla süslenmiş bir hanım... Fakat bir okur olarak kendisinin hayranı mıyım diye sorarsanız, hayır değilim. Tebrizli Şems’in altın kuralları türünden şaşaalı cümleler sunan yazarlar beni pek çekmezler açıkçası. Üslubunun yanı sıra öykülerini de pek çekici bulduğum söylenemez. Röportajlarında yazarlıktan mistik bir dünyadan bahsediyormuş gibi bahsetmesi; yazarları ve dolayısıyla da çaktırmadan kendisini farklı boyutlarda yaşıyorlarmış gibi sunmaya çalışması itici görünmüştür bana hep. Diğer kadınlar gibi bakıma yeteri kadar zaman ayıramamasından ‘dertlenirken’, bir nevi öyle boş işlere zaman ayıramayacak kadar dolu olduğunu
vurgulamaya çalıştığı gözümden kaçmamıştır hiç. İtiraf etmek gerekirse, Paulo Coelho’nun Simyacı eserini daha ilk kez geçen sene okudum ben. Çevremde yediden yetmişe herkesin o kitabı okumuş olması, Paulo Coelho’yu hakkında herkesin fikir sahibi olduğu bir yazar olarak tanıtmıştı bana ve bu onu oldukça itici kılmıştı benim gözümde. Elif Şafak da bazıları için öyle bir imaj edinmiş sanki. Özlü sözleri lise defterlerini süsleyen popüler bir yazar... Popüler kültür gereği forum edebiyatı yapıyormuş gibi bir izlenim... Aşk’a gelince... Anlatım dilinin çok akıcı olmasına karşın ana temada canımı sıkan bazı şeyler vardı. Karizmatik bir karakter kurgulayayım derken, Şems Tebrizi’yi Kimya’yı ölüme terk edişiyle ilgili hiç yargılamamış olması bana itici gelmişti mesela. Bir başka sahnede, hatırlarsanız, Şems, Mevlana’yı şarap getirmesi için meyhaneye göndermiş ve dönünce de getirmiş olduğu şaraptan bir yudum almasını söylemişti. Mevlana ufak bir tereddüdün ardından tam da şaraptan bir yudum alacakken Şems son anda kendisini durdurmuş ve şarabı elinden alarak kendisi bir yudum içip geri kalanını toprağa akıtıvermişti. Bu sahneyle Elif Şafak’ın vermek istediği mesaj şuydu; Şems Tebrizi mertebesine ulaşırsanız, şarap ve benzeri cismani ‘safsatalar’ önemsiz kalır. Tüm insani zaafları aşmıştır çünkü o. Şarap içse ne olacak, içmese ne olacak? Fakat bu kulağa hoş gelen yaklaşım, asrının müceddidi olarak görülen Mevlana’yı ilginç bir duruma sokar: Allah’ın ve Peygamberinin ‘sakının’ dediği şaraptan sırf Şems Tebrizi istedi diye içmek üzere olan bir adam... Ve ayrıca Şems Tebrizi’nin kendisi de aynen Ömer Hayyam gibi bir elinde şarap, bir elinde Kuran; kafa nereye biz oraya modunda.. Not: Başta da belirttiğim gibi eleştirelim derken hakkını da yememek gerekiyor Elif ’in. Kararsız eleştirilerin yanı sıra, birçok kişinin sırf başarısından dolayı kendisini çekemediği için eleştirdiğini düşünüyorum. Okur kitlesini küçümsemeye çalışmak veya cemaat desteği alıyordur deyip bel altı saldırılarda bulunmak pek elit bir duygu değildir bana kalırsa. Ayrıca yakın gelecekte Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterilebilir diye düşünüyorum. Gördüğüm kadarıyla kendisi de büyük bir kararlılıkla ona oynamaktadır çünkü. 29
kitap
OBLOMOV
Unutulmayan Adam, Geçmeyen Hastalık Tuğba Bolat
Rus Edebiyatı’nın “Altın Çağ”ı olarak nitelendirilen 19. yüzyılın en büyük yazarlarındandır Gonçarov. Toprak köleliğinin kaldırılmasından sonra toplumun eski - yeni ikililiğini, geçmiş ve bugün arasında kalanları betimlemeyi tercih etmiştir. O, dönemin diğer yazarlarının aksine siyasi mevzulardan uzak kalmış, hiçbir ideolojiye yaklaşmamıştır; “toplumsal mücadele” yi değil, yaşadığı dönemin insanının içinde bulunduğu durumu betimlemeyi yeğlemiştir. Ona göre gerçek bir yazar tekrarlayanı, değişmeyen tiplemeleri göz önüne sermelidir. Bundandır ki tüm yaşamı boyunca yalnız üç roman yazmış, nasıl değişecekleri, ne gibi bir sonuca varacakları belli olmayan geçiş olaylarını yazmayı reddetmiş, var olan oturmuş tiplemeleri betimlemek adına ömrünün 10 yılını yalnız “Oblomov” adlı romanına vermiştir. Bunun yanı sıra “Sıradan bir Olay” ve “Uçurum” romanlarını da yazmıştır. Bu üç roman da aynı tema etrafında döner (eski-yeni ikililiği, tembellik), merkezcildir. Yazar, anlatmak 30
istediği diğer konuları da bu tema üzerinden anlatır. “Oblomov” bu üçlemenin en başındadır. Gonçarov, eski ve yeni Rusya arasındaki ikililiği, insanların sıkışmışlığını anlatırken bir nebze de geçmiş ve bugünün olumlu, sıcak yönlerini vermiştir romanında. Oblomov hayatından bezmiş halde yaşayan biridir; tek yaptığı kanepesinde ayağında terlikleri ve üzerinde robdöşambrı ile uzanıp, yemek yiyip, hayal kurmaktır. O yumuşacık rahat terliğinin değişmez yeri, yumuşaklığı onun uysallığının, eski yıpranmış robdöşambrı da geçmişten vazgeçemezliğinin simgesidir bir nevi. Öyle boştadır ki en büyük iki derdi “bir mektup yazmak” ve “yeni bir eve taşınmak”tır. Üzerine sinmiş ölgün yaşam, eylemsizlik onu bu iki basit eylemi yapmaktan bile alıkoyar. Artık o kadar çökmüş, sönmüştür ki elini uzatıp yazmak bile zor gelir ona. Odasındaki tozlu raflar ve eski halı bu ölgünlüğü belirgin şekilde önümüze serer. Tek yaşam belir-
tisi küllükte arada bir yanan sigara ve odada uçuşan birkaç sinektir. Uzandığı kanepedeki ufak kıpırdanışları da olmasa, odada birinin var olduğu dahi belli olmayacaktır. Elinden hiçbir şey gelmez, hesaplarını yapmaya eli varmaz. Bu nedenden uşağı Zahar ve başkalarınca aldatılır durur. Dış dünyayla bağlantı kurmasının tek yolu da evine gelip giden ziyaretçilerdir. Bir şeyler yapmasına yapar Oblomov ama hayallerin ötesine gidemez. Kanepesine uzanır, büyük bir adam olduğunu, bir çiftlikte huzur içinde yaşadığını hayal eder, çalışanlarının durumunu düşünür ve “Oh, bugün de ne çok şey yaptım.” deyip uzanmaya devam eder yine. Herkesi, her şeyi düşünür aslında ama yalnız düşünmekle kalır. Hatta bir gün uşağı Zahar’a: “Siz ben orada uzanıp dururken yalnızca uzandığımı mı sanırsınız? Sizleri düşünürüm, hâlinizi düşünürüm, her şeyi düşünürüm ben.” der ama yine bir eylemden eser yoktur hayatında. Bir gün, iki gün derken işlerini koyuverir gider. Ta ki çocukluk arkadaşı Ştoltz gelene dek. Ştoltz, Oblomov’un aksine aktif, çalışkan, çözüm üretmeyi seven, yaşayan bir insandır. Yeniliklere ayak uydurur, onları beraberinde getirir. Oblomov yer yer kendinin neden öyle olmadığını düşünür ama üzerine yapışanlardan kurtulmaya cesaret edemez, bir adım atmaz, yine her zaman yaptığı gibi düşünmekle kalır. Ştoltz’un ve diğer insanların koşuşturmacasına bir türlü akıl erdiremez. “İnsanlar rahat yaşamak için çalışıyor, uğraşıyor ama yine rahat olamıyor. ” deyip eylemsizliğine bir bahane bulur. Zaten onun için dört duvar arası, pişen bir kap yemek, ona hizmet eden bir kadın ideal yaşamın resmidir. Arkadaşı Ştoltz onu gerçek yaşama çekmeye, aktifliğe çağırır. Avrupa’ya seyahate, çiftlik gezilerine davet eder ama Oblomov birkaç günlük ‘yaşama’nın sonrasında, her şeyi erteleye erteleye yine olduğu yerde durur. Ştoltz’un da arkadaşı olan Olga ile yaşadığı aşk bile döndüremez onu hayata. Olga yeniliklere açık, heyecanlı, yaşam dolu hayatına Oblomov’u da çekmeye çalışır ama evlilik aşamasındaki birkaç işlem, insanların yorumları, en ufak hareket belirtisi çoktan yormuştur onu ve ümitsizliğe düşürüp gözünde büyütmesine sebep olmuştur. Zaten sonrasında, kendi gibi yemek ve değişmez dü-
zen arasındaki huzurdan başka bir şey istemeyen ev sahibi Agafya ile evlenip kendini öylece söndürüverir. Neden böyledir Oblomov? Bu soruya yanıtı “Oblomov’un Rüyası” adlı bölümde buluruz. Doğup büyüdüğü, dış dünyadan uzak, hafif rüzgâr ve yine sineklerin vızıltısından başka bir yer olmayan Oblomovka ve Oblomov’un aile yaşantısından, çocukluğundan bahsedilir. Buranın insanları uyanıp, yemek pişirip, yedikten sonra bir günü daha bitirmenin huzuruyla yastıklarına koyarlar başlarını. Dışarıda birkaç şehrin, başka hayatların da olduğunu bilirler ama merak etmezler, edeni de kınarlar zaten. Tüm etkenlerden uzaktırlar, uzak da tutarlar. Oblomov, çocukluk arkadaşı Ştoltz gibi ne zaman bir şeyler yapmaya kalksa: “Aman düşersin, bir bey böyle yapmaz!” naralarıyla karşılaşır. Çoraplarını bile uşağı Zahar giydirir. Değişikliklerden o kadar uzak ve değişikliklere o kadar karşıdırlar ki dünyanın hâlâ bir balinanın üzerinde döndüğünü sanırlar. Anlattıkları masallar bile ülkenin dışına çıkan prenslerin ejderhalar tarafından öldürüldüğünden bahseder. Bunlara rağmen, Oblomov’u sever okuyucu, sevdirir Gonçarov. Yeni dünyaya ayak uyduramayışını, yetişemeyişini betimlerken, onun geçmişten gelen saf ve insani duygularından bahseder sıkça. Yalan söyleme korkusunu, içtenliğini verir bizlere. Her birimiz okurken biraz yakın, biraz uzak hissederiz kendimizi ona. Günümüz insanıdır Oblomov; sorgulamak istemeyen, “bana dokunmayan bin yıl yaşasın” mantığında; bir maaş, bir eş ile yaşar giderim diyen insandır. Her tartışmanın başında alevlenip sonunda yine: “Yapacak bir şey yok, düzen böyle. Başkası yapamıyorsa, ben de yapamam. ” diyendir. Değişime, değişmeye cesaret edemeyen, aydınlığa giden yoldaki ufacık taşlardan korkandır o. Hepimizin reddettiği ama yine bir o kadar da içimizde olan insandır. Dünün bir türlü öldüremediği, kaçamadığımız ve kendini yaşatacak, üzerinde konuşturacak bir adamdır Oblomov. LENİN: “Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok kez yıkamak, çokça temizlemek, sarsmak, dövmek gerekir.”
31
FotoÄ&#x;raflar: Cansu Soyupak 32
LİK Erasmus’un da yaptığı gibi delilik övülmelidir mantığıyla yola çıktım bu yazı için. Peki herkes onları dışlarken, onlardan kaçarken, deliler sanki uzak durulması gereken vebalılar gibi muamele görürken bu kız neden deliliği övecek diye sorarsan sayın ve sevgili okur, “E ben de biraz deliyim hor görmeyin yahu bizi” demek değil isteğim ve çabam. Sana herkesin az buçuk kafayı sıyırmış olduğunu ispatlamaya çalışacağım. Ne kadar başarılı olurum meçhul. Ama ben kuyuya taşı attım. İster peşinden git, istersen gitme. Sonuçta “akıllılar” olarak o taşı oradan çıkartamayacağınızı söylemiş atalar. E bundan sonrası zaten laf-ı güzah.
DELİ
“Deliler çoşkulu ve çocuksudur bu aşırı mutluluk halinden ötürü. Onları aklın sınırlarından dışarı çıkartıp saf haz duygusuna odaklı hareket ettiren. Bu hayat tarzı hep çocuk kalmalarını, yaşlanmaktan kaçabilmelerini ve sıkıcı ihtiyarlıktan uzak durmalarını sağlar.”
Kronolojisine inmeye çalışırsak deliliğin, yazı uzar gider o yüzden tarihsel gerçeklerden çok benim yorumumu paylaşacağım sizlerle. Bana kalırsa ilk delilik kadının yaratılmasıyla başlamıştır ve o gün lanetlenmelidir, nokta! Evet evet yanlış okumadın, bu gerçeği bir kadın olarak kabul ediyorum. Adem’i cennetten kovduran, kafasına deli düşünceler sokan, gerektiğinde “Ya ne sıkıcı adamsın sen. Ye şu elmayı da biraz eğlen yahu!” diye onu dünyevi zevklere sürükleyen kadındır ve bundan sonra da tüm erkeklere aynı muameleyi yapacaktır, yapmalıdır.Doğası gereği kadın cindir, sorgular, eşeler, karıştırır, çok konuşur, erkeklere oranla delidir ve onları delirtmeye programlanmıştır. ( Erkek okuyuculardan hay gözünü seviyim nidaları yükselir!) Kadın her zaman daha deli, daha eğlenceli ve daha hoş değil midir? Öyle olmalıdır çünkü kadındır, başka açıklaması yok bu işin. İnsanların gamlı ve somurtkan halini delilikle kaynaştırıp ustaca yumuşatır. E zaten erkeklerin bu kadar çekilmez olmalarına rağmen kadınlardan kopamamalarının nedeni de bu değil midir? Peki, haklı olarak soracaksın yok mu şöyle güzel delillerin bu tezi destekleyen diye. Var tabi. En başından kadınların hazırlanma süreci deliliktir abi. Dünyada sadece dişiler iki buçuk saat gözünü kaşını boyayıp, parfüm banyosu yapıp, zilyonlarca kıyafeti giyip çıkartır. Erkeklerde kafalar rahat. Giy bir tişört çık. “Sen deli misin be hatun bu kadar kasıyorsun kendini beğendirmek için?” diye sorarlar ki düzenli periyotlarla da soruyor erkeklerimiz. Tüm bu saçmalığın sebebi de-li-lik. Bu kadar kadın demişken ilişkilerin deliliğine değinmezsem hatrı kalır Eros’un. Ha birazdan bir paradoksa gireceğim buna da hazırlıklı olsun herkes. “Aşk mı delirtir yoksa delilik midir insanı aşık eden?” Yani öyle bir delilik ki kendinden vazgeçip hayatın odağına “sevdiğim” diye tanımladığın insanı koyacaksın, ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemeyeceksin, ona muhtacım diyeceksin, tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de belediyedeki çok sayın makam memurundan imza alacaksın ki “Evet ben gördüm bunlar manyak, beraber yaşamak istiyorlar arada da bir aşk meyvesi mi ne peydah edececeklermiş buyurun bu da kafa kağıdı “ diye onay versin.
34
Hoop başka konu. Bizi şehirlere çeken şey delilik değil de nedir peki? Yıllar yılı atalar, at üzerinde o ovadan bu ovaya konmuş, göçmüş. Su kenarına obasını kurmuş, bir yandan kuzusunu çevirmiş bir yandan çanağını çömleğini yapmış o suyun şırıltısıyla. Sonra kendini akıllı sanan birkaç zibidi “Buyurun bu makine, hadi sanayi devrimi, e o kadar modern olduk köy hayatı mı? Ay çok banal.” diyip bizi çok katlı binalara, akmak bilmeyen şehir trafiğine, yürümesi imkansız kalabalık caddelere mahkum etmiş. Şehir hayatı karmaşıktır, delicedir, uzak durulmalıdır, aşırı dozu öldürücüdür aklınızda bulunsun. Bundandır emekli olunca küçük bir sahil kasabasına yerleşip, organik domates yetiştirme hayalleri. Şimdi deliliğin en eğlenceli dışa vurumuna geldi sıra. Evet tahmin ettiğiniz şey geliyor. Sanat. Daha önce kadını vurgulasam da yazar olarak tutarsızlığa gidiyor, kendimle çelişiyor, tüm okuyucunun güvenini kaybetme pahasına dünyadaki en deli şey sanattır diyorum. Güzellik ve estetik bu kadar göreceli kavramlarken, “Abi böyle renkleri karıştırdım, üzerine de biraz şekil falan çizdim bakalım beğenecek misin?” demek, hatta beğenmeyenlere “Yok, çok deneysel ve modern bir çalışma siz anlayamamışsınız.” demek deliliğin daniskasıdır. (Burada klasik sanata hiçbir lafım yok, benim kafa karışıklığım modern sanattan kaynaklanıyor.) Dünyanın tüm deliliklerinden ( para, şan, şöhret, sıkıcı işler, dünyevi zevkler vs vs gibi uzar bu liste) kaçmak için sığınılan sanat da aslında delilikten başka bir şey değildir. Ancak deliler bir şeyler üretebilmek için günlerce uyumadan çalışır ve karşılığında sadece takdir ve kuru bir alkış bekler. ( Kutu editörlerine selam olsun. ) Deliliği açıklamaya çalışma kısmı burada sona eriyor hadi gözünüz aydın. Sırada yazının başında söz verdiğim övgüler bölümü var. Delilik neden böyle sevilmesi, sayılması ve pohpohlanması gereken bir durumdur? Öyledir çünkü sizi akıldan uzaklaştırırken farkında olmasanız da mutlu eder. Deliler mutludur çünkü “akıllılar” bu ay da dolar yükseldi, ya ev kirası yaklaşıyor, hatun da gereksiz triplerde, havalar da iyice bozdu gibi gereksiz kaygılarla hayatı çekilmez
hale getirirken deliler bunların hiçbirini düşünmez. Tüm dertleri, tasaları hayattan zevk almak ve onları mutlu etmeyen hiçbir eylemi yapmamaktır. Biraz Beat Kuşağı kafası denebilir bu duruma. Deliler çoşkulu ve çocuksudur bu aşırı mutluluk halinden ötürü. Onları aklın sınırlarından dışarı çıkartıp saf haz duygusuna odaklı hareket ettiren. Bu hayat tarzı hep çocuk kalmalarını, yaşlanmaktan kaçabilmelerini ve sıkıcı ihtiyarlıktan uzak durmalarını sağlar. Sürüdeki koyunların hepsinden farklı olmayı vaad eder delilik insana. Bundandır akıllı insanın kıskançlığı, fesatlığı ve oyun bozanlığı. Bu yüzdendir her yenilikçiye “deli yahu” denmesi. ( Sokratesle başlar, Da Vinci , Van Gogh, Nietzche diye gider bu durum tespitinin örnekleri.) Delilik insanın doğasında vardır. İster kabul görsün isterse görmesin. Akıllılar bu durumu bir türlü sindiremediklerinden sürekli kötülemişlerdir deliliği. Yıllar yılı “ hastalık” bu düpedüz diyip saçma sapan tedavi yolları bulmaya çalışmışlardır delileri de kendileri gibi mutsuz etmek için. Peki deliler ne yapmıştır? Her zaman olduğu gibi tüm bu çatlak seslere kulak tıkayıp “Ya gençler bir şeyler yapıyor da biz takmıyoruz ki, ellemeyin bize mutluyuz biz” demişlerdir. Ha sessiz kalmanın yetmediği yerde de e madem bizi bu kadar korkulacak tipler haline getirdiniz durun biraz rahatsız edelim bari sizi demişlerdir. Bundandır etrafta bize inat çıplak dolaşabilmeleri, avaz avaz bağırıp, kulağı kesik portrelerini çizmeleri.
cansusoyupak@kutudergi.com
Deliliği yabancılaştırıp, tü kaka hale getiren akıllılar! ( Burada biraz sert konuşacağım şimdiden özür) Yanlış sizde be arkadaş. Adamlar hiçbirimizin cesaret edip de yapamadığı şeyleri yaparken, mutluluğun en saf halini bulmuşken, doğaya karşı gelmeden aslında özümüzde olan durumu rahat rahat yaşarken, delileri ayırmak, dışlamak ya da uzaklaştırmaya çalışmak da nedir? O yüzden siz şimdi iyisi mi bir beş dakika her şeyden uzaklaşıp “deli” bir şeyler yapın. Baktınız bir mutluluk hali geldi , e o zaman devam beyler. Yaşasın delilik ve delirenler. Ne mutludur ki hayatın anlamını asıl onlar bulmuşlardır da bizim gibi akıllılara çıtlatmıyorlardır!
35
Deliliğe Övgü-mtrak
Dosyamızın adı delilik. Bu yazının her cümlesi hiç delirmemiş (hiç değilse tamamen) bir insan tarafından yazıldığı için takdir edersiniz ki naçizane gözlemlere ve varsayımlara dayanmaktadır. Delirmenin getirdiği mutluluk konsepti üzerine minik bir akıl yürütmedir bu yazı. Delilik kavramsal olarak tıbbi lügatta kesin bir tanıma sahip değil ve ‘deli’ dendiğinde herkesin kafasında canlanan imaj farklı. Bu yazıda kullanılan delilik olgusu akli yeteneklerin sürekliliğinde kısmi ya da tamamen kayıp olarak nitelendirilmekte – kavram kargaşalarını aydınlattığımıza göre devam edebiliriz. Delilerin mutlu olduğu önermesine de fazlasıyla sık rastlıyoruz. Nedir mutluluk gibi genel felsefik tuzaklardan kaçınarak, delilikle gelen mutluluğun kaynağı üzerine birkaç iddiada bulunacağım. Girizgah bitti sanıyorsunuz değil mi? Maalesef yeni başlamakta. Öncelikle gözlemlerimi anlatmakla başlayayım. Yakın bir zamanda bir rehabilitasyon merkezinde geçirdiğim iki gün fark etmeden birkaç çıkarım yapmama sebep oldu. Samsun’dan memleketin umumi görüntüsü şöyle: Bu insanların bir çoğu safi mutlu.
Bu kadar saf ve açık duygulara maruz kalmak beni o kadar şaşırttı ki uzunca bir süre nedeni üzerine kafa yormadım. Sonra bir anda evreka! Hayır öyle de olmadı tabii ki, bir kitap okurken yavaştan kafamda uçan düşünceler bir araya geldi ve “Acaba lan?” dememe sebep oldu. Evet şu an itibariyle girizgah bitmiş bulunmakta. Tanıştığım insanların (deli demekten kaçınıyorum zira insan kimliklerini çok arkaplanda bırakıyor) bir kısmı geçmişten çok fazla
Çoğu insanın sırf içinde bulundukları anın değerini bilmek için neler verebileceğini düşünün. Geçmişi analiz ederek ya da geleceği planlayarak kaybettiğiniz zamanı ya da bu kaygı ve telaş içinde ne kadar zamanınızı mutsuz geçirdiğinizi. Şimdi bir de kum saatinin ne alt ne üst haznesini hesaplamak zorunda olmadığınızı düşünün. Her an yeni bir kum tanesinde yaşadığınızı hayal edin. Kendinizi her türlü dış etkenden sıyırıp sadece hissetmek ve mutlu olmak ne kadar kolay olurdu. Bu insanlardan fışkıran enerjinin sebebi de bu bence. Bitmek bilmeyen bir şimdiki zamanda yaşamaları. Ne bir zamanlar ne de on sene sonra gibi kalıplara ihtiyaç duymayışları. Kullandıkları bütün fiillerin –iyor’la çekimlenmesi. Kontrolü elimizde olmayan her şey gibi zaman da en çok arzuladığımız ve kıskandığımız şey. İçinde bulunduğumuz dönemdeyse (merhaba nerede eski bayramlar temalı yavan cümle başlangıcı) zaman Sims birimleriyle akıyor. Herhangi bir ana tutunmak zaten mümkün değilken beş kat hızlı kaotik bir dünyada yaşamak hiç de yardımcı olmuyor. Hepimizin geçmiş eylemlerinin hükümleri ve mecburi hazırladığı beş yıllık kalkınma planları var. Herkesin hayalinde olmazsa olmaz faktör ise bütün dayatmalar ve sorumluluklardan kurtulup sadece içinde bulundukları ana odaklanmak (tahayyül sınırlarım dışında kalıyor ama evet bir süper gücüm olsa zamanı durdurabilmeyi seçerdim). Bütün carpe diem dövmelerinin, Ege kasabasında alınan yazlıkların, ayakkabıları fırlatıp kırlarda deli danalar gibi koşma dürtüsünün sebebi de bu özlem zaten.
senayersuozturk@kutudergi.com
Bana göre bir insanın davranışları, analizleri, kararları yani yargı mekanizması yaşamı boyunca inşa edilmiş şeyler. Çok abartırsam davranışlarından mesul olmadıklarını bile öne sürebilirim. Her insanı farklı ve daha önemlisi değerli kılan şey ise hissettikleri oluyor bu sistemde. Hissettiğin kadar varsın. Aklını yitirmiş bu insanlarla zaman geçirdiğimde gördüm ki duyguları elle tutulur bir düzeydeydi. Ağız dolusu hissediyorlardı ve duygularının aktarımını ne geçmiş ne de gelecek bulandırabiliyordu. Fazlasıyla ilginçti, havada asılı enerji toplarını neredeyse görebiliyordunuz.
şey taşıyordu yanlarında ama geçmişte yaşamıyorlardı. Kesinlikle gelecek için de kaygı taşımıyorlardı. Bu insanların yaşadıkları tek şey şimdiki zamandı. Sonsuz sayıda ‘“şu an”a sahiptiler. Ne geçmişin avlayan hesapları ne de geleceğe karşı sorumlulukları vardı. Kısacası duygularına ket vuracak hiçbir etken yoktu.
Bir çok kez rastladığınız delilere imrenmek bu yüzden bu kadar revaçta. Hayatta kaçırdıkları çok fazla şey yok çünkü, yaşamak konusunda dolu dolu geçirecekleri sonsuz sayıda ana sahipler ve bu anları değerlendirirken hepimizi solda sıfır bırakacak bir hissetme kapasiteleri var. Bu yuzden seni seviyorum.
Sena Yersu Öztürk
37
38
“Madness and period are an unit, you see. They start the same, you have a feeling of mature change but you can’t exactly tell whats going on. They smell the same, too, if you bother to inhale them, they are both rotten like the long gone virginity. Madness, always a burden. I don’t know about yours, but my madness is as heavy as the first day period. Sometimes sec� ond, when it settles down with all the pain craving in the ovary. I don’t know how, or since, it is just there. It catches me as I try to run away. It comes back all the time. My madness is like my period. Like everyone else’s. Like yours. They are one and I know I cant get rid of them until I’ve gone all numb. It was supposed to happen regularly, the doctors said, like once in a month. But no. My madness goes with my period, I’m telling you. It is never on track. When I want it away, it knocks my door. When its out, I want it to come home as soon as possible. I fear something worse is coming if its not. Its never there when I want it to be. Never on the right time. I’m not al� ways ready for the atom bomb. Sometimes I’m wearing my whites, but it wants to show off to the world. I know my madness like I know my period. It is me to the core. My cells, my blood, my children, my dead, my grave, my sin. There is nothing in it that doesn’t come from me. From inside of my body to outside. It is vulgar. It is solid. Natural. Pure. It is there. It is happening. And just like the doctors told me, it is human being.”
Period
Madness
vs.
39
Truisms for the Crazy have every person you like reject you with ‘you are too crazy for me’
or better yet, have some of them reject you with ‘i dont want to risk my life’
be proud of being the black sheep see the beauty in corruption
have an imaginary friend you occasionally play cards with have your best friends give you long speeches about not to creep boys out
be elegant to the extremes practice and master your ‘dont mess with crazy people’ look
be sure to have a provocative fashion style watch the tracey fragments more than twice so you really get it
consume every book, movie, production on mental illnesses you can get have an unhealthy adoration for Sylvia Plath or Oscar Wilde (if both, i salute you!)
be as active as you wish when it comes to your sexuality dont fake an orgasm, they dont deserve your extra effort if they cant make it occupy your lovers on a regular basis
do not settle for less, never talk to plants too, they need company!
festi
look being
acce
ask yo friend
ive. then festive some more.
at yourself in the mirror and imagine g the person you see
ept that mary lied and forgive her
ourself if you really love your friends ask yourself if your ds really love you observe more - ask more - doubt more look at the remains of your youth dare to say you dont want to study engineering accept that you dont like your parents that much see the awkwardness in having to like them anyway look closely at your soul, ask what does it want figure this, figure that want more of the opposites equally think about death the way you think about life have the guts to know youre not in love with what you want to be do your groom and see what happens buy more art than food know your negative triggers realize your repulsion can make people come to you add some bacardi to your morning tea and watch your day
get better try to live on a 500$ stipend date someone before asking if your friends would approve or not dont use the money in your trust fund cope with your first world problems in silence dont live in your chanel bag, darling, the world is bigger get fat on purpose know that just because theyre not perfect it doesnt mean that they wont love you dont live on revenge, focus on what moves you but let him rot anyway grow a new heart flatter yourself and others when you feel like see the comfort in light love LET IT BLEED quit the drugs, you were fine before them, you just didnt know dont cry when you have the flu, youll regret that in five minutes remember that the smart are often drained by the fool if he is going to break your heart you cant really stop it if he doesnt love you it doesnt mean that you are not lovable repeat after me: ‘its his loss’ rushing & pushing things wont do you any good revel in blur, thats the best part fascists are people you should punch twice just to be sure know that greed is your main cancer feed your hunger with all the attention you get and call it a day overthinking will ruin you
dare to be uncool scream your song in attempt to scare the bad vibes away have at least one friend whos never been to anjelique listen to poetry when you dont have the time to read reclaim your sorrow represent your generation as you think fit tip more be kind to people when you dont have to stay in school until you quit school and move to spain to write your novel turn your logic into something laughable mock yourself more than you mock others be bold try vanity for self validation dump the prince and marry someone who makes you laugh dont be friends with people who you think shouldnt vote for your country believe in heaven, not hell think of god as a concept and nothing more
if you ever do drugs, know
at ing know th o d e r a u o y t wha cry isnt very s making girls oesnt alway d d o lo b d a b chanel ck ck and bad lu lu d a b n a e m ou play your y p to s s y a wont alw ur armor o y h it w t u b cards open aordinary tr x e e th te on apprecia r insecure fo is t il u g s s sadne ourself from y e s a le e r people boundaries r u o y f o h is the angu n your alive work o
ot keep your ri you are ull need it if o y , e c fa r you e pok ur craziness o y y n e d to y ie like too craz it avoid anom e c ra b m e t mus w that est rival kno g ig b r u o y u cant s it s are liars yo m a re c g in g n’t anti-a rson if he is e p d o o g a e great make him cisions mak e d r o o p s e sometim over 20 when youre t o n t u b , s e stori utella
d to like n dont preten else does e n o y r e v e because can make you someone r ssive Jägermeiste be be aggre to t n a w t n o you d ple are on some peo e il m s a h it w
better left u n-fucked av oid the tastelessne ss those wh o skip dinne end up thinn r, er never sa y yes to cheap chee se make up wont make you good fro m bad but it will make you super s exy from pla in sexy when someone fa lls in love w ith you, behave if yo u aim for ch uck bass, he will only laugh at you the same goes for bla ir waldorf k now that yo will never fa u il like comm o n people do, your fail will be DIVIN Eh a sense of a rt is more im aving portant that to purc hase it dont tr ust anyone who has mo re than 4 ca ts dont le
have no what-ifs leave nothing behind enjoy your self be yourself stay crazy
t people cal l you a slut only becaus e you like lik ing people use once & destr oy be normfree a t all costs fi gure step by step that what yo u think insanit y was, actua lly is maturation o f y o u r soul Walso figure ther e is n
o line betw and insane een sane pity the one s who try to stay on one side when th ere are no sides at all
e c e iĹ&#x;men
Psikanaliz Kendi yaşadığımız ve toplumun çoğunluğu tarafından aşağılık olarak kabul edilen duyguları sanki yüksek gözlemcilik yetimiz ve zekamız sayesinde başkalarında gözlemleyerek tecrübe edinmişiz gibi nasıl da küstahça anlatıyoruz. Yazarlaşıyoruz zaman zaman hepimiz. Toplumun öncülerinden sayılan yazarlar da aynısını yapmıyorlar mı? ”Mutluların mutluluklarını kıskandığımız için onları aşağılıyoruz “ mealinde bir itirafta bulunuyor Milan Kundera. Kompleks duygusunu süslü-püslü edebiyat kokan kelimelerle ifade eden birisi bunu yaparken kendi saklanmış ve bastırılmış kompleksini sergilemiş olmuyor mu? Kuşkusuz hepimizin ruhu yaşıyordur bu durumları. Fakat oyunculuk “yeteneğimiz” oranında saklamayı başarıyoruz bazılarımız. Oyunculuk yetisi zayıf olanlar ise açık veriyor, belli ediyor duygularını. Bu yüzden toplumun en mutlu bireyleri en az kendisi olanlardır. Kendimiz olmak için zamanımız yok fakat mutlu olmak için var diyor Albert Camus. (Hepsini para kazanmak için harcamazsak.) Korkumuzun nedeni ise o duyguların veya hallerin zati kötülüğü değil toplumun onları “kötüler” arasına dahil etmesidir. Bir aşığın sevgilisine ulaşamadığı için ızdırap çekmesinden ve bu ızdıraptan dolayı da ağlamasından daha doğal ne ola bilir ki? Oysa bu davranışı bir erkek sergilerse erkekliğinin bir kısmını kaybeder toplum içerisinde ve bunun geri dönüşümü de “kompleks” olur. Artık kendisi de inanır zayıf olduğuna ve “erkekçe” hareket etmediğine. Kısır döngü döner durur.
Basit bir erkeğin cinsellik gibi zaaf dolu bir duyguyu (cinsel “başarılarını” vs.) gururla anlatırken, korkusunu çoğu zaman saklaması da benzer durumdandır. Bir akıl hastanesinde uzun zaman çalışmış psikiyatri doktorunun “deliliği” fıtrat edinmemesi düşünülemez. Ama onun toplumdaki yeri “akıllı” hatta “zeki” bir sürü “deli” yi tedavi eden saygın bir doktorken, çoğunluğu oluşturanların hoş olmayan bir yaftası vardır: Deliler. Tımarhanedeki bir deli ne kadar kuvvetli aşka tutulursa tutulsun “mecnun” makamına ulaşamaz orada, çünkü tımarhanede mecnunluk anormal bir durum değildir. Nietzsche çok doğal ve masum olan ölüm korkusunun kendisine (bir düşünüre) yakışmadığı yanılgısına düşmüş ve bu fobiden oluşan komplekse karşı “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum. O halde ölümden ne diye korkayım?“ gibi ucuz bir savunma geliştirmiştir. Ölüm korkusundan daha zavallı olan aşkını ise gururla itiraf etmiştir. Toplum aşkı daha masum hatta bazen kutsal kabul ettiği için belki de. Hepimizin delilikten korktuğumuz için toplumun saçma ve acımasız kurallarına belli ölçüde boyun eğdiğimiz bir gerçek ama bu baskıya boyun eğdiğimiz ölçüde kendimizden ödün veriyoruz. Hâlbuki herkesin içinde belli ölçüde bir delilik vardır. Keşke herkes kendi içsel deliliğini bilse ve onunla yaşamayı öğrense. (Paulo Coelho)
Nicat Aliyev 44
Cansu Soyupak, 2012 Š
Hearts live by being wounded. Oscar Wilde
Kaan Arslanoğlu ile Röportaj Konu delilik, konuk bir psikiyatr. Yıllarca psikiyatristlik yaptıktan sonra yazarlık hayatına atılan Kaan Arslanoğlu ile delilerden konuştu Can Mişel Kılçıksız. Kaan Arslanoğlu’nu tanımayanlar ön bilgi için Wikipedia’yı kurcalayabilir. Bizden bu kadar! Röportaj: Can Mişel
R toplumda delilik diye bilinen veya entelektüellerin delilik diye yücelttiği şeylerin çoğu aslında delilik değil, kişilik bozukluğu oluyor
C: Sizce delilik nedir, nasıl tanımlarsınız? K: Şöyle karşı soru sorabilir miyim? Deliliği niye seçtiniz konu olarak? C: Çünkü farklı açılardan bakıldığında farklı değerlendirmelere gebe olan bir konu delilik. Mesela biri Taksim’de amuda kalkıp yürümeye başlarsa bazıları bunu delilik olarak nitelendirebilir, ama bazıları nitelendirmez. Dolayısıyla yirmi tane yazarın bu konuda kendi bakış açılarından değerlendirmelerde bulunması sayesinde bu delilik kavramını az çok tanımlayabiliriz gibi geliyor. Sizin görüşünüz nedir bu konuda? K: Şöyle ki, delilik insanlar arasında bir yandan tepki alan bir yandan da özenilen bir şey. Birine deli dediğiniz zaman çok sinirlenebiliyor ya da biri bana geldiği zaman kendisine akıl hastası olduğunu söylediğimde inanılmaz reaksiyon gösterebiliyor. Ve hatta toplumun çoğunluğunun psikiyatriste gitmekten “Ne yani, ben deli miyim?” keti yüzünden ve toplumsal baskıdan dolayı çekindiğini görüyoruz. Oysa entelektüel kesimde bazı insanlarda delilik etiketini bir sahipleniş, “Ben az aykırı değilim.” imajını insanlara göstermek için deliliğe bir övgü görmekteyiz. Dolayısıyla toplumda delilik kavramının imrenilesi, iyi bir şey olup olmadığı hala tartışılmakta. Biz psikiyatristlere sorulduğunda ise delilik kavramı cevaplarımız çok kuru olur. Deliliği direk psikoz ve nevroz kapsamında tanımlarız. Misal nevroz akıl hastası durumunun farkında ve şikayetçi, oysa psikozda ise kişi hasta olduğunun bilincinde değildir. Psikozun içine manik depresyonu ve şizofreniyi de dahil edebiliriz. Akıl hastalığının iki temel özelliği var. Birincisi kişinin mantık bozukluğu ve hezeyanlar ile ortaya çıkar. Mesela kişi herhangi bir suç işlemese de polisin sürekli kendisini takip ettiğini ileri sürer ve ne kadar siz onun takip edilmesinin bir gerekçesi olmadığını anlatsanız da kendisi bu savından vazgeçmez. C: 12 Eylül’ün ağır cezaevi travmaları sonrası siyasi tutuklularda bu duruma çok rastlanıyor sanırım? K: Onlarınkinin bir açıklaması var; travma diyebiliriz. Ama bazıları var ki şizofreni dolayısıyla CIA’in dişlerine çip yerleştirdiğini iddia edebiliyor. C: Peki sizce delilik ile anormallik arasındaki o fark ne? Mesela Salvador Dali’yi örnek verelim. Sizce Salvador Dali bir deli miydi? K: Ya aslında, toplumda delilik diye bilinen veya entelektüellerin delilik diye yücelttiği şeylerin çoğu aslında delilik değil, kişilik bozukluğu oluyor. Normal kişiliklerden farklı bir kişiliğiniz varsa, anormal, farklı bir kişiliğiniz vardır. Eğer çok fazla kuşkucu biriyseniz, kuşkucu kişilik olarak nitelendiriliyorsunuz psikiyatride. Fazla kendinize hayran iseniz narsistik kişiliğiniz var deniyor. Bu anormalite ciddi aşamaya geldiği zaman kişilik bozukluğu olarak nitelendirilmeye başlanıyor. Bu durumun en yaygını ise, psikopatik dediğimiz kişilik bozukluğu. Yani birey hiçbir kurala uymak istemiyor ve suça eğilimi ciddi oranda artıyor. Sorumlulukları reddediyor. 48
Sosyopatik dediğimiz bireylerse, sürekli insanları kandırma, kumar oynama ve şirket kurup batırma gibi eğilimlere sahip insanlar oluyorlar. Salvador Dali ve diğer sanatçılara gelirsek, farklı yaşamları ve farklı duygu yoğunlukları olmaları onların kimsenin tepki vermediği olaylarda fazla tepki vermelerine neden oluyor. Kimsenin ağlamadığı bir olayda, göz yaşlarına boğulup, kimsenin tepki vermediği bir şeyde fazla hiddetlenebiliyorlar. Sanatçı, bu fazla duyarlılığının kendisinde yarattığı o irrasyonellik etkisini sanatını icra ederken kullanabiliyor. Bu fazla duyarlılık bireyleri bir madde kullanmışçasına yoğun ruh hallerine sokabiliyor. Ama yine de buna delilik diyemeyiz. C: O zaman sizin delilik kıstasınız sorunun çözümü için ilaç tedavisi gerekmesiyle bağlantılı. K: Tam olarak öyle diyemeyiz, olay farkındalıkta bitiyor. Yani kişi hasta olduğunun farkındaysa ve tedavi talep ediyorsa ona hemen deli diyemeyiz. Eğer ki kendi farkındalığını yitirmişse delilik etiketini koyabiliyoruz o kişiye. Yani siz aşırı paranoyası olan kişiye durumunu izah ettiğiniz halde kendi gerçekliğinden vazgeçmiyorsa bu kişi, artık farkındalığını yitirmiştir ve delirmiştir. Olay hasta olmakta değil, tedavi öncesi veya sonrasında bu hastalığın varlığını kabul etmemekte ve kendi gerçekliğinin dışına çıkamamakta. İşte budur delilik! Halüsinasyon bunun örneği. Eğer kişi sürekli halüsinasyon görüyorsa, boş bir oda içinde kendi kendisiyle yarım bir diyalog içerisindeyse, siz onu konuştuğu kişinin gerçek olmadığına dair uyarsanız dahi kişi bunu kabul etmez, çünkü ona göre biri onunla konuşuyordur ve gayet gerçektir. İşte delilik bu kişinin halüsinasyon gördüğü halde halüsinasyon gördüğünü kabullenmemesiyle başlıyor mesela. C: O zaman biraz da toplumsal deliliği tartışalım. Peki kitlesel olaylara ne diyorsunuz? Sivas Katliamı’nda insanların diri diri yakılması, Alman toplumunun 30’lu 40’lı yıllarda 12 yıllık faşizm evresi var. Bu insanlar, normal olarak affedilmeyen olaylar yaptılar. Sivas’ta bazıları sırf Alevi olduğu için diri diri yakıldı veya Avrupa’da Naziler tarafından sırf Yahudi olduğu için gaz odalarında katledildi. Bu eylemleri yapan gruplardaki bireyleri bir bir incelediğimiz zaman yaptıkları eylemin psikopatik davranışlar kapsamında olduğunu değerlendirebiliriz sanırım. Pişman olmuyorlar ve yaptıklarının kesinlikle doğru olduğunu düşünüyorlar. Peki bunun delilikten farkı ne? Bu da toplumsal delirme veya toplumsal delilik değil mi? K: Toplumsal delilik olarak nitelendirmiyoruz bunları tam olarak. Sosyologlar, edebiyatçılar toplumsal delilik kavramı ile nitelendirebilirler bu durumu ama pskiyatristlerin perspektifi aynı şekilde değildir. Biz pskiyatristler, kişilere odaklanıyoruz. Senin demin bahsettiğin durumlar insana özgü durumlar. İnsan saldırganlığı içinde barındıran bir varlık. Her gün binlerce kişinin cinayetten ölmesi, savaşlardan ölmesi bunun göstergesi. Yani bu eylemleri toplu çıldırış olarak nitelendirsek bile, pskiyatrik olarak tedavi
edilebilecek durumlar değil bunlar. Ancak siyasi veya kültürel tedbirlerle azaltılabilir bu saldırganlık. Ama diyelim ki siyasi olarak bastırdığında bu saldırganlığı yine farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Mesela maçlar... Yani toplu olma güdüsü suç kavramını suç olmaktan çıkarıyor, insanlar arasında yapılabilir kılıyor. C: Topluma göre farklı şeyler yapan bir bireyi kolayca deli olarak nitelendirebiliyoruz. Nazi’ler arasında Yahudi öldürmenin doğru olmadığını savunan bir Alman deli olarak nitelendirilebiliyordu kolayca. O zaman delilik kavramı subjektif değerlere bağlı bir kavram mı? Toplumdan topluma göre değişebilecek bir ölçüt mü yoksa dünya çapında tek tip bir delilik tanımlayabilir miyiz? K: Tüm toplumlar için tek bir delilik tanımı yapılabilir diyebiliriz. Eğer bir toplum x eyleminin doğru olduğunu savunuyorsa, ama bir kişi x’in doğru olmadığını savunuyorsa bunu hezeyan, yani anormallik olarak nitelendirmek daha doğru diyebiliriz. Ama doğru kavram delilik olmuyor burada yine. 1940’larda Almanya’da bir Nazi muhalifi Alman olmak da bir sapkınlık, anormallik olarak nitelendiriliyordu. Aynı şekilde, Orta Çağ Avrupası’ndaki mezhep savaşlarında binlerce insan kadın çocuk demeden birbirini doğradı. Bunlar bizim şu anki normal ölçütümüzden çok anormal gözükse de, o çağda normal olarak görülüyor ve hümanist yaklaşımlar anormal olarak görülüyordu. Günümüzde de, bizim ülkemizde bile başkalarının normal algısı diğerlerinin anormal algısı ile çatışma halinde sürekli. Zaten toplumlar çeşitli normal ve anormal algılarının çatışması üzerine uzlaşıya gelirler ve mesafe kat ederler. Bu normal kavramı üstündeki uzlaşı kalkınca tekrar iç savaş başlar. Ama kim güçlüyse onun normali tüm normal kavramlarının üstünde hüküm sürer. C: Peki, bir noktadan sonra bir birey deli olarak nitelendirildiği zaman tüm ahlaksal ve toplumsal baskılardan sıyrılabiliyor. Suç işlese bile, hukuk sisteminden muaf olduğu için cezalandırılmaktan kurtulabiliyor. Aslında deli olmayı güzel bir şey olarak da niteleyebiliriz. Bizi sınırlayan ahlak ve toplum baskısından sıyrılabildiğimiz bir dünya yaratabiliyoruz kendimize her ne kadar hayali de olsa. K: Ahlak ve toplum baskısından kaçmak mümkün değil deli olsanız bile. Kişi başkasına zarar verdiği zaman vicdani ve terapik bir baskı sürecine giriyor bu sefer. İlaçlarla ve tedavi baskısıyla yüzleşiyor. Yani akıl hastasının hayatı o kadar da kolay diyemeyiz. Çalışmasa bile kolay değil çünkü hep ailesinin, komşunun ve toplumun göz hapsi altında. Her eylemi delilik olarak yaftalanma potansiyeline sahip ve herhangi bir suç işleme durumunda akıl hastanesinde geçirdiği süre zarfından bahsetmiyorum bile. Mutluluk diyorsan da, o stabil durumda olmadığı için hastayı rahatlatmaktan çok yıpratabiliyor bu delirme aşaması. Rasyonelliği yitirmek her zaman mutluluk getirmiyor, sizi hiçliğe de sürükleyebiliyor. C: Peki mutsuz bir aydın düşünün. Bu adam tüm toplumsal çirkinliklerin farkında. Bir noktadan sonra bu adam dayanamıyor, deliriyor. Akıl hastanesinde rasyonelliğini yitirmiş ve farkındalığından
kurtulmuş durumda, en azından mutsuz değil. Ne diyorsunuz, sizce hangisi daha tercih edilesi? K: Dediğim gibi, bu mutluluk durumu düzenli bir hale gelmediği için, kişiyi daha kötü hale getirebiliyor. Örneğin, manik hastalara bakalım. Bu insanlar manik dönemlerinde inanılmaz coşkulu olurlar. Her şeyi yapma gücünde hissederler kendilerini. İnanılmaz büyük işlere kalkışırlar, çekler imzalarlar, ziyafetler düzenlerler. Bir ay sonra bir bakar ki her şey anlamsızlaşır. Bu coşkulu dönemi geçer ve bir hiçliğe sürüklenir kişi. İşte bu ani duygu değişimi onu mutsuzluktan daha da kötüsü, yıkıma uğratabiliyor. C: Sizce delilik tamamen düzeltilebilecek, tedavi edilebilecek bir şey mi? K: Hastalığı tamamen yok edemiyoruz. Şeker hastalığı gibi bir şey. Tamamen yok edilemiyor ancak kişi toplumsal hayatını sürdürebiliyor tedavi sonucunda. Deliliğin de tedavisi böyle bir şey. Hastanın farkındalığı arttıkça tedavi aşaması daha kolay hale geliyor ve hasta topluma rahatça entegre olacak hale gelebiliyor, hatta çalışabiliyor. C: Peki delilik genetik bir şey mi? Benim ailemde birçok akıl hastası var ise, ileride akıl hastalığı geçirme potansiyelimin yüksek olacağının göstergesi midir bu durum? K: Diyebiliriz. Normal popülasyonda şizofreni oranı yüzde 1 ise, anne veya babada şizofreni olma durumunda bu oran yüzde 20’ye çıkıyor. C: Zeki Demirkubuz filmlerinde aşk acısından deliren karakterlerin gerçek hayatımıza izdüşümleri var mı sizce? K: Günlük hayatımızda hep rastlarız. Birçok deli için insanlar “Eskiden bir kıza çok aşık oldu, çok da zeki çocuktu, dayanamadı, delirdi.” derler. Ben bu hikayelerin çoğunu uydurma buluyorum. Eğer bir şizofreni veya delirme potansiyeliniz varsa işyerinizde yaşadığınız bir krizde, kötü not aldığınız bir sınav sonrasında, bir yakınınızın vefatının sonrasında patlak verebilir şizofreni. Bu sizin yatkınlığınıza bağlı. Tetikleyicinin çok önemi yok. Bilinçaltınızda vardır zaten bu durum. C: Peki çok normal gözüken bir insan birden şizofren olabilir mi? Nereden anlarız toplumca normal olarak atfedilen bu insanların şizofreni potansiyeli taşıdığını? K: Bazen anlayabiliyoruz. Mesela çocukluğunda çok içe kapanık bir bireyin şizofreniye sahip olma potansiyeli çok daha yüksek oluyor ve bu da bizde bir şüphe yaratabiliyor. Ama birçok akıl hastalığı için bu ön semptomlar yok. 30 yaşına kadar şizofren oldunuz oldunuz, olmadınız kurtuldunuz diyebiliriz. (gülüşmeler) C: Peki dergimiz için son bir şey söylemek ister misiniz? K: İçeriğini inceleyemesem de biçim olarak çok profesyonel ve başarılı buldum. İleriki sayılarda size başarılar.
49
LA GENTE ESTA MUY LOCA Yaptığı şeyler sonucunda ona ister dahi ister deli diyelim, ister beğenelim ister beğenmeyelim Picasso tarihe adını yazdırmakla kalmayıp tarihi resmetmiştir. Sonuç olaraksa dahilikle delilik arasındaki ince çizgi onun ilham kaynağı olmuştur. Yazı: Nilay Dursun 50
51
“Bu adam her ne ise sonradan “o” olmuştur. Yaptığı şeyler sonucunda ona ister dahi ister deli diyelim, ister beğenelim ister beğenmeyelim Picasso tarihe adını yazdırmakla kalmayıp tarihi resmetmiştir. Sonuç olaraksa dahilikle delilik arasındaki ince çizgi onun ilham kaynağı olmuştur...” 52
Bazı insanlar vardır ki “delilikle dahilik arasındaki o ince çizgi” o insanlarda sadece ama sadece kendileri istediği zaman belirginleşir ve görünür hale gelir. Bu tip insanları anlayamayan insanlar ise onları kendi akıl seviyelerine ve anlamlandırma şekillerine göre “deli” ya da “dahi” olarak adlandırırlar. Yani bir adam öyle bir eserle karşınıza çıkar ki ya “Abi kafayı mı yedin, bu ne böyle?” dersiniz ya da “Vallahi kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, dahi misin nesin?” gibi bir cevapla şaşkınlığınızı belirtir işin içinden çıkarsınız. Hadi bir düşünelim. Diyelim ki yıl 1957 ve sevgili Picasso gelip size şöyle dedi; “Dostum bence Diego Velazquez’in “Las Meninas” adlı tablosu çok sıkıcı, yıllardır bu tabloya bakar dururum, bilirsin zaten Velazquez’i çok severim (burada bildiğimizi var sayıp başımızı sallıyoruz). Düşündüm de bu tabloyu daha farklı bir hale getirmek için bir nevi yaratıcısı olduğum (haşa) kübizm akımını bu naçizane esere yansıtarak; farklı geometrik şekiller, renkler ve yeni manalarla bu tabloyu süsleyip tam 58 farklı şekilde yeniden çizeceğim. Ne dersin?” Şimdi
böyle bir durumda sanatın gerçekdışı ya da değiştirilmiş çizgilerini sevmeyen insanlar ve diğer insanların yüzde 40’ının vereceği cevaplar şu şekilde olabilir diye düşünüyorum. “Cancağızım, insanları yamuk yumuk çizmen yetmezmiş gibi bir de çok önemli bir ressamın resmini mahvedip adamcağızın kemiklerini mi sızlatmak istiyorsun?” “ Yahu taklitle sanat mı olurmuş, özgün ol biraz Picasso azizim lütfen!” “İşin gücün mü yok Picasso. Deli misin nesin? Git işine yahu bir kübizmdir tutturdun gitti!” gibi olabilir, ya da yukarıda verdiğim yüzdenin dışına çıkarak; “Evet bence çok iyi fikir, ben de zaten 1919’lara gidip Marcel Duchamp ile Da Vinci’nin “Mona Lisa’sını” değiştirecektim, sana kolay gelsin kardeşim.” gibi bir cevap verip bıyık çizmeye dönme şansınız da var. Son seçenek ise, kendi kendinize “Delidir ne yapsa yeridir.” diyerek Picasso abimizi rahat bırakıp kendi köşenize çekilmektir. Ve tabii ki
seneler sonra bu 58 farklı “Las Meninas’ın” ne kadar da ünlü olduğunu görüp kendi kendinizi yemek de size kalmış bir şey. Şimdi olay şu ki bir sanatçının böyle bir şey yapması delilik midir dahilik mi? Tabii ki şunu vurgulamak gerekir ki bu yazının amacı buna karar vermek değildir, sadece konu hakkında düşünmek ve düşündürmek, Picasso hakkında ufkumuzun açılmasına yardımcı olmaktır. Aksi halde benim gibi pek küçük olmasa da orta halli bir sanat tarihi öğrencisi bunu tek başına hele hele Amsterdam’da yaşarken çözecek değil ya? Neyse konumuza dönmek gerekirse ben Picasso’nun çocukluğuna inmek gerektiğine inanıyorum, benim filmlerden ve dizilerden öğrendiğim bu. Yani “Dâhi ya da deli doğulur mu yoksa olunur mu?” konusuna. Olay acaba İspanya’nın taşı toprağında mı, yoksa genç yaşlarında Paris’e giden her genç yeni bir akımla bütünleşmek zorunda mı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz gibi Picasso’nun yanı sıra delilik ile dahilik arasında gelip giden diğer İspanyalılar; Salvador Dali ya da Gaudi gibi insanlar da var. Ben mesela İspanya’ya gittiğimde kesinlikle bu çığır açan sanat akımlarının neden orada çıktığını biraz daha iyi anlamış oldum diyebilirim. Tabi toplumun sosyo-ekonomik konumu vs. gibi şeyleri de işin içine katarsak çok daha kesin bir cevaba varabiliriz ama ben henüz kendimi o kadar da akademisyen görmediğim için bu sorunun cevabını ileriki eğitim hayatıma bırakıyorum. Ayrıca dediğim gibi, o yıllarda Paris gibi başka mükemmel bir şehre, hatta bana göre sanatın kalbinin attığı şehre gidip de yanında o kadar mükemmel yazarlar, ressamlar, şairler vb. varken bunlardan etkilenmemenin imkansız olduğunu da düşünüyorum. Evet, dönelim Picasso üstadımızın çocukluğuna yani aslında sanatının gelişimine. Elimizdeki ve tarihimizdeki bilgilere göre kendisi başlarda gayet mağrur realist sayılabilecek bir ressamken 1890’ların sonuna doğru tarzını önce sembolizmle harmanlayıp sonra da modernizmle birleştirip değiştirmiştir. Derken her dahli* sanatçının başına gelmesi beklenen olmuş ve kendisini oldukça etkileyecek şeyler yaşamında boy göstermeye başlamıştır. Picasso 1900’lerın başında İspanya gezisi daha sonra ise Paris’e gidişi ve de en önemlisi yakın arkadaşı Carlos Casagemas’ın intiharından sonra sanat tarihçilerinin “mavi periyot” olarak adlandırdığı döneme girmiş ve eserlerinde mavi ve yeşili çokça kullanarak genellikle fahişeler ile dilencileri resmetmiştir. 1904-06 arasındaki “Gül dönemi” olarak adlandırılan dönemde ise daha sıcak ve eğlenceli resimler çizerek, turuncu
ve pembenin resim üzerindeki varlığını arttırmış ve bu eğlenceli havayı yansıtmak için de resimlerinde genellikle sirk çalışanları, akrobatları, özellikle de soytarıları kullanmıştır. Yine sanat tarihçilerine göre bu döneme adını yazdıran önemli olay ise Picasso’nun güzeller güzeli kendi gibi artist Fernande Olivier ile tanışması ve onunla olan ilişkisidir. 1907-09 yıllarına geldiğimizde ise Picasso’nun Afrika etkisindeki resimlerini görürüz. Bu yıllar arasındaki döneme “Afrika Etkisindeki” dönem denmesinin sebebine ise “Les Demoiselles d’Avignon” adlı eserinde resmettiği figürler diyebiliriz. Sevgili sanat tarihi hocamız Nina Ergin’in de daha önce bize derste anlattığı gibi bu resme baktığımızda “garip” çizilmiş kadınlar yerine aslında “Afrika maskeleri” şeklinde resmedilmiş kadın yüzleri görebilirsiniz. Afrikan objelerinden etkilenen bu dönem sonrasında ise beklenen an gelir ve 1909-12 arasındaki yıllarda Kübizm dönemi boy gösterir. Bu dönemde Picasso bildiğimiz Picasso olmaya başlar ve kübizm etkisiyle “konunun sadece görünen tarafını değil, görünmeyen taraflarını da göstermeye çalışan” bir ruh hali ile gördüklerini gözünde parçalara ayırır 53
ve geometrik şekiller kullanarak onları adete bir yap-boz gibi tualinde yeniden bütünleştirir. Bu dönemin en büyük etkeni ve bir nevi “gaza getiricisi” ya da “suç arkadaşı” ise Picasso’nun diğer dahli arkadaşı Georges Braque ile olan dostluğudur. 19121919 yıllarındaysa bu önderler kübizmi biraz daha ilerletip kesilmiş kağıt parçalarını birbirine yapıştırarak ve yeni kompozisyonlar oluşturarak “sentetik kübizm” türüne katkıda bulunmuşlardır. Daha sonraları, etkilenmenin en büyüğünü Birinci Dünya Savaşı ile yaşayıp Picasso da diğer dönem artistleri gibi “düzene dönüş” olarak adlandırılan neo-klasik stile dönüş yapmıştır. 1930’lara geldiğimizde, Gül Dönemi’ndeki soytarının yerini ünlü eseri Guernica’da da kullandığı “minotaur” olarak adlandırılan yarı insan yarı boğa olarak resmedilen canavarın aldığı görülür. Bu dönemdeki yapıtlarının tasvir ettiği “çok ve gizlenmiş” anlamlılığına bakıldığında sürrealizmden oldukça etkilendiği söylenebilir.
54
Neyse efendim, Picasso’nun hayatında başarının doruklarına ulaştıktan sonra etkilenme dönemi biter mi bitmez tabii ki! 1946 yılında Fransa, Vallauris’e yaptığı bir gezide Madoura Seramik Fabrikası’nın sahipleriyle tanışmasıyla birlikte seramik sanatına da adımını atıp daha sonra maketler ve heykeller de yapıp sanat hayatı boyunca kullandığı akımları birleştirerek kendisi daha da farklı yapıtlar ortaya koymuştur. Yani diyeceğim şu ki bu adam her ne ise sonradan “o” olmuştur. Yaptığı şeyler sonucunda ona ister dahi ister deli diyelim, ister beğenelim ister beğenmeyelim Picasso tarihe adını yazdırmakla kalmayıp tarihi resmetmiştir .sonuç olaraksa dahilikle delilik arasındaki ince çizgi onun ilham kaynağı olmuştur.
nilaydursun@kutudergi.com
*Dahli: [da:hlI] sıfat, 1. heyecanlı bir sanat tarihi öğrencisi olarak dahi ve deliyi tekrardan uzun uzun kullanmamak amacı ile oluşturduğum kendi kelimeciğim.
Son olarak 1950’lerde ise tarzının tekrardan değiştiğini ve kendisinin yazının başında da bahsettiğim gibi Velazquez başta olmak üzere Goya, Manet, Delacroix gibi ressamların resimlerini tekrar yorumladığını görürüz. Ancak “Las Meninas”da da gördüğümüz gibi bu “tekrar yorumlama” durumu kendisine sorulduğunda ise “Eğer biri Las Meninas’in kopyasini yapacak olsaydı ve bu kişi ben olsaydım kendime şöyle derdim: Diyelim ki ben bu figürü biraz sağa ya da biraz sola kaydırdım, eğer böyle bir şey yapacaksam Velazquez’i unutarak kendi isteğime göre yaparım. Büyük ihtimalle kendimi ışığı değiştirmeye ya da yerleri değişmiş figürlere göre ışığı ayarlamaya teşvik ederdim. Eski resimleri kopyalama uzmanlarının dehşete düşeceği Las Meninas’ın bir tablosunu yavaş yavaş tamamlardım ancak; o andan itibaren tablo Velazquez’in tualinde gördüğü Las Meninas olmazdı, o, artık benim Las Meninas’im olurdu.” cevabını vererek çoğu insanda farklı düşünceler ve duygular
uyandırdığı gerçeğini de göz ardaıetmemek gerekir. Bilemiyorum kendisinin bu cevabı size Picasso’nun deli mi yoksa dahi mi olduğu gerçeği hakkında bir sonuca varmanızda yardımcı oldu mu? “Adam haklı beyler” diyenler ile “Bildiğin hırsızlık bu yahu!” diyenlerin seslerini duyar gibiyim. Ancak ünlü ve özellikle yeni akımların öncüleri olan sanatçıların sanat hayatlarına baktığınızda çoğunun belirli sanatçıların belirli resimlerini ve tabii ki tarzlarını kopya ederek bir yerlere geldiğini söylemek zorundayım. Tabii bunun dışında benim düşüncemce sevgili Van Gogh gibi “Abi bana ressam ol dediler, ben de zamana uydum manzaraymış, insanmış çiziyim dedim ama olmadı, vallahi güzel olmadı! Sonra da tabii el mahkum (tabii ki Paris’e gittikten sonra) bir efendim Edgar Degas’mış Monet’imiş, Pissarro’ymuş bir etkileneyim de yeni çeşit fırça darbelerimle empresyonist olayım bir de Emile Bernard’dan noktacılık akımını kaptım mı oldu bu iş!” diyerek etkilenme sürecini abartan ressamların da varlığını kabul etmeliyiz (Van Gogh’u çok sevmekle beraber gerçekten milyonlarca başarılı artistten farklı şeyler kaptığı gerçeğini de bu şekilde şakacı bir yorumla anlatmak lütfen yanlış anlaşılmasın).
“Being There”, 1979
“Life is a state of mind”
Ricardo Lòpez “Björk Stalker”
56
Ricardo Lopez’in videosuyla internette karşılaşmış olabilirsiniz. Hayranı olduğu hatta bir tanrıya tapar gibi taptığı Björk’e saplantılı olan, sevgisini nefrete dönüştüren ve en sonunda da onu cezalandırmaya karar vermiş bir insan. Kendi yaptığı, kapağı açılınca asit püskürten bir mekanizmayı sanatçıya yollayıp intihar ediyor. Biz bütün bu olanları onun kaydettiği kayıtlardan biliyoruz. Kayıtlarını izleyince hayat görüşlerini öğreniyoruz. Bir deli olduğunu inkar etmeyen Ricardo halini kendine kabul ettirmiş gibi duruyor. “Önemli olan kafamdan geçenler. Mantıklı olup olmaması sorun değil.” Kendine göre yaptığı oldukça normal. Korkunç olan onu dinledikçe mantığının çok da saçma olmadığına kanaat getirme ihtimali. Bazı insanlar tanrılarına tapar. O da bir insana tapıyor. İnsan oğlunun tür olarak iğrenç olduğu bilgisini doğru kabul edince, bu bilgiyi kullanarak gelebileceği yerler sınırsız (ve bence oldukça tehlikeli) gözüküyor. Gerçekten de dünya görüşü, iyilik, kötülük, bencillik gibi kavramlar üzerindeki fikirleri kimimizinkilerle ne kadar benzer olduğunu görmek delilik ve normallik arasındaki çizginin inceliğine dikkat çekiyor.
Yalnız Olan Deli midir?
Salad Fingers’la tanışın. David Firth’ün (ya da ‘in artık kusura bakmayın.) ödül almış animasyonunun baş karakteri. Normal olmadığı bilgisi dışında hakkında söylenen hemen her şey tahminlerden ibaret. Değişmiş ya da başka bir dünyada yaşayan, yalnız ve garip bir şekilde mutlu bir karakter... Seriyi izledikçe kimilerine rahatsız edici gelebilecek olan bu insan (?) aslında kendi için huzuru bulmuş çocuk ruhlu, inanılmaz iyi kalpli. Kendi yarattığı kurallara göre oldukça normal davranan, beyefendi İngilizcesiyle konuşan ve de eski hayatından olduğunu tahmin ettiğimiz düşünceleri ara ara aklına geldikçe üzülen ve onlarla başa çıkmak için gene kendi hikayesini yaratan bir deli. İlginizi çekebilecek olan deliliğinin (animasyon içinde bile olsa) tanımlanan kuralların içinde veya dışında olmaktan ibaret olduğuna güzel bir örnek. Sanırım hepimiz Salad Fingers’ın dengesiz hareketler sergilediği konusunda hemfikir olabiliriz. Ancak SF kendi yarattığı deli dünyasının kurallarını hiç çiğnemiyor. Oyununu asla bozmuyor. Çıkışı olmadığı yerlerde hayatının (oyununun) farklı bir yön alması bile hep kurallar dahilinde. Düşünüyor insan... Ben o dünyada yokum. Sen yoksun. Kimse yok. Muhtemelen tek kişilik nüfusa sahip bir dünyada normalin tanımını belirlemek, biz var olmayanlara düşmez gibi geliyor. Seriye buradan ulaşabilirsiniz: http://www.fat-pie.com/salad.htm
57
“TO BE OR NOT TO BE” THAT IS NOT THE QUESTION. IT’S THE GODDAMN ANSWER!
Selam sevgili okur. Mehmet Okur’dan hareketle yazının geri kalanında sana “Mehmet” diye hitap edeceğim. İstersen deli de ama bunu neden yaptığımı ben de bilmiyorum. Canım öyle istedi. Kadın okurlar da lütfen alınmasınlar. Bu yazarın okur profiline karşı önyargısı değil. Mehmet sadece tüm okur kitlesini sembolize eden hayali bir kişi. Tüm askerlere Mehmetçik denilmesi gibi. (Ne haber Sunay Akın?) Delilik nedir bilir misin Mehmet? Ben de bilmiyorum. Aslında biliyorum ama tek bir cümlede ifade edebilecek kadar gelişmiş bir edebi veya dil bilgim maalesef yok. Belki de bu iyi bir şeydir. Neyse, benim derdimin ne olduğuna dönelim. Benim derdim aslında sana derdimi anlatmak ama konumuza odaklanmamız gerektiği için senin beni dinlediğini (Ya da okuduğunu) varsayıyorum. Evet, belki deliliğin tanımını tek cümlede anlatamıyorum ama bu sayfalarda aklıma gelen tasvir ve yorumları bulabilirsin. Bunun sana ne mi faydası var? Bu benim problemim değil Mehmet. Oku ya da okuma, olay bu kadar basit. Ama sen okursun.
Şeytanla yatağa girmeliyiz. Sen ve ben… Önce sen, sonra ben... Ya da tam tersi, ya da hep beraber… Hepimiz aynı anda yaparsak delice gelmez belki. Sen farkında olmadan seni yoldan çıkarabilecek bir varlıktan kaçabileceğine inanmak saçma değil midir? Yakın olmak daha iyi olmaz mı? Ne demişler: “The devil you know, is beter than the devil you don’t know.” (İngiliz atasözü). Peki, şeytan gibi zekası ve kötülüğü kutsal kitaplarda yer almış bir karaktere yakın olmak
Ne yapıyorsun Mehmet? Ben ne yapıyorum? Daha doğrusu ne yapmışım. Bu dergi eline geçmeden, hatta basılmadan önce yapacağımı yaptım. Benimle kal. Henüz söyleyeceklerimi bitirmedim. Hoş, yazının her şeyden bağımsız mistik bir varlığı varken, bu yazının bir dergide yer aldığını ve benim bunu çok önce yazdığımı söyleyerek büyüyü bozdum. Ya bozmasaydım? Neyse ki sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım. Belki de sırtın kadar uzak… Dikkatli ol Mehmet! Sakin ol. Sadece duyularını açmanı talep ediyorum. Yazıdan başını kaldır ve bunu her nerede okuyor veya okutuyorsan bir saniye etrafına bak, sonra geri dön. Döndüysen devam edelim. Etrafında neler oluyor? Bir saat sonra başına ne gelecek? Bilmiyorsun. Değil mi? En çok bildiğini sandığın anlarda bile aslında en ufak bir fikrin bile olmadığının içten içe farkındasın. Ancak bunu dile getirmekten korkuyorsun. Çünkü eğer dile getirseydin, bu düpedüz… Delilik olurdu! Nasıl yapıyoruz bunu? Bu kadar karmaşık, bu kadar kaotik, bu kadar tehlikeli ve bir o kadar sıkıcı dünyada inatla yaşamayı. Her gün uyanıp hiçbir kesinliği olmamasına rağmen planladığımız şeyleri yapmaya girişiyoruz. Bir de planlıyoruz! Bu kadar saçma bir şey olabilir mi Mehmet? Öte yandan bunları yapmadan yaşayamayacağını da biliyorsun. Bu seni deli etmiyor mu? Deliliğin tanımını aramak için çok derinlere inmene gerek yok Mehmet. O kedili videoyu neden izledin? Hadi izledin neden Facebook’ta paylaşıyorsun! Tüm arkadaşlarını sadece “Çok dadlu!” diye tek bir kediyi izlemeye neden davet ediyorsun etrafta binlerce kedi varken. Neden kedi? Neden olmasın.
yamanduman@kutudergi.com
Sana ne olduğunu anlatmaya çalıştığım deliliği hayal ederken aklıma deli örnekler geliyor ve otomatik olarak tersini sorgulayıp “Bu normal mi peki?” diye düşünüyorum. Mesela Pandora… Pandora’yı biliyorsun değil mi Mehmet? Hayır, kırtasiye olan değil, mitolojik karakter olan. O kutuyu neden açarsın? Açma demişler değil mi? Deli misin kadın! Ama açtı. Açtı ve iyi b*k yedi. Açmasaydı şu anda Teletubbies gibi yaşıyor olabilirdik. Peki, Pandora’ya ne kadar kızabilirsin? Birisi sana bu kutuyu açma deseydi ve sen açmasaydın… Yıllar boyu elinin altındaki kutuyu açmasaydın, ben sana deli derdim. Bu senin umurunda olur muydu? Benim bildiğim Mehmet’in insanların söylediğine takılmaması lazım. O zaman delilik sadece birisi öyle olduğunu iddia ettiği sürece deliliktir. Kimse bilmese, senin için doğal olan bir şey genel standartların ne kadar dışında da olsa delice olmazdı. Kendi halinde var olurdu. Neden kurcalıyoruz Mehmet? Hiç ellemesek kendi kendine zararsızca var olacak bir şeyi neden bir problem haline getiriyoruz? Deli miyiz biz Mehmet? Sen ve ben… İnsanlara neden deli diyoruz? Biz çok mu normaliz?
diğerlerine göre daha çok güvende olduğunu mu gösterir? Görüyorsun değil mi? Ne yaparsan yap her zaman aynı kapıya çıkıyorsun. Senin ne olduğun kanısı tamamen bakış açısına göre değişen bir durum. Yani tüm delileri aynı yere topladığımız bir toplamda, bir toplumda yaşasak biz “deli” olmaz mıydık? Olurduk Mehmetçiğim. Aynı ilginç bulduğumuz Aborjinlerin, dünyanın geri kalanına “Mutant” demesi gibi. Sana şu yargıyla geliyorum o zaman; “delilik” diye bir şey yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Sadece birbirinin işine burnunu sokan birbirinden farklı insanlar vardır. Hep de olacaktır.
Sen hala bu yazıyı okuyorsan, bu yazıyı beğendiysen, ya da bu yazıyı beğenmediysen, benim nasıl bir kafada yazdığımı düşünüyorsan, ya da bu umurunda bile değilse, şu anda hayatını sonlandırmayı hiç düşünmüyorsan, ya da bu akşam için ilginç planların varsa, o kahveyi içiyorsan, ya da içmiyorsan sana bir haberim var Mehmet: Sen düpedüz delisin!
Yaman Duman
59
HİSSEDİLEN İŞARETLER Çizgi Romanda Delilik Murat Gencoğlu
“Joker. Bilen, bilmeyen, çok az bilen ve hatta sadece adını bilen insanlar bile onun psikopat, sadist, şizofren ve delilik deyince akla gelen daha nice hastalığı tek bir çatıda toplamış bir adam olduğunu bilir. Bilmeyen de öğrendi.” 60
Merhaba sevgili okur, bu sayıda çizgi roman konusunu ben ele aldım. Bir önceki yazar zaten bilmiyordu. Şakaydı bu tabii, şakalar komiklikler için sayfa 60’a gidin. Önceki çizgi roman yazılarında çizgi roman tarihinden bahsedilmişti, evet. Ama ben yine de bu konuya yönelik olarak daha kapsamlı bahsedeceğim. Öncelikle “çizgi roman” ile kastettiğim; haziran 1938’de ilk defa görünen Süpermen’den bu yana mantar gibi çoğalan süper kahraman odaklı çizgi romanlar. 50’li yılların başlarına kadar tüm Amerika’yı kasıp kavurdu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle beraber süper kahramana olan ilgi de giderek azaldı. Bu azalmanın asıl sebebi, süper kahramanlara olan ihtiyacın savaşla beraber bitmesiydi. Diğer sebeplerden birisi süper kahramanların aşırı derecede mükemmel olmalarıydı. Çizgi roman dediğimiz, o zamanlar gerçekten çocuklar için çizilen bir şeydi. İnsanlar süper kahramanlarla empati kuramıyorlardı. Her şeyin en iyisini bilen ve uygulayan bir insan zaten olamazdı. Diğer bir sebep ise süper kahramanların Amerikalı olması ve aşırı vatansever olmalarıydı. Süper kahramanların en büyük düşmanı İttifak kuvvetleriydi. Savaş bitince, haliyle, büyük düşman olmadığı için, kahramanlığın boyutu da küçülmüştü. Bu konuyu uzatmayalım, kısaca sevildiyseler de bunu büyük ölçüde savaş zamanında herkesin vatansever duygularının artmasına borçluydular. Bu dönem çizgi romanın “altın çağı” olarak anılıyor. İlginç bir nokta olarak, bu çağda genelde süper kahramanların düşmanları sıradan insanlar oluyordu. Sıradan ile kastettiğimiz süper gücü olmayan düşmanlar. 60’lı yılların başında Stan Lee amcamızın yepyeni süper kahramanlarla çizgi roman piyasasını canlandırdığına şahit oluyoruz. Bu canlandırmanın en büyük sebebi süper kahramanların içimizden insanlar olmasıydı. “Kötünün karşısındaki iyi”nin yanı sıra kahramanın hayatındaki iç çatışmalar daha çok göze çarpmaya başladı. Bu bakış açısını Stan Lee’ye kazandıran karısıydı. Tabii ki kostümlerini giydikleri zaman yine peygamber boyutunda iyi oluyorlardı. Öldürmekten katiyen kaçınıyorlar ve yakaladıkları kötü adamları
“adaletin güvenli elleri”ne teslim ediyorlardı. Tabii ki bitmeyen bir savaş onları bekliyordu çünkü yakaladıkları her kötü adam, hapisten çıktığında itliğin serseriliğin peşini bırakmıyordu. Bu sayede iyinin kötüye karşı olan zaferine tekrar tekrar şahit oluyorduk ve zevkten dört köşe oluyorduk. Altın çağdan farklı olarak politik konulardan kaçıyorlardı. Bu durum onları gözle görülen düşmanlarla savaşmaya zorluyordu, yani kostümlü bir deliyle savaşmıyorlarsa yine değersizlerdi. Bu dönem çizgi romanın gümüş çağı olarak adlandırılır. 70 ila 85 yılları arasında artık çizgi romanda bronz çağına girmiş bulunuyoruz. Bu çağda çizgi roman kahramanları genel olarak yine öldürmekten kaçınıyorlardı. Yine de kahraman sebep olmasa bile ölümler baş göstermeye başlamıştı. Bu çağda düşmanlar, kahramanın sevdiklerine zarar vermeye başladılar. Yeşil Cin’in Örümcek Adam’ın sevgilisini öldürmesi Örümcek Adam’ın öldürmeme prensibini bozmasına yetmemişti. Gümüş çağında başka bir farklılık olarak kahramanlarımız toplumun “kostümlü düşman”ları dışında diğer problemlerini farketmeye başladılar. Kanunların erişemediği, adaletteki yozlaşmadan faydalanan düşmanları olmaya başladı. Eski dönemlerde bir düşmanın banka soyması yeterli bir kanıttı! Artık birinin “kötü adam” olduğunu anlamak kahramanlar için zorlaşmıştı. Ve nihayet günümüze kadar devam eden modern çağa gelmiş bulunuyoruz. Bu dönemde çok daha karanlık unsurlara şahit oluyoruz. 86 senesinde çıkan Watchmen grafik romanı, birçok yeni bakış açısı getirmiştir. Öncelikle öldürmekten kaçınmayan kahramanları görüyoruz, bunlara anti-kahraman deniliyor. Anti-kahramanlar, geride kalan 50 sene içindeki kahramanların aksine adaleti kendi elleriyle sunan kahramanlar. Tabii ki kahramanlar düşmanlarının kompleksleşmesine ayak uydurmak zorundaydılar. Onlarca yıl hazırlıktan son-
ra artık çizgi romanda deliliğe geçebiliriz. Çizgi romanda delilik kavramını işlemeyeceğiz aslında. Deli deyince aklıma ilk gelen çizgi roman karakterleri üzerinden gitmeyi planlıyordum. Hem zaten yukarıda çizgi romanda bol bol delinin türediğine dair ipuçları verdik. Deli olmak için çizgi romanın modern çağını beklemeyen ve hepimizin bildiği bir karakter var. Joker. Bilen, bilmeyen, çok az bilen ve hatta sadece adını bilen insanlar bile onun psikopat, sadist, şizofren ve delilik deyince akla gelen daha nice hastalığı tek bir çatıda toplamış bir adam olduğunu bilir. Bilmeyen de öğrendi. Nam-ı diğer “Suçun soytarı prensi” ilk olarak 1940 yılında, Batman #1 de göründü. Yani Batman’in ölümsüz düşmanlarından ilki ve açık ara farkla en delisi. Batman’in bir çok düşmanının psikolojik sorunları var, ama Joker bu kadarı da fazla dedirten cinsten. Günümüze gelene kadar Joker türlü değişimler geçirdi ama daha ilk gününden bu yana kıyafeti hep aynıydı. Ama karakter olarak çağlar arasında değişip durdu. Altın çağda gücünü kanıtlamak isteyen bir katildi. O yıllarda çete liderlerinin yanı sıra hırs, para ve güç uğruna cinayet işleyen düşmanlar sıklıkla konu ediliyordu. Bu sıradan katillerin yanında Joker kendi imzası olan bir zehirle kurbanlarını öldürüyordu. Kurbanları yüzlerinde korkunç bir sırıtmayla öldüren bu “Joker Zehri” daha o yıllarda Joker’in psikopatlığına dair ipuçları veriyordu. Kıyafetinin yanı sıra o yıllarda diğer kötü adamlardan sıyrılmasını buna borçlu. Daha ilk sayısında insanları yüzünde korkunç bir sırıtmayla öldüren bu adam, modern çağa geldiğimizde elbette ki çıtayı yükseltecektir. DC Comics’in geçtiğimiz senenin eylül ayında başlattığı “The New 52” atılımında Detective Comics #1 Joker’in yüzünü kestirmesiyle bitiyor. Anlaşılan deliliğin bir sınırı yok. Yine de şunu söyleyebiliriz, Joker giderek daha az komik bir karakter olmaya 61
62
muratgencoglu@kutudergi.com
başladı. Gümüş çağı döneminde Joker’i daha az manyak ve şirin bir karakter yapmışlardı (öldürmesinin dışında). Modern çağda bundan eser kalmadı diyebiliriz. Heath Ledger’ın Joker performansı bunun en büyük göstergesi. Anlaşılan yetişkinler çocukları çizgi roman dünyasından tam anlamıyla kovmuş bulunmakta. Bir diğer delimiz “Watchmen” çizgi romanında adı geçen Komedyen. Joker’in daha az kapsamlı hali diyebiliriz. Neden? Çünkü adı Komedyen. Bu ikisi arasında önemli bir fark var, Joker yaptığı onca şeye rağmen okurlar tarafından seviliyor. Yüzlerce kişinin ölümüne sebep olsa bile, Batman’e cebinden çıkardığı sapanla taş atması hoşumuza gidiyor. Oysa Komedyen bundan farklı, ne yaparsa yapsın pek sevilmeyen bir karakter. Bunun sebeplerinden biri, onu az çok anlamamız ve aynı düşünceyi paylaşıyorsak bile onun çok daha radikal yaşaması. İnceden deli. Anladığımız bir bakış açısı var, ama kendimizi yerine koyamadığımız bir şekilde düşündüklerini uyguluyor. İnsan doğasında vahşetin olduğunu ve bunun inkar edilemez bir şey olduğunu düşünüyor. Tamam belki bunu düşünenler var aramızda, ama bu adam hiç vicdan azabı çekmeden öldürebiliyor. Doğasında vahşet olduğu için. Kahramanlar fotoğraf çektirdikten sonra Komedyen kahramanlardan birine tecavüz etmeye çalışıyor, bir diğer kahraman gelip onu pataklamaya başlıyor. Kahramanın savaşabileceği bir suçun varlığı sayesinde mutlu olduğunu kendisini döven adama söylüyor. Bu durum Komedyen’in hoşuna gidiyor. Tecavüz durumundan utanacağı yerde hala toplum yapısının göründüğü gibi olmamasından ve bunu farketmekten zevk alıyor. Kısacası bu adam gerçek olabilecek bir deli, aramızda bile yürüyor olabilir. Ona deli ürkütücülüğü kazandıran işte tam da bu gerçekçiliği. Psikanalistlerin tanım koyabileceği cinsten bir deli olan başka bir karakterimiz var. Kendisine “Yeşil Cin” diyor. Bu Örümcek Adam’ın ezeli düşmanlarından biri. Onu deli yapan, karakterimizin ağır şizofren olması. İlk çıkan Örümcek Adam filminde Yeşil Cin’in sahip olduğu kişilik bölünmesi çok çabuk geçiştirilmişti. Oysa karakterimiz, belli bir noktaya kadar Yeşil Cin olduğunun farkında değil. Günlük hayatını başarılı kimyager Norman Osborn olarak geçirirken, düşmanlarını Yeşil Cin temizliyor. Karakterin Örümcek Adam’ın yaşamı üzerinde oynadığı rol açısından bu alter egosunu bilmemesi daha iyi bir durum. Bu düşmanı özel yapan şeylerden biri Örümcek Adam’ın gerçek kimliğini öğrenen ilk düşman olması. Kötü adam olarak büründüğü karakter kahkahasıyla Joker’i andırıyor. Ama Joker’e kıyasla peşinde olduğu şeyler daha basit, yani bildiğimiz “Kötü Adam”. Çizgi roman dünyasında kötü adamdan anti kahramana geçiş zaten çok keskin olmadı. Zaten dönemin kötü adamları bir anlamda hep deliydiler, ancak aynı zamanda salaklardı da. Norman Osborn’a salak demek istemiyorum ama balkabağı bombamla ilk yapacağım şey düşmanlarımı patlatmak olurdu. Çizgi romanda deli insan bulmak çok zor değil aslında. Liste halinde bunlardan bahsedilebilir ama buna gerek yok. Aklıma gelen 3 tane deliden bahsettim. Umarım beğenmişsinizdir. Excelsior
BOŞ İŞLER ATÖLYESİ Market Torbalarıyla Koşana Ağıt Oğulcan Açıkel “Darılmaca yok, ben bir deliyim ama... Beni siz delirttiniz.” Cem Karaca Naber sevgili okur? Bu sefer değişik bir şey yazdım. Birkaç zamandır aklımda olan bazı düşünceleri olabildiğince yüzeyselleştirilmiş bir şekilde paylaşacağım. Didaktik olmamaya özen göstersem de içimdeki amcayı durdurmamın zor olduğu zamanlar olacaktır. Şimdiden pardon! Bir Beşiktaş İskelesi’nden çıkıp park halindeki heybetli otobüslerin arasına daldık. Dev cüsselerinin aralarındaki dar boşluklardan, onları uyandırmamaya çalışırcasına yavaşça geçtik. Sarıyer minibüslerinin olduğu yöne doğru ilerledik. Minibüsler sık geliyordu. Zaten çok sıra da yoktu yer bulacağımız kesindi. … İşte o an, ileriki zamanlarda üzerinde bazen tiksintiyle, bazen endişeyle düşüneceğimiz olay gerçekleşti. Sol yanımızdan bir teyze, bizi geçip tam anlamıyla lömbür lömbür minibüse doğru koşuyordu. “Teyze ayıp oldu şimdi…” dedi süpersonik kuzenim. Ancak teyze bunu duymadı. Duyamazdı. Duysa da fark etmezdi. Çünkü teyze ayıp olunmasını göze almıştı o minibüse neredeyse “FREEEDOOOM!” diye bağıracak gibi koşarken. Ama biz rahatsız olmuştuk bir kere. Bomboş minibüse ilk oturan kişi olmuştu. Zarafet, güzellik, şıklık onun uyması gereken standartları arasında yoktu. O doğal seleksiyonda seçilen olmak istiyordu. Hayatını basite indirgemişti: Minibüse yetiş. Ne olursa olsun oturacak bir yer bul. Ne olursa olsun! Minibüse bindiğimizde “Teyze o kadar koştun, bak şimdi ikimiz de oturacağız ama...” dedim. Yaptığı şeyin hiçbir şey olmamış gibi yanına kalmasını istemiyordum. Naçizane bir çabayla farkındalık yaratmaya çalıştım yani. Teyze bana güldü. Öyle bir gülüştü ki bir sezon izdivaç programını tek saatte izlemiş gibi oldum. Gülüşünde “Eh ne yapalım yaşıyoruz işte bir şekilde…” ifadesi vardı. Nasıl vardı deme. Vardı işte. Oflayıp boş bulduğum bir yere geçtim. Oflamamda “Lanet olsun böyle işe” anlamı yatıyordu… İki Pazartesi günleri deniz otobüsüyle okula geliyorum. Okulda kalan ya 64
“Babaların “Hayatta çok yükselir bu çocuk. Tuttuğunu koparıyor çünkü.” diye anlattığı tiplerdensin Berkcan. Hayatta da yükseleceksin ne güzel.Seni gördükçe, kendim yükselmek istiyor muyum istemiyor muyum kestirmek zor Berkcan. ” da deniz otobüsünü kullanmayanlar bilmeyebilir, okulun iskeleden kalkan servisleri bulunuyor. (Ki bu servisler hakkında da söyleyeceğim bir iki şey var.) Zaten o saatte Sarıyer’e gelenlerin çoğu okula gidiyor. Ancak ne olursa olsun herkese yetecek kadar servis hiç bulunmuyor. Bu yüzden şu yukarıda bahsettiğim olayın benzerini pazartesileri iskelenin çıkışında yaşıyoruz. İnsanlar kibarlık sınırını aşmamak için adeta acı çekiyorlar. Nazik manevralarla, hiçbir şey yokmuş gibi öne geçmeye çalışırken herkes işinin daha önemli olduğunu bakışlarıyla etrafa kabul ettirmeye çalışıyor. Elitlik de bir yere kadar. O teyze elinde torbalarla koştururken karikatürize bir tablo çiziyor olabilir. Ancak deniz otobüsünden inen de aynı. Telefonla konuşup normalin üstünde bir hızla servise doğru yürürken görüntü olarak daha az dikkat çekici olsa da o teyzeden çok farklı bir pozisyonda değil. O teyzeyi anlamak benim için daha kolay. Yapacağım genelleme için önceden özür dilerim. Buna, gözleme dayalı varsayım diyelim. Teyzenin hayatı ile iskelede koşan çocuğun (Kolaylık olsun diye de bu çocuğa Berkcan diyelim. Ve bir özür de peşinen Berkcanlardan dileyelim.) hayatı aynı seviyede değil gibi. Belki hayatın zorluğu o teyzeyi yıprattı. Yaşamın tadını çıkarmak artık onun için nispeten uzak bir ihtimal olabilir. Belki o teyze için özenli yaşamak bir opsiyon olmaktan çıktı. Aç kalmamak için yemek yemek, ne olur ne olmaz diye çok düşünmemek ve fırsat bulduğunda sonuçlarını çok umursamadan fırsatın üstüne atlamak öncelikleri olmuş olabilir. Peki Berkcan’ın sorunu neydi de güzellik onun için önemini yitirdi? “Hakkımı arıyorum.” cümlesi tek başına Berkcan’ın vicdanını temizlemeye nasıl yetiyor? Babaların “Hayatta çok yükselir bu çocuk. Tuttuğunu koparıyor
çünkü.” diye anlattığı tiplerdensin Berkcan. Hayatta da yükseleceksin ne güzel. Seni gördükçe, kendim yükselmek istiyor muyum istemiyor muyum kestirmek zor Berkcan. Keşke servise labada lubada diye koşmak yerine, ismimi bilmediğin ama sima olarak tanıdığın bana günaydın deseydin Berkcan. İkimizin de günü daha iyi geçecekti çünkü öyle. Bak okula geldik. İki dakika sonra da senin büyük başarı ve girişkenliğinle binmek zorunda kalmadığın minibüs geldi. Of Berkcan’ım of... Üç Yaz gelince Tuzla’ya gideriz bazen ailecek. Sahil yolu daha uzun ama E-5’ten daha güzel olduğu için genelde tercih edilen rota oluyor. Zaten rahatlamaya gidiyoruz oraya. “Dur şu sıkıcı yoldan gideyim sonra toptan rahatlarım” demenin manası yok yani. Havalar güzelleşince sahiller piknikçilerle dolup taşıyor. Eskiden biz piknik yapmaya Belgrad Ormanı’na falan giderdik. Şimdi insanların sahille otoyol arasındaki 20 metre genişliğindeki çimlerle sınırlı kalmalarının nedenini anlamıyorum. Belki alışkanlık, belki daha kolay diye. Büyük ihtimalle alışkanlıktan ama. Gündüz vakti mangalların dumanının yerini akşamları ağaçların altına bırakılmış çöp torbaları alıyor. Akşam da belediyeden insanlar gelip temizliyorlar orayı. Şimdi oraya gidip çöpleri saçalayan ve gitmeden önce duyarlılıkla (!) çöp öbeklerini tek bir gruba indirgeyen adama ya da kadına sorsam. Yapma desem. Potansiyel bir aşiret dayağının dışında alacağım cevap “Dokunma bana! Bir Pazar günümüz var zaten. Hem belediye toplasın işte işi ne?” şeklinde olursa çok şaşıracağımı söyleyemem. Bir Pazar gününün olmasından, bu Pazarı son Pazar günüymüş gibi yaşa65
“Bir kulüp organizasyon isminin içinde KU geçmesin bence. İnanırsak yapabiliriz gibi geliyor ama çok emin değilimKU.”
66
ması gerektiği sonucunu nasıl çıkarıyor bilmiyorum. Dört (Berkcan’ın Dönüşü) Dersler oldukça yoğun. Kimseden daha çok işim olduğunu iddia etmiyorum. Ancak kendi kapasiteme göre epey iş altındayım diyebilirim. Güzelleşen havanın insan psikolojisi üzerine bir etkisi olmalı. Kuş cıvıltılarını falan duyunca direk romantiğe, hatta garibe bağlıyorum. Hoca diyor “Bu ne devresi?”, içimdeki Oğulcan “Hocam bırak ‘bu ne devresi’ni. Beni bu havalar mahvetti hocam! Gidelim Garipçe’ye tüm sınıf bir karnımızı doyuralım bir sohbet edelim.” derken, normal ben “Bu devrenin ne devresi olduğu inanın ben de çok merak ediyorum. Hayırlısıyla iyi bir devre olsun da gerisi önemli değil.” bakışıyla dersi dinliyor. Bu şekilde ders yurt arası mekik dokurken çimlerin orada oturanlara imrenerek bakıyorum. Frizbi oynayanından, sevgilisinin karnına yatıp bulutlardan şekil çıkaranına tam bir üniversite çimi. Ancak bu güzellik de güneşin ortadan kaybolmasıyla benmerkezciliğini gösteriyor. Aynı yolu akşam vakti yürüdüğümde gündüzdekilerden kalma, kahve bardaklarının, yemek tabaklarının etrafa saçılı olduğunu görüyorum. İnanın o manzaraya sinirlenmemle
daha büyük sayabileceğimiz toplumsal haksızlıkları dert etmem aynı gibi. Çok merak ediyorum. Hangi noktada o kahveyi orada görüyor da yolunun üzerindeki bilumum çöp kutusundan birine atmamaya karar veriyor? Rüzgarın tabağını iki metre ileriye itmesi, tabağın onun sorumluluk alanından çıkmasına yetiyor mu? Davranışın gereksizliği beni çıldırtan. Yoksa doğaya çok bir zarar geleceği yok. O bardaklar eninde sonunda toplanıyor zaten. Böyle işte sevgili okur. Bazı şeylere kafam takılıydı. Tabi bu anlattıklarım bunların bir kısmı olsa da ortak paydada buluşabileceğimiz bir nokta olarak gördüğüm için bunları anlatayım dedim. Canını sıktıysam kusura bakma … Bir de belirtmek şart, çünkü bu anlattıklarımı bir arkadaşıma anlattığımda fark ettim, ben o kadının teyzelik hakkını asla elinden almak istemem. Kendi bilir nasıl yaşayacağını. Bir şey hoşuma gitmiyor diye yanlış demek değildir. Ben yapmazdım ama teyze ya da Berkcan -kendi hesaplarına hareket ettikleri sürece- istediklerini yapsın. Benim burada eleştirdiğim şeyler başkası tarafından hayatın deseni diye görülebilir. Olabilir yani... Çünkü sonrası etik değerlere karışmak oluyor. Kimsenin de ona hakkı yok. Ben teyzeyi durdurmak istesem, daha güçlü biri benim başka bir etik değerime karışsa... Oooh hepimiz tek tip olduk. Ne güzel (!). Dikkatinizi çekmiştir okulda (yanlış hatırlamıyorsam 16) bir sürü yemek yeri açıldı. Nereye gitseniz birden fazla seçenek çıkıyor karşınıza yemek yeme konusunda. Kendimi alışveriş merkezinde gibi hissediyorum. Hatta asılsız ve hiç güvenilmeyecek bir söylentiye göre ders aralarında Frigo Alaska satışı yapılacakmış. Bunların geliri elbette ki ilim irfana gidiyor. Onda bir şüpheniz olmasın. Zaten ben etkileşim içinde bulunduğum kurumlar arasında (devlet olsun, okul olsun, taksiciler olsun) en çok bizim okulun samimiyetine inanıyorum. Ekşi sözlükte okumuştum. Üniversiteyi, “Kar yağdığında çatı kenarlarından sarkan sarkıtlara dikkat edilmesi konusunda öğrencilere e-posta yoluyla haber yollayan bir yer” diye övüyordu. Ne kadar da katılıyorum anlatamam. Biraz da bu “iyilikten” ötürü, bazı dengesizliklere şaşırıyorum ya! Mesela okuldan İstinye Park’a servis var (Hala var mı ya da ücretli mi bilmiyorum yalan olmasın). Evet! Bildiğin, alışveriş yapmak, vakit geçirmek isteyen öğrencilere okul servis ayarlamış. Ama pazarte-
ğilimKU. (Hemen atladın tabi bizim derginin adı farkında olmadan KUTU diye adlandırılmıştı sonra da “Aaa KU da var içinde.” dedik. ) Yaz yaklaşıyor! Rüyamda Kelebekler Vadisi’ndeydim. Görevli adama, “Abi benim arkadaşım sonra gelecek de şimdilik tek kişilik bungalovda kalsam o gelince çift kişiliğe geçsem olur mu?” diye soruyordum. Rüyada bile olsa çok çok güzeldi. Bu seferki ev ödevi de bu olabilir hatta yani uzun vadede bir fırsat bulduğunuzda Kelebekler Vadisi’nde bir iki gün geçirin derim. Tamam lüks otellerde kalmanın vereceği konfordan epey uzakta olacaksınız ancak kimsenin pişman olacağı bir tecrübe olmayacağını söyleyebilirim. Kimileri için yaz, sıcak kumlar, güzel kızlar ve çok affedersiniz seks anlamına gelmekte. Oysa benim için arkadaki evden gelen okey taşlarının şakırdaması, arada sırada havayı koklayıp “Mangal mı yapıyorlar?” diye sormam, “Oğulcan gel karpuzunu ye sonra geri git.”, “Bizim oğlan bu dönem çok yoruldu ama şimdi tatil oh tadını çıkarıyor.”, “Staj işi ne oldu?” sözlerinin etrafında gelişen diyaloglar demek. Ama mesela üç ay boyunca sürekli üstsüz dolaşacağım. Çılgınlıksa çılgınlık yani… İşte böyle sevgili okur. Arada haberleşmek üzere…. Kolay gelsin.
ogulcanacikel@kutudergi.com
sileri okula gelmek için servise para veriyoruz. Dengesizlik dediğim buradan geliyor. Okulun niyetinin kötü olmadığı, İstinye servisini ayarlamasından belli zaten. Tam tersi daha mantıklı gelmiyor mu? Şimdi mesela o restoranların kira gelirlerinden o sabah servislerini ücretsiz yapsak fena mı olur? Hatta sayılarını arttırsak? Çünkü malum demin anlattığım hikayeden de anlaşıldığı gibi minik bir kriz kaçınılmaz oluyor sabahları. Az önce, yani keyfimi bırakıp bunu yazmaya başlamadan hemen önce, Odeon’da güneşin tadını çıkarıyordum. Bir yandan da canım Pearl Jam’imle psikolojik hayatımı sorguluyorduk. Bir anda güneş kesildi. Lan! O da mı GPA ile verilir oldu? Yok kardeş benim iki puan daha yüksek olsa 2.00 olacak ama güneş de kesilmez ki! Güneş yani bu... Zaten GPA’sı yüksek olan da dersten derse görüyor bunu. Her neyse merak etmeyin öyle bir şey değilmiş. Şu anda adını unuttuğum bilmem ne lisesinin öğrencilerine tanıtım düzenleniyormuş. “Burada da süper acayip gösteriler oluyor geçen Requiem For A Dream’i yayınladık hatta. Derinlik merinlik, sanatsallık komple buradan sağlanıyor.” demeye öğrencileri ODEON’a getirdiler. Soruları falan aldılar. Aldılar da... Hacı çok saçma bence. Neden ama dur anlatayım. Sorulan sorular, verilen cevaplar o kadar boş ki! Aç ku.edu. tr’yi orda yazıyor işte hepsi. Burslar alınıyor mu? Sen bursu al da bir önce... Yok canım alınmıyor da... Bu zaten her yerde yazılı. Taaa lisenden kalkıp Sarıyer’e niye geldin ki? Biz de lisecek giderdik. Üniversite üniversite dolaştık. Yani o gezilerin benim için tek amacı aklımca komik olup, o sıralar çok hoşlandığım kızın aklını almaktı (o iş olmadı merak edenlere). Ama ben de sordum tabi “Burs işi n’olcek hacı?” diye. Burs alacağımdan değil insan bir şey sormak istiyor. Zaten ÖSS zamanı. Önceden sorup cevabı anlayıp üstünden zaman geçince tekrar -bu sefer kendim- cevaplama yöntemiyle geçiyor hayat. Sormayıp ne yapayım? Halbuki o yaşta bir insanın (hatta bu yaşta da) aklından geçen tek bir şey var: Kızlar. (Kızlar için bilemiyorum.) Kızlar var mı? Sizin okulda partiler oluyormuş o esnada bir kızla aramda bir olay olabilir mi yoksa bu okulun kızları çekingen mi? Tikiler tiki olmayanlar iyi ayrılıyor mu? Çok metalci bir insanım ben brutal iç dünyamı yansıtacak ortamlar bu okulda bulunuyor mu? Yurt görevlileri çok sıkı mı? Sa(öhm)cı’da öyle değilmiş de... Bunları sormak lazım arkadaşım. Yoksa ne yapacaksın sen hangi hoca kaç makale yazmış. Sen kaç makale okudun ki şu ana kadar? Bir klüp organizasyon isminin içinde KU geçmesin bence.İnanırsak yapabiliriz gibi geliyor ama çok emin de-
67
İLGİNİZİ ÇEKEBİLDİK Mİ? “Belki duymuşsunuzdur geçen dönemden beri okulumuzda “Jazz Appreciation” adı altında bir ders veriliyor. Okulda giderek artan caz tınılarının arkasındaki esas müziğin “tadına” ve “farkına” varmamız için Musc: 354 ve Musc:356 derslerini veren deyim yerindeyse caz müzik gurusu Seda Binbaşgil var. Dersi alıp bu müziğe her geçen gün daha da aşık olanlardan biri olarak Seda Hoca ile kendi kariyerinden başlayıp caz aşkından tutun da “dahi-deli” caz müzisyenlerin dedikodusuna kadar keyifli bir röportaj yaptık. Caza gönül verenler önden buyursun. Röportaj: Özge Akpınar 68
69
talep geldi, onu değerlendirdim. Orada bunu çok sevdiğimi gördüm. Sonra benim mezun olduğum üniversite olan Boğaziçi Üniversitesi’ne de gittim. En sonunda da tesadüfen bir yemekte Koç Üniversitesi’nin öğretim üyelerinden biriyle tanıştım. Bu sene de buraya geldim ki çok memnunum. Müziğe olan ilginiz ilk ne zaman başladı? Diğer birçok şey gibi müziğe olan ilgi de çekirdekte aileden başlar derler. Sizde de böyle miydi? Evet bende de böyle oldu. Küçükken piyano dersi de almıştım ama müzik enstrümanı çalmak doğuştan gelen bir yetenek. Öbür türlü de öğrenilebilir fakat çok çalışmak lazım. Ben piyanoyu zorlanarak yapacağımı anladım. Ama çok uzun seneler bale yaptım. Baleyi çok seviyordum. Bu sebeple de müzikle hep iç içeydim.
“Ama eğer biraz deliyseniz, yani böyle çok normlara, geleneklere, göreneklere uyan değil de aklınıza geldiği gibi davranan biriyseniz ve özel de bir yeteneğiniz varsa işte o zaman sizi durdurmak mümkün değil. İşte o zaman bir Miles Davis, John Coltrane oluyorsunuz.” 70
Bilmeyenler için öncelikle sizi biraz tanıyalım. Ortaokulu Avusturya Lisesi’nde, liseyi Robert Kolej’de okudum. Boğaziçi Üniversitesi İşletme bölümünü bitirdim. Sonra Amerika’ya, New Orleans yakınlarındaki bir üniversiteye MBA yapmak üzere gittim. Hiç öyle bir hevesim yoktu, ama iyi ki gitmişim çünkü New Orleans cazın beşiği. Benim ailemde müzikle uğraşan çok insan var. Annem piyano çalar, babam iyi bir müzik dinleyicisidir. Abim hem piyano çalar hem çok iyi bir müzik dinleyicisidir. Dolayısıyla zaten kulağım caza aşinaydı ama caz hafif hafif kanıma girmeye esas orada başladı. Geri döndüğümde normal bir işe başladım. Önce Eczacıbaşı onun ardından Procter & Gamble’da marketing bölümünde çalıştım. O sırada aynı zamanda Açık Radyo’da da program yapmaya başlamıştım. Esintiler adlı caz programı, bu sene 17. senesine girdi. Dolayısıyla müzik çok büyük bir hobimdi. Sürekli albüm biriktiriyordum, dinliyordum. Ama iş hayatım da çok uzun sürdü. Sonunda 40 yaşıma geldiğimde bir gün dedim ki ben bu işi daha fazla yapmak istemiyorum, hobilerimle uğraşmak istiyorum. Açık Radyo’daki programdan sonra ilk Bilgi Üniversitesi’nden ders verir misiniz diye bir
Marketing ve management alanlarında başarılı bir kariyerden sonra hayatınıza “Cazın Farkına ve Tadına Varmak” diyip yeni bir başlık attınız. Dergi ve radyo alanından caza nasıl dahil oldunuz? Hep işimle hobimi bir arada yürüttüm. Hem işe gidiyordum hem Açık Radyo’da program yapıyordum. Daha sonra caz dergisinde ve bazı gazetelerde yazılar da yazmaya başladım. Bizim jenerasyonda Amerika’ya gidip master yapan çok fazla insan yoktu. Böyle bir şey yaptıktan sonra da Procter&Gamble’da ilk Türk brand manager oldum. Onu bırakmak da istemedim fakat tam orada çalışırken reddedemeyeceğim bir teklif geldi. O da kendi firmamızı kurmaktı. Dört arkadaş “Future Kids“diye bir şirket kurduk. O zamanlar bu bir Amerikan şirketiydi ve Türkiye’de bir dönem 32 tane bayimiz vardı. Çocuklara ve yetişkinlere özel bir software üzerinde bilgisayar öğretiyorduk. Şimdi çocuklara bilgisayar öğretmek gerekmiyor tabii. O yüzden o olay hayat döngüsünü tamamladı. Bunun tam son demlerine gelirken ben artık şunu fark ettim. Kırk yaşına gelmiştim ve hayatta yapmak istediğim çok fazla şey vardı. Radikal bir karar verip artık çalışmayacağım ve hobilerimle uğraşacağım dedim. Şöyle bir şey vardır bir şeyi çok istersen kainat da sana yardımcı olur. Simyacı ruhu yani.
Evet, yani her şey ondan sonra gelişir. Şimdi çok mutluyum ve çok sevdiğim bir şeyi birileriyle paylaşıyorum. Bu dersi kimler almalı? Bu dersi alanlardan beklentileriniz nelerdir? Bu dersi caza ilgi duyan herkes almalı diyeceğim ama bunu biraz daha genişletmek istiyorum çünkü sekiz senelik ders verme kariyerim esnasında şunu gördüm ki mesela cazı hiç dinlememiş olanlar var ama caz festivali gibi etkinlikler yapılıyor diye merak edip geliyorlar. Bir de “Bir önceki dönemlerde alanlar kötü bir ders olmadığını söylediler bir bakayım.” deyip sonra gelip gerçekten bir caz buff olup çıkanlar var. Bence duymuş duymamış herkesin alabileceği bir ders çünkü ben bu dersi çok teknik anlatmıyorum. Zaten ben de bir müzisyen değilim. Dolayısıyla nasıl algılıyorsam öyle anlatmaya çalışıyorum. Daha ilginç olsun diye araya hikayeler koyuyorum, filmler seyrettiriyorum. Farklı bir genel kültür olarak da sayılabilir. Bu dersi alırken en önemlisi bu müziği dinlemek; çünkü dinleye dinleye ancak oturabiliyor. Biliyorsun ki kolay bir müzik değil. Hatta bir laf varmış böyle caz gibi komplike müzikleri dinleyenlerin zeka seviyesi de yüksek oluyormuş. Doğrudur, karışık bir müzik sonuçta. Gerçekten sevilen bir hocasınız. Hem önceki dönemlerde bu dersi alanlardan hem de ekşi sözlük gibi kaynaklardan da bildiğimiz kadarıyla hayranınız çok. Bu işin düğüm noktası nedir sizce ? Belki çok klişe olacak ama gerçekten bir işi çok severek yapıyorsan, çok gönül veriyorsan ve bu konuda samimiysen zannediyorum bu elektriği karşındaki de algılıyor. Ben bir ders bile kaçırmadım şu güne kadar çünkü burada bulunmayı, buraya gelmeyi bu kadar çok istiyorum.
org ile hem de dergi yazılarınızla bu kısımdasınız. Peki tam tersi olsaydı kimlerle birlikte hangi enstrümanla sahnede olmak isterdiniz? Eğer böyle bir yeteneğim olsaydı ve enstrüman da bana bırakılsaydı ben piyano çalardım; çünkü piyanoyu çok seviyorum, bence çok özel bir enstrüman. Başka bir enstrümana gerek duymadan solo da çalabiliyorsunuz. Zengin bir soundu var. Bir de Keith Jarred hayranlığım var. Çok büyük bir laf olacak ama her şey verilseydi bana, onun gibi bir piyanist olmak isterdim. Onun tahtına konmak yani? Yok öyle bir hırsım yok sadece onun adımlarını takip etmek isterdim. Bir de 1960’ların sonunda 70’lerin başında Miles Davis’in fusion gruplarında yer almak isterdim, ne çaldırırsa çaldırsın. Miles Davis’in ruhunun bir parçası olmak isterdim. Sadece bir “Triangel” çalacak olsam da orada bulunmak isterdim.
Jazz Apreciation
MUSC 354 & MUSC 356
Uzun süredir “Türkiye’de Caz Belgeseli” çekiliyor. Birçok müzisyeni tanıyorsunuz ve siz de bu işin mutfağındasınız. Sizce Türkiye’de caz yapmak nasıl bir şey? Ne gibi zorlukları vardır? Cazın geldiği nokta nedir? Bu kolay cevaplanacak bir şey değil. Türkiye’de iki şey var. Bir tanesi festivaller olduğu zaman insanlar etkinliklere katılmaya çok özeniyorlar. Öyle ki bilet kalmıyor, yer bulamıyorsunuz. Dışarıdan biri gelip baksa “Vay canına Türkiye caz severlerle dolu.“ diyecek fakat bu sadece festivallerin getirmiş olduğu bir ivme.
Bir de hep kendimi değerlendiririm. Dersi anlatırken öğrencilerin gözlerine bakarım onları uyutuyor muyum, sıkıyor muyum diye. Öyle hissedersem eve gelip not alırım “bu parça olmadı, sıkmamak lazım, daha hafif bir şey yapayım veya burada çok fazla çaldım araya bir film koyayım” gibi. Dersi sürekli olarak kurguluyorum. Hiçbir dersim bir yıl öncekine benzemiyor. İki şey önemli herhalde. Biri gerçekten uğraşıyorum ikincisi de çok severek yapıyorum. Bir çok müzik aşığı genelde müziğin yapım aşaması kısmında yer alır, asıl önemli unsurlardan biri olan bilinçlenip bu bilinci paylaşma kısmına çoğunlukla dahil olmazlar. Siz hem radyo programınızla hem esintiler. 71
Mesela film ve tiyatro festivalleri de böyle ama normal zamanda tiyatroya kaç kişi gider diye düşünüyorsunuz. Son zamanlarda Türkiye’de caza ilgi arttı tabii. Caz müzisyenleri daha çok albüm çıkarıyor, albüm çıkarmak kolaylaştırıldı. 16 sene önce programa başladığımda yerli müzisyenleri konuk edip yeni albümleri anlatmak isterdik yılda bir veya iki tane çıkardı. Şimdi görüyorum bir yılda önemli beş ve üstü albüm çıkıyor. Bu demek ki artık albüm yapımı daha kolay ve insanlar daha çok dinliyorlar. Türkiye’de caz ne konumda dersen çok iyi müzisyenlerimizin olduğu kesin fakat cazda şöyle bir şey var. Cazın en harikası Amerika’da Amerikalı müzisyenler tarafından yapılıyor zaten ve pek çok stil de zaten denenmiş, çalınıyor. Şimdi artık sen başka bir ülkede bu müziği çalıyorsan bir şey eklemelisin üstüne. İster bireysel ister kültürel olsun kendi imzanı atmalısın. Mesela İskandinavlar bunu çok güzel yaptı. Esbjörn Svensson Trio vardı İsveç’de. Bu tarzda bir sound var ve bunu dinlediğimiz zaman biz onun İskandinav cazı olduğunu anlayabiliyoruz çünkü kendilerine ait folklorik müziğin unsurlarını cazla müthiş bir uyum içinde eritmişler.
Az önce Jamie Cullum’dan bahsettin.Jamie Cullum ile yapılan bir röportajda kendisine “Sizin yaptığınız caz nasıl bir caz?” diye soruldu. O da “Yaptığım müzikle caza önder oldum falan diyemezsiniz. Ben iyi bir cazcı olabilmek için bu müziğin sınırlarını esnetmeye çalışıyorum, işin kolayına kaçıyorum daha popüler bir şekilde çalıyorum ve bu nedenle daha popülist bir yaklaşım içindeyim.” diye cevap verdi. Ama bence bunda da bir zarar yok çünkü bu sayede onu dinlemeye gelen insanlar bir takım caz tınıları da dinliyorlar ve sonunda merak edip cazı keşfetmeye başlıyorlar. Bence hiçbir zararı yok ama bunu yapan müzisyenin caza tam olarak bir faydası da yok.
Biz hepimiz yaşarken “aman yanlış yapmayayım, iyi olsun” diye dikkat ederiz. Dikkat ettikçe de hep kendi alanımızın içinde kalırız ve o alanın dışına çıkmak müthiş bir cesaret ister. Ancak onu yapanlar dışarı çıkabilirler. Bazılarının adını bile bilmiyoruzdur. O dışarı çıkanlar müthiş işler yaparlar ve tarihe adlarını koyarlar.
Orta Avrupa’da Almanların başını çektiği serbest doğaçlama diye bir müzik var. İtalyanların opera ile birleştirdiği ve sahne performansı içeren avangart bir caz var. Türkiye bu durumda nerede yer alıyor dersen daha henüz bir yerde yer almıyor ama alması gerekir. Eğer Türkiye’de de bir substential cazdan bahsedeceksek böyle bir şey olması lazım ama belki zamanı değil daha henüz oraya gelmemiş olabiliriz.
Günümüzde birçok ünlü cazcı hayalindeki hedef kitleye ulaşmak için bir dönem popüler olana kaymak zorunda kalıyor. Cazı da ufak kitlelerden çıkarıp popüler kültür gibi anlaşılabilir kılmak mümkün mü? Mesela swing dönemi popülerliği tekrar yakalanabilir mi? Jamie Cullum gibi “popüler” sayılabilecek cazcılar var mesela etrafta. Bu söylediğine mesela bir dalış kazası sırasında kaybettiğimiz Esbjörn Svensson müziğiyle bir çare bulmuştu. Öyle bir müzik yaptılar ki aynen bir zamanlar Miles Davis’in yaptığı gibi electronicayı işin içine karıştırdılar, cazın swingini ve ruhunu aldılar. Aynı zamanda eski caz kompozisyonlarını göz ardı etmeyip çok çağdaş bir sound yakaladılar. Bunu da nasıl yaptılar diye 72
sorarsan mesela davulcu bir rock davulcusu gibi çaldı. Kendi orijinal eserlerine yer verdiler. Daha up tempo şeyler çaldılar. Balladlar da çaldılar ama öyle bir hale geldiler ki o müzikle gençlerin bulunduğu bir ortamda dans etmek bile mümkün oldu.
John Coltrane gibi kendini, ifade edebilmek, içinden geldiği gibi çalabilmek adına cesaret gösterip bir dönem seyirci kaybetmek şu anda mümkün değil galiba. Hala öyle cazcılar var. Öyle olmasa bile caz zaten çok az dinlenen bir müzik. Caz festivaline gitmek, dinliyorum demek cool bir şey oluyor ama aslında insanlar o kadar çok dinlemiyorlar ve o kadar çok albüm almıyorlar. Bunu albüm satışlarından da anlayabiliyoruz. Bütün albüm satışlarının sadece %1.5 ‘i caz kayıtlarından oluşuyor. Cazcıların kaderi bu.
Mesela ben Fatih Erkoç’un pop müzik yaptığı dönemlerde bunu çok isteyerek yaptığını düşünmüyorum. Tabi ki ve çok iyi bir cazcıdır o üstelik. Günümüzde yapılan caz müzik ve yeni nesil cazcılar hakkında ne düşünüyorsunuz? Derslerimde gelmiş geçmiş stillerden bahsediyorum. Fusion döneminden sonra artık cazın böyle radikal şekilde birbirinden ayrılan stil dönemleri bitti. Yani “fusion” ve “free”den sonra artık yepyeni bir stil ortaya çıkmadı ve çıkması da çok zor. Bunlar hep vertical stillerdi şimdi daha linear stiller görebiliyoruz. Günümüzde duyduğumuz caz ana akım dediğimiz mainstream caz. Arada bir yeni müzisyenlerin farklı soundlarını görüyoruz ve onları takdir ediyoruz tabi. Mesela ben şimdi Brad Mehldau’yu çok başarılı buluyorum çünkü onun getirdiği çok özel bir stil var. Klasik eğitimli de biri. Bach’ın ve onun zamanının bestecilerinin yaptığı
counterpointi süper bir şekilde caz piyanosuna adapte etti ve kendi standartlarını getirdi caza. Büyürken duyduğu parçaları yorumlamaya başladı. Müziğine çok melodik yaklaşıyor.
Aynen öyle. İnsanların Coltrane’e “Ne yapıyor bu?” dediği, albümlerinin hiç satmadığı bir dönemde “Mümkün değil çalmak zorundayım.” diyor Coltrane.
Kenny Garrett’ı çok beğeniyorum saksafonda. Keith Jarrett’ı hala takip ediyorum ve solo piyanoya müthiş bir öncülük ettiğini düşünüyorum. Avangart caz yapanlar var. Şu dönemde parlamak artık o kadar kolay değil.
Bu delilik değil de ne! Ya da Miles Davis’in yaptıkları… Yani sürekli olarak kendini yenilemek, yenilemeyi istemek... Sürekli olarak grubunu değiştirmek... Bir yaptığını bir daha dinleyememek, hatta tahammül edememek...
Miles Davis ve John Coltrane gibi birileri caz dünyasına bir daha gelemez heralde.
Ornette Coleman, Cecil Taylor, Charles Mingus... Bunların hepsi o sınırlarda dolaşan insanlar. Böyle olunca zannediyorum yeni bir şeylere imza atılıyor.
Bilmiyorum ama mesela Miles Davis için bugün tarih kitabını aç cazda toplam sekiz dönem varsa altısında imzası var. Çok zor yani. Cazı “appreciate” etmek için biz ne yapmalıyız? Böyle bir kurs ya da ders almak iyi bir başlangıç diye düşünüyorum. Ben başladığımda keşke böyle bir kurs olsaydı; çünkü çok uğraşarak, araştırarak ve okuyarak öğrendim. Özellikle cazda kilometre taşı sayılan albümleri sürekli olarak dinleyin. O albümlerde çalan müzisyenlerin diğer çalışmalarını takip edin. Böyle yayılıyor virüs. Çok dinlemek gerekiyor kolay bir müzik olmadığı için. Sıkılmak mümkün ama öyle yapmayın, direnin. Bazen “Bu albümde ne yapılmış ki insanlar bu kadar bahsediyor, anlayamadım herhalde.” diyip tekrar dinlemeyi denemek lazım. Bu sayıdaki kapak konumuz delilik. Delilik diyince akla deli sanatçılar” sonra da “deli müzisyenler” gelmiyor değil. Sizce yetenek mi deliliği getiriyor yoksa delilik mi yeteneği çağırıyor? Bence yetenek deliliği çağırmıyor çünkü aklıma çok yetenekli sanatçılar geliyor deli diyemediğim. Ama eğer biraz deliyseniz, yani böyle çok normlara, geleneklere, göreneklere uyan değil de aklınıza geldiği gibi davranan biriyseniz ve özel de bir yeteneğiniz varsa işte o zaman sizi durdurmak mümkün değil. İşte o zaman bir Miles Davis, John Coltrane oluyorsunuz.Bu da ne demek? Kim sizin hakkınızda bir şey demiş umurunuzda değil.
İyi bir müzisyen olursun, süper bir icracı olursun, müthiş bir yeteneğin vardır ama hiç deliliğin sınırlarında dolaşmıyorsundur. Bu da mümkün. İkisi birleşince müthiş şeyler olabiliyor.
Jazz Apreciation
MUSC 354 & MUSC 356
En dinlenilesi deli ruhlar aslında böyle büyük insanlardan çıkıyor galiba. Evet; çünkü ancak böyle bir kafayla yanlış yapmak riskini alabilirsin. Biz hepimiz yaşarken “aman yanlış yapmayayım, iyi olsun” diye dikkat ederiz. Dikkat ettikçe de hep kendi alanımızın içinde kalırız ve o alanın dışına çıkmak müthiş bir cesaret ister. Ancak onu yapanlar dışarı çıkabilirler. Bazılarının adını bile bilmiyoruzdur. O dışarı çıkanlar müthiş işler yaparlar ve tarihe adlarını koyarlar. Sanırım biraz da insanın egosu engel oluyor buna. Bu bahsettiğimiz insanlar sahnede bakarsak gayet egolu insanlar ama kendi içlerinde bir şeyi bulma arzusundan dolayı sanırım bu egoyu yıkıp “deliriyorlar”. Veya tam tersi şekilde Miles Davis aynı şeyi yaptığında, aynı müziği devam ettiriyor denmesi onu öldürebilecek bir şey veya kitabında yazdığı gibi bir caz kulübüne gelip de o caz kulübünün yarısının dolu olmasıyla -koca Miles Davis caz kulübüne geldi bomboştu- düşüncesinin oluşması da ego yaptırabilir. Bu güzel sohbet için teşekkür ilgilenenleri derse bekleriz.
eder,
“So What” kafaları...
73
KAFEİN ETKİSİ Elinde tuttuğun sayıda emeği geçenlere emeği geçen kafeini övmesek olmazdı. Eksik kalırdı. Sulanmış ve kafeinle çözünmüş beyinlerimizin bu halinden faydalanıp delilik temalı sayımızda yazarlarımıza Rorschach testi yaptık. Test sonuçları neye işaret eder bilmiyoruz ama dergiyle bu kadar uğraştıktan sonra biz nereye baksak mürekkep görüyoruz. Örümcek bacaklarım varsa daha mı az salyangozum yoksa salyangoz kafam olduğu için mi daha az örümceğim? Hakan Özyılmaz Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık. Ece İşmen Sivri sinekle örümceğin aşkının meyvası ne kadar ekşi olabilir? Yaman Duman ...ve gökyüzü ikizini yarattı. Nilay Dursun Etrafımız sarıldı! Oğulcan Açıkel Ana rahmi. Çağdaş Ünal
Arzularımı dizginlemek imkansız, onunla üçüncü türden yakınlaşmak istiyorum. Hakan Özyılmaz “Damsız almıyoruz.” Ece İşmen Kedi kulaklı fare adam karanlık bir gecede hayatını sonlandırmaya geliyor! Yaman Duman Adamın aklı oldukça karışmıştı. Nilay Dursun KAPTAN MAĞARA ADAMIIIII!!!! Oğulcan Açıkel Star Wars – Darth Vader ve Yoda’nın birleşimi. Çağdaş Ünal
74
Bu postun sahibini şöminede yakmalı. Hakan Özyılmaz Çevrenizde en az bir tane hayatında hiç Reina’ya gitmemiş arkadaş bulundurun. Ece İşmen Sürekli tehdit altında olmaktan sıkılan Tweety, çoktan kiralık katille anlaşıp Sylvester’ın postunu şöminenin önüne koymuştu. Yaman Duman Kimse karanlıkta aynı değildir. Nilay Dursun Çok romantiksin. Oğulcan Açıkel Hayvan Postu. Çağdaş Ünal
Köpekten ziyade kadının erkeğin üzerinde otorite kurmak için yapabileceklerinden bahsediyor sanki. Hakan Özyılmaz Bugün travma geçirmeye uygun giyinmedim. Ece İşmen Ice Age’de oynadıktan sonra talihin yüzüne gülmediği tembel hayvan zombi olmuştu bir kere... Yaman Duman Köpeğin aynada gördüğü kendisi değildi. Nilay Dursun Festival zamanı geldi. Oğulcan Açıkel Danseden Afrikalı insanlar. Çağdaş Ünal
Şeytana galip gelmiş din adamının Caravaggio tablosundan fırlamışçasına genç kızı kutsaması. Hakan Özyılmaz Gözümden düşen bin parça. Ece İşmen “Sen kimin arısısın?” diye sorduklarında “Eşek” demek refleks olmuştu boyutlar böyle olunca. Yaman Duman Her tavşan tatlı değildir. Nilay Dursun Rocko?!?! Oğulcan Açıkel Uçmaya hazırlanan kız ve patlama. Çağdaş Ünal
Optimus Prime’ın içi daraldığı zaman her insan gibi kafası dumanlanır. Hakan Özyılmaz Orhan Baba’yı aç Nejla, masaya da bir büyük rakı getir. Ece İşmen Dev kunduz bizi sallamayıp yok etmek üzere şehre doğru ilerliyordu. Yaman Duman Nefret içimizdedir. Nilay Dursun Köpekception. Oğulcan Açıkel İkiye yarılmış kurukafa. Çağdaş Ünal 75
“Çok mu çok yaratıcı oluyoruz?” Galata’da bir yer: St. Pierre Han… Tarihte Fransız tüccarları, Osmanlı Bankası’nı ve ünlü şair Andre Chernier’i ağırlamış olan hanın yeni sahipleri var. İstanbul’da yaptıkları kültür-sanat projeleri ve sosyal medyadaki farklılıklarıyla adından söz ettiren Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nü projelerinin merkezi olan eski mimariye inat modern fikir atolyesi St. Pierre Han’da ziyaret ettim. Enstitü’nün bitmeyen fikir kaynaklarından Cem Aydoğdu, Engin Önder, Hüseyin Karabacak ve Safa Soydan ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Röportaj: Özge Akpınar 76
77
“Aslında herkesin görüşü farklı bu konuda. Cem’e sorsan kesin bir şirketleşme olmasından bahseder. Safa halkoyunu ekibine çevirir. Bana kalırsa boğazda ofis açalım derim. Engin konteyner kent yapalım der.”
Nedir, kimdir bu Yaratıcı Fikirler Enstitüsü? Nasıl bir araya geldiniz?
modellerle moda fotoğrafı çektik. Bunları yaparken çok laf yedik orası ayrı bir konu.
Engin: Yaratıcı Fikirler Enstitüsü 2010 yılından beri var olan bir yaratıcı profesyoneller ağı. Farklı disiplinlerden yaratıcı profesyoneller bu ağ içinde yer alıyorlar ve heyecan duydukları projeleri kolektif bir akılla hayata geçiriyorlar.
Bence bütün projeleriniz çok heyecan verici ama gelecek projeleriniz arasında Soundscape ve Sosyal Medya Günü bence en güçlü olanları. Bu projelerde neler yapmayı planlıyorsunuz?
Bunun için biz proje yönetimi yapıyoruz ve fark yaratan projeler ortaya koymak istiyoruz. İstanbul aşığı olduğumuz için özellikle İstanbul odaklı projeler üzerine çalışıyoruz. “Sanatın ve sosyal medyanın gücü adına” diyip birçok proje gerçekleştirdiniz. Mesela Let’stanbul’dan bahsedelim biraz… Engin: Let’stanbul bir deneysel sanat festivaliydi. Kamusal alanları kullanarak deneysel sanat uygulamaları gerçekleştirdik. İstanbul’u İstanbul yapan yerlerde mesela Haliç Camialtı Tersanesi’nde konserler serisi yaptık. Kıyafet baloları düzenledik. Hüseyin: Bir şehircilik belgeseli olan “ Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir” in vizyona girmeden önce ön gösterimini yaptık. Ayvansaray’da bir çingene mahallesinde 78
Engin: Soundscape bir arşivleme projesi ve bu sene sonunda başlıyor. İstanbul’un akustik ekolojisindeki seslerin kayıt altına alınıp işlenmesi ve bunların yeni ses sergileme teknikleriyle İstanbullularla paylaşılması amaçlanıyor. Biz bu projeyi Tübitak için hazırlarken bir yandan da İstanbul Tasarım Bienali patlak verdi. Bienaldeki “açık” çağrısı bizi çok heyecanlandırdı ve dedik ki “Tamam, biz bu ses enstalasyonu olarak düşündüğümüz projeyi soundspace olarak İstanbul Tasarım Bienali ile paylaşalım.”. Bu enstalasyon da Bienal tarafından kabul edilirse Ekim - Aralık aylarında sergilenecek ve gerçeğe en yakın İstanbul deneyimini farklı bir uzayda sunacak. Karanlık bir oda yapıp özel mikrofonlama tekniğiyle kaydedilmiş ve dinlendiğinde mesafe algısı yaratabilen üç boyutlu sesleri işitsel bir uzayda sergilemeyi
planlıyoruz. Çok sofistike ve eğlenceli bir şey çünkü o enstalasyonun içine giren kişi gerçeğe en yakın deneyimi yaşamış olacak. İstanbullulara İstanbul’un sesini dinleteceksiniz. Başka bir yere açılma gibi bir planınız var mı? Engin: İnsanlar genelde dinlemez sadece duyarlar. Dinleme eylemi için göz duyusunu kapattığınızda, özellikle karanlık ve yansımasız bir odaya girdiğinizde bilinçli bir dinleme anı başlar. İstanbullulara aslında tanıdık şeyleri çok farklı bir şekilde dinleteceğiz. Açılma dediğimizde de bu soundspace enstalasyonunun gezici bir enstalasyon olmasını istiyoruz çünkü bir konteyner içinde yapacağız. Yurt dışındaki ortaklarımızla da bu enstalasyonu paylaşmak istiyoruz. 140 karakterle “sınırlı” Twitterda “özgür” habercilik yapıyorsunuz. Bir çok yayın organının sınırsız karakterde başaramadığı şeyleri 140journos olarak nasıl başarıyorsunuz? Cem: 140journos aslında ihtiyaçtan doğdu diyebilirim; çünkü hepimiz konvansiyonel medyayı takip ediyorduk. Bir süre sonra medyanın biraz daha taraflı olduğunu hatta Uludere olayından sonra da çöküşünü ilan ettiğini düşünmeye başladık. Haberleri sosyal medyadan canlı şekilde ulaştığımızda normal medyada bunu saatler sonra görüyorduk. Bunun farkına vardıktan sonra “artık ana akım medya öldü“ dedik ve sosyal medyaya yöneldik. Sosyal medyada belli tabakaların içeriden canlı izlenmesi büyük heyecan yarattı. Habere çok canlı ve sıcak bir şekilde ulaşabilmemiz bizi daha da etkileyen bir şey oldu. Belli aktivist gazeteciler bunları zaten tweetleriyle yapıyorlardı fakat burada bir taraflılık söz konusu oluyordu çünkü kendi çevreleri için yapıyorlardı bu haberleri. Biz bunu tarafsız yapıp her zümrenin kabul edebileceği bir şekle sokmak istedik. Tarafsız olabilmek için ya her yerde olmayı ya da hiçbir yerde olmamayı seçmemiz gerekiyordu. Biz her yerde olmayı seçtik. Ana akım medyanın filtreli, hantal haberciliğine karşı hızlı ve filtresiz haberciliği savunan, aktivist bir örnek olalım diye yola çıktık. İnsanlar yaptıkları haberi gönderebiliyorlardı ve yorum yapabiliyorlardı. Bu da aslında yurttaş haberciliğiyle eş değer sayıldı. Bazı üniversitelerde yurttaş gazeteciliğinin sertifika forumları konuşulmaya başlandı ve yurttaş gazeteciliğinin ilk örneği olarak addedildik. Uzun lafın kısası 140journos gönüllü muhabirler aracılığıyla insanların haber alabildiği bir platform haline geldi. Müzik, artık neredeyse her şeyin denenmiş ve tüketilmiş olduğu bir alan ama siz bu alana da “yaratıcı bir fikir” getirip Tablet Orkestrasını kurdunuz. Aslında müzisyenlerin tepkisini çekebilecek bir şey olduğunu 79
“Bizim “çocuksu bir sevinçle” karşıladığımız işler genelde anneler ve babalar tarafından “ya evladım yok mu başka işiniz” gibi karşılanabilen işler. Bizim yaptığımız şey biraz arz-talep dengesini kırıyor.”
düşünüyorum çünkü müziğe erişebilmek bu kadar kolay olmamalı onlar için. Cem: Ben on altı senedir konservatuvarda okuyorum hala da inatçı bir son sınıf öğrencisiyim. O camiada belli zümreler belli bir şeye emek verince böyle bir sahiplenme duygusu oluşuyor. Sanat yüzyıllar öncesinde burjuvaların elindeydi bu burjuvazilik sahiplenme durumuyla birlikte sanatın eğitimini alan insanlara yöneldi. “Ben bunca sene okudum tabii ki ben müzik yapacağım, sen kim oluyorsun“ diye bir tavır var ve bu sadece müzikte değil sanatın diğer dallarında hatta gazetecilikte de böyle. Ben bunu doğru bulmuyorum. Sanat sokağa taşmalı, ucuz ve erişilebilir olmalı. Evet, tepkiler geliyor. Benim konservatuvardaki arkadaşlarımda bile “Siz kim oluyorsunuz? En iyisini ben yaparım.”durumları var. Bana göre kimse sanatın mülkiyetini alamaz, öyle bir şey yok. Hatta ben şahsen telif haklarına da karşıyım. Sanatı yaparsınız ve o artık sizin olmaktan çıkar. Sunduktan sonra senin değildir. Cem: Evet, artık senden çıkmıştır. Neruda’nın da böyle bir söylemi var aslında . Zamanında şiirlerini alıp altına kendi ismini yazan bir adama neden böyle yapıyorsun diye soruyor. Adam da “Ben bununla eşimi kazandım.” diyor. Evet, sanatını yapıyorsan ve insanlara sunuyorsan o artık bizimdir. Tablet orkestrası da “Sanat herkesindir.” manifestosuyla başladı. Dokunabilir özelliği sağlayarak içindeki onlarca enstrüman arasında hızla gidip gelinebilen bir platform tablet orkestrası. Konser yapmak için hantal malzemelere ihtiyaç var. Tablet orkestrası bir nevi bunu da ortadan kaldırıyor ve 80
biz istediğimiz an istediğimiz yeri sahneye çevirebiliyoruz. Aklınıza gelen her şeyin bir değeri var mıdır? Neyi yaratıcı bulursunuz? Neyi yaratıcı bulmazsınız? Cem: Bu konuda oylama bile yaptığımızı söylemem birisi bir yaratıcı fikirle geldiğinde. Onu anlattığında farkında bile olmadan aynı çocuksu heyecanı taşıyorsak eğer projeye başlıyoruz. “Zaten yapıldı ama keşke biz yapsaydık.” ya da “Biz yapsaydık daha iyisini yapardık.” dediğiniz neler var? Sosyal medya, sanat… alan sınırlaması olmadan neyde büyük oynamak isterdiniz? Ateşi keşke biz bulsaydık diyor musunuz? Cem: Bizi heyecanlandırmış ne varsa onun için “kıskançlık” duyabiliyoruz. Engin: Hatta ben spesifik bir örnek vereyim. İstanbul 2010 Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Haydarpaşa Garı’nın üzerine yapılan “Yekpare” adlı bir mapping vardı. Çok sağlam bir kurguya sahipti. O zaman “keşke” dedik. Hedef kitleniz kimler? Sizi kimler takip etsin? Engin: Aslında biz kafamızda insanlar tasarlamıştık. Pazarlamada falan çok yapılıyor ama hiçbirimiz pazarlamacı değiliz. Şehirde nitelikli iş arayan kişilerin bizi takip etmesi gerekiyor. Mesela şehre güzel bir grup geldiğinde giden veya yeni müzik keşfetmeyi seven alternatif, mainstream olmayan tiplerin, indie kafalarındaki insanların bizi takip etmesini isteriz çünkü onların hoşlanacağı işler yapıyoruz. Kaygılı kitle, görüşü olan, sanata eleştirel bakabilen,
tüketirken sadece tüketmeyen bir kitle kısacası farkında olan bir kitle ile birlikte olmak istiyoruz. Bu kadar proje oldukça soğukkanlı bir şekilde yürütülüyor gibi görünüyor oysa bu işlerin bir ucundan bakan her insan bilir ki işlerin ters gitme ihtimalinin bile büyük bir kaosa dönüşebilmesi an meselesidir. Sahne arkasında neler oluyor? Engin: Biz hepimiz aynı zamanda arkadaşız. Dolayısıyla arkadaşlar arasında olan ne varsa organizasyonda da oluyor. Önemli olan bir sıkıntı varsa karşındakiyle çok rahat bir şekilde paylaşabilmek, çünkü belli ki onun da bir kaygısı var ve bu işe gönül vermiş. Bu kargaşadan çözüm çıkarabilmek önemli. Tartışmalar , atışmalar oluyor ama şu ana kadar kaotik bir durum olmadı. Merak ediyorsunuz, düşünüyorsunuz, fikirler üretiyorsunuz, fikirleri hayata geçiriyorsunuz. Bütün bunları yaparken ticari bir amaç gütmüyorsunuz. Bu sürecin hangi kısmı sizi mutlu ediyor? Engin: Bizim “çocuksu bir sevinçle” karşıladığımız işler genelde anneler ve babalar tarafından “ya evladım yok mu başka işiniz” gibi karşılanabilen işler. Bizim yaptığımız şey biraz arztalep dengesini kırıyor. Ekonomideki genel işleyişin aksine arz ediyoruz, sonra insanlar da talep ediyorlarmış gibi bir hissiyat yaratmaya çalışıyoruz. O hissiyat yaratıldığında ben çok mutlu oluyorum. Mesela yurttaş gazeteciliğini kimse ihtiyaç olarak görmüyordu. Bir işi yaptıktan sonra en çok geri dönüşlerini alabilmek mutlu ediyor. Bir fikrin inanılarak hayata geçirilebilmesi ve bu deneyimin insanların hayatında fark yaratabilmesi mutlu ediyor. İstanbul sizin için bir ilham kaynağı mı yoksa sadece fikirleri sunmak için bir sahne mi? Engin: İstanbul çok önemli bir şehir hiçbirimiz kopamıyoruz. En büyük ilham kaynağımız da o. Aslında ikisi de
diyebiliriz. İstanbul bir şeyler yapmak için çok harika bir şehir, insana güç veriyor. Mesela burada bunalıyoruz, sıkılıyoruz ama Galata Kulesi’ne koştuğumuzda veya Galata Köprüsü’ne gittiğimizde gördüğümüz manzara bütün karmaşayı alıyor. Perdenin arkasından çıkıp kamusal alanları kullanıyoruz. İstanbul’un her yeri bizim için bir sahne olma durumu teşkil ediyor. Enstitü beş sene sonra nerede olacak? Engin: Senin oturduğun yerde. Hüseyin: Aslında herkesin görüşü farklı bu konuda. Cem’e sorsan kesin bir şirketleşme olmasından bahseder. Safa halkoyunu ekibine çevirir. Bana kalırsa boğazda ofis açalım derim. Engin konteyner kent yapalım der. Engin: Konteyner kentten de bahsetmek gerekiyor. Ben beş sene sonra İstanbul’un çok değerli bir yerinde, bir müteahhide veya şirkete verdiğimizde şehrin bütün dokusunun katledilebileceği bir yerde tüm bunlar yerine bizim olduğumuzu hayal ediyorum. Mesela konteyner kent projemizi oraya koymuş olsak. Bir nevi Artists Residence yapmış olsak. Orada bizim gibi düşünen, hayallerine inanan bütün insanlar konteynerlarda yaşasa. Dolayısıyla Yaratıcı Fikirler Enstitisü dediğimizde bir yaşam biçimi seçmek hayallerini gerçekleştirmek için kendini adamış insanların olduğu bir yapı olmalı beş sene sonra ve çok daha fazla kişiye ulaşabilmeli. Son soru sorulup son sözler söylendikten sonra ziyaretçisi bitmeyen enstitüdeki misafirlik tahtımı CHP İstanbul milletvekili Melda Onur’a devrettim. Yaratıcı Fikirler Enstitüsünü ve projelerini takip etmek isteyenler için: http://www.yaraticifikirlerenstitusu. com/ Twitter: @yfenstitusu @140journos 81
“Leş”oyun ekibi ile tiyatro üzerine Perşembe akşamı Taksim’deki Oyuncular Kahvesindeyiz. Mekan küçük ve sıcak, kadro kalabalık ve samimi. Hem oyunu seyrediyoruz sanata aç gözlerle hem de tatlı sohbetleriyle ve eksilmeyen kahkaha tınılarıyla kapatıyoruz geceyi. Kahkahaları duyuramasak da baskıda sohbeti okumak kaldı sana. Röportaj: Yaman Duman Fotoğraf: Cansu Soyupak
82
83
“Paramparça Aşklar ve Köpekler” ile “21 Gram” çok güzel birer örnek. Leş bugünün insanını anlatıyor aslında. Yani biz var olmak için , leş olmamak için, şurada bugün ne yapmaya çalışıyoruz? Her sabah kalktığımızda “Ben leş miyim değil miyim?” diye leş kavramını sorguluyoruz aslında. “Nedir leş kavramı?”,” Kime denir leş?” vs. Leş çünkü kimsenin ihtiyacı olmadığı bir durumda. Sen leşe ihtiyaç duymazsın. Leş vardır . O senin giymediğin pantolonundur. Aramadığın annen babandır. Artık istemediğin arkadaşındır. Terk ettiğin sevgilindir. Falan filan…. İşte bu durumda bu insanların bir şekilde var olma süreci veya birilerini bulma kavgasını anlatan bir oyun. Yaman: Oyunda en dikkat çeken sahne düzenlemesi ve dekor olsa gerek. Yani perde hiçbir zaman tam olarak kapanmıyor ya da tam olarak açılmıyor. Bu bir zorluk yaratıyor mu oyun için? Veya oyunculuk açısından yeni bir yaklaşım gerektiriyor mu?
“Taksim’in göbeğinde yapıyoruz bu tiyatroyu. Oyun oynarken oradan reggae çalıyor, bu taraftan flamenko sesleri geliyor, ezan sesi geliyor, dışarıda millet birbirini bıçaklıyor. Şurada yürümek daha cesaret isteyen bir şey aslında gecenin ikisinde üçünde provadan sonra.”
Yaman: Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Yani ekip olarak.
Ömer: Oyunculuk açısından kuliste inanılmaz bir trafik oluyor. (gülüşmeler )
Ömer: Yeni Drama Tiyatrosu’nu 2000 senesinde kurduk. Kurduğumuz günden itibaren de iki tane Modern Rus Tiyatrosu’ndan oyun sergiledik. Biri 5/25 Daniel Privalov’un. İkincisi de Mihail Durnenkov’un Leş isimli oyunu. Bu iki oyun da Rusya’daki yeni drama ekolünün örnekleri. Rusya’daki yeni drama ekolü, son on-onbeş sene içerisinde çıkmış çok kuvvetli bir ekol. Bugünün dertlerini, bugünün insanlarını anlatan ve hem sahnelemede hem de yazım tekniğinde klasikten güç alarak bugüne dair bir şey söylemeye çalışan yeni metinlerden oluşuyor. Biz de bu ekolün (ya da Stanislavski ekolünün) Türkiye’deki naçizane temsilcisi olmaya çalışıyoruz.
Güher Durmaz: Hızlı giyinmek gerekiyor. (gülüşmeler)
Yaman: Pekala, oyunu biraz tanıyabilir miyiz? Leş nasıl bir oyun? Ömer: Leş…. Değişik bir oyun ( gülüşmeler ) Nasıl değişik? Üç hikayenin paralel gitmesiyle oluşan ve biraz montaj tekniğiyle yazılmış bir oyun. Üç hikayenin ara ara birbirinin içine geçmesi ve üç hikayenin bir yerlerde kesişmesi... Buna mesela Meksika’dan
84
Ömer: Fakat sahneleme açısından bizi zorlamadı açıkçası. Bu oyunun getirdiği bir şeydi bu. Yapılması gereken şey buydu. Blackoutlarla yaptığın zaman bu geçişlerin bir anlamı kalmayacaktı. Biz bunu yapmaya çalıştık. Tabi ki en çok dikkat çeken yer orası ve mutluyuz geçişlerden . Cansu: Çok cesur bir oyun. Bu kadar cesur bir oyunu seyirciye kabul ettirmek zor oldu mu? Ömer: Valla çok harika bir soru. Seyircilere kabul ettirmek zor olmadı. Yani öyle bir zorluk diye düşünmüyoruz çünkü ne kadar cesur bir şey yaparsan yap, istersen afedersin g*tünü aç sahnede, cesaretse eğer bu, eğer bunu samimi yapmıyorsan cesur olarak kalıyor o sadece. Yani sahnede otuz bir çekilen oyunlar da var. Ama bunun bir anlamı olması lazım. Yani samimi olması lazım. Cesur olduk mu olmadık mı diye aslında çok kafaya takmadık. Samimi olmaya çalıştık. Bütün oyunlarımızda
da bunu arıyoruz.“Neremiz acıyor ve o acıyı nasıl anlatabiliriz? “. Taksim’in göbeğinde yapıyoruz bu tiyatroyu. Oyun oynarken oradan reggae çalıyor, bu taraftan flamenko sesleri geliyor, ezan sesi geliyor, dışarıda millet birbirini bıçaklıyor. Şurada yürümek daha cesaret isteyen bir şey aslında gecenin ikisinde, üçünde provadan sonra. O yüzden burada birincil amacımız cesur olalım mı olmayalım mı değil, bir şekilde samimi ve kalpten bir şeyler yapmak aslında. Yaman: Ben bu oyuna ikinci kere geliyorum ve geldiğimde oyun hep kalabalıktı ancak bu kalabalığın sırf kalabalık olması dışında katılımından memnun musunuz? Ömer: Bu oyunda çok parametre var. Oyunda o kadar çok geçiş var, o kadar çok sahne var ki bu sahnelerden bir tanesi ağırdan alındı mı oyun böyle domino taşı gibi devrilebiliyor. Gerçekten iyi bir hazırlık ve iyi bir iç dinamik gerekiyor. Zaman zaman yakalayamadığımız oldu o doluluğu. Bu bir sürü şeyle bağlantılı. Atıyorum film festivali oluyor, havalar güzelleşiyor, finaller oluyor... Finaller diyorum çünkü bu daha çok öğrencilere, genç kesime hitap eden bir oyun. Buraya öğrenciler, gençler geldiğinde tepkiler, reaksiyonlar çok daha farklı oluyor.Oyunu biraz daha kaldırıyor belki de gençler. Geçen oyunda mesela seyirciler oyunculardan daha azdı galiba ( gülüşmeler). Ya biz birde oyunlardan sonra genelde söyleşi de yapmaya başlamıştık ilk zamanlarda. Çok güzel geri dönüşler de oluyordu. Fakat sonra niye bıraktık onu? Çünkü böyle bir oyunun hemen sonrasında söyleşi yaptığınız zaman insanlarla, oyunun bir demlenme, oturma süresi oluyor ve ilk başta o geçişlerle, harala güreleyle hiçbir şey anlamadı gibi geliyor insana. Ondan iki gün sonra “Aa evet leş... Evet şişman... Bak ben şimdi şişman gibi davranıyorum, şimdi bir şeyler oturmaya başlıyor.“ gibilerinden gelenler var. Hatta iki sefer üç sefer oyunu izlemeye gelenler var ki sen de ikinciye geliyorsun. Böyle fanatikleri de oldu oyunun. Oyundan umutluyuz çünkü her oyun farklı oluyor bizim için. Bu oyun çok farklıydı mesela. Belki sen şimdi iki kere izlediğin için farkında varmışsındır. Yaman: Evet arasında fark kesinlikle var. Ömer: Her oyunda ne çıkacağını bilmediğimiz için bir yandan onun heyecanı, korkusu ve ürpertisi de var. Yaman: Oyun bir Rus oyunu. Rus karakterler üzerinden ve oradaki olaylarla yürüyor. Ancak biz yine de izlerken kendimizi özleşteştirebiliyoruz. Bunu Türkçeleştirmek ve karakterleri Türkiye’ye uyarlamak zor oldu mu ya da bunun için özel bir uğraş sarf etmeniz gerekti mi? Ömer: Bence buna Maria cevap versin. Maria Akgüllü : Siz bana bunun cevabını verin. Çünkü Mihail de geldiğinde “Aa ben çok şaşırdım herkes bu kadar güzel reaksiyon verebildiği için, Türk seyircisi çok iyi tepki verdi bu oyuna” dedi. O hiç böyle olacağını düşünmemişti. Cansu: Peki Rus bir oyuncuyu Türkiye’ye uyarlamak zor oldu mu? Oyun boyunca Türkçe konuşmak?
Maria: Tabi ilginç geldi. Zor da yani başka dilde oynamak. Yaman: Tiyatro için bir engel değil galiba. Maria: Çok deneysel bir tecrübe aslında tiyatro için. Çünkü daha fazla uğraşıyorsun metinle, daha çok önem veriyorsun. Bir de belki daha fazla takip ediyorsun insanları, Türkler nasıl söylüyor cümleleri falan diye. Cansu: Koç’a girelim mi biraz hazır Koç’tan oyuncular da varken? Ömer: Koç Üniversitesi’nin bizde çok ayrı bir yeri var gerçekten. Çünkü Koç Üniversitesi bizim Rusya’da aldığımız eğitimi uyguladığımız, denediğimiz ve meyvesini aldığımız ilk yer. O yönden bizim için 85
çok önemli bir deney. Koç Üniversitesi’ne bize bu olanağı verdiği için, bu deneyimi yaşayabildiğimiz için teşekkür etmek lazım. Yaman: Oyuncularınızın 3 tanesi de Koç oyuncularından. Bunu şu soruya bağlayabiliriz aslında. Yeni drama oyuncuları kimlerden oluşur? Ömer: Yeni drama oyuncuları yeni oluşmaya başladı. Mesela Maltepe Üniversitesi’nden hem stajyer hem oynayan oyuncularımız var konservatuardan. Koç Üniversitesi’nden öğrencilerimiz var. Cengiz benim 2000 senesinde 2 -2.5 sene beraber tiyatro yaptığım daha sonrasında benim Rusya’ya gitmem nedeniyle yollarımızın ayrıldığı ama sonra tekrar bu sene ne mutlu ki yollarımızın birleştiği bir arkadaşımız. Mesela Fehmi Karaaslan Fransa’da eğitim almış ve aslında belki de Rus ekolüne göre çok başka bir ekolden gelen bir arkadaşımız. Ama çok güzel bir tat yakaladık beraber. Hem o bize çok güzel şeyler verdi hem biz ona çok fazla şey verdiğimize inanıyoruz. Ortada çok güzel bir buluşma yaşadık. Yani yeni drama oyuncuları aslında bu seneyle beraber biraz daha oluşmaya başladı diyebiliriz. Yeni bir stüdyo fikrimiz var ileride. Altyapı eğitimi verdikten sonra kadroya oyuncu yetiştirebilceğimiz bir proje. Çünkü aynı dili konuştuğun oyuncularla hem prova yapmak çok kolay hem bir şeyler üretmek, yaratmak çok daha zevkli. Toplama bir kadroyla, tanışmadığın insanlara ancak kafandakileri dikte edebiliyorsun. Oysa ki şimdi Güher olsun, Meriç olsun, Maltepe’den arkadaşlarımız olsun, Erdeniz olsun, daha çok etüd hazırlamayı, daha çok sahne hazırlamayı, beraber düşünebilmeyi, yaratmayı bilebilen arkadaşlarımız. O yüzden bizim en büyük amacımız aynı dili konuşabildiğimiz insanları bulmak. Ne mutlu ki şu an yanımızda, yöremizde böyle bir ekip var birbirimizi anladığımız. Umuyorum ki bu bağ daha da çok güçlenecek. Yani bu son durak durduğumuz yer değil. Buradan daha ileriye gideceğiz. Yaman: Leş’ten sonra yeni bir oyun görecek miyiz yakın zamanda ya da Leş’in önümüzdeki programı nedir? Ömer: Leş büyük ihtimalle bu sezon bir oyun daha yaparsa yapar. Çünkü önümüzde Uluslararası Tiyatro Festivali var iki hafta sürecek olan. Artık havalar ısınıyor, salon sorunu, sıcaklık sorunu falan var. O yüzden belki bir oyun daha fazla oynayacak bu sezon. Önümüzdeki sezon umuyorum ki aynı kadro tekrar Leş’e devam edeceğiz. 86
Yaman: Peki okurlarımız yeni drama oyuncularını nereden takip edebilirler? Ömer: Yeni Drama Tiyatrosu’nun web sitesi daha hazır değil. Bu yaz umuyorum ki öyle bir şey olacak. Ama Facebook’taki “Yeni Drama Tiyatrosu” sayfasından videoları, oynanan oyunlardan fotoğrafları, ekip hakkındaki her şeyi takip edebilirler. Oradan gönderdiğimiz gönderilerden de haberdar olabilirler. Herhalde şimdilik bu kadar . En kötü Güher’i ararlar, Meriç’i ararlar. ( gülüşmeler) Yaman: Bizim sormayı unuttuğumuz, sizin özellikle belirtmek istediğiniz bir şey var mı? Ömer: Var mı eklemek istediğimiz bir şeyler? Güher: Çok eğleniyoruz. Cengiz Güleryüz: Yönetmen konuşturmuyor. (gülüşmeler)
bizi
dövüyor,
Maria: Biz Koç’ta çok iyi bir eğitim verdik ve ne zaman sorun yaşadıysak, oyunculara ihtiyacımız olduysa hemen aklıma oradaki oyuncularımız geldi. Çünkü gerçekten çok zaman harcadık beraber ve çok güzel bir şey çıkmıştı. Keşke devam etseydi. Güher: Romeo ve Julietler bu arada onu da söyleyelim de çünkü büyük ihtimalle okul biliyordur hala. Maria: Onlarla çalışmak ve onlara daha da fazla bişiyler vermek gerektiğini düşünüyorum. Ömer: Yarım da kaldı o eğitim aslında. Yani bizim kafamızda daha fazla yapacağımız hem proje hem eğitim anlamında şey vardı. Akademik eğitimi uyguluyorduk. O bir senenin mahsülüydü bu Romeo ve Julietler. Hani duraktı bizim için ama son durak değildi işte. Fakat maalesef ilerlemedi. O kötü oldu. Yaman: Çok teşekkür ediyoruz röportajımıza katıldığınız için. Ömer: Biz teşekkür ediyoruz.
Esen Kendir, 2012 Š 87
34
A
STERDAM’DA
Bilmeyenler ve Hatırlamayanlar için Amsterdam: Amsterdam’ın Kötü Yönleri Nilay Dursun Ve sonunda beklenen an geldi sayın ve sevgili okurlar, şu geçen bir ayımı sizler için bilgi toplayarak harcadım ve eşsiz araştırmacı gazeteci ruhumla Amsterdam’daki tüm uyuşturucu bataklıklarını nam-ı değer “coffe shopları” ve “smart shopları” ayrıca da ilgilenen 3-5 kişi için ise müzelerle ilgili araştırmamı tamamladım. Sizlerden ricam şudur ki; anlatacaklarımı lütfen evde denemeyin, hatta hiç denemeyin(?).
“Mağazaya girdiğiniz anda önce size “ilk deneyişiniz mi olacak?” diye bir soru soruyorlar daha sonra ise sizi hem sözlü bilgilendirip hem de çoğu yerde ortak basım olan esrar ve truffles bilgilendirme kitapçıklarını veriyorlar.” 88
Evet, herkesin bildiği gibi Amsterdam tarihi özellikleri, kanalları, ve farklı çeşit müzelerinin dışında genelde serbest uyuşturucu politikasıyla bilinmektedir. Amsterdam’ı genel ve özellikle de Türk turistler için bir uyuşturucu ülkesi yapan neden ise uyuşturucu dışındaki her özelliğini başka ülkelerde bulabilme imkanımızdır. Yani kanal görmek isterseniz Venedik’e gidebilirsiniz mesela, ya da tarihle ve müzelerle ilgileniyorsanız kendinize gidecek milyonlarca ülke bulabilirsiniz. Özellikle son zamanlarda müzeler arası koleksiyon alışverişleri sayesinde İstanbul’dan hiç çıkmadan da sanatı takip etmek mümkün. Ancak ve ancak “legal” olarak uyuşturucu kullanabileceğiniz tek memleket Amsterdam’dır .Yoksa neden tüm Amerikalılar ve İspanyollar da buraya gelmek istesin ki? Mesela Barcelona da 2 adet bitki yetiştirme imkanınız bile var, legal olarak, ama sokakta takılırsanız kötü gününde olan bir polis sizi sevmeyebilir! Oysa ki Amsterdam’da “no fear” politikası işlemekte, gerçi Barcelonalı gençlerin de pek kimseden korktuklarını sanmıyorum. Ancak ben tabii ki bir sanat tarihi öğrencisi olarak Amsterdam’ın bu şekilde kötüye kullanılması hiiç ama hiç tasvip etmiyorum. Neyse, yapılan uzun süreli araştırmalar ve saha incelemelerinden sonra Amsterdam’daki en ünlü coffe shopları şu şekilde sıralayabilmemiz mümkündür: The Bulldog, The Grasshoper, De Dampkring, The Greenhouse, De Rokerij, Baba ve Barney’s. Asıl “The Bulldog” şu anda modası geçmiş olarak görülse de arkasında önemli bir geçmiş yatmaktadır.
1970’de Hollanda’daki bir pop festivalinde Henk De Vries’in kibrit kutusu içinde Afrika otu satmasıyla başlayan hikaye, kendisinin Aralık 1975’de babasının sex-shopundaki malzemelerini bir kanala boşaltmasıyla (ne aile ama!) ve boş dükkanı dünyanın ve Amsterdam’ın ilk coffeshop’ı yapması ve köpeğinden ilham alarak (!) adını Bulldog koymasıyla The Bulldog efsanesi başlar. Başlarda polis karakolundan çıkmayan Vries ve arkadaşları daha sonra seksenlerin ortasına doğru polislerin satışa izin vermesiyle kocaman coffeshop ve otel zincirini kurarlar. Şehirde en ünlü ikisi Redlight District’de ve Leidsplein’de olmak üzere beşten fazla Bulldog bulunmaktadır. Redlight’daki daha otantik bir atmosfere sahipken, Leidsplein’deki daha çok disko havasında ve turistlere yönelik bir mekan haline gelmiştir. Bu arada turistlere yönelik derken zaten Amsterdam’daki coffeshopların neredeyse hepsinin turistlere yönelik olduğunu bildirmeliyim çünkü Hollanda’nın yerlileri yasak olmamasının verdiği isteksizlik yüzünden olsa gerek bu tür şeyleri pek kullanmıyorlar. Ne kadar Hollandalı arkadaşıma sorduysam hepsinin kullanım sıklığı ile ilgili verdiği cevap “ayda yılda bir” oldu. Tabii aralarından bazıları “Yok ya ben hiç takılmıyorum, arada mdma, acid ya da ex, o da önemli parti ya da festival olunca.” diye cevaplar vermedi değil (buradan kendilerini kınıyoruz). The Grasshopper ise Hollandalıların tabiri ile yalnızca bir coffeshoptansa daha “smoker-friendly”(artık nasıl çevirmek isterseniz) bir mekan olarak görülmekte. Şehirde iki adet olmakla beraber ikinci ve yenisinin daha büyük ve aynı zamanda iki katlı bir bar ile İspanyol restoranından oluşmakta olduğu bilinir. Ayrıca bu coffeshop’un fotoğrafları nedenini hala anlayamadığım bir şekilde zamanında Ayşegül Aldinç’in “Yanlışsın” adlı şarkısının klibinde kullanılmıştır (?). De Dampking de Grasshopper gibi iki şubeye sahiptir. Birincisi merkeze yakın Tweede Kamers’in yanında daha eski bir tarzda başarıyla döşenmiştir. Ayrıca Nisan 2007’de devlet “ya alkol satın ya da ot” demeden önce şirin bir barı da olduğu söylenmektedir (şu an bu yasa geçerli değil). Ünlü olmasının nedeni olarak ise Oceans 12’nin
çekimleri sırasında oyuncuların bu coffeshop’u mesken yeri olarak tutmasıdır. Mekanın ikinci şubesi ise daha önce Pink Floyd olarak anılan bir coffeshoptan dönüştürülmüştür. Bu coffeshop’un ünü ise zamanında bol bol Pink Floyd çalması ve ayrıca Mother Finest otu ile Umma Gumma esrarı satmasıdır( Her ne ise?). Greenhouse ise, orijinal olarak başarılı otuyla 1987’den beri yapılan High Times Cannabis Cup adlı dünyanın önde gelen esrar festivallerinde çoğu kez birincilik ve ikincilik ödülü almış, duvarları ünlü resimleriyle dolu ve ilk artistik coffeshop olarak bilinen Greenhouse Tolstraat;,Hindistan’a ve Nepal’ e özgü havasıyla Greenhouse Namaste, ve Redlight’la Dam Meydanı arasında en iyi esrara sahip olan yerlerden biri olarak bilinen en genç Greenhouse Centrum olmak üzere üç şubeden oluşmaktadır. De Rokerij, orijinal olanı Leidsplein’de olmak üzere dört şubeye sahiptir. Ünlü olmasının nedeni ise dört dükkanında da bulunan başarıyla yapılmış duvar resimleri, ışık kullanımları ve kendine özgü müzik tarzıdır. Baba ise Redlight’in en kalabalık yerlerinden biri olması ve şehrin en iyi techno ve trance müzik yapan coffeshop’ u olarak tanınmaktadır. Adı Baba olmasına rağmen ısrarla Türk olmadığı belirtilir. Son olaraksa Barneys’ Breakfast Club and Coffeshop olarak da adlandırılan Barneys’ ise Haarlemmerstraat’da kendi küçük Barney imparatorluğunu oluşturmuştur. Hala yemek yenilebilen Barneys’ Uptown, ve sonrasında Barney’s Farm’dan oluşan bu imparatorluk zamanında yaptıkları ve diğer coffeshop’ları da etkileyen kahvaltı sunumu ile ünlü olmuştur. Smartshoplara gelirsek eğer en ünlü olarak bulabildiğim iki tane dükkan bulunmakta. Bunlardan bir tanesi Amsterdam’ın en eski ve en iyi smartshopu olarak bilinen Centrum’daki The Magic Mushroom Gallery. Diğeri ise hem sattıkları hem de oturulabilecek ve aldıklarını deneyecek arka tarafındaki “tripping zone” u, büyülü makaleler ve seçkin kitap koleksiyonuyla ünlü Conscious Dreams Kokopelli ve onun kardeşi, kendini dünyanın ilk smartshopu olarak gören internet smartshop’u Conscious Dreams Dreamlounge. Bunların dışındaki dükkanlar ise genelde hediyelik dükkanı şeklindeler. Bu şekildeki 89
dükkanlarda hem Amsterdam’la ilgili bin bir çeşit hediye hem de bu tür uyuşturucu mamullerinin kullanım araçlarını bulmak mümkün. Ama benim ilgimi en çok çeken şeyler ise neon tişörtler ve posterler! Ayrıca şunu da bildirmek gerekir ki son yasaya göre Amsterdam’da magic mushroom legal olarak satılmamaktadır, onun yerine “truffles” adı altında magic mushroom’un yavrusu denilebilecek ürünler bulunmakta.
Evet efendim, geldik Amsterdam’ın “kötü” yönleri konulu yazımızın sonuna. Bir sonraki yazıda, Amsterdam’ın Görülemeyen İyi Yönleri: Müzeler başlığı altında görüşmek üzere, kafanızın açık olması dileğiyle. 90
nilaydursun@kutudergi.com
Bana göre bu tip dükkanların ve coffeshopların en ve tek başarılı yanı siz almaya niyetlenmeden önce sizi bu konuda bilgilendirmeleri. Mağazaya girdiğiniz anda önce size “İlk deneyişiniz mi olacak?” diye bir soru soruyorlar daha sonra ise sizi hem sözlü bilgilendirip hem de çoğu yerde ortak basım olan esrar ve truffles bilgilendirme kitapçıklarını veriyorlar. Bu kitapçıklarda bu uyuşturucu maddelerin aslında tam olarak ne olduğunu, nereden geldiğini, vücutta ne gibi şeylere yol açtığını, nasıl kullanmanız gerektiğini ve en önemlisi nasıl kullanmamanız gerektiğini anlatıyorlar. Mesela bir el broşüründe haşhaş ve otun “cannabis” bitkisinden çıktığını, içinde THC bulundurduğunu, etkisinin iki ile dört saat arası olduğunu ve farklı insanları farklı şekilde etkileyebildiğini anlatıyor. Kimi insanı güldürürken kimisini ağlattığından, bazılarını aktif bazılarını yorgun hale getirdiğinden vs. Ayrıca dediğim gibi önemli olarak kesinlikle okulda ve işte, araba kullanırken, içki içerken içilmemesi gerektiğini, içinize çok çekmemeniz gerektiğini, space cake in sizi ilk bir saatte etkilemediğini, esrar kullanırken kalp atışlarınızın hızlanabileceğini ve şuurunuzu kaybetme riskinizin olduğunu, hangi hastalık durumlarında içilmeyeceğini, yurt dışına kaçırmamanız gerektiğini (!) ve mutlaka alırken çalışanlara hangisinin ne kadar güçlü olduğunu ve etkilerini sormanız gerektiği yazıyor. Aksi takdirde coffeshop çalışanlarının anlattığına göre günde en az beş defa karşılaştıkları panik yaşayıp bayılan insanlardan olabilme şansınız yüksek. Neyse ki çalışanlar bu konuda uzman oldukları için sizi olduğunuz yerde bıraktıktan sonra (evet nereye düştüyseniz oraya) biraz zaman geçmesini bekliyor daha sonra ise yüzünüzü yıkıyor, şekerli su ya da şekerli herhangi bir içecek vererek dışarı çıkarıp hava almanızı sağlıyorlar.
Esen Kendir, 2012 Š 91
Gürkan Genç ile Röportaj “Doğa için Pedalla” adını verdiği projesiyle, Türkiye’den yola çıkıp Japonya’ya bisikletiyle 12.500 kilometre pedal çevirerek varan Ankaralı bisikletçi Gürkan Genç ile röportaj yaptık. Bu yolculuk sırasında yaşadıklarını , hayalini nasıl gerçekleştirdiğini ve yeni hedeflerini anlattı bize. Röportaj: Ezgi Atay 92
93
bir süreç olmadı. On dört yaşlarında kullanmayı bıraktığım bisikleti iş yerine gidip gelmek için otuz yaşında tekrar kullanmaya başlamıştım. Çocukken bir hayalim vardı, bisikletle dünyayı gezeceğim derdim. Fakat zaman içinde bu hayali unutmuşum. Bisikleti tekrar kullanmaya başladığımda bu hayalimi de hatırlardım. Üç ay gibi kısa bir sürede de Japonya’ya gitme kararı aldım. Hazırlanma süreciniz nasıldı? Ne tür zorluklar ve tepkilerle karşılaştınız? Tabi ki bisikletli bir geçmişiniz olmadığından ve bisikletle Türkiye’den Japonya’ya gitmek çok ütopik gözüktüğünden destek bulmak çok zor oldu. Cebimdeki para sadece Türkiye’den Rusya’ya kadar yetiyordu. Fakat bir hedef koymuştum: Japonya. Hedefiniz olduktan sonra ve yapacağınıza inandığınız taktirde zorlukları da aşıyorsunuz. Yolculuğunuz sırasındaki harcamalarınız için sponsor bulabildiniz mi yoksa bu harcamaları kendiniz mi karşıladınız?
“Ben bu sistemi kendim için kırdım. Yolculukta aşkı, korkuyu, insanlığı, dostluğu, acıyı, mutluluğu, başarıyı daha farklı yaşıyorsunuz. Var olan bu gerçekler şehirlerde betonlar arasında sıkışıp kaldığımız dünyadaki gerçeklerle aynı değildi. ”
94
Merhaba Gürkan Bey sizi biraz tanıyalım mı? Türkiye’den Japonya’ya bisikletle gitme kararını vermeden önce ne işle meşguldünüz? Kendinizden biraz bahseder misiniz? Selamlar. 32 yaşında İletişim Fakültesi mezunuyum. Her genç gibi ben de üniversite dönemimde kariyer hayatına başladım. Haber montajı ile başlayan bu serüven çeşitli firmalarda satış pazarlama departmanlarında devam etti. 2008 yılında üç arkadaş Ankara Filistin caddesinde bir İtalyan restoranı açtık. Bu restoranı açtığım dönemlerde caddede üç, dört restoran varken iki sene içinde cafe ve restoranların sayısı yirmiye çıktı. Gücümüz gelen büyük firmalarla yarışmaya yetmeyince önce restoranı sattık, sonra şirket hisselerimi ortaklarıma devrettim.
Dört yüzden fazla firma ile görüştüm. Destek bulamadım. Bir başarınız yoksa size kimse inanmaz böyle ütopik projelerde. Son olarak Atılım Üniversitesi destek verdi. Aslında üniversite sahibinin hayali de böyle bir tur yapmakmış. Kendisi de bana hayal ortağı oldu. Bu yolculuk için neleri gözden çıkardınız, neleri göze aldınız?
Bu kararı nasıl verdiniz, uzun süreli bir plan mıydı?
Öyle bir yolculuk yapıyorsunuz ki her an her yerde başınıza bir şey gelebilir. Riskli bir yolculuktu. Hayatınızı ortaya koyuyorsunuz. Tek başınıza dağlara bisikletle tırmanıp, çölleri geçiyorsunuz. Hastalansanız, sakatlansanız yardıma gelecek hiç kimse yok. Zorlu doğa koşullarında, insanlar tarafından gasp edilme veya öldürülme olasılığı var ve yalnızlıkla tek başınıza savaşmak zorundasınız. Motivasyonunuz çok yüksek olmalı. Yapabileceğinize inanmalısınız. Ben çocukluk hayalimi gerçekleştirmek istiyordum.
Türkiye’den Japonya’ya bisikletle pedallama kararını almam pek de uzun
Peki bu yolculuk hayatınızda ne gibi farklılıklar yarattı?
Seyahate koyduğum Doğa İçin Pedalla adı benim için bir süre sonra değişti. Bu aslında gerçek hayatın yolculuğuydu. Sistemin içinde tıkılıp kalmışız. Sabah dokuz, akşam altı emeklilik dönemine kadar yaşa dur. Sonra da geriye bakıp ben bu hayatta ne yaptım de. Kocaman dünyada yüz kilometre kare içinde yaşayıp durmuşuz. Ben bu sistemi kendim için kırdım. Yolculukta aşkı, korkuyu, insanlığı, dostluğu, acıyı, mutluluğu, başarıyı daha farklı yaşıyorsunuz. Var olan bu gerçekler şehirlerde betonlar arasında sıkışıp kaldığımız dünyadaki gerçeklerle aynı değildi. Kaç ülkeyi bisikletinizle geçtiniz? Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Çin, Moğolistan, Güney Kore, Japonya. 343 günde, 950 kadar şehir kasaba ve köyü 12500 kilometre pedallayarak Türkiye Samsun’dan, Japonya Tokyo’ya vardım. Gördüğünüz ülkelerden en çok hangisi sizi etkiledi? Günümüz şartlarına göre Güney Kore. Devlet şehirleri insanlar için yapmış. Engelli olan vatandaşların çıkamayacakları ne bir zirve var ne de başka bir alan. Görme, duyma ve yürüme engelliler için şehirlerde tüm detaylar en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Geri dönüşümlü ürünler kullanmaya çok özen gösteriyorlar. Kirli ne bir sokak görebilirsiniz ne de yağmur yağdığında en ufak bir çamur veya su birikintisi. Şehir hayatı işte böyle olmalı demiştim. Her yerde bisiklet yolları, gülen insanlar... Bu yolculuk süresince deneyimlediğiniz en unutamayacağınız anınız nedir? Bu yolculuğun anısı çok yakında kitap olarak da çıkacak. Yolculuk bittikten sonra bile beni şaşırtan olaylar oluyor. 2012 yılında Dağ Filmleri Festivali kapsamında yolculukta çektiğim görüntüleri kısa film haline getirip takipçilerle ve bilmeyenlerle paylaştım. İstanbul’daki gösterime giderken yolda bir Fransız bisikletli gezgin görüp durdurdum ve muhabbet etmeye başladık. Fransua on beş ay önce yola çıkmış ve 9000 kilometreye yakın yol yapmış. Ben de kendimi tanıtırken “Aa ben seni biliyorum sen bisikletle çölleri geçen Türksün. Vay senle karşılaşmam ne büyük şans.” demesi muhteşemdi. Avustralyalı arkadaşından beni duymuş ve internette bulunan videolarımı seyretmiş. Sonrasında birlikte filmimi seyretmeye gitmiştik.
bisikletin bir ulaşım aracı olduğunu hatırlatıp okullarına gidip gelirken kullanmalarını söyleyip, doğayı korumaya şimdiden başlayabileceklerini anlatıyorum. Yeni bir hedefiniz var mı? 2012 Haziran ayında bisikletimle 7 senelik dünya turuna çıkıyorum. 80 ülke 5 kıta , 110.0000 kilometre. Tam bir devr-i alem. www.gurkangenc.com dan bu serüveni takip edebilirsiniz. Tacikistan’da Pamir Dağı tırmanışı çok zordu. 4 bin 650 metrelik dünyanın en yüksek araç geçiş noktalarından biri. ‘Tur bisikletçiliğinin Everest’i sayılıyor. Başınıza bir şey gelse sizi kurtarmaya gelecek kimse yok. Dünyanın en büyük sekizinci çölü Karagum’u boydan boya geçtim. 45 ila 50 derece arasında pedal çevirmek gerçekten zorlaşmıştı. Moğolistan’da dünyanın en büyük üçüncü çölü Gobi’de on iki gün pedal çevirdim. Kocaman bir boşluğun ortasında giderken bir süre sonra kendi kendime konuştuğumu fark etmiştim. On iki gün boyunca duş almadan, her gün aynı kirli tencereden yemek yemek, suyunuz bittiğinde kendi idrarınızı arıtmak ve geceleri -30 derecede uyumak ayrı bir tecrübeydi. Ülke adı vermek istemem. Bir yerde başka bisikletçilerle birlikte yanlış bölgede kamp kurduğumuz için gece yarısı silahlı askerler geldi ve bisikletlerimize el koyarak bizi tutukladılar. Başka bir kampa kadar yürütüp sonrasında serbest bıraktılar. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde misafirperverlik görülmeye değer. Herkes evine, restoranına misafir etti. Çinde Arjantinli bir kıza aşık oldum. İkimiz de farklı hedeflere sahip gezginler olunca bana bir ‘kuş öpücüğü’ verip. ‘Gerçeğini almak istiyorsan Arjantin’e gelmelisin’ dedi. Kırgızistan’da 100 kilometre arayla tesadüfen iki kız kardeşin evinde kaldım. ‘Vay be dünya çok küçükmüş.’ demiştim.
Geziniz sonrasında seminer verdiğiniz topluluklardan gelen en ilginç soru nedir? Gezinin en güzel sorusu anaokulunda verdiğim bir sunumda 6 yaşındaki Arzu adlı minikten gelmişti. “Çok güzel gezmişsiniz. Peki bu harcadığınız paraya orman oluşturamaz mıydınız?’’ Benim verdiğim sunumların amacı farkındalık yaratmak. Bisikletin bir ulaşım aracı olduğunu hepimiz biliyoruz fakat kullanmıyoruz. Yirmi beş yılda atmosfere faydalı hale gelen ağaçlar yerine bu sunumlarla miniklere ve gençlere 95
Drago mi je Bosnia* Bu klasik bir gezi yazısı değil önce bunu söylemeliyim. Başkenti şöyle bir dolaşıp dönmedim. 8 günde 5 şehir gezdim. Tanıştığım insanların hepsi eğlenmeyi bilen, keyifli biraz çatlak olsa da mutlu insanlar. Ben hayatımda bu kadar gözlerinin içiyle gülen insanlarla tanışmamıştım. Yazı: Cansu Soyupak
96
97
“Ben de nefret ederdim “ bir kitap okudum hayatım değişti” tarzlı klişelerden kabul ediyorum. Ama bu gezi gerçekten benim hayatımı değiştirdi.”
Yazıya nasıl girsem, nereden başlasam bilemiyorum. Tek bildiğim yaşadıklarımın ve gördüklerimin kolay olmadığı. Bunları yazıya dökmek ise daha da zor. Bu klasik bir gezi yazısı değil önce bunu söylemeliyim. Kimileri “Ya tamam, abartma.“ diyecek, kimileri ise “Ay ağır ajitasyon.” İsteyen istediğini desin, umurumda değil. Bunlar yaşananlar ve gerçekler. İşin içinden nasıl çıkacağımı bilmeden başlıyorum anlatmaya. Uçakta bir uyuyup bir uyanmanın verdiği sersemlik ve nikotin açlığıyla ayak basıyorum Saraybosna havaalanına. Tüm bu bilinçsizlik hali yüzünden çok da algılayamıyorum “Nasıl bir yerdeyim?”, “Neler gelebilir başıma?” sorularının cevaplarını. İlk dikkat çeken her yerde asılı olan Coca Cola reklamları. “Tamam” diyorum, Amerika burayı da ele geçirmiş. Komünist rejimden sonra ne büyük ironi. Tüm o nikotin açlığıyla yakılan ilk sigara söndürüldükten sonra bir otobüse doluşup, Srebrenitza’ya doğru yola çıkıyoruz. 98
Bilenler bilir Srebrenitza 95 yılında soykırımın yapıldığı yer. Temmuz 95’te 8 bin tane Bosnalı, Sırp ordusu tarafından Birleşmiş Milletlerin “güya” güvenli bölge olarak ilan ettiği bu şehirde katlediliyor. “E bunları zaten biliyoruz, bırak tarih dersini” diyeceksiniz değil mi? Biliyorum, ben de öyle demiştim çünkü. Ama gerçekler biraz daha farklı. Katliam çok yakın, çok gerçek. Yani öyle yüzlerce sene önce olan bir durum yok ortada. Üzerinden sadece 17 sene geçmiş. İnsanlar hala kaybettiklerinin cesetlerini arıyorlar toplu mezarlarda umutla. İnsanca ölmediler, en azından insanca defnedilsinler diye. Her şey ortada. Size etrafı gezdiren rehber savaşı görmüş bir Boşnak. “Benim babamı gözümün önünde tam burada öldürdüler, biz bu dağlardan kaçtık” diyor. Tüm o insanların kapatıldığı eski batarya fabrikasını müze yapmışlar. Orayı gezerken hissettiklerim inanılmaz. Hatta delice. Fotoğraf çekerken o bomboş olan fabrika birden insanlarla doluyor. Lensin arkasından adeta çığlık
çığlığa yardım isteyenleri görüyorum, acı haykırışları duyuyorum. Bunlar sanki yetmezmiş gibi üzerine izlediğimiz belgesel sanırım son darbeyi vuruyor bana. Sahne Tuzla dağlarında. Sırp askerleri kaçmaya çalışan Boşnakları yakalamışlar. Tek sıra halinde ilerleyen Boşnaklar kameraya alınıyor. İçlerinden birine Sırp askeri “Korkuyor musun?” diye soruyor. Beklenen cevap geliyor ama inanılmaz vurucu bir bakışla.:“Korkmamak mümkün mü?” Savaş ve katliam bitse de izleri silinememiş Bosna’dan. Mostar’da hala tüm evlerde kurşun delikleri var. Hala kaybettiklerini bulamayan annelerin acısı ve gözyaşı dinmemiş. Saraybosna cennet gibi ve Avrupai dursa da, dağ köylerinde işler o kadar da mükemmel değil. Evet, dediğim gibi klasik bir gezi değildi benimkisi. Öyle başkenti şöyle bir dolaşıp dönmedim. 8 günde 5 şehir gezdim. Kamyonet kasasında dağ köylerine gittim. Orada aileler gördüm. Evlerde elektrik yok. Para olsa bile şehre inip erzak alacak taşıt yok. Arıcılıkla, sebzecilikle geçinmeye çalışan aileler... Bu zorluğun içinde sigara zevkinden ödün vermeyen aile babaları…. Tüm bu imkansızlığın, sebep olduğu acı, bezginlik ve karışıklığın içinde yine de Bosna insanı beni şaşırtacak derecede keyifli. Tanıştığım insanların hepsi eğlenmeyi bilen, keyifli, biraz çatlak olsa da mutlu insanlar. Belki de fotoğraf çektiğim için daha iyi görebildim bu durumu. Ben hayatımda bu kadar gözlerinin içiyle gülen insanlarla tanışmamıştım. Ben de nefret ederdim “Bir kitap okudum hayatım değişti” tarzlı klişelerden kabul ediyorum. Ama bu gezi gerçekten benim hayatımı değiştirdi. Soykırımın gerçeklerini yüzüme vurdu. Ne olursa olsun hayatın devam ettiğini ve gülümsemenin zor olmadığını gösterdi. Bir arkadaşın tabiriyle “insanları kabuklarından arındırıp, sadece içlerini görebilmeyi” öğretti. Boşnak böreğinden başka nefis yemekler, Goran Bregovic bestelerinden başka harika şarkılar, karşılık beklemeden hareket eden samimi insanlar tanıttı bana Bosna. Ha bir de insanın nasıl nefret dolu olup, akla hayale sığmayan şeyler yapabildiğini gösterdi. Şimdi artık insanları hem seviyorum hem de onlardan korkuyorum. Teşekkürler Bosna. Bana insanın nasıl bir şey olduğunu gösterdiğin için.
Esen Kendir, 2012 Š
100
İllüstrasyon: Kerem Bilek, 2012 ©