Kutu
no:5
OH YES Charles Bukowski
there are worse thıngs than beıng alone but ıt often takes decades to realıze thıs and most often when you do ıt's too late and there's nothıng worse than too late.
Editör
Yarı bilinçli bir durumdayken, ya da düş ile gerçek arasında iken yazdıklarımız anlamlı olur mu? Yoksa “anlam” sadece ona yöneldiğimiz zaman mı kendini açığa çıkarır? Olanaksızlık, ya da olanaklılık durumu kendince bir anlam taşır mı, yoksa sadece bir rastantıdan mı ibarettir? Magritte, resimleriyle bize ne anlatmak istemiştir? Magritte resimlerini anlatırken, onların “düşünce özgürlüğünün maddi göstergeleri” olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Bu özgürlüğün anlamını şöyle açıklar: “Yaşam, Evren, Boşluk; düşüncenin özgür olduğu durumda onun açısından hiçbir değer taşımazlar. Düşünce açısından değeri olan tek şey “anlam”dır; başka deyişle ahlaksal olanaksız kavramıdır.” Fakat olanaksızı kavramak, olanaksız olanı rastlantıdan ayırmak zordur. Bu nedenle Magritte’in anlatımı, olanaksızın deneyimlenmesinin yanında, şans olgusunu da içinde barındırır. Bazı resimlerinde olanaksız olan ile şans eseri meydana gelen olgular iç içedir. Bu yüzden “anlam”ın kendisini açığa çıkarış şekli “şans” kavramından soyutlanamaz. Bu sayının konusu “Şans”. Bu konuya olabildiğince farklı açılardan yaklaşırken, olanaklı olan, olanaksızlık derken, Magritte’ten bahsetmemek olmaz dedik, ve kapakta Magritte’in ünlü eseri “The Son of Man”i yeniden yorumladık. Dosya konumuzda, Duchamp’tan John Cage’e, şansı hayatının bir parçası olarak kullanmış kişilerden bahsettik. Farketmişsinizdir, bu sayıda logomuz başta olmak üzere marka kimliğimizde bir yenilik yaşadık. O eski keskin hatlı ve daha içine kapanık logomuzdan, daha yuvarlak hatlı, yeniliklere açık, ve samimi bir logoya geçiş yaptık. Bunu yaparken de dergiyi çıkarmakta biraz geç kaldık. Bu yüzden de Charles Bukowski’nin en sevdiğim şiirini, özür dileme amacıyla yandaki sayfada paylaşıyorum. Kahve kokulu okumalar dilerim.
Mert Gümren
Kutu
Sayı:5 Bahar 2013 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Mert Gümren Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hakan Özyılmaz Grafik Tasarım Mert Gümren Kapak Fotoğrafı Caner Aydoğan Editörler Cansu Soyupak, Naz Cuguoğlu, Alper Orhan, Oğulcan Açıkel, Yaman Duman, Tolga Yapan Görsel Editörü Cansu Soyupak Reklam Sorumlusu Ece İşmen Katkıda Bulunanlar Özge Akpınar, Caner Aydoğan, Aslı Kuzu, Cemre Yılmazer, Nilay Dursun, Kerem Bilek, Murat Gencoğlu, Turna Ezgi Toros, Asena Çeltikçioğlu, Can Köroğlu, ve Laleper Aytek Matbaa Stil Matbaacılık İbrahimkaraoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası Seyrantepe/ İstanbul Tel : 0212 281 92 81 Fax : 0212 279 30 86 www.kutudergi.com kutudergi.com/blog Yönetim Yeri: Koç Üniversitesi Rumelifeneri Yolu 34450 Sarıyer İstanbul Türkiye | Tel: +90 212 338 1000 İletişim: iletisim@kutudergi.com Reklam: reklam@kutudergi.com Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır. Ücretsizdir.
İçindekiler
6...mıxtape // alper orhan 9...lıons ın the cage // turna ezgi toros 12...röportaj // cem dinlenmiş 16...röportaj: bindik bir alamete 23...serge gaınsbourg // ceren bozcan
26...kapak konusu: şans 28...zarların senfonisi // cansu soyupak 30...rene magrıtte: gerçekçi gerçeküstücülük // hakan özyılmaz 34...şans dediğin nedir ki? // yaman duman 36...şans, mucize ve evrim üzerine // s.can özcan 38...mr.nobody: şans üzerine şansını zorlamak 40...fotoğraf & şans // laleper aytek
44...bookporn 46...amsterdam’ın görülmeyen iyi yönleri: müzeler // nilay dursun 52...filin seyir defteri ve lüferler // naz cuguoğlu 58...hissedilen işaretler // murat gençoğlu 61...biri // oğulcan açıkel
Kutu
no:5
M I X TA P E no :5 haz覺rlayan: Alper Orhan
6
Biffy Clyro – Opposites
Nick Cave & Bad Seeds – Push the Sky Away Foals – Holy Fire Holy Fire’ın dokuzuncu şarkısı Providence aslında bize Foals’un üçüncü albümü hakkında çok şey anlatıyor. Başta neredeyse chill-out tadında başlayan şarkı, ilerledikçe şekil değiştiriyor, hızlanıyor, farklı tempolara, enstrümanlara yer veriyor. Albümdeki şarkıların birbirine benzediğini düşünmeyin sakın. Bir şarkı “biz grunge’ın da 80’lerin de en güzelini yaparız” derken diğeri, “aslında dance-punk’da da başarılıyız” diye haykırıyor resmen. Inhaler, My Number ve Everytime albümün en gözde parçaları ama sonlara doğru kanımca albümün gizli silahı, “Late Night” yatıyor. Prelude ise albümün kesinlikle en farklı şarkısı. Neredeyse Post-Rock-vari diyebileceğimiz, karanlık, güçlü ve yoğun bir şarkı. Her ne kadar albümü açıp, diğerleri yanında sönük kalsa da, Foals’un ilk zamanlarına en yakın duran parça... İngiltere’den çıkan ve vaat ettiği umutları yerine getiren bir grup Foals. İlk iki albümde yaşadıkları sıkıntıları, mesela müziklerinin gereğinden ağır ve yorucu olması, tamamen bir kenara bırakıp hafiflemişler, gereksiz notaları cilalayıp tertemiz bir albüm ortaya koymuşlar. Yolları kesinlikle açık... Kanıtı da Holy Fire. 8/10
2008’deki Dig, Lazarus, Dig!!!, Nick Cave and the Bad Seeds severler için ilginç bir deneyim olmuştu. Alışılagelmişten hareketli, belki gereğinden fazla düzgün bir albümdü. Ardından Nick Cave’in yine Bad Seeds’in yarısıyla çalıştığı Grinderman’ın albümü geldi. Grinderman zaten Bad Seeds’in alter-egosu işlevini görüyordu. Sınır tanımayan, çılgın, zaman zaman abartılı, genellikle gürültülü bir havası vardı Grinderman albümlerinin. Belki de bu iki albüm Nick Cave ve ekibinin bütün sinirini, hızını ve gürültüsünü alıp götürdü. En azından Push the Sky Away’in bize gösterdiği durum bu. Post-Punk dönemini sonlandıran Boatman’s Call ve No More Shall We Apart sound’una yakın bir albüm olmuş Push the Sky Away. Sakin, sessiz, belki biraz durağan, bazen rahatsız edici... Nick Cave yine pianonun başına geçip ağır takılmış. Durağan olsun, hızlı olsun, onbeş tane albüm yapmış Nick Cave and the Bad Seeds dinleyiciyi tatmin etmesini fazlasıyla biliyor. Jubilee Street, Higgs Boson Blues, We No Who U R ve We Are Real Cool albümün en iyi parçaları kanımca.
2009’da çıkan ve grubu mainstream’e tam anlamıyla tanıtan Onyl Revolutions’tan beri dört sene geçti ve yeni albüm, hem de bir çift albüm, Opposites ile karşımızda Biffy Clyro. İlk albümlerindeki o aşırı tonu Puzzle’da sakinleştirip, Only Revolutions’ta alternatif rock ayarına getirmişlerdi meseleyi. İlk albümleri sevenleri de yakalayan ve yeni dinleyicileri de yakalamayı başaran bu iki albümün devamında gelen Opposites, seveni daha bir bağlayacak ve Biffy’yi daha geniş bir çevreye tanıtabilecek nitelikte. Biffy Clyro 90’ların alternatif rock/grunge’ı ile günümüzün daha rafine Indie Rock’ının karması bir müziğe sahip olmakla beraber aynı zamanda 70’lerin Hard Rock janrasına da el atmaktan çekinmiyorlar. Haliyle böyle komplike bir etki alanı olan grup, zaman zaman karmaşıklaşan, ama dinleyicinin keyfini engellemeyen bir müzik ortaya koyuyor. “The Joke’s on Us”, “Black Chandelier” ve “The Thaw” albümün en göze çarpan parçaları. Ayrıca gayda ezgilerine yer veren “Stinging Belle” albümde farklılığıyla dikkat çekenlerden... Opposites belki Only Revolutions veya Puzzle’ın sahip olduğu o müthiş havaya veya yenilikçi tada sahip değil. Ancak Biffy ile tanışmak ve ısınmak için belki de en iyi başlangıç albümü olabilir.
1983’te başlayan The Bad Seeds macerası, otuzuncu yılında, onbeşini albümü ortaya koyuyor. Derin, sessiz ve yoğun. Umarım durmaya niyetleri yoktur. 9/10
7
Fotoğraf: Naz Cuguoğlu
sadece müzik işte
LIONS IN THE CAGE yazı: Turna Ezgi Toros
Nedir bu adam sizin için? Çöp belki ya da kendini ispatlamaya çalışan herhangi bir ergen irisi, belki de sıradan bir insan, farklı olduğunu düşünen. Belki de hiçbiri veya hiç kimse. Sadece sesleri boşluğa, kendi anlamları ve evreniyle bütünleşmeye yollayan bir adam.
10
Bazı inanç ve düşünce sistemleri “varlık” kavramının “var olma”dan değil “var edilme”den geldiğini benimserler. Bu sistemlere göre olmak, kendi başına bir eylem değil, başka bir gücün yaptığı bir eylemin sonucudur. Bu yüzden de varlıklar, yaratıcılarının ya da içinde bulundukları sistemlerin, koşulların koyduğu kurallar, yargılar, tanımlar çerçevesinde anlamlan(dırıl)ırlar. Elbette ki, kendi başına var oluşu kabul edilmeyen varlıkların, kendi anlamlarına sahip olabilmeleri de düşünülemez. Varlıklara anlam vermek, onlara yorum katmak ve dışarıdan bir ilavede, müdahalede bulunmak demektir. Oysa anlam, nesnelerin kendi içinde, özündedir. Sözlük anlamına göre müzik “duygu veya düşüncelerin belli kurallar çerçevesinde uyumlu seslerle anlatmak sanatı”dır. Yani müzik bir ifade aracıdır. Bütün sesler, vuruşlar, sessizlikler, yaratıcısının duygu ve düşüncelerini dinleyicilere iletmek için kullanılan bir araç ve yöntemler bütünüdür. Anlamı da yaratıcı ya da dinleyicinin algısına göre var edilmektedir. Belli kuralların da yardımıyla, bu anlamlandırmanın alanı belirlenmiş ve yanlış anlaşılmalar minimize edilmeye çalışılmıştır. Kurallar, beklentilerin ve taleplerin sınırlarını çizmiş; belli sınırlar dahilinde arzular, duygular ve talepler özgürleştirilmiştir. Örneğin; ritim. Tipik bir rock şarkısı düşünelim (sesli düşünmek güzel olabilir bu noktada) dum (karna yumruk) çak (alkış) ritmine sahip. Bu şarkıda birtakım ataklar yapılsa bile, dönüp dolaşıp geleceği yer ya da bu atakların özgürlük alanı, bu ritmin dahilidir. Bu yüzden eğer gerçekten kulaksız değilseniz, bir süre sonra bu ritme rahatlıkla uyum gösterip eşlik edebilir ya da hafiften dans bile edebilirsiniz. Fakat bu esnada gitarist bir anda uzun bir sessizliğe bürünse, sonra birden ritme dönse ve sonra tırnağıyla teli oynasa, dansınız durmak zorunda kalır; zira bu durum standardınızın dışında, beklenmedik bir hamledir ve buna hazırlıklı değilsinizdir. İşte bu noktada şarkının verdiği
duygudan, düşünceden ayrılıp duyduğunuz ses odaklanabilirsiniz. Artık anlam, o an duyulan sesin, yaşanan anın anlamıdır. Yani varlığın kendi benliğinin, anlamının var oluşu olmaya başlar duyduklarınız. Bir şey ifade etme derdinde olmayan müzik, sadece müzik işte. Sözü olan müzikler konumuzun tamamen dışında, zira orada bırakın müzikle bir şey ifade etmeyi, üstüne bir de söz ekleyerek adeta bir yazılı/sesli iletişim yöntemi kullanılmakta. O yüzden biz klasik müzik tarihine şöyle kısaca göz atacak olursak, özellikle 20. yüzyıla kadar olan süreç, kimi zaman belli seremoniler ( dini müzikler, aristokrasi için yapılan müzikler, opera ve temsiller için yapılan “background” müzikler gibi) için, o amacı ve mesajları pekiştirmek, desteklemek ve ifade etmek niyetiyle müzik üretimi şeklinde gerçekleşmişken, kimi zaman ise direkt biçimde mesaj yahut anlam belirtmese dahi (yani bir hizmete yönelik müzik olmamak), içerik ve yapısallık bakımından bazı duygu ve düşünceleri ifade eden müziklerin var edilmesi şeklinde vuku bulmuştur. Örneğin; belli armoni ve hareketlerden oluşan senfoniler. Bu anlayışın dışına çıkmak, müziği duygu ve düşüncelerin belli kurallarla anlatılması yerine seslerin var oluşu, özgürleşmesi haline getirmek için, başta Schoenberg olmak üzere pek çok bestesi çeşitli girişimlerde bulunmuştur. (örn. 12 oktav sistemi gibi) Fakat, tüm bu insanlar içinde en radikal olanı ve müziğe, bestecilikten öte filozofluk yönüyle devrimsel müdahalelerde bulunan kişi,-benceJohn Cage’dir. Çünkü John Cage, bir müzisyen olarak, değişimi restorasyon değil, yeniden yapılandırma halinde görmüştür. “Söyleyecek hiçbir şeyim yok ve söylüyorum.” diyerek, anlamın; sesin ve sessizliğin özünde olduğuna inanıp bunu anlatmaya çalışmıştır. Bir müzisyen düşünün ki Silence (Sessizlik) isminde bir eseri olsun ve 4 dk 33 sn süren bir sessizlik sürecinden oluşsun, aslında o sessizliğin farklı sürelere sahip sessizliklerden oluştuğunu, eserin her performansta ayrı bir hal aldığını anlatmaya çalışsın. Çoğu insanın dinlemeye tahammül bile edemeyeceği eserler yapan bir müzisyen hayal edin. Nedir bu adam sizin için? Çöp belki ya da kendini ispatlamaya çalışan herhangi bir ergen, belki de sıradan bir insan, farklı olduğunu düşünen. Belki de hiçbiri veya hiç kimse. Sadece sesleri boşluğa, kendi anlamları ve evreniyle bütünleşmeye yollayan bir adam. Varlıkların özüne ve kendi anlamlarına, var oluşlarına verilen değer; onları birileri ya da bir şeyler tarafından anlamlandırabililmesi ile ilgilidir. Bu yüzden de her anın, her oluşun kendi anlamı vardır. Ve yine bu yüzden, tesadüfün, kendi kendineliğin (bkz. “akan su bile yolunu buluyor yahu”) anlamı ve mevcudiyetidir aslolan. Bu yüzden Çin felsefesinin önemli dayanaklarından biri olan “Book of Changes”(I ching) müziğe uyarlanmıştır Cage’de. Belki de yetersiz sözcük dağarcığım yüzünden “tesadüfi” olarak adlandırmak zorunda kaldığım “chance operations” düşüncesi ile, belli bir kompozisyon ve anlamın ötesinde, her şeyin kendi anlamıyla var olduğu bir evrenin müziğidir onun yapmaya çalıştığı. John Cage’yi hiç tanımayan ya da sevmeyenler, muhtemelen hiç sevmeyecek ya da sevmemeye devam edecektir. Çünkü büyük ihtimalle anlamayacaklardır, bir şey anlatmaya çalışmayarak aslında çok şey anlattığından. Anlatabildim mi? Biliyorum ki hayır. İyi şanslar. Zaten anlamak, çözmeye yetmez. Hiçbir zaman da yetmedi.
Belki de yetersiz sözcük dağarcığım yüzünden “tesadüfi” olarak adlandırmak zorunda kaldığım “chance operations” düşüncesi ile, belli bir kompozisyon ve anlamın ötesinde, her şeyin kendi anlamıyla var olduğu bir evrenin müziğidir onun yapmaya çalıştığı.
11
CEM DİNLENMİŞ Röportaj: Cemre Yılmazer
Genç yaşta girdiği Penguen Dergisiyle adını duyuran, ‘’en genç karikatürist’’ olarak tanıdığımız Cem Dinlenmiş; bu zamana kadar açtığı iki kişisel sergi, yayınladığı bir kitap ve daha bir çok projeyle adından söz ettirmeye devam ediyor. Başarılı karikatürist bütün içtenliğiyle sorularımızı yanıtlıyor.
Çizgi romanın geçmişten günümüze olan gelişimi hakkında ne düşünüyorsun? Çizgi romanın özellikle son 20 yılda geçirdiği en önemli değişim grafik romanların yükselişi ile çizgi romanın edebi ve sanatsal bir mecra olarak geniş kitlelerce tanınması oldu. Sinemadaki auteur geleneğindeki gibi, kendi yazıp çizip özgün dünyalar kuran çizgi romancılar çoğaldı, yapıtları yaygın ve kolay ulaşılabilir hale geldi. Bu durum Türkiye’deki karikatür dünyası için de benzer bir seyir izledi, çizerler kendinden menkul hale geldi, ana akım gelenek ve tarzlardan ayrıştılar. Mizah dergisinde çalışıyorsun diye bütün mizah dergilerini takip etmek zorunda mı hissedersin kendini yoksa takip ettiğin birkaç çizerin olduğu dergileri mi alırsın? Hepsini değil ama iki üç tanesini düzenli olarak alıyorum. Sevdiğim çizerleri takip etmekle meslek gereği takip etmek birbirinin içine geçmiş iki eylem. Peki takip ettiğin çizgi roman serileri var mı? Takip ettiğim çeşitli çizerler var, genelde ürettikleri her şeyi takip etmeyi çalışıyorum. Chris Ware ve Daniel Clowes bunlardan ikisi. Onun dışında fabrikasyon olmayan, bağımsız çizgilerin toplandığı çeşitli yayınları da severek takip ediyorum. Bu zamana kadar aklında yer eden en önemli çizgi roman karakteri kim? Tenten!
İlk çizmeye başladığın yıllardaki idolün kimdi? Çizgisini örnek aldığım çok çizer oldu, doksanların sonunda Bahadır Baruter ve Memo Tembelçizer’in çizgilerine özenirdim. Daha küçük yaşlarda Batman, Ninja Kaplumbağalar gibi karakterlerden etkileniyordum, onları çiziyordum hep. Günlük hayatta aklına bir şey gelip de “dur ben bunu şimdi söyleyip ziyan etmeyeyim, sonra kullanırım” dediğin oluyor mu? Evet, kimi zaman da kullandıktan sonra fark ettiğim olur bu durumu. Her zaman da ziyan olmaz aslında. Çark Serisinde(Dahiliye) yer alan bazı üç boyutlu eserlerin, kendi içinde bir kaç farklı sekans yaratıyor. Bu eserleri, tek boyutlu olacak şekilde bir kaç farklı tabloya aktarmaktansa bir tablo içine sığdırmak özellikle aldığın bir karar mıydı yoksa spontane mi gelişti? Fikir bir mekanizma yaratmak üzere ortaya çıktı. Mekanizma izleyici tarafından çalıştırılıyor, ilkel bir sinema gibi aslında. Mesele izleyicinin işin önünde vakit geçirmesi ve onu kendi kendine keşfetmesi... Uzun uzun izleyip, ortada dönen hikayenin ucundan yakalayıp dahil olmalarını seviyorum. Kareleri birbirinden ayrı olarak hiç düşünmemiştim. Sergilerini ve karikatürlerini incelediğimiz zaman, sıradan olayları/durumları mizahla birleştirerek yorumladığını görüyoruz ve bu da bize günlük hayatında biraz ayrıntıcı olduğunu düşündürüyor. Sen ne dersin?
13
Günlük hayatta ayrıntılarla ilgleniyorum, mesele komiklikse ya da bir bitkiyi, yeni açılmış metro istasyonunu, mağazadaki bir ceketi incelerken.
Her zaman sıradan olayları işlediğimi söyleyemem. Her gün rastlanmayan büyük olaylar, ya da sıradan hayatta göremeyeceğin saçma ve ilgisiz konular da işin içinde çoğu zaman. Bazen detaylara, bazen de detayların etrafında dolaştığı esas durumlara bakıyorum. Günlük hayatta ayrıntılarla ilgileniyorum, mesele komiklikse ya da bir bitkiyi, yeni açılmış metro istasyonunu, mağazadaki bir ceketi incelerken. Şeylerin nasıl çalıştığı ile ilgili fikir veriyor. Çizgilerinin anlatımını neler oluşturuyor? Hayal ürünleri ve çevremdeki şeyler bir araya geliyor çoğunlukla, tarihsel, hayali ya da popüler kültüre ait öğe ve karakterler, çevremde izlediğim olay ve koşulların etkisinde kalıyor, bazen de aralarındaki benzerlikler oluşturuyor anlatımı. Bu sene nisan ayında ‘’Şimdi Olmaz’’ isimli 2. kişisel sergini sundun. 2010 senesine dönüp baktığın zaman, ‘’keşke o zaman şöyle yapsaydım’’ dediğin bir şey var mı? Yeni sergi sana yeni ufuklar mı açtı yoksa var olan ufkunun gelişmesine mi yardımcı oldu? Her sergide yeni buluşlar yapmak üzere yola çıkıyorum Önceden ele aldığım dünyadan izler sürüyor. Eski hakkında yargıda bulunmuyorum oturup, ama geriye dönüp beğendiğim, beğenmediğim şeyler oluyor sık sık. Her yeni resimle yeni bir yol açmak istiyorum diyebilirim, bazı yollar bir yere çıkmıyor, bazılarında ışığı görürsem ilerlemeyi
14
seviyorum. Sergiden sonra resimler üzerine uzun uzun düşünüp, “Nerden gitsem” diye karar verecek zamanım oluyor. Zaman içinde çizim tekniğinde ya da tarzında değişimlerin olduğunu söyleyebiliriz yani? Tabi ki! Sonsuz olanak var yaratıcı alanın içinde, kimse de yerinde saymak istemez. Çoğunlukla işlevsel değişimler de olur, anlattığın şeye, derdine göre de evrilir çizgiler. Bazen içinde yer aldığın yayına ya da çizgisel bir iklime göre de değişiklikler olabilir. Sergilerini hazırlarken en büyük destekçin kimler oluyor? Etrafımdaki çoğu insan işin ucundan tutuyor. Boyaları yurtdışından getirmem gerektiğinde oralarda yaşayan arkadaşlarımı, ahşap malzemeleri yapan marangozu, ahşaba boya, emprenye ve vernik uygulayan, cnc ve yapıştırma işlerimini üstlenen babamı, katalog için birlikte çalıştığımız Okay’ı sayabilirim. Fakat yalnız kaldığım yüzlerce saat içinde gelişiyor çoğu şey. Bir karikatürist olarak sen nelere gülüyorsun ? Bu aralar eski GırGır ciltlerine bakıyorum, Bored to Death izliyorum, onlara gülüyorum. Cem Dinlenmiş gece başını yastığa koyduğunda iyi bir iş yapıyor olmanın huzuruyla mı uyur? Ara sıra.
“BBA hedefi olmayan bir gezme yöntemidir. Sadece yolda olmakla alakalı ve o süreci anlatan, insanların yoluna ortak olan bir projedir. Sürdürülebilir bir turizmi hedefler. Aşırı turistik yerlere gitmez, lüks turizmi sevmez. İnsan odaklıdır. Her zaman paylaşıma açık ve karşılıklı güven tabanına oturtulmuş bir projedir.”
BİNDİK BİR ALAMETE Röportaj: özge akpınar
Bu röportaj aslında bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete deyip yola çıkan iki insanın hikayesi. Soner ve Barış, güneşli tatil planlarına ve lüks turizme inat yollara dökülüp yeni maceralara parmak kaldırıyor. Varmaya niyeti olmayanlar yola koyulsun…
Bilmeyenler için nedir “Bindik Bir Alamete”? Barış: BBA hedefi olmayan bir gezme yöntemidir. Sadece yolda olmakla alakalı ve o süreci anlatan, insanların yoluna ortak olan bir projedir. Soner: Sürdürülebilir bir turizmi hedefler. Aşırı turistik yerlere gitmez, lüks turizmi sevmez. İnsan odaklıdır. Her zaman paylaşıma açık ve karşılıklı güven tabanına oturtulmuş bir projedir. Böyle bir oluşuma ne zaman karar verdiniz? Bir sabah uyandınız ve Bindik Bir Alamete olalım mı dediniz? S: Biz Erasmus’u aynı dönemde yaptık. Barış Budapeşte’deydi, ben İspanya’daydım. Erasmus sonunda İspanya’da bir buçuk ay birlikte yaşadık. Döndüğümüzde Bursa’ya gittik. Bursa’da Koza Han’da çay içiyorduk bir taraftan da ne yapacağız şimdi düşünceleriyle posterasmus halleri yaşıyorduk. Bir anda en iyisi gezmeye devam edelim bir de buna video günlükleri ekleyelim dedik. B: İlk başta program gibi bir mantık yoktu. Sadece kendimiz için vardı proje. Geziyoruz, izliyoruz hoşumuza gidiyor falan derken bir anda işler biraz daha gelişti ve seri olsun internetten insanlarla paylaşalım dedik. İsmi ilk başta Tahta Valiz‘di. Derken böyle bir hale geldi. Ne kadar zaman oldu? S: Tam geçen sene ağustos, yani bir yıl oldu. Şimdiye kadar nereleri gezdiniz, yakın zaman projelerinde nereler var? S: İlk bölümümüz Bandırma Çanakkale’ydi. Orta Ege ve Kuzey Ege’yi gezdik. Depremden sonra Doğu Anadolu-Van Gölü civarına gittik. Önümüzdeki rotada daha güneye gideceğiz. Fethiye, Didim civarlardaki dağ köylerini görmek istiyoruz. Sonra da İç Anadolu var. B: Tabii bunlar BBA ile yaptıklarımız. Bu yerleri daha önceden de gezmiştik.
18
Bu video günlükleri yaparken en unutamadığınız anınız ne olmuştu? Sahne arkasında ne var? B: Ayvalık bölümü, hayvan pazarı herhalde en unutamadığımız anımızdır. Gece hava karardı Ayvalık çıkışında, hava kararınca otostop çok zorlaşıyor. Geride hayvan pazarı var oraya dönelim en azından uyuruz dedik. Gittik oradan bir köfte yiyelim şuraya da bir çadır atalım derken gece muhabbet sohbetle birlikte orada çaycı olduk. S: “Barış üç çay getir, Soner iki köfte çek!”derken gece bir de rakılar açıldı. Bu arada arife günü ve ertesi gün Kurban Bayramı. B: Oradaki insanlar da herhalde Ayvalık’ın en garip insanlarıydı. Ahmet abi diye biri vardı mesela yatı teknesi var ama gelmiş hayvan satıyor. Mustafa abi vardı, on iki yıldır elektriği kaçak kullanıyor, hapse girmiş çıkmış. Haliyle ilk başta içki içmeye bile çekindik. Gece ilerledi, Ahmet abi tuttu buraya bir tane kadın getirelim, oynatalım diye. Ama bu sırada hayvan pazarındayız her yer inek, dana kaynıyor. En sonunda yakınlarda bir bar varmış üç kişi bir scootera binip gittiler. Orası kapalıysa Erdek’e gideriz dediler. Öyle akıllarına koymuşlar yani düşün. Bu arada bizi de bir ahıra götürdüler.
biz otostopçu almaya başlarız. Mesela eski bir Volkswagen minibüs alıp, BBA yazılarını giydirip otostopçu toplayıp onlarla röportaj yapsak gibi bir fikrimiz de var. S: Ara program olarak otostop maratonu diye bir şey yapmak istiyoruz. Ekran ikiye bölünüyor, Barış mesela seni alıyor ben başka birini alıyorum hedef belirliyoruz atıyorum İstanbul-Ankara ve kim daha önce hedefe varacak diye bir otostopçu yarışı yapıyoruz. B: Bu arada BBA application tasarımı falan da yaptık. Biz BBA olarak Türkiye’deki bütün otostopçuları bir çatı altında toplayıp kendi aralarında iletişim kurabileceği bir mecra yaratmaya çalışıyoruz. S: Rehber gibi.
Kimsenin ağzına mikrofon dayamıyoruz, kimsenin suratına büyük bir kamera doğrultmuyoruz. Biz şuradan geldik bize şarkı söylesene, bir gözleme açsana teyze demiyoruz.
S: Bir ahırı var, onun yanında da o insanların bazen yattığı küçük bir kulübe var. Bizi de oraya götürdüler. Yan tarafta üç yüz tane hayvan var. Bize de bir tüfek verdiler. “Alın bunu, bazen hayvanları çalıyorlar” dediler. Sabah bir kalktık, bize bir kamyonet getirmişler, “hayvan getirsenize” diyorlar. Arkasına hayvan atıyorlar biz kamyoneti kullanıyoruz. B: Biz de keyif aldığımız için kendimizi kullandırıyoruz. Oradaki insanların yerine konmamak bizi çok rahatsız ediyor. Gittiğimizde onların yerine konabildiğimizde mutlu oluyoruz. S: Bunun gibi gittiğimiz yere ortak olduğumuz bir sürü hikaye var. Adamlar ne yapıyorsa onların hayatına giriyorsun ve sırıtmıyorsun. Biz tip olarak da sarışın mavi gözlü çocuklar değiliz, çirkin iki tane tipiz. Önemli etkenlerden biri de elimizde eski, yetmişlerden kalma tahta valizlerimizin olması. Bu sefer yerel halk aa benim de vardı bunlardan diyip muhabbet açıyor. Sırt çantası Anadolu’daki adam için, hatta bizim için de çok uzak bir şey. Biz normalde trekking de yapıyoruz ama sırttan bir boy uzayan bir çantayla gezmek istemiyoruz. Kimsenin ağzına mikrofon dayamıyoruz, kimsenin suratına büyük bir kamera doğrultmuyoruz. Biz şuradan geldik bize şarkı söylesene, bir gözleme açsana teyze demiyoruz. B: Röportaj yaparken adam küfrettiğinde sen de aynı şekilde küfrederek röportaja devam edebiliyorsun. Çünkü biz aslında orada röportaj yapmıyoruz sohbet ediyoruz. Bu böyle olunca zaten herkes çok rahat oluyor. Tabii ki bunları paylaşıp paylaşmamak bizim elimizde ama biz genelde küfürler dahil her şeyi paylaşıyoruz. Gelecek ve yakın zaman projelerinizde neler var? S: Biz her ne kadar profesyonel çekim yapabilecek işler yapıyor da olsak BBA hala kameranın elde sallandığı, titrek görüntüleri olan, focusta ve seste sıkıntı olan amatör ruhlu bir proje bunun bu şekilde devam etmesini istediğimiz için profesyonel kameraya geçmiyoruz. B: Şu an biz sadece otostopçuyuz ama belki bir on bölüm sonra
B: Bu bilinmeyen yerleri de gün yüzüne çıkartacak bir proje. Ben bir de bir otostopçu anıtı yapmak istiyorum, yani bir yol kenarında otostopçuların bir şeyler bıraktığı eşyalardan oluşmuş bir anıt. Bütün otostopçuların güzergahına sokacağı bir şey. Şimdi Avrupa’dan gelen bir otostopçu öyle bir şeyin varlığından haberdar olup mutlaka oraya gidecektir. S: Yurtdışındaki otostopçular, sosyal medyanın da getirisiyle çok daha fazla iletişim içindeler.
Şu an Almanya’dan buraya gelen bir adam boşuna gelmiyor, gelişine bir proje giydiriyor. Hemen hesaplar açılıyor bu yüzden herkes otostopu artık belli bir şeyler için yapıyor. B: Biz Down sendromlular için İstanbul’dan Almanya’ya gidiyoruz diyip yola çıkmayı sevmiyoruz. Onu kullanarak medyatik olma çabaları hoşumuza gitmiyor; çünkü biz para kazanırsak zaten o insanlara yardım ederiz, bunu kullanmaktan hoşlanmıyoruz. E-book veya kitap gibi bir şey çıkarmayı düşünüyor musunuz? S: Aslında bizim halihazırda otostop rehberi gibi bir şeyimiz var. Otostop nasıl çekilir, çekerken nelere dikkat edilir, Türkiye’deki otostop derecesi haritası gibi bilgiler var içinde. B: Aslında bu bir defter ama ilk otuz sayfasında temel bilgiler var. S: Geri kalanını sen tamamen kişiselleştirebiliyorsun. Giresun’a mı gittin Giresun yazıyorsun sonra bunun fotoğrafını çekip appde paylaşıyorsun. Ama tabii bunu yapmak, üretmek, ayrı bir kısım. B: Bu otostop defterini alan her kişinin bir kullanıcı adı edinip applicationı indirmesi sağlanmalı ama bunlar uzun vade planları. Yaratıcı Fikirler Enstitüsüyle çalışmaya başladınız, başka çalışmayı istediğiniz kimler var? S: Biz enstitüyle birçok işi ortak yapıyoruz. BBA’yı da bunun içine soktuk. Bununla birlikte BBA yeni yayın döneminin yönetim kısmına geçmiş oldu. Kimlerle görüşülecek, televizyondan mı devam edecek, internetten mi devam edecek gibi soruların cevaplarına karar veriyoruz. Şu an tek çalışmak istediğimiz YEF. Önümüze çıkan şeyler de geleceği yere zaten gelir. Şu anda başka bir oluşum yok, zaten biz yeterince oluşuk oluşuk tipleriz, çokoluşuğuz. Bu yolculuklar için neleri gözden çıkarıyorsunuz, neleri göze alıyorsunuz? B: Biz Soner’le yol kenarında çok eğleniyoruz. Yeri geliyor dört beş saat bir araba almıyor. Sıkılmadan vakit geçirebilmek çok önemli. S: Buradaki işlerimizin hepsini göz ardı ediyoruz. Hani böyle para kazandıracak sıkıcı türden şeyleri. Bunların hepsini ekarte edip pat diye gidiyoruz.
19
İletişim çok önemli. İletişim kurmayan, nemrut, ketum bir insanın otostop çekiyor olması imkânsız. Keyifli zaman geçireceksen binersin.
Bir anda mı yola çıkıyorsunuz, yoksa planlıyor musunuz?
göstermek istiyoruz ve yaşadıklarımızı öyle anlatıyoruz.
S: Genelde bir ay önceden belli oluyor.
S: Bizim olayımız büyük şehirli iki kişinin gezisi. Yoksa Diyarbakır’a gittik arkaya hemen tıngırdak bağlayalım, o artık bayağı.
B: Ama Van’a iki gün öncesinde karar vermiştik, öyle de olabiliyor Allah kahretsin dediğiniz, korktuğunuz, damarınıza basan anlar oluyor mu? B: Allah kahretsin kısmı çok oluyor. Bir de durmayan arabaya çok fazla küfrediyorsun ama dört beş saatten sonra ters etki oluyor kibarlaşmaya başlıyorsun. “Abi tek başına gidiyorsun ayıp ya” demeye başlıyorsun. Korktuğumuz zaman olmadı sanırım. S: Kamyoncular genelde garip. Kamyoncudan korkuyorum falan diye bir şey yok. Sonuçta iletişim kurabildiğin sürece bir şey olmaz. Otostop çekip hiç konuşmayan adamlar var. B: Sürücüye şoför muamelesi yapmamak lazım. S: Bir taraftan şehirde karşılaşsak “niye görüşüyoruz” diyeceğimiz bir çok insan da yok değil. B: En tehlikelisi Marmara Bölgesi, diğer bölgelerin araçlarından bir zarar gelmiyor. S: Adam pat silahını çıkartır, olmaz diye bir şey yok ama üstümüzde hırsızlık yapabileceği bir eşya da olmuyor. B: Ya da cebimize para koyup gezmiyoruz. En fazla elimizdeki kamerayı alır. Bizle ilgili planları da varsa artık kendi bilir. Böbrek olsun… S: Parlak çocuklar değiliz o yüzden cazip de gelmiyor. Ben bir şey olacağını düşünmüyorum. Olacaksa da bu otostopun tehlikeli tarafı değildir. Yurtdışına açılma imkanı bulduğunuzda nasıl bir yol izlemek istiyorsunuz? S: Aklımızda Ortadoğu var ama şansımıza Suriye’deki sıkıntıdan dolayı geçemiyoruz. Ama o tarafa gitmek istiyoruz. Van’a gittiğimizde birçok Vanlı arkadaşımız oldu, onlarla birlikte İran’a gitmek istiyoruz. Gezmek, keşfetmekle kalmayıp bunu çok güzel bir dille anlatmayı da başarıyorsunuz. Çok akılda kalıcı geçişler var, mesela CundaSeferihisar videosunda bir camide namaz kılan insanlardan, ezan sesinden, hop bir anda Castles şarkısına geçiyoruz. Benim bundan anladığım kadarıyla siz o sırada izleyen insan için kafasında ne varsa veya hangi ortamdaysa onu bıraksın siz o sırada neyi düşündüyseniz aynısını düşünsün istiyorsunuz. Ama şöyle bir durum da var bu aslında her kesime hitap etmeyebilir acaba daha çok takipçi veya daha çok izleyici bulmak için bu politikanızı değiştirir misiniz yoksa biz aklımızdakini verelim o bize yeter mi diyorsunuz? B: Biz buradan nasıl çıktıysak yola orda da o kişileriz. Burada bu müziği dinliyorsak oraya gittiğimizde namaz kılan insanların üstüne ilahi koyalım diye bir şey yok. Bizim bakış açımız neyse onu
B: Orijinalden çok doğru olmak istiyoruz. S: Ve biz bunu değiştirmek istiyor olsaydık herhalde ikimizden birinin bu projeden çıkması ve bir kızın girmesi lazım ki böyle teklifler de çok aldık. Konsept çok güzel – otostop çekip gezelim- diyorsunuz. Birçok insanın Into the Wild izledikten sonra aklına gelenlerin ya da en basitinden üniversite öğrencilerinin hemen hemen hepsinin “bir interrail” yapalım hayallerinin en profesyonel şekilde gerçekleştiriliş şekli bu herhalde. Sizi o hayalcilerden farklı kılan ne oldu? S: Bence gerçekten istiyor olmak. Her gün her insan yüzlerce hayal kuruyordur. Ama bunu ertesi gün uyandığında hadi abi dün ne dedik, ne yapmamız lazım gezecektik o zaman kamera alalım diye uygulamaya geçirmek lazım. B: Biz hayalimizi kurduğumuz şeyler için bir an önce adım atan insanlarız. BBA zaten bunun oluşumudur. Ne olacak bu Bindik Bir Alamete’nin sonu? alametifarikası mı olacaksınız?
Gezip görmenin
S: Keşke keşke… B: BBA’yı plansız gezen insanlar için bir terim, bir kılıf haline getirmeyi istiyoruz. Ayrıca 13. Bölümde ölmeyi planlıyoruz. S: Ondan önce de birimiz bir köylü kızıyla yolda evlenecek. Bizim asıl hedefimiz, her ne kadar biraz ütopik de olsa, insanların tatilmanyadan tatil seçmek veya Bodrum’da arkadaşlarının devremülkünde on gün geçirmek yerine, “bindik bir alamete, bir şeyler buluruz, yeter ki yola çıkalım” diyebilmesi. O farkı yaşamalarını istiyoruz. Dilerlerse bize de katılabilirler. B: Biz dört beş kişinin binebileceği bir aracın iki kişi gitmesinden rahatsızlık duyuyoruz. S: Ortak paylaşım durumu var, işin ekolojik kısmı var. Mesela şu anda birçok websitesi oluşumu var ortak araba gibi. Bu kadar araba çöplüğünün içinde hazır giden arabaya binmek çok daha mantıklı. B: Konforlu da. Gördüm o balıkçı arabalarının arkasındaki konforu… S: Öyle şeyler de olmuyor değil. B: Öyle bir hizmeti hiçbir yerde bulamazsın. S: Orda yatıyorsun ama adam sana indiğinde kömür ve bir kilo balık veriyor.
B: Biz bunları Soner’le birbirimize çok anlatacağız. S: Tabii otuz sene sonra biz otostop çekmeyi falan bırakıp tekneye bineriz. Ünlü olup sömüreceksiniz yani… S: Biz ünlü olabilir miyiz, yok yani bu tip projeler ünlü olamaz. Biz birçok yapımcıyla görüştük, adam diyor ki mesela ajanstan bir tane kız getiririz, eski bir vosvos kullanıyor olur, sizi otostopla arabaya alır oradan bir anda İzmir’de partilersiniz. Biz de bu teklifleri dinlerken “hömm çok mantıklı” diye kafa sallıyoruz. Sonra sözleşmeler geliyor, beş yıl etimizden sütümüzden faydalanmak istiyorlar. Çok oldu böyle ama biz ilgilenmiyoruz. Bizim televizyona çıkalım diye bir hayalimiz yok. BBA’nın bilinirliği artacaksa hiç para kazanmadan bölüm yayınlamaya devam edebiliriz. Tek istediğimiz şey BBA’nın otostop kültürüne bir mecra oluşturması. Son olarak sizin gibi gezip görmek isteyenler için potansiyel otostopçulara söylemek istedikleriniz… S: Sempatik olsunlar, güler yüzlü olsunlar. B: Diyalog kurabilmek çok önemli. S: İletişim çok önemli. İletişim kurmayan, nemrut, ketum böyle bir insanın otostop çekiyor olması imkânsız. Keyifli zaman geçireceksen binersin. Oraya gidip sohbet etmeyeceksen olmaz. Sen taksiye binmiyorsun. Onların sohbet skalası çok geniş. Bizi köyün delisi de traktöre aldı. Yani konuşuyorsun falan ama adam deli. Arabasına bindiğin adam İzmir Hilton Otelinin şefi de çıkabiliyor. B: Bunlar arka arkaya geldiği zaman çok enteresan oluyor. S: Lokal bir adamla konuşurken daha rahatsın. Öbür türlü saygısızlık etmeyim gibi oluyor. B: Genel olarak otostop çekecek arkadaşlara tavsiyem şehir merkezlerinde otostop çekemezler, şehir dışına çıkmaları lazım. İmaj olarak karşısındakine zarar vermeyeceğini düşündürttürecekler. S: Yanındaki kişinin boş zamanını iyi değerlendirebilecek biri olması lazım B: Köy yolunda otostop çekerken o yoldan üç saatte bir araba geçince seksek oynamaya başlıyorsun. Yapacak hiçbir şey yok. Araba gelmiyor, canın sıkılıyor, sinirler gerilmeye başlıyor, su kaybın oluyor. Bunları hep göze almak lazım. Yeri geldiğinde bir avuç sucuğu sabaha mı saklasam yoksa şimdi mi yesem diye düşünüyorsun ama o bile güzel bir anı oluyor. Her şeye de hazırlıklı olmakta fayda var.
21
"All we are saying is give peace a chance"
John Lennon
“Je T’aime, Moi Non Plus”
SERGE GAINSBOURG Yazı: Ceren Bozcan
“Ugliness is in a way superior to beauty, because it lasts”
1960lar. Ama duymak istediğinizden farklı bir hikaye… The Beatles değil mesela. Türk gazetelerinde “Banyo yüzü görmeyen, esrarkeş ve serbest sevişme yanlısı” olarak lanse edilen hippiler de değil. Dizilerde görebileceğiniz bir hikaye hiç değil. Sahnede mastürbasyon yapıp muhafazakar kesimin dikkatini çeken rock yıldızı Jim Morrisonvari bi’ hikaye? Belki.
Kendi çirkinliğini yanındaki kadınlar ile örtbas etmeye çalışan bir karga gibiydi; yanındaki kadınlara hakaret ediyor, dövüyor, onlara seks sembollüğü atfediyor en sonunda da onları ünlendiriyordu.
24
11 yaşındaydım, ve utanıyordum. Babam doğumgünü hediyesi olarak oldies goldies türevi 6 tane CD almıştı ve o aralar en büyük hobilerimden birisi de o CDlerin içinde saatler geçirmekti. Her annenin kızını evlendirmek isteyebileceği aynı berberin elinden geçmiş saçları ve takım elbiseleriyle şarkılar söyleyen John, Paul, Ringo George dörtlüsüyle o CDler sayesinde tanıştım mesela. Fransızca şarkılarla melankolik bir kadın oluveriyor, İtalyanca şarkılarda sevgilime sitem ediyordum. Fakat bir şarkı vardı ki… Ne zaman çalsa tepeden tırnağa kıpkırmızı oluyor, gözlerimi sıkıca kapayıp kulaklarımdan dahi utanıyordum. Bu yüzden altında yatan büyük hikayeyi göremedim herhalde. Neyse. Aynı şarkı yine karşıma çıktığında 19 yaşındaydım ve “I wanna hold your hand”ten “Je t’aime, moi non plus”ye geçme zamanım çoktan gelmişti. Serge Gainsbourg, garip bir adam. Ailesi Bolşevik İhtilali’nden kaçıp Fransa’ya sığınan Rus yahudilerinden. Hatta bir süre İstanbul’da bile kalıyorlar. Küçük Lucien, babasının baskısı ile klasik piyano ve resim dersleri almaya başlıyor. Yahudi oldukları için sarı yıldız takıyor ve Yahudi araması yapıldığı bir zamanda 3 gün bir orman içinde saklanmak zorunda kalıyor. Resimle ilgilendiği süre içinde bir sürü ilişkisi oluyor ama sonra gitarla müziğe başlıyor. Dönemin gerisinde kalan bir müziği icra eden Gainsbourg ile halk fiziksel görünüşü nedeniyle dalga geçiyor. (Fiziksel görünüş diyip geçmeyin sevgili okur, ağır konuşmam gerekirse kendisi bu görünüşünden nasıl bir karakter çıkarıyorsa aynı karakteri ve aynı görünüşü 1990larda Okan Bayülgen kullanıyor). Sonradan romantik Fransız chanson’ları ile adını duyuran Gainsbourg, bu
kez de film endüstrisinde şansını deniyor ve tek kelime bile Fransızca bilmeyen güzeller güzeli naif kızımız, güzel kuşları öttüren çirkin karga Gainsbourg’ün ağına takılıyor. Patlak gözleri, kepçe kulakları, elinden düşürmediği Gitanes marka sigarası ve sigara içmekten kararmış elleriyle pek de cazip bir erkek olarak görünmese bile Birkin’i etkiliyor ve 1960’ların en çalkantılı aşk hikayesi böylelikle başlamış oluyor. (Sevgili okur belki çok off-topic olacak ama Jane Birkin ile ilgili şu bilgiyi de vermesem bir şeyler eksik kalacak: Bir gün Jane uçakla Londra-Paris arası seyahat etmeye karar veriyor, tesadüfen çok tanınmış Fransız işadamı düşüyor yanına. Ünlü Fransız işadamı Jane Birkin’in yanında çanta yerine sepet taşıdığını görüyor ve nedenini soruyor. Birkin ise istediği gibi bir çanta bulamamaktan şikayetçi olduğunu anlatıyor bir güzel. Adam eline bir kağıt alıp birşeyler karalıyor, gösteriyor. Jane Birkin bu modeli çok beğeniyor. Mevzubahis adam 1978-2006 arasında Hermes’in tasarımcılığını yapan JeanLouis Dumas, bahsedilen çanta ise şu an fiyatı £6,000£100,000 arasında değişen ve Hollywood starlarının bile sahip olmak için 2 yıl beklediği “Birkin Bag”.) Gainsbourg toplum tarafından her zaman suçüstü yakalanıyordu. Her yaptığı kızdırıyor, kışkırtıyordu. Hep yakınındaki insanları gözlemek için besteledi şarkılarını. O, kadınları için vardı. Kendi çirkinliğini yanındaki kadınlar ile örtbas etmeye çalışan bir karga gibiydi; yanındaki kadınlara hakaret ediyor, dövüyor, onlara seks sembollüğü atfediyor en sonunda da onları ünlendiriyordu. Bridgette Bardot için yazdığı şarkıyı sonradan Jane Birkin’e söyletmişti zira Gainsbourg “je taime moi non plus”de yakaladığı o kuvvetli erotizmi ve o umursamazlığı ikinci kez yaşayamayacak kadar aceleciydi. Bir keresinde “Hayatımda bir eşkenar üçgen var: Gitanes, kadınlar ve alkol” diyen Gainsbourg, dört kere evlendi; Bardot da dahil birçok sevgilisi oldu. Fakat önceden de bahsettiğimiz üzere kimse onu Birkin kadar etkilemedi. Birkin’le evli kaldığı sürede Serge Gainsbourg kendisi ya da başkaları için yazmayı keserek tüm şarkılarını ona adadı ve onunla söyledi. Yaşamının sonlarına doğru kadınları çok aşağılayıcı işler de yapmıştı ki bu sarhoşken bir televizyon programında Whitney Houston’a “I wanna fuck you” dediği dönemdir. Fransız milli marşı “la marseillaise”i reggie olarak söyleyince sanatsal açıdan yeniden yaratıcılığını ve marjinalliğini gösterme çabasına girse de büyük çoğunluk tarafından şarlatan olarak değerlendirilmeye devam edilmiştir. Bu dönemdeki “mister iceberg” gibi şarkıları da dinleyen için tam anlamıyla zaman kaybıdır. 1980’lerin sonunda ise iyice ciddileşen alkol problemi karaciğerine geri dönüşü olmayacak şekilde zarar verdikten sonra Gainsbourg ölümünden sonra yayınlanan bir haber manşetinde söylendiği gibi “62 yıldır tükürük attığı hayata gözlerini ardında unutulamayacak bir efsane bırakarak kapatmıştır.”
Yaşamının sonlarına doğru kadınları çok aşağılayıcı işler de yapmıştı ki bu sarhoşken bir televizyon programında Whitney Houston'a “I wanna fuck you” dediği dönemdir.
25
Fotoğraf: Can Köroğlu
Ş A N S
Zarlar覺n Senfonisi Yaz覺: Cansu Soyupak
28
Bir çift zar alınır. Ölçüler ve sıraları atılan zara göre seçilip beste buna göre yapılır.
(müzikli zar oyunu) olarak bilinen beste yapım oyununu ortaya çıkartıyor. Oyunun kuralları basit: Bir çift zar alınır. Ölçüler ve sıraları atılan zara göre seçilip beste buna göre yapılır.
“Şimdi ne alaka zar ile müzik” diyenleriniz olabilir. “Aman zar adama bağlamasın ne olur” diyenlerin olması da muhtemel. Peki, gerçekten zar atıp beste yapılır mı? Her şey ile bağlantısı olan şans, elinin hamuruyla müzik işine de karışmış mıdır? Soruyu yanıtlamak için biraz tarihte yolculuk yapıp medeniyetimizin kurucuları Latinlere bakmamız gerekiyor. Latincede zar alea demek. Güzel, peki bu kavram bizim karşımıza müzikle alakalı nerede çıkıyor derseniz, 1950’lerin başında Avrupalı besteci Werner Meyer-Eppler, Darmsadt’ta verdiği derslerde “aleotoric music” kavramını ortaya atıyor. Daha önce de anlattığım gibi işin özü zardan geliyor. Yani şans kavramı üzerine kurulu müzik yaratım durumu… Terimin ancak 20. yüzyılda ortaya çıkması biraz komik. Çünkü aslında şansa bağlı beste yapımın kökleri 15. yüzyıla kadar uzanıyor. Ama 18. yüzyılda karşımıza öyle bir deha çıkıyor ki kendini bu işe de bulaştırmaktan geri koyamıyor. Evet, evet o müzik dâhisi Wolfang Amadeus Mozart. Mozart, günümüzde “Musicalisches Würfelspiel”
20.yüzyılda ise işler biraz daha karışıyor. Kendini yeni şeyler denemekten alıkoyamayan, kafası karışık bir dadaist bir sürrealist gördüğümüz Marcelciğimiz (Duchamp) şansa bağlı müziğe de el atar ve şans eseri bestelediği iki eserini 1913-1915 arası dönemin sanatseverlerinin beğenisine sunar. Ama herkes bilir ki şans ve müzikten bahsedilecekse orada durup John Cage’e bir saygı duruşunda bulunmak gerekir. 1951 yılında yayınladığı “Music of Changes” şansa bağlı müziğin başyapıtlarından sayılır. İşin biraz tekniğine girersek şansa bağlı müziği iki gruba ayırabiliriz. İlk grubumuz, besteleme sürecinde şansı savunan müzisyenler. Bu arkadaşlara göre şans faktörü sadece besteleme kısmında kendi gösterirken, performans sırasında çalınan parçanın aslında herhangi bir besteden farkı yok. Her şeyi belirli, sabit, notalara dökülmüş “normal” besteler... Peki
bunları anormalleştiren şansa bağlı üretim kısmı nasıl ilerliyor? Bu duruma en iyi örnek yine üstad John Cage’in Music of Changes albümü. John Cage parçaları bestelerken bozukluklarla yazı-tura atar, bu atıp-tutmaları da “I-Ching” denilen eski Çin kehanet kitabından yorumlar. Sonuç: Music of Changes. İkinci grubumuz ise şans faktörünü sadece performans sırasında kullananlar. Bestecimiz bestelerini bilinen, geleneksel ve “normal” yollarla yaptıktan sonra, çalacak olan kişiye adeta “buyur burada birkaç bestem var istediğin sırayla çalarsın” iznini verdikten sonra her şey şansa kalıyor denebilir. Bu grubun üstadı ise Karlheinz Stockhausen. 1956 yılında yaptığı Klauierstuck XI isimli eseri 19 farklı parçadan oluşuyor. Bu eseri şansa bağlı kılan ise canlı performans sırasında eseri çalan kişilerin bu 19 eseri istedikleri sırayla çalabilmesi. 19 eser... Olasılıkları siz hesaplayın! Dediğim gibi şanstan kaçış yok. Müzikte bile karşımıza çıkıyor. Siz şimdi ya gidip buradaki örnekleri merak edip dinleyeceksiniz ya da “o ne ya, böyle saçma şey mi olur” diyeceksiniz. Ya yazıyı beğenip bu son cümleye kadar sabırla okuyacaksınız ya da daha ilk cümleden zaten vazgeçtiniz. Her örnekte şans %50 galiba. Yine şans dedim, değil mi?
29
René Magritte:
Gerçekçi Gerçeküstücülük Yazı: Hakan Özyılmaz Fotoğraf: Caner Aydoğan
La Trahison des Images, Magritte, 1928-1929
Gördüğümüz ‘pipo’ bir pipo değil, zihnimizdeki pipo fikrine uyan bir tablodan ibaret. Dolayısıyla bir tabloyu anlamaya çalışırken yaratıcı olmak ve hayal etmek yerine zihnimizdeki şekillere güveniyor ve bir de bu algılayış biçimimizin doğruluğundan şüphe etmiyoruz
Belçikalı ressam René Magritte sürrealist standartlar çerçevesinde izleyiciye kendi düşünüş sürecini sorgulatmayı amaçlayarak sıradan objeleri gerçekçi olmayan düzenlemeler eşliğinde resmetmesiyle bilinir. Magritte’i diğer sürrealistlerden farklı kılan şey ise bunu mümkün olan en realist biçimde yapmış olması. Sürrealizm gerçekliği objelerin görüntüsünü bozarak izleyiciyi yeni bir gerçekliğe taşımaya dayanırken Magritte objelerin görüntüsünü bozmak yerine onları daha net ve durgun resmedip daha fazla cepte saydığımız yer çekimi, hacim, objenin iç dış ilişkisi gibi faktörlerle oynadı. Çok gerçekçi bir sahte dünya yaratarak aslında Magritte’in rüyalar alemini samimi bir şekilde resmetmeye daha fazla yaklaştığını söyleyebiliriz. Realizm ve sürrealizm arasında çizdiği görünmez çizgi etrafında yaptığı geçişlerle algıyla ilgili bilişsel süreci parçalara ayırıp analiz etmemizi sağladı. Bir ayağının realizmde olması izleyiciyi bilinen dünyadan koparmazken izleyicinin aklında tabloyu anlamanın yanında bir ikinci soru daha canlanmasına sebep oldu: Gerçeği nasıl anlarım? Gerçeğin ve hayalin böylesine iç içe geçişi Magritte’i diğer sürrealist çağdaşlarından daha farklı bir sanat felsefini aramaya yöneltti. 1920’lerin sonlarına doğru Paris’e yerleşti ve sürrealist akımın öncülerinden André Breton’un Salvador Dali ve Joan Miró’lu grubuna katildi. 20. yüzyılın başlarında Dadaizm’in ortaya çıkısıyla sanat tarihinin dönüm noktalarından biri yaşandı. Sanatın yapısına karşı çıkan bu akım, sanatın amacının belli bir algıyı dikte etmek mi yoksa izleyiciyi yoruma itmek mi
32
olduğunu sorguladı. Sanat bir ifade biçiminden ziyade bir analiz aracına dönüştü. 1920lerde ortaya çıkan sürrealizm de temelini Dadaist manifestodan aldı. Fakat dadaizm sanatın yapısına karşı çıkarken, sürrealizm insan düşüncesinin yapısına karşı çıkıyordu. André Breton 1924 yılında büyük olay yaratan Le Manifeste du Surrealisme’i yazdığında, insan zihnini farklı seviyelerde analiz edecek kapsamlı bir felsefi akımın oluşumunun yolunu hazırlamış oldu. Sürrealizm etkisiyle üretilmiş edebiyat, müzik, sanat hepsinin nihai olarak teşvik ettiği şey insanın nasıl algıladığının daha iyi anlaşılmasıydı. İşte Magritte bu ekolün en ne yaptığını bilen üyelerinden biriydi. Böylelikle bilinçaltının gücünü gün ışığına çıkarma isteğiyle kendilerini Freud’la sınırlayan çağdaşlarından farklı olarak bilinçaltını gün ışığına çıkarmak yerine bu aydınlatma işlemini nasıl yapacağına kafa yordu. Bunu yaparken uyguladığı kendine özgü metot ise izleyiciyi bilindik bir bölgeye çekip algısını o bölgede ters köşe etmesi ve rahat görünümlü bir tabloyla izleyicinin entelektüel seviyesini zorlamasıydı. İlk eserleri bu algı sureciyle nasıl oynadığına dair mükemmel örnekler. Mesela 1929 yılında yaptığı en bilinen eseri La Trahison des Images (İmgelerin İhaneti) yerçekimi ve uzay algımızla ciddi biçimde oynarken bunu hiç belli etmiyor. Pipo boşlukta süzülüyormuş gibi fakat yine de bu dünyaya ait bir obje olduğu hissi ağır basıyor. Gölgelendirme de doğru gibi ve izleyici ışık kaynağını sorgulama gereği hissetmiyor. Bir yandan da pipo gerçek olamayacak kadar büyük duruyor, yine de izleyici bu durumu görmezden geliyor çünkü izleyici aslında pipoyu tablodaki bir imge olarak algılıyor. İşte o anda izleyici piponun tablodaki bir obje olduğu kadar tablonun öznesi de olduğunu anlıyor, dolayısıyla aynı tabloda hem sanat hem de gerçekliği görmüş oluyor. Burada Magritte’i daha iyi anlamak için insan zihninin işleyişini anlamak gerekiyor. İzleyici tablonun bir pipo imgesini temsil ettiğini anladığı anda, dünyayı şekiller aracılığıyla anladığımız gerçeği bir yük haline geliyor çünkü bir pipo imgesi gördüğümüzde onu otomatik olarak piponun kendisiyle ayni kategoriye koyuyoruz ve böylece ‘imgelerin ihaneti’ hasebiyle kendi algımızın kazdığı çukura düşüyoruz. Zihnimizin direkt olarak vardığı sonuç olan ‘Bu bir pipo’ya ulaşma surecine atıfta bulunarak tablonun alt kısmına ‘Ceci n’est pas une pipe’ (Bu bir pipo değildir) yazıyor ve izleyicinin tabloyu algılama surecinde birden fazla adım atladığı gerçeğine dikkat çekiyor böylece Magritte. Gördüğümüz ‘pipo’ bir pipo değil, zihnimizdeki pipo fikrine uyan bir tablodan ibaret. Dolayısıyla bir tabloyu anlamaya çalışırken yaratıcı olmak ve hayal etmek yerine zihnimizdeki şekillere güveniyor ve bir de bu algılayış biçimimizin doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Algımız mantığımızdan bağımsız hareket ediyormuş gibi bir sonuç çıkıyor buradan. Tam da bu noktada, ‘Bu bir pipo değildir’ ile Magritte bizi kendi algımızdan kurtararak daha doğru bir algılamaya doğru yönlendiriyor.
“La Reproduction Interdite”, Magritte, 1937
“Le Faux Miroir”, Magritte, 1928
33
Şans
Dedİğİn
Kİ?
nedİR Dünyanın
Yaman Duman
yazı
bİr
şanslı enkısaadamına bakış
ilk uçuşunun heyecanını yaşarken uçağın kapısı yerinden fırlar(!) ve kapının uçmasıyla beraber kapıya yakınlık duyan 20 kişi de kapıyla beraber Hırvatistan semalarında süzülmeye başlar. Uçağın geri kalanı, kapı, kapıyla beraber giden 19 kişi için yolculuk beklenenden kısa ve acı bir şekilde biterken tecrübeli kazazede Selak her nasıl olduysa bir saman yığının içine düşer ve gözlerini hastanede açar. Nerede kapadığını inanın ben de bilmiyorum, kendisi de hatırlamıyordur. Rüyasında Evliya Çelebi görünmüşçesine, kötü şansına rağmen(?), gezmekten geri duramayan Frane Selak, üç seneyi kazasız belasız geçirdikten sonra bu sefer 1996’da şanssızlığını bindiği bir otobüsle paylaşmış, otobüs nehre uçmuştur. Selak’ın şanssızlığının kurbanı olup şansından nasiplerini alamayan dört kişi malesef boğularak can vermiş. Şanslı Selak, “Uçaktan düşmüş adamım, bana bunlarla gelmeyin.” dercesine kazadan ufak sıyrıklarla kurtulmuştur.
Frane Selak gibi daha önce benzerini duymadığım garip bir fonetiği olan bu ismin sahibi, hayat öyküsüyle dudak ısırtan, parmak kopartan, saç kurutan, göz yaşartan bir Hırvat.
Şu dünyada, “Abi, ne yol denediysem olmadı!” dese, “Eyvallah kardeşim, haklısın.” diyeceğim birisi varsa, o da Frane Selak’tır. Frane Selak kimdir diye soracak olursanız, yaşadıkları nedeniyle şans kavramı üzerine dev bir paradoksun ete kemiğe bürünmüş halidir. Frane Selak gibi daha önce benzerini duymadığım garip bir fonetiği olan bu ismin sahibi, hayat öyküsüyle dudak ısırtan, parmak kopartan, saç kurutan, göz yaşartan bir Hırvat…. Kendisinin şu an okuduğunuz sayfaya basılmış olmasının sebebi aynı anda dünyanın en şanssız adamı ve dünyanın en şanslı adamı lakaplarını elinde bulundurması. Yazının başından da hatırlayacağınız, yol ile alakalı tatsız esprimin sebebi Selak’ın tüm şanssızlıklarını ve şansının büyük kısmını farklı bir yol ile seyahat ederken yaşamış olmasıdır. Sanırım denemediği bir tek deniz yolu var ama kara yolunda yaşadığı iki olayın nehrin içinde bitmesini deniz yolu olarak sayarsak kendisi hava, kara ve deniz yollarında kazalardan kurtuldu diyebiliriz. Selak, kendisine ün getireceğinden habersiz olduğu talihsiz/talihli olaylar serisinin ilkine 1962 yılında Saraybosna’dan Dubrovnik’e giderken içinde bulunduğu trenin raylardan çıkması ve donmuş bir nehre uçması sonucu başlamış olur. Kendisi 17 kişinin hayatını kaybettiği kazadan sadece kırık bir kolla kurtulup bu da yetmezmiş gibi bir de kıyıya yüzer. Her insana olacağı üzere Selak’ı da bir korku sarmış olacak ki, kendisi bu sefer 1963 yılında Zagreb’den Rijeka’ya yaptığı yolculukta hava yolunu tercih ederek uçağa biner. Uçaktan korkan çoğu insanın endişesinin boşa çıkmasının aksine, Selak
Bu sefer sanırım başka insanlara zararı dokunmama adına arabayla yalnız seyahat etmeyi tercih eden meşhur mağdurumuz, 1970 yılında aracının bir anda alev alması sonucu benzin deposunun patlamasından saniyeler önce araçtan atlayarak bir kez daha herkese pes dedirtmiş, Murphy’yi mezarında ters döndürmüş, dört yapraklı yoncaya parmak ısırttırmıştır. Arabaya olan inancını o kadar kolay kaybetmeyen Selak, 1973 yılında benzin almak için benzinciye girdiğinde, bozuk bir pompanın arabanın sıcak motoruna benzin dökmesi sonucu aracın klima açıklıklarından gelen alevler nedeniyle saçlarının büyük kısmını kaybetmiştir. Yaşadığı kazaları düşünürsek bu kadar olayın ardından bir tutam saç kaybetmek ciddi bir sıkıntı yaratmasa gerek. Her olayı yazdıktan sonra eminim 1995 yılına gelindiğinde Frane Selak’ın da içinden dediği gibi “bitmiş olmalı” diyorum, ancak Selak’ın şanssızlıklarının ardı arkası kesilmiyor. Fakat o yıl da Selak’ın Zagreb sokaklarındaki yürüyüşü bir otobüs tarafından yarıda kesiliyor. En azından otobüs öyle sanıyor. Keşke o zaman elinde Kutu’nun bu sayısı olsaydı dememe rağmen içimden. Otobüsün, evet insanların değil otobüsün, şaşkın bakışları altında Selak, bir insana otobüs çarpmasının ne demek olduğunu bilmemesinden olacak, kalkıp yürüyerek olay yerinden uzaklaşıyor. Cehaletine veriyoruz. Selak üst üste şans ve şanssızlık denemeleri yapmanın yanı sıra gelişime açık, yenilikçi biri olarak farklı şeyler denemeye çalışıyor. Otobüs çarpmasını takip eden sene bu kadar şanssız olduğu tescillenmiş bir adamın yapmaması gereken bir şekilde arabasıyla dağ yolunda geziyor. Sonra niye… Neyse! Virajı aldığı gibi Birleşmiş Milletler kamyonunun kendisiyle birleşmek üzere hızla üstüne geldiğini gören Selak durur mu? Tabii ki de durmaz ve direksiyonu uçuruma kırar. Bunun hikayenin sonu olduğunu söyleyip rahatlamak istesem de Selak yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle araçtan zıplayıp(!) bir ağaca tutunur(!) ve 90 metre aşağıda aracının yere çarpıp patlamasını izler. Hayattan nasibini aldığına inandığımız Frane Selak henüz şaheserine son dokunuşu yapmamıştır. 40 senedir bir tane bile piyango bileti almayan Selak aldığı ilk biletle 600.000 poundluk ikramiyenin sahibi olur. Bu olaydan sonra hayattan nasibini almış olacak ki, bir reklam filmi için Avustralya’ya gitmek üzereyken uçağa binmekten vazgeçer ve “Şansını test etmek istemediğini” söyler.
Şans, Mucize ve Evrim Üzerine Yazı: S. Can Özcan
“Sokakta gördüğümüz Atatürk heykelinin bir anda elini sallaması mucizevi bir olaydır. Moleküllerin insanları şaşırtmak gibi istekleri ve düşünceleri tabii ki yoktur, bu rastlantısal olarak oluşabilir.”
Şans nedir? Şans gerçekleşme olasılığı düşük olan bir olayın gerçekleşmesidir. Olasılık ne kadar düşük olursa olsun, 1/1040 olsa bile sonuçta bir gerçekleşme şansı vardır. Olaylar üzerinde düşünülmeyecek kadar olasılık dışıdır, fakat bunu hesaplamadan bilemeyiz. Hesaplamayı yapabilmek için ise verilen süre bilinmelidir. Sonsuz zaman ve sonsuz fırsat verildiğinde, hiçbir şey mucizevi değildir, tersine her şey olasılıdır. Peki mucize ne demek? Mucize, gerçekleştiği zaman son derece şaşırtıcı olan bir olaydır. Sokakta gördüğümüz Atatürk heykelinin bir anda elini sallaması mucizevi bir olaydır. Çünkü şunu bilmekteyiz: “Heykeller el sallamaz!” Fakat işin aslına bakacak olursak, taş heykeldeki tüm moleküller birbirlerini itekler, dürter durur, hem de sürekli. Farklı moleküllerin itmesi birbirini nötrler ve el hareket etmez, heykel sürekli aynı durur. Fakat tüm moleküller bir anda iş birliği yapıp “Haydi şu bize bakan şapkalı çocuğu şaşırtalım.” derler ise ve tüm moleküller aynı anda aynı yöne itme uygularlar ise heykelin eli hareket eder. Daha sonra tersi yöne bir hareket ve iş tamamdır. Heykel el sallamıştır. Bu olabilir! Moleküllerin insanları şaşırtmak gibi istekleri ve düşünceleri tabii ki yoktur, bu rastlantısal olarak oluşabilir. Böyle bir rastlantının gerçekleşme olasılığı bazılarının hayal edemeyeceği kadar düşüktür, fakat hesaplanabilir. İnsanlar evrim teorisini duyduklarında “şans eseri” bu dünyada var olduklarına inanmak istemezler, bu düşünce yüzünden evrimi anlamakta güçlük çekerler ve evrimi inanca çeviren böyle insanların
36
“Evrim tabi ki tamamen şans eseri değildir. Evrim rastgele bir süreç değİldİr, hatta rastgeleliğin tam tersi bir süreçtir.”
“Sonsuz zaman ve sonsuz fırsat verildiğinde, hiçbir şey mucizevi değildir, tersine her şey olasıdır.”
varlığıdır. Evrim şans değildir! Evrim süreci boyunca şansın önemli bir yeri vardır, evet, fakat tüm teoriye şans olarak bakmak ve “Yani bakteriler şans eseri cansızdan oluştu, bu cansızlar şans eseri birleşerek çoğalarak insana kadar ilerledi, “BİZ DÜNYADA SADECE ŞANS ESERİ BULUNUYORUZ.” demek insan için ağır bir yaklaşımdır. Psikolojik olarak reddedilen bir durumdur. İşte insan bunu bir kere reddedince evrimi ne kadar anlatmaya çalışsanız da anlamaz. Aynı bir akrabası savaşta şehit olmuş birine savaşların saçma olduğunu söylediğinizde, savaşlarda sadece gelişmiş devletlerin silah satıp zengin olduğunu ve savaşan iki taraftan birinin değil de silah satanın savaşı kazandığını anlattığınızda bu kişi sizi döver. Ağzınızı burnunuzu kırar. İşte evrimi de insanlar yanlış anlayarak bu koruma psikolojisi yüzünden reddetmekteler. Evrim tabii ki tamamen şans eseri değildir. Evrim rastgele bir süreç değildir, hatta rastgeleliğin tam tersi bir süreçtir. Örneğin elimizde 1000 tane zar olsun. Hepsini aynı anda atıp hepsinin 6 gelmesini beklemek ne kadar saçma, düşük ihtimalli ve salakça ise evrimin tamamen şans ile oluştuğunu söylemek de bu kadar saçma, düşük ihtimalli ve salakçadır. Evrim, durağan bir durumda olup da bir anda değişimler başlayıp tamamlanan bir olgu değildir. Evrim bir süreçtir, oluşmuştur, oluşmaktadır ve oluşacaktır. Buna örnek olması için zar örneğine dönelim ve seçilim faktörü ekleyelim. 1000 adet zar var elimizde. Hepsini atıyoruz, 6 gelenleri bir kenara koyuyoruz. Kalanları tekrar atıyoruz. Hepsi 6 olana kadar. Bu hem çok daha kısa sürecektir, hem de daha akılcı bir yaklaşımdır. Fakat şunu da yanlış düşünmeyin. O zarların hepsi henüz 6 gelmedi ve evrim devam ediyor. Evrim konusunda yanlış anlaşılan bir şey daha bulunuyor. “Evrim teoridir, yerçekimi kanundur, demek ki evrim henüz kanıtlanmadı.”düşüncesi. Evet evrim bir “kanun” değildir, ve hiçbir zaman olmayacaktır. Biyolojik bilimlerde “kanun” olmaz. Bir şeyin kanun olabilmesi için matematiksel yöntemlerle ispatlanabilir olması gerekmektedir. “Hücre Teorisi” de kanun değildir. Hiçbir zaman “kanun” olmamıştır, matematiksel bir açıklaması veya örgüsü bulunamazsa da, asla “kanun” olarak anılmayacaktır. Fakat vücutlarımızın hücrelerden oluşmadığını düşünen kalmamıştır herhalde dünyada. Hipotez kurulmuş, deneyler yapılmış ve gerçek olduğu görülerek teori olmuştur zaten. İşte evrim de bu şekildedir. Evrim de hipotez olarak Charles Darwin tarafından iddia edilmiş, onun tarafından incelenmiş, daha sonraları pek çok bilim adamının konusu
olmuş ve hepsi de literatürlere evrim konusunda yeni bilgiler eklemiştir. Günümüzde uygulanan genetik, moleküler biyolojik ve biyokimyasal teknikler ile neredeyse hergün evrim süreçleri daha iyi aydınlatılmaktadır. Sizlere çok beğendiğim iki deney hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Merak edenler internet üzerinden kolaylıkla detaylı bilgiye ulaşabilir. Bunlardan birisi çok tartışılan Miller-Urey Deneyi. Bu deneyde “Abiogenesis” teorisi test edilmiştir. Dünya’nın oluşum koşullarındaki ortam laboratuar ortamında taklit edilmiş ve inorganik bileşiklerden organik bileşikler elde edilmeye çalışılmıştır. Sonuçta araştırmacılar başarılı olmuşlar ve deneyde 5 adet amino asit oluştuğu gözlenmiştir. Bu deney 2008 yılında tekrarlanmıştır ve 5 değil 22 amino asit oluştuğu gösterilmiştir. 22! Bahsedeceğim diğer deney ise “Lenski Deneyi”. Richard Lenski, E. coli bakterisini evrimleştirme üzerine pek çok test yapmıştır ve bakterileri 10.000 jenerasyon boyunca takip ederek kendi kendilerine geliştirdikleri evrimsel süreçleri takip etmiştir. Bu deneyi anlatabilmek için çok fazla teknik kavram kullanılması gerektiğinden en iyisi buraları bulandırmayıp merak edenlerin açıp okuması. Toparlayacak olursak, evrimde şansın da bir yeri vardır, bazı türlerin adapte olmada daha iyi şansları olmuş, bazı türler ise dünya tarihinde şanssız olmuşlardır. Mesela dinozorlar dünyanın en şanssız canlılarındandır. On milyonlarca yılda bir dünyaya çok büyük bir göktaşı çarpıyor ve bu dinozorların yaşadığı döneme denk gelmiş. Hala tam olarak nasıl yok oldukları bilinmiyor olsa da bilim adamlarına en akla yatkın gelen olasılık, dünyaya bir göktaşı çarpmış olma olasılığı. Bunun kanıtı olarak ise toprakta bulunan İridyum miktarları gösteriliyor. (Bunları detaylı merak edenler için: Richard Dawkins Ataların Hikayesi –Ancestor’s Tale- tavsiye ederim.) Dinozorlar hüküm sürerken şu anki türlerin ortak ataları genellikle küçük cüsseli ve dinozorlardan korkarak dünyada yaşayan türlerdi. 65,5 milyon yıl önce, dinozorların nesli tükenince memeli çeşitliliği artmaya başladı ve memeli cüsseleri büyümeye başladı. İşte dinozorların yok olması memeliler için bir şanstır. Fakat bundan sonraki evrim basamakları şans değildir, doğal seçilimdir. Yani 1000 adet zar sırayla atılmaya başlamıştır ve 6 gelenler bir kenara ayrılarak devam etmektedir. Bu zarları atan kimdir diye sorduğumuzda ise cevabı tabii ki çok basit… Doğa! Cevabı çok uzakta aramamak lazım 37
MR.NOBODY Şans üzerine şansını zorlamak Yazı: Hakan Özyılmaz
“Filmin kendini üzerine kurduğu gerçeklikle tutarlı olmaması irrasyonalizmin kapısını aralıyor doğal olarak fakat gerçekliğin bu ihlali heyecan yaratmak yerine komik olmaya başlıyor.” Son dönemlerde beni Mr. Nobody kadar etkileyen bir film olmadı. Bana sinemanın incelikli bir kombinasyon olmadığını şiddetle hatırlattı. İlginç bir fikriniz olabilir, sinematografik bir dehaya sahip olabilirsiniz, elinizde çok iyi oyuncular bulunabilir, müzik seçimleriniz de harikuladedir ama eğer anlattığınız şeyin ne olduğundan kendiniz bile emin değilseniz ve bunun sonucunda iki buçuk saat boyunca geveleyip duruyorsanız, cidden berbat bir iş yapıyorsunuz demektir. Kofsunuz ve o film şeridiyle kendinizi bir bodrumda asmalısınız demektir. Jaco von Dormael, écoute: Ed Wood’dan bile kötü bir yönetmensin, berbat bir senaristsin ve bu kadar yapımcının parasını mahvediyorsun. Yaptığın iş sanat olmamakla birlikte, ticari başarı yakalayamayacak kadar uzun, sıkıcı ve kendini ağırdan satma çabasında. Fark ettiğiniz gibi bu bir film eleştirisinden ziyade, bir toplum içi aşağılamadır, kıssadan hissedir ve hatta ibretliktir. Mr. Nobody… Filmin ismini duyduğunuzda irkiliyorsunuz. Varoluşuyla başa çıkmaya çalışan, ciddi bir karakter filmi beklentisi yaratıyor insanda. Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllara dağılmış bir varoluş krizi olması gerekiyor senaryonun. Çok büyük oynuyor fakat film varoluşçuluktan ziyade ‘consequentialism’ yolunda ilerliyor. Her bir olasılığın sonuçlarını görmeye çalışarak kararını vermeye çalışıyor. Fakat bunu bile eline yüzüne bulaştırıyor... Çünkü şans hiçbir zaman hayatta bu kadar açık bir şekilde rol oynamaz. Şans, Adam Smith’in ‘Invisible Hand’i gibi aktörlerin içine yayılmıştır; karakterimize, etrafımızdaki objelere sinmiştir ve gizliden gizliye kaotik bir dinamiğin temellerini oluşturur. Şansın cidden ‘orada’ olduğunu hissettiğimiz anlar çok nadirdir, gökten zembille inmez, yavaş yavaş kendini oluşturur. Bunun içindir ki hep ‘kader ağlarını örer’ ama ‘talih kuşu’ kolay kolay konmaz. Gelelim Mr. Nobody’ye… Evren sürekli her şeye müdahil, kader esnek olmaktan ziyade, belirli sınırlarla çizilmiş ve bunların arasında sağa sola savrulan ana karakterimiz Nemo var. Seçenekleri 9 yaşındayken gördüğü üç kızla kuracağı hayatla sınırlı, sanki Nemo’nun varlığı sadece 9 yaşındaki o andan ibaretmiş gibi ve sanki Nemo’nun hayatını etkileyecek başka hiçbir faktör yokmuş gibi ve hatta bir tercih yaptığında ardından başka bir tercih yapması imkânsızmış gibi. Bir de bu tercihe paralel olarak ilerleyen, ayrılacak anne ve babası arasında tercih yapması zorunluluğu var ki bu tercihin sonuçları da tamamen seçeceği kızla oluşacak olan hayatına paralel fakat biliyoruz ki matematiksel olarak böyle bir şeyin olması imkânsız çünkü eklenen her bir eleman sonrasında bu elemanların oluşturacağı grubun kardinalitesi muhakkak artacaktır, eğer artmıyorsa eklediğiniz eleman grupta hali hazırda bulunan elemanlardan biri demektir ki bu da Nemo’nun evleneceği kızı seçmesiyle
anne-babası arasında seçim yapmasının aynı ‘lottery’ olduğunu gösterir. Bu da bir çelişkidir. Özetle filmin kurgusu başlı başına bir saçmalık, bunu bariz bir şekilde hissedebiliyorsunuz ve gördüğünüz gibi matematiksel olarak da ispat edebiliyorsunuz. Filmin kendini üzerine kurduğu gerçeklikle tutarlı olmaması irrasyonalizmin kapısını aralıyor doğal olarak fakat gerçekliğin bu ihlali heyecan yaratmak yerine komik olmaya başlıyor. Mars’ta geçen sahneler hiçbir anlam ifade etmiyor, Çin’deki üretim çok pahalılaştığı için artık medeniyetimizin Mars’ta bisiklet üretmeye başladığı gibi espriler canınızı sıkıyor. Bu da yetmezmiş gibi ‘Sometimes people call me Mr. Craft. C-R-A-F-T. Can’t Remember A Fucking Thing’ gibi daha da mide bulandırıcı repliklerle karşılaşıyorsunuz. Kötü bir espri gibi, barış için savaş gibi, dört işlem hatası yüzünden geçerliliği kalmamış bilimsel bir makale gibi acı vermeye başlıyor film ve işin en kötü tarafı iki buçuk saat sürüyor. Bir an önce bitmesini istiyorsunuz ama hala bir dönüm noktası yaratabilir ve sizi şaşırtabilir diye ümit etmeye devam ediyorsunuz. Sonunda kazandığınız şey bir hiç. Film yeni bir şey söylemediği gibi, yeni bir anlatım dili de geliştirmiyor. The Butterfly Effect’i Iñárritu ve Malick beraber çekmeye kalksalar ve başlarına filme aşırı müdahil moron bir kaç Hollywood yapımcısı koysak bu filmin aynısını elde edebilirdik sanırım ki bunu demek bile beni iyimser yapabilir çünkü bu film Amerika’yı yeniden keşfederken çıkıp hala burası Hindistan der gibi.
Kabak tadı vermiş sorular: What was there before the big bang? Well, you see, there was no before because before the big bang, time did not exist. Time is a result of the expansion of the universe itself. But what will happen when the universe has finished expanding? Everything you say is contradictory. You can't have been in one place and another at the same time. Of all those lives, which one is the right one? Why am I me and not somebody else?
Kabak tadı vermiş çıkarımlar: Every path is the right path. Everything could’ve been anything else. And it would have just as much meaning. It should be written on every schoolroom blackboard: life is a playground or nothing. What do you see when you look at me? A grumpy old man who never answers questions? Who mixes everything up? Who’s kept busy by getting his meals? That’s not me. Me... I wear shorts. I’m nine years old. I can run faster than the train. I can’t feel my aching back anymore. I’m fifteen. I’m fifteen and I’m in love.
39
Gerçek bir “şans” anı. Kıyıda elimde fotoğraf makinesi ile yürürken, bir anda sağıma bakıyorum, çarşaf rüzgarla havalanıyor ve aradaki tekneyi görüyorum, mucize gibi. Bir tek bu açıdan çekilebilecek bir kareydi ve ben tam “o” anda oradaydım.
© Laleper Aytek
FOTOĞRAF ŞANS
Yazı&Fotoğraf: Laleper Aytek
“Şansınıza çok güvendiğiniz, kendinizi çok şansız hissettiğiniz ve birkaç “güzel” fotoğrafın ardından “tek fotoğrafla bahar olmaz”ı fark ederek, fotoğrafçının şansını kendinin yaratacağını anladığınız ve bunun için “çok çalışmalıyım” dediğiniz uzun ve hatta yaşam boyu sürecek bir yolculuğa çıktığınızı fark ettiğinizde fotoğrafçı olma yoluna girmişinizdir artık.”
Şans... “Bugün şanslıydım, çok güzel kareler çektim.” ya da “Bugün hiç şansım yoktu (zaten keyfim de yoktu) ve hiçbir şey yakalayamadım.” Özellikle fotoğrafa yeni başlanıldığında, ilk karelerin ardından yukarıdaki cümlelere benzer şans cümlelerine sık rastlarız. Çekilemeyen iyi kareler dış faktörlere bağlanırken, çekilen birkaç iyi karenin ardından fotoğrafçı olunmaya başlandığı düşünülmektedir bile! Peki, nasıl (iyi) fotoğrafçı olunur ya da iyi fotoğraf nasıl olur? Bu süreçte şansın payı nedir ya da bir payı var mıdır? Bu iki sorunun da asla tek ve net bir cevabı yoktur, olamaz da. Olamadığını ve olamayacağını yıllarla birlikte anlarsınız. Bu süre(ç) ve yolculuk tabii ki kişiden kişiye değişir. Yarı yolda kalma, duraksama, vazgeçme yahut bağlılık ile hiç bırakmadan devam etme süreçlerinin hepsini içerebilir. Tıpkı hayat gibidir ve kendinizi görüntü(ler) üzerinden tanımaya, anlamaya başladığınız farklı bir yüzleşme süreci, bir iç yolculuktur. Böyle olduğunun ilk zamanlarda farkına varmadığınız, şansınıza çok güvendiğiniz, kendinizi çok şanssız hissettiğiniz ve birkaç “güzel” fotoğrafın ardından “tek fotoğrafla bahar olmaz”ı fark ederek, fotoğrafçının şansını kendinin yaratacağını anladığınız ve bunun için “çok çalışmalıyım” dediğiniz uzun ve hatta yaşam boyu sürecek bir yolculuğa çıktığınızı fark ettiğinizde fotoğrafçı olma yoluna girmişinizdir artık. Ama bu yıllar içinde bir de şu fark edilir: bu yola girmiş olmanız fotoğrafçı olacağınızı (ne yazık ki!) garanti etmez. [Fotoğraf tek kişiliktir ve kalabalıkları sevmez.] Henri -Cartier Bresson, Saint Lazarre Garının Arkası, 1932. Fotoğraf makinelerinde enstantanenin bugünün makinelerinin nerdeyse standart değeri haline gelmiş olan 1/4000 sec.’in çok altında olduğu günlerde, şans ve sabırla çekilmiş bir HCB karesi.
42
Kendinizi ve kendi fotoğrafınızı hissetmek ve fark etmek üzere iç sesinizi duymanız ve şansınızı yaratabilmeniz için tek kişiliktir. Fotoğraf çekmeye çıktığınız kişiler yakın ve/ya gözüne çok güvendiğiniz kişiler bile olsa, birlikte (fotoğraf kulüplerince düzenlenen toplu fotoğraf gezileri
© Henri Cartier-Bresson
Müthiş bir zamanlama ve yerleştirme: koşan çocuğun konumu, duvardaki saatin, balığın duruşları, açıları ve çocuğun sol ve sağındaki boşlukların dağılımı. Şans faktörü neredeyse sıfıra yakın, o gün ve o saatte o mekanda bulunmak dışında.
–foto-safariler- bu durumun en tehlikeli örneklerindendir) çıkılan çekimlerde o “ana” yak(ı)nlaşma şansı neredeyse yok denecek kadar azdır. [Fotoğraf en çok çekim sürecinde paylaşılmaz, paylaşılırsa fotoğraf olmaz.] Çekim, seçim, kadraj, çekim sonrası görüntünün işlenmesi vb. öznel seçimlerin tamamlanmasının ardından izleyici karşısına çıkmaya hazır hale gelir. Öncesinde çıkılan toplu çekimlerde kalabalıklara, farklı yorumlara, “oraya gitmeyelim, burası daha ilginç” diyerek, ortama hakim dış sesler çoğaldığında, fotoğrafçı kendi iç sesinden uzaklaşır ve deklanşöre başkalarının sesinden basmaya başlar ve ilk başlarda bunu hiç fark etmez, hatta tam tersine eğlenceli bir çekim zamanı yaşadığını bile düşünülür. Dış seslerin hakimiyetinde gerçekleştirilen bu çekimlerle, kendi sesinizi, kendi görüntünüzü yakalama şansınızı azaltır ya da ertelersiniz.
© Henri Cartier-Bresson
Fotoğrafa ilk başladığınızda temel kompozisyon kurallarını önce öğrenirsiniz, ilk başlarda uygularsınız da ama daha sonra “kendi kurallarınızı” oluşturmak adına yıkarsınız ve yıkmalısınız. Çünkü bir fotoğrafçı kendine ait fotoğrafını ancak ve bir tek kendi kurallarıyla oluşturabilir ve ancak bu özgün bakışı ile fark yaratma şansı olabilir. Böylesi bir özgünlük zamanla, hiç vazgeçmeden çekimler yaparak ve fotoğraf tarihinin ve bugünün fotoğrafçılarının işlerini ve yaklaşımlarını izleyerek dönüşür, gelişir, değişir ve olgunlaşır. Fotoğraf sizin izinizdir ve sizi yapan herşey bu izin parçalarıdır. Fotoğrafçının görüntüye aktardığı ise bu izden parçalardır. Fotoğrafçılar olarak bu izin peşinden giderek - kimi yakınlaşıp kimi uzak kalarak, kimi aylarca çekim yapmadan ya da bir gün bile çekim yapmadan duramadan - yaptığımız ‘özel’ yolculuklarla kendimize ait fotoğrafı bulma şansını yaratırız/arttırırız. Fotoğrafçının en önemli silahı meraktır. Eğer merak duygu varsa mutlaka bir yolu bulunarak, üzerine gidilmelidir. Çünkü, eğer merak yoksa fotoğraf da yoktur. Şansını zorlamak pahasına, eğer “o” görüntüyse yakalanacak, peşinden gidilesidir. Çünkü fotoğraf ısrar ve sabırla ve vazgeçmemekle hatta belki çekilen son karede ama gelir. [Fotoğrafçı şansını kendi yaratır.] Her fotoğrafçı bu şansı yarattığı ölçüde gidebilir kendi fotoğrafının peşinden. Ve neredeyse tam pes edip vazgeçtiği noktada, o kapının aralığından gözüne dokunan bir kurgu “o” an, karar anı o fotoğrafın geldiği an olabilir. Bol şanslar...
Fotoğrafçının kendi “şansını” sabırla bekleyerek yarattığı bir kare...
43
BOOKPORN
Fotoğraf: Aslı Kuzu
Alper Suat Orhan 1. High Fidelity - Nick Hornby 2. Tinker, Tailor, Soldier, Spy - John Le Carré 3. Making History - Stephen Fry 4. Trainspotting/Porno - Irvine Welsh 5. Cash: The Autobiography - Johhny Cash Can Mişel Kılçıksız 1. Yerdeniz - Ursula K. Leguin 2. Üç Aynali Kırk Oda - Murathan Mungan 3. Ve Durgun Akardı Don - Solohov 4. Ada - Aldous Huxley 5. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği - Milan Kundera Naz Cuguoğlu 1. Cehenneme Övgü - Gündüz Vassaf 2. Algı Kapıları – Aldous Huxley 3. Notes to Myself – Hugh Prather 4. Yer Altından Notlar – Dostoyevski 5. Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü – David Eagleman Mert Gümren 1. Yeraltından Notlar- Dostoyevski 2. Çavdar Tarlasında Çocuklar- J.D.Salinger
3.Cesur Yeni Dünya- Aldous Huxley 4. Medium is the Massage-Marshall McLuhan 5. Dövüş Kulübü- Chuck Palahniuk Nilay Dursun 1. Çavdar Tarlasında Çocuklar – J.D. Salinger 2. Demian - Herman Hesse 3. Like the Flowing River-Paulo Coelho 4. Melekler ve Şeytanlar- Dan Brown 5. Empati - Adam Fawer Ece Ismen 1. The Picture of Dorian Gray - Oscar Wilde 2. Foam of the Daze - Boris Vian 3. The Sandman - Neil Gaiman 4. The Guest at the Last Banquet - Auguste Villiers de l’Isle-Adam 5. Johnny Panic and the Bible of Dreams - Sylvia Plath Naz Cuguoğlu 1. Cehenneme Övgü - Gündüz Vassaf 2. Algı Kapıları – Aldous Huxley 3. Notes to Myself – Hugh Prather 4. Yer Altından Notlar – Dostoyevski 5. Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü – David Eagleman Hakan Özyılmaz 1. Umberto Eco - Foucault Sarkaci 2. Ihsan Oktay Anar - Kitab-ul Hiyel 3. Amin Maalouf - Semerkant 4. Nikos Kazancakis - Zorba 5. Orhan Pamuk – Kar Cansu Soyupak 1. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali 2. Sibumi - Trevanian 3. Sırça Fanus - Slyvia Plath 4. Yolda - Jack Kerouac 5. Mrs.Dalloway - Virginia Woolf Enes Kurnaz 1. Neuromancer - William Gibson 2. Al Kumsallar - J. G. Ballard 3. Alemdağda Var Bir Yılan - Sait Faik Abasıyanık 4. Dünyanın En Güzel Arabistanı - Turgut Uyar 5. Diğer Taraf - Alfred Kubin
Hazırlayan: Naz Cuguoğlu
Reading is like sex act- done privately, and often in bed Daniel J.Boorstin
AMSTERDAM’IN GÖRÜLMEYEN İYİ YÖNLERİ: MÜZELER Yazı-Fotoğraf: Nilay Dursun
Evet, sevgili kutu okurları bir önceki çok beklenen “Amsterdam’ın Kötü Yönleri” konulu yazımızdan sonra sevgili can kardeşimiz Boramir’in de dediği gibi “One doesn’t simply go to museums in Amsterdam.” geleneğinden yola çıkarak bu sefer de geldik o gezemeyen kardeşlerimiz için çok da beklendiğini düşünmediğim ama kendime yazmayı bir borç bildiğim müzeler yazısına. Genel olarak Amsterdam’daki yaşama ve yaşatma felsefesi her çeşit insanın kendini eğlendirebilecek bir şeyler bulabilmesi üzerine kurulduğu için müzelerin çeşitliliği de tamamen bu felsefeye bağlanmıştır. “Müze gezmek sıkıcıdır.” diyen kesimi alt etmek için Amsterdam’da her nevi müze bulunmaktadır, bu müzelerin arasında seks ve erotizmle ilgili müzelerden tutun da esrar müzesi, işkence müzesi, bira müzesi, futbol müzesine kadar envai çeşit müze mevcuttur. Amma velakin ben izninizle bir sanat tarihçi olduğumu yüzüncü defa belirterek sanat ve tarih müzelerini anlatarak yazıma başlıyorum (sıkılacak olanlar bir sonraki sayfadan başlayabilir=). 48
RİJKS MUSEUM Rijks yani “Devlet Müzesi”, Amsterdam’ın ve Hollanda’nın en büyük sanat müzesi olarak bilinmektedir. 1800 yılında önce Lahey’de, Ulusal Sanat Galerisi olarak açılmış olan bu müze 1808 yılında Napoleon Bonaparte’ın Hollanda kralı olan kardeşi Louis Bonaparte’ın emriyle Amsterdam’a taşınmış ve adı Kraliyet Müzesi olarak değiştirilmiştir. 1885 yılında müzeler bölgesinde şu anki yerine taşınan Rijks Museum yapılan bir yarışma sonucu birinci olan Hollandalı artist Petrus J.H. Cuypers tarafından Hollanda neo-rönesans ve tarihi neo-gotik etkileriyle dekore edilmiştir. İçerisinde hem zanaat hem de sanat ve tarih eserlerine sahip olan müzede genel olarak Hollanda altın çağına, 17. yy’a ait resimler ağırlıktadır. Jacob van Ruysdael, Frans Hals, Johannes Vermeer, Jan Steen ile Rembrandt’a ve atölyesinde çalışan öğrencilerine ait resimlerle ününü kazanmış müzede ayrıca kraliyet ailesine ait objeler de bulunmaktadır. Özellikle şu an revaçta olan “Masterpieces” sergisini herkese öneren 17.yy sanatı küratörü Taco Dibbits “Altın Çağ sanatını mümkün kılan ne kral ne de papadır, onu mümkün kılan yalnızca halktır.” diyerek onu yaratan insanların onu tekrardan görmesi gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Rijks Museum benim için sadece Rembrandt’ın ünlü “The Night Watch” undan ibarettir. Daha önce okuldaki “Landmarks of Art and Architecture” dersinde inciğini cinciğini işlediğimiz gece nöbeti tablosunu kendi boyumun 783940 katı uzunluğunda görünce belli bir süre kendime gelemedim. 363 x 437 cm’lik muhteşem tabloyu ve kullandığı efektleri canlı canlı görmek gerçekten nefes kesici. Müzenin güzel yanlarından bir tanesi de kulaklıkla bilgi almak istemeyen ziyaretçiler için (yani öğrenciler) yaptıkları en önemli eserleri parça parça, bölüm bölüm anlatan bilgi kartları. Ama şunu özellikle belirtmeliyim ki bu tür çok ilgi gören müzelerde LÜTFEN büyük Asyalı gruplardan uzak durun! Eğer sizinle aynı odada resimlere bakıyorlarsa sakın ha “ben o arada başka resme bakayım” diye düşünmeyin! Mükemmel takip dürtüleri, itiştirme ve bir resim hakkında 15 dk konuşma alışkanlıkları ile tüm gezinizi mahvedebilirler! Mümkünse sakince en uzak odaya gidin ya da gezinizin yönünü tamamen değiştirin! Hatta mümkünse kendisine İngilizce rehber tutmuş zengin İtalyan ailelerin arkasına sızın ve başınız başka yönde, anlatılanları dinleyin, çok işe yarıyor.
VAN GOGH MUSEUM
REMBRANDT HOUSE MUSEUM
Adı üzerinde Van Gogh Müzesi büyük bir akımın öncüsü olan Van Gogh’un eserlerinin sergilendiği, Amsterdam’ın en önemli müzelerinden birisidir. Müzenin içinde Van Gogh’un eserlerinin dışında onun özel ve sanat hayatı hakkındaki bilgilere, ayrıca diğer artistlerle olan ilişkilerine, hatta çalışmalarının dönem artistleriyle karşılaştırmalarına ulaşabilirsiniz. Ayrıca farklı katlarda 19. yy sanat tarihi hakkında farklı sergileri de ziyaret edebilirsiniz.
Amsterdam’ın merkezi Dam’a çok yakın bir yerde konumlandırılmış olan Rembrandt’ın 1639-1690 arası yaşadığı ev, 1909 yılında müzeye çevrilmiştir. İçerisinde Rembrandt’ın atölyesi, özel eşyaları, mobilyaları, heykelleri ve bir kaç resmi bulunan ev, ayrıca Rembrandt’ın 250’den fazla baskısını ve grafik tekniklerini yansıtan eşyalarını da içermektedir.
Biri Gerrit Rietveld diğeri ise Kisho Kurokowa tarafından dizayn edilmiş iki binadan oluşan Van Gogh müzesi de Rijks Müzesi gibi Museumplein de bulunmaktadır. Rietveld binası asıl koleksiyonla müzenin ana bölümünü oluştururken Kurokowa binası ise önemli geçici sergiler için kullanılmaktadır. Van Gogh Müzesi’nin en sevdiğim yanlarından bir tanesi cuma akşamları saat 10.00’a kadar açık olması ve 7.00’den itibaren içeride şarap servisi eşliğinde canlı müzik olması, benim tavsiyem eğer herhangi bir cuma günü Amsterdam’da olma şansınız varsa 7 ile 10 arasında Van Gogh’a uğrayın. Kurokowa binasındaki resim sanatıyla müziği birleştiren “Dreams of Nature” sergisi kesinlikle görülmeye değerdi. Hatta Dreams of Nature sergisini Amsterdam’ın kötü yönleriyle birleştirerek “şirinleri görme amaçlı” gezmek turistlerin özellikle tercih ettiği “gezme yöntemlerinden” biriydi ama tabii ki bizim tek amacımız sanat!=) Van Gogh hakkındaki diğer çok önemli bilgi ise hafta sonları gidilmemesi gerektiğidir. Kapının önünde 4 saat bekleyen insanlar tanıyorum, onun yerine müze etrafında Van Gogh çakmaları satan küçük dükkanları gezebilirsiniz=)
ANNE FRANK 6 Temmuz 1942’den 4 Ağustos 1994’e kadar Yahudilerin Nazi işkencesinden kaçmak için sığındıkları saklı kanal evi Anne Frank House da Amsterdam’ın en çok rağbet gören yerlerinden bir tanesidir. Evin ünlü olmasının nedeni ise Anne Frank’ın henüz 15 yaşındayken yazmış olduğu meşhur günlüğünün orijinalinin burada korunmasıdır. Prinsengracht kanalının yanında bulunan evde ayrıca o döneme ait bir sergi de bulunmaktadır.
İsterseniz Rembrandt’ı gezdikten sonra tam karşında Pisa’dan bile yamuk duran Amsterdam’ın ünlü barlarından bir tanesinde bir bira içebilirsiniz! Bu arada aklıma gelmişken simetri hastalarının Amsterdam’a gitmemesini şiddetle öneriyorum! Binaların “yahu bunlar nasıl ayakta duruyor” ya da daha da Türk usulü olarak “abi kesin bu apartmanları laz ustalar yapmış!” dedirtecek tarzdaki yamuklukları sizi delirtebilir!
HEINEKEN EXPERIENCE 1988’de Heineken fabrikalarından biri kapanır ve biranın nasıl yapıldığını anlatan turlar düzenlemek amacıyla bu bina halka açılır. 2008’de yenilenen Heineken Müzesi, bu bira macerasını daha eğlenceli hale getirerek adını Heineken Experience olarak değiştirip kendini turistler için daha çekici hale getirmiştir. Bu deneyimin başında size üzerlerinde küçük düğme-jetonlar olan 2 adet bileklik veriliyor, Heineken yapımını tam anlamıyla deneyerek öğrendikten sonra çıkışta sizi bara yönlendiriyorlar ve siz o jetonları vererek biralarınızı içiyorsunuz, ayrıca gezi sırasında fabrikadan çıkan taze biralar da Heineken’in size kendi ikramı… Kalabalık gidenler için diğer bir önerim Heineken bisikletleri kiralamaları. Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) bir tekerlekli masa düşünün, etrafına monte edilmiş sandalyeler ve üstünde kocaman bir biraveri olan kocaman bir bisiklet!! Genellikle bekarlığa veda partisi konseptinde çokça kullanılan bu Heineken bisikleti bence Amsterdam’ı onun özellikleriyle gezmek için çok kullanışlı ve eğlenceli!
AMSTERDAM HISTORICH MUSEUM Amsterdam Historich Museum, bir diğer adıyla Amsterdam Tarih Müzesi, Amsterdam’ın tarihini anlamak için gidilebilecek en önemli müzelerden bir tanesidir. Slideshowlarla, önemli insanların röportajlarıyla görsel açıdan desteklenmiş müze, kalıcı sanat sergilerinin dışında Amsterdam’ın insanlarını, sanatını, zanaatını ve modasını anlatan geçici sergilere de ev sahipliği yapmaktadır. Aslında 1926’da Waag’da açılan müze, daha sonra Amsterdam’ın merkezine çok yakın olan Kalverstraat ile Nieuwezijds arasındaki 1578’den 1976’ya kadar yetimhane olarak kullanılan binaya taşınmıştır. Meşhur Altın Çağ mimarlarından Hendrik de Keyser ve Jacob Vab Campen tarafından 18. yy’da klasik stil kullanılarak genişletilen bina, mimarisiyle de Amsterdam’ın tarihi güzelliklerini en iyi şekilde yansıtmaktadır. Benim müzenin içinde en çok dikkatimi çeken şey ise sadece o müzenin içinde gördüğüm müze bilgilendirme teknikleri. Müzeye girdiğinizde size üzerinde DNA yazan ve altında barkodu olan küçük broşürler veriliyor, siz müzenin içinde gezerken istediğiniz sanat eserinin ya da dönem tanıtımının yanına gidip o barkodu okuttuğunuz zaman o esere özel tanıtım videoları ya da bilgileri ekranda görebiliyorsunuz. Amsterdam hakkında genel bilgi almak isteyenlerin mutlaka gitmesini öneririm. Son olarak müze bölgesinin içinde inanılmaz şeker bir kafe bulunmakta,gezerken yorulanların orada bir çay arkasından da bir paralel sokağındaki pancakeciden her bir şeyli pancake yemelerini tavsiye ederim!
49
The Hash, Marijuhana and Hemp Museum, Amsterdam
THE HASH, MARIJUANA AND HEMP MUSEUM AMSTERDAM Red Light District’te birbirine çok yakın olan bu iki müzede adları üzerinde genel olarak haşhaş ve esrar bitkilerinin ne olduklarını, çeşitlerini, kullanım alanlarını anlatan sergiler bulunmakta, ayrıca Hemp Gallery’nin içinde kişisel resim ve fotoğraf sergisiyle birlikte bir sürü ilgi çekici eşya ve sanat eseri de sergilenmekte. Tabii unutulmaması gereken aslında bütün Amsterdam’ın kendi içinde kocaman bir marijuhana müzesi olma durumu!
EROTIC MUSEUM
Torture Museum, Amsterdam
Red Light District’te bulunan Erotic Museum’un içinde erotik eşyalar satan bir hediye dükkanı, genelde Red Light District’in kendisiyle ilgili bir sergi alanı ve Red Light’ta “çalışan” kadın figürü ile meşhur Casa Rosso Live Show tiyatrosunun kasiyerinin bal mumu heykelinin olduğu bir oda bulunmaktadır. Aynı zamanda eski erotik fotoğrafların olduğu bir koleksiyon ve John Lennon’un litografilerini de içeren karışık erotik sanat koleksiyonu müzede sergilenmektedir. Müzenin en “ilgi çekici” yanı ise çocuk bahçesi şeklinde döşenmiş içerisinde Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ‘in Disney’de asla gösterilemeyecek bir versiyonunun gösterildiği bir bölümüdür. Bu bölümde ayrıca bir otomatın içinde şimdiye kadar görüp görebileceğiniz en farklı prezervatiflersatılmaktadır.Bumüzeyiyalnız“kaldırabileceklere” öneriyorum...
SEX MUSEUM Amsterdam’ın merkezinde Damrak sokağına konumlandırılmış olan Sex Museum, “insanın seksiliği” temalı sanat eserleri, fotoğrafları, figürleri, tabakları, silahları ile farklı bir sürü objeden oluşan zengin ve farklı koleksiyonuyla turistlere yine yeniden farklı bir deneyim sunmakta. Müzenin gerçek adı aslında Sex Museum the Venustemple. Müzeye girdiğinizde kapıda Venüs’ün ve eşinin kocaman heykellerini göreceksiniz. Müzedeki geziniz boyunca “değişik” sesler de size eşlik edecek! Bölüm bölüm ayrılmış olan müzenin içinde Mata Hari, Marquis de Sade, Rudolf Valentino, Oscar Wilde, Marquise de Pompadour isimleriyle farklı odalar bulunmakta. Seks ile ilgili geniş bir koleksiyon görmek isteyenler buyursun gezsin.
Torture Museum, Amsterdam
Ayrıca en çok ilgi çeken yerlerden biri olan Seks Tiyatrolarını da unutmamalı! Kapısında milyonlarca çiftin sıra olduğu içerisinde gösterilerin yapıldığı Seks Tiyatroları da en çok ilgi gören yerlerden bir tanesi. Gitmek isteyenler için en iyisi Cassa Rosso (deniliyor:).
TORTURE MUSEUM Karanlık, küçük ve tiyatro sahnesi gibi döşenmiş işkence müzesi içerisinde insanlığın zalimlik tarihini biraz korkunç çok az mizahi bir şekilde gözler önüne seriyor. Sergi genelde eski işkence çeşitlerini ve objelerini resimler ile yine eski bir tarzda sunuyor. Genelde çok da tercih edilen bir müze olmadığını vurgulamak lazım… Evet en birinci kutu okurları, bu yazıyla birlikte maalesef ki geldik Amsterdam serüvenimizin sonuna, umarım bu üç yazılık seriden memnun kalmışınızdır ve umarım siz de benim gibi Amsterdam’ı gezer, yaşar ve “memnun” kalırsınız! Bir sonraki sayıda 34’ün İstanbul’a dönüşünde görüşmek üzere...
50
k l o k m a g Ĺ&#x;ubat & mart 01
Fotoğraf: Naz Cuguoğlu
FİLİN SEYİR DEFTERİ VE LÜFERLER Yazı: Naz Cuguoğlu
Leğend e ki O ky a n u s ve
Şans Eseri Yılan Kadın Olmak Hakkında Mayıs 11 DC Son hazırlıklarımı tamamladım. Önce kapıları sonra pencereleri kapadım. Bütün ışıkları söndürdüm. Önce ocağı sonra buzdolabını kontrol ettim. Ve son hazırlıklarımı tamamladım. Aynanın karşısına geçtim. Önce saçlarımı sonra makyajımı yeniledim. “Bir şeyler eksik” diye geçirdim içimden. Hep öyle hissederdim. O yüzden çok da önem vermedim. “Abartıyorum yine, acele etmeliyim yoksa geç kalacağım” dedim. Duvarlardaki portrelere bakarak merdivenleri tırmandım. Ve son hazırlıklarımı tamamladım. Ama “Bir şeyler eksik” diye geçirdim içimden. Merdivenleri tırmandım. Saate baktım. Vakit gelmişti. “Yakında gelir” diye düşündüm. Yatağıma uzandım. Ve bir rüyaya daldım. Kapıdan girerken gördüm onu önce. Önce kapıları sonra pencereleri açacaktı. Işıkları yakacak aynada kravatını düzeltecekti. Duvarlardaki portrelere bakarak merdivenleri tırmanacaktı. Ve önce yatağımın tahta bacaklarına sonra bedenime dolanacaktı. Bense kötü bir rüyadan uyanacak ve kolumdaki dört diş izine bakakalacaktım. “Bir şeyler eksik” diyecektim. Uyuyacaktım.
“İki insanın kol ağzı sürtmüşse bir nedeni vardır…” Sahilde Kafka Daktilodan kafamı kaldırıp lüfere bakıyorum. O da bana bakıyor. Bakışıyoruz öylece. Harflerin kelime şeklini alana kadar acı çekmesine gerek yok, biliyorum. Adını “sanat eserimiz” koyduğumuz, uğruna saatlerce düşündüğümüz, türlü eskizler yaptığımız uğraştan bile daha önemli bu bizim için, biliyoruz. Bütün gün bu anı bekliyoruz. Önümdeki kelime listesine bakıyorum: “cin, nü, nü, nü, misal, el, ezan, püre..” diye uzayıp gidiyor liste. Kısa bir sürede bir kelime seçmem, 3 cümle yazıp içinde kullanmam ve hikayenin gidişatını lüfere teslim etmem gerekiyor. Scrabble’da “dane” yazmak hangimizin aklına geldi diye söyleniyorum içimden. Hikayemizin adı çoktan “Çırpınışlar.” Çırpı 3’te tıkanıp kalmışım, lüferden medet umuyorum.
Yeter, diye bağırıyor, lüfer. Neden, neden diye sormaktan vazgeç. Her şeyin bir sebebi yoktur. Sonra sakinleşiyor, korktuğumu görüyor herhalde gözlerimde. Bana doğru eğiliyor, her karardan pişman olursun bir noktada önemli değil. Evet, her şey farklı olabilirdi ama bu her şeyin daha iyi olacağı anlamına mı gelirdi? Paralel evrenler hakkında ne düşünüyorsun, diye soruyor aniden. Mr Nobody geliyor hemen aklıma.
Şu an kendimi bir kızılderili olarak hayal ediyorum, diyorum. Şaşırmıyor, ya da bana öyle geliyor, sanki artık hayatta hiçbir şey bizi o kadar da şaşırtmıyor. Şu an bir kızılderiliyim ve beyaz atımın üstünde sonsuz bir çimlikte gidiyorum. Rüzgarı hissedebiliyorum.
“Var olduğundan bile nasıl emin olabilirsin ki? Sen yoksun, ben de yokum. Sadece 9 yaşındaki bir çocuğun hayal dünyasında yaşıyoruz. Çok zor bir karar alması gereken 9 yaşındaki bir çocuk tarafından hayal edildik…”
Çocukluğumu özlüyorum, biliyorsun. Sıcak yaz günlerinde evdeki leğeni kapar, balkona koşardım. İçini ağzına kadar suyla doldururdum ve dibine kumsaldan topladığım taşları, deniz kabuklarını koyardım. Sonra nefesimi tutar, başımı içine daldırırdım. Okyanuslarda yüzer, savaşlara katılır, deniz kızlarıyla arkadaşlık ederdim. Lüfer, ben küçükken, büyümek istemiyorum diye ağlardım.
Bilmiyorum, diyorum lüfere. Bir konuyla ilgili alınabilecek kararların farklı pozitif ve negatif olası sonuçlarını sıralıyorum. Lüfer endişelenmiş gözüküyor. Senin “Paradox of choice” vaktin gelmiş diyor. Lüfere çok saygı duyuyorum, çok özel bir anda olmalıyız diye düşünüyorum, “Paradox of choice” büyüsü yapılacak bana ve ben de sabahın erken saatlerinde, sırtım kapıya dönük, fransızca şarkılar dinleyip hafifçe dans ederek kahvemden
Lüfer, cevap vermiyor, benden artık çok uzaklarda,
54
biliyorum, onu kaybettim. Ağacın büyüyor, burada, diyor sadece. Bir karar aldın, sonuçlarına katlanacaksın, diyor, galiba. Artık onu anlayamıyorum. Bazen alınan kararlar, insanları birbirlerinden çok çok uzaklara sürükleyebilir. Ben de ondan bahsediyorum be işte lüfer, keşke ben leğeni getirsem yine evden, çıksak bizim balkona, soksak suya kafalarımızı ve okyanusta yüzüyoruz zannetsek yine kendimizi.
yudumlar alan kutsanmış bir insan olacağım, tıpkı onun gibi. Gözlerimi kapayıp büyünün gelmesini bekliyorum. Onun yerine Barry Schwartz’ın tedtalk konuşmasınının karşısında buluyorum kendimi. Schwartz’ın şortundan gözlerimi almaya çalışarak gerçekten de paradoks bu karar işi diye düşünüyorum. Schwartz’a göre o kadar çok ihtimaller, seçenekler var ki kafayı yavaş yavaş yiyor günümüz insanı. Her şeyi kontrol edebilir misin diye soruyor, terapistim. Her şeyi kontrol edebileceğime o kadar inanıyorum ki sessiz kalmayı tercih ediyorum. Ne yani her kararın farklı bir sonucu yok mu? Kararların kontrolü ben de değil mi? Benim leğen vaktim geldi deyip izin istenip kalkılabilen bir dünyada yaşamak istiyorum. Tutunamayanlar’dan kafamı kaldırıp boş gözlerle etrafa bakıyorum. Ya her şey başka olsaydı, diye düşünüyorum. Yani Selim’in hayatını düşünelim mesela... Lüfer, biraz kitap okumaya ara vermelisin belki de diyor, magazin dergileri iyi gelebilirmiş, öyle diyor. Boşalmış parmak boya kutularına bakıyorum. Hepimiz şaşkınız, nasıl bu noktaya geldik? Her tarafımız boya içinde. Lüfer bana çizdiği siyah Frida kaşından mutlu, sessizce gülümsüyor. Ağzından kırmızı boyalar damlıyor. Saçlarımız rengarenk. Düşünüyorum, bir karar verilmiş o boyalarla ilgili orası kesin, ama nasıl olmuş bu, orada sıkıntı yaşıyoruz. Lüferlerin lüferine soruyorum, hatırlıyor musun? Hatırlıyor. Balkan turumuzda Saray Bosna’da Couchsurfing’den bulduğumuz hostumuz Haris’in kapısının önündeyiz. Kaplumbağa gibi evimiz sırtımızdaki kocaman çantalarda, bekliyoruz... Kapıyı çalıyoruz. Ses yok. Ümitsizce birbirimize bakıyoruz. Bir daha. Yine ses yok. Bir duraksama. Sonra aniden dönüyorum, yan kapıya yürüyorum, ey Lüferlerin lüferi, nedendir bilmiyorum ama ben bu kapıyı çalmam gerektiğini düşünüyorum, diyorum. Kapı açılıyor. Sonradan bizim için Saime anne haline gelecek kutsal şahsın önünde duruyoruz. Bizi evine alıyor, besliyor, elleriyle saçlarımızı bile kurutuyor güneşte. Gözlerimiz doluyor, evrenin bir parçası haline geliyoruz. Demem o ki düşünüyorum sadece. Lüferin senelerdir oynadığı sayısal loto sayılarının oynamadığı hafta ardarda çıkmasını... Mary’nin Max’i rehberde bulmasını...
“21 gram”da dediği gibi hakikaten ne kadar sığar ki 21 grama? Ne kadarını kararlar oluşturur? Ne kadarı şanstır? Ne kadarı kader, ne kadarı kısmettir? Ne kadar söz hakkımız vardır hayatlarımızda? Geçen sene bu vakitler ben evden kaçta çıktım? 2 dakika geç çıkmış olsam mesela... Mesela balkonda fidanımı sulamaya 2 dakika fazla ayırmış olsam o gün? 2 dakika fazla konuşsam okulun önündeki bekçi amcayla... Bisikletimin kilidi hiç bozulmamış olsa o gün... 2 dakika sonra yapılmış olsa ölüm ve gülen keçiler hakkındaki o konuşma. Yine de o siyah kocaman yılan oradan geçiyor olur muydu? Yine de koluma dolanır mıydı? Yine de 4 diş izinden kan akar mıydı? Yine de telefonla konuşan palyaçolar görür müydüm uzak bir ülkenin metrosunda? Tarih yine 18 mayıs olur muydu? Yani tam bir hafta sonra bu konuşmanın en başlangıcında yer alan yazıyı yazmamdan... Ben bu yazıyı yarın bu saatte yazsam her şey çok farklı olmaz mıydı yani? “Çırpınışlar”da zorlanıyorduk çünkü karar vermek sorumluluk demek lüfer, sorumluluk demek büyümek demek. Karakterlerimizin geleceği için de en az kendi geleceklerimiz için olduğu kadar endişeleniyorduk, sadece. Şimdi karşımda durmuş, boş gözlerle bakıyor, “ağaç”, diyorsun. Leğenim yok ama denizde sırtüstü belli bir açıda uzanınca ve vakit akşam üstüyse bir tek denizi, evreni, hayatı ve kendi nefes alışverişlerimi duyabiliyorum. Leğenimiz geldi değil mi lüfer, gel uzan yanıma, bir karar sonucu değil, bir şans eseri de değil, sadece öylesine, uzanalım ve nefeslerimizi dinleyelim. Belki de hakikaten alınamamış bir kararızdır. Yokuzdur belki de. Ne kadar sığar ki 21 grama? Boşver. “...Bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Çok küçük şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı anlamında kullanılır.” Sahilde Kafka Not: Bir önceki sayıda bu köşede yayınlanmış olan fotoğraf Kerem Serkan Sarıgüney’e aittir.
55
HİSSEDİLEN İŞARETLER Yazı: Murat Gençoğlu
• Merhabalar Koç öğrencileri. Öncelikle kendimi tanıtayım çünkü bazılarınız kim olduğumu bilmiyorsunuz. Adım Murat ve ben Koç Üniversitesi’nin gelmiş geçmiş en komik adamıyım, sürekli şaka yaparım (bu cümle dahil, hadi bakalım paradoks lover seni). Malesef on ay önce mezun oldum ve bu komediden payınıza düşeni ancak okuyarak alabileceksiniz, o da alışınız kuvvetliyse. • Benim köklü bir mizah geçmişim var o yüzden sert girme hakkını kendimde buluyorum (7-8 kere bu ayarda yazılar yazdım okul dergisine... Ben istemez miyim bir Uykusuz’a yazayım, bir Penguen’e yazayım, bir Leman(yaş ortalaması 40)’a yazayım. Ama okul mizahına vakit ayırmaktan o teklifleri hep geri çevirdim). Ayrıca stand-up olayına girdim inceden. Orada kağıtta durduğu gibi durmuyor bu meret, bambaşkaymış yani moruk.
• V for Vendetta’yı herkes bilir. Bilmezse de maskesini bilirsiniz. Son günlerde revaçta yine, hacker gruplar kullanıyor. (2) Bir tanesi de Anonymus adında. Çekiyorlar lacileri, takıyorlar maskeleri, sonra ver elini özel dosyalar. Diyeceğim şu, maskenin olayı ciddi ve onu takan insanlardan hakikaten bir tırsacaksın, biz heryerdeyiz diyorlar adeta. Ama geçen gecenin bir köründe Taksim’de bu maskeleri takmış, Ankara havasında dans eden gençler gördüm. Kafanda bir canlandır, faşist düzeni yıkan bir eylemden dönmüş (Ankara müziği hariç herşeyi yıkmışlar), Ankara havasında dans eden gençler. Acaba basit eğlenceyi özlemiş ünlüler olabilir miydi onlar? • Kendi ilkokul hocamı hatırlıyorum. Böyle bıyıklı çok ciddi bir adam, sanırsın ki bu adam sürekli despot olacak. Biz tenefüslerde aşırılıklar yaparken sağa sola serseri mayın gibi koşturup kızların eteklerini kaldırıp erkeklere çelme takmaya çalışırken sınıfa "tıp, kimse kıpırdamasın" diye koşarak dalardı. O korkuyla zaten kimse kıpırdayamazdı. Sonra hepimizi sıra dayağına çekerdi. Bildiğin ruh hastasıydı. Bilmediğin ruh hastalarına hiç girmiyorum.
• Şimdi okul bitince sosyallik bitiyor diyorlar, onu yalanlamaya çalışıyorum ben. Taksimde bir Mustafa amca çaycısı var. Oraya gidiyorum sürekli. Sıkıntı sana sürekli Bu ay Vikipedia’dan çay içirmeleri, sizin için seçtiğim bilgi önündeki yarım çayı kafaya dikmen “Ustalar, Artvin ilinin Ardanuç ilçesine gerekiyor bazen. Ben bağlı bir köydür. Tarihçe: Köyün adının diyorum ki yakında nereden geldiği ve geçmişi hakkında çay shot’a geçsinler b ilgi yoktur. Kültür: Köyün gelenek, kafalar rahatlasın.
görenek ve yemekleri hakkında bilgi
• Öteki dünyaya dolayısıyla ruhlara inanmayan çok, ama herkes inceden bir “deli” olayım, “ruh hastası” olayım istiyor. Deli bilsinler ki farklı olduğumu kelimelerle açıklamak zorunda kalmayayım kafası
• Ya ben çok yoktur.” büyük travmalardan sıyrıldığıma i n a n ı y o r u m (bknz. Bu neyin kafası?) büyürken. Grup Laçin vardı biz çocukken “haydi güzelim, şeker ezelim(?), bu sene de bekar gezelim” diye şarkıları vardı. • Sadece konuşmak için de konuşmak çok tehlikeli, mesela Hatırladın? Aç izle ya 6 tane rasgele adam bulmuşlar, çeşitli bu bayram Bulgaristan gümrüğündeyiz. Gümrük memurunun maddelerle uyuşturmuşlar belli, çok uyuşuk bir mutluluk da ağzının içine bakma durumu var. Onla muhabbeti kuralım çökmüş üzerlerine çünkü. Ama takdir ettiğim bir tarafı, adamlar ağzından bir parça laf koparalım kendimizi dünyanın en takımları çekmiş ite kopuğa karışmadan efendi gibi bekar mutlu insanı sayıyoruz. Adam “Kırklareliliyim” deyince zaten geziyorlar. Ama 6 adam bekar gezersin zaten. Aynı şekilde 6’lı babamdan bir vızıltı gelmeye başladı. Sallama bir lafa girmeden bir kız grubu bulma olasılığın loto çıkmasından düşüktür. İşte önceki motor sesi o, çarklar çalışıyor. "O zaman sen ya Yugoslav bunlar hep 90’lar. göçmenisin, ya da dur bakayım 1850 yılında..." falan demeye başladı. Adam babamın yaman kolpacı olduğunu anlasa gerek, • Bazen bir çerez çikolata aldığımda pakedinde “buradan açınız/ rezil olmasın diye ben “Kazak Türküyüm” dedi. “Bizim aile kesiniz” tadında ibareler oluyor. Gıcık oluyorum, sırf ibneliğine çekik gözlüdür bakmayın böyle olduğuma...” hani konuşkan bir başka yerden açıyorum. Bana emrivaki yapma lan! adama da denk geldik. Annem laf olsun torba dolsun kafasıyla • O değil de, Taksim’deki kuş sesi çıkaran adamın yanına gittim. "olsun ablam hepimiz insanız" dedi. Öyle bir şey söyledi ki sanki “Bunlar lezzetli değil, bunlar amatörü eğlendirir” dedim. Cibili yolda “Kazak'a denk gelmesek bari” şeklinde şeyler konuştuk. cibili şak şak şak dedi sonra. Kuşçu kafası bambaşka aga. Konuşmak için konuştu işte. • Bu ay Vikipedia’dan sizin için seçtiğim bilgi “Ustalar, Artvin ilinin Ardanuç ilçesine bağlı bir köydür. Tarihçe: Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur. Kültür: Köyün gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi yoktur.” Vikipedia, ajliktan geberiyoruz şeklinde ilanlar verip duruyor. Şunlara para yardımı yapasım geldi bu bilgiden sonra. • Uzun zamandır televizyon izlemişliğim yok. Televizyona bir şans daha vereyim dedim, az önce içeri gidip televizyonu açtım ve şöyle bir şeyle karşılaştım “Behzat Uygur gözünü kırpmadan kaç dakika durabilir?” Birincisi, Televizyon kardeş, hani Uygur kardeşler yoktu artık? Böyle anlaşmıştık hani? Ben Behzat Uygur ile dakikalarca romantik bakışmalar yaşamak zorunda mıyım?
• Bugün doğan erkek ve kız çocuklarına bazı isimler “ötenazi berinazi. ötenaz, ötesu, ötecan, ötekan. berikan berisu berifan, berifun. Berzifan” • Eskiden "ilginç bir sessizlik oldu" diye birisi sessizlikten ötekileri haberdar ederdi. Şimdi yerini cep telefonlarıyla oynamak aldı. sanal hayatlarımız en az gerçeği kadar önemli olmaya başladı. Nasıl ki endüstri devriminden sonra şehirli nüfus yavaş yavaş arttı ve köy nüfusu azaldı (yakın zamanlarda şehir öne geçmişti nihayet) . Aynı şekilde sanal hayatımıza ayırdığımız süre artıyor gerçek azalıyor. • Tespitimi de yaptım, içim rahat. Öpenzi 59
YÜKSEK
LİSANS "Koç CEMS MIM ile dünyanın en iyi işletme okullarının kapılarını açın"
*"CEMS Master in International Management - Uluslararası İşletme Yüksek lisansı, Financial Times'ın En İyi İşletme Yüksek lisansları listesinde ilk üç sıradaki yerini korumaktadır."
Sistemin Çarkları ©Oğulcan Açıkel
BOŞ İŞLER Sİ E Y L Ö T A lcan~~~~ ~~~~Oğu Açıkel
Everythıng we see hıdes another thıng, we always want to see what ıs hıdden by what we see. Rene Magrıtte