ISS
N2 149 -16 4X
k uzgun edebiyat, kültür ve sanat dergisi
mart 2015 • Sayı: 2
“
İnsan şimdilerde olduğu gibi eskiden de imgelerle düşünürdü. Ama şimdi imgelerimizin neredeyse hiçbir duygusal değeri yok. Her zaman bir ‘sonuç’, bir son isteriz, zihinsel süreçlerimizde bir karara, bir nihayete ulaşmak isteriz. Bu, bize tatmin duygusu verir. Bütün zihinsel bilincimiz ileriye doğru hareket, aşamalı bir harekettir, tıpkı cümlelerimiz gibi; ve her kesin duraklama, ‘ilerleyişimizi’ ve bir yere ulaştığımızı belirleyen kilometre taşıdır. Zihinsel bilinç için devamlı ilerleriz. Ama ne yazık ki bir amaç yoktur. Bilinç, kendi içinde bir sondur. Bir yere varmak için kendimize işkence ederiz ve vardığımız zaman orasının hiçbir yer olmadığını görürüz, çünkü varılacak hiçbir yer yoktur.
”
D.H. Lawrence
i ç i n d e k i l e r sevgi yumağı [ II] t b altay öktem 2 azuo ıshiguro k 12 4 n s ö kitapsız kalmış metinler
uncay
irkan
söyleşi:
Söyleşi: Linda Richards Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu
ahid ırrı
rik
s ö y l e ş i : kitap kritik:
düşünsel uzaklıkların ardından
hayko cepkin ışılbayraktar
8
şair ve hakikat[21]:
melih cevdet anday
hayati baki
32
Söyleşi: dakandakan
semih kaplan
22
olur olmaz, olmaz olurum
esra sabık turgut
30
şi i r l er
Pierro Della Francesca’dan Damien Hirst’e Deniz Kabukları
18
aydın afacan • 10 tuncer erdem • 11 bilal kolbüken • 15 fettah köleli • 16 aslıhan tüylüoğlu • 37 nima yuşic • 38 robert frost • 44 langston hughes • 44 muzaffer kale • 45
ayın sivil toplum kuruluşu
karakediye mektuplar
‘ut pictura poesis…’
ali hikmet eren
k uzgun
k uzgun
46
kuzgun
aydın 31 afacan
uçan süpürge
42
edebiyat, kültür ve sanat dergisi • mart 2015 • Sayı:
2
İmtiyaz Sahibi: Uluslararası Eğitim Öğretim Basın Yayın Mat. Turz Teks.San. ve Tic. Ltd.Şti. adına Serhat Kurbani Turan •Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Serhat Kurbani Turan Yayıncı Sertifika No: 14684 • ISSN 2149-164X • Yayıncı İletişim ve Reklam Rezarvasyon: Konur Sokak 36/13 Kızılay Ankara Tel: 0312 425 39 20 • Fax: 0312-417 57 23 • mail: urunyayinlari@gmail.com • Baskı: Gözdem Ofset • Sertifika No: 22332 • Kazım Karabekir Cad. Ali Kabakçı İşhanı 85/61 Ankara
G e n e l Ya y ı n Yö n e t m e n i : B i l a l K o l b ü k e n • Ya y ı n K u r u l u : E. Seda Çağlayan Mazanoğlu, Ali Hikmet Eren, Orhan K a n d e m i r, B i l a l K o l b ü k e n • w e b t a s a r ı m : Ş a h i n A y t a ç • Yayın Kurulu İletişim: Tunalı Hilmi Cad. Büyükelçi Sok. 20/10 Kavaklıdere-Ankara m a i l : k u z g u n d e r g i @ g m a i l . c o m • w e b : w w w. k u z g u n d e r g i . c o m
sevgi yumağı
[2]
altay öktem
Y
azıma, Kuzgun mecmuasına gönül verenler başta olmak üzere tüm okurlarıma en samimi teşekkürlerimi arz ederek başlamak istiyorum. Sağ olun, var olun. Aksakallı bir dede uykum esnasında beni dürtse ve “Uyan Altay Öktem, on binlerce şahıs senin manevi aydınlanmanın peşinden sürüklenerek buralara kadar intikal etti, kapıya dayandılar, uyan!” dese, yeminlen inanmazdım. Ama rüyalarım hakikat oldu! Bir evvelki Sevgi Yumağı adlı neşriyatımın ardından aldığım tebrik telefonlarının, maillerin, mektupların sayısını hatırlamıyorum. Hatta bir grup talebenin, ellerinde Hacı Bekir lokumu paketiyle evime gelmesi, elimi öpüp şiirlerimi yazdığım kareli harita metot defterine yüz sürmeye kalkmaları beni haddinden fazla mesut etti. Göz pınarlarımdan süzülen yaşları fark ettirmemek için kâh sağ profilimi, kâh sol profilimi dönerek oturdum karşılarında.
Buna mukabil, tenkit eden çıkmadı mı? Çıktı tabii. Tek tük! Bunlar içerisinde kayda değer tek eleştiri, gece açan, gündüz kapanan bir çiçek olmadığı, yüce bir kuvvetin çiçekleri akşam kapanıp gündüz açılmak üzere ilahi bir nizam içinde yarattığı hususunda ettiğim lakırdı üzerineydi. Hakikaten “akşamsefası” adlı bir çiçeğin bu nizamın tersine hareket ettiğini unutmuşum. Lakin bu durum benim hatalı bir tespit yaptığım anlamına gelmez. Akşamsefası denen mendebur çiçeğin, çiçeklerin fıtratına aykırı hareket ettiğini ve bir çeşit anarşist nebat olduğunu gösterir. Lanet olsun akşamsefasına. Tıyneti bozuk nebat!
kuzgun
Madem okurlarım (akşamsefasını eleştiren şahıs hariç) beni bu kadar taltif ediyor, hürmet gösteriyor, o zaman kendime çeki düzen vermekle kalmayıp, daha önce neşrettiğim kitapları da gözden geçirmem, sadece muhteviyatlarını değil, başlıklarını da değiştirmem gerekiyor. Misal, “Her şey: Oda Kırbaç Ayna” adlı şiir kitabım tekrar neşredilirse adı “Her şey: Oda Cevşen Ayna” olacak. Odada, aynada sakınca yok da kırbaç sakat. Değişmeli. Biliyorsunuz, geçen sene belden yukarısı çıplak, deri kıyafetli, ellerinde kırbaç taşıyan bir güruh, başörtülü bacımızı taciz etmişti Kabataş’ta. Ben bu kitabı yazdığım vakit, yıllar sonra bacımızın başına böyle bir felaket geleceğini bilseydim, kırbaç lafını kullanır mıydım hiç? Tabii ki kullanmazdım. Ama şunun da farkındayım ki, bu gecikmiş “farkındalık” yaptığım hatayı affettirmiyor. Şair dediğin ileriyi görmeli, toplumun bir adım, bilemedin, yirmi sekiz santim önünde olmalı, örnek olmalı. Yıllar sonra Kabataş’ta kırbaçlı adamların yerden biter gibi ortaya çıkacağını hissedemediysen, senin şairliğin nerede kaldı? Hani hissiyat? İnanın kızıyorum kendime. Çok kızıyorum. Lakin şiirin manevi manasını ve toplum ahlakına müspet etkisini ihlal eden sadece ben değilim. Çok daha berbat örnekler var. Ne rezil dizeler var, aklınız almaz…
2
“
Özellikle de günümüz hanım şairlerine, öyle “özgürüm”, “erkek egemenliğine son” gibi kadın fıtratına aykırı lakırdılar eden, kafir imgelerle şiir düzen kadın şairlere bir çift sözüm olacak yakında. Şaplak gibi bir çift söz! Yakışıyor mu bir hanımın ağzına bacak omuza gibi laflar, yok sırılsıklam ıslanıyorum, yok tersten giriyorum hayata… Edep ya hû! ŞİİR EREKTE ETMEZ, TESELLİ EDER Hepimizin bildiği gibi “modern şiir” denen illeti başımıza musallat edenlerin önde gelenlerinden biri Orhan Veli’dir. Şiirden vezin ve kafiyeyi kaldırmakla kalmıyor, kaldırdığı şeylerin yerine mendebur şeyler ilave ediyor. Misal olarak “Montör Sabri” adlı şiirine bakabiliriz: “Montör Sabri ile Daima geceleyin Ve daima sokakta Ve daima sarhoş konuşuyoruz…” Gece vakti sokakta ne işiniz var, bu bir! Daima sarhoş bir vaziyette sokaklarda dolanıyorsan, milli edebiyata ne gibi bir katkın olabilir, bu iki… Önce ayılman lazım. Sarhoş şair istemiyoruz! Aynı şahsın “Sereserpe” adlı şiirinden söz etmeyi bile lüzumsuz buluyorum. Şiir muhayyileyi harekete geçiren bir sanat dalıdır. Peki, bu şiiri okurken nasıl bir görüntü beliriyor zihnimizde? Kanepeye sereserpe uzanmış, entarisi sıyrılmış, koltukaltı görünen, bir eliyle göğsünü tutan bir kadın! Azmamak elde mi ki? Peki, bu şiiri okuyan toy delikanlılar nasıl tutacak kendilerini? Bakınız elli yaşımı idrak ettim, ben bile engelleyemiyorum ereksiyonu! Ayıptır. Şunu unutmamak gerekir ki, şiirin vazifesi erekte etmek değil, teselli etmektir. Şiirin bir diğer vazifesi de komşuluk ilişkilerini kuvvetlendirmek, komşulara sevgi ve ikramda bulunmayı teşvik etmektir. Tabii komşu da bu izzet-i ikramı hak edecek. Öyle pencerenin kenarında oturup gelene geçene göz süzmeyecek. Edepli olacak! İnsanın Fahriye Abla gibi bir komşusunun olması, mahallenin ahlakını yerle yeksan eder. Şair de ahlaki bir çöküş içine girmişse (hiç şüphe yok ki Ahmet Muhip Dıranas girmiş maalesef) “Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla” diye şiir düzer. İnsan evladı komşusuna fena gözle bakar, bir de “ne güzelsin” diye methiye düzer mi? Yakışık alır mı? Sonra pek beğendiğin o Fahriye Erzincanlıya varır, sen de mal gibi kalırsın ortalıkta. Kapak olur affedersiniz, oh olur! İnsan şiir yazmaya teşebbüs ettiyse, önce yazacağı dizeye bir çeki düzen verir, sonra yazar. Onun koltukaltı, bunun göğsü, Fahriye’nin kılı tüyü, böyle şiir olmaz. Bakınız ne güzel akımlar var; natüralizm var, romantizm var, postmodernizm var, ama abazanizm diye bir şiir akımı yok. İnsan bir düşünür, niye yok? Lüzumlu bir şey olsa, abazan şairler loncası da kurulurdu. Demek ki lüzumsuz.
3
”
HAKİKİ ŞİİR ROMATİZMAYI ÖNLER, KÖTÜ ŞİİR OBEZ YAPAR Biz bu menfi örnekleri bir tarafa bırakıp güzelliklere, mesela Ahmet Haşim üstadın “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…” dizelerine bakalım. Ve bu dizeleri ilmi açıdan, sıhhat menkıbesini göz önüne alarak değerlendirelim isterseniz. Ağır ağır merdiven çıkmak, insanı egzersiz yapmaya, eklem ve kasları çalıştırmaya teşvik ediyor. Sadece çıkmakla kalmaz, üstelik defalarca iner iner çıkarsak o merdivenlerden, diz eklemlerinin sıvısını harekete geçirmiş, eklem kıkırdaklarını geliştirmiş oluruz. Sıhhat buluruz. Sereserpe yatan kadına bakalım bir de: Hareket sıfır. Affedersin malak gibi yat dur kanepede. Sonuç ne? Kireçlenme! Demek ki hakiki şiir insanın eklemlerini korur, romatizmayı önler, kötü şiir ise obeziteye neden olur. Farkındaysanız günümüzde yazılan şiirlere pek değinmiyor, daha çok şiir tarihimizden misaller veriyorum. Zamanı gelince onlardan da söz edeceğim. Özellikle de günümüz hanım şairlerine, öyle “özgürüm”, “erkek egemenliğine son” gibi kadın fıtratına aykırı lakırdılar eden, kafir imgelerle şiir düzen kadın şairlere bir çift sözüm olacak yakında. Şaplak gibi bir çift söz! Yakışıyor mu bir hanımın ağzına bacak omuza gibi laflar, yok sırılsıklam ıslanıyorum, yok tersten giriyorum hayata… Edep ya hû! Neyse, cehalet işte… O sular, sıvılar dediğiniz şey, musluk suyu değil hanımlar. İçinde döderlein basilleri bulunan, vajinal mantara sebebiyet veren bir salgı. Yalayınca da dudakta uçuk çıkar. O nedenle, dudağında uçuk gördüğüm pala bıyıklı hemcinslerime karşı neden tahammülsüz davrandığımı, onları durduk yerde neden aşağıladığımı anlamışsınızdır sanırım. Pala demişken, hazır söz oraya gelmişken, Kuzgun’un ilk sayısındaki yazımdan dolayı üşenmeyip postaneye giden, bana tebrik telgrafı çeken İskender Pala’ya da teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Hayır, beni tebrik ettiği için değil, bu devirde telgraf çekmeyi başarabildiği için. Postacı bile şaşırdı, pes!
kuzgun
söyleşi
“
Bir roman yazdığımda, belki de bir parçam, sinema perdesi ya da televizyon ekranı karşısında oturarak kolayca alamayacağınız bir deneyimi sunmak istiyor. Bu nedenle, bence, romanların kamera odaklı hikaye anlatımından daha güçlü olan yanlarından biri, insanların zihinlerinin içine girebilmeniz. İnsanların iç dünyalarını bütün yönleriyle ve ustalıkla keşfedebilirsiniz.
”
kazuo ıshiguro* Söyleşi: Linda Richards** • Çeviren: E. Seda Çağlayan Mazanoğlu Linda Richards: Bir yerde okuduğuma göre siz kitap turnelerini o kadar çok sevmiyorsunuz. Kazuo Ishiguro: Öyle demezdim. Ancak turneye çıkan bir yazar bir ya da iki yıl yazamıyor çünkü tanıtım yapmakla uğraşıyor. Ben turneye çıktığımda pek çok söyleşi yapıyorum, ancak evde olduğumda haftada ortalama üç ya da dört söyleşi yapıyorum. İşte bu iş, açıkça görülüyor ki yazmaya ayırdığınız zamanın büyük bir kısmını alıyor. Yani on yıl içinde üç kitap yazacağınıza iki kitap yazabiliyorsunuz. Ayrıca, nasıl yazdığınızı da etkilediğini düşünüyorum. Öyle ya da böyle gerçekten çok ilginç bir şey. Sizi eseriniz konusunda çok bilinçli hale getiriyor. Gerçek bir söyleşiyi sevmediğimden değil, ben tüm bu süreci sevmiyorum, tıpkı şimdi yaptığım gibi. Her gün bir otelden başka bir otele gidiyorum ve her akşam geniş izleyici kitleleri karşısında performans sergiliyorum. Booker Ödülü’ne adaylığınız için sizi tebrik ederim (buluşmamızdan birkaç gün önce açıklandı). Teşekkür ederim. Aday gösterilen diğer yazarların pek çoğu hakkında bilgim yok. Margaret Atwood hakkında, elbette, pek çok şey biliyorum. Ancak, dürüst olmam gerekirse, aday gösterilen diğer dört yazardan üçünü tanımıyorum. Gerçi bunun çok da garip bir durum olduğunu düşünmüyorum çünkü
üçü neredeyse hiç tanınmıyor. Bu durum, Booker jürilerinin ilginç taraflarından biri. Eserleri okumaları gerekiyor, yazarların ünlerine ya da reklam kampanyalarına ilgi göstermemeleri gerekiyor ve bence bu sefer gerçekten abartmışlar. Bu eserleri okumayı merakla bekliyorum. Eğer bu eserler iyi eserlerse, gerçekten Booker jüri üyeleri tarafından keşfedilmiş olacaklar. Bu durum edebiyat alanını da ilginç hale getiriyor, öyle değil mi? Kesinlikle, ancak şunu söylemeliyim ki, ödülün bu kez Margaret Atwood’a verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksa ona karşı büyük bir hakaret olur. Bu onun dördüncü aday gösterilişi. Benim de Margaret Atwood ile aynı final listesinde üçüncü bulunuşum oluyor. Bu yeni yazarlar için sevinsem de, Booker Ödülü’nü Atwood yerine bu yazarlardan biri ilk romanıyla kazanırsa, ya da daha önce bu ödülü almış olan ben kazanırsam, bu çok büyük bir hakaret olur. Bence, Margaret Atwood bu sene altmış yaşına basıyor ve dünyanın en iyi yazarlarından biri. Siz Booker Ödülü’nü Günden Kalanlar (Remains of the Day) romanınız ile kazandınız değil mi? Sizin üçüncü romanınızdı öyle değil mi? Evet.
*Ishiguro 1954 yılında Nagasaki kentinde doğdu. Ishiguro’nun ailesi, bir yıl sonra Japonya’ya geri dönmeyi umarak 1960 yılında İngiltere’ye taşındı. Ancak, İngiltere’de kaldılar. Arkadaşlarının kendisine ‘Ish.’ olarak hitap ettiğini söyleyen Ishiguro, Kent Üniversitesi ve East Anglia Üniversitesi’ne gitti. Görünüşte, Ishiguro, çok genç yaşta göç eden insanların kurduğu kusursuz dengeyi kurmayı başardı. Elbette o bir Japon. Ancak konuşması ve davranışları tamamen İngiliz. Aksanı ve konuşma şekli eğitimini ve büyütülme şeklini başka hiçbir şeyin ele veremeyeceği kadar ele veriyor.
**Linda L. Richards, January Magazine dergisinin editörüdür. Beşinci romanı, Death Was in the Picture, St. Martin’s Minotaur/Thomas Dunne Books tarafından basılmıştır. [Söyleşi Kaynağı: January Interview]
kuzgun
4
Bu kez, Öksüzlüğümüz (When We Were Orphans) ile aday gösterildiniz, bu çok şaşırtıcı bir eser. Anlatıcınız, Christopher Banks, oldukça güvenilmez. Ayrıca ilginç bir eser çünkü onun gözlerinden ne gördüğünüzü tam olarak bilmiyorsunuz. Bu kasıtlı yapılan bir şey miydi?
için o kadar çok detaya ihtiyacınız olmaz. Siz sadece yetecek kadar detay verirsiniz, okuyucu zihninin içinde yüzen diğer tüm görüntüleri bir araya getirir ve kitaba koyar. İşte bu nedenle, bence insanlar aynı kitabı okuduklarında bile farklı görüntüler görürler. Özellikle de bu günlerde, çünkü insanlar pek çok görüntü gördü. Televizyon, reklamlar, sinema.
Şey, evet. Bir bakıma [tüm dünyayı kasteden anlamlı bir hareket yapıyor] varsayılan gerçek bir dünyada gerçekleşen şeyleri giderek daha az önemsemeye başladım. Birinin kafasının içinde olan şeylerle daha çok ilgilenmeye başladım. Bu nedenle, siz onu güvenilmez bir anlatıcı olarak tanımlasanız da... [başını aynı fikirde olmadığını göstermek için iki yana sallıyor]. Geleneksel güvenilmez anlatıcı, onların çılgınlıkları ile gerçek bir dünya arasındaki mesafeyi neredeyse onun aracılığı ile ölçebildiğiniz kişidir. Bence, bu teknik bu şekilde işliyor. Bu mesafeyi oldukça açık bir şekilde bilmek zorundasınız. Christopher Banks, bu anlamda geleneksel bir güvenilmez anlatıcı değil çünkü orada neler olduğu o kadar da açık değil. Bu daha çok birinin çılgın mantığına göre dünyanın nasıl görüneceğinin resmini çizmeye çalışmak. Bu nedenle, pek çok kez dünya onun mantığının deliliğini benimsiyor. Belirli açıklamalarla geldiği zaman geç anlayan şaşkın insanlarla dolu bir dünya değil bu. Aksine, onlar bu duruma uyum sağlıyorlar. Hepsi tuhaf düşünceleri savunuyormuş gibi gözüküyor.
Romancı olarak çok fazla betimleme yapmanıza gerek yok. Siz sadece birkaç anahtar kelime ile belli görüntüleri akla getirebilirsiniz. Bir ölçüde basmakalıp kişilerle ve görüntülerle aylak aylak dolaşabilirsiniz ve onları alışılmadık şekillerde sıralayabilirsiniz. Bence bu günümüzde yazmak ile büyük olasılıkla pek çok şeyi hecelemek zorunda olduğunuz ondokuzuncu yüzyılda yazmak arasındaki en büyük fark. Eğer Kongo’ya yapılan bir seyahati ya da herhangi bir şeyi anlatıyorsanız, bütün yönleriyle çok açık bir şekilde anlatmak zorundaydınız çünkü pek çok kişinin görsel imgelere ulaşma imkanı yoktu: belki kaşiflerin birkaç resmini görmüş olma ihtimalleri vardı.
Ama bu onun bakış açısından. Evet. Bu onun bakış açısından, ancak ben çılgın bir anlatıcıyla gerçekçi bir roman yazmak istemedim. Ben kitabın dünyasının çarpıtılmasını istedim, anlatıcının mantığını benimsemesini istedim. Tablolarda bunu genellikle görürsünüz. Dışavurumcu sanatta, ya da her neyse, dünyayı yorumlayan sanatçının duygusunu yansıtmak için her şey saptırılır. Benim yaptığım da aynı buna benziyor. Bu kitapta sunulan dünya, alternatif bir mantığın varlığını planlamak için eğilmeye ve bükülmeye başlıyor. Bu ille de çılgın bir mantık olmak zorunda değil. Bilmiyorum size anlamlı geliyor mu ama aslında durum bir ölçüde bu, yıllar geçtikçe daha az ilgi duymaya başladım – şey, daha az ilgi duyduğum şey böyle bir geleneksel anlatı değil, çünkü bir bakıma bu kitap geleneksel yöntemleri, olay örgülerini ve tüm ayrıntıları yakalıyor. Belki genel anlamda bir yazar olarak ben gerçekçilik ile daha az ilgilenmeye başladım. Bir bakıma belki de sinema ve televizyon gibi araçlar bunu zaten çok iyi yaptığından. Bir roman yazdığımda, belki de bir parçam, sinema perdesi ya da televizyon ekranı karşısında oturarak kolayca alamayacağınız bir deneyimi sunmak istiyor. Bu nedenle, bence, romanların kamera odaklı hikaye anlatımından daha güçlü olan yanlarından biri, insanların zihinlerinin içine girebilmeniz. İnsanların iç dünyalarını bütün yönleriyle ve ustalıkla keşfedebilirsiniz. Bu demek değil ki insanların zihinlerine girebilen başarılı film yapımcıları yok. Ama yapı farklı. O dışarıdan dahil olan üçüncü kişi yapısı. Bence roman, en azından birçok durumda, filme oranla daha çok duygusal katılım gerektiriyor. Görüntüler anlamında bile. Açıkçası, ekranda görüntüyü tam olarak gösterirsiniz. Bir sahneyi hazırlarsınız ve her bir detay orda olmak zorundadır. Kitapta ise durum neredeyse tam tersi. Bir bakıma sinema makinesinin okuyucunun zihnine girmesi
5
Ama ortak bir edebi stenografi yoktu. Hayır. Ama şimdi bunlardan aşırı miktarda var bizde. Ve elbette gittikçe postmodernleşiyoruz, çünkü sadece gördüğümüz gerçek seyahat kamera görüntülerini kullanmıyoruz, o yerler gibi yapılmış filmlerimiz var. Öksüzlüğümüz belli bir zaman diliminde Şangay’da geçiyor. Ve biz sadece o zaman dilimindeki gerçek Şangay’dan görüntüler görmüyoruz romanda. “Şangay” diyorsunuz ve insanlar birden pek çok görüntü hayal ediyor. Şangay’ın markalaşmış, hazırlanmış bir atmosferi var: egzotik, gizemli, ahlaki açıdan çökmüş. Günden Kalanlar’da da aynı şey var. Klasik İngiltere’nin bazı basmakalıp imgelerini değiştirme durumu. Uşaklar, çay ve küçük ekmekler: bu gerçekten ilk elden ve çok iyi bildiğiniz bir yeri betimleme ile ilgili değil. Bu, dünyanın her yerindeki insanların zihinlerindeki basmakalıpları betimlemekle ve onları büyüleyici bir şekilde değiştirmekle ilgili. Günden Kalanlar başarı elde eden bir filme dönüştürüldü. Ortaya çıkan film hakkında ne düşünüyorsunuz? Günden Kalanlar’ın film versiyonundan çok memnunum. Başlangıçta eseri filme dönüştürülen yazarın klasik endişelerini hissettim. Çekimler sırasında odadaki kapının yanlış yerde olduğunu düşünebilirdim. Şöyle derdim: Hayır, tüm odayı yanlış hazırlamışsınız. Yeniden başlayın. [Gülüyor] Bu aslında bir kitabın, onu okuyan herkes için farklı olduğu, farklı anlamlar taşıdığı gerçeğini vurguluyor. Çünkü tabi ki ben hiçbir şey betimlemedim. Pencerenin nerede olabileceği gibi. Evet. Olanlar hakkında farklı bir düşünme sistemine sahibim. Kitabı okuyan başka herkes biraz farklı düşüncelere sahip olmuş olmalı, çünkü Jim Ivory [yönetmen] filmi kendi gördüğü gibi farklı bir şekilde yaptı. Bu çok ilginçti. Ama ben çabucak atlattım. Bir ölçüde çok otoriter bir filmdi. Filmin tamamını izlediğimde beni çok çabuk etkisi altına aldı. Şunu yapmayı bıraktım: O sahneyi nasıl yapacaklar? Bu sahneyi nasıl yapacaklar? Filmin tam kalbine indim, hatta o kadar ki hikayeyi zaten bildiğimi bile unuttum. Bu sizin için heyecan verici miydi?
kuzgun
Çekimlere çok fazla katılmamaya çalıştım. Sadece meraktan birazını takip ettim ama sonra bıraktım çünkü az çok biten bir şey görmek istiyordum ki tecrübe kazanabileyim. Bence çok iyi bir film oldu. Benim eserimden daha farklı bir iş. Bu benim Günden Kalanlar’ımla bağlantılı olan James Ivory’nin Günden Kalanlar’ı. Aslında Londra’daki yayıncı temsilcim temel farkın şu olduğunu söyledi – ki bu çok zekiceydi. Ben hiçbir zaman bunun kadar durumun içyüzünü anlayan ve açıklayan bir şey düşünemezdim – Film duygusal baskı ile ilgili. Ancak kitap kendini inkar etme ile ilgili. Ve işte bu en önemli fark, dedi. Ve ben de şöyle düşündüm: evet, bu muhtemelen doğru. Bu ikisi tamamen farklı temalar. Sizi tatmin edici bir deneyim olmuş gibi gözüküyor. Bir zamanlar sizin görüşünüz olan bir şeyin başka birinin görüşüne dönüşmesini izlemek. Pek çok yazar bunu sancılı bir deneyim olarak tanımlar. Sanki bir şeyi kaybediyorlarmış gibi hissederler. Kendi yetki alanlarını kaybettiler. Hatta bazen bazı yazarlar için anne babalık duygusu gibidir. Bazı şeylere mantıksızca karşı çıkarlar ki bir bakıma onları da anlayabiliyorum. Bazen kitabınızla kurduğunuz ilişki çok kişiseldir, ya da karakterlerinizle kurduğunuz bağ. Ve sanki biri çocuklarınızı sizden alıyor ve onlara tuhaf şeyler yapıyor gibi gelir. Birinin bazı karakterleriniz ya da belli bölümleriniz üzerinde hak iddia etmesi bile ürkütücü bir deneyim gibi gelir. Eğer bu pozisyonda değilseniz bunu anlamanız çok zor. Ve işler kötü gittiğinde – eğer filmin iyi olmadığını düşünüyorsanız ya da bazen iyi olduğunu bile düşünseniz – filmler konusunda olumsuz düşüncelere sahip olan bazı yazarları anlayabiliyorum. Ben şanslıydım çünkü ben kendim de televizyon için senaryo yazmıştım, hatta bir film senaryosu yazmaya bile kalkışmıştım ki hala bunu gerçekleştirebilirim. Siz süreci biliyordunuz yani.
hiç
çalışabiliyor
Yani yazabiliyor muyum? Şaka mı yapıyorsunuz? Yemek bile yiyemiyorum. Siz belli ki yazar turnesinin ne demek olduğunu hiç bilmiyorsunuz. Bu garip bir varoluştur. Bence bu tarz şeyler onbeş yıl öncesine kadar yoktu. Belki Amerika’da bundan da erken başlamışlardır. Ama ben 1982’de romanlarımı yayınlamaya başladım ve ondan sonra çok farklı bir edebi dünya ya da kitap dünyası oluşmaya başladı. Dönemin önemli yazarları turnelere çıkmazdı. Belki ara sıra saygıdeğer enstitülerde ders verirlerdi ama bu kitap turnelerine çıkmazlardı. Çok özel kişiliklerdi. Yayın dünyasının tamamı değişti. Ayrıca kitap satma dünyası da değişti bence. Pek çok yönden daha iyi hale geldi. Ancak bazı yönlerden dibe vuracak kadar kötüye gitti. Denge kurmaya çalışırken yazarlar temel pazarlama aracı olarak kullanılmaya başlandı. Bizler açık arayla en sık kullanılan pazarlama araçlarıyız. Bir ölçüde bizler kitap şöhretleri olarak iki rolü birden oynuyoruz. Bizler aslında doğu yakasındaki yayınevi ile batı yakasındaki
kuzgun
Dünya genelinde patlayan yaratıcı yazarlık sınıflarının yanı sıra kitap turnesinin çağdaş edebiyatı etkileyecek diğer bir etken olduğunu düşünüyorum. Bence bu iki şey büyük, en büyük etki. Bence bu ikisi bilgisayar teknolojisi ya da benzer her şeyden daha etkili. Bunlar yazarın içinde düşündüğü, yarattığı ve yazdığı çevreyi gerçekten etkileyen şeyler. Ben sadece turnenin yoğunluğundan bahsetmiyorum. Sevseniz de sevmeseniz de, neden yazdığınızı, nasıl yazdığınızı, sizi etkileyen kişilerin kimler olduğunu ve diğer yazarlarla karşılaştırılınca nerede olduğunuzu öğrendiğiniz bir süreç bu. Kişisel yaşamınız yazdığınız şeye ne kadar uyuyor. Bu pek çok açıdan iyi bir şey. Okuyucunuza karşı duyarlı olmanız iyi bir şey. Ama bütün bunlara rağmen bir etkisi var ve nasıl yazdığınızı etkiliyor, değiştiriyor. Kendinizi yazar olarak daha çok tanıyorsunuz. Bir dahaki sefere eve gittiğinizde ve çalışma odanızda yazmaya başladığınızda bütün bu sorular, tüm bu tecrübeler, neden yazdığınız, bir dahaki sefere ne yazmanız gerektiği, daha önce ne yazmamış olmanız gerektiği ve bazı şeylerin nasıl ilişkilendirildiği konularındaki tüm fikirler aklınızda oluyor. Genellikle insanlar, sizin fark etmediğiniz ancak eserlerinizde yinelenen noktalara dikkat çekerler ve tüm büyü bozulur. Bazen o doğallık da kaybolur. Kesinlikle, daha çok öz farkındalık gelişir. Şu anda turne yapmadan geniş çapta okunan ya da önem verilen bir yazar olamaz. Bence insanlar bu döneme ve bu dönemde üretilen edebiyata geri dönüp baktıklarında, yazmanın neden belli bir yöne doğru ilerlediğini anlamak için turnelere bakmak zorunda kalacaklar. Peki bu edebiyat için ille de kötü bir şey mi?
Evet. Bir bakıma ben de öbür tarafa geçmiştim ve ekran için yazma ile roman yazma arasındaki farklar konusunda epeyce düşündüm. Belki de ben bir romanı filme dönüştürme aşaması konusunda bazı yazarlar kadar toy değildim. Bazı şeylerin gerçekleşmesi gerektiğini biliyordum. Turnede olduğunuzda musunuz?
değerli bir bağımsız kitapevi arasındaki kişisel bağız. Her şey sadece internetle ya da faks ile yapılamaz. İlişki o insani dokunuşa sahip olmalı ve bunu sağlamanın bir yolu yazarların etkinliklerde yer almasıdır.
Hayır. Tamamen kötü olduğunu düşünmüyorum. Bence söylediğim gibi pek çok yönü var. Bence yazarların okuyucu kitlelerini fark etmeleri açısından çok yararlı bir şey. O yüzden olumsuz demezdim, sadece büyük bir etki olduğunu söylüyorum. Her dönemde, her çağda, o dönemin yazımını etkileyecek büyük şeyler olacak. Toplumun tamamını etkileyen şeylerin de olduğu düşünülür. Ben burada şunu diyorum, özellikle ve doğrudan yazarın dünyasını etkileyen bir şey var. Ancak, bir bakıma bu sadece kitaplar dünyasında olmuyor, bu tüm küreselleşme olgusunun bir parçası. Bunun daha önce olmamasının bir sebebi, yazarların daha sınırlı bir okuyucu kitlesine hitap etmeleriydi. Bilirsiniz işte, Danimarka’da yaşayan biri, Danimarkalılar tarafından çok okunan bir yazar olursa oldukça mutlu olurdu. Bu durum İngiltere için de geçerliydi. 50’li yılların İngiliz yazarları büyük olasılıkla İngiliz okuyucular dışında başka okuyucu kitlelerine hitap etmeyi düşünmediler. Ancak bugün şunu çok farkındayız ki karışımızda uluslararası bir okuyucu kitlesi var. Ve özellikle hem kültürel hem dilsel olarak çok yaygınlaşan İngilizce ile. Tüm Avrupa’da insanlar neredeyse kendi yazarlarından çok İngiliz ve Amerikan yazarları okuyorlar. Bu nedenle, şu anda yazarların hitap ettiği dünya küreselleşen uluslararası bir dünya. Bu tabi ki evinizde oturup yerel basınla birkaç söyleşi yapmak yerine, bu olası ya da gerçek dünya okuyu-
6
cusu ile ilişki kurmaya çalışarak dünyayı geziyorsunuz anlamına gelmiyor. Bu durumun olumlu yanı, yazarların geniş çaplı ve uluslararası düşünmeye başlamaları. Dar görüşlü ve içe kapanık kalmıyorlar. Ve her zaman okuyucularının farkında olarak daha az kendine düşkün oluyorlar. Olumsuz tarafı ise, küreselleşme ile ilgili olan her şey. Olumsuz tarafı, bir tür sıkıntı, edebiyatı ezip geçiyor. Yani hepimiz aynı şekilde yazmaya başlayacağız. Bunun bana olduğunu fark ediyorum. Şu an yazmadığım pek çok şey var. Pek çok şeyi yazmaktan kendimi alıkoyuyorum çünkü bence, örneğin, İngilizce’den tercüme edildiğinde işe yaramayacak. Bir cümle İngilizce olarak çok anlamlıdır – birkaç kelime oyunu olur, bilirsiniz işte – ama elbette başka bir dile çevrildiğinde tüm anlamını yitirir, bu yüzden ben bunu kullanmam. Dediniz ki uluslararası okuyucunuzu farkındasınız. Şunu merak ediyorum, acaba bu kadar evrensel ya da kozmopolit bir bakış açınız olmasında kendi geçmişiniz etkili olmuş olabilir mi. Nagasaki’de doğduğunuzu biliyorum ve aileniz siz altı yaşındayken Japonya’yı terk etmiş? Beş yaşımdayken aslında. Ve aileniz aslında İngiltere’de kalmayı düşünmüyormuş, ancak kalmışlar. Bu durumun sizin bakış açınıza daha evrensel bir özellik getirip getirmediğini merak ediyorum? Beni daha evrensel yaptı mı bilmiyorum. Aslında çift yönlü. Japon ve İngiliz. Çocukken bakış açım evrensel miydi bilmiyorum. Ama, yazar olarak, neredeyse tesadüfen, çünkü ben Japonya hakkında yazarak başladım – ve bunu yapmak için pek çok kişisel nedenim vardı – aslında gereksiz yere kendimi “uluslararası” bir yazar konumuna koyduğumu düşünüyorum. Bu kendimi en başından beri nasıl damgaladığımı gösteriyor: Japonya’yı derinlemesine bilmeyen biri, İngilizce yazıyor, bütün kitaplarda sadece Japon karakterler var. Bu şekilde İngiliz edebiyat dünyasının da bir parçası olmaya çalışıyor. 1980’lerde İngiltere’de yazar olarak çok hızlı bir şekilde kariyer yapabilmemin bir nedeni de, tam da benim yazmaya başladığım dönemde, bu tarz yeni uluslararasıcılık için büyük bir açlık olmasıydı. Çok uzun süre insanlar, İngiliz sınıf romanları ya da orta sınıf zina romanlarıyla meşgul olduktan sonra, Londra’daki yayıncılar, edebiyat eleştirmenleri ve Londra’daki gazeteciler, tipik eski nesil İngiliz yazarlardan tamamen farklı olacak yeni nesil yazarlar keşfetmeyi istediler. Ve şundan son derece eminlerdi, bu yazar, İngiliz kültürünü içe dönüklüğünden, sömürgeci döneminden kurtaracaktı. 1980’lerde edebiyata meraklı olan insanlar ceplerinde Gabriel Garcia Marquez’in kitaplarını taşıyarak dolaştılar: Yüzyıllık Yalnızlık (One Hundred Years of Solitude) ya da Milan Kundera’yı taşıdılar. Birden moda olan yazarlar oldular, tek kelimeyle az tanınan yazarlarken. İngilizce yazan yazarlar – Salman Rushdie gibi insanlar – yeni kahramanlar oldular. Ve bence benim de edebiyat çevresinde bir yer edinmemin nedeni uluslararası bir yazar olarak görülmem. Bir nevi düşündüm ki bu benim oynamam gereken roldü. Bu nedenle oradaydım. Ve bu nedenle belki de bu uluslararası şeyi bu derece farkındayım. Ama benim neslimde pek çok yazarın da farkında olduğunu düşünüyorum.
7
Eğer şöyle açıklarsam – ve doğruysa lütfen söyleyin – söylediğiniz şey şu, erken gelen başarınızın sebebi, bir bakıma döneme hakim olan bir modaya bağlı. Moda demek belki durumu çok yüzeysel bir şekilde ortaya koymak olacak ama evet: bir akımdı. Bir modadan daha fazlasıydı çünkü İngiliz düşünce sisteminde ciddi bir değişimdi bu. Edebi bir akım mıydı? Edebi bir akımdan daha fazlasıydı. İngilizlerin kendilerine bakış açılarında büyük bir dönüşümdü. Çünkü hatırlarsınız, uzun, çok uzun bir süre, İngilizler kendilerini büyük bir imparatorluğun merkezi olarak gördüler. Uzun bir süre İngiliz edebiyatı alanında yazan yazarlar, uluslararası olup olmadıklarını bilinçli bir şekilde düşünmediler. İngiliz toplumunun en ufak bir özelliği hakkında yazabilirlerdi, ve bu, doğası gereği, dünyanın diğer bir ucundaki insanların ilgisini çekerdi çünkü İngiliz kültürü başlı başına uluslararası bir öneme sahipti. Bu yüzden, Şangay’da bir insanın, İngilizlerin Londra’da verdikleri yemek partilerini önemseyip önemsemediğini hiçbir zaman düşünmek zorunda değillerdi. Yani, Şangay’daki insan mecburen ilgilenmek zorundaydı. Yaklaşım buydu çünkü egemen uluslararası kültür buydu. Dünyadaki diğer kültürlere egemen olması için zorlanan kültür buydu. Son iki ya da üç yüzyıldır dünyanın nasıl olduğu hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız, İngiliz kültürünü bilmek zorundaydınız. Ama görüyorsunuz ki bu bitti. Ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin bunu fark etmesi biraz zaman aldı. Ve aniden, benim yazmaya başladığım zamanda, insanlar bu farkındalığa ulaştı: Biz dünyanın merkezi değiliz. Biz sadece Avrupa’daki bu küçük su birikintisiyiz. Eğer dünyanın bir parçası olmak istiyorsak, kültürel anlamda konuşuyorum, dünyanın geri kalanında neler olduğunu öğrenmek zorundayız. Edebiyat için de aynı şey geçerli. Artık üst orta sınıf bir İngiliz erkeği ile alt orta sınıf karısı arasındaki fark bir şey ifade etmiyor. Bu tamamen dar görüşlülük. Artık dışarıya, daha geniş bir alana bakmanız lazım ve biz, bize dünyanın geri kalanına nasıl uyum sağlayacağımızı anlatan yazarlar ve sanatçılar istiyoruz. Biz yurt dışından haberler duymak istiyoruz. Bence, büyük dönüşüm bu, İngiltere’nin bir imparatorluğun merkezi olmadığını anlaması, sadece küçük – yine de hala güçlü – küçük bir ülke olduğunu fark etmesi. Son birkaç yüzyıldır Amerikalı yazarlar da İngiliz yazarlardan farklı bir durumda değil. En içine kapanık taşralı türde bir Amerikan romanı yazabilirsiniz çünkü Amerikan kültürü dünya genelinde egemen. Dünya için önemli şeyler yazıyorlar. Eğer Amerikalıysanız, sadece dizinizi anlatarak herkesin ilgisini çekecek bir şey yazabilirsiniz, çok önemli bir şey hakkında yazmış olursunuz. Geri kalanımız bunu yapamaz ama. İşte bu yüzden bunun modadan daha derin bir şey olduğunu düşünüyorum. Ve İngiliz yaşamının pek çok alanında bu yansıtılıyor. Edebiyat sadece bir tanesi, küçük bir bölümü. “İngiliz” olmanın ne anlama geldiğine karşı genel yaklaşım, benim İngiltere’de çocuk olduğum yıllardan bu yana büyük bir değişime uğradı.
kuzgun
kitap kritik
“
Uzak Tepeler, salt Nagasaki limanının tepesindeki uzakları anlatmaz bize, içiçe geçmiş karakterler, tarihsel dokunun içine yerleştirilmiş bireysel sancılar, Mariko’nun izlememizi sağladığı ve Keiko’nun intiharının arkasında yatan nedenleri bulma yolcuğunda karşımıza çıkan her şey, Etsuko’nun zihnindeki uzaklarda bir araya gelir.
”
kazuo ıshiguro “uzak tepeler”
düşünsel uzaklıkların ardından
ışıl bayraktar
k
azuo Ishiguro, Japonya doğumlu Japon-İngiliz yazar. Japonya’da Nagasaki’de doğmuş ve 1960’ta babasının işi dolayısıyla İngiltere’ye taşınmışlar. O nedenle İngiltere’de büyümüş ve İngilizce yazıyor. 1989’da yayımlanan The Remains of the Day (Günden Kalanlar) kitabı Booker ödülünün sahibi, 2005’te yayımlanan Never Let me Go (Beni Asla Bırakma) kitabı da pek çok ödülün sahibi. Her iki kitabı da filmlere uyarlanmış. Uzak Tepeler (A Pale View of Hills) 1982’de yazdığı ilk kitap ve Türkçe’ye kazandırılan ilk kitabı. Uzak Tepeler, İngiltere’de başlasa da, kitabın baş karakteri Etsuko’nun Nagasaki yıllarını anlatıyor ve bu nedenle de Japonya’nın değerlerine ve bir Japonun gözünden İkinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı etkiye dair pek çok iz taşıyor ancak bir yandan da Japonya’daki toplumsal koşullar içine yerleştirilmiş düşünsel gel-gitlerle kişisel bir bilinç tarihi sunuyor okura. Kitap, kitabın anlatıcısı Etsuko’nun İngiltere’de tek
kuzgun
başına yaşayan büyük kızı Keiko’nun intihar etmesi üzerine, küçük kızı Niki’nin kendisini ziyarete gelmesi ve bu ziyaretle birlikte Etsuko’nun anılarına gömülerek, Nagasaki’de ilk kocasıyla geçirdiği yılları hatırlamasını konu alıyor. Kızı Niki ile geçirdiği beş gün içinde yaşadığı bu geriye dönük imgeler Etsuko’nun içinde bulunduğu ruh halini anlatıyor bir yandan. Bu süreçte eski komşusu Sachiko ve kızı Mariko ile yaşadıkları kendi kızı Keiko’nun intiharına dair bir şey söylerken, kitapta aralıklarla verilen arka resimdeki savaş anıları ve Ogata-san dediği kocasının babasının İkinci Dünya Savaşı’na dair beslediği duyguları savaşın bireyi nasıl etkilediğine ve gündelik hayatta da izlerinin zaman zaman nasıl nüksettiğine dair bir şeyler söylüyor. Aslında kitabın iki temel meselesinin bu ana çerçeve üzerinden gittiğini görebiliyoruz, savaş dönemindeki değişimlere ve izlerine dair hisler ve bunların çerçevesinde bir intihar hikayesinin Etsuko’yu götürdüğü sancılı geçmiş. Satır aralarında ise Japonya’daki kadınerkek ilişkilerine dair izler görüyoruz. Etsuko’nun dilinden okuduğumuz kitap asıl mese-
8
leye dair bir şey söylemeden bizim asıl meseleyi anlamamızı bekler gibidir. Asıl mesele kızı Keiko’nun intiharıdır ve sadece Niki’nin cenazeye katılmadığı için annesini ziyaret edişinden, İngiltere basının Japonlarda intihar eğilimi olduğunu düşündüğü için kızının intiharını Japon olduğunu belirterek vermesine vurgusundan anlarız Keiko’nun intiharını. Onun haricinde Keiko satır aralarında belirtilen başka meselelerinin içinde gezinen bir hayaleti andırır roman boyunca. Komşusu Sachiko ve Sachiko’nun kızı Mariko yan ögeler gibi dursa da, aslında komşusunun kızının sancılı ruh dünyasının Etsuko’nun ruh dünyasının yansıması olduğunu anlarız çok sonra. Etsuko, komşusu ve kızının, birlikte teleferiğe bindikleri Nagasaki’nin dağ manzarasıyla ünlü, limana yukarıdan bakan tepelik bir bölgesi olan İnasa’ya yaptıkları gezintinin kitabın sonunda karşımıza çıkmasıyla anlarız Mariko’nun gerçek kimliğinin Etsuko’nun intihar eden kızı Keiko olduğunu. Kitabın sonunda şöyle diyordu Etsuko o gezintiyi hatırlamasının anlamını soran kızına: “Ah, aslında hiç bir özelliği yoktu, yalnızca anımsadım, hepsi bu. Keiko o gün çok mutluydu. Teleferiğe binmiştik.” (s. 160) Oysaki çıktıkları gezinti Sachiko ve kızı Mariko ile idi. Roman boyunca sıklıkla karşımıza çıkan bir çocuğun gözünden verilen korku dolu sahneler, çocuk cinayetleri, Etsuko’nun çocukla kurduğu ilişkideki gel-gitler, kendi ruh dünyasının yansımasını bu içiçe geçmiş hikayelerde okurun bulmasını ister gibidir. Nitekim romanda varılan sonuçlar yoktur, her okurun kendine ait bir sonuca vardığı, kendi okuma sürecinin yansımaları olan sonuç olasılıkları vardır. Ne hikayenin nasıl başladığını biliriz, ne de nasıl bittiğini. Ancak bu karmaşa uzaklaştırmaz bizi romandan. Aksine mikro bir hayat hikayesinin, İkinci Dünya Savaşı sonrası Nagasaki’sine yerleştirilerek, hem tarihin hem de bireylerin kimlik ve ruh dönüşümlerini izlememize olanak sunar, roman. Toplumsal dönüşümlere dair izleri Etsuko’nun anılarında yer verdiği Japonya’da kocası, Ogata-san ve kendisi arasında sıklıkla geçen konuşmalardan anlarız. İkinci Dünya savaşı yıllarında Japonya için çalıştığını anladığımız Ogata-san, savaşta yenilmelerinin sebebini Japon toplumunun savaş bilincinin eksik olmasına değil, teknik donanımın yeteri kadar
9
olmamasına, Japonya’nın şanslı olmamasına bağlar. Japon toplumunun günden güne yozlaştığını düşünür, genç kuşakları suçlar. Eski öğrencilerinden Şigeo Matsuda’nın Yeni Eğitim Dergisi’nde kendisi ve o dönem beraber hareket ettikleri arkadaşları hakkında, yapılan yanlışlar hakkında bir yazı yazması ve yazıdakilerle Ogata-san’ın yüzleşmesi savaş yıllarına dair de bir yüzleşme sunar okura, ikili bir yüzleşmeden ziyade, birey-toplum yüzleşmesidir bu. Kazuo Ishiguro, sonraki kitaplarında çoğunlukla evrensel temalara değinse de, Uzak Tepeler Japonya tarihine ve gündelik hayatına dair izleri en çok resmeden eseridir. Kitabın ana karakteri Etsuko’nun anılarında beliren, kocası ile arasındaki ilişki İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının kadın-erkek ilişkilerine mikro ölçekte tanık olmamızı sağlar. Nitekim hem kocası Jiro ile olan ilişkilerinde, hem Ogata-san ile olan ilişkilerinde, Etsuko hep evin içinde çalışan, kocasına ve Ogata-san’a yemek yapan, sake dolduran, kocasının arkadaşlarına çay getirendir. Bir yandan da Etsuko’nun bu rolleri algılayış biçimi verilir satır aralarında, kendisinin bu rolleri içselleştirdiğini de görmek zor değildir. Ogata-san’ın kadın-erkek rollerine dair söylemleri de dönemin toplumsal cinsiyet algısını görüşümüzü kuvvetlendirir. Uzak Tepeler, salt Nagasaki limanının tepesindeki uzakları anlatmaz bize, içiçe geçmiş karakterler, tarihsel dokunun içine yerleştirilmiş bireysel sancılar, Mariko’nun izlememizi sağladığı ve Keiko’nun intiharının arkasında yatan nedenleri bulma yolcuğunda karşımıza çıkan her şey, Etsuko’nun zihnindeki uzaklarda bir araya gelir. Bu anlamda Uzak Tepeler, bireyin zihninde geçmişindeki yanılsamalarına yönelik uzaklıkların resmedildiği tepelerdir.
Diğer kitapları: • An Artist of the Floating World (1986) (Türkçesi: Değişen Dünyada Bir Sanatçı, Turkuvaz Yayınları, 2008) • The Remains of the Day (1989) (Türkçesi: Günden Kalanlar, Can Yayınları, 1993 - Günden Kalanlar, Turkuvaz Yayınları, 2009) • The Unconsoled (1995) (Türkçesi: Avunamayanlar, Yapı Kredi Yayınları, 2009) • When We Were Orphans (2000) (Türkçesi: Çocukluğumu Ararken, Epsilon Yayınları, 2002) • Never Let Me Go (2005) (Türkçesi: Beni Asla Bırakma, Yapı Kredi Yayınları, 2007)
kuzgun
ş iir
aydın afacan
mim ve mimoza
gün dolmuş, sesinde yanıyor gece bütün dallarıyla terli bir ağaç tepede irkilen gökyüzü ne varsa akıldan uzakta olsun diyor bir ses, içi yangınla dolu bir hece sesini izledim, ayın ardı sıra çöl ve yolunu şaşırmış deniz kokusu varla yok arasında tene bulaşan çiçek tozu düşmüş yollarına, ‘kum!’ deyince ‘im’ ellerinde ‘im’ sözlerinde ‘im’ toz ve buluttan bir dil okunur mu suya düşen işaret? göz harfi, küs yaprağı, faldaki sim başka bir göğün yollarında şimdi bahçede gül diye açan gamze yamaçlar tırmanan arzu ve sözün yarı yolda bıraktığı izler endam, göz ve sülüs… yola düşen kimdi?
kuzgun
10
ş iir
tuncer erdem
kuzgun
(Corvus corax) sarp kayalıklardan yukarı döne döne yükselen
çizim: tuncer erdem
kara bir gölge
yükseldikçe küçülüyor ada ağaçlar, taşlar büyüyor sakin deniz içinde suskun bir tekne
iki durgun balıkçı denizin mahsulünü topluyor sessizce belki arada bir iki kelime
bir rüzgâr uçup geliyor batıdan içinde çan sesleri kokusunda hanımeli dönen bir gölgeye rastlıyor tepede
11
kuzgun
kitapsız kalmış metinler...
hazırlayan: tuncay birkan
e debiyat t arihimizden:
kitapsız kalmış metinler tuncay birkan
b
u tesadüf eseri karşıma çıkan ve yıllar sonra tekrar yayımlanmasına önayak olmaktan sevinç duyduğum ikinci Nahid Sırrı hikâyesi: 4 Birincikanun (Aralık) 1938 tarihli Tan gazetesi nüshasında rastladığım “Garson Kızlı Lokanta” adını taşıyan ilk hikâye Duvar dergisinde (No. 6, Ocak-Şubat 2013) yayınlanmıştı. İlginçtir, “Korku” da aynı yılın Ağustos ayında, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış. 1937’de yine Tan’da en önemli romanlarından Kıskanmak’ı (ama Kıskançlık adıyla yayımlanmış orada) yayınladıktan sonra güzel bir yaratıcı heyecana kapıldığı hem bu hikâyelerin hem de Ülkü mecmuasında Oyuncular piyesini yayınlanmasından da anlaşılabilirdi; ama asıl M. Behçet Yazar’ın yine 1938’de kitap olarak yayımlanan Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı anketine cevap verirken yayınlamayı düşündüğünü söylediği eserler listesindeki coşkudan anlaşılıyor. Aynen aktarıyorum: “İntişar etmiş hikâyelerimden bazılarını Altı Hikaye, Yedi Hikaye, Dokuz Hikaye, Fakir İnsanların Hikâyeleri ve Masallar unvanları altında; Ülkü’de intişar etmekte olan kroniklerimi Bir Okuyucunun Notları serlevhası altında, bazı edebî ve tarihî tetkiklerimi Edebiyata ve San’ata Dair, Memleket Kitapları, Birkaç Klâsik Eser Hakkında, Yeni Muharrirler Yeni Kitaplar, Garplılar ve Kitapları, Abdülhak Hamidin Tiyatro Eserleri, Bugünkü Tarihe Dair, Müverrihlerle Beraber serlevhaları altında; bir kısmı çıkan çocukluk hatıralarımı Pek Küçük Bir Çocuk serlevhası altında; diğer bazı makale, musahebe ve fıkralarımı da Anadolu İçinde ve Dağınık Yazılar serlevhaları altında olarak cilt halinde çıkarmak arzusundayım.” Hazin akıbeti hepimiz biliyoruz: Büyük olasılıkla coşkusuna ortak edebildiği yayıncı –tabii ondan önce zamanın edebiyat çevrelerinde, alay konusu olmanın ötesinde bir yer- bulamamış olduğu için, önemli bir kısmının hazır olduğu anlaşılan bu eserlerin hiçbiri yayınlanamamış (zaten 30’lu yıllarda yayınlayabildiği -ikisi hariç- bütün kitapların yanına da “kendim bastırdım” notunu koymuş o listenin hemen üstünde); hikayelerinin önemli bir kısmı ancak 1990’lı yılların ortalarında sayın Kayahan Özgül’ün emekleriyle bir araya getirilerek üç cilt halinde yayımlanmıştır. Sonradan benim rastlantıyla bulduğum bu iki hikâye bile, gazete-dergi köşelerinde kalmış, meraklı ve sistematik araştırmacıları
kuzgun
[II]
bekleyen daha böyle çok hikâyesi olduğunu düşündürebilirdi. Ama o listede saydığı hikâye kitaplarının çokluğu da, kaba bir hesapla o ana kadar kitaplarına girmemiş 30-40 hikayesi daha olduğunu kesinliyor. Zaten daha hâlâ bulunup kitaplaştırılması gereken romanları olduğu da bilinir (Bunlardan bir tanesiyle de yine rastlantıyla, Vatan gazetesinin - 1 Kasım ila 10 Aralık 1940 tarihleri arasındakisayfaları arasında karşılaşıp yayınlamaları için Oğlak Yayınları’na iletmiştim, 2012’de yayınlandı: Kozmopolitler. Bir diğer romanı Gece Olmadan’ı da önce değerli araştırmacı Hülya Dündar Şahin, sonra da ben Son Telgraf gazetesinin -29 Temmuz-1 Ekim 1951 tarihli- sayfaları arasından çıkarıp yine aynı yayınevine göndermişiz ayrı ayrı.) Bir dolu denemeeleştiri kitabına malzeme olmasını tasarlayarak yazdığı anlaşılan yüzlerce yazısı (sonradan bunlara yine yüzlercesi eklenmiştir) hala tozlu gazete ve dergiler arasında gömülü kalmış durumda (Bir tek sayın Bahriye Çeri’nin derlediği Istanbul Yazıları var o yazılardan çok küçük bir kısmının kitaplaştığı); halbuki özellikle eleştiri alanında epey iddialıdır ve iddiasının hiç de boş olmadığını görmek için peş peşe birkaç yazısını okumak yeterlidir. Yine 1938’de Tan’da Reşat Nuri ve Sabahattin Ali, 1939’da Varlık’ta Refik Halid hakkında kaleme aldığı, takdir etmeyi olduğu kadar eleştirmeyi de bilen kısa “review” yazıları bile şu anda bu işi yaptığını zannedenleri utandıracak kadar yüksek düzeylidir. “Korku” Nahid Sırrı’nın dünyasının ana tema’sı olan haset üzerine, hasetin temelinde nasıl korkular yattığı üzerine küçük ama etkileyici bir hikâye: “Büyüyünce çok güzel olacağını ve güzelliği sayesinde hayatı mağlûb edeceğini” daha küçücükken bile bilen, o yüzden de kendi macerasını tekrarlayacağını kendisine kin ve hasetle bakmasından anladığı küçük bir kıza çok haşin davranan bir kadının hikâyesi… Behçet Yazar’ın yukarıda bahsettiğim anketine gönderdiği cevabın bir yerinde “realizm adlı mektebe girmek hevesinde olmamakla beraber görmediğim ve bilmediğim muhitleri hikâyelerimde canlandırmaktan çekinirim, fazla normal insanlarla meşgul olmaktan da hazzetmem” diyen Nahid Sırrı’nın, her zamanki hafif dağınık Türkçesiyle (mesela “İki sene esnasında gayet güzel işledi” gibi cümleleriyle) de tipik denebilecek bu hikâyesini severek okuyacağınızı umuyorum.
12
kitapsız kalmış metinler...
hazırlayan: tuncay birkan
Nahid Sırrı Örik KORKU “Beyaz yuva”, Büyükadada, Nizam tarafındaki yüksek çamlar ortasında açılmış ve iki sene işlemiş olan hakikaten lâtif ve şık bir lokantanın ismidir. İki sene esnasında gayet güzel işledi. Sonra neden kapandığına hâlâ mütehayyirim. Bu lokantaya aid en canlı hatıralarımdan biri de, bir gün birkaç arkadaş ve iki kadınla beraber orada öğle yemeği yerken kadınlardan birinin kendisini hayran hayran tetkik eden küçük bir çiçekçi kızına karşı duyduğu hiddettir. Kadın, Necmeddinin metresi olan meşhur Lâyla idi. Hakkında, bildiğiniz veçhile türlü efsaneler uydurulmuş bulunan, bilmem hangi paşanın kızı olup kırk odalı bir konakta doğduğuna dair hikâyeler deveran eden Leylâ. Vakıâ genç kadın bu hikâyelerin membaı değildi. Fakat yanında bu şeylere temas edildikçe esrarlı bir sükût muhafaza eder ve bahis uzayıp giderse: —Canım, bırakın şimdi bunu. Daha neş’eli bir mevzuunuz yok mu? Dedikçe rivayetlerin doğruluğunda hakikaten hiç şüphe bırakmazdı. Kendisinin büyük bir aileye mensub iken düşmüş bir kız olduğundan, öyle her şeye kolay inanmak âdetim değilken benim bile şüphem yoktu. O gün ikisi kadın olmak üzere sekiz kişiydik. Neş’eli ve mükellef bir öğle yemeğinin sonlarına varmış bulunuyorduk. Ve üç senedenberi Necmeddinin metresi olan Leylâ, lüksünü temin için bu üç sene zarfında pek çok fedakârlık etmiş olan Necmeddinden ayrılmak ihtiyacını zahir hissettiği için mütemadiyen meclisin en zengini olan Halil ile meşgul görünüyor, hep onunla alâkadar olup onunla konuşuyordu.
13
Bu esnada birdenbire yanımızda bir küçük kız peyda oldu. Ayakları çıplak, üstü başı yırtık ve yüzü gözü tırmık içinde olan bir rum kızı. Güzel bir çocuk. Elinde çiçekler tutuyordu ve bunları satmak için masamıza yaklaşmıştı. Fakat masanın önüne kadar geldikten sonra da niçin geldiğini unutuverdi. O gün hakikaten güzelliğinin bütün ihtişamı içinde her zamandan fazla parlıyan Leylâyı ağzı yarı açık seyre koyuldu. Süslü ve güzel kadınlara küçük kızların nasıl hayran olduklarını tabiî bilirsiniz. Ve birden başını çevirerek Leylâ bu manzarayı gördü. Dediğim gibi kız çok güzel ve sevimli olduğu için, biz kendisinin çocuğu okşıyacağını ve hepimizi ona para vermeğe davet edeceğini sanmıştık. Fakat o, kızı bir düşman gibi seyrettikten sonra büyük bir hiddet içinde ve âdeta boğuk bir sesle Necmeddine hitab etti: —Kov, şu arsız kızı kov, dedi. Hatta hiddetini bununla da alamıyarak, etrafımızda pervane gibi dönen metrdoteli çağırıp tekdir etti: —Bu nasıl lokanta? Adeta bir kır kahvesi. Masaların etrafına pis dilencileri neye yaklaştırıyorsunuz? diye söylendi. İtiraf ederim ki, gene kadının bu sertliği ve kalbsizliği, bana biçare Necmeddinin yerine daha paralısını geçirmek için yaptığı manevralardan ziyade tesir etti. Cidden fena bir tesir yaptı. Ve o cidden zeki bir kadındı. Bunu derhal anladı. Benden bir çıkarı olmamakla beraber hiç kimse tarafından fena bir mahlûk addedilmemeğe bilhassa itina ettiği
kuzgun
kitapsız kalmış metinler...
hazırlayan: tuncay birkan
bir hırs içinde bekliyordum. Ve bir gün, tıpkı bu gün küçük kızın başına geldiği gibi ben de bir masa başında kendimden geçtim. Bu masaya çiçek satmak için yaklaşmıştım. Bu masada da birçok erkekler, zengin erkekler, ve ipeklere, elmaslara gark olmuş bir genç kadın vardı. Tıpkı benim vaziyetimde olan bir kadın. Ben kendimden geçecek kadar ona baktım. Kinle, garazla baktım. Ve: “Ben senden daha güzel olacağım. Senin taktığın elmasların daha irilerini takacağım. Etrafımda daha fazla erkek dolaşacak, derdimden yana yana, öle öle dolaşacak!” diye yemin ederek baktım. O kadın ne beni fark etti, ne de bu düşündüklerimi hissetti. Ve aradan seneler geçtikten sonra da, yaşlı ve fakir bir mahlûk halinde gelip benden yardım istedi. Şimdi bir hastanededir. Bir türlü iyi olamıyor!
için, o günün gecesi tesadüfen bir an yalnız kaldığımız zaman bahsi kendisi açarak izahat vermeğe lüzum gördü. Yemek yemiş, kulüb taraçasında oturuyorduk Zaten orada kalıyorduk da. Bir yere telefon etmek üzere Necmeddin masadan gitmiş ve bizi -Leylâ ile beniyalnız bırakmıştı. Leylâ dedi ki: —Gündüz o küçük rum kızını hiddetle kovduruşuma hayret ettiniz. Hatta benden biraz da nefret ettiniz değil mi? Nezaketen: —Estağfurullah, dedim.
Elindeki sigarayı birden söndürerek yere attı ve ayağa kalkarak, sanki birden üşümüş gibi, çıplak omuzlarını ince tülile örttü.
—Bu gün bu küçük kızın, ayni temennilerde bulunduğunu hissettim. Bana da adetâ ayni istikbali gösteriyor sandım. “Ben senden güzel olacağım. Yarın senin çağın geçince sen de bana gelecek, bana yalvaracaksın” dediğini adetâ kulaklarımla duydum. Ne tehlikelerle dolu bir hayatımız var. Ne yapsak mazuruz. Genç kadın ayakta, hep tülle omuzlarını kapıyor, bu sıcak yaz gecesinde adetâ üşüyordu.
—Necmi gelince, uyku bastırdığı için benim odama —Yok, eminim ki nefret ettiniz. Fakat o küçük kız bende öyle acı hatıralar uyandırdı ki! Bakışı bana öyle şeyler hatırlattı, hatta birden öyle bir korku verdi ki! Hâlâ, duyduğum o heyecanın tesiri altındayım. Size anlatmak ihtiyacını duyuyorum. Siz fark etmediniz. Küçük kızın gözlerinde hayranlık ve takdir değil, kin, hased vardı. Bu kini, bu hasedi ben de vaktile onun gibi bir başkasına karşı duymuştum. Siz tabiî fark edemezsiniz amma ben öyle güzel anladım ki! Bir zaman ben de tıpkı onun gibi sokaklarda şunu bunu satan ve sürüden koğulan bir küçük kızdım. Evet, benim bir paşa kızı olduğum, yüksek bir aileye mensubiyetim, bütün bunlar hep birer hikâyedir. Bilâkis çok fakir bir ailenin kızıydım. Bütün çocukluğum feci bir sefalet içinde geçti. Altı yedi yaşımdan itibaren sokaklarda böyle şunu bunu satmakla yiyeceğim ekmeği kazanmağa başladım. İnsanın zekâsı kaldırımlarda çok çabuk inkişaf ediyor. Bir iki sene geçti geçmedi, büyüyünce çok güzel olacağımı ve güzelliğim sayesinde hayatı mağlûb edeceğimi anlamakta gecikmedim. Tasavvur edemezsiniz, ayların ve senelerin geçmesini nasıl
kuzgun
çekildiğimi lûtfen söyleyiniz, dedi. O eski paşa kızı tavrını yeniden almıştı. Nazikâne el ve-rerek uzaklaştı. *** ... Vakıâ henüz Leylâda senelerin hiçbir tahribi görülmüyordu. Bu hayata daha senelerce devam edebilirdi. Hesabını pek iyi bildiği için de, şimdiden epey parası var dendiğine göre o vakte kadar zengin olacağı muhakkaktı. Yani korkusunda bir bakıma hiç mâna yoktu. Amma bu çeşid kadınların âkıbetleri belli olmuyor ki! Zavallılar günün birinde birine tutuluveriyorlar, ellerindekini avuçlarındakini yediriyorlar...
12.08.1938 Cumhuriyet, Sayfa 4
14
ş iir
bilâl kolbüken 2023 metastaz başladı, her şey her şeye bulaşıyor— karanlık zamanın karanlık sözcükleri geliyorlar bir araya geliyorlar ve yer değiştiriyorlar “hızla” kan ile lenf, mide ile beyin ur ile irin, ip ile düğüm— susuyor, gece ve rüzgâr, vicdan ve dil, ay ışığı ve ağaçlar— ormanda ses yok, hayvanlar korkuda...——
düzde sonra şehre indik ve bir şey hakkında konuştuk seninle— ucuz; belli ki çöpten bulunmuş ve satılıyor çöpte zehirli; belli ki sözcükleri kullanıyor ve sızıyor içimize dağınık; belli ki daha iyi bir sözcük bulamıyorum bir şiirin içinden geçerken
sonra şehre indik ve bir şey hakkında konuştuk seninle— ucuz, zehirli, dağınık —g ünler imiz — bir şiirin içinden geçiyor geçiyoruz seninle bir şey hakkında konuşarak—
15
kuzgun
ş iir
fettah köleli elenora
Cagliari'de sabah çiyinde, Kuşların ayakları, deniz kuşlarının ayakları, Ayakların, benzer; Cagliari'nin tül perdeli evlerine. Cagliari'de meridyen çizgisine konan kuşlar, Denize bir fısıltı gibi yayılırlar sis içinde. Sen, senin meydan okuyan güzelliğin, Görününce Cagliari Limanı göklerinde. Korsan bayrakları gibi dalgalanınca, Kara saçların Bonaria Bazilikas'ında, Carmine Meydanı'ndan Amfi Tiyatroyo, Gülümser amfora gibi derinlerden Afrodit'im. Ah Elenora! Yılan derisi pullarıyla ışıl ışıl, Ne güzel yakışır ince uzun bacaklarına İtalya. Yıldızların ülkesi benim kalbimdir, ki adımların Onun ritmi, her gece üstünde yalınayak yürüdüğün. Uçuştan soyutladığımızda, ne kalır geriye Beyaz bir martının kanatlarından, Elenora? Aşktan soyutladığımızda, ne kalır geriye, insandan? Şehir surlarının dışında mı kaldı yaban güzelliğimiz? Ben düşlerinden zıpkın yemiş mürekkep balığıyım Zamanın öpücüğüyüm çevrende halka halka genişleyen Amfora ve şarap kadehiyim batık bir kadırganın ambarında, Kalbi batıni sembollerle mühürlenmiş genç bir mumya . Ah, yüzer içimde tül perdeli ayaklarıyla Sardinya.
kuzgun
16
i kinci y eni kitap, müzik ve diğer şeyler... Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım Eskimiş şeylerle avunamıyoruz Domino taşları ve soğuk ikindiler Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık Gölgemiz tortop ayakucumuzda Sevinsek de sonunu biliyoruz Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
MENEVİŞ SOKAK NO :
31
AŞAĞI AYRANCI
/
ANKARA
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum İyice kurulamıyorum saçlarını Bir bardak şarabı kendim için içiyorum Halbuki geyikli gece ormanda Keskin mavi ve hışırtılı Geyikli geceye geçiyorum Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum. Turgut Uyar
17
kuzgun
şair ve hakikat/21
melih cevdet anday: güneşte: yağmurun altında: rahatı kaçan ağaç
hayati baki
1. 13 mart 1915’te istanbul’da doğan melih cevdet, türk edebiyat dünyasının filozofisine şiirle ve deneme türüyle katkıda bulunmuş: fikir ve felsefe zemininde yol almış, yol açmış önemli “birey insan”lardan biridir. şiir, deneme yazarı, oyun yazarı, romancı yönleriyle, “unesco”nun dergisi “courrier”nin vargısı/vurgusuyla cervantes, unamuno, dante, tolstoy, kawabata, seferis düzeyinde bir edebiyat adamı olarak yüz akımızdır, melih cevdet anday. babası, avukat cevdet’tir: kadıköy 35. ilkokulu [1928]; kadıköy ortaokulu [1931]; ankara gazi lisesi [1936] mezunudur; ankara hukuk ve dil ve tarih-coğrafya fakültelerine devam etmeden ayrıldı; sosyoloji alanında öğrenim görmek içün belçika’ya gitti; ancak, 2. dünya savaşı yüzünden türkiye’ye dönmek zorunda kaldı; hasan âli yücel’in isteğiyle millî eğitim bakanlığı yayın müdürlüğü yayın danışmanlığı [1942-3]’nda; ankara kitaplığı’nda kitap memuru olarak çalışmaya başladı; istanbul’a dönerek [1943] akşam gazetesinde gazeteciliğe başladı; büyük gazete, tanin, tercüman, cumhuriyet gazetelerinde fıkra yazarlığı [yaşar tellidere, adıyla] ve denemeler yazdı: bu gazetelerin edebiyat sayfalarını yönetti. istanbul belediye konsertuvarı tiyatro bölümü’nde öğretmen oldu: fonetik-diksiyon öğretmenliği etti [1954-1977] ve buradan emekliye ayrıldı, melih cevdet anday.
kuzgun
1964-69’da trt yönetim kurulu’nda görev aldı; unesco genel merkezi kültür müşaviri olarak paris’e gitti [1979]; ancak hükümet değişikliği sebebiyle türkiye’ye çağrıldı; 1960’tan 1990’a değin düzenli olarak cumhuriyet gazetesinde; 1990’dan 2000’e dek aralıklı olarak yine cumhuriyet’te deneme yazmayı sürdürdü…
2. şiir yazmaya lise yıllarında [ankara gazi lisesi’nde] başlayan melih cevdet anday, ilk denemelerini arkadaşları orhan veli ve oktay rifat ile burada “sesimiz” adını alan duvar gazetesinde yazdı. ilk şiiri “ukde”yi lisede öğrenciyken varlık dergisinde yayımladı [1936]. “ukde” şiiri pek bilinen ve sevilen şiirleri arasında yer alır melih cevdet’in: “Bir gün ışığa döner yaprak, “Üzümler kızarır kütükte, “Elbette diner bu sağanak, “Kaybolur içimdeki ukde.” “Sandalımı bırakmıyor su, “Silinmiş dönüp baktığım iz, “Çoktandır kaybettiğim arzu, “Boşuna çırpındığım deniz.”
18
“
anday, deneme ile şiiri, yoğunlaşma olarak ele alır; bilgiyi, düşünceyi, felsefeyi, doğayı, insanı bu yörüngede yansıtır: sese önem verir; doğayı, dünyayı, yaşadığı çağı; insanı ve toplumsallığı ve bu bağlamlı sorunları; zaman kavramını merkez alarak alımlar. gelenekten uzaklaşmaz; tarihe ve tarihsel kültüre yönelir; mitolojiyi mekânla belirler: ya da, mekânı mitolojinin alanı olarak görür; yalnızlık, çaresizlik, yabancılık, yabancılaşma,… şiirinin asal belirleyicileri arasında büyük rol oynar. bilgiye büyük önem verir: sorgulayıcılık, eleştirellik başattır, anday’da! denemelerinde aydınlanmacı, bilimden yana, laik, akılcı ve fenden yanadır.
“Dudağımı ıslatan zemzem, “Testisinde çökmesin dibe, “Rüzgârla dağılacak madem, “Bu yolu kapayan eksibe.”
”
“Bir gün ışığa döner yaprak, “Üzümler kızarır madem, “Elbette diner bu sağanak, “Kaybolur içimdeki ukde.” lise arkadaşları orhan veli ve oktay rifat ile, “özgür koşuk/serbest vezin” anlayışıyla yeni tarz şiire manifesto hazırladılar: “şairâne” lâfızlara karşı, karşı tavır aldılar: biçimde ve içerikte yeni şiire zemin yaratmak içün, geleneksel şiirin vezin, ses, yapı, ölçü, muhteva,… anlayışına karşı, kendilerine özgü şiir anlayışını geliştirdiler [1941] ve buna “garib akımı” denildi.; ancak, melih cevdet, “garib” şiir anlayışına öyle sıkı sıkıya bağlılık göstermedi: giderek şiir anlayışını alabildiğine değiştirdi, genişletti, geliştirdi. [kaldı ki, garib şiirine en çok bağlı kalan orhan veli bile, karşı olduğu şiire yakın, uygun şiirler yazdı.] melih cevdet anday, geleneksel şiire yer verirken kapalı şiirin has örnekleriyle de türk şiirine ferahlık verdi, zihin dünyasına düşünsellik yönünde yollar açtı: telgrafhane kitabıyla garib anlayışından ayrıldığını gösteren alegorik, metaforik söz, algı, fikir katmanlarına yer verir. toplumsal konuları işleyen irdeleyen şiirleriyle “yan yana” kitabını yayımlar ve bu kitap toplatılır [1956]: türk ceza kanunu’nun 142. maddesine aykırı bulunan “yan yana”da “gelecek”: “mutlu insanın”dır: “Protohippus atın ceddi “Dinothorium filin ceddi “Biz insanın ceddi… “GELECEK MUTLU İNSANIN.” melih cevdet, şiiri: bir düşünce üretimi; bir fikir oluşumu; bir atmosfer yaratımı; bir us ontolojisi; bir duyu var edimi; bir sezgi hissiyatı; bir varoluş göstergesi; bir öngörü huzuru; bir insanlık, insancılık, insancıllık ilerleyişi;… olarak düşünür, üretir, yaratır! şiir, evrime ve devrime yol açar! zihni ve ussallığı kıvandırır; duyguları, duyuları, duyumları, duyuşları harekete geçirir! müzikle, görsellikle, do-
19
ğayla, matematiğin estetiğiyle bağdaşım kurar! özgüvenle, kendindelikle, kendine bakmayla, kendini görüp değerlendirmeyle değerli kılar! şair ile şiiri; şiir ile şairi öylesine bir tutuyor, aynılaştırıyor: “garib” akımı şiir anlayışında beraber olduğu orhan veli hakkında düşünür yazarken: “[L]isedeki durgun, kendi âleminde yaşayan orhan, artık şiire uzaktan bakmakla kalmıyor, onu hayatına sokmuş tadını çıkarıyordu. Giyinip kuşanıyor, âşık oluyor, efendice gezip eğleniyordu. Saadetini bağladığı şiir sanatını, bir kızı sever gibi seviyordu. Güzel bir şiir yazmak onda aşk başarısına benzer bir saadet duygusu yaratırdı. Yazdıklarının gerçekten güzel olduğuna inanıyor, şiir yazmakla yaşamak gözünde birbirine karışıyor, bir oluyordu. Bardaktaki suyu içiyordu.” [melih cevdet anday, açıklığa doğru, adam yayınları, birinci basım, şubat 1984 istanbul, s.111]. “orhan veli’nin ardından” yazdığı bu yazıda, melih cevdet anday, orhan veli’nin: “Şiirdeki sahte dilden nefretle, gün geçtikçe, hayattaki sahtelikten, nefret de etmeye başladı. O zaman Orhan şiirini, yalnız şiirini değil, bütün kalemini doğruluğun emrine vermeye koyuldu. Otuz yedi, otuz sekiz yıllarının Orhan’ı artık çok geride kalmıştı. Günden güne üstü başı eskiyor, ama işine, uğraşına olan saygısı artıyordu. Şiiriyle olduğu gibi yazısı ile de geriliğin amansız düşmanı kesilmişti. Bir yandan: “Neler yapmadık şu vatan için” şiirini yazarken, bir yandan da irtica ile savaşan yazılar yazıyordu.” [age, s. 113].
3. “kolları bağlı odysseus, [1962]” ile, şiirini farklılaştıran bir melih cevdet’le karşılaşıyoruz: soyut, kapalı bir şiire yönelir; muhayyilesi, fikri, şiir anlayışı ve tavrı: “mitologya”ya döner yüzünü; mitolojinin atmosferini şiirine taşır; bu, yunan mitolojisidir. anday, birçok şaire atıfta bulunarak [: thomas saint eliot, ezra pound, şeyh galib, charles baudelaire] esinlenme unsuru olarak mitolojinin atmosferine göndermede bulunur: yunan mitolojisinden doğu mitolojisine bakar, anday, [gıl-
kuzgun
gamış ardında ölümsüzlük] doğar, böylece! mitolojiyle: felsefe, gelenek, toplumbilim, inanç, şiirinin yeni leitmotiflerini sergiler. melih cevdet anday, yeditepe dergisi, ocak 1963’te yazdığı “kitaba ek”te şu ve benzerlerini yazar: “Kolları Bağlı Odysseus’u yazarken çeşitli ozanlardan yararlandım. Bu kitaplardan birtakımı, şiirimin düşünsel temelleri ile ilgili konuları işleyen kitaplardı. İnsanın doğa ile ilişkileri, insanın doğaya, topluma, kendine yabancılaşması, bu yabancılaşmaktan kurtulmak için giriştiği savaş, tuttuğu ve tutması gereken yollar sorununda okuduklarım, şiirsel anlatıma geçmeden önce, düşünce hazırlıkları düzeyinde kalan çalışmalardır ki bunların yorumu, değerlendirilmesi bakışa ve yapılacak işe göre çeşitlenebileceği için, kişisel niteliktedir; açıklanması düpedüz şiirle, şiirsel çalışma ve şiirsel özle ilgili sayılmayabilir.” [melih cevdet anday, sözcükler [bütün şiirleri), ikinci baskı, türkiye iş bankası kültür yayınları, 1979, İstanbul, s. 246]. aynı yazıda ezra pound’un “canto I” “the alchemist”; aiskhylos’un “agamemnon”; baudelaire’in “correspondances”; homoros’un “odysseia”; davut peygamberin “mezmur”; vallace stevens’in “this is the mytology of modern death.” mısraı; t. s.eliot’un “waste land”; şeyh galib’in şu “tardiye”sinden yararlanmıştır: “Dil hayreti gamla lâl kaldı “Galib gibi bîmecâl kaldı “Gönderdiğim arz-ı hâl kaldı “El’ân bir ihtimâl kaldı “İnsafın o yerde nâmı yok mu” şeyh galib’in bu tardiyesinin, melih cevdet’in “kolları bağlı odysseus”a yansıyan 9. kısmı şöyledir: “Şimdi ondan ne ki kaldı “Unutulmuş bir kapı belki kaldı “Değişmez biçim, arı renk, ölümsüz birlik “O zorunlu kendiliğindenlik “Anılarla geldi gitti kaldı “Duyularla bir ürperti kaldı “Artık eski bahçelerde değildik” 4. tercüman ve cumhuriyet gazetelerinde romanları tefrika edilen melih cevdet, birtakım takma adlar kullanır; niyazi niyazoğlu, yaşar tellioğlu, m.c.a., gani girgin, zater, a. mecdi velet, murat tek, h. mecdi velet: bu takma adlarla tefrika ettiği romanlar şunlardır: “meryem gibi”; “yağmurlu sokak”; “birbirimizi anlamalıyız”; “zifaftan önce”; “bir gecede üç erkek”; “dullar çıkmazı”. “aylaklar”; “raziye”; “gizli emir”; “isa’nın güncesi” romanlarındaysa kendi adını kullanan melih cevdet anday, deneme, şiir, oyun, çeviri, anı, gezi alanlarında da eserler vermiştir: anı kitabı: “akan zaman duran zaman”dır. “sovyet rusya, azerbaycan, özbekistan, bulgaristan, macaristan” gezi kitabı, genişletilmiş yeni baskısıyla “anadolu’da ve sosyalist ülkelerde” adıyla yayımlandı. melih cevdet’in felsefeyle dostluk kurmamızı sağlayan deneme alanındaki eserleri şunlardır: “yeni tanrılar”; “gelişen komedya”; “dilimiz üstüne konuşma”; “sosyalist bir dünya”; “paris yazıları”; “yasak”; “geleceği yaşamak”; “imge or-
kuzgun
manları”; “yiten söz”; “sevişmenin güdüklüğü ve yüceliği”; “aldanma ki”; “doğu-batı”; “konuşarak”; açıklığa doğru: doğu-batı; konuşarak; ve kimi eklerle beraber”; “maddecilik ve ülkücülük”. oyunları üzerine çalışmalar da yapılan anday’ın şu oyunlarını sayabiliriz: “içerdekiler”; “mikado’nun çöpleri”; [“yarın başka koruda”; dikkat köpek var”; müfettişler”; “ölüler konuşmak isterler”]: bu oyunlar, “dört oyun” adıyla da yayımlandı. “ölümsüzler, toplu oyunlar I [yarın başka koruda; müfettişler; ölüler konuşmak isterler; ölümsüzlük ya da bir cinayet söylencesi; dikkat köpek var.]; içerdekiler, toplu oyunlar II [içerdekiler; yılanlar; babalar ve oğullar (ivan turgenyev’den uyarlama)]. çeviri olarak da emeği yadsınamaz melih cevdet’in: oben güney ile ortaklaşa çevirileri: don juan: moliére; mösyö de pourceaugnac: moliére; bir evlenme: gogol; müfettiş: gogol; bir komedyanın ilk temsilinden sonra tiyatrodan çıkış: gogol; ölü canlar: gogol; babalar ve oğullar: ivan turgenyev, ortak çeviri; diyaloglar: platon, ortak çeviri; batıdan şiirler: orhan veli kanık, oktay rifat ile; seçme şiirler: langston hughes, ortak çeviri. tek başına çevirileri de şunlardır: penceredeki ışık: e. cadwell; yarış: g. abbod—j.c. holm; barabbas/cüce: p. lagerkvist; tanrı gelini: p. lagerkvist; fareler ve insanlar üzerine: john steinbeck; buz sarayı: tarjei vesaas; o günler: boris pasternak; ingiliz edebiyatından denemeler.; şiir sanatı: paul verlaine; hürriyet: paul éluard; kanun: wystan hugh auden; pan öldü; çayhane: ezra pound. anday’da bir önemli nokta da “uyumsuz” tiyatro anlayışıdır. 5. “Müziğe hevesli bir genç ilk yapıtını Mozart’a götürmüş, göstermiş, ne diyeceğini sormuş, büyük ustanın, ‘Daha gençsiniz, çalışmanız gerekiyor’ demesi üzerine, ‘İlk yapıtlarınızı verdiğinizde siz de çok küçüktünüz’ diye sıkıştırmaya kalkmış onu. Mozart’ın yanıtı şu: ‘Ama ben kimseye göstermedim yazdıklarımı.” şeklinde bir örnekle, şair-şiir ilişkisini/ilintisini açıklığa kavuşturur, melih cevdet. [melih cevdet anday, akan zaman, duran zaman-1, birinci basım, adam yayınları, temmuz 1984,istanbul, s. 256]. “şiirin gizi” yazısında [age, s. 257]: “Halis sanatın hep ayakta kalmasını sağlayan güç nerden kaynaklanıyor?” sorusunu da sorar! ve şöyle bir açıklama getirir şair ve şiir içün: “Sanıyorum ki, şiirin gizine ancak yazdıkça yaklaşılır ve ancak yaklaşılır. (…) Ben her yeni şiirimde, yeniden düşünürüm şiirin ne olduğunu ve hep yazdıktan sonra düşünürüm. Çünkü şiir, şiir düşüncesinden önce gelir.” [age, s. 258]. “güneşte” şiirine bir bakalım, öyleyse: “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz “Güneşte çözülür ve kayarlar bir yana. “Mısırlar güçlükle büyürken yağmursuzluk “Kaygılandırır dilsiz bahçıvanı. “Sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları. “Bir araba geçti incelmiş yoldan “El salladı biri, belki tanıdık, “Belki değil, süreksizliğin eşanlamı. “Ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar “Çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı,
20
“Çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya “Dalgınlık, deniz ve sardunya. “Rüzgâr alıp götürdü balıkçı teknelerini “Uzaktaki kılıçlara, ki bilemeyiz “Hangi derinlikte dölleyerek denizi “Gidiyorlar öyle ağırbaşlı, doğuya.” “Ve ocaktan çorbanın kokusu geldi demin “Burun deliğine kedinin ve köpeğin. “Rafta kitaplar, mavi bir şişe ve gül “Donmuş kalmışlar tek başlarına. “Duvarda bir resim, resimde kalabalık “Köy alanı, çocuklar, çember ve zaman. “Breughel nasıl da toplamış bunca “Ortaklığı ve uyumu biraraya, “Çünkü saatler dardır, sığdırılamaz, “Güneşte her şey çözülür gider bir yana.” anday, deneme ile şiiri, yoğunlaşma olarak ele alır; bilgiyi, düşünceyi, felsefeyi, doğayı, insanı bu yörüngede yansıtır: sese önem verir; doğayı, dünyayı, yaşadığı çağı; insanı ve toplumsallığı ve bu bağlamlı sorunları; zaman kavramını merkez alarak alımlar. gelenekten uzaklaşmaz; tarihe ve tarihsel kültüre yönelir; mitolojiyi mekânla belirler: ya da, mekânı mitolojinin alanı olarak görür; yalnızlık, çaresizlik, yabancılık, yabancılaşma,… şiirinin asal belirleyicileri arasında büyük rol oynar. bilgiye büyük önem verir: sorgulayıcılık, eleştirellik başattır, anday’da! denemelerinde aydınlanmacı, bilimden yana, laik, akılcı ve fenden yanadır. özellikle şiirinde yunan ve mezopotamya mitolojisi büyük yer tutar: “kolları bağlı odysseus”; “ölümsüzlük ardında gılgamış”; “garib” [orhan veli kanık ve oktay rifat ile birlikte]; “göçebe denizin üstünde”; “telgrafhane”; “yanyana”; “rahatı kaçan ağaç”; “tanıdık dünya”; “teknenin ölümü” ; “güneşte”; “yağmurun altında”; “seçme şiirler”; “sözcükler” [:yaşarken” ve “başlarken”de yer alan iki masal: “nergis ile yankı”; “defne ile avcı” şiirleriyle birlikte].
6. ingilizceye, fransızcaya, rusçaya, sırpçaya, bulgarcaya şiirleri çevrilen melih cevdet anday’ın “mikado’nun çöpleri” bremen radyosu’nda almanca; “içerdekiler” ise, macarca seslendirildi. “raziye” ve “aylaklar” romanları, sinemaya uyarlandı; ayrıca, “aylaklar” romanı trt’de televizyonda oyunlaştırıldı. çeşitli ödüller de aldı, melih cevdet: “mikado’nun çöpleri” [:1967-1968 tiyatro sezonunda en başarılı oyun yazarı: ilhan iskender armağanı]; 1971-1972 ankara sanatseverler derneği en iyi oyun yazarı; “gizli emir” [: 1970 trt sanat ödülleri
21
yarışması, başarı ödülü]; “buz sarayı” [:1973 türk dil kurumu çeviri ödülü]; “teknenin ölümü” [: 1976 yeditepe şiir armağanı]; “sözcükler” (toplu şiirler) ile [1978 sedat simavi vakfı edebiyat ödülü]; “ölümsüzlük ardında gılgamış” ile [1981 türkiye iş bankası ödülü]; “ölümsüzler ya da bir cinayetin söylencesi” ile [1984 enka sanat ödülü, mansiyon]; 1991 tüyap onur ödülü; 1995 edebiyatçılar derneği onur ödülü; 2000 aydın doğan vakfı edebiyat ödülü. 7. iki kez evlendi [yaşar hanım; suna hanım] ve bir oğlu [idris] var, melih cevdet’in. nedense, “rahatı kaçan ağaç”la birlikte düşünürüm “evlilik” kurumunu. bilmem ne düşünmüştür, melih beğ?! varsın, benim gibi bakamasın bu olguya! biz, yine de “rahatı kaçan ağaç” şiirini bir okuyuverelim: “Tanıdığım bir ağaç var “Etlik bağlarına yakın “Saadetin adını bile duymamış “Tanrının işine bakın…”
“Geceyi gündüzü biliyor “Dört mevsimi, rüzgârı, karı “Ay ışığına bayılıyor “Ama kötülemiyor karanlığı” “Ona bir kitap vereceğim “Rahatını kaçırmak için “Bir öğrenegörsün aşkı “Ağacı o vakit seyredin.” “rahatı kaçan ağaç” şiirine, böyle bir görünge yüklemem, benim “sezgi”mle ilintilir: ve melih cevdet anday, “Sezgi dünyamızın küçük görülmesi hiç de haklı ve doğru değildir. Şundan ki, mantıksal ve anlıksal olan demek, deneye dayalı bulunan dünya düşlemimiz, eğer sezgisel düşlerimiz bulunmasaydı çok yoksul kalacaktı. Ayrıca, mantıksal ve anlıksal olan sürekli sezgisel olan ile beslenmektedir.” [melih cevdet anday, “sanatın gereği”, cumhuriyet gazetesi, 5 haziran 1987]. ânlıksal olanın birey dünyasına yansıyan izleri, izdüşümselliği de yaratır, düşündürür, edimleştirir de: şiir de şairin, zihinsel, ussal, sezgisel bellek katmanlarına doğar; oradan da gözlem, deney, yapma ile vücut bulur. biliminsanı da, marangoz da, bahçıvan da, öğretmen de, gurme de, hasta bakıcı da, hayvansever de,… sığasına baka, az çok böyledir. kendi şiirini yazar, üretir, söyler…
kuzgun
inceleme Pierro Della Francesca’dan Damien Hirst’e Deniz Kabukları
semih kaplan Bazı deniz canlılarının koruyucu barınağı olan deniz kabukları gösterdikleri form ve renk zenginliği ile daima doğanın yaratımının özel örnekleri olarak nitelendirilmiştir ve doğanın mucizesi ve kusursuzluğunun somut örnekleri olarak görülmüşlerdir. Kendi içinde birçok tür ve alt türlere ayrılan geniş bir aile olan deniz kabukları görsel dünyanın doğaya özgü estetik değerlerini zengin bir çeşitlilik ile gözler önüne serer. Tarih boyunca deniz kabuklarının insanlar tarafından farklı amaçlarla kullandıkları görülmektedir. Sağlamlığı ve şeklinden dolayı bazı tür kabukların bıçak, kazıyıcı, kâse ve yağ lambası gibi işlevler yüklenerek kullanıldığı bilinmektedir. Tarih öncesi dönemlerden günümüze kolye, bileklik gibi ziynet eşyası olarak ve geleneksel giysilerde süsleme amacı ile değerli taşlarla birlikte kullanıldığı görülmektedir. Sanat alanında ve tasarımın söz konusu olduğu alanlarda deniz kabuklarının farklı dönemlerde, sanatçıları ve tasarımcıları etkilediği görülebilir. İkonalarda sembolik anlamlar yüklenerek kullanılan deniz kabuğu imgesi mitolojik temalı resimlerde deniz tanrıları ile ilişkilendirilerek kullanılmıştır. Sanat tarihinin ilerleyen dönemlerinde natürmortlarda sıklıkla kullanılan objeler arasında yer almıştır. Günümüzde de Marc Quinn’in anıtsal bronz heykelleri, Damien Hirst’ün düzenlemeleri gibi farklı disiplinlerde farklı formlarla karşımıza çıkmaktadır.
Resim Sanatında Sembolizmi
Deniz
doğumu ile ilgili antik dönem temalarını anıştıran,
Kabuğu apsisteki porselen saflığı ve beyazlığındaki kabukta
Natürmort resminin ayrı bir tür olarak henüz oluşmadığı 16 yy öncesi resimlerde farklı türlerdeki deniz kabuklarının Hristiyan ikonografisinde ve mitolojik konulu resimlerde sembolik anlamlar yüklenerek kullanıldığı görülmektedir. Deniz kabuğuna yüklenen anlamlar çeşitli kültürlerde farklılıklar gösterse de bereket ve doğurganlık gibi ortak anlamlarda buluşmaktadırlar. Ikonografik temalı resimlerde istiridye kabuğuna doğurganlık, saflık, bakirelik, bereket gibi anlamlar yüklenmiştir. Deniztarağı kabuğunun ise Aziz Joseph ile ilişkilendirilerek Hristiyan hacılığının sembolü olarak kullanıldığı görülür. Pierro della Francesca‘nın Meryem ve çocuk İsa’nın azizlerle birlikte tablosunda apsisteki midye formu mimari bir eleman olarak katılmıştır. İnci’yi erkek tohuma ihtiyaç duymadan üreten istiridye kabuğu Hristiyan inancında Meryem’in bakireliğinin sembolü olarak kabul edilmiştir (Resim 1). Bunun en önemli örneği Pierro della Francesca’nın ( 14201492) Sacra Conversazione sinde İsa’nın gizemli
kuzgun
Resim 1. Pierro della francesca ( 1420- 1492)Brera Madonna
görülebilir. (Carpita, 2009:15) Deniz kabuğu motifi Meryem’in doğurgan doğasını, su ve denizle bağını göstermektedir (Battistini, 2005:135)
Resim 2. Leonardo Da Vinci Müjde 1472 -75
Deniztarağının kullanıldığı bir başka önemli resim Leonardo da Vinci’nin melek Cebrail‘in Meryem’e hamileliğini haber verdiği ‘Müjde’ adlı resimdir. Meryem’in önündeki mermer sunağa işlenmiş Deniztarağı burada kutsal doğuma işaret etmektedir (Resim 2).
22
Deniztarağının İsa’nın vaftizini betimleyen resimlerde vaftizde kullanılan kutsal su için taşıyıcı kap olarak da kullanıldığı görülebilir. Bunun örneklerini Esteban Murillo, Camille Corot, Jusepe De Ribera ve El Greco’nun İsa’nın vaftizi temalı resimlerinde görmek mümkündür (Resim 3). Bu resimlerde “deniz kabuğu Hristiyan sanatında en yaygın ikonografik temalardan olan İsa’nın Aziz John tarafından vaftiz edilmesine ve deniz kabuğunun kapsamlı sembolizmine referans etmektedir.”(Leone, 2004:141) Antik dönem boyunca deniztarağı kabuğu aynı zamanda Havari Aziz James’e atfedilmiştir. “Bu ilişkilendirmenin kaynağı tam olarak bilinmese ’de azizin adı Hristiyan hacıların sembolü olan deniztarağı olarak bilinen kabuğun pecten jacobaeus olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Aziz James’in yolundan giden İspanya Galiçya’daki kilisesi rahipleri doğurganlık ve bereket sembolü olarak gördükleri deniztarağını bu sebeple üzerlerinde taşımaktadırlar. (Fontana,1994:88)
Resim 3. El Greco; Isa’nın Vaftiz edilmesi, (detay)
Resim 4. Carlo Crivelli, St. James, c. 1480-1472
Resim 5. 1472 Book of Hours of Catherine of Cleves 1440
Carlo Crivelli’nin resimlerinde Deniztarağının Aziz James’i betimleyen çeşitli duvar resimlerinde azizin üstünde ya da elinde gösterildiği görülmektedir (Resim 4). ‘Deniz Kabuklarının Doğal Tarihi’nin’ önsözünde George Perry bu objelerin logaritmik sarmala dayanan şaşırtıcı şekilde karmaşık yapılarının izleyiciyi tanrısal mükemmelliği dikkatle izlemeye davet ettiğini belirtir. Deniz kabuklarının bu teolojik önemle bağıntılı en eski betimlemelerinden birisi, 1440’larda Utrecht’li bir anonim usta tarafından resimlenen Catherine Cleves’in muhteşem “Saatler Kitabında” bulunmaktadır (Resim 5). (Carpita, 14) Hristiyanlık ibadeti ile ilgili konuların anlatıldığı resimli el yazması “Saatler Kitabına” ait bu sayfanın kenar boşluklarında, farklı açılardan bakılarak iyi bir gözlemle natüralist üslupla resimlenmiş istiridye kabukları ve bir yengeç Aziz Ambrosius’u çerçeve içine alacak şekilde çizilmiştir. Sayfadaki yazıda “Yaratımın mükemmel tasarımını resimlemek için Aziz; istiridyeyi kabuklarının arasına çakıl taşı koyarak yemeyi başaran yengecin hikâyesini anlatmaktadır.”( Carpita, 2009: 14) Pablo Picasso’nun 1912 tarihli “The Shell Saint Jacques,our future is in the air”, Salvador Dali’nin 1949 tarihli “Port Lligat Madonna’sı” Andy Warholl’un Rönesans resimleri serisinde Francesca’dan detay baskıları, deniz kabuklarının sanat tarihinin ilerleyen dönemlerinde ikonolojik bağlamından koparılmadan kullanıldığı örnekler olarak gösterilebilir.
Mitolojik Temalı Resimlerde Deniz Kabukları Mitolojik temalı resimlerde deniz kabuklarının sıklıkla kullanıldığı görülebilir. Rönesans’ın erken dönemlerinden itibaren özellikle yunan mitolojisinden etkilenen sanatçıların resimlerinde önemli bir grubu Neptün, deniz ihtiyarı olarak da bilinen Nereus, Poseidon, deniz kraliçesi Amphitrie, Nereid’ler ve Triton gibi deniz tanrılarına ait temalar oluşturmaktadır. Yunan mitolojisinde deniz kabukları denizle ilişkilendirilerek yaşam kaynağı, yenilenme ve zenginlik sembolü olarak kabul edilmiştir. Bu sembolik anlamlar resimlerde de devam etmektedir. Sanat Tarihi boyunca farklı kültürlerde bazı ana temaların sanatçılar tarafından tekrar ve tekrar ele alındığı görülmektedir. Venüs’ün Doğuşu çeşitli dönemlerde farklı sanatçılar tarafından yinelenen bu temalardan birisidir. Sanat tarihinden Venüs’ün doğuşu ikonografisi ile deniz kabuğunun ilişkilendirildiği birçok örnek bulmak mümkündür. Botticelli, Bouguereau, Henri Pierre Picou, James Barry, Odilon Redon, Thomas Lovinsky, Andy Warholl, bu temayı farklı şekillerde ele alsalar da bu resimlerde deniz kabuğu ve Venüs arasında kurulan ilişkilendirmenin korunduğu görülür. Roma tanrıçası Venüs birçok resimde deniztarağı içinde betimlenmektedir. Bunun en eski örneklerinden birisi olan Pompei’ den günümüze kalan freskoda Venüs görkemli bir deniz kabuğu üzerine uzanmış olarak betimlenmiştir (Resim 6). Rönesans döneminin ve Botticelli’nin en değerli resimlerinden Venüs’ün doğuşu tablosunda ise, doğumunu açıklayan mite uygun olarak resmin merkezindeki Venüs bir deniz kabuğu üzerinde ayakta dururken gösterilmiştir (Resim 7). Venüs’ün kabuğun üzerinde, rüzgâr tanrılarının ve dalgaların yardımı ile kıyıya ulaştığı an görülmektedir.
23
kuzgun
Resim 6. Deniz kabuğu üzerinde Venüs, . 79 AD.
Resim 7. Botticelli, Venüs’ün Doğuşu, 1485-1486
Çeşitli türlerdeki deniz kabuklarının Venüs’ün doğuşu dışında su ve deniz ile olan doğal ilişkisi ile Neptün, Nereus, Nereidler, gibi deniz tanrılarını betimleyen farklı mitolojik temalı resimlerde de kullanıldığı görülmektedir. Raphael’in Roma’da Villa Farnesina’da bulunan freski ‘Triumph of Galatea’sı (1511) ya da Hollandalı Jan Gossaert’ın berlin Gemaldegaleri’de bulunan ‘Neptune and Amphitrite’ inde (1515) olduğu gibi deniz tanrıları ile birlikte türlerinin iyi örnekleri olduğu görülen görkemli kabuklar kompozisyondaki yerlerini almıştır. Neptune ve Amphitrite bir diğer ressam Jacob de Gheyn the Younger’ın resminin de temasını oluşturmaktadır (Resim 8). Veronica Carpita bu resimde Neptün’ün genç aşığına sunduğu kabukların De Gheyn tarafından Amsterdam’da bulunan sayılı koleksiyonlardan birinde çalışıldığına değinir. Gheyn’in resimsel virtüözitesi sudan çıkmış sevgililerin teninde ve deniz kabuklarının sedefli yüzeylerindeki ışıltı ve parlamalarda doruğa ulaşmaktadır (Carpita. 2009:15). Resimlerde görülen Nautilus,
Resim 8. Jacob de Gheyn, Neptune and Amphitrite” 16.yy.
Resim 9. Jacopo Zucchi, The Reign of Amphitrite, 1585
Triton, Bukina, gibi büyük boyutlardaki kabuklarla birlikte Murex, deniz salyangozu gibi çok daha küçük boyutlardaki çeşitli kabuklar koleksiyonların zenginliğini göstermektedir. Jacopo Zucchi’nin denizin hazineleri olarak da bilinen küçük boyutlardaki yağlıboya resmi “Amphitrite’in saltanatı”,Ferdinando I de’ Medici’nin koleksiyonuna uzak Hint adalarından yeni gelen görkemli kabuklara, değerli inci ve mercanlara bir övgüdür (Resim 9) ( Carpita, 2009: 16) .
Merak Odası Resimleri, Natürmortlar Ve Deniz Kabukları On yedinci yüzyılda Avrupa doğal dünyaya olan ilginin arttığı bir döneme girmiştir. 17 yy da ticaret gemileri aracılığı ile Avrupa’ya ulaşan egzotik meyveler, böcekler, çiçekler, cam ve porselen objelerle birlikte nadir deniz kabukları büyük bir ilgi çekmiş ve koleksiyonlar için aranan objeler arasına girmiştir. Walter Liedke on altıncı yüzyıl ikinci yarısı ve özellikle on yedinci yüzyılda deniz kabuklarının son derece arzulanan nesneler olduğunu ve Hollanda‘da, çok önemli koleksiyonlar oluşturulduğunu, bu dönemde ressamların kabukların mükemmel güzelliğine, girift formlarına, zengin renk ve dokularına hayran kaldıklarına değinmektedir (Liedtke, 2001: 218). Ilgisini doğaya ait nesnelere yönelten sanatçının ilgi alanına deniz kabukları da girmiştir. Bu ilginin sonucu olarak 16 yy başlarında dönemin güç sahibi aristokratları tarafından doğaya ait ilginç ve nadir objelerin bir araya getirildiği koleksiyonlar, günümüzdeki doğa müzelerinin öncüsü curiosity cabinet’ler (merak odaları) oluşturulmuştur. Bu objelerin sergilendiği özel dolaplar yapılmıştır, dolaplara sığmayacak büyüklüğe ulaşan koleksiyonlar için ise özel odalar hazırlanmıştır. Deniz kabukları da bu ilgiden payını alarak koleksiyonların nadir parçaları arasına girmiştir. Bir güç gösterisi olarak oluşturulan bu koleksiyonlar dönemin sanatçılarına çalışacakları bir başka alan oluşturmuştur. Bu dönemde kentli burjuva alıcılar yeni konular talep etmektedir ve sanatçılara koleksiyondan objelerin ve bu odaların betimlendiği resim siparişleri verilmiştir. Koleksiyon sahibi ve koleksiyondan objelerin birlikte
kuzgun
24
Resim 10. Hendrick Goltzius, Portrait of Jan van der Aar. 1603
Resim 11. Frans Francken, Chamber of Art and Curiosities. 1636
resmedildiği resimlerde koleksiyonların değerli parçalarından deniz kabukları yerini almıştır. Hendrick Goltzius’un, Harlem’li koleksiyoncu Jan van der Aar’ı koleksiyonundaki deniz kabuklarından örneklerle resmettiği portresi ve Frans Francken’in ‘Chamber of Art and Curiosities’ bu türdeki resimlerin günümüze kalan başarılı örnekleridir (Resim 10-11). Uzak ülkelerden getirilen farklı türlerdeki deniz kabukları aynı zamanda çalışma objeleri olarak da görülmüştür. 17 yy sonları insanların deniz kabuklarına bilimsel bir ilgi ile bakmaya başladıkları bir dönemdir. Bu ilgi suda yaşayan canlıların ve deniz kabuklarının araştırıldığı ve katalogladığı konkoloji biliminin doğmasına neden olmuştur. Kabuklar üzerine yapılan çalışmaların kataloglanması ve incelenen türlerin resmedilerek kaydedilmesi bu alanın önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Giorgio Riberale, Lister Martin gibi dönemin natüralist ressamları bu objelerin illüstrasyonu alanında da uzmanlaşarak bu katalogların resimlenmesinde rol almışlardır. Bu da deniz kabuklarına olan ilginin resim sanatına etkisinin bir başka boyutu doğadan bire bir etüdü (bilimsel görüntüyü) ortaya koymuştur. Carpita; on altıncı yüzyıldan itibaren bitki ve hayvan dünyasının didaktik ve dokümental gözlemi ile sınıflandırılmasında objeden bire bir yapılan çizim ve baskılara dayanan bilimsel görüntülerin kataloglar için temel ihtiyaç olduğunu belirtir (Carpita,2009: 10). “Sanat ve bilim, dünyaya bakmanın farklı yollarını temsil etseler de insanoğlunun en büyük kültürel başarıları, olarak aynı kapsamda anılırlar. Bir tarafta tarafsız gözlem ve deneyim ile canlı ve cansız doğanın sayısız göstergesinin altında yatan doğa kanunlarını araştıran bilim adamı, diğer tarafta çalışmalarını kendinde ve başkalarında estetik duyarlılıklar uyandıracak beceri ve düş gücü ile üreten sanatçı. Hem bilim adamı, hem sanatçı kendisini bu dünyanın güzellikleri ve çözülmemiş gizemlerini yakından incelemeye zorunlu hissederler. Dahası sanatçılar en az bilim adamları kadar meraklıdır. “Irenaus Eibl- Eibesfeldt, The Artist in the Scientist, s.19. Doğaya karşı bu ortak merak ve bilim adamları ile sanatçılar arasında kurulan işbirliği canlı ve cansız doğadan gözleme dayalı natüralist betimlemelerin yer aldığı çalışmalarla sonuçlanmıştır. Bilimsel çizimler bu tür çalışmaların önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Incelenen numuneler sanatçılar tarafından çizim, gravür, suluboya gibi resim teknikleri ile kayıt edilmiştir. Bu çizimler bize genel anlamda görüntünün bilgilendirici rolünü öğretmesi açısından önemli olduğu gibi türlerin önemli, ayırt edici özelliklerinin belirlenmesi ve sınıflandırılmalarında önemli rol oynamıştır. Carpita 16, yy da bilimsel incelemelerin ve natüralist betimlemenin başarısının, araştırmacıların küçük çemberi ile sınırlanmış bir fenomen değil aksine virtüöz koleksiyonerler, prensler ve özellikle bilim adamları ile natüralist alanda uzmanlaşmış sanatçılar arasındaki değiş tokuş ve ilişkilerden oluştuğunu belirtmektedir (Carpita, :10). Bu ortak çalışmaların ilk örneklerinden birisi 16. yy ikinci yarısında ressam Giorgio Liberale (1527-1579) ile bilim adamı Pietro Andrea Mattioli (1500-1577) arasında gerçekleşmiştir. Adriyatik’ten getirilen deniz canlıları ve deniz kabuklarını içeren bu çalışma için Liberale renkli illüstrasyonlar yapmıştır. “Sea Urchins and Snails” bu çalışmalardan biridir (Resim 12). Bu tür illüstrasyonlarda uzmanlaşmış en tanıdık isimlerden birisi de Arcimboldo’dur. “Guiseppe Archimboldo (1526-1593) Viyana ve Prag’da Habsburg’ imparatorları için bilimsel obje illüstratörü olarak çalışmıştır ve II Maximilian için 62 faklı türde balık, deniz kabukları ve yumuşakçaları ile betimlediği ‘Water’ adlı çalışmayı gerçekleştirmiştir”(Resim 13). (Carpita, 11) 16. yy. sonlarında ölü doğa resminin bağımsız bir alan olarak oluşumu sanatçıların dikkatini doğaya ait nesnelere odaklamıştır. Ölü doğa motifleri 16. Yy. da özellikle Hollanda resminde ayrı bir janr olarak görülen natürmortlarda doğal objelerin çoğunlukla tabiata uygun olarak gözlemci ve son derece gerçekçi bir üslupla ele alındığı görülür. Alberto Pancorbo bu gelişmenin kesinlikle “Doğanın doğru betimlenmesi için gelişen Barok beğenisi ile ilişkili olduğunu ve aynı zamanda antik bir söylemde üzümleri kuşların almaya çalıştığı derecede güçlü bir gerçekçilikle resmeden antik dönemin meşhur Yunanlı sanatçısı Zeuxis’e öykünme ve
25
kuzgun
Resim 12. Giorgio Liberale, Sea urchins and snails, 1565
Resim 13. Guiseppe Archimboldo, Water, 1566
onu geride bırakmak çabası olduğunu belirtir.” (The Prado Guide 66 ) 17. yy. da tüm Avrupa’da büyük bir önem kazanmaya başlayan natürmortlarda çiçekler, porselenler, cam objeler ve meyvelerle birlikte deniz kabukları da sıklıkla yer almaya başlar. Balthasar Van Der Ast, Ambrosius Boschardt, Jacques Linard, Adriaen Coorte, Antoin Berjon bu dönemde özellikle deniz kabuğu ve natürmort resminde uzmanlaştığı görülen ressamlardır. Deniz kabuğunu natürmortlarda diğer objeler ile birlikte tema olarak kullanan öncü ressamlardan birisi Hollandalı Balthasar Van der Ast’dır (Resim 14). “Van der Ast çeşitli türlerdeki kabukları çiçeklerle birlikte kompozisyona dikkatle yerleştirerek, yeni bir türde natürmort düzenlemesi uygulamıştır. Ast’ın resimlerinde dalından koparıldığı için artık ölü olan
Resim 14. Balthasar van der Ast Still Life with Flowers, Shells
Resim 15. Adriaen Coortee, Sea Shells, 1696 and Insects 1635
meyve ve çiçekler gibi deniz kabukları da denizden koparıldığı için geçmiş yaşamların içi boş kalıntısıdır”(Assteyn,1989: 121). Balthasar Van Der Ast ve Ambrosius Bosschaert ile birlikte Adriaen Coorte ’de deniz kabuklarının en önemli ressamlarından biriydi (Resim 15). Coorte, deniz kabuklarını çiçekler, meyve ve böcekler gibi farklı objelerle birlikte kurgulayan çağdaşlarından, salt kabukları vurgulayan kompozisyonları ve dramatik ışık kullanımı ile ayrılmaktadır. Liedke natürmortlardaki deniz kabuklarının bu dönemde geleneksel olarak güzellik ve dünyevi şeylerin geçiciliğini ve önemsizliğinin sembolü olarak görüldüğünü ve Coortenin kabuklara, onların güzelliğini yakalarken duygusal bir içerik katarak kabukları trajik bir oyunun aktörleri haline getirdiğine değinmektedir. (Liedtke, 2001: 218 ). 19.yy’ın ilk yarısında Henricus Franciscus Wiertz ve Alexandre-Isidore Leroy De Barde’ın deniz kabuklarını ele aldıkları resimleri farklı kompozisyonları, gösterdikleri zenginlik ve natüralist alandaki mirasının devamı niteliğinde betimlemedeki ustalıkları ile önemli örneklerdir (Resim16 -17). 19 yy’da Kuzey Hollandalı ressam Henricus Franciscus Wiertz’in ‘Shells and Marine Plants’ resminde denizden çıkarılmış mercanlar, kabuklar ve denizkestanelerini kayalık bir peyzajla ilişkilendirilmiştir. Neoklasik dönem Fransız ressam Alexandre-Isidore Leroy De Barde’ın deniz kabukları, mercan ve denizkestanelerinden oluşan koleksiyonu, raflara dizilmiş şekilde gösteren ‘Selection of Shells Arranged on Shelves’ adlı resmi, kompozisyonu ve kabuklardaki çeşitliliği ile zengin bir koleksiyondan çalışıldığını göstermektedir. Her iki resimde de deniz kabukları resmin ana temasını vurgulamaktadır.
kuzgun
26
Resim 16.Henricus Franciscus Wiertz, Shells and Marine Plants 1809
Sanat tarihinin ilerleyen dönemlerinde ve 20 yy sanat akımlarında natürmort alanının yeniden tanımlanmasında geçmişe referans eden bir unsur olarak deniz kabuklarının yerini koruduğu görülmektedir. “Yirminci yüzyılda Natürmortlarda özellikle kabuklu deniz ürünlerinin ölümlülüğün sembolü olarak kullanımının devam ettiği görülmektedir. Istiridyeler Picasso’nun natürmortlarında sıklıkla görüldüğü gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında pop art gibi diğer sanatsal hareketlerde de alana referans edecek şekilde kullanılmıştır” (Marcolli, 2012: 8).
Resim 17.Alexandre-Isidore Leroy De Barde 1810 Selection of Shells Arranged on Shelves
Yirminci yüzyılın ilk yarısında doğal objeleri büyütülmüş olarak betimleyen resimleri arasında bir seri
olarak çalıştığı deniz kabuğu resimleri ile Georgia O’Keeffe özel bir yere sahiptir. O’Keeffe bir dizi tuval ve kağıt üzeri pastel çalışma ile deniz kabuklarının resimsel potansiyelini incelemiştir. O’Keeffe’nin kabuklara ilgisi 1926yılında sahilden topladığı kabukları çizerek başlamıştır ve sanat hayatının ilerleyen dönemlerinde de devam ettiği görülmektedir. Açık istiridye kabuğu ve kapalı istiridye kabuğu resimleri sanatçının deniz kabuğu motifine yoğun ilgi duyduğu bu dönemde ürettiği deniz kabuğu resimlerinden ikisidir (Resim18-19). Bu resimlerde yer alan kabuklar boyutları ile resim alanının sınırlarını zorlamaktadırlar.
Resim 18: Georgia O’Keeffe, Slightly Open ClamShell, 1926
Hafifçe açık istiridye kabuğu adlı resimde “kompozisyona dikey birşekilde yerleştirilen kabuk resmin sınırlı oranları tarafından açıkça bastırılmaktadır. Bu kompozisyon biçimi kabuğun anıtsal görünmesini sağlarken aynı zamanda doğa ile duygu ortaklığı ve kişisellik kazandırmaktadır. Bu resmin sağ ve sol kenarlarında daha fazla boşluk bulunmaktadır. Resim düzlemi önce sıkıca kapalı olan sonra açılarak kendini gösteren ve çevresindeki duvarlara karşı gerilerek anıtsallaştırılmış kabuğun tanımlanmasıyla belirlenmektedir. Bütün bu resimlerde kabuklar dikey pozisyonda ayakta Resim 19: Georgia O’Keeffe, duran bir figür gibi Closed Clam Shell, 1926
27
kuzgun
Resim 20: Georges Braque, Still Life with Oysters,1937
gösterilmiştir ve dar bir çerçeve ile sıkıştırılmışlardır.Kapalı midye kabuğunda, midye kapalıdır ve bir bereket tanrıçası gibi ibadetkardır.( The Metropolitan Museum Of Art, Bulletin Fall, 1984, s.29). Expresyonizm, Sürrealizm, Kübizm, Pop Art akımları içerisinde bir deniz ürünü olarak özellikle istiridyelerin sıklıkla kullanılmaya devam ettiği görülebilir. Istiridyelerin kompozisyonlarda bir deniz ürünü (yemeği) olarak kullanımının yanı sıra deniz kabuklarının geçmişteki natürmortları anımsatan ve referans eden kullanımlarını görmek mümkündür. (Resim 20-21) Ağırlıklı olarak belli bir dönemde odaklanmasa da, Paul Gaugin, Cezan, Picasso, Georgia O’Keeffe, Salvador Dali, Max Ernst, Georges Braque, Roy Lichtenstein gibi farklı sanat akımları içerisinde eser üretmiş birçok sanatçının eserlerinde bunun örnekleri görülebilir. Bu akımlar içerisinde deniz kabuklarının akımın özelliklerine bağlı olarak betimlemeci bir ele alıştan uzaklaşıp soyutlamacı bir yaklaşımla daha çok farklı tekniklerle ifadesel yönlerinin araştırıldığı görülebilir. Çağdaş sanat kapsamında bulunmuş, toplanmış objelerin kullanımı oldukça sık görülen bir yaklaşımdır. Life Without You ve Forms Without Life adlı çalışmaları Damien Hirst’ün 16. Yy merak odalarından yola çıkarak, topladığı deniz kabuklarını masa ve raflar üzerinde düzenlenmesiyle oluşturduğu işlerdir (Resim22-23 ). Bu çalışmalarda çeşitli boyutlardaki gösterişli egzotik deniz kabukları bir seçki ile sıralar halinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde objelerin sınıflandırılarak izleyiciye sunulduğu merak odalarının sergileme biçimi ile benzer-
kuzgun
liği görülmektedir. Neil Lebeter bu çalışmaların adının bize bir zamanlar yaşayan bir deniz canlısının bedeninin bir parçasına baktığımızı hatırlatırken aynı zamanda koleksiyonun ikilemini anıştırdığını belirtir: yeni bir yaşam ya da bilginin kazanılması için bir çeşit ölümün gerekliliği. “Hirst deniz kabuklarının çok güzel olduklarını ve insanların onları daima güzellikle ilişkilendirdiklerini, fakat şu anda ölü olan, görmeye çok alışkın olduğumuz kabukların aynı zamanda bir yaşam formuna ait olduğunu belirtir. Hirst deniz kabuklarını Tayland’dan almıştır. Onları sanat eseri olarak sunarken tarih boyunca insanlar tarafından hayran olunan, çalışılan ve kullanılan kabukların, tatil yerlerinde satılan yaklaşık olarak yaratık egzotizmine dikkati çekmektedir. Bu çalışmaların güzelliği öldürülen varlıkların temizlenip cilalanıp binlerce mil öteye taşınmasına bağlıdır.” (, 2012, tate modern ) Life without you deniz kabuklarının beyaz melalin tablalı masada düzenlenmesidir. Yetmiş üç egzotik kabuk on beş sıra beşli, bir sıra üçlü, iki sıra dörtlü ve iki sıra altılı olacak şekilde düzenlenmiştir. Kabuklar tırnak boyutundaki küçük deniz salyangozundan, büyük beyaz istiridyeye ve el büyüklüğündeki kahverengi tritona kadar çeşitlilik gösteren boyutlardadır.
Sonuç
Resim 21: Roy Lichtenstein, Still Lifewith Oysters1973
Insanların içinde bulunduğu, temas kurduğu doğal çevresi ve onu algılayışı farklı yy.lar da temel farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıkları gözlemenin en iyi yollarından biri, sanatçıların farklı dönemlerdeki benzer durumlar karşısında, oluşturdukları önerilere bakmaktan geç-
28
Resim 22: Damien Hirst,Forms Without Life, Glass, painted MDF,
mektedir. Bu öneriler sanat tarihi boyunca biriktirilen bilginin toplamını içereceği gibi günümüz sanatçısı için de geçmiş dönemlere ait bir görsel dağarcık oluşturacaktır. Deniz kabuklarına insan kültürünün en erken dönemlerinden itibaren başlayan ilgi tek bir objenin bir kültürden diğerine değişen yeni öneri ve kullanım biçimlerini gözler önüne sermektedir. Farklı nedenlerle seçilmiş ve belirlenmiş benzer konuların, nesnelerin sanatsal bir biçem içinde ele alınarak geliştirme arzusu olarak tanımlanabilecek bu görüşe, tutkulu bir şekilde deniz kabuklarını işleyen sanatçıların eserleri iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Tek bir konu üzerinden üretilmiş tematik varyasyonlar sanatçının üslup geliştirme çabasında merkeziyetçi bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Sanat tarihine baktığımız zaman deniz kabuklarının sayısız renk doku ve biçimleri ile sanatçıların algı ve yaratıcıklarını harekete geçiren doğal objeler arasında yer aldığı görülmektedir. Zanaatkârlar, sanatçılar, tasarımcılar ve mimarların çalışmalarında deniz kabuğundan etkilenerek oluşturdukları formları ve motifleri görmek mümkündür. Bu örnekler deniz kabuğunun sınıfı, türü ne olursa olsun imge olarak sanatçıların elinde zengin bir esin kaynağı olduğunun göstergesi olduğu gibi doğaya ait bir nesneden, deniz kabuğundan yola çıkarak oluşmuş bir görsel belleğin parçalarını temsil
Resim 23: Damien Hirst , Life Without You, Shells, steel, pine, ramin, steel and shells, 1829x2743x305mm 1991wood and melamine, 880x2286x840 mm 1991
29
etmektedir. Bu görsel bellek sanatçılara ilişki kuracakları bir kaynak sağlamaktadır. Sanatçılar geçmişle olan bağlarını sorguladıkları ve gelenekle hesaplaşmayı sürdürdükleri sürece geçmişe ait tema, genre ve nesneler farklı şekillerde ele alınmaya devam edecektir. Bu ele alışın bazen geçmişten beslenme, bazen geçmişe müdahale, bazen de geçmişle hesaplaşma şeklinde olduğu görülmektedir. Ortaya çıkan farklılıklar dönemler arasında ayrılma noktaları oluştursa da tarih akışında bir süreklilik sağlamaktadır. Kaynakça: Assteyn, B. (1989). Ambrosious Bosschaert, London, UK: Sotheby’s. Battistini, M. (2005). Symbols and Allegories in Art, Los Angeles, USA: J. Paul Getty Museum, Carpita, V. ve Willmann R. (2009). Shells / Muscheln / Coquillages: Conchology, Cologne, Germany: Taschen. Fontana, D. (1994).The secret language of symbols: a visual key to symbols and their meanings, San Francisco, USA: Chronicle Books. Irenäus Eibl-Eibesfeldt. (2004) Art forms in nature : the prints of Ernst Haeckel. Munih, Germany: Prestel. Leone, M. (2004). Religious Conversion and Identity. London, UK: Routledge. Liedtke, W. (2001). Vermeer and Delft School, The Metropolitan Museum of Art, London, UK: Yale University Press. Marcolli, M. (2012) Still Life As a Model of Spacetime, Pasadena, USA: Century Books. Pancorbo, A. (2011). The Prado Guide, Madrid, Spain: Museo Nacional Del Prado. Mintz, L. “Georgia O’keeffe.” Metropolitan Museum Art Bulletin Fall 42.2 (1984) 1-67. Print. Elektronik Kaynaklar: http://www.tate.org.uk/art/artworks/hirst-formswithout-life-t06657 http://www.thenewartgallerywalsall.org.uk/comment/2012/09/forms-without-life-1991/
kuzgun
olur olmaz, olmaz olurum
kuzgun
ill羹strasyon ve metin: esra sab覺k turgut
30
p o e s i s … ’
‘ut pictura poesis…’ e srik g emi
Başka bir ‘Esrik Gemi’ de Gülhan’ın tuval üzerine akrilik ve bakır karışık teknikle yapılmış bir resmi… ‘Karışıklığı’, alt zeminin yoğun dokusu, çalışmanın adını doğrular nitelikte ışık oyunları ve hareketlilik taşımaktadır. Yansımaların bu tarz kullanımı ressamın başka yapıtlarında da görülür. ‘Esrik Gemi’ neşeli bir yapıt; ‘çılgınca’ bir neşe, söz yerindeyse, uçarı bir havası var. Rimbaud’daki gibi, ‘korkunç’ ve ‘güzel’ birliktedir. Diğer yandan, resimdeki ritim, ezgisel bir hava barındırır; renklerle temsil edilen bir hava. Gülhan’ın bazı çalışmalarındaki nota ilgisi de göz önüne alındığında, ezgilerin, onun renklerinde nasıl hayat bulduğu daha iyi anlaşılıyor.
31
‘Esrik Gemi’, Odysseus’un, Sirenler (Seirenler)’in ezgilerine karşı akla dayalı önlemler alınan gemisi gibi değil. Ezgilerini kendisi kuran, büyüsünü kendisi oluşturan bir gemi! Resmin büyüsel bir yanı da bu aklın ötesine geçen çılgın tahayyülden yansır. Bu açıdan bir akrabalık kurulacaksa, uzaktan Orpheus’un aralarında bulunduğu Argonotların gemisiyle, Argo ile kurulabilir. Çünkü ‘ata-şair’ Orpheus’un lirinden akan ezgiler; daha güçlü ve daha güzel olduğu için Sirenleri de büyülemiş… Resmin yaydığı çılgın hava, bilinci büsbütün dışlamıyor elbette; Gülhan yapıtını bilinçle kuran bir ressam, resimlerindeki yoğun emek bunun ifadesidir bir bakıma. Dokudan kompozisyona, resme ait teknik öğelere, bu emek hep hissediliyor onun çalışmalarında.
Novalis’in ‘Su ıslak bir alevdir’ cümlesi Bachelard’ı derinden etkilemiştir; filozof bunu Su ve Düşler’de, Rimbaud’nun şiirine değinirken kullanır. Öyle ki, ‘maddenin böyle bir imgelemi’ni ‘biçimlerin imgelemi’ karşısında coşkuyla yüceltir! Ateş ile suyun diyalektiği açısından bakılınca, Gülhan’ın ‘Esrik Gemi’sinden de bu atmosfer yansımaktadır. Aynı zamanda okurunu/izleyicisini, başka hayal beldelerine ve başka ‘okumalara’ taşıyabilen bir atmosfer… Rimbaud’nun gemisine Jules Verne’in ‘Denizler’i, Kaptan Hatteras’ın serüvenlerinin eşlik etmesi gibi; okur/izleyicinin hayal ufku da insanın tarihi boyunca seyreden çeşitli ‘esrik gemi’lere doğru genişleyebilir.
‘ u t
Coleridge’in, ‘Yalnız, yalnız, yapayalnız/ Uçsuz bucaksız denizde yalnız’ olmaktan yakınan İhtiyar Denizcinin Ezgisi başka, Rimbaud’nun ‘Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde’ dolaşan Sarhoş Gemi’si başka hayal beldelerine doğru yol alır. İkincisinde ‘kişileşmiş’, insanlaşmış bir gemidir seslenen; şiirsel esrimeyle dolu bir gemi… Coşkuyla seslenir: ‘Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem, / Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları; / Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken / Kızgın hunilere koyu mavi gök katları’. Uçsuz bucaksız enginde, girdaplar, kasırgalarla birlikte rengârenk bir dünya gören bir gemi; içi dışı sütbeyaz köpüklerle, yıldızlarla dolu ‘denizin şiirine’ gömülü… Deniz, ‘aklın denizi’ değildir; sanatçı tahayyülünden doğmuş, ‘doğurmuş doğa’ (natura naturata)’nın bir parçasıdır. Evet, başka bir dünyadır. Yosunlu bir koydan kopup giden veya Varoluşçu bir ifadeyle ‘fırlatılan’ sarhoş gemi de şairin kendisidir.
p i c t u r a
aydın afacan
kuzgun
“
söyleşi*
Babam tıraş oluyordu, hangi takımı tuttuğunu sordum. Beşiktaşlıyım dedi. Niye dedim. “Beşiktaş halkın takımıdır, Beşiktaş’ı herkes sever. Beşiktaş haksızlığa uğrar ama haksızlık etmez” dedi.
”
h ayko c epkin
[
AŞKIN I ZDIRABINI... Söyleşi: dakandakan
]
Hayko Cepkin yıllardır ürettikleriyle sevgimi ve hayranlığımı kazanan, klişeler karşısındaki sağlam duruşuyla da saygı duyduğum biri olmuştur. 2005 yılında çıkardığı “Sakin Olmam Lazım” albümünden bu yana geniş bir hayran kitlesi edinmesinin yanı sıra alternatif müzik piyasasında nadir görünür cinsten bilinirliği oluştu. Kime sorsam onu tanıyor, hatta bu müzik tarzına uzak kişiler bile (annem dâhil) tüm şarkılarını dinleyemese de onu takdir ettiğinin altını çiziyor. Hem Aşkın Izdırabını adını verdiği son albümüne bir saygı duruşu olarak, hem de kalpler/kırmızı güller/”Aşkııımmm”larla dolu Sevgililer Günü badiresinin atlatıldığı Şubat ayından sonra bünyemize iyi geleceğini düşünerek Hayko’yla aşk kavramını didikledik. Piyasadaki aşk şarkılarından platonik çukurlara, kıskançlık duygusundan Beşiktaş aşkına birçok başlıkta sohbet ettik. Paraşüt aşkıyla başladığımız ekstrem sporların konuyla pek ilgisi yoktu ancak sonradan toparladık. Kendisinin kahkahalarını ve harika ses efektlerini yazıya yansıtmak mümkün olmadı fakat yüksek enerjisiyle ne sorduysam cevapladı, ben hızına yetişemedim. Şifa niyetine okuyunuz efendim... dakan dakan
kuzgun
32
Hayko öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğin için Kuzgun Dergisi adına çok teşekkür ederim. Hemen hemen sanatın her alanında aşk kavramının etkisine rastlanıyor. Yanlış bilmiyorsam VII. yüzyılda Provanslı trubadurlar (saz şairleri) aşk ve kahramanlık hikâyelerinin içinde doyurulmamış bu istekleri şiirsel aşk kavramıyla birleştirmişler. O günden bu güne aşk ilham veren, sanatın her kolunu besleyen ana damarlardan biri olmaya devam ediyor. Bizim ülkemizde de müzik sektörü bu koldan çok besleniyor. %99,99. Başka bir şey yazılırsa tutmayacağına o kadar inanılıyor ki. Acılısı, acısızı, kabul edileni, terk edileni, var olanı, yok olanı, yok edeni, ahkâm keseni... Sen genel geçer konular karşısındaki tavrınla biliyorsun. Yine de aşk üzerine bir albüm yaptın... Tavır olarak yaptım zaten. Bu konuda albüm yapma fikri nasıl oluştu? Uzun zamandır planlıyor muydun? Yok, hiç düşündüğüm bir şey değildi. Bunu ilk düşündüğüm zaman, ilk beste yapmaya çalıştığım çocukluk zamanımdı. Çünkü alışılagelmiş birçok şarkıyı dinleyip de o şarkılardan, sözlerinden aldığım bilgi kadarıyla şarkı böyle yapılır mantığında düşündüğüm ya da düşündürüldüğüm için ilk yazdığım sözler “Nerdesin? Bensiz odanda üşürsün” gibi şeylerdi. 14-15 yaş civarı, bunlarla bir şey anlatmıyorum, dedim kendime. Hızlı fark ettim çünkü ben o sıra üç sesli enstrümantal müzik yapmaya çalışıyordum. Biyografi gibi, dönemlerimi anlatmak istediğime kanaat getirip ona göre konseptler belirleyerek yuvarlanmaya başladım. Bir önceki noktam ölüm hikâyesiydi ve hem konusu gereği, hem armonik yapısı gereği, hem de konuya girdiğim zaman “o konu olduğum” için bir çöküş dönemi yaşattı bana. Zor oldum kendime. Oradan çıkabilmemin tek yolu her şeyle dalga geçmekti. Bu sebeple aşk albümü yaptım. Yani 14-15 yaşında ilk kez kullandığım aşk kavramını 35 yaşımda daha bilinçlenerek, yaşadıklarım ve gördüklerimle daha başka bir şekle getirerek kullanma kararı aldım. Şu ana kadar yapılan aşk şarkılarıyla dalga geçmek istedim. Anlattığım her bir konuyu obsesif kompulsif bozukluk gibi hastalık adı olarak da yazabilirdim. Psikolog ve psikiyatristlere giderek bu davranışları gösteren insanların ne gibi hastalıkları ve teşhisleri olduğunu, ne gibi tedaviler görmeleri gerektiği hakkında ciddi ciddi bilgi aldım. Ve bu bir hastalık! Hepsini hastalık ismi olarak yazabilecekken daha şehir ağzı olan, günlük dilde bilinen platonik, kabulleniş, kıskançlık gibi isimler kullandım. Aslında ben kavramın hastalık köşesini irdeleyip, mevcut şartlarda aşk anlatılacaksa da böyle anlatılsın, ayarı kaysın istedim. Sadece ayarı kaysın diye mi aşkın hastalıklı bir anatomisini çıkardın yoksa aşk hastalık mı? Ben sadece dalga geçtim, yaptığım şey bu. Kendimi neşelendirmek, mutlu olmak için. Tek gecelik bir ilişkiyi, Boynuz Track’i anlattım. Bunlar çok komik şarkılar. Biz bu albümde çok eğlendik. Stüdyoda kaydederken de eğlendik ve içtik, ben sözleri yazarken de eğlendim. Zaten bu albüme, daha önce girdiğim dönemden çıkabilmek için neşeyle girme kararı aldım. Neşeleneceğiz deyip neşelenemezsin; şarkılar ortaya çıktıkça o neşe doğal olarak geldi. Şarkı sözlerine baktığımızda çok maskülen. Kadının ve erkeğin aşkı yaşarken benzer duygu durumlarından geçtiğini mi düşünüyorsun yoksa sadece aşkın erkeksi kısmını mı yansıtmak istedin? Herkes üzerine alınabilir. Mesela Tek Gecelik şarkısını kadın da üzerine alınabilir. Herkes aynı şeyleri yaşıyor, aynı duyguları paylaşıyor. Ama tabi dili erkek. Bazı halk türküleri vardır aslında kadının söylediği türküdür ama çok güzel bir türküdür erkek de söylemek ister de olmaz ya... O kadın (veya erkek) türküsüdür. Benim şarkılarımın hepsi erkek şarkısı, evet, bir kadının dili yok orda. Duygusu ise kadına da erkeğe de hitap ediyor.
“
Şu ana kadar yapılan aşk şarkılarıyla dalga geçmek istedim. Anlattığım her bir konuyu obsesif kompulsif bozukluk gibi hastalık adı olarak da yazabilirdim. (...) Hepsini hastalık ismi olarak yazabilecekken daha şehir ağzı olan, günlük dilde bilinen platonik, kabulleniş, kıskançlık gibi isimler kullandım. Aslında ben kavramın hastalık köşesini irdeleyip, mevcut şartlarda aşk anlatılacaksa da böyle anlatılsın, ayarı kaysın istedim.
”
Önce çok güçlü bir kliple çıktın; Paranoya. Ardından Geç Kaldım, Takıntı ve Platonik klipleri geldi. Şimdi hangi parçaya klip geliyor? Biz üçleme yaptık, Geç Kaldım ve Platonik ile post apokaliptik bir yola çıktık.
33
kuzgun
Onun bir finali olacak. Yeni klip için Kabulleniş ve İçgüdü arasında kararsızım. İçgüdü’yle ortalığı mı karıştıralım, Kabulleniş’le biraz kabul edip mi bitirelim kararsızlığına düştük. Platonik üzerinde konuşalım. Aşkın hangi evresi o? En güzel evresi. Her gün defalarca yaşadığın evresi. Kimsenin sana mani olmadığı “Olmaz o iş, unut onu!” diyemeyeceği bir evre. Her bindiğin dolmuşta, her vapurda kendi kendine uğraştığın bir dönem.
bazı kalıpların var, bunlar göreceli değil senin dünyanda; öyle mi? Doğru ya da yanlıştan değil, manyaklıktan bahsediyoruz. Orada doğru ve yanlış kavramı kayboluyor. Ona bakarsan senin doğrun sana doğru benimki de bana. Ama belli bir yol var. Mesela kışın o suya artistlik yapmak adına atlanılmamalıdır! Bu soğukta, karda “Ben o suya atlarım” denilmemelidir. Bu doğru değildir çünkü hasta olacaksın sonuçta. Kız ortamdaysa yapılabilir!
KADINLIK VE ERKEKLİK DURUMLARI Tabi canım yapan var, neler neler yapılıyor. Çeşit Peki, senin ilk aşkın platonik miydi? Tabiî ki, çocukluk aşkıydı. O dönemler, yandım sene söyleyemezsin ya :”Ben ve seni.. sen... Ben... sana... seni... senin bendeki... benim... sana...seni... ihihihi” deyip kaçarsın. Herkes platonik başlıyor.
çeşit hamleler olur. Ben bunu yaparım, şunu yaparım der erkek gücünü göstermek için. Erkek gücünü gösterir kadın da narinliğini, nezaketini gösterir (gülüyor). Böyle paylaşımlar var. “Evet, bu iyiydi” dediğin bir aşk şarkısı var mı? Ağır Roman - Ağla Sevdam
Açılma oldu mu? Kitap? Evet açıldı. Ama beş sene geçmişti ben de artık çok geç dedim. Çok küçüktük, ilkokul yani.
Aşk kitabı hiç okumadım.
Bir cümleyle aşkı nasıl tanımlarsın?
Film?
İçindeki hasta ruhun ortaya çıkabilmesi için iyi bir tetikleyicidir.
Perfect Sense. Aşk başkaldırıyı tetikler mi?
İlla bir hastalık! Elbette. Tetiklenirsin. Aşık olduğun zaman yapamayacağın şey yoktur. Aşık olduğunda gözün görmez, doğru düşünemezsin, doğru karar alamazsın. Yapılmayacak şeyleri yapmaya başlayabilirsin, yapmaya çalışabilirsin, deneyebilirsin. Girmeyeceğin işin içinde kendini bulabilirsin. Olmayacak hormonların, testosteronun yerinden fırlar. Manyak bir şeye dönüşürsün, âşık adam tehlikelidir. Buradan şunu anlıyorum ki senin aslında “doğru düşünmek, doğru karar vermek” gibi
kuzgun
Tabi, diyorum ya her şeyi yapabilirsin. Normalde korkak bir adamsan -ki filmlerde işlenen de genellikle odur- girmeyi düşünmediğin meseleler vardır. Ama âşık olduğun ve sevdiğin kadına bir şey yapıldığı zaman yapamayacağın yoktur, ordular kurarsın. Aşk dış dünyaya başkaldırıyı tetikler, peki âşık olunan kişiye de boyun eğmeyi getirir mi? Getirebilir. Birçoğu eğmiştir. O kişisel bir durum, kişilik meselesi.
34
Aşk hakkında çok güçlü, çok tehlikeli gibi tanımlar yaptık. Aşk ve sevgi arasındaki fark var mı? Varsa nedir? Var. Aşk bu manyaklıkları getiriyor. Sevgi kısmı tüm bu manyaklıklardan arınmış ve posasını atmış meyve suyunun en lezzetli hali gibidir. En saf, temiz, berrak hali. Her aşk sevgiye dönüşür mü? Mümkün değil. Ne şiddetli aşklar vardır ki ömürleri boyunca kavga ederler, kesin ayrılır dersin devam eder. Ne düzenli giden aşklar vardır ki bir anda biter.
zaman “Yani...” dedim. Mantar şamandıra bir şey geldi bana. Şimdi herhangi biri ilk gelip izlediğinde ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Heyecanı var ama tam olarak ne yaşayacağı konusunda hiçbir fikri yok. Herhangi bir durumla kıyaslanamaz. Şuna benzer buna benzer diyemezsin. Kişiye onu anlatamıyorsun zaten. Ancak yaşayacak, görecek, öğrenecek. Atlayışları izlememden on sene sonra devamlı konserlere gelen bir fanımız Türk Hava Kurumu’ndaki o zamanki müdürümüzün oğluymuş. Onun vesilesiyle en sonunda bir tandem yapmak üzere İzmir’deki okula gittim. İlk atlayışımı yaptım. Eğitimi alacağımı söyledim, gerçi bunu atlayışı yapan herkes söyler ama almaz. Ben gittim eğitimimi aldım. Atlayıcı oldum, lisanslarımı toparladım, devam da ediyorum.
Aşk ve nefret aynı enerji kaynağına mı sahip? Eş anlama gelebilir, evet. İkisi de içinden atamadığın duygu hali. Aşk için de “onu söküp atamıyorum kalbimden” diyorsun mesela, nefret de öyle. Belki vazgeçmek, o duyguyu unutmak, hayatına devam etmek istersin ama o kopmaz kolay kolay.
İlk izlediğin zamanla ilk atlayışı yapman arasında on sene var dedin, neden o kadar uzun? Albüm çıkardım. Şimdi de albüm çıkarıyorsun ama atlayış da yapıyorsun.
Kıskançlıkla aşkı nasıl ilişkilendirirsin? İşte o aşırı sahiplenme duygusu. Mal benim, mülk benim, kimse bakmasın, kimse ellemesin, “Höt, benim karıya mı baktın lan! Yoksa sen mi ona baktın” durumu, güvensizlik... Kıskanç mısın?
Kendimi daha az hırpalamaya karar verdiğim bir döneme girdim de onun için. Şimdi ilgilendiklerimi, uğraşlarımı daha düzenli yapma eğilimindeyim. Sevdiklerimi toparladım kucağıma, birine diyorum ki seni daha fazla seviyorum sana biraz daha fazla zaman ayıracağım, birine diyorum ki sen özelsin yılda bir yapacağım. Albümü zaten genişe yaymayı seviyorum.
Değilim. Yitirdim bazı şeyleri. Yitirdim derken? Bilinçli olarak mı arkanda bıraktın, yitirdin mi? Bir kısmını bilinçli olarak bıraktım ama büyük kısmını yitirdim. Bundan da memnunum.
BEŞİKTAŞK VE PARAŞÜT AŞKI Bütün bunların dışında senin büyük bir Beşiktaş aşkın var. Babadan mı geliyor? Babam tıraş oluyordu, hangi takımı tuttuğunu sordum. Beşiktaşlıyım dedi. Niye dedim. “Beşiktaş halkın takımıdır, Beşiktaş’ı herkes sever. Beşiktaş haksızlığa uğrar ama haksızlık etmez” dedi. Bu bana yakın bir tanım geldi kabul ettim. İyi ki de etmişim hala da aynı ruhu koruyarak ilerlediği için takımımdan çok memnunum. İyi ki ona âşık olmuşum, Beşiktaşk! Paraşüt nasıl başladı? Paraşüt de şöyle: On beş sene evvel sıkıntılı bir dönemimde yurtdışında –o zaman Türkiye’de yoktuspaceball’a bindim. Çok canım sıkkındı iş güç vesaire, o zamanlar başka gruplarda çalıyordum. O süpersonik makineden indiğim anda çok rahatlamıştım. Hiçbir şey umurumda değildi. “Oh be, ne güzel bir şey oldu bu!” dedim. Sonra şans eseri paraşütçü arkadaşlar edindim. O vesileyle gittim, Adana’da bir gösteri atlayışı seyrettim.
Senin bir numaran müzik, bunu biliyoruz. Ancak müziği bir kenara bırakırsak paraşüt senin için en özel yerde mi? Motor daha “en” diyebilirim. Araba, motor sporları daha özel. Paraşüt, on senenin ardından atlayışı yaptıktan sonra aynı manyaksı duyguyu veremedi. Benim kafamı o günkü gibi dağıtamadı. Bir de çok güvenli bir halt paraşüt. O kadar güvenli ki onun için herkese atla diyebiliyorum. İkinci şansın var, ikinci paraşütün var. Arabada motosiklette öyle mi? Güle güle... Paraşüt ve diğerleri de aslında senden tetikte olmak, gözünü ve pratik zekânı açmak, radar gibi her şeyi düşünmek, çevre kontrolü yapmak gibi yetileri talep ediyor. Plan-program-plan-program şeklinde gidiyorsun çünkü saniyeler, milisaniyeler üzerine kurulu bir düzen. Devamlı gerginlik içerisinde geçiyor, gerginliği seviyorum. İşin özü bu. Riski seviyorum. Riski güzel bir planlamayla olumlu şekilde atlatmayı seviyorum. Bana her seferinde finali mutlu biten bir hikâye gibi geliyor. Hep hikâyeler yaratıyorsun kendine. Yine yırttım duygusunu mu seviyorsun? Eh yani, “Baba bir hata yaptık çok güzel ölüyorduk ama olmadı” (ardından içki içme efekti). Ölmemek... Keyifli. Bunları planlı yaptıktan sonra riskli değil. Korkaklar için riskli. Ben risk olarak bile görmüyorum. Bunun için kontrolünün yüksek olması lazım.
Bunu yapamayabilirim diye bir düşünce geçti mi aklından? Hiç geçmedi! Sana şöyle söyleyeyim seyrettiğim
35
Kontrolün full yüksek olacak zaten! Kontrolü biraz zayıf, biraz plansız bir adamı görürsen, o adamla o işi yapmazsın. O adamla atlayışa çıkmazsın. Bir-
kuzgun
likte devamlı atlayan insanlar aynı zamanda iyi dostlardır çünkü birbirlerine güvenirler. Hiç tanımadığın bir adamla atlayışa çıkarsın o kadar keyifli bir atlayış yaparsın ki birbirini okursun. Ses de yok orada konuşamıyorsun da gözünle anlaşırsın. Aşağı inersin kırk yıllık dost olursun. Garip bir bağın olur, güzel geçer.
HAYKO – EVLİLİK – ÇOCUK: BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ Artık aşka dönmemiz lazım Hayko. Aşk için öldürülür mü? Türkiye’de sözde aşk ya da sevgi adına cinayetler işleniyor. Bunlar işte hastalık kısmına denk geliyor. Kıskanma, sahip olma, kendisine ait olmasını isteme durumu. Evlenip boşandığın kişi başka biriyle olduğunda benim olan başkasıyla beraber fikrini kabul edememek gibi. Hayal gücünü sadece apış arasına bağlamış insanlar, hep onu hayal ediyor o adam, başka hayal kurma kapasitesi yok. Bu olayları doğrudan evlilik kurumuna bağlar mısın yoksa daha genel bir sıkıntı mı? Bana göre sonradan öğrenilmiş bir duygu. Sanki en başta yoktu da sonradan kıskançlık gibi bir duygu üretildi. Neticede duygu tanımlarını insan kendi üretti. Murat Cem Ergül (Baterist): Sahiplenmek öldürme duygusunu getirir. O yüzden Uzak Doğu felsefelerinde “sahiplenme” diye bir öğreti vardır. Yoksa öldürürsün. Aşk zaten geçici bir şey… İçgüdüsel; gözbebeklerin, vücut fonksiyonların değişiyor. Murat devamlı âşık olur da (ekipte gülüşmeler). Evlilik de öğretilmiş/öğrenilmiş bir kurum. Öyle yapmak zorundasın, resmi olmak zorundasın. Dünya tarihi tek eşli değil. Ama yanındaki kadına sahip olmak zorundasın, onu korumalısın, kollamalısın; erkek avlanmalı, güçlü olmalı, üreyebilmeli, nesillerini devam ettirebilmeli, kadın derlemeli, toplamalı, erkeğin getirdiğini hazır etmeli, anaç olmalı, üremeli gibi öğretiler sonucunda buraya varıyoruz. Aslında içgüdülerine baktığında hayvanla aynısın, çok süpermiş gibi “bizde ekstradan akıl var” demişiz de insanlığın bir b.kuna yaramamış. Kendisine dert üretmekten başka bir halta yaramamış. Böyle duygular/kurumlar üretilmiş. Sonuçta belediye işlemiyle başlayıp Türk ulusu adına mahkemelerde biten bir sistem var (Dr. Erdal Atabek’in tespitine saygılarımızla). Türkiye’de evlenme ve boşanma sürecinin özeti bu. Sen evlilik ve aşk kavramlarını bağdaştırıyor musun? Şimdi ben sana evlilik osuruktan bir şey derim, sonra acayip bir hatuna âşık olurum bir anda “seninle evlenmek istiyorum” derim. Evliliğe verir veriştiririm, evlenirim. Çocuk hiç istemiyorum, üreyebilirim. Hastalık işte, manyaklık bu… Yıldırım nikâhı diye bir şey var ya! Dayanamıyorum nikâhı. Adrenalin bağımlısı mısın? Muhtemel. Eşiğim çok yüksek. Senin hissedece-
kuzgun
ğinle benim hissedeceğim arasında çok fark var. Sen panik yapıp bağırmaya başlarken ben oturuyor olabilirim. Bu aşk için de geçerli mi? İnsanların tehlikeyle yüz yüze geldiğinde panik olup kaçtığı yerde sen durur musun? Kimi insan aşktan kaçar, sen kaçar mısın? Benim şu anda öyle bir duygum yok gayet mutluyum. Ama kaçmam. Aptal âşık olma potansiyeli çok yüksek bir adamım. Böyle bir döneme girerim. Bir anda da çıkabilirim. Öyle de yamuk bir tarafım olabilir. YENİ ALBÜM VE PROBLEM ÇÖZMEDE ÖZNE SORUNSALI Ölüm kavramı seni başka nedenlerden dolayı aşk albümüne getirdi. Aşktan sonra ne yaklaşıyor? Bir sonraki albümle ilgili bir takım eskizlerim var ancak üzerinde çalıştığım için pek söylenir değil. Yine sorunlu şeyler, sıkıntılı. Fakat çok mutlu bir dönemimdeyim. Geçenlerde Twitter’a öyle bir şey yazdım: Her şeyimin iyi gitmesi kendimi yaralamayacağım anlamına gelmiyor. Kendime sado-mazo bir adamım, hoşuma gidiyor. Beni çok mutlu görürlerse bunlar (ekibini gösteriyor) sorarlar iyi misin diye. Problem adamıyım çünkü çözmeyi seviyorum. Problemim yoksa problem yaratırım, bu kadar net. Bir ortam o kadar güzel olamaz; önce bir darmaduman edeceğiz sonra bunu çözdüğümüz için çok mutlu olup sabaha kadar içeceğiz sistem bu. Temiz ev sevmem. Evi b.k götürecek ki temizlediğim zaman evi ne kadar güzel bir hale getirdim diye düşüneyim. Temiz olan bir yeri temizlersen anlamı yok ki. Temizlik yapar mısın? Yaparım... Yapardım... Yaparım... Döneme bir girerim orayı dümdüz ederim. Tıraş temizliği vardır bende, hiç bir şey kalmaz. Kökten! Temizlik dışında, problem çözme konusuna gelirsek? Problemleri de öyle çözerim. Kökten. Kimse kalmaz. Anlıyorum. Bu durumda sürecin öznesi “biz” değil “ben”. Problemi ben çözerim. Biz yok. Problemi “ben” öznesi mi “biz” öznesi mi yaratır? Problemi “biz” yaratırsak yine ben çözerim. Bununla beraber, “sen” yarattıysan sen çözeceksin. O sırada çok sinirli değilsem yardım edebilirim. Yalnız bırakıp çöz bakalım da diyebilirim. Hep biri yardım ederse bir sonraki seferde yanında biri olmadığında ne yapacak? Devamlı başkalarından yardım isteyen insan sevmem. Yardım edebileceğim bir durum varsa tabi ederim, ancak bunun karşımdaki kişide alışkanlık yaratacağını anlarsam yapmam. Dilenmek gibi öylesi.
36
ş iir
aslıhan tüylüoğlu güvercin bakışı
Seninle yürümek bir sokağı Kaybolmuşken bulunmaya benzer Dünyayı taşırım, adımlarım aşktan beter Yazsa ağaç gölgesinde, kışsa güneşte Durup geçmişten bir güne bakmaya benzer Yürür ağaçlar, taşlar yürür Neşelenir bir şairin sokağı Kediler düşümüze sürtünür Kuşlar dinlenir, yavaşlar zaman Soluğum tazelenir Bir rüya bir geceyi gezinir Göremem baktığım yeri içini görmekten Dolaşmaktan zihnindeki çiçeği Ayaklarım bilir kalbim şaşırır Her köşe başlamaktır ayrı bir öyküye Girmek yalıda bir apartmana Bir eski insanı yenilemektir Güvercin sağanağı ağır Alaybey’de sonra İhtiyar bir karıkoca İki açık çayla yılları demlemektedir. Seninle yürümüşsem bir sokağı Hayatın koluna girmişimdir.
37
kuzgun
ş iir
nima yuşic* Çeltik Tarlasındaki Gece Korucusu** Farsçadan Çeviren: M. Bülent Kılıç
Parlıyor ay, ırmak sakin. Kayın ağacının dalında bir sülün Sarkıtmış kuyruğunu, dalmış uykuya. Ama bitmemiş çeltik tarlasındaki işi Gece korucusunun. Bazen borusunu öttürüyor Bazen vuruyor davuluna tokmağıyla. Bu vahşi karanlığın içinde Duyulmuyor hiçbir ses, bundan başka. Her şeyin hakimi o Ve her şey ona tabi şimdi. Bir domuz olmalı bu geçen Ürküyor bir gölge bu geçenden. Uykulu, yorgun gözlerle Boyuna sayıklıyor kendi kendine: “Nasıl da uzun, nasıl da sıcak, nasıl da sivrisinek dolu bir gece! Karım yeni öldü, Aç kaldı iki çocuğum. Bir avuç pirincimiz bile yok kasemizde. Neyleyim de susturayım bu bebelerin mızırtısını?” Derken bir kez daha vuruyor tokmağıyla Davulunun göbeğine. Bir dolunay yerleşmiş bu sisli havanın içine Ve ormanın bütün geçitlerinden Bütün çeltik tarlalarının üzerinden uçarak Yıldırıcı bir akın halinde hücum ediyor sivrisinekler. Öyle ki boru üflemek, davul çalmak bile Hafifletiyor vahşi gecenin ağırlığını. Her şey gaddar, onun gözünde Her şey beyhude, zorlu ve ağır.
kuzgun
38
ş iir
Ama bir şey geçiyor aklından Bir kuşun, uçarken yem bulup da Yavrularına doğru seslenişi gibi. “Açlık ateşleri içinde kavrulan iki evladın var senin Öksüz, kimsesiz kaldı yavrucaklar. Git bi bak be adam Sor bir, nerde yatıyorlar, ne yapıyorlar!” Diyorlar ona. Bir türlü sakinleşmedi çeltik tarlasında çalışan çocuğum, Sivrisineler soktuktan sonra. Uzun uzun anasını andı uykuya dalmadan önce. Yokmuş gibi kısık yanıyor kandil Yanık yağ kokusu geliyor burna. Bulanıyor içinde yağ Ölgün bir alev, fitilin ucunda.
Nasıl da sivrisineklerle dolu, Nasıl da bitmez tükenmez bir gece bu. Yok tek bir insan sesi bile! Öldü, kedere gömüldü ne varsa; Yok artık hiçbir haber, dünyadan. Köy uzaktır şimdi. Ve eğer biri varsa civarda Onun da geçiyordur ömrü çalışmakla: Kendisi tarlada Karısı yalnızlığın doruklarında… “Ey, Daleng! Daleng” diye sesleniyor köpeğine, Çağırıyor kendine. “Daleng!” Bir yaban domuzunun sesi duyuluyor uzaktan. Parlak gözlerinde kızıl ateş gülleri açmışçasına Atılıyor, sıçrıyor taştan taşa köpek, Ya da pençeliyor toprağı kudurmuşçasına. Ne bir insan ne de bir köpek yarenlik edebilir ona Fukara gece korucusu yapayalnız, Bütün öteki ırgatlar gibi, orda, çeltik tarlasında. Üstü çıplak ve bir kandil elinde. Boyuna gidip geliyor, Nasıl da kapılıyor korkuya, Her an daha bir vahşileşen sis, Biçim veriyor geceye. Boru üfleyerek, davul çalarak Yürüyor başka bir yoldan Sanırsınız, kıpırdıyor bir ölü mezarında,
39
kuzgun
ş iir
Belli değil sağ mı ölü mü Bıktı, bitkin düştü sizin kendisine biçtiğiniz o hayattan. Öfke ve azap Uzaklaşıyor bu anda Ölü kımıldasın diye mezarda Ya da kalkıp yürüsün diye Açılmak için yepyeni bir hayata. “Sivrisineklerle dolu, sıcak, berbat bir gece Çocuklarım uyanamadılar uykularından. Ne çok gece söyledim onlara: Şeytan işidir uyku! Ama bu gece uyuyorlar. Ve iyi biliyorlar Babalarının ne kadar yorgun düştüğünü. Yeter boyuna koşuşturduğu onun Derman kalmadı dizlerinde” Daleng, Daleng, uyuyor onun aç köpeği de. Her şey uyudu, her şey sakin. Eziyor böğürtlenleri bir yabandomuzu çalılıkta. Uyanık kimse yok ondan başka, Ondan başka, çalışan ve daha bir dolu işi olan… Sivrisinekler emiyor kanını Çıplak ve yağız bedeninin Sabahın sesi duyulana kadar. Bir an başka bir şey düşünüyor Ormanın vahşetiyle Bir ürperti hissediyor boynunda, bedeninde ve kalbinde. Bir kez daha işine dönüyor Yoksulluğun çökerttiği baba. Sabaha kadar uyanık gözlerle Çalışmak zorunda çeltik tarlasında Yiyebilsin diye diğerleri İç rahatlığıyla. Bir kez daha yineliyor kendine: “Öldü karım, Çocuklarım hasret kaldı bana Gideyim de göreyim yüzlerini bir an. Yaban domuzları Ne diye gelip viran ediyorlar bu tarlaları” Nasıl da ağır, nasıl da sivrisineklerle dolu bir gece bu! Evet, bunları sayıklıyor boyuna. Ormanın kıyısında gölgeler uzun ve ürkütücü, Söndü ateş Çocuklar buz kesmiş bedenleriyle hareketsiz, El ele tutuşarak gömülmüşler sonsuz uykuya ama
kuzgun
40
ş iir
Acılar içinde. Başka bir alemde artık her ikisi de Uzaklaştılar iyiden ve kötüden az çok. Geceyarısı Kayıp giden bakışları Mırıldanıyor bir saat öncesinin hikayesini. Bedenleri onların babaya diyor ki: Öldü çocukların baba! Ama dönüp geldi domuzlar, Yediler pirinçleri tarlada…” Gitse nolur, gitmese ne? Bir an sıyrılıyor yasından Gidiyor çeltik tarlasının gece korucusu Bir hayalet gibi tıpkı Öyle bir gidiş ki o, yürümüyor sanki. Düğümleniyor yolda boğazı, Dönüyor başı. Her nesne, her şey geliyor üstüne üstüne. Gözlerini mezarda açan biri gibi. Gökyüzü bir mezar taşı üzerinde. Gece oldu yine. Her şey aynı. Aynı iki lokmalık gece azığı. Aynı ırmak. Bir inilti duyuluyor ormanın içinden Gamlı bir kandil yanıyor. Bütün işler bitti, paydos edildi. Ama çeltik tarlasında Bitmedi henüz işi gece korucusunun.
* N i m a Yu ş i c K i m d i r ? 1895 yılında, İran’ın Hazar kıyılarında yer alan Mazenderan eyaletinin Yuş köyünde dünyaya geldi. Asıl adı Ali Esfendiyari’ydi. Nima Yuşic adınıysa, ilk olarak, 1921 yılında Efsane adlı şiirini yayınladığında kullandı. Gençlik yıllarında, Gilan bölgesinde etkinlik gösteren Cengeli hareketinden etkilendi. Cengeli, İslami motifler de içeren bir sosyalist hareketti. Nima, bir ara, bu harekete katılarak, elde silah, savaşmayı bile istedi ama yapamadı. Sonraki yıllarda Sovyet yanlısı Tudeh partisine yakınlaştı ama Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaları beğenmiyordu. 1950’lere doğru İran’daki Titocu hareketle ilişki kurdu, onların yayınlarında ürünler yayınladı ama grubun militan bir öznesi olmadı. Nima, daha ilk şiirlerinden başlayarak dikkat çeken bir şair oldu. Şiirde vezin ve kafiye düzenini değiştirdiği, kendine özgü bir ölçü sistemi geliştirdiği için küçümsendi, hor görüldü ama ciddiye de alındı. Bu süreçteki şiirleri nedeniyle, daha sonra, “Yeni Şiir”i başlatan ve Modern İran Şiirini kuran şair olarak kabul edildi. Ancak, 1937 yılında yazdığı Qaqnus (Kaknus) adlı şiirinde vezni ve uyağı bütünüyle atarak şiirde yeni bir evrenin başlamasının zeminini yarattı. Ahmed Şamlu, Ekhevan Sales gibi yeni, genç ve yetenekli şairlerin katılımıyla bu yeni şiir hareketi olgunlaştı ve “Beyaz Şiir” diye adlandırıldı. Nima’nın neredeyse bütün şiirleri başkalarını, ötekini, anlatmak üzerine kuruludur: güçlüklerle boğuşan, bazen kötü huyları da olan, sıradan insanları anlatır. Şiirlerinde doğa imgeleri çok güçlüdür. Bir “köylü” şairdir; bir doğa insanıdır. 1960 yılında Tahran’da ölmüştür. Mezarı sonraki yıllarda Yuş köyüne taşınmıştır. Babasının Yuş’taki Kaçar Hanedanlığı döneminden kalma evi ise dünya mirası listesine alınmış “Nima Yuşic Müzesi”ne dönüştürülmüştür. **M.Bülent Kılıç’ın çevirisiyle, bu yıl, Ve Yayınevince yayınlanacak olan “Nima’dan Seçme Şiirler” adlı çalışmadan…
41
kuzgun
“
Uçan Süpürge’nin faaliyetleri, kadınların örgütlenmesi, kadınların güçlenmesi, medya ve kültür sanat alanlarında yoğunlaşıyor. Bu ana başlıklar altında eş zamanlı yürütülen birçok proje hayata geçirildi, geçiriliyor. Bu alanlarda savunuculuk faaliyetleri devam ediyor. Kadınların örgütlenmesi başlığı altında, Uçan Süpürge tüm ülkedeki kadın örgütlerinin bilgilerinden oluşan bir kadın örgütleri veri tabanı oluşturdu. Kadın örgütlerinin ihtiyaçlarını belirlemek aralarında etkili iletişim ve işbirliğini geliştirmek için çalıştı.
” uçan süpürge
ayı n sivil topl um kuruluşu...
Uçan Süpürge'nin faaliyetleri hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz? Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği 1996 yılında Ankara’da bir grup kadın tarafından kuruldu. Misyonunu toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yönelik feminist düşünce, eylem ve politikaların yaygınlaşması için çalışmak, bu doğrultuda ulusal ve uluslararası örgütlenme girişimlerini desteklemek, alanın bilgisini özgün araştırmalarla zenginleştirmek olarak belirledi. Uçan Süpürge’nin faaliyetleri, kadınların örgütlenmesi, kadınların güçlenmesi, medya ve kültür sanat alanlarında yoğunlaşıyor. Bu ana başlıklar altında eş zamanlı yürütülen birçok proje hayata geçirildi, geçiriliyor. Bu alanlarda savunuculuk faaliyetleri devam ediyor. Kadınların örgütlenmesi başlığı altında, Uçan Süpürge tüm ülkedeki kadın örgütlerinin bilgilerinden oluşan bir kadın örgütleri veri tabanı oluşturdu. Kadın örgütlerinin ihtiyaçlarını belirlemek aralarında etkili iletişim ve işbirliğini geliştirmek için çalıştı. Kadınların güçlenmesi başlığı altında öne çıkan çalışmaları çocuk gelinler alanında oldu, bunun yanı sıra Benim Madam Curie’m Projesi ile kız çocuklara 4 bilim kadınını kısa animasyon filmler aracılığıyla tanıttı ve onlara meslek seçimlerinde farklı rol modeller kazandırdı. Kadınların yerel siyasete katılabilmeleri için güçlenmeleri ise Uçan Süpürge’nin güncel olarak çalıştığı bir diğer konu, gölge meclis isimli mekanizmalarla kadınlar belediye meclislerinin nasıl çalıştığını öğrenip kendi il ve ilçelerindeki meclisleri izliyorlar. Medya konu başlığı altında yerel muhabirler ağını kurup ülkenin her yanından kadın muhabirlerin hazırladığı haberleri web sitesinde yayımladı. Uçan Haber Kadın Dergisini yıllarca çıkarttı ve şu anda da medyada cinsiyetçilik izlemesini hayata geçiriyor. Kültür Sanat başlığı altında yer alan Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, ülkenin en prestijli kadın filmleri festivallerinden biri olmayı 17 senedir sürdürüyor. Uçan Süpürge’yle neredeyse yaşıt olan festival, bu yıl 18. Yaşını “18’in halleri” temasıyla kutlayacak. Uçan Süpürge neden Çocuk Gelinlerle ilgili çalışma yapıyor? Yıllar önce bu zamanlar, İzmir’de, 16 yaşındayken kuzeniyle evlendirilen bir kız çocuk dokuzuncu kattan atlayıp yaşamına son verdi. Birkaç gün sonra Adana’da 15 yaşındaki iki kız çocuğun berdel edilip birbirlerinin ağabeyleriyle evlendirildikleri ortaya çıktı. Ardından Diyarbakır’dan bir haber geldi: hastane kayıtlarına göre son bir yılda 12-17 yaşları arasında yaklaşık 450 çocuk doğum yapmıştı. Bu hikayelerin sonu gelmiyor. Çocuk evlilikleri her yıl dünyada ve ülkemizde tam sayısı bilinmeyen fakat milyonlarla ifade edilen kız çocuğun eğitim alma, sağlıklı bir ortamda yaşama, şiddetten korunma, kiminle ve ne zaman evleneceğine karar verme gibi en temel insan haklarını ihlal ediyor ve hayatlarında tedavi edilemez yaralar açıyor. Uçan Süpürge, kutsallığından söz edilen ailenin her yıl binlerce çocuğun yaşamını karartmasını içine sindiremediği için yıllar önce başladığı çocuk gelinler çalışmalarına “küçük yaşta evlilik büyük geliyor!” diyerek tüm hızıyla devam ediyor. Konuyla ilgili yasal değişiklikler için çalışma yapıyor musunuz? Konuyla ilgili yasal değişiklikler yapılması, devlet organları tarafından politika üretilmesi Uçan Süpürge’nin çabalarının sürdürülebilirliği ve sorunun azaltılması için hayati önem taşıyor. Elbette bu alanda da çalışmalar yapılıyor. Örneğin, TBMM’de erken evlilikler, berdel ve çocuk pornosu konularını araştıracak bir komisyon kurulmalı fikri Uçan Süpürge’nin 2006 yılında düzenlediği erken evlilikler zirvesinin bir çıktısıydı ve üç yıl sonra kurulan KEFEK, ilk iş olarak bir alt komisyon oluşturup erken evlilikler sorununu inceledi. Geçtiğimiz Haziran ayında kabul edilen Türk Ceza Yasası ve bazı kanunlarda yapılan değişikliğe dair, Uçan Süpürge alanda çalışan hukukçularla birlikte Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na görüş
kuzgun
42
vermiş, Çocuk Hakları Strateji Belgesi’nden yola çıkılarak hazırlanan Çocuk Hakları Eylem Planı da en yakın zamanda Uçan Süpürge’nin görüş verdiği belgelerden. Bundan sonraki planlamalarınız nelerdir? Çocuk Gelinler Uluslararası Konferans:
“
Çocuk Yaşta Erken ve Zorla Evlilikler sadece Türkiye’de değil dünya genelinde bir toplumsal sorun. Dünyada çocuk yaşta evliliklerin 2015 sonrası Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine dahil edilmesi tartışılmakta ve bunun için lobicilik faaliyetleri yürütülmekte. Uçan Süpürge bir “kız çocuk zirvesi” düzenleyip dünya’dan iyi örneklerin ve bu sorunla mücadelede zorlanan ülkelerin temsilcilerini bir araya getirecek. Çocuk Gelinler eğitim modülü:
Çocuk Evlilikleri’nin kız çocuklara, ailelere, ekonomiye ve kalkınmaya yani tüm topluma etkilerinin ve maliyetlerinin anlatılmasına ihtiyaç olduğu tespit edildi. Çocuk evliliklerinin önlenmesinde ailelerin ve özellikle babaların ve erkeklerin rolünün önemini değerlendiren Uçan Süpürge 10 yılı aşkın deneyimi ve birikimiyle Çocuk Gelinler alanında eğitici eğitimleri vermeyi gündemine aldı. Uçan Süpürge Çocuk Gelinler kitabı: Uçan Süpürge çocuk evlilikleri alanında uzun yıllardır yaptığı çalışmalarını ve birikimlerini diğer kadın örgütlerine, çocuk alanında çalışan sivil toplum örgütlerine aktarmayı düşünüyor. Bunu tüm bu çalışmalarda üretilen görsel materyalleri de içeren bir kitap olarak tasarlıyor. Uçan Süpürge kitabında çocuk evliliklerini çalışmaya nasıl ve neden başladığını, o yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve politik atmosferin ne olduğundan, çocuk evlilikleriyle mücadelede alınan yoldaki payından bahsedilecek. Kitabın tanıtımı 2015 Martının ilk haftasında yapılacak. Akademik Çocuk Gelinler kitabı: Uçan Süpürge’nin çalışmalarını sürdürdüğü yıllarda eksikliğini fark ettiği önemli bir konu çocuk yaşta erken ve zorla evliliklerin artan görünürlüğüne rağmen bilimsel çalışmaların azlığı oldu. Çocuk evlilikleri ile ilgili özgün araştırmaların yapılması için akademisyenlerin daha yoğun çabalarına ihtiyaç var. Uçan Süpürge bu araştırmaların var olabilmesi için gerekli teorik ve pratik altyapının oluşturulması gerektiğinin farkına vardı. Bu amaçla, eğitim, sağlık, istihdama erişim gibi konunun farklı boyutlarını ele alan makalelerden oluşan bir referans kitap hazırlığında. Tüm bunların yanı sıra Uçan Süpürge tüm iletişim kanallarını farklı alanlardaki çalışmalarını desteklemek için kullanmakta. Örneğin 18. Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde her yıl çocuk evlilikleri ile ilgili filmler göstermekte, kız çocukların erken evlenmek yerine farklı seçenekleri olduğunu göstermek için Benim Madam Curie’m Projesi ile çocuk gelinleri birleştirmekte. Farklı çalışma alanlarından örgütlerle işbirliği kurmakta. Suriyeli göçmenlerin önemli sorunlarından olan çocuk evliliklerine dair, göçmenlerle çalışan sivil toplum örgütleriyle çalışmalar yapmakta.
ayrıntılı bilgi iletişim ve destek için
43
Hastane kayıtlarına göre son bir yılda 12-17 yaşları arasında yaklaşık 450 çocuk doğum yapmıştı. Bu hikayelerin sonu gelmiyor. Çocuk evlilikleri her yıl dünyada ve ülkemizde tam sayısı bilinmeyen fakat milyonlarla ifade edilen kız çocuğun eğitim alma, sağlıklı bir ortamda yaşama, şiddetten korunma, kiminle ve ne zaman evleneceğine karar verme gibi en temel insan haklarını ihlal ediyor ve hayatlarında tedavi edilemez yaralar açıyor.
”
Söyleşi: dakandakan
Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği Büyükelçi Sokağı No: 20/6 Kavaklıdere - ANKARA Tel: (312) 427 00 20 • Faks: (312) 466 55 61 http://www.ucansupurge.org • info@ucansupurge.org
kuzgun
ş iir
robert frost İngilizceden Çeviren: Fırat Öztürk*
yıldızlar Nasıl da sayısızca toplanıyorlar, Kargaşalı karlarımızın üzerine. Ağaçlar kadar yüksek şekillere akıyor, Buz gibi rüzgarlar estiğinde. Sanki müptela olmuşlar kaderimize, Sendeleyen birkaç adımımız üzerinde; Beyaz dinlenişe ve bir dinlenme yerine Şafakta görünmeyen Ve henüz aşksız ve nefretsiz Bazı kar beyazı yıldızlar gibi Sanki Minerva’nın kar beyazı mermer gözleri Manzaranın hediyesi olmadan
*Fırat Öztürk: 18 Şubat 1998’da Polatlı’da doğdu. 8 yıldır Haymana’da yaşıyor... Haymana’daki düzene ayak uydurmayı reddedip yazarak mutlu olmaya çalışıyor. Henüz Nuri Bektaş Anadolu Lisesi 11. sınıf, dil bölümü öğrencisi olan Öztürk, aynı zamanda öyküler yazıyor ve İngilizce’den Türkçe’ye çeviriler yapıyor. Biz de kuzgun dergisi olarak bu genç öykücüyü/ çevirmeni sizlerle tanıştırmaktan mutluluk duyuyoruz.
kuzgun
langston hughes İngilizceden Çeviren: Fırat Öztürk*
hayeller Hayallere tutun Çünkü eğer hayaller ölürse Hayat kanadı kırık kuşa döner, Uçamayan. Ve eğer hayaller giderse Hayat çorak bir araziye döner, Kardan donan.
barış Mezarlarını geçtik: Oradaki ölü adamların, Kazananlar ve kaybedenler, Hiç umursamadık. Ve Karanlıkta Göremediler kimin Galip olduğunu.
44
ş iir
muzaffer kale artık onları kimse bulamaz Yeni kaybolanlar öncekileri bulmak için giderler. Bulur bulmaz birbirlerini, düşünerek anlatırlar izlerini nasıl kaybettirdiklerini. Artık onları kimse bulamaz. Beklemek uzun sürer, yerli yerine otursun diye olgunlaşır zaman. Kaşla göz arasında ince denemeler yapılır sonuçları hemen alınan. Önemli resimlere bakılır, bilinmeyenler bir kenara saklanmıştır. Artık onları kimse bulamaz. Çoğu zaman birlikte yaşar kaybolanlar, yüz yıl sonra ortaya çıkar bu sıradan gerçeklik bulunan toplu mezarlarda. Kayıplar, yaşamak için olduğu gibi aynı ölmek için de bir araya gelirler. Sonsuz biçimde bağlıdır onlar birbirine. Geride Kalanlar! Ey, Geride Kalanlar! Kayıp ilanlarında fotoğraf kullanmanız hiçbir işe yaramaz, fotoğrafa tıpatıp benzeme devri gerilerde kalmıştır. Paris 30.04.2014
45
kuzgun
karakediye mektuplar
sevgili karakedi
[ II ]
ali hikmet eren S
evgili karakedi,
ilk mektubumu sana bir kuzgun taşımıştı; ikincisi de öyle oluyor. ‘e-mail’ini de aldım bu arada; sevindim iyi olduğuna. bu aralar senin kadar ‘kara’ bir kış var ankara’da. üşüyoruz karakedi. yakında bahar gelecek; sevişme günleri senin için de! biliyorsun karakedi, edebiyatımızda çok ‘sömürülmüş’ bir imgedir kedi; kara. ne çok şair, ne çok öykücü yazmıştır seni de. ben de bunlardan biriyim elbette; senin için, yıllar önce (sanırım 1998 yılı.) yazdığım bir şiirimi okurken, ece deden geldi yine aklıma; çok ‘sömürülmüş’ bir şairdir o da; hasta yatağında bile kimilerine yazı, kimilerine röportaj olabilmiştir! yeniden anımsatmak istiyorum sana o şiiri; yeniden okumak iyi gelebilir ikimize de;
karaşın şiir kedileri ardımızda atık bir şehrin anlamı gibi uzanıyor bitirdiğimiz okullar ve sömürülen bir kedi kara devlet dersinde gömülen çocuğaadı şiirinden uzun bir şiir oluyor yeniden, biz, yani yusuf, artık biliyoruz bir şehir neden düşer-------(ece deden kara bir kediyle karalıyordu şiirlerini; edip cansever ise hep karıştırıyordu yakup ile yusuf’u. devlet dersinde gömülen çocuklar vardı o zamanlar; şimdi olduğu gibi. vurdumduymaz, pragmatist, rantçı dostlar üçgeninde karakedi, yuvarlanıp gidiyoruz işte; şehir düştü düşecek!) sevgili karakedi, sen de tanıyorsun, dostum eren’le (barış), peçeli şiir’e yazdığı önsözden bu yana uzun zamandır bir araya gelemiyorduk. oldukça uzun konuşma fırsatımız oldu geçenlerde; özcan yalım’ın ece ayhan’la yaptığı ve toplamda üç kaset olan yaşam öyküsü söyleşilerini deşifre ederek yayımlamış dipnot yayınlarından. kitap 2012 baskısı ve 19 ocak 1982 ve 11 mart 1982 tarihleri arasında yapılan bir seri söyleşinin yazıya dökülmüş hali; ece ayhan çağlar anlatıyor! bir çırpıda okudum karakedi. ece ayhan’ı kendi yazdıklarından okumak, tümcelerini çözmek, algılamaya çalışmak hep ilginç gelmiştir bana. eren, ciddi bir arşiv çalışması da yapmış kitap için. kitapta ece ayhan’ın nufus cüzdanından tut da, okuduğu okullardan aldığı diplomalarına kadar pek çok arşiv görseli de mevcut. ayrıca annesi, babası, üvey babası ve ablası hakkında anlattıkları oldukça ilginç gelebilir sana da; meğer behzat ç. senin büyük dedenmiş sözgelimi! neyse karakedi, ilk mektubumda da sana yazacağımı söylediğim dergilerden birini çıkarıyor eren aynı zamanda arkadaşlarıyla: şerhh. dergi ikinci sayısında henüz ama ilk sayısından ikinci sayısına geçerken daha ısrarcı, daha sorumlu ve daha ‘dolu’ bir dergi havası da verdi okuruna. edebiyat, sanat, felsefe, müzik, tartışma ve çözümleme dolu bir dergi. antiperiyodik. sayfa sayısı da artıyor giderek. nereye kadar bu hızla
kuzgun
46
gidecek, derginin formatı ve periyodu sürekli değişecek ya da stabil bir hale mi dönüşecek? merakla bekliyorum karakedi. sadece, dergiyi tanımlayan ve künyede yazan ‘şiir ve eleştiri dergisi’ tanımının altında fazlaca ezildiklerini düşündüğümü söylemek istiyorum sana. evet, iyi bir eleştiri, hatta şiir eleştisi dergisi olabilir şerhh, ama asla, henüz, bir şiir dergisi değil bence. mektubumun başında, sömürü konusunda yazdığım gibi; ‘şiir’ sözcüğünü de dergiler tarafından sömürülen bir diğer sözcük olarak düşünebiliriz sanırım karakedi. şerhh ilk sayısında ve bolca türkçe dışı sözcük kullanarak anlattığı meramında; yeni bir dergi olmayı, itirazı, kendi gruplarından (beş genç şairden söz ediliyor ki bu isimler; monica papi, aras keser, kadir yanaç, eren barış ve servet turan.) yola çıkarak ‘edebiyatın mahfili’ olmayı hedefliyordu. ikinci sayının meramının özeti ise ‘çoğalmayı başarmak’ genelinde, dergiye yeni eklenenler üzerine, ‘içindekiler’ havasında okunacak bir yazıydı. evet karakedi, teoride güzel şeyler bunlar; ama ne var ki şerhh dergi, yayımladığı şiirlere bakıldığında, bir süzgeçten geçirilmemiş, atölye ya da dinlendirme - tartışma çalışması yapılmamış, şiire içkin olmayan metinlerin şiir adı altında yayımlandığı bir dergi olmuş bence. istisnalar var elbet ama genele baktığımda maalesef durum bu; şiirler sanki tam olmadan dalından koparılmış meyvalar gibi; bir burukluk, eksiklik var. derginin hedefini daha iyi belirlemesi, gitmek ve olmak istediği yeri tanımlaması, genç dostlarımın enerjilerini daha tasarruflu kullanmalarını sağlayacaktır; gerisini getirebilecek dışardalık ve temiz kalmışlık var onlarda. sana sözünü etmek istediğim bir diğer dergi eskişehir kökenli; gard. (eskişehir’i öteden beri sevmişimdir. oralı olmayı istemişimdir hep. biliyor musun karakedi, insanların yüzleri gülüyor sokakta ve kedilerle köpekler dost orada!) şakir özüdoğru editörlüğünde iki aylık periyotlarla çıkan ve ilk cildini tamamlamış bir dergi gard. şerhh dergi’nin aksine sadece şiir yayımlıyor. mütevazı bir bütçeyle yayımlanan, çok fazla görsel içermeyen bir ürün dergisi. editörünün şiire bakış açısı da çok geniş. kuşe kağıtlara ve rengarenk basılan edebiyat dergileriyle kıyaslandığında, şiirin önünü açan, gençlere özgüven kazandıran ama bunu da çoğu zaman sıkı şiirlerle yapan bir dergi gard. erenokur, arda karapınar, hakan yirik, emre varışlı, onur akyıl, anıl can oğuz, çağatay olgun, ali ihsan bayır ve mert özel gibi isimlerle tanışmamı sağladı gard. büyük keyif aldım şiirlerini okurken. el kadar bişey üstelik; katlayınca pantolon cebine bile sığıyor. dizgi ve tasarımda, yazı karakterlerinde ve dergi formatında kendini tekrardan kurtarabilirse gard, yeni bir devinim de kazanabilir, kazandırabilir şiire. sevgili karakedi, önceki mektubumda sana yazdığım, karamsar ve sözcüklerle oynayan, farklı olmaya çalışan genç şair tiplemesinden sonra madalyonun diğer yüzünü inkâr etmek, görmemek de yanlış olur; genç şair felsefeyi, mitolojiyi kullanıyor şiirinde, bilimi ve çağının gerektirdiği dili kullanıyor. kendini ve şiirini bulmak, poetikasını oluşturmak adına ‘deniyor’ kimi zaman. küçük harflerle yazıyor genç şair -bu iyi-, küfredebiliyor şiirinde; kendine ve hatta tanrıya bile. beni sevindiren, şiir adına umutlandıran tarafı da bu; güzel şeyler olacak umarım. ne tuhaf karakedi; ben sana hâlâ bir ‘kuş’la mektuplar yolluyorum, sen bana e-mail atıyorsun; bir kedi kadar bile takip edemiyorum artık teknolojiyi. napalım, öyle kalsın o da. mart ayın güzel geçsin, kendine iyi bak, yazarım yine… ahe.
47
kuzgun
“o güzel insanlar o güzel atlara
”
binip gittiler...
&
yaşar kemal 1923kuzgun
48
Ü R Ü N YAY I N L A R I Y E N İ K İ TA P L A R
www.urunyayinlari.com Ü R Ü N YAY I N L A R I Ko n u r s o kak 36/ 13 Kı zı l ay An kara Tel: 0312 425 39 20 Fax: 0312 417 57 23 mail: u r u n y a y i n l a r i @ g m a i l . c o m
I S S N
2 1 4 9 - 1 6 4 X
5, 00 TL KDV DAHİL