ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARtH YÜKSEK KURUMU TÜRK DÎL KURUMU YAYINLARI: 527
BİLİNMEYEN İÇ ASYA L. LIGETI
Macarcadan çeviren SADRETTlN KARATAY
Ankara Üniversitesi Basımevi -1998
Bu eserin 5846 sayıu kanuna göre bütün yayın, tercüme ve iktibas haklan Türk Dil Kurumu'na aittir. Açıklama Bilinmeyen tç Asya'mn 1. baskısı 1946 yılında çıkmıştı. Ofset yöntemiyle yapılan bu yeni baskıda 1. baskıdan farkh olarak eserin Macarca aslındaki resimler eklenmiştir.
Ligeti, Louis
ı
Bilinmeyen İç Asya / L. Ligeti; Macarcadan çeviren Sadrettin Karatay. -2. bsk.- Ankara: Türk Dil Kurumu, 1998 361 s.: res.: hrt.; 23 cm. (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınlan; 527) Bibliyografya var. ISBN: 975-16-0982-8 1. Orta Asya I. Karatay, Sadrettin (çev.) II. k.a. 958 1. Baskı 1986 2. Baskı 1998 ANKARA, 1998
isteme Adresi: Türk Dil Kurumu Atatürk Bulvarı 217 Kavaklıdere ANKARA Tel: (0312) 428 61 00 Belgegeçer (0312) 428 52 88
BİLİNMİYEN İÇ ASYA
ÖNSÖZ
Avrupa'h beyaz insanın tarihi harikalar dolu bir kahramanlık destanıdır. Bundan üç bin yıl önce onun kavimlerinden biri, meçhullüğün karanlıkları içinden ansızın çıkmış; bilgi, sanat yaratmış, çalışmalarından zenginlik ve refah meydana gelmiş, ticaret yapmış, istilâlar başarmıştır. Bu varlıkları meydana getiren ceddin hayat kudreti zayıflayınca, onun yerine daha genç, daha taze enerjili bir hısım kavim geçmiş; yüzyıllar içinde biriktirilmiş olan maddi ve fikrî varlıkları devir atmış, bu mirası korumuş, çoğaltmıştır. O da sırasını savunca yerine başkası, daima başkaları geçmiş ve bu tarihî geçit resmi böylece sürüp gitmiştir. Avrupa medeniyeti böylece doğmuş, büyümüş, gelişmiştir. Bunda garip, şaşılacak bir şey olmıyabilir, zira Dünya'mızın birbirinden uzak düşen daha başka noktalarında da, zaman zaman, orijinal, müstakil medeniyet merkezleri meydana gelmiştir. Eğer bu alanda derece ve şeref eskiliğe, ilk olana verilecek olsa, zafer dalı herhalde bizim değil, başkasmındır, çünkü başka yerlerde yüzlerce ve binlerce yıllık medeniyetler yaşar ve parıldarken, Avrupa kavimleri barbarlığın uyuşukluğu içine gömülmüş bulunuyorlardı. Biz, bu Yeni ■■ Dünya'nın Akdeniz'in doğu kısmında, uzağı gören bir amaçla ve bambaşka şartlar altında doğmuş olduğunu bile ileri sürecek durumda değiliz, zira o da öteki medeniyetlerden biri olmaktan başka bir şey değildi. Yoksa bu medeniyet ötekilere nasip olmıyan uzun bir hayata mı nail olmuştur? Unutmıyalım ki, yalnız Çin medeniyeti bile ondan hiç olmazsa iki bin yıl daha yaşlıdır. Asıl şaşılacak olan nokta, Batı medeniyetinin bu uzun üç bin-yıltn sonunda, üzerinden bu kadar zaman geçince bitkinlik, kocayış alâmetleri gösteren, kendi içlerine kapanarak geçmişleriyle avunan
6
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
7
öteki medeniyetler gibi cıltzlaşıvermemiş, tersine olarak asıl o zaman hızlanmağa başlamış olmasıdır.
reye uzvi bir şekilde bağlt olduğu ise gün gibi aşikârdır. Bu çağlardan her biri sade kendinden öncekine göre bir ilerleyiş olmayıp aynı zamanda kendinden sonraki çağın da doğurucusu, hazırlayıcı-stdır.
Bu gururlu, kendini beğenmiş Batt medeniyetinin kıymeti üzerine münakaşa yürütülebilir, hattâ bu parlak, göz alıcı dış görünüşün ardında bugün bile hâlâ mağarada oturan ilk insanın hayvani benciliği, zalim kötülüğü gizlenmekte olduğu, bu »üstün sınıf» Batı adamının birçok prensipleri kendine boşuna çizdiği üzerine deliller ortaya koymak da güç değildir. Buna rağmen, mahvolma tehlikesi bu medeniyeti ne derece tehdidederse etsin, biz ona yine o nispette kuvvetle bağlı kalırız.
Eğer kendinden önce bütün bir çağ demek olan, neticeleri ve tesirleri ölçülemiyecek kadar azametli bir önem taşıyan hâdise, yani Dünya'nın keşfi hâdisesi olmasaydı acaba bugünkü teknik medeniyet meydana gelebilir, böyle inkişaf edebilir miydi? Zor, hele bugünkü ölçüsünde hiçbir suretle.
Ne de olsa bu Batı medeniyetinin mevcudiyeti inkâr kabul etmez bir gerçektir, hem de eşine hiçbir yerde raslanamıyacak birtakım karakteristik damgalarla övünebilir. Bu medeniyet, şimdiye kadar yaşamış olan bütün medeniyetleri geçmiş, Sümer, Asur-Babil, Mısır, Hint, Çin, İnka, Astek medeniyetlerini hep geride bırakmıştır. Ama bu geçişi sanatta, felsefede, edebiyatta, insan zekâ ve kalbinin bin bir tezahüründe bulamayız; bütün bu sahalarda evvelce de kendine lâyık selefleri, tehlikeli rakipleri gelip geçmiştir. Fakat tabiatın gizli sırlarını sezmek, korkunç kuvvetlerini emri altına almak alanında, ötekileri gerçekten geçmiş ve böylece teknik medeniyeti yaratmıştır. Afakine ejderleri, gazlar, ocaklar, öldürücü silâhlar, gök delen yapılar, elektrik, radyo, televizyon ve daha bir sürü hayırlı veya belâlı icatlar hep bu teknik medeniyetin, bu tehlikeli bilgilerin mahsulleridir. Batı medeniyetinin bu gelişimi şimdiye kadarki nizamı kökünden sarsmış, insanın maddi âlemle olan münasebetini özünden değiştirmiştir. Bu sarsıntı ve değişme o kadar genişti ki, bazıları, Yunan Roma devrine kadar uzanan ve bugün artık pek iptidai görünen başlangıcı tamamiyle inkâr ile Batı teknik medeniyetini büsbütün müstakil bir sivilizasyon dünyası olarak ele almışlardır. Görünüşe göre bu telâkki yerinde olabilir, fakat yalnız görünüşe göre. Zira şurası muhakkak ki, Batı'lı beyaz insanın üç bin yıllık medeniyetinin tarihi, birbirinden açıkça aytrdedilebilecek birçok devrelere ayrılır ve bugünkü teknik devre de bunlardan biridir. Bütün bu devrelerin veya çağların kendinden önceki veya kendinden sonraki dev-
Şüphesiz her çağda, her medeniyet çerçevesi içerisinde büyük küçük birtakım keşifler olmuştur. İlk insan bile, mağarasından çıkıp uzakça çevresini yoklamağa cesaret ettiği zaman, ilk keşif yoluna çıkmış bulunuyordu. Fakat insanlığın birkaç yüz bin yıllık tarihinde hiçbir zaman, hiçbir başka medeniyetin yaşayış devresinde, tek bir insan ırkının büyük bir çevrenin ve hele bir kıtanın sıkı bağlarından kendini kurtararak, bütün Dünya'yı tanımağa muvaffak olduğu görülmemiştir. Bu başarı ilk defa Batı'lı beyaz insana nasip olmuştur. Teknik medeniyet için Dünya'nın keşfindeki önemi gerçek değeriyle belirtmekten belki de âciziz. Bununla beraber bir fikir edinebilmek için hiç olmazsa en göze çarpan neticeleri ele alabiliriz. Bir kere araştırma, anlama, kudreti altına alma hırsiyle hareket eden Batı'lı insanın önüne yeni madde ve zenginlik kaynakları açılmıştır. Önüne serilen yeni hazineler onun bilgi ve mal hırsını harekete getirmiş, teknik medeniyeti yaratma işine muzaffer bir tavtrla başlıyabilmek için gerekli vasıtaları ele geçirerek, uçsuz bucaksız görünen imkânlar kapısından Dünya'nın fethine çıkmıştır. Arzın her tarafına dağılan beyaz insan, her yanda sömürgeler kurmuş, başlı başına bütün kıtalar fethetmiş (Amerika, Avustralya) ve dünyanın ırki, lisani çehresinde o kadar derin tesirli değişiklikler yapmıştır ki, benzerini eskiden belki ancak kozmik hâdiseler husule getirebilirdi. İnsan bilgisinin tamamlanması, bilgiler mecmuasının, yani ilmin kuruluşu bakımından da Dünya'nın keşfi, yukartdakilerden hiç-
8
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
bir suretle geri kalmıyan bir önem taşımaktadır. Esasen keşfin kendisi de son derece büyük bir coğrafya probleminin başarılı çözümüdür. Eski dar, sıkıcı çerçevelerin zorlanıp genişletilişine yalnız tabiî bilgilerin neler borçlanmış olduğunu düşünmek bile baş döndürücüdür. Fakat hakiki yeni dünya, asıl merkezi insan olan bilgilere bakınca gözlerimizi kamaştırır. Henüz keşifçiler, zamanlarının alaca renkli etnografya haritalarım, insan topluluklarının yaşayış tarzlarını inceleme ve küçüklü-büyüklü yabancı medeniyet çerçevelerinin sınırlarını çizme işlerini bitirmemişlerdi ki, Batı insanı, yüzü gören kimselerin basit müşahedelerini bir yana bırakarak, anlamtyanlartn önünde yedi mühürle kilitli sırları açacak olan bilgi vasıtalarım elde etmek için hırsla ileri atıldı. Yanaştığı ilk kaynak, düşünceyi, bilgiyi ifade hususunda insanların ortak vasıtaları olan söz ve dil oldu. Bu yolda yürüyen Batı'lı insan —muhtelif fertlerinin çalışmalariyle — yeryüzünde yaşıyan bin bir dili tamdı, öğrendi, açıkladı ve hepsini herkesin faydalanabileceği bir hale getirdi. Aynı zamanda bu alandaki kar-makartştklığt düzene kodu; sayısı, belirsiz dilleri müşterek kökenlerine göre, aralarında yakınlık bulunan kümelere ayırdı. İnsanlık medeniyetinin en başlıca alâmetlerinden biri, ona mensup olan toplulukların düşüncelerini anlatan dili işaretlerle, harflerle tesbit edebilmesi ve söyleyeceklerini mesafe ve zaman içinde de anlatabilmesidir. Dünyada muhtelif şekillerde yaşıyan yahut yaşamış olan bu yazılar da keza birçok, daha az sayıda yazı tiplerine irca edilebilirler. İşte Batı dünyasının bilginleri o dillerle beraber bu yazılar üzerinde de durdular {gayretleri çok defa başarı ile neticelendi) ve eski, tarihe karışmış çağlardan yazıtların, papirustartn, kitapların nelerden bahsettiklerini araştırdılar. Ve burada ileriye doğru önemli bir adım daha attılar: o zamana kadar birbirinden ayrı bir halde yaşıyan insan kümelerinin, milletlerin ve kültürlerin hususi tarihleri içinden yavaş yavaş bütün insanlığın umumi tarihinin hatları belirmeğe başladı. Dile ve yazıya ait tarihi kaynaklardan sonra sıra eski zamanlardan kalma başka eserlerin araştırılmasına geldi. Birtakım bilginler ve, birçok keşif kafileleri birbiri ardınca bu heyecan verici yeni
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
9
vazifeye, yüzyılların ve binyılların toprak altında gömülü kalmış eserlerini meydana çıkarmağa atıldılar. Neticede kum sahralarının ortasında kaybolmuş kültürlerin göz kamaştırıcı manzarası canlandı, muhteşem saray harabeleri, bakımlı şehirler, mühim ticaret yolları, kitaplar, anıt yazılar, sanat abideleri meydana çıktı. Ve Batı'lı bilgin ezelî insan zekâsının bu dilsiz, fakat yine de konuşan kalıntılarını, tesadüf kendi iş sahasında onun önüne ister basit ve ağaçtan yapılmış bir zenci heykelciği, isterse ince Astek kültürünün azametli bir saray harabesini veya göçebe hükümdarlarına ait muhteşem mezarlarını çıkarsın, hepsini de aynı ilgi ve sevgi ile inceledi, düzenledi. Demek ki Dünya'nın keşfi şunu da anlatmaktadır ki, aynı insan ırkı, yani Batı'lı insan, üzerinde yaşadığı seyyarenin her şeyi kucak-lıyan insan hayatını bugüniyle ve geçmişiyle tantmış, hattâ daha ileri giderek, gerek kendi kudretiyle elde etmiş olduğu, gerekse dünyanın her hangi bir noktasında, her hangi yakın veya uzak bir zamanda başka bir insan ırkı tarafından elde edilmiş bulunan, tekmil beşerî bilgileri bir araya toplamış, ona genel bir mahiyet vermiştir. Coğrafi mânada bugün Dünya'nın keşfi işi tamamlanmıştır ve artık üzerinde, uzaklığı, yaklaşılamadığı için henüz meçhul sayılan ve haritada beyaz renkle işaret edilen yer hemen kalmamıştır. Bununla beraber bu alanda yapılacak başka iş kalmadığını sanmak şüphesiz hata olur. Anaçizgileriyle gösterilmiş olan bu bilgilerden sonra bunların teferruatının incelenip işlenmesi gelir ki, bu alandaki iş uzun yüzyıllar boyunca gelecek nesillerin sürekli ve sebatlı çalışmalarına ihtiyaç gösterecek kadar çoktur. Dünyayı dolduran insanların tarihî geçmişlerini öğrenmek bahsinde de aynı şeyleri söyliyebiliriz. Dilsiz eserleri söyletmenin usullerini ■ ve vasıtalarını artık biliyoruz. Yine de bu konuda elde edebildiğimiz manzara ancak bir taslaktır ve şurasında - burasında anaçizgileri bile belirsizdir. Bazı birbirine bağlı ihtisas alanlarında kaynak malzememiz o kadar büyük bir yığın haline gelmiştir ki, şimdilik bunları hazmedebilecek durumda bile değiliz; buna karşılık bazan da tâli bir meseleyi aydınlatmak istediğimiz vakit o bitmez tükenmez sandığımız malzeme deryasını altüst etmekle beyhude yoruluruz ve henüz bu malzeme yığınının bile tamam olmadığını ve esasa taallûk eden hâ-
10
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
dise ve vakıaların izahlarının da noksan olduğunu büyük bir hayretle görürüz. İnsanlığın bit yeni çağı Asya'nın keşfiyle başlamıştır. Gerçekten bu çağ, Batı'lı insanın gittikçe artan bir merakla gözlerini en yakın komşu illere doğru çevirmesiyle başlamış, sonra yavaş yavaş cesareti artmış ve nihayet ilk ulakları bu kıtayı aşağı yukarı dalaşmışlar, görüp işittiklerinden hesap vermişlerdir. XIII. yüzyılın büyük Asya seyyahlarından olan Marco Polo'nun verdiği raporun daha sonraki nesiller üzerinde ne büyük tesirler yapmış olduğu ve Asya'nın en doğu noktası olan Cipengu, yani Japonya hakkında verdiği malûmatın Amerika'nın keşfini hazırlamış bulunduğunu biliyoruz. Kolumbus ve arkadaşları Marco Polo'nun bu acayip Cipengu'suna batı yoliyle ulaşmak istemişlerdi, çünkü Dünya'ntn yuvarlak olduğunu «e batıdan olsun, doğudan olsun, her hangi bir noktasına ulaşmak kabil olduğunu biliyorlardı. Bu esrarlı komşu, yani Asya hakkındaki ilgi bugüne kadar azalmadı. Orasını enine boyuna dolaştılar ve buz tutmuş toprağım, rüzgârların savurduğu kumunu yahut azgın tropik bitkilerin örttüğü arazisini neresinden eştilerse her yerinden, unutulmuş insanlara, ölmüş kültürlere ait sırlar, hayret ve heyecan verici bir bollukla taştı. Macarhk, ktral Aziz Istvan zamanında hıristiyanltğı kabul edince Batı'ya katılmış oldu. Ve o vakitten, yani tam bin yıldan beri, Batı topluluğunun bu medeniyet uğruna başardığt işlerde feragatle çalışarak bu başarıdan sayısına nispetle çok üstün payım aldı, bilgisi ve insan takatinin üstündeki gayretleriyle onun değerini arttrdt ve icabında — netekim kaç kere icabetmiştir/ — o medeniyeti kam pahasına korudu. Asya'nın keşfinde de hazır bulunduk, o işe de katıldık ve sıra daha az şey vadeden, fakat o nispette fazla fedakârlık bekliyen tâli araştırmalara geldiği zaman da bilginlerimiz yerlerinde dayandılar. Bütün insanlık bilgisinin artması yolunda üzerimize düşen borcu şerefimizle ve bol bol ödedik. Fakat bu kıta, daha doğrusu onun kendisine bu kitabı tahsis ettiğimiz kocaman parçası, yani Îç-Asya, biz Macarlart ayrıca da yakından ilgilendirir. Zira Macarlık, Batı medeniyet dünyasına katıl-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
11
mazdan önce çok uzun zaman, takriben yine bin yıl kendi hayatını başka bir medeniyet çerçevesi içinde yaşamıştır. Finugorluk çevresinden ayrılan Macar kavminin kendi karakteristik çehresi teşekkül eder etmez, derhal bu, menşei bakımından tç-Asya'lı, mahiyeti bakımından atlı-göçebe ve askerî medeniyete girmiş bulunduk. Demek ki Macarlığın öteki, hıristiyanlıktan önceki paganlıkla geçen bin yılı, saha bakımından değilse bile, tarihî ve medeni bağları bakımından İçAsya'dan ayrılamaz. Bu ise Avrupa medeniyeti için Hellas ve Roma ne ise, Iç-Asya'nın da eski Macar tarihi için onu ifade ettiğini gösterir. İç-Asya'nın mazisi, medeniyeti yalnız bu bakımdan da bizi ilgisiz bırakamaz.
I. İÇ-ASYA Asya'nın bölümleri.— İç-Asya'nın sınırları ve bölgelere ayrılışı.— Göç yönleri.— İç-Asya'nın bugünkü siyasi çehresi.— İngiliz egemenliği.— Rus mülkiyeti.— İç-Asya'nın tarihi.— Türkler, Moğollar, İran'lılar, Poleo-Asyalılar.— Medeniyetlerin biriktiği havza: İç-Asya.
Coğrafyacılar «en eski kıtanın», Asya'nın toprağını coğrafya bakımından beş kocaman parçaya ayırırlar. Coğrafya bilginlerinin coğrafyacı göziyle çizdikleri bu sınır çizgilerinin yalnız coğrafya bakımından birlik gösteren, birbirine bağlı araziyi değil, aynı zamanda Asya'nın tarihî ve medeni birliklerinin yayıldıkları alanları da âdeta ölçülü bir tamhkla göstermeleri ilk bakışta belki biraz şaşırtıcıdır. Hakikatte bu tabiî bir şeydir, zira toprakla insan birbirinden ayrılamaz ve coğrafi şartlar ise insanın tarihî yolunu, hayati hususiyetini âdeta kader gibi tâyin ederler. Bir tarihçi, coğrafi kuvvetlerin tesirini göz önünde tutmıyan, haritaya ehemmiyet bile vermi-yen bir eski zaman tarihçisi, hataya düşmekten kendini kurtaramaz ve insan yığınlarının kaderini, kavim kaynaşmalarının yolunu, hava boşluğunda oynatılan mukavva kuklaların cansız oyunları imiş gibi seyreder. Asya'nın beş büyük coğrafya ve medeniyet birliği, sırasiyle şunlardır:
KuzeyAsya, aşağı yukarı bugünkü Sibirya demektir . DoğuAsya, siyasi tarihçile rin düşündü klerinde n çok daha dar bir bölgedir. Coğrafy a bakımın dan asıl Çin — Çin'lileri n istilâ ettikleri topraklar hariç—, Japonya ve Japon adaları, Kora, Mancur ya (biraz şişirilmi ş arazisiyl e Mancuk o
denilen yer burasıdır) ve bir de Amur vadisiyle Kamçatka buraya girerler. Güney-Asya Hindistan'ı, Çin Hindi'ni ve Doğu-Hint adalarım (Malaya) ihtiva eder. Coğrafya anlamiyle alınan İran, yani Acemistan, Afganistan, Ermenistan, Anadolu, Arabistan, Suriye ve Mezopotamya, yani Irak ise Ön-Asya'-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
15
yi teşkil ederler. Bu dört büyük arazi parçası beşinciyi, Asya'nın en merkezi kısmı olan İç-Asya'yı üç tarafından kuşatır. Her hangi bir cesaretli sefer heyeti tç-Asya sınırlarını baştan başa dolaşmak istese herhalde üzerine çok uzun sürecek bir iş almış olur. Bu sınır yukarda Ural dağlarından başlar, Akmolinsk yaylasından geçer, Merkezî-Altay'ların dışından dolanarak biraz kuzeye kıvrılır, sonra Güney-Sibirya'nın kenar dağ zincirine varınca oradan doğuya doğru, ta Büyük-Kingan dağına varıncaya kadar, hep o zinciri takibeder; orada tabiî bir coğrafya hududu bulunmadığından, itibari olarak çizilen bir geometrik hat boyunca Bramaputra'ya varır. Bu en uzak güney-doğu noktadan dikaçı şeklinde batıya döner, Himalaya zincirinin kuzeyini takibederek Dünya-Tepesi'ne, Pa-mir'e ve onu kucaklıyarak hafif kuzey-batı yönünde Hazer denizinin doğu kıyısına kadar uzanır. Bu arada Afgan Türkistanı denilen, Afganistan'ın kuzey kısmını içine alır, fakat öte taraftan bugünkü Türkmenistan'ın Kuzeylran ve Türkmen Balkanları arasında uzanan güney-batı köşesini sahasından dışarıda bırakır. Batıda Hazer denizinin doğu kıyısını, Ural nehrini, sonra Ural dağlarını takiple tç-Asya sınırının kuzey çıkış noktasına ulaşır. Fakat coğrafyacılar batı sınırı hakkında, bunun tam ve kusursuz bir ayırıcı hat olmadığına, bunun batısında ve doğusunda coğrafya bakımından önemli bir fark bulunmadığına da hemen işaret ederler. Coğrafyacı müşahedesinin öyle başlı başına, keyfî bir kanaat olmayıp tarihçinin tesbitleriyle garip bir şekilde birleştiği burada da hayretle görülür: iç-Asya'nın bu batı bölgesine düşen kavim coğrafya bakımından açık olan sınırı aşarak bir ayağiyle Avrupa'da bulunmaktadır, Ural nehrinin bütün aşağı mecrasında arasız bir gelişgidiş vardır. Burası kavim göçlerine tabiatın açtığı bir geçittir. Coğrafya ile tarihin muvaziliğini daha ileri götürebiliriz. Anahatlariyle İç-Asya tam bir birliktir, bütün olarak göz önüne getirildiğinde muhtelif derecelerde akıntısız arazi, bozkır ve çöldür, fakat bölgelerini ayrı ayrı inceliyecek olursak, küçüklü - büyüklü birçok kısımlara ayrıldığını görürüz. Her şeyden önce aşağı yukarı bugünkü Moğolistan demek olan, Altay dağlarının doğusuna düşen kısmını batı kısımlardan, yani Tarım havzasından, Turan ovasından ve Kırgız istepinden kolaylıkla ayırabiliriz. İç-Asya'nın bu batı kısmına ve evvelce söylenen doğu alanlarına üçüncü olarak bir de Ti-
16
B İ L İ N M İ YEN
İÇ —ASYA
bet yaylası katılır. İlk ikisi arasındaki münasebet bilhassa sıkı olduğu halde üçüncü kısımla, yani Tibet'le olan münasebet daha gevşektir. Coğrafyacı böyle demektedir. Buna karşılık tarihin ifadesine baş vurduğumuz zaman önümüze ayzu manzaranın çıktığını görünce az hayret etmeyiz. Yazılı kaynakların bize bildirdiği en eski çağlardan başlıyarak, Altay'lardan doğuya doğru uzanan alanda kâh şu kâh bu çeşit bir göçebe unsur peyda olmuş, devlet kurmuş, gelişmiş ve ne zaman kuvvetinin gerildiğini duymuşsa, muhakkak surette ve derhal gözünü muazzam güney komşusuna, Çin'e çevirmiştir. Bu neden böyledir? Daha yüksek komşu medeniyetin dayanılmaz cazibesi mi, yoksa bitip tükenmez görünen ganimet sahasının füsunu mudur? Bunu araştıracak değiliz, şimdilik Çinlilerle göçebelerin iki bin yıldan fazla süren temaslarında sayısız misalle doğrulanmış olan bu hâdiseyi olduğu gibi kabul etmemiz yeter. Kuzeyden Çin'e yönelen hücum dalgaları âdeta şaşılacak derecede intizamlı aralıklarla birbirini kovalamakta, fakat bütün dalgaların kırılması da yine aynı intizamla tekrarlamaktadır. Hangi göçebe kavim veya kavim kırıntısı, ister istilâcı, ister istilâya uğramış olsun, bir kere sınırı geçip de Doğu-Asya'nın monsun alanına girdi mi, eski göçebe cemiyeti ve hayat tarzı için artık ebediyen kaybolmuş, yavaş yavaş ve bir iz bile bırakmaksızın Çin medeniyeti içindeki kavimler deryasına gömülmüştür. Ancak bu sınır aşma teşebbüsünün başarı ile neticelendiği çok nadirdir. Çok defa bu işe yeltenen göçebe kavmin kudreti kırılmış, kesin olarak geri atılmış bir halde en eski çıkış noktasına, Orkhon ve Selenga nehirlerinin kaynak bölgelerine çekildiği ve bir müddet sonra oradan yeni bir yöne dönerek hareketine devam ettiği görülür. Bu hareket yönüne iyi bir göz atalım. Göçebe kavim-dalgası, tereddütsüz göçebelerin ilk anayurtları diyebileceğimiz, Aitay'ın doğusuna düşen alandan kalkar ve hiç şaşmaz bir intizamla hep aynı yönde ilerler. Fakat bu yön hiçbir vakit — hattâ tesadüfi bir istisna olarak da— coğrafi âmiller göz önünde tutulmadan en kısa ve «en mantıki» sayılan Avrupa yolunda, yani Altay ve Ural dağlarını birbirine bağlıyabilecek bir yerde, Akmolinsk yaylasının güney sırtında çizilebilecek bir hat boyunda olmayıp daima ve yalnız Cungarya
BtLİNMİYEN iÇ—ASYA
17
kapısından geçerek Balkaş gölü aşağısına götüren tabiî coğrafya yolundadır. Göçebe anayurttan gelen kavim-dalgası burada etrafa yayılır, bir zaman için — yüzyıllarca — duraklar ve sonra, eski mahiyetini kaybetmeksizin, orada buluştuğu yarı-göçebe veya yerleşmiş, vaha kültüründe yaşıyan yabancı, en ziyade İran'lı kavimlerin tesiri altında belirli bir değişikliğe de uğrar. İç-Asya'nın, Cungarya kapısından Hazer gölüne kadar olan bölgesi göçebe kavimlerin ikinci anayurtlarıdır. Bu ikinci anayurttan göçebelerin etrafa dağılışı iki yönden, ya buradan Iran havzasına doğru, yahut da Ural dağlarının güney kolları ve Hazer gölünün kuzey kıyısı arasında, Ural ve Volga nehirleri üzerinden olabilirdi ve öyle de olmuştur. İran yolunu, orada oturan ve daha yüksek bir medeniyet yaşıyan kavimlerin karşı koması ziyadesiyle güçleştirmiştir. Bu canlı kalenin aşılması nadiren başa-rılabilmiş, bunun için de o tarafa geçmeyi pek deniyen olmamıştır. Buna karşılık Volga - Ural yolu ise coğrafya bakımından geçişe elverişli olduğu gibi, hareket halinde bulunan kavimlerin bu cihete yönelmelerine başka şartlar da yardım etmiştir. Hususiyle bu yolu ne Avrupa ne de Asya tarafında hiçbir kuvvetli medeniyet sahibi, yerleşmiş kavim tutmamıştır. Bu hale göre ikinci anayurttaki göçebe kavimlerin Avrupa'ya bu yoldan akmış olmaları şaşılacak bir şey midir? İlk anayurtlarından çıkan Asya'lı göçebe kavimler. Cungarya geçidinden ikinci anayurda ve oradan Ural ve Volga nehirlerinin aşağı mecraları üzerinden geçen büyük göç yolundan başka diğer bir yoldan da Avrupa'ya geçmişlerdir. Ancak herhalde bu yol boyunca göç daha sessiz cereyan ettiği ve coğrafi sebepler buradan at üstünde yapılan hızlı akınlara imkân vermediği için olacak, bu göç yolunu şimdiye kadar âdeta hiç dikkate almamışlardır. Bu yol boyunca otlu bozkırlar yoktu. İlk göçebe yurdu olan Moğolistan kuzeyden ve kuzey-batıdan, yaratılışın atlı göçebelere bahşettiği bozkırlarla, başka hayat şartları istiyen ormanlıklarla çevrilidir. İmdi birçok açık misaller göstermektedir ki, bazı felâketli yenilişlerden sonra şu veya bu^tlı göçebe-kabîle son sığınacak yer olarak ormanlık bölgeye girmiş ve bir daha cetlermin otlaklarına asla dönmemiştir. Başlangıçta kendisine yabancı gelen muhitte kalmış ve yavaş yavaş yeni
F. 2
18
BİLİNMİYFN İÇ—ASYA
Bl 1. I \M İ V I'. \
İÇ —ASYA
19
hayat tarzına uymuştur. Böylece, sürüsünü otlatan eski göçebe, ormanda yaşıyan balıkçı-avcı haline gelmiştir.
ve pek de küçümsenmiyecek siyasi münasebetleri devamlı ve çok zaman gayet sıkı olmuştur.
Güney - Sibirya ormanlarında yaşıyanların da kendi yavaş tempolu göç yönleri vardı ki biz şimdilik bunun yalnız batı bölgesine düşen kısmını daha tam olarak tanımaktayız. Altay dağlarının, kuzeydeki başlıca kümesinden, Sayan dağlarından başlıyan ve aslında ticarete mahsus olan bu yol Güney Sibirya'dan geçerek aşağı yukarı bugün Başkırt topraklarının bulunduğu yerde Avrupa'ya açılırdı. Iç-Asya'daki anayola, kendine mahsus ticaret metaı dolayı-siyle nasıl îpek-yolu deniyorsa bu yola da, o sahanın karakteristik ticaret mahsuliyle ilgili olarak pekâlâ Kürk-yolu adı verilebilir. Gerçekten tarihî kaynaklar bu yolun batı ucunda her çağda, gelişmiş bir kürk ticareti faaliyetinden bahsederler.
İç - Asya'nın eski, tarihî yaşayışına yön veren coğrafi kuvvetler bugün de değişmemiştir; şu halde bugünkü siyasi manzarasının teşekkülünde bunların yine müessir olmalarından daha tabii bir şey olamaz.
Ezcümle Rus isteplerinin, boğuşan hayvanları tasvir eden kendine mahsus küçük - plâstikası Güney - Sibirya'ya herhalde kürk ticaretiyle girmiş, oradan Kuzey - Altay ve Sayan dağlarını aşarak Kuzey Moğolya'nın atlı göçebelerine geçmiş ve onlar tarafından, hem de daha İsa'dan önce ikinci yüzyılda Kuzey - Çin'e götürülmüş olsa gerektir. Demek oluyor ki, İç - Asya'nın iki büyük doğu ve batı parçasının iki ayrı hayatı, aynı zamanda ikisi arasındaki sıkı bağlar, sade coğrafya göziyle incelendiği zaman nasıl açıkça görünüyorsa tarihin ışığı altında da yine öylece meydandadır. Aynı durumu Tibet'te de görmekteyiz. Tibet'te doğu ve batı anayurt kavim unsurlarından tamamiyle ayrı, dil ve etnik bakımından onlara yabancı bir kavim, fakir çoban hayatını sürüp gitmektedir. Bu kavim gerek doğu gerek batı göçebe yurtlarına göçmen kafileleri salıvermediği gibi, oralardan da bu ülkeye yeni ve serbest yerleşme alanları araştıran yabancılar akın etmezler, çünkü Tibet'in coğrafya bakımından nispî kapalılığı, arazisinin kısırlığı bunu esastan imkânsız hale getirmiştir. Bununla beraber bu coğrafi kapalılık hiçbir zaman Tibet'le diğer iki göçebe saha arasındaki bütün münasebetleri kesebilecek derecede değildi; nitekim de kesme-miştir. Turfan, Dun-huanğ, hattâ Orkhon nehri vadisindeki delillerden anlaşıldığına göre, «kızıl yüzlü» lerin (Tibet'liler kendilerine bu adı verirler) yakın ve uzak atlı göçebelerle olan ticari, medeni
Bugünkü siyasi durumu hazırlıyan vakıaları geçen yüzyılın ortalarında aramalıdır. Sibirya ile Hazer gölü arasındaki göçler geçidine sahip bulunması itibariyle Rusya'nın Avrupa'lı büyük devletler arasında İç Asya'nın batı kısmiyle ilk alâka gösteren devlet olması mukadderdi. Bilindiği gibi bu alâka kendini göstermekte gecikmemiş, Hive ve Buhara'daki Özbek hanlıklarının silinip süpürülmesi şeklinde amelî neticeler vererek Türkistan'ın büyücek bir kısmı Rus egemenliği altına girmiştir. Rusya'nın doğuya doğru daha ziyade yayılmasına ise coğrafi sebepler değil, bir an için pek uygunsuz şartların araya girmesi engel olmuştur. Çünkü bahis mevzuu olan Doğu - Türkistan o zaman da öyle gelişi güzel ele geçiriliverecek sahipsiz bir arazi değildi ve orayı elinde tutan da öyle gelip geçici, sonradan görme biri olmayıp o zamanlar keza kudretinin doruğunda bulunan büyük bir Asya devleti, Çin idi. Çin'in buraya karşı olan ilgisi ve buradaki menfaati ise hiçbir zaman dünkü gün başlamış değildi, çünkü onun bütün yayılma gayreti bin beş yüz yıldan beri bu sahalara yönelmişti. Ufak tefek fasılalar sayılmazsa bu gayreti her zaman parlak başarılar taçlandırmıştır. Fakat burada başka bir rakîp daha vardı: İngiltere. Ancak aradaki zıddiyet uzak, tatbik sahasına çıkmamış plânlar altında gizleniyor, o vakitler henüz bertaraf edilemiyen "ve arada engel olan üçüncünün, yani Çin'in mevcudiyeti yüzünden patlamaya meydan bulamıyordu. İngiltere Hindistan tarafından genişlemek istiyordu; asıl açığa vurduğu plân, güya şimdilik Hindist. /daki sömürge arazisini emniyet altına almak için Tibet'i ele geçirmekti. Bu plân, bilindiği gibi, uzun zaman yine Doğu - Türkistan'a doğru Rus yayılmasının önüne geçmiş olan Çin mukavemetiyle karşılaşarak akim kalmıştır. Bu iki Avrupa'lı rakipten İngiltere'nin durumu şüphesiz daha az elverişli idi. Rusya'nın genişleme yönü tarihte denenmiş, tabii yol-
30
BİLİNMİYEN
İÇ — ASYA
lardan geçiyordu. İngiltere'nin ise tarihin şimdiye kadarki safhalarında istilâ niyetiyle kimsenin pek sokulamamış olduğu sahalarda, bütün engelleri yenerek kendine yeni bir yol açması gerekiyordu. Tibet Hindistan tarafından zorlanarak kolay kolay devamlı bir istilâ altına alınamadığı gibi Kişmir tarafından da durum aynıdır, yani Tibet toprağı bu yönden de nüfuz genişletmeye elverişli değildir. Rus genişleyişinin Altay ve Güney - Sibirya kenar dağları boyunca Dış - Moğolya'ya açılan yollar üzerinde durması, tıpkı İngiliz ilerleyişinin Tibet sınırlarında duraklayışı gibi tabiîdir, çünkü burada da, orada da coğrafya kuvvetleri inatçı Çin mukavemetini desteklemiştir. Mançu hanedanını deviren büyük Çin ihtilâli, onun ardından ilk cihan harbi, İç - Asya'yı ele geçirmek yolundaki mücadeleye yeni bir akış vermişti. İhtilâl ve onu takibeden kardeş harbi, iç nizamın tamamiyle altüst oluşu ve bütün bunları tamamlıyan karışıklıklar, savaşlar Çin'in askerî kudretini büsbütün tüketmişti. O sıralarda Pekin — daha sonra Nanking — hükümeti değil uzaktaki, daha ziyade tâbi durumda olan ve esas itibariyle imparatorluğun yabancı bölgeleri demek yerleri askerî muhafaza altında bulundurmak, asıl Çin'in «on sekiz eyalet» denilen kısmının müdafaasını bile başarabilecek durumdan uzak bulunuyordu. Onyıllardan beri iç ve dış gaileler içinde çırpınan Çin için, tehlikede bulunan kenar ülkelerini koruyabilmek için elinde tek bir silâh kalmıştı ki, o da politika idi. İtiraf edelim ki, Çin bu silâhı uzun müddet maharetle kullanmıştır ve nihayet bu da iflâs ederek sakınılmaz akıbet kendini göstermişse bu, onun elinde olmıyan bir şeydi. İlk önce, uzun mücadelelerden sonra, Tibet'in kaderi damgalandı. İngiltere, fazla bir zor kullanmağa lüzum kalmaksızın amacına ulaştı. İhtilâl ateşi içinde kıvranan Çin'e karşı Tibet'te daha açıktan ve daha şiddetli olarak hüküm süren kurtuluş kımıldanışının kendi istilâ politikası bakımından olan değerini fevkalâde bir duygu ile sezmiş ve göze çarpacak bir şiddetle, Çin'den ayrılmış olan müstakil Tibet'in yanında yer almıştır. Beri taraftan bu büyük hürriyetin, cahil ve gem almaz göçebe kavme her hangi bir zararı dokunmamasına karşı ise bizzat Lhasa tarafından tedbir alınmıştır. Tibet'teki budistliğin birbirine rakip ve araları son derece açık iki başkanı,
B İ L İ N M İ YIC.N
İÇ-ASVA
21
Dalay lama ve Pançen lama arasındaki diktatörlük kavgası o kadar kızışmıştı ki, her iki taraf da dışardan yardım bekliyordu. Pançen lama müttefikini Çin'de bulmuş, Dalay lama da dâvası için İngiltere'yi kazanmıştı. Hiç şüphesiz yalnız bu müttefik seçme işi mücadelenin neticesini belli etmişti. Pançen lama, bilhassa aynı dâva uğruna girişmiş olduğu silâhlı savaşı kendi hesabına kaybetmiş bulunan bir müttefikten bir prensip müzaheretinden başka bir şey bekliyemezdi. Hasılı zaferi Dalay lama kazandı ve onun, daha doğrusu taraftarlarının iktidara geçişi ise memlekette sade İngiliz dostluğu çığrının galebesini değil, bundan daha fazlasını: hudutsuz, itiraz kabul etmez İngiliz nüfuzunu ve Tibet'teki İngiliz hâkimiyetine zarar verebilecek her türlü kımıldanışın amansızca boğulacağını ifa- i de ediyordu. Eski Avrupa'lı rakibi olan Rusya, kendi iç dertleri ve gaileleri yüzünden Asya karasının bu uzak noktasında olup geçenlerle ilgilenemediği içindir ki, İngiltere Tibet'teki plânlarını daha kolaylıkla yerine getirebilmiştir. Rusya Sovyet Cumhuriyeti olduktan sonra, artık bundan böyle Fç - Asya hâkimiyeti mücadelesinde önemli bir âmil olamıyacağı sanılmıştı. Fakat böyle olmadı. Çok geçmeden kendini toplıyan Sovyet Cumhuriyeti eski çarlık dünyasının Asya'daki genişleme siyasetini, bırakılmış olan yerden, ancak başka silâhlarla, devam ettirmek istediğini açığa vurdu. Ne olursa olsun bugün vaziyet şudur ki, İç - Asya'nın doğu ve batı büyük parçaları, iki göçebe anayurt, kısmen eski miras, kısmen de yeni kazanç olarak Sovyet Rusya'nın elindedir, bu yukarıki iki parçaya daha gevşekçe bağlı bulunan üçüncü güney kısım, yani Tibet ise, İngiliz nüfuzu altına girdikten sonra şimdilik o eski birlikten tamamiyle kopmuş, ayrılmıştır. İç - Asya'ya sahip olmak için başlıyan mücadeleyi ve boğazlaşmaya kadar varan ve şüphesiz bugün bile bitmiş göziyle bakılamı-yacak olan savaşın mânasını, işin içyüzünü bilmiyenler pek de kav-rıyamazlar. Görünüşte münakaşa Asya'nın en hoşa gitmiyecek, en verimsiz toprağı üzerinde oluyordu ve buranın tabiî zenginliklerinden de mucizeler beklenemezdi. Büyük kısmı kumsal ve tuzlu çölden, su bakımından fakir bozkırlardan ibaret olan İç - Asya'nın nüfus sıklığı da göze çarpacak derecede düşüktür: doğu bölgesinde
23
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
kilometre kare başına bir kişi bile düşmediği gibi, daha kalabalık olan batı parçasında da 20-yi geçmez. Yalnız Sir-derya ve Amu-derya veya bölgeleri müstesnadır, buralarda, kolayca anlaşılır sebeplerden dolayı, yerleşmiş nüfus daha sıktır. Hakikaten Iç-Asya her hangi nüfus fazlalığını yerleştirmeğe elverişli bir saha değildir, çünkü bugünkü nüfus seyrekliğinin sebebi güya 'gittikçe tükenmekte olan, aşağı sınıf» insanların artık çoğalma kabiliyetlerini kaybedişlerinden değil, sert olan tabiat şartlarının burada fazla nüfus artışına elverişli olmayışındandır. Fakat sömürge usulü yayılmanın en önemli şartı, yani iptidai maddelerin mevcudiyeti bakımından buradaki imkânlar hiç de o kadar kısır değildir. Bu cihetten her ne kadar Hollanda Hindistanı'nın veya Çin Hindi'nin zenginliklerine ulaşamaz, hattâ yaklaşamazlarsa da, mevcudiyetlerini, değerlerini inkâr etmek de haksızlık olur. Buranın yapağı, deri ve kürk gibi kendine mahsus mahsullerini bir tarafa bırakarak sade güney batı sınırlarında geniş ölçüde yetiştirilmekte olan endüstri nebatlarını (pamuk v.s.) düşünmek yetişir. Bunlardan başka sınırlar boyunca uzanan kenar dağların ve Altay'ların maden hazineleri plânlı ve bilgili bir işletme ile başlıbaşına paha biçilmez değer ifade ederler. Tibet'in henüz açılmamış olan altın madeni de bayağı bir efsane haline gelmiş ve Çin'de hemen baştan başa yayılmıştır. İngiltere aleyhindeki şikâyetlerin usanç verecek kadar tekrarlanan nakaratı da İngilizlerin Çin altınına — hem de Tibet'te! ?— el koymak isteyişidir. Fakat İç - Asya'daki genişleme siyasetinin yaylarını harekete getiren bir şey daha vardır ki, o da burasının, zengin ve medeni bölgelere açılan birçok yollariyle bir geçit sahası oluşudur. Ancak bu hakikati itiraftan her iki ilgili taraf da çekinmiştir. Mamafih aynı hakikati eski gelip geçici göçebe beyleri de anlamışlar ve. bu önemli şahdamarlarım güçlerinin yettiği kadar ellerinde tutmağa çalışmışlardı. Ve o zamanın daha samimi ifadesiyle açıkça ganimet sahası denilen o zengin ve medeni yerlere ancak bu suretle, kolaylıkla so-kulabilmişler di. Fakat o eski sahiplere ne oldu ki bu büyük kavgada sesleri bile duyulmuyor? Onlar yüzyıllardan beri sürüp giden boğuşmalarda birbirlerini adamakıllı zayıflatmışlar ve son zamanların büyük meseleleri or-
Bİ1, İ N M İ Y E N
İÇ —ASYA
23
taya çıktığı zaman ise artık kımıldıyacak takatları kalmamıştır. Onların kalkınmalarının sırrı eski siyasi kuruluş tarzları, aşiret usulü idi ki, çok defa mahvolmalarının da sebebi olmuştur. Her hangi bir kudretli aşiretin etrafına, kendi istekleriyle veya cebrî teşvik üzerine, daha küçük ve daha zayıf kabile kümeleri, aşiretler, hücrelerin çoğalışı gibi katılarak, hatırı sayılır müttefik teşkil ederlerdi. Bu ittifaklar bazan öyle bir kuvvet haline gelirdi ki, içlerinden kaç kere dünya imparatorlukları meydana gelmişti. Buna karşılık, içeride her hangi bir karışıklık baş gösterince, yahut da fethedilen sahalar devamlı olarak merkezden idaresi mümkün olamıyacak derecede genişleyince, bu unsurlar yine aynı tabiîlik ve kolaylıkla da-ğılıverirlerdi. Bu atomlar kımıldanışının zayıf tarafı devamlılık noksanıdır, kuvvetli tarafı ise, yurt kuran Macarlara dair bir kaynağın yazdığı gibi. onları kati olarak yenmek, yahut istilâ altına almak mümkün olamayışındadır; çünkü vuruş ne kadar şiddetli olursa olsun, kabile usulü hemen kendisine yeni hayat verecek olan hücre üretimine başlar. Anlaşılan İç - Asya'nın bugünkü sahipleri, kabile usulündeki bu hayat kudretinin farkına varmış olacaklar ki. onun yerine yavaş yavaş ve belirli bir anlaç ile koydukları siyasi nizam, o usulün plân dairesinde ortadan kaldırılmasını hedef tutmuş gibidir. Biz kitabımızda yalnız. Altay'dan doğuya ve batıya doğru uzanan ve bugün Rus hâkimiyeti altında bulunan bölümün durumunu inceliyeceğiz. Güney - doğu bölümünü, yani Tibet'i devamlı şekilde dikkate almıyacağız, çünkü bu toprak parçası hakkındaki bilgileri ayrıca, hulâsa halinde toplamış başarılı bir eser yakınlarda çıkmıştır,* alâkadar burada söylenenleri oradan tamamlıyabilir. Umumi olarak, Tibet'le ilgili yerler veya dediğimiz eserde bahsi geçmiyen meseleler geldikçe Tibet münasebetlerine yine yer verilecektir. Altay'ların doğusunda bugün münhasıran Moğol kabileleri yaşamaktadır. eski Türkler yüzyıllarca önce başka alanlara çekilmişlerdir. Bu kabileler içinde en tanınmışı ve ta son zamanlara kadar en kudretlisi Kfcql7cfeadırtJ3u Moğol kabilesi kendini Cengiz han soyundan sayar. En büyük ve en önemli saha onundur. Khalkha kabi* V. Juha.«x, Tibet. Buclıpest. 1936.
24
BİLİNMİYEN İÇ-ASYA
leşi Mançu hanedanına ait Dış-Moğolya'nın en ileri gelen kabilesi olduğundan öteki küçük akraba kabileler arasında bir nevi göçebe hâkimiyeti sürmekte idi. Bugün Sovyetler Birliği'nin Moğol Cumhuriyeti halkını teşkil edenler onlardır. Sovyetler en eski beş kabilenin (aymak) arazi taksimatını, salâhiyet çevresini bozarak 1931-de bütün ülkeyi 13 idare bölgesine ayırmışlardır. Moğol Halk Cümhuriyeti'nin arazisi bir milyon kilometre kareden fazla genişliktedir. Tam olarak ne kadar olduğunu Ruslar kendileri de bilmezler, çünkü doğu ve güney sınırları eskiden beri belirsizdi. Bu herhalde azımsanmıyacak büyüklükteki toprakta nüfus sıklığı tam çöl karakterine uygundur. Ahalinin ezici çoğunluğu Mo-ğoldur. Sayısı beş bini ancak bulan Çin'li nüfus burada çok su bu-landırmaz; mevcudu yüz bin etrafında oynıyan Rus kolonisi daha önemlidir. Moğolları 600.000 olarak tahmin ederler, fakat bu rakamda, 1924-te elde edilen malûmata göre sayıları yine 600.000 kadar olan kölelerle 1918 tahminlerine göre 480.000 kadar olan papazlar ve lamalar yoktur. Bu üç rakam yazık ki yalnız muhtelif zamanlara ait olmakla kalmayıp, aynı zamanda birbirine taban tabana zıt-politika vaziyetlerinin neticeleridir. Halen kölelerin sayısı çok daha az olduğu gibi en ziyade 1918-de resmî yardımın kesilmesi üzerine ekmeklerinden emin olmıyan lama sürüsü de gözle görünür surette eksilmeğe başlamış, sonraları Sovyetlerce alınan tedbirler üzerine ise daha çok azalmıştır. Şu halde ilk 600 bin rakamının içinde — ki zaman itibariyle üçünün en yenisidir—öteki iki tabakadan da miktarı kestirilemiyecek kadar yığınlar vardır. Moğol Sovyet Cumhuriyetinin millî nüfusunu şöyle böyle bir buçuk milyon olarak tahmin edersek herhalde pek yanılmış olmayız. Bu millî nüfus Khal-khadan maada daha başka Moğol kabileleri ile, ezcümle — yalnız en önemlisini söyliyelim — Kalmuklarla aynı soydan olan Oiratlarla da artmaktadır. Moğol Sovyet Cumhuriyetindeki Moğollar hayvan yetiştirici göçebelerdir. Millî servetin en önemli kısmı şüphesiz, halkın geçimini temin etmekte olan 17 milyon hayvandır ki, bunun dörtte üçü koyundur. Memleketin iktisadi varlığı bu hayvan kadrosu etrafında döner ve ihracatın ciddî olarak hesaba katılabilecek tek maddesi de budur. Rejim değişikliğinin husule getirdiği siyasi sarsıntı pek tabiî olarak iktisadi hayatta da tesirini şiddetle duyurmuştur.
B İ L İ N M İYEN İÇ-A S YA
25
Moğolistan Çin'in eyaleti olduğu müddetçe ticaret hayatinin hemen tekmil bağları bu memlekete yönelmiş bulunuyordu. Fakat Sovyet Rusya Urga'yı ele geçirince her şey değişti, Moğolya'da Çine yönelmiş olan iktisadi mübadele uzun müddet durakladı. Durum daha sonra da düzelmedi, ahval normalleşince de Moğol ticaret hayatının Rus menfaat çevresine bağlanması işine plân dairesinde başlandı. Son durum hakkında bir fikir verebilmek için tam da buhranlı yıllardan alınmış olan birkaç -misal yetecektir. Moğolya'nın 1927-de Çin'e ihracatı 12 .milyon tugrik tutarken, 1929-da 6 milyona, aynı yıllarda Çin'den yaptığı ithalât 27.5 milyondan 8.5 milyona düşmüştür. Rusya tarafına ise aynı yıllarda rakamların arttığı görülmektedir: ihraoat 17 ve 21 milyon, ithalât 4 ve 7.5 milyon. Durumun böylece değişmesinde de Çin'in zararının Rusya'nın kazancından fazla olduğu o yıllardaki siyasi huzursuzluklarla izah edilebileceği gibi belki Moğolistan'ın tabii piyasalarının ne de olsa güneye doğru açılmasiyle de açıklanabilir. Nakil şartları burada bugün dahi iptidaidir, atalardan kalma deve kervanları ile yapılan nakliyat yavaş fakat ucuzdur; her ne kadar birçok yerlerde kamyonlarla çöl nakliyatı yapılmakta ise de bu, şimdiye kadar eski usulü tamamiyle kaldıramamıştır ve belli bir zamana kadar kaldırabileceğe de benzememektedir. Moğolların kendilerine mahsus medeniyetleri, Sovyetler idaresi altında da kaybolmamış, çünkü bu kavim ve onun önderleri şiddetli bir özleyişle Cengiz han geleneklerine atılmışlardır. Resmi dil artık Çince veya Mançu dili olmayıp, hattâ Rusça da değil, eski Moğolca-dır. Bu dilin yazısı için Sovyetlerin ileri sürdükleri, Lâtinceden yapma yazı şekillerinin hiçbirini almamışlar, eski kahramanlık çağlarından kalma Uygur - Moğol yazısına sarılmışlardır. Şöyle böyle küçük bir ilim akademileri, bir de üniversite süsü verilmiş yüksekçe okulları vardır. Her iki müessesenin de Moğolların eski şan ve şereflerini ne büyük bir gayretle beslemekte, öğretmekte ve yaymakta olmaları dikkate değer. Moğolistan'ın kendine mahsus dinini, hattâ dindarlık karakterini yeni siyaset sistemi de değiştirememiştir. Budizm dininin büyük mezheplerinden biri olan lâmaizm Tibet'ten maada bu memlekette mevcuttur. Moğolistan'da Ulan bator khoto (Urga'nın yeni
26
BİLİNMİYEN İÇ-ASYA
adı) Rus emri altına gireli Tibet'le olan münasebet tabiatiyle kendiliğinden kesildi, Çin imparatorluk sarayının teveccühünü ise ihtilâl yüzünden çoktan kaybetmiş bulunuyorlardı. Eski hubilganlar, yani canlı tanrılar, en yüksek ve ikinci derecedeki sayın lamalar öksüz bir durumda kendi hallerine bırakılmışlar, bir zamanlar debdebeli, şimdi metruk ve yıkılmağa yüz tutmuş manastırlara ve kilise-köylere bakan kalmamıştır. Bununla beraber eski din gayreti, hem de yalnız basit halk çocuğunun kalbinde değil, ilerigelenlerde de, pek açığa vurmasalar bile, yine de yaşamakta, gelişmektedir. Moğol Halk Cumhuriyetinin kuzey-batı komşuluğunda Tuva veya Tannu - tuva adlı bir Moğol cumhuriyeti daha vardır. Burasını kuzeyden Sayan dağlarının, güneyden de Tannu - olanın çevrelediğini söylersek, yerini daha iyi belirtmiş oluruz. Bu memleket resmen Sovyetler Birliği himayesi altında bulunmaktadır. Gerçekten Tuva oldukça garip bir devletçiktir, bilginlerden maada onunla ilgilenen hemen yok gibidir. Fakat onların Sibirya ile İç - Asya sınırında bulunan bu 65 bin nüfuslu küçücük memlekete karşı ilgi göstermeleri için de her türlü sebep mevcuttur. Resmi dili olan Moğolcayı halk arasında anlıyan yüzde ikiyi bile bulmaz, çoğunluk Türk - Tatar cinsinden insanlardır. Lâmaizmi bilirler, fakat asıl dinleri şamanizmdir. En büyük hususiyeti yine de ren-geyi-ği kültürünün en güney sınırının buradan geçmesidir; Sibirya'nın bu özel ehlî hayvanı Tuva'da hem atın hem de sığırın yerini tutar ki, esasen bu dağlık ve ormanlık ufak memlekette her ikisi de pek az bulunur. Tannu-tuva halkı doğu komşusu Moğol gibi hayvan yetiştirici göçebe olmayıp bu işle hiçbir vakit uğraşmamıştır da; o ormanda yaşıyan avcıdır, fakat bu işin tam ehlidir. Minimini Tuva, istiklâli uğrunda koca Çin'e kafa tutmuş ve kendisine nispetle bir dev olan Moğolya ile pençeleşmiştir. Altay'lardan batıya bugün Türklerle İranlılar bulunmaktadır. Türk deyince yalnız İstanbul'lu Türk hatıra getirilmemelidir. Türk yalnız Mustafa Kemal'in milleti değildir, ondan gayri İç-As-ya'da, Sibirya'da, iran'da, Doğu - Rusya'da, Kafkasya'da başka başka adlarla daha şöyle böyle kırk türlü Türk kavim veya kabilesi yaşamaktadır. Atalarının yaşayış tarzını, yani göçebe çobanlığı en ziyade muhafaza etmiş olanlar İç Asya Türkleridir, içlerinden an-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
27
cak pek azı bir yere yerleşmiş ve kendilerine esasen yabancı olan çiftçiliğe başlamıştır. Eski cetlerinin dinini, daha doğrusu dinlerini islâmlığın kızgın rüzgârı daha başlangıçta, İç - Asya bozkırlarını ve vaha - iskânlarını süpürüp geçtiği zamanlarda bırakmağa mecbur kalmışlardır. Bugün buradakilerin hepsi koyu müslüman ve Sovyet tebaasıdır. İç - Asya Türkleri arasında müttefik cumhuriyetler çerçevesinde bir dereceye kadar müstakil hayata kavuşanlar: göçebe veya' yarı - göçebe Kırgızlar, Kazaklar, Türkmenlerle, kısmen bir yere yerleşmiş Özbekler, Karakalpaklar ve Şartlardır. Daha yakınlarda Sovyet Rusya ile münasebete girişmiş, yani ona bağlanmış olan Çin Tür-kistanı'nın Turki adı verilen Türklerini de unutmıyalım. Sovyetlerin müttefik Türk cumhuriyetleri pek de öyle millî devletler değillerdir, çünkü meselâ Karakalpaklar, kendi memleketlerinde halkın ancak yüzde 37-sini teşkil ederler. Kazaklar bu bakımdan daha talihli durumdadırlar, çünkü onlar yüzde 50 nispetini bulmakla öğü-nebilirler, Özbeklerin cumhuriyeti ise hepsinden ziyade gıptaya değer, çünkü nüfusun dörtte üçü Özbektir. Müttefik cumhuriyetler olarak Sovyetler Birliğine dahil olan yerler şunlardır: Kırgızistan, Tanrı - dağları ve Alatau bölgesinde olup genişliği takriben 200.000 kilometre karedir, başkenti Pişpek yahut bugünkü adiyle Frunze'dir. Kazakistan, mesahası 2.814.600 klmk., nüfusu yedi milyondan yukarı olup başkenti, İli nehri kıyısında 64 bin nüfuslu Alma-ata'dır. Türkmenistan, 443.000 klmk. genişliğiyle, Avrupa ölçüsüne göre bugün bile göze çarpacak büyüklükte bir memlekettir. Buna karşı nüfusu yalnız 1.270.000 kişiden ibarettir. Başkenti Aşkhabat'tır. 172 bin klmk. yüzölçümü ve beş milyon nüfusiyle Özbekistan ise eski Buhara hanlığını ihtiva eder, başkenti meşhur Taşkent şehridir. Dediğimiz gibi bunlar müstakil müttefik cumhuriyetlerdir. Aral gölünün güney kıyı bölgesinde bulunan Karakalpakistan'a gelince, bu o kadar ileri gitmemiş, Sovyet Cumhuriyetleri ittihadı içinde muhtar bir arazi olarak kalmıştır, ve Moskova'ya olan bağlılığı; evvelkilerden daha sıkı imiş. Beş bin nüfuslu berbat bir yer olan Turtkul adlı başkenti hakkında şimdiye kadar Batı'da çok bir şey söylenmemiştir. Daha yakınlarda Rus hâ1 kimiyeti altına girmiş olan Çin Türkistanı, eski Çin adiyle Sin-cianğ'a dair henüz elimizde tam bir bilgi olmadığı gibi Moskova ile
28
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
olan resmî münasebetinin ne merkezde olduğu da pek belli değildir. Herhalde prensip bakımından, yukarda adları geçen cumhuriyetlerden daha serbesttir ve Moğol Halk CÜmhuriyetininkine benzer bir nevi istiklâl elde edebilmiştir. Katalog usulünde sıraladığımız bu kuru bilgilerden anlıyoruz ki, eski tek parça Rus imparatorluğu İç - Asya'da mozaik-parçalara ayrılmıştır; Böyle olmakla beraber bu yeni devlet - eyaletler siyasi bakımdan yine merkeze boğb kalmışlardır. Bununla beraber eski durum yine de esasÜ bir değişikliğe uğramıştır. Çarlık devrinin ruslaştırma siyaseti büsbütürl ortadan kalk-mamişjsa bil»* kuvveti azalmıştır ve muhtariyetle idare" olunan yerler, müttefik cumhuriyetler ilâh. bittabi Rus politikasının menîaat-leriyle çarpışmıyacak bir hudut içinde, dillerini ve millî kültürlerini kuvvetleştirmek, geliştirmek alanında serbesttirler. Dillerinin tec-ridedilmiş bir halde kalması'yüzünden şimdiye kadarki hâkimiyet devrinde yaklaşması imkânsız bir halde kalmış bulunan kitlelere kokutabilmek İçin, buradaki dilleri canlandırma işini bizzat Moskova teşvik etmiş, desteklemiştir. Latin harfleriyle yeni yazı uydurulmuş ve yazı yazma marifetinin geniş halk tabakaları arasında yayılışına engel olan eski, zor yazıların yerine bunun kullanılması mecburi kılınmıştır. Şimdiye kadar hiçbir vakit tesbit edilmemiş olan diller de yazıya ve kitaplara kavuştu, gerçekten batma yolunu tutmuş olan birtakım ekzotik diller âdeta son nefeslerinde yeniden kuvvet buldular. İktisadî alanda hayvan yetiştiriciliğin gelişmesi ve onunla birlikte plânlı ziraatçilik ise âdeta' kendiliğinden meydana gelmiştir. Kazakistan'ın 30 milyon başlık hayvan kadrosu; Kırgızistan'ın sade koyun mevcudu dört milyonu bulan sürüleri devlet kontrolü altına girdi. Türkmenistan ve Özbekistan bozkırlarında otlıyan koyun, sığır, at ve develerin sıkı bir sayımı yapıldı. Yapak ve deriyi devletin merkezî teşkilâtları toplatmakta, iç piyasada ve yabancı memleketlerde kıymetlendirmektedir. Ziraat büyük ölçüde olarak Özbekistan'da gelişmekte ise de Kırgızistan'la Karakalpakistan'ın elverişli alanlarında da gittikçe genişlemektedir. Atadan kalma eski suni sulamaya bugün de ihtiyaç varsa da, tabiatiyle bunlar teknik ve mühendislik bilgilerinin yardımiy-
B İLİNM İYEN İÇ —ASYA
29
le oldukça ıslâh edilmiştir. Eski, babayani sükûnet zaten sona ermiştir. Ziraatin en önemli mahsulü olan pamuk eskiden ne kadar biterse onunla yetinirler, kendilerini zorlamazlardı; şimdi o eli ağır Özbeklerden ve Türkmenlerden rekor mahsul istenmekte olup buna göre teşvik olunmaktadırlar. Rus endüstrileşme salgını buralara da bulaştı, ucuz işçilik imkânları yapağının, pamuğun, derinin yerinde işlenmesini ayrıca cazibeli bir hale koymuştur. Sovyetlerin iktisadi ilgisini en ziyade üzerine çeken bölge de hepsinin büyüğü ve en zengini olan Kazakistan olup burada muazzam dokuma ve kimya fabrikaları kurulmuştur. Kendisine karşı gösterilen ve pek de menfaatsiz olmıyan bu alâkaya karşı Kazakistan, doğu dağlık bölgelerinin demiriyle, kurşunu, kömürü, altını ve petrolü ile şükranını ödemektedir. İç - Asya'da, Altaylardan batıya doğru, Türklerden başka bir de İran'lıların yaşamakta olduklarını söylemiştik. Onlar da bu toprakların eski halkıdır, hattâ baskıları altında ezildikleri Türklerden bile daha eskiden beri burada bulunmaktadırlar. Bir zamanlar kuvvetli, ehemmiyetli ve zengin olan kabileleri büsbütün ortadan kay-bolmamışlarsa bile çok ufalmışlar ve son korunma yeri olarak Pa-mir'in sokulunmaz dağlarına ve yaylalarına sığınmışlardır. İçlerinden yalnız biri, Tacik kolu bugün de gelişip yayılmaktadır. Bunlar Acemlerin yakın akrabası olan çiftçi ve tacir bir kavimdir. 1925-ten beri Rus himayesi altında, Tacikistan adlı devletleri içinde yaşamaktadırlar, başkentleri, bugünkü adiyle Stalinabat'tır. Bu birkaç verinti İç - Asya'nın bugünkü durumu ve kuruluşu hakkında umumi bir fikir verebilir. Burada yaşıyan kavimleri, kabileleri Batı'da uzun müddet iptidai, garabet örneği birtakım insan yığınları gibi görmüş ve onlara sırf romantik yönden renk vermeye çalışmışlardır. Bu miskin göçebelerin, basit ve kendi halindeki çobanların cetlerinin bir vakitler başka türlü yaşamış olmalarını ise kimse hatırından bile geçirememişti. Eski çağlara dönüp geçmiş yüzyıllarda bu topraklarda neler olup geçtiğini anlatacak vasıtaları elde etmek için son onyılların büyük keşif başarılarına ihtiyaç vardı. „ Bugün artık biliyoruz ki, tarihsiz sanılan İç - Asya'da büyük göçebe imparatorluklar yaşamış, son iki yüzyılın iptidai hayatını gördükten sonra kimsenin tahmin edemiyeceği medeniyetler kurul-
30
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
muştur. Bu geçmişin ele geçirilebilecek bütün ayrıntılarım, hattâ bunların en önemlilerini bile burada tanıtmaya çalışmak çok külfetli bir iş olur. Bu tafsilât yığını mütehassıs bilginlerde heyecanlı bir ilgi uyandırırsa da, bugünkü hani ve henü? tam şeklini almamış olan kaynak malzeme ufak tefek hadiseleriyle, garip ve yabancı bir sürü adlariyle, bu sahaya yabancı olanlar için yorucu olabilir. İşte bunun içindir ki, bizim burada yapacağımız, bu bilgi yığını içinden, büyük çağlara, önemli hareketlere dair, bugün de sarih olarak çıkarabileceğimiz neticeleri taslak halinde vermekten ibarettir. İç - Asya'da ilk büyük göçebe devlet İsa'dan önce III. yüzyılda Altay'ın doğusunda, bugünkü Moğolya'da kurulmuştu. İrili - ufaklı bazı göçebe kabileler büyük çölü daha evvelleri de geçmişler ve uzun yahut kısa bir zaman sınırlarda Çin'lilere rahatsızlık vermişlerdi, fakat tehlikeli rolleri ancak Mao-dun adlı hükümdarları zamanında başlamıştı. Bu merhamet nedir bilmez, kanlı göçebe reisi idareyi e-line aldıktan sonra (İ. ö. 209). yoluna dikilen herkesi boğazlatmış, kendi ailesine karşı bile insaf göstermemişti. Ondan sonra mutaassıp ordulariyle yürüyerek, bozkır ve çöl dünyasında ele geçirdiği bütün kabileleri çiğnedi geçti. Sonra çoğalan kuvvetiyle Çin'lilere döndü. Çin'liler ise bu sefer gelenlerin sınırlarda çapulculuk için geîmiş alelade soyguncu kabileler olmayıp, tehlikeli bir askerî kudretin tehdidi karşısında bulunduklarını görerek telâşa düştüler. Mao-dun'un zamanında yeni doğmuş olan göçebe devlet Kora'-dan Aral gölüne kadar yayılıyordu ve azametli göçebe hükümdar, Çin'in kuzeyindeki bütün memleketlerin kendisinin olmasiyle öğü-nüyordu. Ve her ne kadar Çin cesaret ve meharetle, fakat herhalde var kuvvetini kullanarak bu akınlara karşı kodu ise de, değişik talih ile sürüp giden harblerde bazı kuzey eyaletlerini, —geçici bir zaman için de olsa — elinden kaptırdı. Mao - dun'un bu büyük göçebe kavmi Hiunğ - nu idi. Çin'liler onları bu adla andıkları gibi herhalde onlar da kendilerine böyle bir ad veriyorlardı. Batı'lı araştırıcılar bu Hiunğ - nu'larm ne türlü bir kavim, Türkler mi, Moğollar mı, yoksa başkaları mı olduklarını yorulmak bilmez bir gayretle inceleyip araştırdılar. Bu öyle esrarlı bir sorudur ki, buna bugüne kadar tatmin edici bir cevap beyhude arandı. İsim benzeyişi, savaşçı hayat şekli ve bazı krono-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
3ı
lojik sebepler daha bundan iki yüz yıl önce Batı bilginlerini, Çin kaynaklarında adı geçen bu Hiunğ - nu'ların hakikatte büyük kavimler-göçü devrindeki Hunlar oldukları düşüncesine iletmişti. Şüphesiz bu tahminde şunun da hissesi vardı ki, kavimler - göçü devrindeki göçebe sürülerinin cetlerini Asya'da aramak icabediyor-du. O zamandan beri de ilim bu alanda karar mı verememiş; Hiunğ-nu kavimiyle Hunların aynı olduklarmı ne yalanlamış ne de doğru-lıyabilmiştir. Fakat o faraziye artık sarsılmaz bir akide haline geldiğinden zamanımızın başlıca bilginleri Hiunğ-nu'lara Asya'lı Hunlar demektedirler. Bu itibarla burada biz de bu adı kullanacağız. Demek oluyor ki, Asya'nın ilk göçebe imparatorluğu Asyalı Hunlarındır; o imparatorluk ki gerek büyüklüğü gerekse çöküşü bakımından, daha sonraki bütün göçebe hükümetlerin kuruluş ve batışlarının iyi bir örneği olmuştur. Mao-dun'un ölümünden sonra yavaş yavaş kabile reisleri arasında rekabet ve merkezî hükümetin zayıflaması başlıyor ve devletin mukavemet kudreti gittikçe gevşiyor. Derken birkaç büyük askerî felâket, derken en elverişsiz bir zamanda gelen tabiî âfetler; bütün hayvan mevcudunu kırıp geçiren büyük bir kuraklık veya öldürücü bir kış... ve göçüş artık önüne geçilmez bir şeydir. Nitekim böyle de oldu. Çin'liler bu çevik göçebe atlıların münasebetsizliklerinden zaten yaka silkiyorlardı; bir müddet sonra onların savaş sularını öğrendiler ve nihayet kendi harb aletleri ve taktikleriyle ü-zerlerine yürüdüler. Çin'liler elde ettikleri başarılardan cesaret alarak bu ganimet düşkünü sergüzeştçi akıncıları sınırlarından kovmakla yetinmeyip pervasızca büyük bir işe karar verdiler: kalktılar, yenilmiş olan Hunları çölün bir ucundan öbürüne kadar kovalıya-rak onları kendi yurtlarında tepelediler. Göçebe imparatorluk dağılmağa başladı. Kabile boğuşmalarından ve Çin darbesinden kurtulabilen bir kol Altay'ları geçerek, İli vadisi taraflarına yerleşti. Bu suretle Doğu - ve Batı - Hun imparatorlukları vücuda gelmiş idiyse de her ikisinin kaderi de belli olmuştu. İkiye bölünmüş olan düşmanın hakkından gelmek Çin'liler için kolaylaşmıştı. Birbiri ardına gelen felâketlerden kaçan bazı kabileler kuzey ve batı yönlerinde uzaklara göç ettiler. Bazıları ise kudretli Çin imparatorluğuna, Gök oğluna boyun eğmeyi tercih et-
32
B İ L İ N M İ Y E N İ Ç —ASYA
tiler, o da imparatorluğun o zamana kadar tehdit altında bulunan ve çapullara uğrıyan sınırlarını kendi dik kafalı kardeşlerine karşı korusunlar diye onları sınır boylarına yerleştirdi. Hunlarm daha önce boyun eğdirmiş oldukları yabancı kabîlecikler Hun imparatorluğunu zaten seve seve taşımadıklarından, onlarda zayıflık alâmeti belirince bu zoraki ittifaktan birbiriyle yarış edercesine ayrıldılar. Ve Asya Hunları amansız bir surette tükenmekte idiler. İlk önce Kuzey-Moğolistan imparatorlukları çekmeğe başladı, İsa'nın doğumu yıllarında Kun-Çin komşuluğu artık mazinin şerefli bir hâtırasından başka bir şey değildir, batıda da daha yüz yıl kadar tutu-nabildiler, fakat sakınılmaz akıbet kendini burada da çok bekletmedi. Müttefikleri tarafından terk edilmiş olan Hun hükümdarı, kendi deyimleriyle şan-yü, arkadan kovalıyan Çinlilerden kaçarak başkentine sığındı, fakat yeise düşmüş bir halde, artık her şeyin nafile olduğunu, gökle toprağın kendi aleyhinde birleşmiş olduklarını anlamış bulunuyordu. Başka zaman az sözlü, kuru Çin kaynakları, son müstakil Hun hükümdarının can vererek mahvolduğu bu mücadeleyi bütün dramatik tafsilâtiyle tasvir ederler. Hun kavminin ne olduğu ise artık Çin'lileri ilgilendirmiyordu. Fakat Avrupa'ya komşu sahalara dağılmış olan bu orduların ve onlara mensup göçebelerin akıbeti Batı bilgininin hayalini o nispette fazla işletiyordu. Kuzeye mi gitmişlerdi yoksa güneye mi, yahut da acaba Volga'ya doğru mu yollanmışlardı? Hun ve Hiunğ-nu'-nun aynı kavim olduğu mütalâasında bulunanlar tabiatiyle son şekli kabul ediyorlardı. Onlara göre, dağılmış olan Hun kıtaları, felâketli yenilgiden sonra yavaş yavaş bellerini doğrultmuşlar, kabile bağları yemden sağlamlaşmış, yanlarına güzellikle veya zorla, taze müttefikler bulmuşlardı. Bütün bunlar güya büyük mağlûbiyetin vuku bulduğu yerden çok uzakta, Çin'lilerin alâka ve kuvvetlerinin erişemiyeceği yerlerde oluyordu. İsa'dan sonra IV. yüzyılda yeniden kendilerini toparlıyarak veyahut belki de her hangi bilinmiyen, doğudan gelen bir baskının tesiri altında, Alanları önlerinde kovalıya-rak Doğu - Avrupa'ya girdiler. Attilânın korkunç Hunları güya işte bunlardır. Asya'daki Hun imparatorluğunun ufalmasından sonra, Altay-ların ötesinde de berisinde de, bir müddet sükûn hüküm sürdü. Fa-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
33
kat IV. yüzyılın sonunda, eski Hiunğ-nu devletinin yerinde yeni bir cenkçi atlı - göçebe kavim, Juan-juan peyda olarak yayılmağa baş-ladı. Çin'lilerin sadece bu yeni adı öğrenmeleri lâzımdı, yoksa sınır-larını tehdideden bu pervasız göçebeler hakkında eski bildikleri kendilerine yetişirdi. Juanjuan'ların hüviyetleri de Hiunğ-nu'lar gibi tamamiyle bulanıktır. Gobi çölünün kuzey taraflarından güneye doğru akıp gelen bu göçebe kavim unsurunun İç - Asya'daki dil ve ırk kollarından hangisine mensup olduğunu bugün de bilmiyoruz. Bazıları, bu Juan-juan'ların yolunu, Asya'daki rollerini bitirttikten sonra Avrupa'da takibederek, Asya'dan kaybolan bu kavmin Avru-pa'da Avar adiyle göründükleri mütalâasında bulunurlar .Tıpkı Hiunğnu ve Hun ayniyeti meselesinde olduğu gibi, bunlar hakkındaki kanaatler başka bakımdan da dağılırlar: bazılarına göre Juan-juan'-lar da (yani Avarlar da) Türktürler, halbuki başkaları ise bunlarda Moğolları araştırırlar. Juan-juan'lardan biraz sonra, tahminen IV. yüzyılda, yine menşei esrarlı bir başka büyük göçebe kavim görülür ki, bu da To-ba'dır. To-ba sonuna kadar Asya'lı olarak kaldı, hiçbir vakit Altay'lardan beriye geçmedi. Gerçekten buna sıra da gelmedi, çünkü o, kendinden önceki iki kavmin beyhude yere denemiş olduğu şeyi başarabilmiş, o zamana kadar yenilmez sanılan güney rakibini yenmeğe muvaffak olmuştu. To-ba hükümdar ailesi Kuzey-Çin'in en büyük kısmını zaptederek, Gök oğlunun tahtına geçti. Ancak bu zafer zahirî idi. Silâh zoriyle fethedilmiş olan Çin, içerilerine kadar sokulan bu göçebeleri medeniyetiyle, mânevi kuvvetiyle ezdi ve onlar, belki kendileri de farkına varmaksızın Çin'li haline geldiler. To-ba hükümdar ailesinden, Çin'in en büyük hanedanlarından biri olan Vey doğdu. VI. yüzyıldan itibaren daha aydınlıkta yürüyoruz, artık ilk Türkler görünmüşlerdir. Juan-juan imparatorluğunun yıkıntıları üzerine Kök Türkler devletlerini kuruyorlar. Anayurttan, yani Orkhon nehri vadisinden etrafa yayılan Kök Türklük çabucak büyüyüp gelişiyor, fakat daha birkaç onyıl bile geçmeden, karakteristik göçebe devlet dağılışı vukua geliyor. Bu suretle Orkhon vadisinden yalnız Doğu - Kök Türk devletini idare ediyorlar ve gelenek halini almış olan ölüm-kalım savaşını Çin'lilere karşı buradan devam ettiriyorlar. Balkaş gülünün F. 3
34
BİLİNMİYKN
İÇ-A S YA
güneyinde, İli vadisinde ise Batı - Kök Türk devletinin başkabîlesi oturmaktadır ve bunun birinci düşüncesi güneye ve batıya doğru yayılmaktır. Çin kaynaklarının verdiği bol tafsilâtlı bilgilerden, göçebe devletlerin ne kadar çeşitli kavim unsurlarından meydana geldiklerini şimdi artık iyice görmekteyiz, büyük bir ittifakın ortak kabilelerini tanıyoruz, bunların kimler olduklarını şüphe götürmi-yecek şekilde bildiğimiz gibi, çoğunun tarihini zamanımıza kadar da takibedebiliyoruz. Bundan açıkça öğrendiğimiz ilk şey; düşmanlıkta olsun dostlukta veya ittifakta olsun, akrabalığa bakılmaz, birbirine akraba veya tamamiyle yabancı kavimler, yanyana bulunabilecekleri gibi birbirine karşı da gelebilirler. Meselâ Kök Türk imparatorluğunun VIII. yüzyıldaki şanlı durumunu çekemiyen düşman yabancı bir kavim olmayıp dil ve ırk bakımından onun en yakın akrabası olan Uygur kavmi idi. Uygurlar önce Doğu-Kök Türklerini çiğnedikten sonra, yavaş yavaş Altay-lardan sızarak, sönmek üzere bulunan Batı-Kök Türkleri üzerine yüklendiler, daha sonra kendi devirleri de geçerek yerlerini yeni bir istilâcıya terk etmek lâzım gelince, son sığınacak ver olarak hepsi bir arada, bu sonraki yurtta kalmışlardı. Kök Türk kavmi gerçi sade istilâcı bir asker-kavimdir, fakat bu işin tam eri, en mükemmel bir örneğidir. Teşkilâtçı kudretine, devlet kurma kabiliyetine ne kadar hayran olsak azdır. Uygurlar ise göçebe tarihine taze renkler getiriyorlar, medenileşme hususunda şaşılacak istidat gösteriyorlar. Çok erken, daha Orkhon yaylasında iken, İç - Asya'da pek ziyade yayılmış olan ve büyük hükümdarlarından Buku han tarafından devlet dini haline yükseltilmiş bulunan maniheizmi kabul ediyorlar. Sonraları, Altay'ların batısındaki yurtlarında budizmi de yakından tanıyorlar. Bu dinler yoliyle birtakım yazılarla tanışıyorlar ve bunlardan birine kendilerine izafetle Uygur yazısı diyorlar ki, bu yazı âz bir değişiklikle Moğollar arasında bugün de yaşamaktadır. Büyük kısmı Mani ve Buddha yayınlarının tercümesi olan mukaddes kitapların IX. ve X. yüzyıllardan itibaren Çin'lilerden öğrendikleri usullere göre ağaç levhalar yardımiyle basıyorlar. Kiliseler, şehirler yapıyor ve dinî sanatları, eski göçebelerde o zamana kadar görülmemiş bir fedakârlıkla ve gayretle koruyup geliştiriyorlar. Sıra başka kuvvetli göçebe bir kavme, Kırgızlara gelince, bun-
B İ \. İ N M İ V F. N
fÇ-ASVA
35
lar Orkhon vadisindeki _Uygur devletini de ortadan kaldırdılar. Bu yeni türeme Türkler Yenisey nehrinin aşağı mecrası kıyılarından kopup gelmişlerdi. Daha pek o kadar eski olmıyan bir zamanda, diğer ehemmiyetsiz Paleo-Asya'lı kavimler gibi bunlar da öyle yüksek kültürleri olmıyan basit hayatlarını orman bölgesinin kuytu yerlerinde geçirip gidiyorlardı. Savaşçı Türk komşularının tesiri altında eski yaşayış tarzlarını bırakmışlar, hattâ dillerini de Türkçeye değiştirmişlerdi. Çok geçmeden bu alanda ustalarını geçerek mükemmel öğrenici olduklarını da gösterdiler. Uygur hegemonyası vüz_yıL-kadar ancak devam etmiş, Kırgız-larınki ise hemen o kadar bile sürmemişti. Bunların büyüklükleri yeni bir Türk kudretinin. Korlukların gölgesi altına girdi. Türk kavimlerinin zerrelere ayrılışı bu zamandan, yani XI. yüzyıldan başlıyarak gelişir; birbiri ardınca birçok kabileler, halk kitleleri görünürler ve sonra İç - Asya'nın hareketli tarihine karışarak kayboluyorlar. Fakat siyasi parçalanmadan sonra gelen ve bir fırtınanın yaklaştığını haber veren bu durgunluk da çok süremezdi, yine büyük ve hakiki bir göçebe kavmin, bir kuyruklu yıldız gibi gözükmesi gerekiyordu. Beklenen bu hâdise XII. yüzyılın sonunda gerçekleşti, meçhullüğün karanlıklarından o zamana kadar henüz âdeta adı bile duyulmamış olan bir atlı-çoban kavim ortaya çıkıyor ki, bu Moğoldur. Bu kavim, hükümdarının, Cengiz hanın başbuğluğu altında önce yakındaki, büyük rakip kabileleri tepeliyor, zayıflar ise karşı komayı bile denemeden ona katılıyorlar. Cengiz han ile halefleri, çoğalan bir kuvvet ve artan bir iştahla. Asya'nın istilâsına çıkıyorlar. Atlı göçebelerin değişiklikler gösteren zengin tarihlerinde muazzam sahalar ele geçirmiş olan büyük fetihçiler o vakte kadar da eksik değildi, fakat Cengiz hanla torunlarının meydana getirdikleri kadar büyük bir imparatorluk hiçbiri kuramamıştı. Bütün İç - Asya onlarındı. Plân dairesinde askerî icraatla koskoca Çin'i avuçları içine aldıkları gibi Moğol sülâlesinin bir kolu Çin imparatorluk tahtını da ele geçirmişti. Uzak-Batı'da, İran'da, Afganistan'da Moğollar hüküm sürüyorlar, daha sonra Kuzey - Hindistan'a da ayak basıyorlar. Doğu - Avrupa'da bütün mukavemetleri kıran Moğolların önüne geçilmez orduları, bilindiği gibi, Macaristan'ı çiğniyerek ta Dalmaçya'ya kadar ilerliyor. Ancak göçebe istilâların ve imparatorlukların şaşmaz kanunla-
36
B İ L İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
rina göre, bu, Kora'dan Adriyatik denizine kadar yayılmış olan dev -imparatorluğun bir elde ve hele nesiller boyunca tam bütünlüğü ile kalamıyacağı tabiî idi. Nitekim önce merkezî devlete bağlı tâbi parçalara ayrıldı, bunlar sonra müstakil hayat yaşamağa başladılar. Ve sonunda, bu merkezden ve birbirlerinden kopmuş, birer Moğol başbuğ idaresinde bulunan memleketler de birbiri ardınca, içten ve dıştan gelen baskıların kurbanı olup gittiler. i Moğol istilâ devri, hele XIII. ve XIV. yüzyıllar şüphesiz, As-lyaTnın en önemlijarihi çağlarından birini teşkil eder. Ancak bu '}devrin tesiri Asya sınırlarından çok uzaklara da yayılmıştır: iki ih-jtiyar kıta. Asya ile Avrupa ancak o devirde birbirini gerçekten ta-| nımıştır. İç-Asya, Doğu Avrupa'nın siyasi ve etnograf ik manza-i rası bu çağ olaylarının tesiri altında teşekkül etmiştir ve o zamandan beri ne olmuş, ne değişmişse bu ancak o geçmiş hâdiselerin zaruri neticeleridir. Atlı göçebe asker - kavimlerden maada tç - Asya'da başka Türk Moğol cinsinden olmıyan kavim unsurları bulunduğunu da biliyoruz. Eski Çin kaynakları bize bunların hayatları hakkında da ötekiler kadar açık ve bol bilgi vermektedirler. Fakat bunların siyasi ve hele istilâ faaliyetleri ötekilerinkine bakınca önemsizdir ve biri çıkıp da bunların askerlik tarihlerini yazmak istese söyliyecek bir şey zor bulur, olsa olsa kâh şu ve kâh bu istilâ dalgasına kapılmış olduklarını yazabilir. Altay'ların doğusuna düşen alanda, onun da daha ziyade batı ve güney kısımlarında bizim erişebileceğimiz en eski zamanlarda, büyük küçük vâhalardaki şehir-devletler içinde Iran'lı kavimler yaşarlardı ve bunların ancak ehemmiyetsiz bir kısmınca göçebe veya yarı - göçebe hayat tarzının da meçhul olmadığını tahmin edebilmekteyiz. Bu tran'lı halk her ne kadar askerlik faziletlerine karşı fazla bir coşkunluk göstermiyor idiyse de, Îç-Asya'nın geçmiş yüzyıllarında pek de ihmal edilecek ehemmiyetsiz bir yığın değildi. (Sayılarının yüksekliği bakımından da olsa.) Zerdüşt'ün, Mani'nin ve Buddha'mn dinleri, dinî edebiyatları, sanatları tran topraklarında verimli bir gelişme gösteriyordu. İran'lılar kendi daha yüksek, az zaman içinde İran'ın rengini alan medeniyetlerini göçebe asker-komşularına da aşılamağa uğraştılar. Çiftçiliğin ustası idiler. Susuz,
BİL İN Mİ YEN İÇ-A S YA
37
verimsiz toprak üzerinde arklar açarak sulu ziraat usulünü şaşıla- -. cak derecede mükemmelleştirmişlerdi. Asya'nın en kabiliyetli tüc- | carları onlardı. Moğol veya Hun döğüş alanında ne ise bazı İran'h I kabileler de bu alanda o kadar ileri idiler. Meselâ Sogdlar ticaret seferlerinde Batı - Çin'e kadar vardıkları gibi Dış - Moğolistan'ın i uzak bozkırlarında da yatlık duymazlardı. Ve bunları öyle basit ma- I cera yolculukları da sanmamalıdır. Sogd tacirleri devamlı münase- / betlcr_kurmağa çalışırlardı; ehemmiyetli mevkilerde yabancılar ara- / sına yerleşir, küçük sömürgeler kurarlar ve büyük kervan yolların- : dan yurtlarının başlıca ticaret merkezlerine gidiş gelişi sağlamağa ( dikkat gösterirlerdi. Fakat iç - Asya'da ne İranlılarla ne de Moğol - Türk cinsi kavimlerle hiçbir akrabalık bağı bulunmıyan bambaşka bir kavim grupu daha yaşamakta idi. Bunların müstakil devletleri vardı ve ister istemez büyük siyasi ve askerî münakaşalara kâh tâbi bir halk kâh müziç bir düşman sıfatiyle karışırlardı. Bunlardan ne zaman söz açılsa Çinliler daima, dünyanın en çirkin kavimleri olduğunu söyler ve kızıl saçlı, yeşil gözlü insanlar diye kendilerinden alayla bahsederler. Galiba Çin'lilerin umacıları sarışın ve mavi gözlü insanlardı. Batı bilginleri eski Asya'nın etnografik haritasını tanımadıkları müddetçe, bunların herhalde İran'h kavimler olacağını sanmışlardı. Yanlış yola saptıkları ve bu sarı saçlı, mavi gözlü eski Kırgızların, hattâ Vu-sun'ların bile, bugün artık tamamiyle kökü kesilmiş bir Paleo - Asya'lı kavim ırkına mensup oldukları ve bunların son örnekleri de bugünkü Yenisey - Ostyakları olduğu daha yakın zamanlarda meydana çıkmıştır. Büyük küçük kabileler arasında, bugün tanıdığımız İç - Asya ırklarından ve dillerinden esaslı bir surette ayrılan birtakım başka kavimlerin de yaşamış oldukları muhakkaktır. Çin'lilerin kaydettikleri bir sürü ne olduğu "belirsiz kavim ve kabile adları arasından hangisinin böyle bir unsuru gizlemekte olduğunu ise şimdilik söylemek zordur. İc - Asya'nın hareketli hayatına gelince, bu hayat hiç de kapalı kutu içinde geçmemiştir. Kenar sahalardan beriye ve aksi istikamete insan akışı daimî olmuş, küçük büyük göç dalgaları, belli başlı geçişlerden başka, sınırlarda da önemli hareketler görülmüştür.
38
B İ L İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
Bunları bilmedikçe bu bölgenin hayatının içyüzünü ne doğru olarak ne de tamamiyle izah edemeyiz. îç - Asya, kavim hareketlerinin kay» naştığı bir alan olduğu kadar çeşitli medeniyetlerin hakiki toplanma havuzu da olmuştur; nitekim buraya sınırlar tarafından, yabancı medeniyet muhitlerinin mânevi ve maddi mahsulleri bol bol akmakta idi,... Çin medeniyeti buradaki açık kapılardan boşanmış, serbestçe yayılıyordu. Hele İran medeniyeti için fazla bir zorlayışa hiç ihtiyaç yoktu, çünkü en eski kaynaklarımızın dayandığı zamandan, iki bin yıldan beri oturduğu, kök saldığı bu yerler onun kendi yurdu, kenditoprağı idi. Hint kültür ve sanat hayatı mahsullerine gelince; bunlar etrafa dağılmağa daha sonra başlamışlar, ve o zamanda vine hep tran'lılar vasıtasivle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Avrupa'lı Güney - Rusya sanat ve küçük - plâstikasının tesiri ise önce Kürk -volu ile Kuzey -Moğolva'daki atlı göçebelere varmış, onlar da va-kit geçirmeden ele geçirdiklerini güneye, Çin'e iletmişlerdi. İç - Asya hayatının tarihi binlerce ve binlerce iplikle örülmüştür ve onu bugün bu kadar tamyabiliyorsak bu, yüzyılların emeği sayesinde mümkün olabilmiştir. Pervasız elçiler, talih deniyen cesur tacirler, dine çağıran gayretli misyonerler bu korkunç meçhullüğe doğru ilk patikaları açtılar. Bilgin araştırıcılar onların izleri üzerinde keşif yollarına çıktılar. İşte bu bir sürü dağınık verinti ve kayıtların birbirine eklenmesi suretiyledir ki, ilk insicamlı levha meydana gelebilmiştir. Şu halde Batı'lı insan İç - Asya'yı nasıl keşfetmiştir? Keşifler tarihinde bu soruya şimdiye kadar verilen cevap nispeten dardır. Çünkü bazılarına göre keşif, yalnız Batı'lı insanın kendi yaptığıdır. Bu görüşte bir dereceye kadar bundan yarım yüzyıl önceki, Akdeniz çevresinden ötede olan bitenlerden haberdar görünmek istemiyen zihniyet sezilmektedir. O zihniyete göre Çin, Hindistan veya eski Amerika medeniyetleri, Akdenizin yakın ve uzak kıyılarında yine medeniyet yolunda sarf edilmiş olan gayretlerin yanında sanki insanlık tarihinin geçici bir epizodu ve bir çocuk oyuncağı sayılırdı. Bu görüş zaten ilmî bakımdan haklı olarak münakaşa götürür, çünkü her hangi bir bilgi sistemi hiçbir zaman hangi kavimlerin
B İL İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
39
ona ne gibi unsurlar katmış olmalarına bağlı değildir. Zaten artık bugün öyle bir duruma gelmiş bulunuyoruz ki, Batı'lı benciliğimiz incinmeksizin ve rahat yürekle meseleyi bütün şümuliyle ele alabiliriz. Çünkü tç - Asya ile ilgili keşiflerin en çoğu Batı'lı bilginlerin eseridir; bundan maada artık yabancı yardıma ihtiyaç kalmaksızın, eski çağlarda başka kavimler bilginlerinin ne işler görmüş olduklarını öğrenmek ve bu malûmat yığınını tenkidin kalburundan geçirdikten sonra kendi bilgi sistemimize ekliyebilmek için de elimizde lüzumlu vasıtalar mevcuttur. Bu prensibi göz önünde bulundurarak aşağıdaki sayfaların tertibinde tam olmağa gayret ettik. Tam olmaktan kasdımız şudur ki, burada bazı keşiflere ait olan yazıları, bunlar Çin'li veya Tibet'li müelliflerin eserleridir, Avrupa'lı değildir, diye gözden uzak tutmadık. Fakat gerçek mânasiyle tam olmak rüyamıza bile giremez, zira İç-Asya'nın tamnmasiyle ilgili eserlerin, tetkiklerin bibliyografik bir listesi bile kocaman bir cilt teşkil eder. Şu halde bizim için bu eserler arasında seçmek zarureti vardı ve biz de hususiyeti olduğunu sandığımız her hangi bir çağa ait ehemmiyetli, dikkate değer kaynakları dile getirmeyi veya onların izinde yürümeyi denedik.
B İ L İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
II. BÜYÜK ÇİN SEDDİ'NİN ÖTESİNDE Hun-Çm kahramanlık hayatı.- Hunlarla Çinlilerin temasları v* birbirlerine tesirleri.- Hun imparatorluğunun iç nisamı.— Hım topraklarına Çin'li keşif seferleri.- Cang-Çien'in Yüe-cı'lar Ülkesine elçiliği.- Türkistan'da bir Çin'li keşifçi.- İç-Asya'nın en eski Batı'h keşifçileri ve İpek-yolu.
Da-tunğ nöbet kulesinden duman çıkıyordu; davullar gümlü-yor, gonglar inliyordu: Hunlar geliyor! Alarm işareti üzerine bütün Çin'li askerler, sivil halk kendini bilmiyecek bir şaşkınlık içinde önceden hazırlanmış sığmağa koşuyordu. Kapıları kapadılar, yolları tıkadılar; sınır kalesinde hayat birdenbire duruverdi. İmparatorun lûtfiyle Da-tunğ'un tam selâhiyetli efendisi olan general Li Mov akıncı Hunları bu suretle yola getirmek istiyordu. Açık çarpışmadan plân dairesinde kaçınırsa, sık sık gelen göçebe akıncılar adamlarına bir zarar veremez, çapulculuğun, soygunculuğun önüne geçer; onlar da kilitli hisarların, yıkılmaz kapıların önünden eli boş dönmekten eninde sonunda usanırlar sanıyordu. Fakat Hunlar hiç de öyle kolay kolay yeise düşeceğe benzemi-yorlardı. Aldırış bile etmeksizin çevik atlarının sırtında Çin sınırının kâh şu kâh bu noktasına koşturuyorlar ve Li Mov'un mükemmel sanılan müdafaa plânının şurada burada iflâs ettiği görülüyordu: nöbetçileri baskına uğratıyorlar, halkı insafsızca haraca kesiyorlar, taşınması mümkün ve onlarca bir kıymet ifade eden ne varsa alıp çöldeki karargâhlarına götürüyorlardı. Sonunda Çin'liler kendileri de bu işten usanmışlar ve gözü kara akıncılara karşı para etmiyerek feci bir şekilde iflâs eden hile aleyhinde söylenmeğe başlamışlardı. Li Mov gözden düştü ve Çin sınırlarındaki kahramanlık hayatı yine eskisi gibi devam etti. Çinlilerle Hunlar arasında, her iki tarafın da aynı derecede yiğitçe döğüştükleri ufak tefek maceraların haddi ve hesabı yoktur.
41
Da-tunğ yakınlarında, Huanğ-ho nehrinin kuzey-doğu kıvrımına civar bir yerde Yen-men adlı çok mühim bir askerî nokta vardı. Buranın istihkâmları, nöbet kuleleri meşhur general Li Guanğ'ın emri altında idi. Bu general ardı arası kesilmiyen vuruşmalara her zaman kendisi de katılır ve askerleri gibi cesaretle keser biçerdi. Fakat bir defasında (İ. ö. 124) akınlardan biri nasılsa ters netice verdi. Hunlar Çin'lileri dağıttılar ve yaralar içinde kalmış olan komutan Li Guanğ'ı da esir ettiler. Bu pervasız ve mahir generali ele geçirmesini Hunlar zaten çoktan beri istiyorlardı, büyük hükümdarları onu diri diri getirecek olana yüksek mükâfat vadetmişti. Talihli göçebelerin sevinçleri sonsuzdu, yaralı Çin generalini iki atın eyeri arasına astıkları bir salıncağa güzelce yatırıp yola koyuldular. Şöyle 20 - 30 li kadar uzaklaşmışlardı ki, bu garip sedyenin yanına bir Hun delikanlısı yanaşmıştı. Li Guanğ yolda kendisini ölmüş gibi gösteriyordu, derken birdenbire gözlerini açarak sıçradı ve şaşıran delikanlının elinden silâhını kaptı ve atına da atlıyarak geri dönüp rüzgâr gibi uçtu gitti. Hunlar şaşkınlıktan kendilerine gelince hemen peşine düştüler, onu ok yağmuruna tuttular, kovaladılar, fakat nafile! Kaçak Li Guanğ bir kazasız Çin nöbet kulesine ulaştı; kurtulmuştu. Hunlarla Çin'liler asırlar boyunca birbirleriyle işte böyle güreşip durdular. Arada bazan büyük, ciddî çarpışmalara da sıra geliyordu, sınır bölgesi gerçekten tehlikeler geçiriyor ve bazan Gök oğlunun ehemmiyetli sahalardan vazgeçmesi icabediyordu, fakat harb talihi döndü ve Çin'lilerlc Hunlar yine eski bilinen yerlerde birbirlerinin karşısına dikildiler ve eski güreşlerine yine başladılar. Harb arabalarına alışık, uzun urbaları içinde serbest hareket edemiyen Çin'liler, bir kasırga hıziyle kendilerine çarpan ve yine böyle ortadan kaybolan atlı sürülere karşı başlangıçta gerçekten ne yapacaklarını bilememişlerdi. Fakat çok geçmeden kendilerini toparladılar ve bu düşmanı ancak kendi savaş vasıtaları ve harb usulleriyle yenebileceklerini anladılar. O zaman, tehditçi barbar atlılara karşı yavaş yavaş karışık bir müdafaa sistemi meydana geldi. Kuzey eyaletlerinin elden çıkmasından korkan Çin imparatorları doğudan batıya doğru sınır boyunca muazzam bir duvar çektiler ve bunu birbirinden muayyen uzaklıkta hisarlar ve nöbet kuleleriyle de tahkim ettiler. Eski Çin tarihçilerinin, sınır boyunca on bin li
B İL İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
43
uzunluğunda dolanır ve inşası binlerce ve binlerce biçare esir ve sürgünün hayatına mal olmuştur, diye övünerek sözünü ettikleri büyük Çin şeddi işte böyle meydana geldi. Nöbet kulelerinde daimî asker bulunur, nöbetçiler buradan her şeyi yok edici göçebelerin dolaşmasını gözetler, verecekleri bir işaret üzerine asker derhal silâha sarılırdı. Bu müdafaa sistemini sonraları gittikçe daha mükemmelleştirdiler. Lüzumunda gönderilecek takviye kıtalarının şevkini kolaylaştırmak, çabuklaştırmak için, büyük masraf ve emeklerle başlıca sınır kalelerinden imparatorluğun içerlerine doğru yollar açtılar. Bir yandan da sınırı müdafaa eden askerin iaşesini kolaylaştırmak ve ucuzlatmak için, daimî ateş hattı sayılan sınırların gerisine sivil halk yerleştirerek, buralarda köyler kurdular. Bu uzun savaş devresi içinde Çinli savaşçıların kıyafetleri ve^ teçhizatları da değişti. Ağır yol alan harb arabasını bir yana bıraka rak Çin askeri de tıpkı rakibi olan Hun gibi, ata bindi. Keçeden ve ya bezden yapılan eski pabucunu çıkararak süvari çizmesi giydi. Tabiatiyle, bol, topukları döven ve hareketi güçleştiren Çin urbasını da giyemezdi, göçebelerde gördüğü gibi giyinmeğe başladı. Vücuda ya pışan don, dar setri giydi ve bunu, eskisi gibi bezden, beline sarıp önünde bağladığı kuşakla değil, tokalı bir kayışla sıktı. Hattâ başı na da samur kuyruğu ile süslü göçebe kalpağını geçirdi. / Bu göçebe savaş kıyafeti sade maksada pek ziyade elverişli de-^ ğil, aynı zamanda çok da süslü idi. Çin'liler ise gösterişli teferruata meraklı olduklarından fazla bir özençle bu süslere rütbe farkı gösteren işaretler de uydurdular. Kalpağın siperini samur kuyrukla be-1 raber sol tarafa getirenin ne rütbede olduğunu, sağ taraftaki süsün/ ne ifade ettiğini ve nihayet meselâ kalpağının iki tarafına birden samur kuyruğunu takabilmek için bir kimsenin ne kadar yüksek nü-** fuz ve salâhiyetinin bulunması lâzım geldiğini tesbit ettiler. Kalpağın ön tarafında madenî bir plâka parıldıyordu. Kibarlık ve zenginlik derecesine göre bu süs altın, gümüş veya nefritten olurdu. Keza alelade bel kemeri tokasından başka, tunç veya demirden, çeşitli şekillerde, sanatlı tokalar da yapılmıştır ki, bunları da yine altın, gümüş veya gök firuze kakmalar süslerdi. Kemerin üzerine yine rütbeye göre muhtelif sayıda madeni halkalar konurdu. Kemerinde do-
44
B İ L İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
kuz ve hele on bir halka bulunan kimse artık pek yüksek sayılırdı. Şunu da söyliyelim ki bu madenî halkaları sade süs olsun diye değil, birtakım lüzumlu ve faydalı aletlerin muhafazası için de taşırlardı. Bir Çin tarihçisinin anlattığı gibi, meselâ yedi halkalı ilerige-lenlerden birinin kemerinde şu aletler sarkardı: hançer, bıçak, bileği taşı, tarak, ayna mahfazası, çakmak taşı ve bir de ne işe yaradığı pek anlaşılamıyan ve yalnız Hunca adı yazılı bulunan bir eşya. Anlaşılan yalnız Çin'liler Hım atlılarının kılık ve kıyafetini beğenmiyorlar, Hunlar kendileri de, rahat düşkünü Çin'lilerin ince zevklerini gösteren süs eşyasına karşı açık bir ilgi gösteriyorlardı. Yine aynı Çin'li tarihçinin yazdığı sayfaları karıştıracak olursak, Çin imparatorunun t. ö. 177-de teveccühünü ve dostluğunu kazanmak istediği Hun hükümdarına yollamış olduğu hediyelerin listesine de bir göz atmak faydalı olur. Bunların arasında işlemeli, nakışlı, pamuk konmamış bir ipek elbise vardır ki bunu imparator kendisi giyermiş. Galiba bu fevkalâde bir dostluk nişanesi sayılıyordu. Ötekiler daha ziyade, gönderilen eşyanın sadece sıralanışından ibaret: işlemeli, pamuksuz bir uzun tunik entari; karışık renkli, nakışlı, pamuksuz bir ipek biniş; bir tarak; bir altın kakmalı kemer; bir altın kemer tokası; 10 parça işlemeli ipek; 30 parça çeşitli renkte nakışlı ipek; 40 parça al renkte ağır ipek kumaş; 40 parça yeşil ipekli. İmparatorun bu nezaketi herhalde Hun hükümdarında ve başadamlarında beklenen tesiri yapmıştı. Bu hoşa gidecek şeyler armağan olarak gelirse tabiî memnun oluyorlardı, fakat bir sırasını düşürdükleri zaman da bunlardan mümkün olduğu kadarını vergi olarak istemekten de çekinmezlerdi. Başka çare de kalmazsa bu gibi ihtiyaçlarını zorla tedarik etmek de ellerinden gelirdi. Hun ordusunun erleri belki de öyle yüksek emellerle pek kendilerini üzmezlerdi, fakat icabında iyi para edecek âlâ Çin ipeklilerini onlar da pek hor görmezlerdi. Ne de olsa o maceralı akınlarda onlar da işlerine yarıyacak ganimetleri ele geçiriyorlardı. Çinliler Hun komşuyu savaş temaslarından gayrı bin bir başka yoldan da tanımışlardı; daimî elçi geliş-gidişleri. kaçaklar, casuslar ve bunlardan hiç de geri kalmamak üzere barış zamanlarının ti-
B İ L İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
45
caret münasebetleri, istenildiği kadar malûmat almağa yetişiyordu. Hun hükümdarlariyle ilerigelenlerinin gittikçe moda haline gelmiş olan bir arzuları da Çin'li karı almaktı. Tabiî hepsi de bir imparator kızı almak isterdi. Fakat Hun ilerigelenlerinin hepsine yetecek kadar prenses bulmak hiçbir zaman mümkün değildi. Anlaşılan Çin'li prenseslerin de bu uzak diyarların şövalyelerine ve kendilerini oralarda bekliyen yabancı, barbar hayata zaten pek bayıldıkları yoktu. Gerçekten Çin'liler lûtufkâr dalaverelerle Hun hükümdarlarının gözünü birçok defa alelade kızlarla boyamışlardı. Fakat Gök oğlunun ittifak veya barış politikasını korumak için alet olmağa körükörüne boyun eğerek, narin yapılı hakiki Çin prenseslerinin de ister istemez çöl yolunu tuttukları oluyordu. Bunların hüzünlü hayatlarını dokunaklı surette tasvir eden şiirler bu çağlarda âdeta ayrı bir sanat tarzı haline gelmişti. Hun karısı olmuş bir Çin prensesi, devrinin en parlak kadın şairi, derdini şu mısralarla dökmektedir: Yurdumdan ayrıldım, kara bağlarım. Şimdi de Hunların çadırı yerim. Ocağım kül oldu, ona ağlarım, Dünyaya gelmemiş olmak isteri?/!. Yapağı eğirir, keçe giyerler, Gözüme bet gelir, gönlüme kötü. Koyunun o kokmuş etini yerler, İçemem bakırla sunulan sütü. Davulu her gece durmaz döverler, Dönerler ta güneş doğana kadar. Fırtına bozkırda gök gibi gürler, Yolları toz duman boğana kadar. Birbirine bu kadar sıkı bağlarla girift olmuş Hun-Çin'li hayatının neticesi olarak, elimizde bulunan Çin kaynaklarında bu kuzey göçebe kavminin hayatına dair hemen her şeyi bulmamız şaşılacak şey midir? Çin kronikacısı, büyük küçük bütün savaş vakalarını aynı derece sağlam bir doğrulukla gelecek nesillere devretmiştir. Fakat bundan maada Hun âdetleri, hayat tarzları üzerine ayrıca faydalı ve tesbite değer bulduğu ne varsa onları da toplamıştır. Bununla beraber bu tavsiflerin birçok eksiği vardır, ama bu, bunlar
46
B İL İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
hakkında bir şey duymamış olmalarından değil, aksine olarak herkesin bildiği şeyler olduğundandır. Hun imparatorluğu böyle şuradan buradan toplanmış pervasız bir güruhun zorbalığı ile ayakta duran bir devlet değildi, tersine ola rak orada cemiyetin en küçük birliği olan aileye varıncaya kadar bü tün nizam ve teşkilât vardı. İmparatorluğun bütünü sağ ve sol taraf olarak ikiye ayrılmıştı; daha küçük birlikler bu ikisi içinde taksime uğrarlardı. Askeri-siyasi her birliğin başında, rütbesi ve salâhiyeti tam olarak tâyin edilmiş bir şef bulunurdu. Devletin ceman yirmi dört erkânı vardı ve içlerinde yalnız en büyüklerinin emrinde on bin atlı bulunsa da bunların her biri «on bin atlı» unvanını taşırdı. Askeri birliklerin en büyüğü on bin atlı idi. Bundan maada ayrı ayrı komutanların idaresinde bulunan bin, yüz ve on atlı birliklerin rolleri de mühimdi. Büyük rütbeler babadan evlâda miras kalırdı. Hunların kanunları hakkında da bazı dağınık bilgimiz vardır, Kılıç çeken adamın kılıçla ölmesi lâzımdı. Cürüm işliyenler şiddetle cezalandırılırdı, ölüm cezası vermek için cok düşünülmezdi. Buna karşılık hapis cezası seyrekti ve on günü geçmezdi. Kuzeyli barbarların tahkim edilmiş yerleri, duvarla çevrili şehirleri olmayışı tabii Çinlilerin gözüne batıyordu; bir fevkalâdelik saydıkları hükümdar karargâhından ancak sırası geldikçe bahsederlerdi. Bir yerden başka bir yere, sürülerini önlerine katarak göçerlerdi. Atlarının, koyun ve sığırlarının sayısı belirsizdi, eşeği, katırı, deveyi de bilirlerdi. Bunlardan başka Çinliler, at veya eşek cinsinden daha üç çeşit hayvan sayıyorlarsa da bunların ne olduklarını iyice kestiremiyoruz. Toprağı işlemezler, bu işi hakir görürlerdi. Bununla beraber devlet erkânının hepsi ve savaşçılar da kendilerine bir arazi parçası ayırırlardı; toprağı işlemeğe esirleri ve borçlandırdıkları yabancıları mecbur ederlerdi. Hunlar atçı milletti. Atı başkaları da bilirdi ama sade yük çektirmek için kullanırlardı. Asya'nın bu kısmında uzak veya yakın, at sırtına ilk binen kavim Hun olmuştur, hem de bir daha inmemek üzer*; yola, ava, savaşa ancak at üstünde gidebiliyordu. Hunlar çocuklarını ata alıştırmak için, daha küçükken oyun kabilinden onları
B İL İ N M İ Y E N İÇ-ASYA
47
kuzuların, koyunların sırtına bindirirler, ellerine de ok ve yay ve rerek kuşlara, gelincik ve farelere nişan attırırlardı, böylece çocuklar büyüdükleri zaman daha ciddî nişan almasını öğrenmiş bulunurlardı. Savaş hevesi tavsayıverir diye, barış zamanlarında büyük av-/ lar tertibederlerdi. Fakat vurdukları avın etine, pek darda kalmaz-J larsa el sürmezlerdi; normal şartlar içinde besledikleri ev hayvanla-j rının etiyle gıdalanırlar, elbiselerini de onların derilerinden yaparl lar, olsa olsa süslü cepkenleri için nadir av hayvanlarından birini^ kıymetli kürkünden faydalanırlardı. Onlar için hayat gayesi savaştı. İrili-ufaklı birlikler halinde /toplanarak düşman üzerine, hem de şaşırtıcı bir hızla baskınlar ya- parlardı. Eğer tesadüfen, karşılarına hakkından gelemiyecekleri bir | kuvvet çıkmış bulunursa, karmakarışık bir halde yüz geri etmekten de çekinmezlerdi. Ama onlar kaçışı bile bir harb tuzağı yaparlardı. Bir aralık şimşek hıziyle geri döner, çabucak ve sıkı bir intizamla sıraya girerek, ne olduğunu anlamıyan düşmanın üzerine saldırırlardı. Savaşta gösterilen cesaret ve yararlığa çok kıymet verdikleri ise gayet tabiidir. Kim en çok düşman doğrar veya esir getirirse hükümdar ona hediyeler verir ve bir tas şarapla onu sevindirirdi. Savaş meydanında telef olan bir arkadaşının cesedini getiren kimse onun bütün malına konardı. Hücumu veya savaşı ancak ayın büyümekte olduğu veya ta mamlandığı günlerde göze alırlardı. Bu garip âdetin arkasında aca ba ne gibi dinî, hurafevi itikatlar gizlenmekle idi? Bu soruya cevap bulabilecek bir durumda değiliz, çünkü Çin kaynakları bu noktayı , aydınlatacak hiçbir ip ucu vermemektedirler. Eldeki noksan kayıtlara olsa olsa şunu katabiliriz ki, başhükümdar belki aynı zamanda başpapaz gibi bir şeydi, çünkü Tanrının her sabahı çadırından çıkar ve tapınır gibi bir tavırla, doğan güneşi selâmlardı; uğur getireni yeni ay göründüğü zaman ise aynı saygı ile ayı selâmlardı. Derken zaman değişti ve Çinliler, sanki habercilerin gevezeliklerine ve uzaktan gelen adamların dedikodularına doymuşlar gibi, aslan inine girmeyi göze alarak kendileri yola çıktılar. Hun çapulcu akınlarının bir türlü sonu gelmiyordu ve uzun zamandır sürüp giden didişmeler Çinlilerin sabrını gerçekten tüket-
48
BİLİNM!YKN
İÇ—ASV\
misti. Hun devleti içinde de birtakım gaileler çıkmıştı. Kabileler arasında geçimsizlikler hüküm sürüyor, komutanlar büyük hükümdara karşı isyan ediyorlardı ve güneydeki düşmanı, kendisinden zarar gelmiyecek, rahatına düşkün bir ganimet ülkesi saydıkları Çin'i akıllarına bile getirmiyorlardı. Çin'liler ise, surların ve sedlerin himayesi altında ne kadar kahramanlık gösterirlerse göstersinler, sınırlarını talan eden bu göçebelerden asla kurtulamıyacaklarını. onların en büyük hezimet üzerine de hiç tınmadan yurtlarına çekildiklerini ve yeni baştan saldırmak için kendilerine çeki düzen verdiklerini nihayet anlamışlardı. Hun ülkesini iyi tanıyan Çin'li generallerin tavsiyeleri üzerine göçebelere karşı hücuma geçildi. îlk Çin'li sefer ordusu, İ. ö. 128-de çölü geçerek Hun devletinin kalbinde bugünkü Moğolya'nın batı tarafında göçebelerle harbe tutuştu. Hunlar ehemmiyetli zarara uğradılar, fakat şu cihet anlaşılmıştı ki, Çin'lilerin hazırlıkları ne kadar geniş ölçüde olursa olsun, göçebeleri tek bir seferle kendi yuvalarında bile temizlemek mümkün değildir. Çin'liler büyük hücumu 119-da tekrarladılar. Bu hayret verici ölçüdeki savaş seferi hakkında Çin tarihçilerinin yazdıkları okunmaya değer. O zamana kadar görülmemiş derecede kalabalık olan ordu sefere çıkmazdan önce uzun hazırlıklar görüldü. İmparator komutayı en kahraman iki generalinin eline vermişti. Bunlardan biri, Vey Çinğ, ilk kuzey seferinin komutanı idi. Hunlar ötekini de, Ho Çü-binğ'i de iyi bilirlerdi; yaptıklariyle kendilerine pek çok yaslı günler hatırlatan bu adamı en azılı düşmanlarından sayarlardı. İşte şimdi kendilerine karşı iki yönden gelen müşterek hücumu o idare ediyordu. Bu iki komutandan her birine ellişer bin atlı verilmişti. Ho Çü-binğ ordusuna bundan maada 100 bin yaya askeri, nakliyatçı ve her şeyi göze almış sergüzeştçi gönüllüler katılmıştı, sade bunların kendilerinin 140.000 atları vardı. Daha buna, bu yığının uzun zaman muhtaç olduğu yiyecek maddelerini taşıyan, azımsanmıyacak sayıdaki kalabalığı da katmamız lâzımdır. Bu iki general Çin'in kuzeyinde iki noktadan çıktılar, maksatları Hun büyük hükümdarını tuzağa düşürerek muhasaraya almak-
B İ L İ N M İ Y E N ' İ Ç — ASYA
49
ti. Fakat sade Çinlilerin haber alma teşkilâtı mükemmel işlemiyordu; bu tehlikeli plânı Hunlar da vaktinde haber almışlardı. Büyük hükümdar düşmanı lâyık olduğu şekilde karşılamak için her hazırlığı yaptı. Hızlı harekete engel olan ağırlıkları, arabaları ayak altından kaldırtarak Uzak Kuzey'de emniyet altına koydurdu. Çin orduları büyük çölü bir arızasız geçtiler. Çıkış noktalarından şöyle bir 1.000 li (tahminen 400 kilometre) kadar uzaklaşmışlardı ki, nihayet Hun ordularına rasladılar. Durdular. Kendilerine sıkı bir ordugâh kurmak için, arabaları sıkı bir sıra halinde yanyana dizdiler. Sonra harb vaziyeti aldılar; verilen bir işaret üzerine komutanın emriyle ilk beş bin atlı hücuma geçti. Hun hükümdarı en seçme atlılarından on binini kendi etrafına toplamış, hücuma öyle hazırlanmıştı. Başlangıçta Hunlar yiğitçe yerlerinde tutunuyorlardı, fakat mücadeleye durmadan yeni Çin birlikleri sokulduğundan, ezici üstünlüğe karşı bir şey yapamıyacağını çabucak anladı. Müthiş bir döğüş bütün gün sürdü. Gün batarken Moğolistan'ın korkunç fırtınası çıktı, toz ve kum dalgası her şeyi kapladı, iki düşman âdeta birbirini göremiyordu, bununla beraber savaşın şiddeti bir türlü azalmıyordu. Çin'lilerin plânı nihayet muvaffak olmuş, Hunları çember içine almışlardı. Bu umutsuz kargaşalığı gören Hun hükümdarı altı yürük katırın çektiği arabasına atladı ve yüz kadar fedai atlısiyle beraber düşman hatlarını yararak kuzey - batıya doğru kaçtı. Ama nereye gittiğini başadamları bile uzun zaman bilemediler. Geri kalan sıkıştırılmış göçebeler ise fütursuzca döğüşmeye devam ettiler. Bu vahşi insan avı gecenin karanlığına kadar uzadı ve Çin'lilerin kendilerinin de itiraf ettikleri gibi, her iki taraftan da ölenlerin ve esir düşenlerin sayısı pek yüksekti. Çin'-liler büyük hükümdarın kaçtığını ancak bir Hun esirinden öğrenmişlerdi, hemen arkasına düştüler ve sabaha kadar 200 lilik bir mesafede izini kovaladıkları halde ele geçiremediler. O sırada yalnız Hunca adını bildikleri bir dağa vardılar. Hun reislerinden birinin hendekle çevrili karargâhı o civarda idi. Karargâhta gerçi hazineye raslamamışlardı, fakat oraya depo edilmiş olan zahireye daha büyük sevinç naralariyle üşüştüler, zira bunu ele geçirmekle düşman askerinin iaşesini sekteye uğratmış olacaklardı. Kendi sarf edebilecekleri kadarını alıp götürdüler, geri kalanını da ateşe verdiler. Zafer kazanmışken bile ağırca hırpalanmış olan Çin ordusu F. 4
50
»111HM t V K N
İÇ-\SYA
Bİ LİNMİYKN
İC— \ S^ A
51
memlekete döndü. Hedefe henüz ulaşılmamıştı ama netice nöbet kulelerinin yakınlarında göçebelere karşı kazandıkları zaferlerden daha memnunluk verici idi, nitekim çok geçmeden yeni bir kuzey seferine çıkmayı kararlaştırdılar.
Hunları durdurmak için ellerinden geleni yapmış olan Çinliler bunların hiçbirinin istenen neticeyi vermediğini görünce eski Çin politikasına baş vurdular; barbar düşmana karşı barbar müttefik aramağa koyuldular.
Bu hücum ordusu Çin'in kuzey-batı köşesinden, bugünkü Gan-cov civarlarında yola çıktı (I. ö. 99), oradan kuzey-doğuya doğru arkalarında 1530 liden aşağı bir mesafe bırakmamak suretiyle tam otuz günlük bir yürüyüş yaptılar. Girişmiş oldukları bu teşebbüsün tam bir başarısızlığa uğramış olduğunu Çinliler de gizlemiyorlar. Ağır kayıplara uğramışlardı, acı bir teselli olarak, sınırda kadın-lariyle, çocuklariyle beraber aralarına katılmış olan birtakım hırsız, hain, serseri güruhunun ordudaki inzibatı ve savaş gayretini bozmuş olduğunu söylüyor, işi bu suretle örtbas etmeğe çalışıyorlardı.
Müttefik araştırırken, bu rol için Yüe-cılardan daha elverişli kavim bulunamıyacağı düşüncesi âdeta kendiliğinden akıllarına geldi. O zaman bir soru ortaya çıktı: acaba bu eski komşular nereye gitmişlerdi? Bu işin tahkikatına olur olmaz, itibarı düşük bir adamı memur edemezlerdi. Barbarlara karşı yapılan savaşlarda yabancı diyarlara gitmiş ve oralardaki âdetlere alışmış generaller arasında bu zor vazifeyi gönüllü olarak üzerine alıp da muvaffak olma umu-diyle yola açılabilecek bakalım kim vardı?
Bu üçüncü seferin askerî tafsilâtını şimdilik bir yana bırakalım ve bunun yerine şurasını göz önüne koyalım ki, bundan bahseden Çin kaynakları aynı zamanda Hun imparatorluğunun uzak noktaları hakkında değerli coğrafya bilgileri de vermektedirler. Geri çekilen Çin ordusu Hun imparatorluğunun o vakte kadar sokulun-maz yerlerinden geçmişti; bu yol hakkında yazılanlardan tam olarak tesbit edebiliyoruz ki, büyük hükümdarın karargâhı Orkhon nehrinin kıyısında, sonraları Kök Türk ve Uygur büyük hanlarının oturdukları, daha sonra Moğol hükümdarlarının meşhur Karako-rum'larımn bulunduğu yere civar bir yerde bulunmakta idi. Çinliler, askeri keşiflerde bulunduktan sonra başka yöne doğru ilerlemeyi denediler. Dikkatleri batıya çevrildi. Bu dikkat çekişte Hunların da büsbütün tesirleri yok değildi. Çin'in batı komşuluğunda, Kuku nor civarında, Çinlilerin sadık cizyecisi olarak yaşıyan Yüe-cı adlı büyük bir barbar kavim, barış halinde, sessizce oturmaktaydı. Silâhlarının zoriyle etrafa yayılan Hunlar çok geçmeden bu kavmi keşfettiler, onları da silâhla tehdidederek hükümleri altına almak istediler. Fakat iyi söz fayda vermemiş, tehdit de boşa gitmişti, bunun üzerine Hun atlıları Yüecı'lara vahşice saldırdılar, onları kırıp geçirdiler, fakat yine de kendilerine tâbi kılamadılar, Yüe-cı'lar pılıpırtıyı toplayıp batıya doğru goç ettiler.
İmparatorun ilânı üzerine narin yapılı bir subay, Canğ Çien müracaat etti. Bu adam Hunları iyi tanıyordu, hem de bildiklerini nöbet kulelerinin dibinde edinmemiş, çarpışmalar sırasında birçok defa Hun topraklarında da bulunmuştu, Canğ Çien'in yanma yüz atlı verdiler ve sözde o ülkeyi çok iyi bilen bir Hunu da kılavuzluğuna tâyin ettiler. Ayrıca Yüe-cı hanım kavmiyle beraber, terk eylediği eski yurduna, Çinin yanına dönmeğe ve müşterek düşman olan Hunlara karşı birleşmeğe davet etmeye yüksek salâhiyetle memur edildiğine dair de imparator tarafından kendisine bir ferman verilmişti. İmparatorun elçisi, maiyetiyle birlikte en batıdaki nöbet kulesinden memleketi terk ederek <İ. ö. 138) kaybolan Yüe-cıları aramağa çıktı. Görünüşte basit bir siyasi vazife ile gidiyordu, ve bu yolculuğun öyle büyük ehemmiyette neticeleri olacağı kimsenin hatırına gelemezdi. İş çok fena başlamış, henüz yabancı toprağa ayak basar basmaz Hunlarla karşılaşmıştı. Kaybolan kavmi ne maksatla aradığını açıkça söylemediği halde bunlar onun elçilik vazifesine karşı pek anlayış göstermediler, kendi âdetlerine göre onu bir hayli hırpaladıktan sonra esir olarak alıp götürdüler. Canğ Çien telâşa düşmedi, hattâ bu beklenmedik durumu güler yüzle karşıhyarak onlara, zaten memleketine dönmeğe niyeti olmadığını, orada kalmak istediğini söyledi. Gerçekten oraya yerleşti, bir Hun karı aldı, çocukları oldu ve orada sanki bir daha Çin'i hiç görmek istemiyormuş gibi yaşadı. Hakikatte böyle bir şeyi pek de ak-
52
BtltNMİYEN
İÇ-ASYA
Una getiremezdi, zira Hunlar ona karşı büyük dostluk göstermekle beraber, hiçbir hareketini gözden kaçırmıyorlardı. Böylece belki bir onyıl geçmişti ki, bu zoraki dostlar kendisine şöyle böyle inanır olmuşlardı. O zaman günün birinde kaçtı ve on yıldır sakladığı imparator fermanını çıkararak, sanki arada hiçbir şey olmamış gibi, Yüecı'ların izini araştırarak batıya doğru yoluna devam etti. Uzun, yorucu bir yolculuktan sonra nihayet ilk ize rasladı. Edindiği malûmata göre Yüe-cı'ların Kuku nor'dan kalkarak lç-Asya'da ilk defa sığınmış oldukları toprağı bulmuştu. Fakat artık onların oradaki yerlerinde yeller esiyordu, çünkü onlar, daha ziyade kuvvetlenmiş olarak güneye doğru yollanmışlar ve komşu iranlı kabileleri çiğneyip geçerek bugünkü Afganistan'ın kuzey kısmında yerleşmişlerdi. Canğ Çien, arkalarından oraya da gitti. Fakat Gök oğlunun parlak vaitlerle dolu şeref verici mesajını Yüe-cı'lara beyhude sundu, bu güzel sözleri dinliyen olmadı, onlar orada rahattılar ve artık Hunlardan bir şikâyetleri yoktu. İmparatorun elçisi, eli boş olarak fakat zengin tecrübelerle ister istemez memleketine doğru yola çıktı. Dönüşte geldiği yoldan gitmek istemedi, o yolun bin bir tehlike ile dolu olduğunu biliyordu. Etrafı bir yokladıktan sonra, güney yolunu seçti, niyeti Nan-şan boyunca ilerliyerek Tibet sınırlarından geçip Çin'e dönmekti. Hedefine yaklaşmak üzere idi ki, aksi talih sınır yakınlarında onu yine Hunlarla karşılaştırdı. Yakayı yeniden ele vermişti, fakat bu defa esirliği çok sürmedi, çünkü Hun büyük hükümdarı tam o sıralarda ölmüştü ve gömme, yeni seçim gürültüleri arasında kimse farkına varmadan sıvışmağa muvaffak oldu. Neticesiz ve uzun süren yolculuğuna rağmen Canğ Çien'i imparator sarayında soğuk karşılamadılar, gerçekten buna müstahak da değildi, zira bu ayrılış ne de olsa elle tutulur bir netice doğurmuştu. Canğ Çien imparatora sunduğu raporunda ilk önce uzak batıda, Tokhara (Da-hia)'da Çin menşeli mallar, ezcümle bambudan yapılma eşya ile ipekliler gördüğünü kaydetmekte idi. Kunlar ve daha ileride yaşıyan çapulcu kavimler yüzünden bu eşya tç-Asya'ya, Yüe-cı'lara giderken onun da geçmiş olduğu yoldan asla gidemezdi. Bunu soruşturduğu zaman oralılar bu eşyanın kendilerine hakikaten doğrudan doğruya Çin'den değil, Hindistan'dan gelmekte olduğunu söylemişler, oraya da bir güney yolundan geçtiğini anlatmışlardı.
l l t L İ N M İ V 1CN İ Ç - A S Y A
53
İlk mühim netice şimdiden elde edilmiş bulunuyordu. Eskiden beri Çin'lilerin kendileri tarafından da, haberleri olmaksızın kullandıkları ticaret yolu bulunmuştu. Çünkü bu uzak münasebet imkânları yalnız başkentte, imparator sarayında değil, ticaret hayatında, asıl ilgili olanlarca da bilinmiyor, Îç-Asya ticaret yollarının karakteristik sistemi yüzünden, sevk olunan malların son istasyonunun neresi olacağı onlarca da meçhul bulunuyordu. Esasen bir tacir kervanı, çıktığı yerden varacağı yere kadar hiçbir zaman hep aynı develerle ve aynı adamlarla gitmiyor, memleketten memlekete geçtikçe malı yeniden başka hayvanlara yüklüyorlar, yeni bir alışveriş oluyor ve doğrudan doğruya temas ettiği adamdan başka kimse kimseyi tanımıyordu. Sı-çuan'lı bir ipek tacirinin hatırına, kendi malından Uzak - Batı'da, onun adını bile duymadığı Roma şehrinde elbiselik beklediklerini nereden gelebilirdi! Ama şimdi Çin'liler, memleketlerinden iç-Asya'ya bir değil üç yol gittiğini ve bu yolların büyük şehirler, zengin kavimler ülkesi olan orada tam bir yol şebekesi haline geldiğini iyice öğrenmişlerdi. Ticaretin kan damarı mesabesinde olan başlıca yol, en ileri batı karakoluna, Dun-huanğ'a kadar, bir kol halinde uzanıyordu. En alttaki, Lop nor'dan güneye doğru giden ve Çarklık'tan geçerek Kaşgar'a açılan yol oradan ayrılır. Ortadaki yol Kurla ve Kuça'dan geçer ve son durağı yine Kaşgar'dır. Kuzeydeki yol Turfan-Urumçi yönünde uzanır. Gariptir ki bu eski kervan yolları bugüne kadar kaybolmamışlardır. Canğ Çien'in raporunun ikinci kısmı Çin imparatorluk sarayında daha canlı bir akis uyandırmıştı. Bu kısımda yalnız kendileriyle kârlı ticaret yapılabilecek, içinde biraz cesaretle boyun eğdirtilebi-lecek, vergiye bağlanabilecek hem pek de doğuşken olmıyan kavimlerin oturdukları zengin memleketlerden ehemmiyetli şehirlerden bahsedilmekte idi. Gerçekten Gök oğlu Canğ Çien'in raporunu dinlemekle kalmadı, onun, yerinde olan tavsiyelerini de tuttu. Çin'in İç-Asya'ya.yönelttiği askeri seferler ve Çin tarihinde, hemen zamanımıza kadar gelenekleşmiş olan, batıya doğru yayılma politikası böylece başlamış oldu. Canğ Çien'in, bu Îç-Asya Kristof Kolumbus'unun şahsı etrafında yavaş yavaş bir efsane-çevresi meydana geldi: bu büyük adam
54
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
uzak batı ülkelerinde ne şaşılacak ve ilgi uyandıracak şeyler görmüş ve yurduna ne çok faydalı bilgiler sağlamıştı! Evvelce hiç, duyulmamış ne kadar nadir, bilinmedik bitki, yemiş vardı ki, bunları güya ilk önce Canğ Çien görmüş ve tohumlarını Çin'e götürmüştü, bunlar bir nebatat bahçesini doldurabilecek kadar çoktu. Ya o bir sürü garip hayvan, hele o midilliler ülkesinde o kadar hayret uyandiran «gökten inme» yüksek atlar! Geleneklerde mübalâğa ve zoraki süsleme çoktur, fakat şurası muhakkak ki, Canğ Çien'in bu maceralı dolaşmaları sayesinde Çin gerçekten birçok nebat ve hayvanla tanışmıştır. Eski Çin'liler bile yazıyorlar ki, bu meşhur yolcunun getirdiği tohumları ekmişler, başkent etrafında çok geçmeden göz alabildiğine yeşil yonca tarlaları meydana gelerek ilkbaharı müjdelemiş, işitip merak edenler ta uzaklardan bunu görmeğe gelmişlerdi. İmparator sarayının bahçesine bağ çubukları dikmişler ve bunun tatlı yemişi Çinlilerin pek hoşlarına gitmişti. Canğ Çien raporunda tç-Asya dolaşmaları sırasında oradaki ülkelerden dördünü kendisinin de gezdiğini, bunlar hakkında tam bilgi edindiğini yazıyor, onların etrafında bulunan diğer beş-altı memlekete dair elde edebildiği bilgileri de dikkatle topladığını ilâve ediyordu. Bu rapor Çin'lilerde görülmedik bir merak uyandırmıştı. O zamandan başlıyarak Çin tarih ve coğrafya literatüründe İç-Asya'ya ayrıca bahis tahsis edilmiş ve önce 36 sonra 50 memleketten bah-solunmuş, bunları tanıtmak için birçok muhtasar kitaplar yazılmıştır. Çinlilerin bu alanda yazdıkları, kısahklariyle beraber çok değerlidir ve her ne kadar şu veya bu sorunun karşılığını bunlarda beyhude aradığımızdan şikâyet etsek de Çinlilerin alışmış oldukları stereotip şekillere bağlı kalmalarını bu bahiste yeter derecede takdir edemeyiz. Anlatılan memleketlerin kuvvetlerini birbiriyle karşılaştırırken bu sistem gerçekten çok işe yaramaktadır, çünkü her bahis aynı bir soruya cevap vermektedir. Çinlilerin soruları nelerdi? İşte: bir memleketin mevkiinin tâyini, komşularının sayılması, Çin'den olan uzaklığı, memlekette kaç aile, ceman kaç nüfus, ne kadar asker yaşar; siyasi sistem, devlet adamları hakkında kısa bilgi, coğrafi ve etnografik malûmat: son olarak tarihî vakaların hülâsası.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
55
Bu bilgi yığını tarihçi için olsun coğrafyacı için olsun paha biçilmez bir hazinedir, fakat hakiki değerini daha ziyade geçen elli yıl içindeki ilmî sefer heyetleri İç-Asya'nın tarihe karışmış mazisine biraz ışık vererek aydınlattıkları zamandan beri anlamış bulunuyoruz. Çinlilerin tanıttıkları İç-Asya memleketlerinin çoğu İranlı a-sıldan olan halktan meydana gelmiştir; en ziyade onları biliyoruz. Bu sahada çalışan mütehassısları pek ziyade ilgilendirecek olan mufassal verintileri ele alarak burada da bunlara dair geniş çerçeveli malûmat vermeğe girişmek lüzumsuzdur sanırız. Burada bahsimize konu olabilecekler öyle kavimler ve ülkelerdir ki, bu sahada çalışanlardan başkaları bunların adlarım bile duymamışlardır ve esasen bunlar hiçbir zaman fazla bir ehemmiyet kazanamamışlardır. Fakat örnek olarak olsun, İç-Asyalı kavimlerden hiç olmazsa bir tanesi hakkında burada üç-beş söz söylememiz belki büsbütün lüzumsuz sayılmaz. Bunlar, sanki İç-Asya'nın siyasi hayatında komşularından fazla söz sahibi olduklarından değil, daha ziyade dikkatimizi, bilginlerin şimdiye kadar pek hatırlarına gelmemiş olan garip bir meseleye çektikleri için ele alınmaktadır. Bu kavim unsuru, kendisini çevreliyen İran'lıların komşuluğunda yabancı bir halde yaşıyordu. Bunların bünyevi vasıflarının farklılığı, ötekilerden ayrılan âdetleri Çinlilerin kendilerinin de dikkatini çekmişti. Tarihçileri bu adamların doğrudan doğruya maymundan gelme, kızıl saçlı, yeşil kirpikli kimseler oluşundan dehşetle bahsederler. Ne İranlı ne de Türk olmıyan sarışın, mavi gözlü barbarlardan daha evvel kısaca bahsetmiştik. Vu-sun kavmi işte bunlardandır. Çinli tarihçilere göre bunlar kurallarına kun-mi derler, başkentleri Çin başkentinden 8.900 li uzaklıktadır. Yine bunların tahminlerine göre bu memleketin nüfusu 120.000 aile halinde yaşıyan 630.000 kişi kadardır, askerlerinin sayısı 188.000 dir. Ayrıca on dört kadar Vu-sun devlet adamı uzun boylu tanıtılmaktadır. Vu-sun lar koca bir ovada otururlar, âlâ meralarında büyük sürüler otlar. Esasen iklim çok soğuktur, sık sık yağmur yağar. Dağlarında sade çam yetişir. Âdetleri bakımından tıpkı Hunlara benzerler; bunlar da hayvan yetiştirici göçebelerdir, başlıca servetleri attır, zenginlerinin 4-5 bin başlık at sürüleri vardır. Çin'liler bunlar
56
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
hakkında pek iyi şeyler söylemiyorlar; onlara göre Vu-sun kavmi komşularının başına belâ, âdi bir hırsız güruhudur. Aralarında yaşıyan geleneğe göre Vu-sun'lar şimdi oturmakta oldukları yere daha doğudan, bugünkü Gan-cov taraflarından, Utanların önünden kaçarak gelmişlerdir. V^" _____ Canğ ÇienL meşhur seyahati münasebetiyle îç-Asya'nın siyasi ^ / kudret şartlarını lüzumu kadar öğrenmiş bulunuyordu, onun için / efendisine, Yüe-cı'lardan bir şey çıkmadığına göre, hiç olmazsa Vu^ \y sun'larla ittifak yapmasını teklik etti. Bunlar mükkemmel askerlerdi >^ ve komşuları olan Hunlarla bir türlü geçinemiyorlardı. Çin sarayınX da uzun söze hacet kalmadan, Vu-sun kavmine bir heyet gönderil<-j mesi kararlaştı, heyetin başına bu aklı bulanı, yani bizzat Çanğ Çi<x en'i tâyin ettiler. Böyle uzak bir yola çıkacak bir heyete yakışacağı V gibi, elçinin yanma yüksek sayıda adam kattılar. 300 atlı, 600 at. ^ gidiyordu, ayrıca bu kadar insanın o uzun yolda, hele barınılmıyan çölde yiyeceği bulunsun diye, yanlarına takriben 10.000 kadar sığır, koyun ilâh. katılmıştı. Tabiî işin mânevi tarafı da ihmal edilmemiş, şayet diplomatik görüşmeler başarı ile sona ererse şaşurmasınlar, lüzumlu politika simsarları ve daha uzak ülkelere yollanacak elçiler el altında bulunsun diye, Canğ Çien'le birlikte bir alay saray adamını da yola çıkarmışlardı. Heyet t. ö. 115-te yola çıktı ve başkamnın mehareti ve daha evvelce o havalide her tehlikeye göğüs gererek elde etmiş olduğu bilgisi sayesinde çok geçmeden hedefine ulaştı. Oraya varış ve kabul tarzı pek elverişli olmadı. Vu-sun hükümdarı kun-mi hiç de öyle dünyadan ayrı kalmış ve oranın ahvalinden habersiz bir reise benzemiyordu. Çin'in kocaman bir ülke olduğunu pekâlâ biliyordu, fakat.bu onda pek büyük bir saygı uyandırmış gibi değildi, çünkü o memleketin kendininkine ulaşılmaz bir uzaklıkta olduğu da onun önünde gizli kalmamıştı. Yine şaşılacak surette şunu da pek iyi biliyordu ki, bu uzak memleket komşusiyle, kudret bakımından ötekinden geri kalmıyan Hunlarla devamlı harb halindedir ve Çin'li elçiler Hun büyük hanının sarayını sık sık ziyaret etmektedirler. Bu itibarla Vu-sun'ların kun-mi'si daha Canğ Çien'le söze başlamadan, heyet üyelerinin kendisini tıpkı Hun büyük hükümdarına gösterdikleri derin saygı ile selâmlamalarını iste-
BİLİNMİYKN
İÇ-ASYA
57
di. Bunun üzerine iş hoşa gitmiyecek bir çıkmaza saptı. Canğ Çien bu isteği yerine getirmekten çekindi, çünkü böyle yapacak olursa hemen arkasından Vu-sun'lar la, kudretli Çin imparatorunun ittifakına almakla şeref vereceği her hangi bir ehemmiyetsiz barbar kavim gibi müzakereye girişme yolunu kendi eliyle kapamış olacaktı. Pek elverişli bir sırada çıkmıyan bu anlaşmazlığı yine nasılsa düzelttiler, fakat artık görüşmeler öyle Canğ Çien'in düşündüğü gibi iyi bir hava içinde geçmedi. Gerçi kun-mi'nin ittifak yapmağa gönlü var gibiydi, çünkü Hunların zorbalıklarına artık doyup kan-mıştı, fakat teklif, ne kadar çekici de olsa böyle tehlikeli bir teşebbüse açıkça girişivermekten kaçmıyordu. Uzaktaki müttefikinin icabında yapacağı yardımın, bu teşebbüse kızacağı muhakkak olan Hun komşusunun çıkaracağı münasebetsizlikleri karşılıyacak kadar hoşa gidecek ve hele faydalı olmıyacağını pek iyi biliyordu. Hele kav-miyle beraber eski yurduna, Çin'lilerin komşuluğuna dönmek meselesi hiç işine gelmiyordu. Canğ Çien bütün kandırma kabiliyetini ele alarak Çin'le yapılacak ittifakın sağhyacağı bütün iyilikleri bir rer birer saydı döktü. Son koz olarak da kendisine karılığa bir Çin prensesi de vadetti. Fakat kun-mi söz dinlemiyordu. Müzakereler, kandırmalar haftalarca sürdü, bu arada ise Hun büyük hükümdarı kendi aleyhine çevrilen dolabı haber almıştı. Hiçbir izahat istemeğe ve fazla merasime lüzum görmeksizin Vu-sun'-ları yola getirme teşebbüsüne girişti. Talih Canğ Çien'in yüzüne o vakit güldü, çünkü kunmi bu tehditçi Hun teşebbüsünü haber alır almaz, daha bir müddet önce reddettiği Çin teklifini hemen canla başla kabul' etti. Çin'liler böylece Vu-sun'larla ittifakı imzaladılar, hattâ içkiye düşkün, yaşlı kun-mi'nin pis kokulu sarayına bir prenses de yolladı lar, fakat artık bu işten yana başları ağrımaz olmuştu, tki barbar kavmi birbirine tutuşturmuşlardı ya, maksat hâsıl olmuştu, varsın onlar boğazlaşsın dursunlar, hiç olmazsa kendileri onlarla o kadar meşgul olmıyacaklardı. ^ Hulâsa t. ö. II -1, yüzyılda bol ve şaşılacak derecede tafsilâtlı Çin vakayinameleri, elçi raporları İç - Asya'nın her iki tarafına dair bilgi vermektedirler. Görüyoruz ki bunlar daha o zamanlar, Altay'- j larm doğu ve batısındaki bütün memleketleri, kavimleri, coğrafi yerlerini pek iyi biliyorlarmış.
58
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
Mesele şimdi şuradadır ki, acaba İç - Asya'ya dair aynı zamanlardan veya daha eski çağlardan, Çinlilerden başka kavimlerden kalma bilgilerimiz var mıdır? Şimdi herkesin aklına, İ. ö. VI. yüzyıl çağlarında Güney -Rusya'nın barbar İskit kısımları, hattâ İran hakkında şaşılacak derecede çok şeyler bilen Yunanlılar gelir. Halbuki İç - Asya, hele Al-tay'ların ötesindeki sahalara dair bilgi edinmek için bu kaynakları beyhude karıştırırız. En eski Yunan yazarlarında bile bulacağımız şey nihayet Türkistan'ın batı kısmından öteye hiçbir vakit geçemez, Hem de bunlar elle tutulmaz, müphem verintilerden başka bir şey değildir. A Gerçi l.ö. IV. yüzyılda iç - Asya'nın batı taraflarını bizzat I dolaşmış olan büyük bir keşifçi - istilâcının adını hatırlıyabiliriz: /Makedonyalı Büyük iskender (İ. ö. 330-326) ordulariyle Kuzey -İran'dan OJCUS'U, yani bugünkü Amu - derya'yı geçerek oradan Kabil yaylasından Hindistan'a geçmezden önce İç - Asya'ya girmişti. Fakat bu dolambaçlı yoldan gidiş İç - Asya'nın tanınması bakımından ancak pek az bir şey ifade etmekte idi. / İç-Asya'nın batı kısmı hakkındaki ilk, gerçekten değerli ve Çin'e giden İpek yoliyle ilgili olan coğrafya bilgisi bundan çok zaman sonraya aittir ve bu yol batıdan doğuya doğru, Suriye kıyılarından başlıyarak, Dicle ve Fırat nehirlerini geçip Hazer gölünün güney kıyısına varır, oradan bugünkü Afganistan'ın Belh şehrine doğru yönelirdi, ondan sonra Pamir'den geçerek iç - Asya toprağına ulaşır ve orada mahalli yol sistemine katılarak Kaşgar'a kadar giderdi. Çin sınırında, Dun - huanğ'da tekrar birleşen o büyük ve önemli yol burada üç büyük kola ayrılırdı. Hülâsa, büyük batı-doğu İpek-yolu Kaşgar'dan, en güney yolu takiple Khotan'dan geçerek ipeğin hakiki yurduna, Çin'e ulaşmaktaydı. Ç Bu yolu Makedonyalı bir tacir, Maies Titianus geçmişti. Yunan /coğrafyacılarından ikisi, önce Tyrus Marinus (İ.ö. 100 yıllarında), sonra Ptolemaeus bu yolu onun hikâye ettiğine göre tanıtmışlardır. Doğu ve batı kaynaklarının bu birleşişi son derece dikkate değer, fakat bilhassa bu iki muhtelif menşeli bilgilerin bir araya toplanmasından, Çin kaynaklarının yalnız daha eski olduğu değil, hacmi bakımından da daha önemli olduğu meydana çıkmaktadır.
111. ALTINDAĞ
Kök Türk - Sogd elçilik heyetinin Bizans'a gidişi.— Zemarkhos ve Bizans elçilik heyetinin Kök Türk büyük hükümdarı nezdine gidişi.— Altındağ eteklerinde Kök Türk kağanının karargâhı.— Memleketlerine dönüşte Bizanslıların başlarına gelenler.— İkinci bir Bizans elçilik heyeti. — Eski Çin kaynaklarının teyidedici ifadeleri.
Zengin Bizans'ın hareketli, renkli hayatını mühim bir hâdise altüst etmişti. Bilinmedik doğu ülkelerinden, o vakte kadar bu kubbeli büyük şehre siyasi bir vazife ile kimsenin gelmediği yerden bir barbar elçiliği gelmişti. Batı - Kök Türklerinin büyük hükümdarı olan kağan, müşterek düşmana, İran'a karşı bir ittifak teklifinde bulunmak üzere adam larını yollamıştı. Heyetin başkanı bir Kök Türk değil, yabancı biri, Sogd kavminden Maniakh idi. Kök Türklerle Sogdları bir araya ge tiren şey ne tesadüfün bir cilvesi ne de Kök Türk kağanının her hangi bir âlicenaplığa kapılmış olması idi; Bizans kapılarına gelen şey. Uzak - Doğu'da hüküm süren bir fırtınanın dalgalarıydı. Köky Türk kağanını bu ittifakın yalnız siyasi ve askerî tarafı ilg:lendiri-( yordu, onunla sıkı bağı olan iktisadî tarafı, ipek ticareti meselesi isel daha ziyade Sogdları meşgul etmekte idi.
^
Yukarıda gördüğümüz gibi, İpek - yolu İç - Asya'dan geçmekte idi. Şimdi buna, bu yolun mühim bir kısmının Sogd topraklarına dokunduğunu ve bu cihetin doğuştan tacir bir kavim olan Sogdları son derece ilgilendirdiğini de ilâve edebiliriz. İç - Asya'da ipek ticareti münhasıran onların vasıtasiyle yapılırdı. İpeğe karşı olan alâkaları öyle bir merak halinde idi ki, bazan yabancı kavimlerin hâkimiyeti
60
BİLİNMtYKN
BİLİNMİYEN
fÇ-ASYA
altına geçmek bile buna bir tesir yapamıyordu. Sogdlar önce Efta-litaların boyunduruğu altında bulunurlarken, sonra Eftalitaları da süpürüp geçen Batı - Kök Türklerinin hâkimiyeti altına girmişlerdi. Kaderlerine razı, yaşayıp gidiyorlardı; olsa olsa hareket serbestliklerine ve ticari faaliyetlerine bir engel çıkarıldığı zaman bir parça kımıldanır lardı. Hemen Kök Türk hâkimiyetinin başlarında idi ki Sogdlar, yine bu alanda çıkan dertlerine bir çare bulması için kağana baş vurup yardımını istemişlerdi. Acemler ülkesine gidip gelen Sogd tacirleri ipeklerini orada oturan Medlere de satabilmek müsaadesini elde etmek isterlerdi. Onun için Acem kiralına bir elçi yollayıp kendilerinin Medler içine serbestçe gidip gelmelerine izin temin etmesini efendilerinden, yani Kök Türk kağanından rica etmişlerdi. Bizans'-lıların Sizabulos adiyle tanıdıkları kağan, fazla söze de hacet bırakmaksızın bu ricayı yerine getirmeğe memnunlukla razı olmuş ve gerçekten Maniakh'ın başkanlığındaki bir Sogd heyetini kendi adına yola çıkarmıştı. Maniakh'ın elçilik heyeti Acemler memleketine vardı, fakat bu şerefli ziyaret Acemleri pek sevindirmemişti, çünkü onların hatırına Kök Türk himayesi altında dolaşan Sogd tacirleriyle beraber birtakım münasebetsiz yabancıların da memleketlerine sızacağı, bunların orada etrafı yoklıyacakları, arkasından da atlılariyle beraber Kök Türk kağanının çıkıp gelerek ortalığı altüst edecekleri ihtimali geliyordu. Bu endişe pek de yersiz değildi, Sizabulos Sogd tebaalarının işini öyle şaşılacak bir kolaylıkla üzerine alırken, kafasında gerçekten böyle bir şey dönüyordu. Acem kiralı önce düşündüğü şeyi açıkça söylemeğe cesaret edememiş ve hedefine şark usulü, dolambaçlı yoldan ulaşmak istemişti. Sogd heyetinin arzularını sükûnetle dinlemişti; fakat verilecek cevabı hep ertesi güne atmış ve uzun bir zaman bu işi böyle sallayıp durduktan sonra, nihayet günün birinde vükelâsını çağırıp bir divan kurdurmuştu. Acem kiralının Sogd heyetine karşı zaten pek iyi bir niyet beslediği yoktu, heyet ise izin alınırsa yeniden gelip gitmeğe hacet kalmasın ve buradan doğru Medlerin memleketine gidilsin gibi bir ileri düşünce ile satacağı ipeklileri de beraberinde getirmişti. Nihayet Sogdlardan nefret eden Eftalita müşavirin de, kiralı ikna
ederek ona son sözünü yoktu.
fÇ-ASYA
61
açıkça söyletmesi için lâkırdıyı uzatmasına lüzum
Acem kiralı müsaadeyi vermekten doğrudan doğruya kaçınarak Sogd tacirlerin beraberlerinde getirmiş oldukları bütün ipekli malları satın almış ve hemen sıcağı sıcağına orada, gözlerinin önünde yaktırtmıştı. Elçiler ağızlarını açamamışlar, fakat bunun ne demek olduğunu hemen kavrıyarak kötü kötü memleketlerine dönmüşlerdi. Heyet bu soğuk karşılamayı Kök Türk hükümdarına anlatarak şikâyette bulunmuş, o da belki hediyelerle yahut da şiddet göstermek suretiyle Acemleri yola getirmek mümkün olur diye, yeni bir heyet yollamıştı. Fakat Acemler bu ikinci heyeti de pek güler yüzle karşılamadılar. Hattâ vükelâ toplantısında Sogdların gelip gitme müsaadesi istekleri daha şiddetli itirazla reddedildi. Bundan sonra yine rahatsız edilmenin önünü almak içinse heyet üyelerinden çoğunu gizlice zehirlemişler ve o kadar çok kar yağan Kuzey'in soğuk iklimine alışık Kök Türklerin, Acemistan'ın öldürücü sıcağını, kuraklığını kaldıramadıkları için telef oldukları havadisini yaymışlardı. Sağ kalan Sogd elçileri bu işten şüphelenmişlerdi ama, sonunda nasılsa kendileri de inanmışlar, onlar da gerçekten Acemistan'ın bu ağır havasına dayanamayacaklarını söylemeğe başlamışlardı. Fakat Sizabulos öyle her şeye kolay kanan bir adam değildi; elçilerinin Acemlerin hainliğine kurban gittiklerini pekâlâ anlamıştı. Bununla beraber hemen münasebetleri kesme yoluna gidilmemiş, onun yerine Maniakh'ın tavsiye ettiği çareye baş vurulmuştu. En iyisi, Acemlerin memleketine uğramamak, yalvarsalar da kendilerine bir parça bile ipek vermemek, bunun yerine uzaktaki Bizans imparatoriyle dostluk kurmaktı. îpek ticareti bakımından bu daha da kârlı olurdu, çünkü orada bu mallara olan ihtiyaç ve istek daha fazla olduğu gibi, kurulacak dostluk askerî bakımdan da faydalı olabilirdi, zira Bizans'hlarla Acemlerin arası zaten öteden beri açıktı. İşte. Maniakh'ın başkanlığındaki Kök Türk-Sogd elçiliğinin yola çıkarılmasına bu gibi olaylar karar verdirmişti; heyet Bizans imparatoruna kağanın dostluk ve ittifak teklif eden mektubundan başka çok kıymetli ipekli hediye de götürmekte idi.
62
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
Heyet Bizans'a doğru yola çıktı. Hangi yolları takibettiğini tam olarak bilemiyoruz. O zamanki Bizans'lılar yalnız şu kadar yazıyorlar ki, bu yolculuk uzun sürmüş ve Kafkasya'ya, oradan da mûtat yoldan kolayca Bizans'a varıncaya kadar birçok memleket, dik ve karla örtülü dağlar, düz, ormanlık bölgeler, bataklıklar, nehirler geçmişti. Bizans'lılar barbar elçiliklerin ziyaretine artık alışmış bulunuyorlardı, gelen elçileri kabul için, resmî makamları vardı; onlarla müzakerelere girişirler, icabederse gelenleri imparatorun katına da çıkarırlardı.
B İ L İ N MİVEN
İÇ—\SV\
63
Kök Türk elçileri bundan sonra esas konuya, Kök Türklerle Bizanslılar arasında bir ittifak anlaşması meselesine döndüler. Onlara, sınırlarına yakın olan bütün düşmanlar tarafından (burada başta Acemleri kast etmiş olacaklar) Bizans'a karşı vuku bulacak her hangi bir hücumda Kök Türklerin de onlara saldıracağım vadet-tiler. Heyet başkanı anlaşmayı ellerini göğe kaldırarak yemin etmek suretiyle mühürlemiş, bu taahhütleri yerine getirmiyecek o-lursa kendisinin en korkunç belâlara uğramasını dilemişti.
Kök Türk elçileri Bizanslılara, Eftahtaları tamamiyle ezdiklerini, hükümleri altına aldıklarını ve bugün bu kavmin, yine kendi ellerine geçmiş olan şehirlerde oturduğunu anlattılar. Bu, bazan nezaket dışına çıkan meraklı sorular, sade ilmî bir alâkadan veya tarihçilik merakından doğmuyordu; Bizans'lılar Ef tahtalarla ve Asya'dan oralara dağılmış olan başka bir kavimle, A varlarla da tam o sıralarda münasebete girişmişlerdi.
Fakat ipek meselesinde Maniakh ve onun Sogd arkadaşları garip bir sürprize uğramışlardı. Onlar Bizanslıların ipeği hiç bilmediklerini veya hiç olmazsa büyük güçlüklerle elde edebildiklerini sanmışlardı. Onun için yalnız bol miktarda ipeklileri değil, Bizans imparatoru II. Justinus'un gösterdiği ipek böceklerini de görünce ve, imparatordan kendilerinin de ipek yapmasını bildiklerini duyunca son derece şaşıp kalmışlardı. Halbuki bu öyle zararsız bir göz boyacılıktan başka bir şey değildi. Kayser Justinianus'un zamanında Bizans'a Hintli papazlar gelmişlerdi, ipek böceğini beraberlerinde getirenler ve ipekçiliği Bizanslılara gösterenler onlar olmuştu. Başka bir söylentiye göre ipek böceğinin tohumunu Bizans'a, hem de doğru Çin'den, ortası oyuk bir deynek içinde olarak bir Acem getirmişti. Fakat bütün bu sırları öğrenmiş olmalarına rağmen Bizanslılar, başka mütevassıt ticaret yollarına muhtaç olmıyacak kadar ve istedikleri vasıfta ipek elde edemiyorlardı. Onlar ipeği uzun zamandan beri Acemlerden almışlar, herhalde bundan böyle de onlardan alacaklardı, Sogdların tavassut teklifleri bu işin eski gidişini değiştirmemişti.
Pek tabiîdir ki Bizans'lılar, Kök Türk kağaniyle aralarının açılması yüzünden Avrupa'ya sığınmış olan Avarlar hakkında bildiklerini söyletmek için heyet üyelerini inceden inceye sorguya çektiler. Avarların bir kısmının eski yurtlarında kalmış ve halen Kök Türk idaresinde yaşamakta oldukları, batıya göç ederek Bizanslılara sığınan ve orada yerleşenlerin ise 20.000 kişi kadar bulunduğu bu sayede anlaşılmıştır. Bundan başka Kök Türk imparatorluğunun vergi veren tebaası olan diğer kavim ve kabileleri de sayıp döktüler, ama anlaşılan bu barbarlar Bizanslıları pek ilgilendirmemiş olacaktı, belki adlarını bile duymamışlardı; herhalde bunlar hakkında duyduklarını kayde değer bile bulmamış olacaklardır.
Bununla beraber bu Kök Türk elçileri Bizanslıların ilgisini fazlasiyle üzerlerine çekmiş olduklarından, bunlar derhal bu dost ziyaretini iadeye ve bu fırsattan faydalanarak Kök Türklerin kudretleri ve zenginlikleri hakkında onlardan duyduklarının doğruluk derecesini anlamak için kendi gözleriyle de görmeğe karar vermişlerdi. Nitekim yol hazırlıkları tamam oluncaya kadar Bizanslılar Maniakh'ı salıvermediler. Böyle bir hazırlık Bizans'ta da öyle akşamdan sabaha oluveremiyordu. Epeyce kalabalık olan Bizans elçilik heyeti nihayet.bir yıl sonra, I; s. 568-de yola çıktı; II. Justinus heyetin başına Kilikialı Zemarkhos'u geçirmişti.
Bu saray adamları Maniakh'a hemen alâka gösterdiler, Sizabu-los'un yolladığı «İskit harfleriyle» yazılı mektubu tercümana okuttular ve âdetleri üzere onu, sade ne iş için geldikleri bakımından değil, o uzak memleketlerin teşkilâtı ve siyasi durumları hakkında da sorguya çektiler. Bizans'lıların göstermiş oldukları bu ilgiye, hususiyle tarihçilerinin bu soruşturmalarda elde edilenleri kaydetmiş bulunmalarına pek çok şey borçluyuz. Bunlar olmasaydı etraftaki barbar kavimler hakkında bugün ancak pek az bir bilgimiz olurdu.
64
n i i. i s M i v ı: \ i ç - \ s v \
Bizans'lılar Maniakh'ın kılavuzluğu ile ve çok günler süren bir yolculuktan sonra Sogdların memleketine vardılar. Başlıca müşahedeleri de burada başlamaktadır. Sogdia'daki iik mola yerinde atlarından indikleri vakit yanlarına Kök Türkler gelmiş ve satış için onlara demir arz etmişlerdi. Bizans'tılar yaman bir alaylı dille, Kök Türklerin bu alışveriş denemesinde, ne kadar zengin olduklarını, demirin ne kadar bolluğunda bulunduklarını, yahut da bu kıymetli madeni sanki kendilerinin çıkardıklarını göstererek güya onları aldatmağa yeltendiklerini kaydederler. Halbuki inansızlık gösteren Bizans'tılar bu sefer aldanmışlardı, bu işte bir aldatma kastı yoktu, çünkü demir madenciliği Kök Türklerin eskiden beri uğraştıkları bir iş olduğunu ve Zemarkhos kafilesinin geçtiği bölgede demirin bulunmaz bir matah olmadığını Çin kaynakları bize öğretmektedir. Demir ticareti yapan Kök Türkler uzaklaşır uzaklaşmaz yanlarına başka bir küme yerli daha gelmişti; bu defa artık bunları öyle kolayca aşıramamışlar, hattâ sözlerini dinliyerek arzularını yerine getirmek zorunda kalmışlardı. Bunlar pagan papazlar, yani «mecuslar» di. Beraberlerinde getirdikleri eşyayı yıktıktan sonra hemen garip okuyup üflemelerine başlamışlardı. Çalıdan ateş yakmışlar ve Kök Türk diliyle Bizans'lılarca anlaşılmaz birtakım saçma şeyler homurdanarak, zillerle, trampetlerle dehşetli bir ahenk tertibetmişlerdi. Sonra gürültü gittikçe artmış ve nihayet kötü ruhları oradan kovalamak için, yanmakta olan dalları fırdolayı gezdirirken çılgınca tepinip haykırışmağa başlamışlardı. Kök Türklerle Sogdların, hepsinin de şeytanları kovalanmıştı, lâkin bu garip törenden Bizanslılar da yakalarını kurtaramadılar. Ayrı bir saygı alâmeti olarak Zemarkhos'u Kök Türkler kendileri-ateşten geçirdiler. Köle Türklerle Sogdların bir kısmı bırakıp gitti; Bizanslıların yanında yalnız, bu uzak diyardan gelmiş heyeti Kök Türk kağanının karargâhına götürmek vazifesi kendilerine verilmiş olanlar kaldılar. Yeniden teşkil edilen kafile çok geçmeden Sizabulos'un oturduğu yere, Ektag adlı dağın yanında uzanan ovaya vardı. Ektag, Kök Türklerin dilince Altındağ demektir. Yorgunluklarını giderir gidermez elçileri kağanın katına götürdüler. İlk kabul töreni öyle taştan yapılmış bir sarayda değil, kocaman bir çadır içinde geçti. Büyük göçebe hükümdarı süslü ve altın yaldızlı bir taht üze-
BİLtNMİYE\
İ Ç — A S VA
65
rinde oturuyordu; tahtın tekerlekleri bile vardı ve icabında önüne at koşulabiliyordu. Elçiler Sizabulos'u lâzım gelen saygı ile selâmladılar, kendisine sunulan armağanları bu işe memur ettiği adamlar derhal teslim aldılar. Bundan sonra Zemarkhos iki memleket arasındaki samimî dostluğu belirten kısa bir nutuk söyledi. Kağan buna aynı anlamda sözlerle cevap verdi. Arkasından elçilerle Kök Türk devlet adamları ziyafet sofrasına oturdular ve neşe içinde akşama kadar beraber kaldılar. Kök Türkler ziyafette şarap da vermişlerdi ama, bu, bildiğimiz üzüm şarabı değil, öyle şıra gibi bir çeşit barbar içkisi idi, çünkü onların memleketinde üzüm yetişmez. Akşam herkes misafir edildiği yere döndü. Ertesi gün başka, daha süslü bir çadırda toplandılar, onun içi de ipek halılarla döşeli, heykelciklerle donanmış idi. Kağan som altından yapılmış bir kerevet üzerinde oturuyordu; çadırın ortasında altın güğümler, ibrikler ve başka kablar yanyana dizilmiş duruyordu. İçki âlemi yine başladı, arada eski Kök Türk âdetine uyarak, devlet adamlarından kâh biri, kâh öteki kadeh kaldırıyordu. Bu âlem de akşama kadar sürdü. Üçüncü gün yine başka bir çadırda buluştular; bu hepsinin en süslüsü idi. Ağaç direkler- altınla kaplı olduğu gibi, altın yaldızlı kerevetin üzerine altın işlemeli dört yastık atılmıştı. Bu çadır-sarayın ön avlusunda gümüş sahanlar, gümüş tepsiler, gümüş heykelcikler gibi hep gümüş eşya yüklü arabalar duruyordu. Bizans elçisi, gördüğü bu eşyanın güzelliğinden, Bizans zevkinden hiçbir zaman geri kalmıyân bu ihtişamdan takdirle bahseder. Anlaşılan Kök Türkler Bizans'lıları hazine çadırına tesadüfi olarak götürmemişler ve bununla gerçekten hedeflerine de ulaşmışlardı, çünkü Kök Türk kağanının gözler kamaştıran servetini gördükleri vakit hayranlıkları son haddini bulmuştu. Bizans heyeti vazifesini bitirmişti ve isterse hemen memleketine dönebilirdi. Fakat görünüşe göre kağan bu, kendi nüfuzunu artıran ziyaretten başka bir fayda da sağlamak niyetinde idi. Aralarında eskiden beri münakaşa konusu olan bir mesele üzerinde Acemlerle görüşmesi lâzımdı ve müzakereye Zemarkhos'u da yanında götürmek istiyordu; tasarlanan bu seyahate Zemarkhos da memnunlukla muvafakat etti. Zemarkhos'un yanında heyet üyelerinden yalnız yirmi kişi kadar kaldı; ötekiler, kağanın emriyle K,holyatalar memleketinde bekF. 5
66
II İ I, İ N M İV I \
İ (,: - A V SA
lediler. Kağan Bizans'lıların hepsine hediyeler verdi, Zemarkhos ayrı bir lütuf nişanesi olarak bir Kırgız cariyeye de kondu. Zemarkhos'la Şizabulos belli edilen bir günde Acemistan yolculuğuna çıktılar. Yolda Talaş denilen bir yerde Acem elçisiyle karşılaştılar ve hemen durup orada görüşmelere başladılar. Kök Türklerde siyasi görüşmeler sırasında ziyafetten vazgeçilemezdi. Kağan Acem mümessiline karşı çok soğuk davranıyordu, zaten ziyafette Zemarkhos'u daha üste oturtmakla ve Bizans dostluğu ile gösteriş yapmakla onu fena halde gücendirmişti. Acem elçisi bununla beraber pek korkuya düşmüyor ve kendisine edilen sitemlere şiddetle karşı koyuyordu, fakat bununla da Sizabulos'u kendine karşı daha beter öfkelendiriyordu. Sizabulos ve maiyetindeki adamlar en ziyade bu elçinin Kök Türk âdetlerine göre sofrada susacağı yere durmadan ve yüksek sesle yaptığı ukalâlıklara kızmışlardı. Hasılı Acem elçisiyle tasarlanan görüşme böyle geçti. Kağan Zemarkhos'u bu görüşmtnin hatırı için alıkomuştu. Ondan sonra onu. yurttaşlariyle beraber güzelce uğurladı ve uzun yolculukları için yanlarına bir kılavuz da kattı. Eski yol göstericileri Maniakh ölmüştü, bunun için kafilenin başına yeni kılavuz verilmişti. Bunun adı Tagma olup Kök Türk ilerigelenlerindendi ve rütbesine göre kendisine tarkhan deniyordu. Tagma tarkhan, ölen Maniakh'ın oğlu idi ve Kök Türk hükümdarı, en sevdiği yakınlarından olan bu zatı bu nazik ve çok dikkat istiyen tercümanlık ve yolmarşallığına seçmekle Bizans'lılara karşı olan dostluğunun samimiyetini göstermiş oluyordu. Zemarkhos maiyetiyle birlikte, Kholyatalar memleketinde bekleşen arkadaşlarının yanma döndü ve oradan da memleketinin yolunu tuttu. Bu fevkalâde haber çabucak her yana duyuldu ve etrafta, civarda oturan barbar kabilelerin hepsi bu nadir ziyaretçileri görmek hevesine kapıldılar. Birbiriyle yarış edercesine Kök Türk kağanına varıp bu elçilik kafilesine katılarak o uzak ülkedeki büyük şehri ziyaret etmelerine izin vermesi için yalvardılar. Bunlar arasındaki itişip kakışma o dereceyi buldu ki, sonunda Şizabulos başa çıkamadı ve kim olursa olsun, Kholyatalardan başkasının Zemarkhos'lar m peşine takılmasını menetti. Bizans heyetinin yolu, bilmedikleri memleketlerden geçiyordu; kılavuz olmasaydı yollarını şaşırarak kaybolmaları muhakkaktı. Ne
B i ı. i N M i v ı: N iç- A S Y A
67
yazık ki, eski Bizans kaynakları bu uzun, herhalde çok dikkate değer yolun ancak bir - iki bölümünü kaydetmektedirler. Hem bu birkaç verinti de bu neviden olarak ortaya atılan diğer malûmata benzemektedir. Meselâ birkaç coğrafi yer adı veriliyor ki, bunlar pek işimize yaramadıktan başka üstelik bir de bu kaynağın el yazması aslına, ortaçağ kopyecisinin dikkatsizliği yüzünden yanlışlık karışmış olması ve bize kalan her hangi bir yer adının böyle yanlış yazılmış bir ad olması ihtimali de vardır. Zemarkhos kafilesi dönüşte Altındağ'dan, yani Ektag'tan kalkarak önce Kholyatalar memleketine vardı (arada Talas'a uğrayı-şını şimdi hesaba katmıyoruz), oradan batıya doğru ilerliyerek yoluna düşen Oykh adlı bir nehirden geçmesi icabetti, ondan sonra da geniş bir bataklık geliyordu. Bizans'lılar üç gün kadar burada kalarak dinlendiler. Zemarkhos bu koca bataklığın yanındaki mola yerinden Georgius adlı bir arkadaşını, elçiliğin memlekete dönmekte olduğunu imparatora haber vermesi için, acele Bizans'a yolladı. Georgius yanında on iki Kök Türk atlısiyle susuz, çıplak topraklardan geçerek ötekilerden önce memlekete ulaşmak gayretiyle yola açıldı. Zsmarkhos'gil, üzerinde gidip gelmesi anlaşılan daha kolay o-lan ve her zaman kullanılan büyük yollardan birini tutarak batıya doğru ilerlediler. Bu yol tabiî yalnız barbarlar tarafından, o da haber götürüp getirme maksadiyle kullanılırdı. Yolun oturulan yerlerden geçip geçmediği veya iki tarafında, oralarda sürülerini otlatarak barınan göçebeler bulunup bulunmadığı da belli değildir, fakat bu yolun yolculara lüzumlu suyu ve herhalde yiyeceği de kolayca tedarik edebilecek dolaylardan geçtiği verilen kısa bilgiden de anlaşılmaktadır. Bizans'tılar bu dediğimiz mola yerinden kalkarak tehlikeli, bataklık arazide tam on iki gün durmadan yol aldılar. Başlarına bir şey gelmemiş olmasını Kök Türk kılavuzlarına borçludurlar; o bölgeleri avuçlarının içi gibi bilen bu adamlar, üzerinden emniyetle geçilebilecek olan kumsal yerleri gösteriyorlardı. Bizans'tılar böylece ilerlediler, yol aldılar; fakat yazık ki, yollarda görüp öğrendiklerine dair tek bir kelime bile kaydetmemişlerdir. Sanki kendileri için en büyük hâdise yalnız büyük ve geniş bir nehre ne zaman raslanacağı imiş gibi, bataklık boş yerleri geçtikten sonra nihayet
68
B İ I. İ N M Vİ E N
f Ç — A VS A
Ikh nehrine, oradan Daikh nehrine vardıklarını hemen kaydediyorlar. Nehirlerden sonra yine bataklık geliyor, onu da geçince meşhur Attila nehrine varıyorlar. Bu nehri de geçince yollarını Uğurlar diyarına yöneltiyorlar. Uğurlar Bizanslıları pek dostça karşılıyorlar ve onlara Kophen nehri taraflarında tetikte olmalarını, çünkü oradaki büyük ormanların içinde dört bin Acemin oradan geçerken ü-rerlerine saldırmak için pusu kurduklarını söyliyerek dikkatlerini çekiyorlar. Uğurlar da Kök Türk Sizabulos'un tâbiiyeti altında bulunuyorlardı. Zemarkhos kafilesi Uğurların sözünü dinliyerek yolunu değiştirdi ve ıssız bozkırlara açıldı. Fakat her ihtimali hesaba katarak, bu tenha yol için Uğurların verdikleri, içme suyu ile güzelce doldurulmuş tulumları da yanlarına aldılar. Yolları üzerine düşen bu son bataklık ve sazlık alanı Kophen nehri besliyordu. Ugurların işaret ve tembih ettikleri kısım burada başlamaktaydı. Zemarkhos, etrafı yoklasınlar ve Acemlerin gerçekten oralarda gizlenip gizlenmediklerini anlayıp haber versinler diye, adamlarından birkaçını ileri yolladı. Her ne kadar bu öncüler şüphe çekecek bir şey görmedilerse de Bizanslılar yine de emin olamadıklarından, âdeta sığınır gibi, Alanlar ülkesine gitmekte acele ettiler. Fakat bir türlü heyecanın sonu gelmiyordu. Burada da daha karşılandıkları zaman epeyce karışıklık oldu. Alan kiralı Zemar-khos'gili sevinçle kabul etti, fakat yanlarındaki Kök Türkleri, silâhlarını dışarda bırakmadan içeri almak istemiyordu. Onlar belki üç gün dayattılar, sonunda da yine dediklerini yaptılar. Fakat mesele bununla da bitmiş olmuyordu. Alanlar da, tıpkı Uğurlar gibi, tehlikenin birinden kurtulup öbürüne düşen Bizanslıları yine Acemlerle korkutuyorlar, yanılıp da Mindimij/anların topraklarından geçmemelerini, çünkü Suania taraflarında Acemlerin onları beklediklerini söylüyorlardı. Anlaşılan Zemarkhos'un tek canından başka da sakındığı bir şey olacaktı ki, bu tembih üzerine, pusudaki Acemleri aldatmak için, tehlikeli denilen Mindimiyana tarafına on, ipek yüklü atlı kervan yolladı, kendisi de geri kalan daha kıymetli yü-kiyle başka bir yoldan çabuk Karadeniz'e ulaştı, oradan da bir arızasız Bizans'a döndü. Zemarkhos'un seyahat raporu İç - Asya'nın o zamanlar kudretinin doruğunda bulunan bir kavmine, Kök Türke, daha doğrusu onun batt koluna dair bazı şeyler anlatır. Ne kadar kısa da olsa,
BhJ.NMİ Vi:.\
İÇ-ASYA
69
Zemarkhos'un bu raporu bize hayli şey söylemektedir ve bu haliyle de VI:. yüzyıl İç - Asya'sını tanıtan en ciddî ve en fazla değer verilen kaynaklardan biridir. Çin tarihçilerinin aynı çağa ait notları bu kaynağı âdeta noktası noktasına doğrulamaktadır. Ancak bu raporda bazı ayrıntıları bakımından hâlâ açıklanmaya muhtaç, hem de oldukça mühim tek bir mesele vardır ki, o da Zemarkhos'gilin nerelerden geçtikleri, o tuhaf adlı nehirlerin hangileri olduğu, ve nihayet büyük Batı - Kök Türk hükümdarı Sizabulos'un (Dizabulos, Silzibulos, Sincibu diyenler de vardır; nerede oturduğu meselesidir. Bilginler en ziyade Ektag'ın, yani Altındağ'ın nerede olduğu üzerinde kafa yordular. Bu nokta tam olarak aydınlansa öteki coğrafi adların karşılaştırılması işi derhal kolaylaşacaktı. Bu işle uğraşanlar öteden beri, eski göçebe kavimlerin hep Altay etrafında, en ziyade onun doğusunda kaynaştıklarını görmüşlerdir. Bundan başka Avrupa'da ilk önce Moğolların tarihini öğrendiklerinden, tekmil öteki bu çeşit kavimlerin âdetlerini, tarihlerini, hattâ oturdukları yerleri bile buna göre tesbite uğraşmışlardır. Bugün artık daha aydınlık görmeğe başlamışsak bunu, başlıca iki mühim hususa; yığınlarla tarihi ve coğrafi Çin kayıtlarına daha ziyade yaklaşmış bulunmamıza, bir de şu geçen yarım yüzyıl içinde İç Asya'ya yapılan keşif seferlerinde kum ve toprak altından vaktiyle oralarda yaşamış ve zamanla kaybolmuş kavimlere ait binlerce ve binlerce eserin çıkarılmış olmasına borçlu bulunmaktayız. Altındağ meselesinde de önce bu durumda bulunuyorduk. Bunu da Altay dağları topluluğunda araştırıyorlardı ve yazı masası başında geçen uzun kafa yormalardan sonra, Altındağ'ın, bu zincirin güney - doğuya uzanan ve Moğol - Altay denilen dağdan başka bir yer olamıyacağını ileri sürmüşlerdi. Bazı inatçı coğrafyacılar bu çıkıntıyı hâlâ bugün de haritalarında Ektag - Altay diye işaret ederler. Fakat bundan daha açık bir yanlışlık olamaz. Bizans kaynakları susuyor, meseleyi yeter derecede aydınlatmıyorlar mı? O halde batı kronikacılarından ve elçi raporlarından daha doğru, daha tamam bilgi veren Çin kaynaklarına baş vurmalıdır! Bunlar bu alanda da imdadımıza yetişirler. Batı - Kök Türk kağanlarının başkentlerinin nerede bulunduğunu, oraya bugünkü Karaşar'ın kuzey batısında Yulduz vadisinden geçerek yedi gün-
70
Hİ I İN M İ VICN
fÇ - A SY A
lük bir yolculuktan sonra varıldığını, aşağı yukarı Kuça'nın, kuzeyinde olduğunu açıkça söylerler. Fakat Çin'lilerden daha başka şeyler de öğrenmek mümkündür. Kuça'nın kuzeyinde, batı-kuzey yönünde bir dağ uzanır ki, buraya yerliler A-cie dağı derler, Ektag herhalde burası olacaktır. Demek ki Ektag'la Moğol - Altay aynı değildir ve Zemarkhos'-un, Acie dağının kuzeyinde, Tekes vadisinde bulunan Batı - Kök Türk başkentine uğramış olduğu şüphe götürmez. Bizanslıların kaydettikleri şehirler maalesef daha ileride, Çin'lilerin ilgisinin yetişemediği yerlçrde bulunmaktadır ve bu yüzden bu nehirleri onların yardımiyle kontrol etmemiz mümkün değildir. Ama böyle de olsa Oikhla Çu'nun aynı nehir olduğu ve İkh'ın Emba'dan başka bir nehir olamıyacağı, sonra başka kaynaklarda da geçtiği gibi Daikh'ın Ural'ın Türkçe adından başka bir şey olmadığı muhakkak gibidir. Bir şahıs adını andıran Attila ismi altında ise Volga'nın Kök Türk adı olan Etil'in gizlenmekte olduğu da yine meydânHâdır. ~1^F Zemarkhos heyetinin başarısından gayrete gelen Bizans'tılar Kök Türklerle bir dostluk kurmak hevesine düştüler. Demir satan Kök Türklerle ateşle şeytan kovalıyan mecusların memleketine birbiri ardına yeni yeni heyetler yolladılar. Bu dostluk Kök Türklerin de işlerine geliyordu, çünkü eninde sonunda bu yeni dostu nasıl olsa barış bilmez düşmanla, yani Acemle çatıştırmağa muvaffak olacaklarını düşünüyorlardı. Hesaplarında yanılmadılar. Bizanslılarla Acemler arasında çok geçmeden anlaşmazlıklar baş gösterdi ve yirmi yıl süren savaşlara (571-590) yol açtı. Fakat bu sırada Kök Türklerle Bizanslılar arasına da soğukluk karıştı, hattâ birbirine karşı düşman duruma girdiler. Zemarkhos'un şanlı elçilik seferinden ancak sekiz yıl geçmişti ki, Bizans'lı elçileri artık bambaşka bir tavırla karşılamışlardı. Burada bir dakika durup, anlatacağımız vaka arasında İç - Asya'nın hayatına tez bir göz atmamız faydalı olur, böylece sekiz yıl içinde bu ülkede ne değişiklikler olabileceğini hayretle görürüz. Bizans tahtına yeni bir imparator, Tiberius geçmişti. Bu kayser daha saltanatının ikinci yılında Kök Türklerle olan ittifakın yenilenmesini, kuvvetlendirilmesini lüzumlu görmüştü ki, bu onun
B İ I. İ N M Vİ E N
İ C ,: — \ V SA
71
kaygılarını göstermektedir. Göndereceği heyetin başına muhafız subaylarından birini, Valentinus'u tâyin etti. Valentinus, aldığı vazifeyi yerine getirmek üzere elçi kafilesini düzerken, uzun zamandan beri Bizans'ta oturan ve içlerinden çoğu bu başkente evvelce gelen heyetlerle değil de kendi alavereleri için gelmiş ve orada takılıp kalmış bulunan Kök Türklerden de yüz altı kişiyi yanına aldı. Bununla beraber Valentinus kendisi de bilmediği bir işi üzerine almış, büsbütün yabancı bir yola hazırlanmış değildi: buna benzer bir vazife ile o vakte kadar iki kere Kök Türklere gidip gelmişti. Elçilik kafilesinin takibedeceği yol da yeni sayılamazdı, çünkü bu yolu ilk defa yapacak olmadıkları gibi zaten o yoldan da ayrılamazlardı. Bir müddet Karadeniz'de gemi yolculuğu yaptılar, sonra kıyıya çıkarak Tavris dağları boyunca yollarına devam ettiler. Bataklı suların yanında uzanan kırlarda at üstünde ilerlediler; çalılıklar, kamışlıklar ve bataklıklar geçerek Akkaga denilen bir yere ve oradan da uzun, yorucu bir yolculuktan sonra, nihayet Kök Türk hanlarından olan Turksanthos adlı birinin olduğu yere vardılar. Turksanthos öyle küçük bir handı, karargâhı Altındağ'da bulunmuyordu, hem Altındağ'da — o zamanlar Sizabuloş^jSlmüş olduğun-dan — Tardu hüküm sürmekte idi. Bu Turksanthos'un nerede oturduğuna, nerelere hükmettiğine gelince, Bizanslılar bu bahiste ta-mamiyle susmaktadırlar. Fakat herhalde elçileri bu hanın yanına ilk defa uğramıyorlardı ve işin içinde bulunan şeflerince buradaki başlıca adamların kimler olduğu, nerede bulundukları bir sır değildi. Elçilik raporunda Zemarkhos'un, Kök Türklerin dört büyük başkanı olduğunu söylemesi, ondan sekiz yıl sonra yola çıkan Va-lentinus'un ise sekiz kabile başkanından bahseylemesi herhalde dikkate değer. Bu sekiz başkandan Bizanslılara en yakın oturanı bu Turksanthos olmalıydı, çünkü elçileri ilk önce o kabul etmişti; öyle anlaşılıyor ki, Turksanthos'un karargâhı Ural nehrinin Avrupa tarafında bulunuyordu. Valentinus kibirli Kök Türk hanını Bizans diplomasisinin süslü ve yaltak diliyle selâmladıktan sonra yeni kayserin, Tiberius'un tahta çıktığını ve bu yolculuktan maksadının Sizabulos'la yapılmış olan silâhlı ittifakın yenilenmesi okluğunu bildirdi. Bu duruma göre arzu ettikleri şey Kök Türklerin hemen Acemler üzerine saldır-
72
BİLfNMİYEN
İÇ-ASYA
ması idi, çünkü bunun tam sırasıydı. Fakat Bizanslıların aşırı nezaketi Turksanthos'a azıcık bile tesir etmedi, elçiye sertçe çıkıştı, yalancılığını yüzüne vurdu ve imparatoru ile aynı ip üzerinde oynadığını söyledi. «On türlü diliniz var ama, hileniz birdir» dedi ve sözüne kuvvet vermek için on parmağını ağzına soktu. Sonra, hayretten donakalmış olan Valentinus'a izahat vermekte gecikmedi. O-nun kudretinden korkup kaçmış olan Avar kölelerini (Varkhoni-talar) ürkütüp kovahyacakları yerde onları kabul etmiş ve Panno-nia'ya yerleştirmiş olan Bizans'lılar şimdi ne yüzle dostluktan ve ittifaktan bahsediyorlardı? O nasıl olsa A varların, o korkak kavmin hakkından gelirdi, hem onları kılıçla temizlemiyecek, atlarının nalı altında çiğnetecekti. Turksanthos o öfke ile yeniden Bizanslılara döndü. Bizans'a giden Kök Türk elçilerini Bizans'lılar ne diye Kafkasya'nın geçilmesi güç, tehlikeli yollarından götürüyorlardı? Bu hep kötü niyetli olduklarından, ikiyüzlülüklerinden ve korkaklıkla-rındandı; onun hücum edeceğinden korkuyorlardı. Ama Turksanthos da Kök Türkler de Dnyeper'in (Danapris), Tuna'nın (İster) ve Ma-kedonya'daki Meric'in nerelerden aktıklarını, Avarların Bizans ülkesinde ne taraflara gittiklerini bilmez değillerdi. Bizans'lılar gözlerini açmalılar ve Alanlarla Utigurları hatırlarına getirmelilerdi. Onlar o kadar cesaretle, kahramanlıkla karşı gelmek istemişlerdi de ne olmuşlardı, şimdi hep onun köleleri değiller miydi? Evet, Bizans'lılar kendilerine gelmeli ve doğudan batıya kadar bütün kavimlerin efendisinin Kök Türk olduğunu kafalarına iyice koymalılardı. Turksanthos, böylece korkuttuğu Bizans'lı elçileri, öfke ile söylediği gibi, kendisini şahsen de ağır surette tahkir ettikleri için, ayrıca ölümle de tehdid etti. Onu en büyük yas arasında rahatsız etmişlerdi, üstelik bu yasa iştirak edecekleri ve suratlarını bıçakla çentecekleri yerde arsızca kendilerini müdafaaya yeltenmişlerdi. Valentinus ve arkadaşları, ne süslü sözlerin ne de karşılık vermenin fayda etmiyeceğini gördüler. Yapılacak bir şey olmadığından çaresiz üzerlerine zorla yükletilen yasa uyarak, inanmadıkları halde yine acele hançerlerini çıkarıp yüzlerini yaraladılar ve sonra bu duruma boyun eğerek, yapmacık bir kederle, günlerce süren yas törenini seyrettiler. Bir gün ortaya dört Kök Türk esiri getirdiler, dördü de bağlıydı; sonra hanın rahmetli babasının, Sizabulos'un sevgili atlarını çektiler, ölüye onlarla haber salacaklardı. Son derece
İlli. İN M I Vi:.\
İÇ-A S YA
73
meraklı olan yas töreninin hikâyesi maalesef burada bitiyor, çünkü orijinal Bizans el yazısının bundan sonraki kısmı kaybolmuştur. Turksanthos Bizans elçileriyle ancak yas törenleri bittikten sonra konuşmağa başladı, fakat bundan da hayır yoktu. Tehditler savuruyor, Kırım Bosforusu'na hücum ederek orasını zaptedeceği-ne ahdediyordu. Bizans'lılar böylece epey hırpalandıktan sonra doğuya doğru, Batı - Kök Türklerinin Altındağ yakınlarında eğleşen en büyük kağanlarının, o sırada Tardu adiyle anıldığını söylediğimiz büyük hükümdarın yanına varmak üzere yollarına devam edebilmeye güçbelâ izin alabildiler. Bizans'h elçilerin, büyük hükümdarın yanında bir iş bitirip bitirmedikleri bilinmiyor ama ellerine çok bir şey geçmediği muhakkaktır, çünkü dönüşte, evvelce kendilerini o kadar soğuk karşılamış olan dostlarına, yani Turksanthos'a uğramağa mecbur.kaldıkları zaman onun öfkesi hâlâ yatışmamıştı, hattâ tehditlerinin bir kısmını yerine de getirdi. Emri üzerine vezirlerinden Bokhanus adlı biri çok sayıda bir atlı kıta ile Kırım Bosforusu'nun zaptına gitti, yolda başka bir Kök Türk komutanı da ona katıldı. Bunlar şehri aldılar ve böylece Kök Türklerle Bizans'lılar arasında açık düşmanlık başlamış oldu. Turksanthos Bizanslıları evvelce de hoş tutmamıştı, şimdi ise düşmanlığının bütün icaplarını kendilerine iyice hissettirdi. Valentinus'u maiyetiyle birlikte uzun zaman yanında tuttu ve onları adamakıllı hırpaladıktan, epeyce eziyete soktuktan sonra memleketlerine salıverdi. Çinliler uzak - batı ülkesinde oturan Turksanthos hakkında hiçbir şey bilmiyorlar ama Valentinus'un raporunda adı geçen büyük hükümdar Tardu'ya dair o nispette fazla bilgileri.vardır. Bu bilginin yardımiyle, babası Sizabulos'un Çinlilerce meçhul olmadığı ve ölüjp-^ tarihinin gerçekten Valentinus'un da kaydettiği gibij>75 yılı sonlarına veya 576_baslarına düştüğünü tesbit etmek zor değildir. Demek ki Bizans'h Rum kaynakları İç - Asya hakkında son derece kıymetli ve bu kıtayı iyice tanımak hususunda Batı'nın ilk ciddi habercileri sayılan bilgiler vermektedir. Fakat Batılıların keşiflerine ait etraflı, geniş malûmat veren ve bu bakımdan Çinlilerin köklü kayıtlarına yaklaşan eserler, ileride göreceğimiz gibi, bu ilk müjdecilereden ancak hayli zaman sonra, Moğol - çağında meydana gelmiştir.
BİLİNMİYEN
IV. BATI NÖBET KULELERİNDEN DEMİRKAPITA KADAR
Çinli budist hacıların İç-Asyadan geçtikleri yel.- Hüan-dzang yala çıkıyor (İ. s. VII. yüzyılda).- Batıdaki beş nöbet kulesinden ve cinler sahrasından geçerek Tarım havzasına varış.- Kök Türk büyük hükümdarını ziyaret.Demirkapı'dan Afganistan'lı Kak Türkler diyarına.- Hüan-dzanğ'ın Hindistan'dan dönüşü.
Sözü yine Çin'lilere bırakalım. Bizans elçileri büyük bir cesaretle İç - Asya yoluna çıktıkları ve yavaş yavaş ta Altındağ taraflarına, Batı-Kök Türklerinin başkarargâhlarına sokulabildikleri sıralarda Çin'liler İç - Asya'nın çoktan yabancısı değillerdi ve uzak bir Çin vilâyetinde olup bitenleri, İli vadisinde veya Orkhon kıyılarında yaşıyan barbarlar arasında geçen hâdiselerden daha iyi bilmezlerdi. Resmî tarih yazarların eserleri baştan başa bu havalinin tasvirleriyle, yeni yeni parçalarının keşifleriyle doludur. Fakat artık bu çağlarda batı sınırlarının Çinli habercilerine kalabalık ve gayretli yeni bir küme daha katılmaktadır. Birtakım budist hacılar, kendi memleketlerinde artık karmakarışık bir hale gelmiş olan budist dinini aydınlatmak maksadiyle, Din'in şerefli vatanı olan Hindistan'a gitmek için yola çıkıyorlardı. Bunlar çok kere İç - Asya'dan geçiyorlar ve uzun süren ağır hac yolunda uzaktaki barbarların şehirleri ve göçebelerin çadırları arasında gözlerini dört açmış olarak dolaşıyorlardı. Oralarda gördükleri, öğrendikleri şeyleri ise öyle unutup gitmezler, daha ziyade kendi dinlerinden olanların faydalanmaları için kaydederlerdi; ama aradan çok uzun yüzyıllar geçtiği halde bunlardan biz de faydalanmaktayız. Çünkü, bilhassa resmî Çin bilginlerinin, tarih yazarlarının önemsiz bularak kaydetmeğe lüzum görmedikleri şeyleri, büyük kervan yollarının günlük hayatını, kıyı, kenar yerlerin, insanların pek uğramadıkları ten-
İÇ-A S YA
75
ha bölgelerin tasvirlerini ve her şeyden önce o zamanki din durumları hakkındaki malûmatı bu kayıtlar vermekte, budistlerin yaşadıkları yer neresi idi, budizmin aydınlatmadığı barbarlar hangi yanlış yollara sapmış bulunuyorlardı, bize bu kayıtlar öğretmektedir. Çin, Hindistan'dan çıkmış olan budizm ile oldukça erken tanışmış bulunuyordu. Doğduğu memleketi terke mecbur olarak İç - Asya'nın komşuluğunda yaşıyan kavimlere sığınmış olan bu din, oralarda sade yüzyıllarca yaşamış değil, daha sonraki yayılışları için de taze kuvvet toplamıştı. Buddha'nın dini çok geçmeden kervan yollarından Çin'e gelmiş ve I. s. II. yüzyılda başlıyan gelişme ve ikbal devri zamanımıza kadar sona ermemiştir. Çin'de din ve keşiş hayatına karşı başlayıp, gittikçe genişliyen ilgi, büyük Tanğ sülâlesi devrinde (618-907) o kadar tehlikeli bir şekil almağa başlamıştı ki, keşişlik mesleğine görülen hücumun ö-nüne geçmek için hükümet kararlar çıkarmak zorunda kalmıştı. Böyle olmakla beraber birçokları, bilhassa kanaatçi insanlar için o kadar rahat ve emniyetli olan bu hayata katılmak yolunu buluyorlardı. Bu keşiş yığını içinde, kalblerinin sesini dinliyerek abaya bürünenler ve manastırın sessizliği içine gömülerek hayatın mânası üzerinde düşüncelere dalanlar da az değildi. Hindistan hacıları işte bunların arasından çıkıyordu. Bu hacılar da hesapsız sayıda idiler, ve haç yolculukları hakkında bitip tükenmez şeyler yazmışlardır. Fakat şimdilik bunları,bir yana bırakalım! Zaten Batı bilginleriyim Çinlilerin, kendilerinden en çok bahsettikleri meşhur keşifçi keşişler bu küçük yıldızları gölgede bırakmışlardır. Burada bu meşhur keşiflerin ilklerinden en parlak bir adı, Fa-hien'i anmamız yetişir. Onun seyahati kısaca şöyle olmuştu. İ. s. 399-da Çin'in o zamanki başkenti olan Çanğ-an'dan, yani bugünkü Si-an'dan yola çıktı. Batı Nöbet kapısı'ndan Turfan'a, oradan da, o zamanlar budizmin en zengin merkezlerinden biri olarak gelişmekte bulunan Khotana vardı. Önce dinî incelemelerle burada bir on beş yıl geçirdi ve ancak ondan sonra, asıl pınarın başına, Hindistan'a gitti. Orada yetecek kadar okuyup öğrendikten sonra güneye doğru yollandı. Seylan adasına vardı ve orada conka dedikleri bir gemiye bindi. Uzun ve zahmetli bir su yolculuğu başlamıştı. Fırtınaya tutuldular, bilinen, alışılmış kıyılardan uzaklara sürüklendi-
76
B
11J N M t v i-: N I c; — \ s v \
ler, canlarından bile umutlarını kesmiş bir duruma düşmüşlerdi ki, fırtına insafa gelerek onları Çin'de bir kıyıya, Şan-dunğ yarımadasına attı. Umumiyetle tanınmış ve beğenilmiş olan Fa-hien'in şöhretini başka bir hacmin, Hüan-dzanğ'ın şöhreti .gölgede bırakmıştır. Bunun seyahatnamesi' ve hal tercümesi VII. yüzyıl tç-Asya'sını ve Hindistan'ını en iyi tanıtmaktadır ve halk tarafından sevilmiş olmak bakımından — hemen söyliyelim ki, tamamiyle haksız olarak — bizim büyük Batı'lı keşifçilerden Marco Polo ile bir tutulmaktadır. Şimdi burada ondan bahsedeceğiz. Onun seyahatnamesi çoktan ilmin tenkidinden geçmiş ve değeri biçilmiş olup, son zamanlara kadar yapılan bütün keşif seferleri sırasında ne zaman yeni bir ve-rinti ile karşılaşmışsak her defasında Hüan-dzanğ'ın kitabım elimize almış ve onda daima bize yol gösteren yeni yeni bilgiler bul-muşuzdur. Büyük keşifçi A. Stein'ın, her keşif seferine çıkışında bu eseri beraberinde götürdüğünü ve güçlüklerle dolu olan çalışmalarında en sadık arkadaş ve rehber olarak onu yanında bulundurduğunu söylersek eserin önemini belirtmeğe yetişir sanırız. Budist geleneği Hüan-dzanğ'ın hayatının hikâyesini inanılmaz derecede tabiat üstü olaylarla süslemişse bunda şaşılacak şey yoktur, tersine olarak biz bunlarda, bizimkinden çok ayrı düşen bir dünyanın eşsiz şiir güzelliklerini hayranlıkla görürüz. Hüan-dzanğ yola çıkmazdan önce acayip bir rüya görmüştü. Mukaddes Sumeru dağı önünde duruyor ve dört mücevher, dağı gereği gibi süslüyordu. Etrafı fırdolayı köpüklü dalgalarla hareketli, vahşi bir deniz, dağa tırmanmak istiyor, fakat etrafta ne gemi var ne kayık; yine de tereddüdetmiyor, içinde zerre kadar korku yok, inliyen köpüklü dalgaların üzerine basıyor. O anda dipsiz derinliklerden ayağının altına taştan bir lotus çiçeği sıçrıyor, fakat ayağını üstünden çeker çekmez lotus kayboluyor, sonra tekrar meydana çıkıyor, böylece onu adım adım ileriye götürüyor, bir de bakıyor ki dağın eteğine gelmişi. Dağın tepesine tırmanmak istiyor, bütün kuvvetini, topluyor, ama olmuyor, dik ve keskin kayalardan durmadan yere düşüyor, derken ansızın bir kasırga çıkıyor ve onu bir kazasız Sumeru dağının tepesine götürüyor. Orada şöyle dünyanın dört yönüne bir bakıyor, önüne gözler kamaştırıcı bir manzara açılıyor. O sırada uyanıyor.
B 11İ N M V f KN
İ (.: - \ SV \
77
Büyük yolculuğa hazırlanan hacı, bu güzel rüyayı hayırlı bir fal saydığından kararı ve yolculuğa bağladığı umutları kuvvet bulmuştu. Manastırına veda ederek tek başına batı nöbet kulelerine doğru yola çıktı. Kısa bir zamanda ilk büyük durağa, Lan-cov'a vardı. Talihinden yolda, daha batıda bulunan Lianğ-cov'a gidecek olan birkaç Çin'li atlı subaya raslıyor, onlar bu şaşkın hacıyı himayelerine alıyorlar ve bu suretle daha orada iken hedefine biraz yaklaşmış oluyor. Lianğ-cov şehrinden hemen çıkıp yoluna devam etmiyor. Yolculuk yavaş ve adım adım gidiyor. Bu ilk konak yerinde sessiz tefekkürlerle bir ay geçiriyor, bazan etrafına toplaşan müminlere vaızlar ediyor ve arada şöyle, hiç o değilden, yoluna nasıl devam edeceğini soruşturuyor. Mamafih istediğini öğrenmekte fazla güçlük çekmedi, çünkü bu eğleştiği şehir âdeta batıya giden ve oradan dönen bütün tacirlerin buluştukları bir yerdi, iyi yürekli müminler onun va'zını candan dinliyorlar, kendisine karşı takdirlerini ve hayranlıklarını anlatmak için onu her türlü dünya malına, gümüşe, altına, paraya, mücevhere boğuyorlardı, birçok da beyaz at vermişlerdi. Uzak yolculuğa niyetli olan hacı bütün bu bir sürü armağanı kabul etmiş, fakat onları alıkomıyarak, artık kendisi gibi faziletli bir zata yakışacak surette fakirler ve kiliseler arasında taksim etmişti. Ancak o durmadan gelip giden tacirler, ne tarafa gidileceğini, neye dikkat edileceğini ona beyhude tarif edip duruyorlardı; yola çıkma işinin önüne ciddî ve büyük engeller çıkmıştı. Çinliler Lianğ-cov'a tam o sıralarda yerleşmekte idiler, hududun geçtiği yer uzak değildi ve civarda, ne türlü niyet besledikleri bilinmiyen şüpheli unsurların dolaşmamasına son derece dikkat ediyorlardı. Ve nizamın tam olması için de sınırdan dışarıya kimseyi bırakmaması şehirdeki mevki komutanına sıkıca tembih olunmuştu. Komutan Li Da-linğ ise bu şakası olmıyan talimata riayet göstererek yasak sınırdan kimsenin gizlice kaçmamasına büyük bir uyanıklıkla dikkat ediyordu. Zaptiyeleri ve hafiyeleri şehri gizliden gizliye bütün gün gözetliyorlar, ne olur ne olmaz her hangi bir kimsenin yanlış bir yola sapmasını vaktinde haber almak için tetikte bulunuyorlardı. Bu duruma göre, önüne gelene hep budist yayınlarını incelemek için uzak-batı yoluna çıkacağını anlatan Hüan-dzanğ'ı yakalamak güç bir iş değildi. Nitekim fazla merasime lüzum görmeden geveze papazı yakaladıkları gibi Li Da-linğ'in önüne götürdüler. Li Da-linğ
78
BİLİNMtY K S İ Ç — A S V A
insaflı bir adamdı ve sofu hacının bir teline dokunulmasını dünyada istemezdi; fakat emir emirdi, onun için niyetinden vazgeçerek derhal başkente dönmesini kendisinden ısrarla rica etti. Lâkin Hüan-dzanğ kararından dönmedi, hattâ birtakım iyi yürekli insanlar, yoluna devam edebilmesi için kendisine candan yardım ettiler. Lianğ-cov şehrinde Hui-vey adlı kendi halinde bir budist papazı vardı. Bu adam, başkentten gelen hacının ne niyette olduğunu haber alınca, gizlice kendisini batı yoluna doğrultmaları için talebesinden ikisini ona yollamıştı. O zaman artık yasak bir iş peşinde koştuğunun Hüan-dzanğ kendisi de farkına varmıştı. Gündüzleri sokakta görünmeğe bile cesaret edemiyor, gizlendiği yerden ancak geceleri çıkarak dostlarının yanına gidebiliyordu. Nihayet güya söz dinlemiş görünerek memleketine dönüyormuş gibi yaptı, halbuki o iki talebenin yardımiyle daha ilerdeki bir şehre, Gua-cov'a kaçtı. Çin'li seyyah burada ne kadar gizlenmek istemişse onun gelişini ilk haber alan yine şehrin askeri komutanı olmuştu. Fakat anlaşılan merhametli Buddha onun yoluna hep yufka yürekli askerleri çıkarıyordu. Komutan onu hemen yanına çağırttı, geldiği için memnunluk gösterdi ,ve kendisine bol bol yiyecek içecek verdirdi. Hacının içi biraz rahat etmiş ve artık yeniden, bilinmedik batı yolu hakkında etrafı soruşturmağa başlamıştı. Fakat duyduğu şeyler fena halde keyfini kaçırdı. Söylediklerine göre batı tarafına gidilirse, şehirden 50 li uzaklıkta bir nehre varılırmış. Bu nehrin aşağı tarafı o kadar genişmiş ki, onu geçerek adam bulunmazmış; yukarı kısmı darmış ama, oranın da derinliği korkunçmuş ve nehir orada öyle bir hızla akarmış ki, kayıkla geçmeyi bile denemek beyhudeymiş. Yine de yukarı kısma gitmeliymiş, çünkü meşhur Yü-men kapısı orada bulunuyormuş. Bu kapıyı geçince birbirinden yüzer li uzaklıkta beş nöbet kulesi geliyor ki, bunların ara yerlerinde ne su ne ot var. Bir kere bu beş nöbet kulesini, içerlerindeki gözü açık nöbetçileri şaşırtıp da geçti mi, artık ondan sonra Çin arkada kalır. Önü ise büyük çöldür. Dediğim gibi, bu tehlikeleri duyunca keşişin neşesi kaçtı. Atı da ölmüştü, ne yapacağını bilmiyerek sessiz ve kederli, şehirde dolaşıp duruyordu. O böyle şaşkın bir halde ne yapacağını düşünürken
BİLİNMİYKN
İ Ç — AV SA
79
şehrin komutanına, Lianğ-cov'dan yazılı bir emir geldi, bunda Hüan-dzanğ adlı papazın yoluna mâni olarak, hemen yakalatıp memleketine geri yollaması emir ediliyordu. Gua-cov komutanı —yufka yürekli, insaflı bir adam olduğundan zaten ne yapabilirdi ki — gelen mektubu yırttı ve yaklaşan tehlikeye hacının dikkatini çekerek hemen piliyi pırtıyı toplamasını, hem de elinden geldiği kadar çabuk ortadan kaybolmasını kendisinden rica etti. Gerçekten, düşünecek zaman değildi. Fakat kılavuz talebelerden biri, biriken tehlike bulutlarından ürkerek Dun-huanğ'a dönmüştü. Öteki, kalmasına kalacaktı ama, perişan, dermansız halini gören üstat ona kendisi izin verdi, bundan sonra gelecek olan büyük zahmetlere katlanamıyacağı zaten belliydi. Vakit gittikçe daralı-yordu. Acele kendisine bir at buldu, fakat bir türlü yola çıkamı-yordu. Yol gösterecek adamı yoktu, yalnız da bu meçhullüğe dalmayı gözüne kestiremiyordu. Pagodaya gitti ve kendisine yardım etmesi için Maitreya - Buddha'nın önünde dua etti, yalvardı. Orada böyle duaya dalmışken kiliseye bir yabancı girdi ve doğru onun yanına vardı. Saygı ile bir selâm verdikten sonra, kendisini bir mümin olarak bu dine kabul etmesi için ona yalvardı. Hüan-dzanğ bu ricayı yerine getirmekten kaçınmadı, hattâ bilmediği adama karşı gittikçe güveni arttığından kendisinin ne iş peşinde olduğunu anlattı ve tam şimdi, batı yollarını iyi bilen ve kendisine arkadaşlık edebilecek birini aradığını söyledi. Daha sözünü bitirmeden öbürü, yolu iyi bildiğini, çünkü çölün ötesindeki İ-vu şehrine şimdiye kadar kaç kere uğramış olduğunu anlatarak bu işi üzerine almağa hazır olduğunu bildirdi. Üstat fazla düşünmedi, yabancıyı hizmetine aldı ve ona elbise ile beraber bir de at ve yiyecek şeyleri satın alması için para verdi. Ertesi gün kılavuz geldiği zaman yanında bir ak sakallı koca da getirmişti. Bu ihtiyar batı yollarını avucunun içi gibi bilirmiş, İ-vu'-ya belki otuz sefer varıp gelmiş. Üstat meraktan kıvranıyor ve yol hakkında inceden inceye sorulariyle ihtiyarı sıkıştırıyordu. O ise pek öyle iyi bir şeyler söylemiyordu. Batıya giden yol kötü ve geçilmesi zordu. Her taraf göz alabildiğine kum, kum, kum ve hele kötü ruhların saati çaldığı zaman, cinler, öldürücü kızgın rüzgârlar yolcuya hücum ederler. Çok kere kervanları da öyle sıkıntıya sokar, bunaltır ki, bir tek insan kalmıyacak kadar telef oldukları olur.
80
BİL İN M İVEN
İÇ-A S YA
Allahın bu lanetleme yoluna çıkmak kimin haddine düşmüştü? Kendisini bekliyen akla gelmedik tehlikeleri ne kadar korkunç renklerle tasvir ettilerse üstadı niyetinden çevirmek mümkün olmuyordu ve geri dönmektense çölün eşiğinde telef olmağa razı olduğuna yeminler ediyordu. İhtiyar hiçbir şeyin fayda etmediğini görünce merhamete geldi ve hiç olmazsa o lâğar hayvanla yolculuk etmesin diye o yolu, çölü geçmek suretiyle çok kere yapmış olan kendi kuvvetli binek atını ona hediye etti. Ortalık ağarınca üstat, pagodada tutmuş olduğu meçhul kılavuzla yola çıktı. Nehre vardıkları ve Yü-men kapısı karşılarına çıktığı zaman vakit hayli ilerlemişti. Kapının 10 li ötesinde nehir ancak on ayak genişliğinde idi ve iki tarafında koruluk uzanıyordu. Kılavuz birkaç ağaç devirerek kıyıdan kıyıya uzattı, üzerini çalılarla örttüğü gibi, onun üstüne de kum döktü. Böyle çabucak yapılan köprüden geçtiler, atlarını da geçirdiler. İlk zorluğu bir kazasız atlattıkları için üstadın içi sevinçle dolmuştu. Yola düzülmeden biraz dinlenmek için atından indi. Yabancı kılavuz da ona uyarak üstattan elli adım kadar ileride hasırını serip uzandı ve derin bir uykuya dalmış gibi yaptı. Biraz sonra ise, efendisinin iyice uyuduğunu sanarak yavaşça kalktı ve elinde bıçağiyle ona doğru yürüdü. Kendisine on adım kadar kalmıştı ki, üstat birdenbire uykusundan sıçradı, döndü, dik bir bakışla yabancıyı süzdükten sonra, sanki büyülenmiş gibi, mukaddes kitabın sözlerini mırıldandı. Kılavuz utanarak kös kös yerine döndü ve sesini çıkarmadan yattı. Hüan-dzanğ bu işe şaşarak, rehberinin kendisinden acaba ne istediğini düşündü, bir şey anlıyamıyordu, fakat sesini çıkartmadı. Ertesi gün el yüz yıkadıktan ve biraz kahvaltı yaptıktan sonra hareket işareti verdi. O zaman artık kılavuzun cesareti uçmuştu, hattâ üstadı da geri çevirmek istiyordu. Yol boydan boya tehlike idi, ne su ne ot bulunmıyan ıssız yerlerden geçmek lâzımdı. Suyu ancak nöbet kulesinin yanında bulmak mümkündü, ona da yalnız gece, kimseye gözükmeden yaklaşılabilirdi, nöbetçiler farkına varırsa yandıkları gündü. Hacı söz dinlemiyordu. «Kılavuz bir müddet onunla gitti, sonra birden durdu. Şimdi aklına gelmişti: onun görülecek aile işleri vardı, daha ileri gidemezdi, hem o memleketin yasasına da aykırı hareket edemezdi. Hüan-dzanğ onu zorlamadı, vefasız adamın dönmesine bir şey demedi, hattâ hediye bile verdi ve böyle iyilikle ayrıldılar.
I I I I . İ \ M İ V i: \
İÇ-\SV\
81
Yalnız kalmış olan üstat, kum sahrasında tek başına yola düştü, yolun ne tarafa gittiği ancak hayvan pisliklerinden belliydi. Ansızın ileride bir kafile gördü. Birkaç yüz kişi vardı: bu kalabalık, silâhlı süvari alayı baştan aşağı kumaşa ve kürke bürünmüştü. Kimi deveye kimi ata binmişti, bayrakları dalgalanıyor; mızrakları pa-rıldıyordu. Kâh yaklaşıyorlar, kâh duruyorlardı. Bazan o kadar yakına geliyorlardı ki, âdeta elini uzatsa onlara değecekti. Bazan da o kadar uzağa geriliyorlardı ki, ancak görülebiliyorlardı. Üstat önce bunları haydut sanmıştı, fakat bu koca kafilenin bir göz açıp kapamada kayboluverdiklerini görünce uyanık rüya gördüğünü, cinlerin kendisiyle eğlendiklerini anladı. Böylece 80 li yol aldı. Nihayet ilk nöbet kulesini gördü. Nöbetçiler tarafından görülmemek için bir kum tepeciğinin ardına saklandı ve karanlık basıncaya kadar orada kaldı. O zaman kalktı, suyu aradı, susuzluğunu giderdi ve elini yüzünü yıkadı. Tam yanındaki tuluma su dolduracağı sırada bir ok vızlıyarak yanına düştü, hattâ dizini yaraladı. Görülmüştü. Korku içinde var kuvvetiyle bağırmağa başladı. «Ben papazım, atmayın, başkentten geliyorum!» Atını yedeğe alarak kapıya gitti, nöbetçi çıkmıştı, elbisesini yukardan aşağı yokladı, doğru söylediğini anladı. Onu önüne katarak içeri soktu ve komutanın yanına çıkardı. Üstat yeniden her şeyi, kendisinin, herhalde onların da duymuş olacakları, Uzak-Batı'ya budizmi tetkike giden Hüan-dzanğ olduğunu anlattı. Komutan iyilikle ve Çin'lilere vergi naziklikle onunla görüştükten sonra, ikramda bulundu ve gece orada alıkoydu. Ertesi sabah onu yola çıkarırken, buradan dosdoğru gitmesini, öylece dördüncü nöbet kulesine varacağını söyledi. Oranın komutanı altın yürekli bir adamdır, akrabamdır da; benim gönderdiğimi söyle, diye tembih etti. Üstat bütün gün durup dinlenmeden gösterilen yöne doğru ilerledi ve hakikaten dördüncü nöbet kulesine vardı. Ya daha öteye bırakmayıverirlerse, diye içini bir korku kaplamıştı. Komutana gözükmezse daha iyi olacaktı. Yine bir kum yığınının arkasına gizlendi, akşam olunca oradan çıkarak su içmek için dereye yaklaşmıştı ki, yine bir ok vızlıyarak yanıbaşına düştü, yine nöbetçi onu yaka-lıyarak komutanın yanına götürdü. Fakat o da bir şey yapmadı, ikram etti ve geceye orada alıkodu. O sırada öteki komutanın selâmını kendisine söylemişti. Altın yürekli komutan da boJ hediyeler 6
82
D 11. i v M n i: \ ı <, - v s v \
vererek ertesi sabah onu yola çıkarırken, beşinci nöbet kulesine sakın uğramamasını, çünkü oradakilerin kötü adamlar olduğunu, başına bir iş açabileceklerini sıkıca kulağına koydu. Öteki yoldan gitmesini ve 100 li aldıktan sonra o meşhur Ye-ma pınarına varacağını söyledi. Beşinci nöbet kulesine giden yoldan saptığı zaman öldürücü çöl onu korkunç bir sessizlikle karşıladı. Ne tarafa baksa her yanda ö-lüm havası estiren kum deryası. Bir tek ottan ne olur. fakat yorgun gözlerini dinlendirmek için o da yok. Gidiyor, gidiyor, fakat ne havada tırnak kadar bir kuş. ne yerde ufacık bir zavallı böcek görebiliyordu. Sade etrafında cinler sıçraşıyor, her çeşit ve kılıkta ruhlar ardından uyuşuyor, koşuşuyor, onu korkutuyorlardı. O ise durmadan Buduna ya dualar ediyor, korkusundan ona sığınıyordu. Böyle korku ve umutsuzluk içinde bunalırken 100 îiden fazla yol almış bulunuyordu, fakat Ye-ma pınarının ortada henüz izi bile gözükmüyordu. Yolunu şaşırmıştı. Müthiş susamıştı. Susuzluğunu gidermek için eyerin üstündeki tulumu indirdi, lâkin tulum, yorgun, uyuşmuş ellerinin arasından güm diye yere düştü ve kendisine hiç sıkıntısız, daha bin itlik yol için yetecek olan su, yerlere döküldü, susuz kum bir anda hepsini iç i verdi. Üstat olduğu yerde taş kesilmişti, ne yapacağını bilmiyordu. Dördüncü nöbet kulesine dönmek belki en iyisi idi. Geriye doğru on li kadar yol almıştı ki, çölde mahvolacağını bilse de batı ülkelerini aramaktan vazgeçmiyeceği üzerine verdiği söz aklına geldi. Bunun üzerine atının başını çevirerek sessizce yoluna devam etti. Nerelerden geçtiğini kendi de bilmiyordu. Hiçbir tarafta ne bir insan ne de bir hayvan izi vardı. Geceleri cinlerle uğraşıyor, sıkıntılara uğruyordu, gündüzleri ise sert bir rüzgâr iniltilerle eserek, memleketinde, Çin'de mevsiminde boşanan yağmur gibi. çölün kumunu üzerine yağdırıyor, durmadan onu kamçılıyordu. Suya karşı müthiş bir hasret çekiyordu, susuzluk o kadar canına işlemişti ki. içi bir kor gibi durmadan yanıyordu. Artık bir adım bile ilcrliyerniyerdu. Çöle ayak basalıdan beri dört gün ve beş gece geçmişti. Bitkin bir halde kuma uzanmış ve umutsuzluk içinde Guan-yin boddhisattva'ya yalvarmağa başlamıştı. Bu beşinci geceydi. Ansızın yüzüne serin bir rüzgâr çarptı, hoş bir uyuşukluk ve gerişmo ile uykuya daldı. Uyandığı zaman vücudunda taze bir kuvvet buldu, alı üa sanki değişmiş gibiydi. Yeniden toparlanıp yola koyulmuştu ki, on li gitmeden at birdenbire, şimdiye kadar
B
11. i N \ı I \ r. \ iç— ts\ v
83
gittikleri mevhum yoldan saptı. Çok geçmeden güzel, yeşillik bir çayıra ulaştılar. Kurtulmuşlardı. At orada taze ve lezzetli otlara saldırmış, yemekle doyamıyordu. Fakat suyu bal gibi tatlı ve ayna gibi parlak olan gölü gören üstadın da yüreği sevinçten parçalanıyordu. Atla binicisi taze kuvvet bulmuşlardı ve ondan sonra artık iki gün geçmeden çölü geçmiş bulunuyorlardı. İlk batı şehri olan İ-vu karşılarına çıkmıştı. Budist kilisesinin ne tarafta olduğunu soruşturdu. Aralarında üçü Çin'li olan papazların hepsi de kilisenin önünde bekleşiyorlardı. İçlerinden ak saçlı, yalınayak bir bonz hıçkırıklarla boynuna sarıldı, uzaktan gelen, beklenmedik hemşeriyi gördüğüne o kadar sevinmişti. Fakat yerli papazlar da uzak durmadılar, onlar da kendilerine yakışacak tarzda onu selâmladıktan sonra, doğruca İ-vu kiralının yanına götürdüler. Kıral, Hüandzanğ'ı kendi sarayında misafir etti, neye ihtiyacı varsa hepsini verdi. Uzak - Doğu'dan bir hacının geldiği haberi yıldırım hıziyle ortalığa yayıldı. Gav-çanğ kiralı elçilerini tam o sırada İ-vu'ya yollamıştı, böylece bu mühim hâdiseden onun da hemen haberi oldu. Hiç düşünmeksizin adamlarını yolladı, Hüan-dzanğ'ı kendi yanına getirtmek için en güzel atlarından yirmi tanesini seçerek onlarla gönderdi. Fakat üstadın başka plânları vardı. Dindar bir bonza yakışacak şekilde mukaddes budist makamlarını ziyaret etmek istiyordu ve o sırada, güzelliğini, dikkate değer taraflarını İ-vu'da anlatmakla bitiremedikleri Kagan-stupa'ya gitmeğe hazırlanıyordu. Lâkin elçilerin ısrarına dayanamayarak nihayet onlara katıldı. Gav-çanğ memleketinin sınırına ulaşıncaya kadar Güney çölü'nde tam altı gün yol âldılar. Sınırdaki kasabada dinlenmeğe bile vakit bulamadı, çünkü yeniden başka elçiler gelerek oralarda vakit kaybetmemesini rica ettiler. Başkent artık, oradan uzak değildi ve kıral bekliyordu. Üstat ne yapsın, kır atını orada bırakarak başka bir ata binip acele başkente gitmekten başka çare yoktu. Oraya vardığı zaman vakit şöyle gece yarısı gibi idi. O saatte şehrin kapıları çoktan kapanırdı, fakat kiralın emriyle onu hemen içeri aldılar, zira sabırsızlıkla beklenmekte idi. Alev saçan meşalelerin ışığında bütün ilerîgelenler onu karşıladılar, kıral kendisi de oradaydı ve misafirini hemen sarayına götürdü. Bu saray iki katlı, muhteşem bir yapı idi;
84
85
H 11. İ N M I Y K N I Ç - \ S Y A
B i I. İ N M i Y K N İ Ç — .* S V*
onun en süslü salonuna girildi. Biraz sonra, yanında bir alay halayıkla, üstada «hoş geldin» demek için kıraliçe de odaya girdi.
batı memleketlerinin bastırdıkları paraların gümüşü buradan çıkardı; dağın batı tarafında önüne eşkıya çıktı, anlaşılan haydutlar, her yerde saygı gören mübarek zata pek aldırış etmemiş olacaklar ki, onu ancak epeyce bir baç aldıktan sonra salıverdiler.
Gav-çanğ sarayında Hüan-dzanğ'ın itibarı büyüktü. Oradan salivermek istemiyorlar, kıral onu yanında alıkomak arzu ediyor ve ömrünün sonuna kadar kendisine bakacağını vadediyor, istediği kadar talebesi olacağını ve Gav-çanğ'daki binlerce papazın hep onun emri altına gireceğini söylüyordu. Ama misafirinin direndiğini görünce gönlü istemiyerek de olsa, ondan ayrılmağa razı oldu, fakat kendisinden, dönüşte uğrıyacağına ve yanında kalacağına dair kesin söz aldı. Gav-çanğ kiralı, Hüan-dzanğ'ın yoldaki rahatını sağlamak için büyük cömertlik gösterdi. Oranın daha soğukça olan ikliminde, hava değişikliğinde işe yarıyacak urbalar, eldivenler, çizme, yüz siperi, hasılı hatıra gelecek, lüzumlu ne varsa hepsini temin etti. Bu uzun yolda maddi sıkıntıya da uğramaması için birkaç yüz ons altın, 30.000 gümüş, 500 top ipekli, ayrıca yolluklar verdi. Halbuki bu kıymetlerin tutarı yalnız oraya gidip gelmeğe değil, ondan sonra da, hiç olmazsa yirmi yıl için yeterdi. Ama bununla da iş bitmiyordu. Otuz da at verdi, yanına yirmi dört uşak kattı ve güvendiği bir adamını da vererek ona üstadı Batı - Kök Türkleri kiralının, Cabgu kağanının yanına bizzat götürmesini emir etti. O taraflara düşen yirmi dört kadar ufak memleketin başkanlarına, üstat oraya vardığı zaman kendisine her hususta yardım gösterilmesi için yazılmış yirmi dört resmî vesika, tavsiye mektubu verdirdi. Bu tavsiye mektupları daha süslü ve hatırı sayılır olsun diye gayet güzel ipek tomarlar üzerine iliştirüdiği gibi, tavsiyenin herhalde yerine gelmesi için de Cabgu, Kök Türk kağanı adına ayrıca 500 top ipekli ile nefis ve nadir meyvalar yüklü iki kervanı da yola çıkardılar. Hüandzanğ kalabalık kafilesiyle koca bir kervan halinde yola çıkarken kıral, ailesiyle ve ilerigelenleriyle onu şehrin kapısına kadar geçirdi ve orada hüzünlü bir surette, göz yaşlariyle kendisine veda etti. Artık ondan sonra gezgin hacı nereye uğradıysa her tarafta büyük alayla karşılandı. Böylece Gav-çanğ'dan çıktıktan sonra çok geçmeden pek tanınmış başka bir tç - Asya memleketine, Agni'ye vardı. Burada önce büyük bir pınara uğrak verdi, sonra Gümüşdağ'ı geçti. Bu Gümüşdağ gayet yüksek ve geniş yer tutan bir dağlık olup
Budistlik bakımından az yüz kızartıcı olmıyan bu maceradan sonra bir nehre vardılar, bunun kıyısında eskiden, süslü bir kıral şehri varmış. Oraya vardıklarında üstat böyle eşkıya maceralarının bu taraflarda başkalarının da başına gelmekte olduğunu ve kendisinin Gümüşdağ'da yine ucuz kurtulmuş bulunduğunu ürpererek, yahut belki de kendine bundan bir teselli payı ayırarak görmüş olacaktı. Tasarlanmış olan mola yerinde önüne dehşet verici bir manzara çıktı; her tarafta kesilmiş insan vücutları yatıyordu; bunlar kendisi oraya varmazdan biraz önce haydutlar tarafından soyulmuş ve öldürülmüş tacirlerin ölüleriydi. Ve bu işler hep Agni başkentinin kulağının dibinde oluyordu! Hemencecik, emin bir yere sığınmanın çaresine baktı. Agni kiralı da maiyetiyle ve devlet adamlariyle onu karşıhya-rak sarayına götürdü. Ancak, gösterilen saygıdan duyduğu sevince biraz can sıkıntısı karışmıştı, çünkü başkentte, Gav-çanğ'dan gelen ve dışarıya çıkmağa cesaret edenlerin attıkları adımı gözden kaçırmayan haydutlardan herkesin korkmakta olduğunu öğrenmişti. Agni kiralı kendisi de Hüan-dzanğ'ın yoluna devam edebilmesi için yanına adam katmaktan çekiniyordu. Ama buna zaten pek ihtiyaç da yoktu, zira yukarıda gördüğümüz gibi, Gav-çanğ kiralının himmetiyle yanında istediği kadar silâhlı maiyet vardı. Gerçi bunlar tam bir emniyet sağlamıyorlardı ama, eşkıya ile karşılaştığı zaman meydana çıktığı gibi, tamamiyle soyulmaktan ve kesilmekten kurtulmak için yeterdi. Tabiatiyle bu babacanların yolda sıvışmamaları şarttı. Agni'de yalnız bir gece geçirdi, ertesi gün palas pandıras yola düzüldü. Batıya doğru nehirler, vadiler geçerek birkaç yüz itlik yol aldıktan sonra yeni bir memleket hududuna erişti. Bu memlekete Cü-şı diyorlardı. Burada da başkentte onu kural karşıladı, ileri-gelen adamları da yanındaydı. Budist papazları ise, bu meşhur hacıyı karşılıyabilmek için bini bir arada şehrin kapısında itişip kakışıyorlardı. Batı memleketlerinde yolu ne yana düşerse her tarafta yığın yığın budist müminler bulunmasından, pagodaların çokluğun-
86
R
11.1 \ M I Y K S 1 c; - \ s v v
dan ve papazların ise sayılamıyacak kadar fazlalığından Hüan-dzanğ ta içinden sevinç duyuyordu. Bu memleketler birbiriyle sıkı temasta bulunuyorlar, papazları da bir yerden öbür yere kolaylıkla gidip gelebiliyorlardı. Cü-şı başkentindeki pagodada bir alay bonz yaşıyordu, bunların çoğu Gav-çanğ'dan gelmiş, şehrin güney - doğu tarafında kendilerine ayrı bir tapınak yapmışlardı. Gav-çanğ'h bonz-lar anayurtlarından gelmiş olan bu gezgin hacının etrafını sardılar ve âdeta zorla kendi yanlarında misafir etmek istediler, fakat o ister istemez, kiralın davetini kabul etti. Hüan-dzanğ, Cü-şı şehrinden kalkarak yeni bir budist kilisesi görmek merakiyle, kuzey-batı-ya doğru yoluna devam etti. O, pagodalarda yalnız etrafına bakınmakla yetinmiyor, gayretle faaliyette de bulunuyordu. Etrafını a-lan halka durmadan vaızlar ediyor ve fırsat düştükçe (zaten ne zaman fırsat düşmez ki!) oralı bonzlarla ilmî münakaşalar tertibediyordu. Şimdi ziyaretine gittiği O-şı-li-mi dedikleri pagoda da yalnız güzelliği bakımından değil, başında Mokşagupta adlı tanınmış birinin bulunmasiyle de meşhurdu. Mokşagupta Hindistan'ı dolaşmış, mukaddes kitaplar üzerinde hayret verici bilgiye sahip olmuş bir adamdı, din münakaşalarının bin bir inceliğini onun kadar bilen yoktu. Adı ve sanı o zamanki İç - Asya'nın budist dünyasını doldurmakla kalmamış, temiz ve lekesiz parlaklığını zamanımıza kadar muhafaza etmiştir. Mokşagupta ile Hüan-dzanğ. memleket ölçüsünde tertip olunan bir münakaşada bilgi yarışına çıktılar. Esasen bu ünlü pagodada üstadın rahatı yerinde idi. Linğ dağları geçidinin henüz karla örtülü olduğunu ve belki de iki ay kadar bu mecburi misafirlikte kalacağını hatırına bile getirmiyordu. Yola çıkış saati geldiği vakit Cü-şı kiralı onun yanına bol bol uşak, deve ve at verdiği gibi, ayrılmakta olan keşişi kendisi de epey bir uzaklığa kadar geçirdi. İki günlük bir yolculuktan sonra iki bin kadar atlı Kök Türk eşkıyasına rasladı ki, bunlar o sırada, soydukları bir kervandan ellerine geçen malları paylaşıyorlardı. Haydutlar malları paylaşamadıkları için birbirine girmiş âdeta boğazlaşıyorlardı. Ondan sonra daha altı yüz li kadar yol aldı, arada küçük bir çöl de geçti ki, bunun ötesinde Baluka bulunmaktaydı. Baluka memleketinde çok vakit kaybetmiyerek hemen kuzeye doğru yoluna devam etti. Arkada
BİI.İNMİYF.N
İÇ-A S YA
87
yeniden bir 300 li mesafe bıraktıktan sonra Hüan-dzanğ, karla kapalı geçidinden o kadar korktuğu Linğ dağlarına ulaştı. Bu dağ gerçekten pek tehlikelidir; bulutlara erişen geçit vermez tepeleri daimî karla örtülüdür ki, bu karlar bazan erir, sonra küme küme buz haline gelir ve artık kış yaz asla erimez; şiddetli beyazlığı gözleri kör eder. Sivri, buz tutmuş dorukları bazan yıkılırlar, halbuki bunların bazısı yüzlerce ayak boyunda olduklarından, yolu boydan boya tıkarlar. Bu taraflarda yolculuk son derece güçtür. Sert rüzgâra, dondurucu soğuğa karşı insanı en ağır kürkler bile koruyamaz. Yolcu, yolda bir yerde dinlenmek ve kendisine yemek pişirmek istese tencereyi bir sehpa üzerine asmağa, geceyi ise — ne müthiş! — buz üzerine sereceği hasır üzerinde geçirmeğe mecburdur. Hüan-dzanğ bu korkunç Linğ dağlığında tam yedi gün yol aldı. Yanındakilerden on bir kişi, öküz ve atlarından ise daha çoğu dondu. Dağlıktan çıktıktan sonra Cinğ adlı bir gölün yanına vardı. İnsan bu gölün etrafını dolaşacak olsa 1500 lilik yol almış olur, u-zunluğu genişliğinden fazladır, rüzgâr gölün suyunu bazan inanıl-mıyacak derecede yükseklere kamçılar. Hep göl kenarını takibede-rek 500 li kadar yol aldıktan sonra Hüan-dzanğ Suyab şehrine yaklaştı. Kök Türklerin kağanı Cabgu burada oturuyordu. Şehre girmesine lüzum bile kalmadı, yanına varmak istediği kağan tam o sırada o taraflarda avlanmaktaydı. Kağanın üzerinde yeşil ipek elbise vardı, saçları serbesçe havada dalgalanıyordu, başında, ucu arkasında upuzun sarkan bir ipek kordele sarılı idi. Maiyetinde şöyle iki yüz kadar subay vardı, her biri ağır ipek kumaştan elbiseler giymişlerdi. Sağında, solunda kıta komutanları duruyordu; kürklü elbiseler giymiş olan bu adamlar, ellerinde kargı ve kalkanlarla, bayrak altında yanyana durmuşlardı, arkalarında bulunan Kök Türk askerleri hep deve veya at üzerinde bulunuyorlar, çalımlı atları oldukları yerde tepinip eşiniyorlardı. Bunlar o kadar kalabalıktı ki, ucu gözle gözükmüyordu. Cabgu kağan hacıyı büyük bir sevinçle karşılamakla beraber programında bir değişiklik yapmıyarak işine devam etti; yalnız kendisini birkaç gün beklemesini Çin'li papazdan rica eyledi. Onların dilince tamaçı denilen rütbedeki subaylarından birini o vakte kadar hacının yanında kalmağa memur etti. Subay onu geniş bir çadıra götürdü ve kendisine tam bir rahat temini için ne lazımsa her şeyi
88
BİLİNMİYF.N
İÇ-ASYA
yaptı. Hakikaten kağan üç gün sonra döndü ve ilk işi Hüan-dzanğ'ı kendi çadırına çağırmak oldu. Çadır birbirinden güzel altın sırmalı eşya ile süslü idi, bunlar âdeta gözleri kör edecek gibi parıldıyordu. Bütün ilerigelenler (tar-kanlar) yere serili hasırlar üzerinde oturmaktaydılar. Her birinin sırtında, parıltılı sırmalarla işlenmiş süslü ipek elbiseler vardı. Kağanın ardında muhafızları duruyordu. Hüan-dzanğ takdirle anlatır: her ne kadar kağan göçebe bir kavme hükmetmekte ise de içinde yaşadığı muhitin tanziminde gerçekten beğenilecek bir kibarlık vardı. Üstat başçadıra yaklaşırken —çadırın kapısına şöyle otuz adım kala — kağan ona karşı geldi ve saygılı bir naziklikle çadıra kadar kendisi götürdü, orada ikisi de oturdular. Konuşma tercüman yar dimiyle yapılıyordu. v.^' Kök Türkler ateşe taparlar, bunun içindir ki. ağaçtan yapılmış Y /oturma yerleri yoktur; ağaç ateş unsurudur ve ateşe karşı olan say-^ gılarından ağaç üzerine de oturmazlar. Oturmak istediklerinde yere hasır sererler ve onun üzerine yerleşirler. Fakat hacının hatırı için demirden yapılmış, üzeri minderli bir iskemle buldular. Herkes yerine rahatça oturduktan sonra Hüan-dzanğ'ın Gav-çanğ'dan beraber getirmiş olduğu elçi heyetinin içeri girebileceği işareti verildi. Heyet ora kiralının mektubunu ve hediyelerini verdi. Kağan hediyeleri sırayla gözden geçirdi, her birine çok memnun oldu. Bunun üzerine heyet azalarını oturttular ve çalgı ile beraber, ağızlarına kadar dolu şarap kupaları dizili sofrada ziyafet başladı. Bu Kök Türkler üzüm suyu içiyorlardı, sarhoşluk veren bu içkiden Gav-çanğ'lı elçiler de zevk duydukları gibi, üzüm kızını üstat da reddetmemişti. Şarap tasları gittikçe daha sık boşalıyor, keyif ve neşe gittikçe artıyor, çalgı durmadan çalıyordu. Hüan-dzanğ yine takdirle kaydeder: bu bir barbar musikisi idi ama, yine de ruha ve gönle ferahlık veriyordu. Biraz sonra yemekleri getirdiler, misafirlerin her birinin önüne büyük parça koyun ve dana etleri kondu; hacılara da bir budist papazının günaha girmeden yiyebileceği şeyler, pirinçten yapılmış poğaçalar, kaymak, şeker, bal ve saire verdiler. Yemekten sonra şarap tası yine etrafı dolaşmağa başladı. Hüan-dzanğ Kök Türklerin yanında birkaç gün kadar kaldı, burada bulunmaktan çok memnun olduğu belliydi; Çin'de o kadar tehlikeli sayılan bu barbarlar ona son derece dostça muamele yapı-
BİLİNMİYKN
İÇ-AS YA
89
yorlardı. Kağan onu himayesine aldı, hattâ dostluğundan ve ona acıdığından, Hindistan yolundan vazgeçirmeğe bile çalıştı. Orada sıcak o kadar şiddetli, iklim o derece tahammül edilmezdi ki, üstat muhakkak dayanamaz, telef olurdu. Fakat onu sakındığı için yaptığı bu ihtara rağmen niyetinden vazgeçmediğini görünce, askerlerinin arasından Çince anlıyanları ve Hindistan yolu üzerine düşen memleketlerin dillerini bilenleri seçtirerek hepsini de yardımcı olarak yanına kattı. Subaylarından bir tarkanı da yine onunla yolladı, veda ederken hediye olarak ona bir kat al ipek elbise ile elli parça ipekli verdiler. Hüan-dzanğ Kök Türk kağanından ayrıldıktan sonra batıya doğru yoluna devam etti ve dört lilik bir yol alarak Kök Türklerin Binğ-yul dedikleri yere vardı. Bu tuhaf ad onların dilinde «Bin pınar» demektir. Esasen bu Binğ-yul öyle ilçe büyüklüğünde bir arazi parçasıdır ki, üzerinde pek çok göl ve kaynak vardır ve şaşılacak zenginlikte, bol yapraklı yüksek ağaçlar yetişmektedir. Serinlik veren rutubetiyle büyük sıcaklarda pek hoş bir dinlenme yeridir, bunun için kağan da yazları burada geçirmeyi âdet etmiştir. Binğ-yul'dan yine yüz elli lilik bir yol aldıktan sonra ilk konak yeri olarak Talaş şehrinde dinlendi. Hüan-dzanğ'ın yolu Talas'tan güney-batıya sapıyordu. Buradan itibaren anlaşılan nüfusu daha sık bölge geliyordu, çünkü birbiri * ardına büyük küçük, fakat çoğu ehemmiyetsiz şehirlerden geçiliyordu. Talas'tan şöyle tahminen • C>('J 1600 li ötede bir çöle vardı; bu kum sahrasında yolun istikametini v v ^\ ancak telef olmuş hayvanların leşleri göstermekteydi. Daha bir beş tT^ -> £" yüz liden sonra Semerkant'a ulaştı. Semerkant halkı, kıralivle beraber ateşe tapar; doğrusu burada üstadı zaferJfrUariyl» hAİtİpmiyorlardı, hattâ ilkin kıral bile ona karşı soğuk davrandı. Semerkant'-tan öteye yol birtakım küçük memleketlerden geçiyor ve bin beş yüz li sonra Khvarizm memleketine (Huo-li-si-mi-cia) çıkıyordu. O- ^ o radan güney - batıya sapınca beş yüz lilik bir yol geldi ki, Hüan -dzanğ'm ufacık kervanı bu yolu da alınca dağlar arasına girdi. Tehlikeli, dar bir yerden geçmek icabediyordu, dimdik uçurumlar üzerindeki patikaların bazı yerlerinde bir adam bile ancak güçbelâ ilerliyebiliyordu. Böylece üç yüz li yol aldı. Bu müddet zarfında ne ot ne de su gördü ve nihayet tç - Asya'nın meşhur Demirkapı'sına vardı.
90
B İ f I N M I V F. N
tÇ — % S V *
Demirkapı'nın dar yolu sağdan soldan dik kayalıklarla devam eder. Yolun öte ucunda iki kaya duvarı arasına yerliler hakiki bir kapı da yapmışlar ve bu tabii kaleden içeriye Kök Türkler geçe-mesinler diye, kapıya çanlar, çıngıraklar takmışlar, gece gündüz beklemekte idiler. Fakat anlaşılan Kök Türklerin yayılmalarına bu fethedilemez istihkâm da engel olamamış ki, Hüan-dzanğ Demirkapı'dan öteye geçip de bugünkü Kuzey - Afganistan'da bulunan Kunduz'a (Huo) vardığı zaman orada da Kök Türklere raslamıştı. Cabgu kağanın en büyük oğlu Tardu şad (Da-du-şöt Kunduz'ta oturmaktaydı, karısı Gav-çanğ kiralının kızkardeşi idi. Hüan-dzanğ'ın Gav-çanğ kiralından aldığı tavsiye mektubu bu hatuna yazılmıştı. Fakat bu Kök Türk hatunu, kagatun, Hüan-dzanğ oraya vardığı zaman artık hayatta değildi, hattâ kocası Tardu da ağır hasta yatıyordu. Ama bilgin papazı o hasta halinde de iyi kabul etti, hattâ belki başka zaman yapabileceğinden daha sıcak bir kabul gösterdi, çünkü derdinin dermanını ondan bekliyordu. Kök Türk hanı, Hüan-dzanğ'ın yardımiyle —veya onsuz — çok geçmeden de iyi oldu. Kunduz'ta geçirdiği kısa zaman için Hüan-dzanğ şimdiye ka-darki seyahatlerinde edindiği tecrübelere küçük bir barbar entrikası da katabildi./Tardu şad iyileşince ölen karısının kızkardeşiyle evlenmiş, o da yeğeninin, yani ölen ablasının oğlunun söziyle Tardu şad'ı zehirlemişti. Entrikacı yeğen o vakte kadar bu gibi hanlara verilen tegin unvanını taşımaktaydı, şimdi hükümeti eline almıştı ve ykendisine şad deniliyordu, hem de tevzesi ile evlenmişti. \ Tardu şadın cenazesinde Kök Türk âdetine uygun saltanatlı yas törenleri yapıldı, bunlara Hüan-dzanğ da iştirak etti ve bu yüzden Hindistan'a doğru giden yoluna ancak bir ay sonra devam edebildi. Biz artık üstadı bu yolunda da takibedecek değiliz. Hindistan'da, budizm diyarında bütün öğrenmek istediklerini öğrendikten sonra memleketine dönerken Hüan-dzanğ yine Îç-Asya yolunu tuttu. İmkân bulduğu yerde eski dostlarını ziyaret etti. Kunduz'a tekrar uğrıyarak Kök Türk şadını gördü, fakat artık Demir-kapı'ya bir daha uğramadı. Daha ziyade, henüz bilmediği güney yolunu tercih ediyor; yine eşkıyaya raslıyor, Kaşgar'a, Khotan'a uğruyor ve nihayet mukaddes budist kitaplariyle yüklü olarak 645 yılında memleketine, Çin'in başkenti olan Çanğ-an şehrine varıyor.
V. TATAR H A N I N I N SARAYINDA Tatar istilâsı ve Lyon "synode'u. — Papalık tarafından Tatar hanına yollanan Plano Corpini elçilik heyeti.— Batu'nun karargâhında.— Büyük hanın sarayı: Şira orta.— Büyük han şefimi. — KUyük'ün papaya cevabı.— Plano Carpini'nin dönüşü.— Tatarların âdetleri.— Moğol devrinde İç-Asya'ya ve Çin'e gidon Batılı seyyahlar.
Avrupa'nın hıristiyan kavimlerini ve hükümdarlarını dehşet sarmıştı: Tatar geliyor! Bunlar insan da değil, kana susamış, merhamet nedir bilmez ve sade öldürmekten, yok etmekten zevk duyan köpek başlı canavarlardı! Tatar orduları Macaristan'a yayılıp da hızla ilerliyen birlikleri Adriyatik denizine dayandığı vakit Avrupacıların sahiden akılları başlarına geldi ve ne yapmak lâzım geldiğini, batıya doğru gittikçe daha tehdidedici şekilde yaklaşmakta olan tehlikeyi ne türlü önliyebileceklerini düşünmeğe, müzakereye başladılar. Nihayet 1245 yılında Lyon «synode» unda ilk olarak papa IV. İnnocentius tarafından Tatarlara elçiler yollanması, bu elçilerin o zalim dinsizlerin bundan sonraki niyetlerini öğrenmeleri ve mümkün olursa onları hak dine çevirmeleri kararlaştı, böylece belki bundan sonrası için felâketlere son verilebilecekti. Bu vazifeye seçilen Johannes Plano de Carpini. arkadaşiyle, Stephanus Bohemus ile daha o yılın paskalyasında (16 nisan) Lyon'dan ayrıldı. Papanın mektubiyle beraber almış olduğu sözlü talimata göre önce Çehistan'a, sonra Silezya'ya gitti. Breslau'da yanına üçüncü yol arkadaşı olan Benedictus Polonus katıldı. Krakovi'de Rus büyük - prensi Vasilko ile buluştular; onun kardeşi, Galiçya prensi o sırada Tatarların yanında bulunuyordu. Talihli bir tesadüf
92
B 11.1 N M I Y F N t Ç - A S. Y â
eseri, olarak Vasilko ile iyi bir zamanda karşılaşmışlardı, Vasilko Tatarları çok iyi tanıyordu ve seyahatleri için kendilerine gayet iyi nasihatlarda bulunmuştu. Tatarlar memleketinde hediyesiz adım bile atamıyacaklarıhı, Tatar başkanlarının, büyüğünün küçüğünün, elleri boş gidecek olurlarsa, kendileriyle söze bile girişmiyeceklerini ve üzerlerine aldıkları vazifeyi yapamıyacakları gibi, sağ olarak ellerinden kurtulabilirlerse ne mutlu olduğunu ondan öğrenmişlerdi. Lyon'da iken bunları düşünmemişler ve tabiî yanlarında fazla para getirmemişlerdi. Çaresiz yol harçlıklarının mühim bir kısmım hediyelik kürkler ve deriler tedarikine sarf ettiler, bu armağanların miktarı yolda hıristiyan prenslerin ve hükümdarların lûtuflariyle biraz daha arttı. Vasilko bu üç Franciscus keşişini himayesine aldı ve onları beraberinde kendi memleketine götürdü. Kiev Tatarlarının yanına gidebilmeleri için onlara kılavuz ve tercüman verdi. Kiev'de dostça bir kabulden sonra papazlara orada da lüzumlu nasihatlarda bulundular ve kılavuzlar verdiler. Tabiî ilk hediye verme işi burada başlıyordu. Tatarlar diyarında ancak posta beygirleriyle gidebileceklerini her tarafta işittikleri için, kendi atlarını birkaç adam-lariyle birlikte Kiev'de bıraktılar. Dinç Kiev atlariyle 1246 şubatının 4-ünde bilmedikleri bölgelerde yola çıktılar. Artık Tatarlara yaklaşıyorlardı. Dindar keşişler Tatar memleketine varır varmaz Vasilko'nun ne kadar doğru söylemiş olduğunu anlıyarak yeise düştüler. Hediye diye adım başına onlardan bac alıyorlardı! Bu Tatar âdetiyle ilk defa Alan başbuğu Mikheas'ın sayesinde yakından tanışmış oldular. Mikheas işi arsızlığa dökmüştü, papanın elçileri çaresiz her şeye razı olmuşlar ve yanlarına katacağı adamlar için oranın âdetine göre münasip gördükleri hediye - vergiyi teklif etmişlerdi. Fakat bundan zararlı çıktılar, çünkü Mikheas bunu az buldu ve tehditlerini, pazarlıklarını ileri götürerek nihayet istediğini almağa muvaffak oldu. Ancak ondan sonra, büyük bir lütuf ta bulunuyormuş gibi, iki keşişi — üçüncüsü olan Stephanus Bohemus hastalanarak geri dönmüştü — o bölgede raslanacak ilk önemlice Tatar başbuğunun, Corenza'mn (Curo-niza) yanma kadar götürmeğe razı oldu. Henüz ilk Tatar nöbetçi karargâhına varmışlardı ki, silâhlı paganlar haykırarak üzerlerine saldırdılar; bereket versin dilmacın
BİL İ NM İYEN
İÇ-A S YA
93
vaktinde araya girmesi ve hele yeniden ortaya döktükleri hediyelerle bir zararsız kurtulabildiler. Biraz sonra Tatar subayları ortaya çıktılar ve artık gelişlerindeki maksadı onlara etraflıca anlatabildiler. Corenza'mn yanına gitmek için yanlarına posta atları ve Tatar kılavuzlar katılmadan önce yeniden hediyeler çıkarmak lâzım geldi. Üç gün sonra oradaydılar. Batı uçtaki Tatar memleketlerinin en nüfuzlu başbuğu Corenza idi; onun emrinde bulunan askerin sayısı 60.000-den aşağı değildi. Tatar karargâhına varıp da kendilerine ayrılmış olan yerde çadırlarım kurunca, Tatar hanının adamları yanlarına gelerek buraya ne maksatla geldiklerini anladıkları ve ne gibi hediyeler beklediklerini kendilerine söyledikleri gibi, Tatar başkanının huzuruna çıkarken ne türlü davranmaları lâzım geldiğini de onlara öğrettiler. Bu sıkı tembihe göre iki Franciscus keşişi Tatar başbuğunun kapısına vardıklarında sol dizlerini üç kere bükmüş ve kapıdan girerken ayaklarının kaza ile eşiğe değmemesine son derece dikkat etmişlerdi, çünkü Tatarların itikadınca bu temas mukaddesata büyük hakaret olurdu. Neyse ki Kiev'den beraberlerinde getirdikleri dilmaç sayesinde her iş yolunda gitti. Buradan da Batu'nun yanına gidebilmek için yanlarına lüzumlu posta atlariyle üç Tatar kılavuz verildi. Şubatın 26 - sında ve bundan böyle artık tamamiyle Tatar âdetine göre sıkı bir gidişle yollarına devam ettiler. Günde üç kere, dört kere at değiştiriyorlar ve sabah erkenden gece geç vakte kadar yol alıyorlar, bazan da bütün geceyi at üstünde geçiriyorlardı. Yolları Comania'dan yani Kumanlar memleketinden geçiyordu. Bu memleket baştan başa düzlüktü ve ne tarafa bakılsa kırlar hep pelin otiyle örtülü idi. Kumanistan arazisini dört büyük nehir sulamaktadır. Birincisi Dnyeper olup Corenza bunun Ruslar tarafına düşen kıyısında oturmaktadır; öteki kıyının beyi Mauci'dir. İkincisi Don nehri, bunun kıyısında Cartan, Batu'nun eniştesi oturur, Volga vadisinde ise bizzat Batu'nun devleti yayılmaktadır. Dördüncü nehir Jaick, yani bugünkü Ural'dır. Tatar başbuğlarının her biri kendi nehri boyunca göç eder. Kışın güneye doğru, deniz kıyısına taşınırlar, yazları ise kuzeye, dağlara doğru çekilirler. Bu dört nehrin hepsinde de balık pek boldur, hele Volga nehri bu bakımdan çok zengindir.
94 B İ I. İ N M I Y E N
f Ç - AVSA
Plano Carpini donmuş Dnyeper üzerinde günlerce yol aldı, hattâ birçok defa güneyde, Karadeniz'in buz tutmuş kıyılarından da geçmek icabetti. Batu'nun karargâhına vardıklarında elçilik üyelerini iki ateş arasından geçirdiler. Papazlar her ne kadar buna itiraz ettilerse de sonunda. Tatarlara göre her türlü kötü niyetlerden temizlenmek ve belki beraberlerinde getirmiş oldukları zehirlerin tesirini gidermek maksadiyle yapılan bu garip arzuyu yerine getirmek zorunda kaldılar. Ateş âyininden sonra Batu'nun yaveri gelerek efendisine getirilen hediyeleri, 40 kunduz, 80 porsuk derisini teslim aldı. Tatar yaver Eldegai ancak bu önemli vazife bittikten sonra onlardan asıl maksatlarının ne olduğunu sordu. O zaman, evvelce Corenza'nın yanında anlattıklarını daha etraflıca izah ettiler. Tatarlar nihayet onları Batu'nun huzuruna götürdüler; kapıya varınca, eşiğe dikkat etmeleri, içeride ise hükümdarı diz çökerek selâmlamaları ve söyliyeceklerini o vaziyette söylemeleri için dikkatlerini çektiler. Bu tembihleri yerine getirdikten sonra Plano Carpini, papanın mektubunu Ruten (Rus), Sarasen (Acem) ve Tatar dillerine çevirmek için okuryazar bir tercüman istedi. Bu iş de bitti. Batu'ya Tatarca tercümeyi sundular, hükümdar onu dikkatle okuyarak içindekilerden bilgi edindi. Bir sürü hediyeden ve zoraki merasimden sonra, Batu'nun karargâhına inen papazlara o akşam yiyecek namına pek az bir şey verdiler, o kadar ki küçük bir sahan içinde önlerine konan darı için, esasen boğazlarına pek düşkün olmı-yan keşişler bile şikâyetten kendilerini alamadılar. Bunun dışında, Batu'nun sarayında saltanat ve debdebe büyüktü. Âdeta büyük hanın sarayında olduğu gibi, çavuşlar ve daha büyük rütbedeki saray memurları eksik değildi. Çadırın içinde Batu, taht gibi bir kürsüde yer almıştı. Yanında karılarından biri oturmaktaydı. Kardeşleri, oğulları ve başadamları biraz aşağıda, ortada duran bir sıra üzerinde, ötekilerse onların arkasında yerde ve iki sıra halinde, sağda erkekler, sol tarafta kadınlar olmak üzere oturmuşlardı. Batu'nun çadırı pek göz alıcı idi; nefis keten bezinden yapılmış olup buraya Macar kiralı IV. Bela'dan gelmişti. Karargâhta sert bir inzibat hüküm sürmekteydi. Hanın çadırına ancak davetli olan veya gelişini önceden haber vermiş olup da kendisine izin verilmiş bulunan kimse girebilirdi. Bunun dışında içeri girmek katiyen yasaktı, dinlemiyenin kellesi uçurulurdu. Tören toplantısında P.
BİL İ N M İ Y F . N fÇ —ASYA
Carpini ile arkadaşlarını, öteki elçiler gibi. sol tarafa oturttular, halbuki büyük hanın sarayına uğrayıp da dönüşte tekrar buraya geldikleri zaman, daha kibar sayılan sağ tarafta yer verdiler. Çadırda, kapının yanındaki bir masa üzerinde altın ve gümüş kablar içinde, Tatarlarca her zaman pek ziyade sevilmiş olan mayalanmış kısrak sütü, kımız bulunuyordu. Ne zaman Batu, herkesin gözü önünde içerse, her defasında taganni ediliyor ve çalgı çalınıyordu. Atla gezmeğe çıktığı zaman, başının üzerine, mızraklar ucuna takılmış şemsiye tutuyorlardı, bu saygı Tatar hanlarının ve hatunlarının hepsine gösterilirdi. Papanın elçileri Batu'nun kararını nisanın 7- sinde öğrendiler. Yaver Eldegai onları hanın çadırına götürdü, ellerindeki mektupla ve üzerlerine aldıkları vazife ile büyük Moğol hanına, Küyük'e baş vurmaları orada kendilerine bildirildi. Paskalya pazarında büyük yola çıktılar. Tatarlar büyük han seçiminde ve taç giyme töreninde bulunabilmek için Moğol karargâhına bir an önce varılmasını istiyorlardı. Tatar usulüne göre, at değiştirilmek suretiyle zaten hızlı gidilebilirdi, fakat gidecekleri yere daha erken yetişebilmek için hepsinin başlariyle el ve ayaklarını sıkıca bağladılar, böylece at üstündeki devamlı sarsıntıya daha iyi dayanabilmelerini sağlıyorlardı. Fakat çok hırpalanmış olan papazlar bu vaziyette bile eyerin üzerinde kendilerini zor tutuyorlardı, çünkü yalnız, âdeta gece gündüz at üstünde bulunmakla iş bitmiyordu, bir taraftan da büyük perhizin devamınca sade tuzlu suda haşlanmış darı lapası yiyorlar ve içme suyu olarak da eritilmiş karla ağızlarını ıslatıyorlardı. Hâlâ Kuman memleketinde yol almaktaydılar. Kumania arazisi gayetle geniştir. Sınırlarında Ruslar, Mordvinler, Bilerler — ki bunların memleketine Büyük - Bulgaria derler —, Başkırtlar (Bas-cart), bunların memleketi de Büyük - Macaristan (Magna Hungaria) dır, onların kuzeyinde Parossitalar ve Samogedler (Samoyed?), Samogedlerin kuzeyinde ise köpek başlılar oturmaktadırlar. Ku-mania'nın güneyinde Alanlar, Çerkesler, Kazarlar, Bizans'tılar, Gürcüler, Khaolar, Brutakhlılar — bu sonuncular Yahudi olup saçlarını kazıtırlar— ve Zikhler. Ermeniler ve Türkler (Turci) yaşamaktadırlar. Kumania batıdan Macaristan ve Rusya ile temas halindedir.
%
BİLINMİVEN
İÇ—ASVA BİLİSMİYFN
Kırk sekiz günlük bir yolculuktan sonra Kumanistan'dan Kan-gitler ülkesine vardılar ki, burada' oturanlar pek azdır ve su da zor bulunur. Burada yaşıyan Tatarlar göçebe Tatarlardır, 'çiftçilik bilmezler, evleri olmayıp çadırlarda otururlar. Bu çöl gibi memlekette tam bir ay (nisanın 16-sından mayısın 16-sına kadar) yol aldılar. Kangitler memleketinden sonra islâm dininden olan ve Kumanca konuşan Büsürmenler tmüslümanlar) memleketine vardılar. Geçtikleri yerlerde pek çok yıkılmış şehir ve köy gördüler. Büsürmenler arazisinde büyük bir nehrin (Sir- derya) yanında Yanckint. Barchin ve Ornaş şehirleri bulunmaktadır. Büsürmenler memleketinden Kara Kitaylar ülkesine vardılar, büyük han Occoday'ın büyük bir saray yaptırtmış olduğu Omyl şehri buradadır. Bu sarayı, şehir muhafızının misafirleri sıfatiyle papanın elçileri de gezdiler. Şereflerine orada büyük bir ziyafet, çalgılı bir toplantı tertibedildi. Omyl'den sonra küçük bir göle vardılar. Günlerce bu gölün kıyısında gittikten sonra, nihayet onu sol kolda bıraktılar ve bol sulu bir araziye girdiler. Artık bu taraflarda nehir çoktu ve nehir kıyıları hep ormanlarla çevrili idi. Batu'nun ağabeysi Ordu'nun karargâhı buradaydı. Buradan pagan Naimanların memleketine vardıkları zaman haziranın sonu yaklaşıyordu. Bu memleket baştan başa dağlıktır, iklimi çok soğuktur, orada bulundukları vakit, haziranın sonlarında bile kar yağmıştı. Naimanlar da göçebe çobanlardır. Günlerce süren bir yolculuktan sonra papanın elçileri bizde* Tatar adı verilen Moğolların memleketine vardılar. Bu hızlı yol alış daha üç uzun hafta sürdükten sonra, nihayet sabırsızlıkla bekledikleri gibi, haziranın 22 nci günü. Maria Magdalena bayramında. Küyük'ün olduğu yere vardılar. Ne ise ki aceleleri boşa çıkmamış, geç kalmamışlardı. Vaktinde büyük hanın ordasına ulaştılar ve Ba-tu'gilin tasarladıkları gibi nadiren görülebilecek olan «büyük han» seçimi ve taç giyme törenlerinde bulunabildiler. Küyük onlara çadır verdirdi, Tatarlarda misafirlere ve elçilere karşı zaten âdet olduğu üzere, her türlü ihtiyaçları yerine getirildi. Bundan başka Tatarların hanı papazlara karşı, öteki elçilere yapıldığından daha iyi muamelede bulunulması hususunda da adamlarına talimat verdi. Henüz seçim sona ermiş olmadığından Küyük * Yani Macaristan'da. S. K.
İÇ—ASY\
97
papalık elçilerini kabul etmemişti, fakat papanın mektubunu, tercü-meleriyle birlikte teslim aldı. _Beş__altı gün sonra Plajto_£grpini'yi Kü^ükjin_anası Turakina'nın katına çıkardılar, «büyük han» secimi bitinceye kadar Moğol imparatorluğunda en yüksek iktidarı o temsil edivordu^JCurultay Turakina'nın karargâhında toplanmıştı. Bu tören münasebetiyle gayet güzel ve içine iki bin kişi alacak kadar muazzam bir çadır kurulmuştu. Çadırın etrafına fırdolayı tahta parmaklık yapılmıştı ki, bu, işi olmıyanların içeri girmelerinin yasak olduğunu gösteriyordu. Kabile başkanları ve sair devlet adamları hep toplanmış bulunuyordu. Nihayet «büyük han» seçimi töreni başladı. İlk günü oraya toplanmış olan bütün Tatar ilerigelenleri beyaz diba giymişlerdi. İkinci günü elbisenin rengi al, üçüncü gün mavi olmuştu; dördüncü günü ise hepsi de en ağır Bağdat dibasından kesilmiş urbalar giymişlerdi. Tahta parmaklıktan çadıra doğru iki kapı açılıyordu. Bunların birinden yalnız büyük hanın girmeğe hakkı vardı ve bunun önünde nöbetçi yok idiyse de hiç kimse yaklaşmaya bile cesaret edemiyordu. Öteki kapıda kılıçlı, oklu ve yaylı askerler duruyordu, seçimde oy sahibi olanlar bu kapıdan giriyorlardı. Buraya başka her kim yaklaşırsa nöbetçiler yakalayıp adamakıllı pataklıyorlardı, bu haddini bilmez şayet kaçmağa kalkışırsa ardından, ucu küt kör oklar yağdırırlardı. Moğol beyleri seçime tam cenk kıyafetiyle ve belirli sayıdaki maiyetleriyle geliyorlardı. İçlerinden çoğunun atlarının takımları bile bir servet teşkil ediyordu: gemler, eyerler, bütün kayışlar, altınlar içinde parıldıyordu. Atları büyük çadırdan oldukça uzak, iki ok atımı bir yerde toplamışlardı. Bu at topluluğuna ilerigelenlerden başkasının yaklaşması ise yasaktı. Davetlilerden hiçbir eksik kalmayınca, hepsi de çadıra girdiler ve seçim müzakereleri başladı. Bu sırada parmaklığın dışında münasip bir uzaklıkta her taraftan toplanmış olan büyük bir Tatar kalabalığı görülmekteydi. Öğleye kadar görüşmeler bitmişti. Önceden de tahmin edildiği üzere Küyük, bütün Moğolların büyük hanı oldu. Neticenin ilânı büyük bir sevinçle karşılandı ve bunun şerefine, akşama kadar süren bir içki âlemi başladı. Bayram eden Tatarlar bu sevinç gününde pek çok kımız tükettiler. Papanın elçileri yeni F. 7
98
IH 1.1 N M İ V K N
İÇ-ASY\
bir teveccühle karşılaştılar: kendilerini çadıra davet edip kımız ikram ettiler. Fakat keşişler, her ne kadar zorlarına gittiyse de, bir damlasını bile yutamıyacak derecede tiksindikleri bu alışmadıkları içkiyi reddettiler. Tatarlar buna darılmadılar ve onlara bira ikram ettiler. Plano Carpini'nin arkadaşlariyle birlikte çadıra girebilmesi gerçekten büyük bir mazhariyet sayılırdı, çünkü Suzdal büyük-pren-si Yaroslav, birçok Kitay, Solang (Kora'lı?, Solon?) prensi, Gürcistan kiralının iki oğlu, Bağdat halifesinin elçisi — ki kendisi de sultandı — ve Sarasenlerin daha başka birçok ilerigelen şahsiyetleri hep parmaklıktan dışarda kalmışlardı. Han seçimine gelen elçilerin sayısı dört binden aşağı değildi, bazıları vergi, bir kısmı da hediyeler getirmişlerdi. Tabiatiyle bu kalabalığın hepsini parmaklıktan içeri büyük çadıra sokamazlardı, fakat bütün elçilere içki ikramında kusur edilmedi. Papazlar Tatarların han seçimine mahsus ordalarında dört hafta kaldılar. Bu zaman içinde Moğollar Küyük'e karşı bütün saygılarını gösterdiler; şarkıcılar ve ozanlar hep onu terennüm ettiler, çadırdan dışarı ayak attıkça yak kuyruklu bayraklarını indirip kaldırdılar. Bu karargâh şehrinin adı Tatar dilince Şira Orda idi. Taç giyme töreni burada değil, başka bir yerde yapıldı. Şira Orda'dan at üstünde üç - dört saat gidilince, dağlar arasındaki bir nehir boyunda son derece hoş manzaralı bir düzlüğe varılırdı. Altın Orda dedikleri bu yerde başka bir muazzam çadır - saray bulunuyordu. Küyük'ün tahta çıkarılma töreni ağustosun 17-sinde yapılacaktı, fakat bu iş geri kaldı, çünkü müthiş bir fırtına koptu, bütün vadiye çok zararlı dolu yağdı, bulutlardan o kadar çok ve o derece büyük buz parçaları düştü ki, hava birdenbire iyileşerek bunlar erimeğe başlayınca meydana gelen sel suyu pek çok çadır alıp götürdü ve yüz altmış insan can verdi. Altın Orda gümüş levhalarla kaplı ve altın çivilerle birbirine tutturulmuş direkler üzerinde duruyordu, çadırın yan duvarları ve tavanı kıymetli ipeklerle kaplanmıştı. Tahta oturtma töreni ağustosun 24 - ünde yapıldı. Ucu görün-miyen bir Tatar topluluğu yüksek sesle dualar ederek alay halinde geçit yaptılar. Papazların çok bir şey anlamadıkları bu tören uzun sürdü. Onlar sade bu kalabalığın hep çadıra döndüğünü ve Küyük'ü
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
99
tahta oturttuklarını gördüler. Hanlar hep onun önünde diz çökmüşlerdi, bunu gören halk da onlar gibi yaptı. Tahta çıkma törenlerinin sonu alınınca Küyük'ün «Uygur» aslından olan Çinkai adlı nazırı papazların işini ele aldı. Her birinden ayrı ayrı adlarını ve kimin namına elçilik ettiklerini dikkatle sordu. Bütün bunlar bittikten sonra onları büyük çadıra götürerek orada yüksek sesle, gelişlerini haber verdi. Kapıda içlerinden her hangi birinin tesadüfen bıçak veya başka zararlı bir alet var mıdır diye hepsini sıkı bir yoklamadan geçirdiler. Ondan sonra çadıra girebildiler ki onu, imparatorun da bulunduğu bir zamanda ilk defa görüyorlardı.. Küyük han Tatar ilerigelenleri tarafından kuşatılmış bir halde tahtında oturuyordu. Önlerindeki manzara gözler kamaştırıcı idi. Toplanmış olan hediyeler koca bir yığın halinde duruyordu: ipek, kadife, birbirinden değerli kürkler... Halbuki daha armağan - vergi olarak gelen eşya burada bile değildi. Süslü takımlı, görülmemiş güzellikteki atlar, develer ve katırlar başka bir yerde muhafaza ediliyordu. Altın, gümüş ve ipek elbiselerle tepeleme dolu olan beş yüz hazine arabası ise karargâhtan epeyce uzakta, bir tepe üstünde duruyordu. Altın Orda'dan sonra elçileri üçüncü bir yere de götürdüler. Bu çadır en güzel erguvani kumaştan yapılmıştı. Tiyatro sahnesi gibi bir kürsünün üzerinde tamamiyle fildişinden yapılmış ve altın, kıymetli taşlar ve incilerle işlenmiş olan taht duruyordu. Kürsüye merdivenlerle çıkılıyor, tahtın etrafında ise fırdolayı birçok sıralar dizilmiş bulunuyordu. Sol tarafta büyük hanın karıları yer almış bulunuyorlar, sağ tarafta ise başadamlar ve ilerigelenler yanyana oturuyorlardı: yalnız onların oturacakları yer hükümdar karılarının yerlerinden biraz alçakça yapılmıştı. Büyük hanın karılarının her birinin beyaz keçeden, ayrı, geniş birer çadırları vardı. Bu ziyaretler, seyir ve temaşalar sırasında Suzdal büyük hükümdarı Yaroslav ölmüştü. Onun ölümünden biraz sonra papazları tekrar büyük hanın ordasına çağırdılar. Anlaşılan Tatarlar o sırada kendi ufak tefek işlerine pek ziyade dalmış olacaklardı ki, bir müddet yüzlerine bakan, hattâ yiyecek içecek veren bile bulunmadı, o kadar ki nerdeyse açlıktan öleceklerdi. Eğer bu acı şartlar içinde geçirdikleri bir ayı arızasız savuşturabildilerse bunu, Kosmas adlı bir Rus kuyumcusuna borçludurlar. Büyük hanın tahtım yapan
100
H İ L İ ı\ M t Y E N Vİ — A S \ \
ve hanın mühürünü kazan bu Kosmas'tı. Her ne kadar Tatar başkentinde işleri böyle kötü gitmişse de kendilerini teselli edecek bir şey vardı ki, o da Tatarlar arasında konuşulan dili anlamadıkları için şimdiye kadar öğrenemedikleri birçok yeni şeyleri, bu mecburi oturuş sırasında öğrenmiş olmalarıydı. Tesadüf başkentte onları bir sürü Batı'lı insanla, Ruslar ve Macarlarla karşılaştırmıştı ki, bunlar Lâtinceyi ve Fransızcayı iyi biliyorlardı. Bu yabancılar arasında yirmi hattâ otuz yıldan beri burada oturanlar vardı, bunlar Tatarların dilini konuşuyorlar ve başlıca olaylardan haberli bulunuyorlardı. Büyük hanın emriyle Çinkai tekrar gelip de beraberlerinde getirdikleri evrakı görmek ve almış oldukları sözlü talimatı ve bir de kendi dileklerini kaleme aldırmak istediği vakit artık şaşırma-dılar; dilmaçlık işinde kendilerine yardım edecek dost, tanıdık çoktu. Tatarlar onların ne maksatla geldiklerini zaten biliyorlardı, yeniden soruşturmağa lüzum görüşleri papanın mektubuna verilecek cevabı hazırlamak içindi. Lâkin bu basit görünen iş hiç de kolay olmadı. Çinkai ile Bala ve Kadak'ın idare ettikleri Moğol imparatorluk hükümet dairesinde ise ancak Rusça, Sarasence veya Tatarca yazmasını biliyorlardı. Plano Carpini'nin isteği üzerine —başka çare olmadığından— büyük hanın cevabını Tatar diliyle yazdılar. Sonra tercüman yardımiyle Tatarca metni kelime kelime çevirttiler ve papazlar bunu Lâtince olarak yazdılar. Lâtince tercüme bitince Tatarlar bir şey unutulmuş veya yanlış anlaşılmış olmasın diye noktası noktasına yeniden, hem de üst üste iki kere kendi dillerine çevirttiler. Bu dikkatli işten sonra Çinkai mektubun Tatarca aslını (daha sağlam olsun diye), belki papanın memleketinde Sarasence bilen bulunur düşüncesiyle Sarasen diline çevirtti. Tatarlar, memleketlerine dönmeye hazırlanan papalık elçilerini birkaç Tatar mümessilini de beraberlerinde papanın sarayına götürmeleri için kandırmaya çok uğraştılar. Plano Carpini büyük bir siyasi duygu ile, bu zahmetin gerçekten lüzumsuz olduğunu, asıl maksat büyük hanın cevabını götürmekse onu işte kendilerinin götüreceklerini söyliyerek bu isteği reddetti. Hakikatte onun korktuğu — seyahat raporunda kendisinin de söylediği gibi — Tatar elçileri kendileriyle beraber gider de oradaki bir sürü anlaşmazlıkları görürler ve belki de ilerisi için daha büyük hırsa kapılırlar noktasıdır.
B I T. İ N M t Y E N
İC-ASYA
toı
Hasılı papazlar nihayet memleketlerine giden yola kendi başlarına düştüler. Bütün kış yol aldılar, kırda kar üstünde yattıkları çok oldu, kaç kere sabahleyin uyanınca kendilerini karlar altında buldular. Böylece 1247 mayısının 9-unda Batu'nun bulunduğu yere vardılar. Batu, büyük hanın mektubunu dikkatle okudu ve kendisinin buna katacak bir şeyi olmadığını söyledikten sonra ayrıca her şeyi olduğu gibi papaya anlatmalarını sıkıca tembih etti. Plano Carpini bir ay sonra, haziranın 9-unda Kiev'e, oradan Rusya, Lehistan, Çehistan ve Almanya yoliyle Kolonya'ya ve nihayet Lyon'a vararak büyük hanın cevabını IV. İnnocentius'a sundu. Büyük hanın papaya ne cevap vermiş olduğuna gelince; uzun zaman bunu ancak Lâtince tercümesinden biliyorduk, zira bu'tercüme dağdağalı yüzyıllara bir kazasız dayanmış ve yanlışsız olarak zamanımıza kadar kalmıştır. Tatarların memleketine gitmiş olan keşişlerin yazdıkları raporlara şüpheli gözle bakmak uzun zaman moda halinde kalmış olduğundan. Plano Carpini'ninin bu mektubun Tatarca bir aslını ve hele bir de Sarasence tercümesini beraberinde getirmiş olduğuna da inamlmamıştı. Bu hiperkritik bilgiçliğin nasıl aldatıcı yollardan yürüdüğünü ise bu meşhur Sarasence tercümenin 1920 yılında Vatikan evrak hazinesinde bulunmuş olmasından daha iyi hiçbir şey ispatlıyamaz. Küyük'ün mühriyle mühürlenmiş olan bu yazı gözden geçirilince Sarasen dilinin o vakte kadar sanıldığı gibi Arapça olmayıp Acemce olduğu da meydana çıkmıştır. Aynı zamanda Çinkai ile Bala ve Kadak'ın keşişlerle iyi iş görmüş oldukları tercümenin çok muvaffak oluşundan anlaşılmaktadır. Mektubun Tatarca nüshası henüz meydanda değildir, fakat bilginler günün birinde onu de bulacak olurlarsa hiç de şaşmayız. Demek ki bugün büyük hanın papaya ne cevap vermiş olduğunu mektubun Lâtince ve Farsça tercümelerinden inceliyebilccek durumdayız. Bu cevap, doğrusu tepeden konuşan.- hattâ tehditçi bir cevaptır! Papalık mektubunun her satırı ayrı şerh edilmekte her şeye bir kaçamak yolu, bir bahane bulunmaktadır. Papa, Tatar ordularının pek çok hıristiyan. Macar öldürdüğünden mi şikâyet ediyor? Ceza olarak yapmıştır, çünkü onlar onun elçilerini öldürmüşlerdir v.s. Plano Carpini ite yol arkadaşı Benedictus Polonus. bu uzun
102
BİLİNMİYEN
İÇ — ASYA
yolda görüp öğrendiklerinden papaya yalnız sözle değil, yazı ile de hesap verdiler. Sonradan birçok benzeri eserlerin takibettiği bu elçilik raporları o çağda, inanılmıyacak derecede büyük ilgi uyandırmıştı. Sade bu korkunç pagan tehlikesinin düşüncesi bile insanları sözle anlatılmaz heyecana düşürmekteydi. Ya şimdi, o zamana kadar dünyada olduklarını bile bilmedikleri birtakım ülkeler ve kavimler hakkında böyle etraflı bilgi edinince nasıl kaygıya düşmezlerdi! Plano Carpini'nin raporu sade elçilik heyetinin hangi yollardan geçtiğini, nerelerde nasıl karşılandığını anlatmakla kalmayıp, Tatarların kendileri, âdetleri, tarihleri, soyları, cenk usulleri ve baskıları altındaki kavimlere dair de bir kitaba yetecek kadar malûmat vermektedir. İç Asya'nın uzak bölgelerinde yaşıyan kavimler hakkında Batı'da ilk defa ortaya atılan bu bilgilerin ne dereceye kadar hakikate uygun ve güvenilir olduğuna gelince, bunu ancak doğu kavimlerinde mevcut kaynakların bu konu üzerindeki verintile-riyle karşılaştırdığımız vakit tam değeriyle anlıyabiliriz. Pagan Tatarların âdetleri hakkında Plano Carpini neler söylüyor? Bunlar görünen ve görünmiyen âlemlerin yaratıcısı bir Tanrıyja^inanmakiadırlar. rier turlu~îyllîk~~ve ceza ondan gelir~fakat ona ibadet etmezıerT ilâhilerde ve dinî âyinlerle onu takdis eylemezler. Pagan ruhlarının mücerret, belirsiz tanrı mefhumu yanında anlaşılan başka bir şeye de ihtiyacı vardı. Kendilerine abadan, insan suratında putlar yapmışlardı. Göçebe çadırlarının kapılarını putlara bekletirlerdi; dana dindar ve zengince olanları kendi koruyucu putlarını süslü arabalar içinde muhafaza ederlerdi. Böyle bir arabadan bir şey aşıracak olanın vay haline; bu günahının cezasını ona merhametsiz bir ölümle çektirirlerdi. Put, dinî bir törenle yapılır. Aşiretin nüfuz sahibi kocakarıları bir araya gelirler, dindar bir hava içinde keser, biçer ve dikerler. îş tamamlanınca açış töreni başlar. Bir koyun kesilir, eti toplu bir halde yenir, kemikleri ateşe atılır. Bir Tatar çocuğu hastalanınca putu onun başucuna asarlar ve şifayı ondan beklerler. Bazı Moğol beyleri veya kabile başkanları karargâhlarının ortasına put olarak içi doldurulmuş bir teke dikerler. İlk süt puta verildiği gibi ilk yudum içki ve ilk lokma yemek de onundur. Kesilen hayvanın yüreğini bir sahan içinde pu-
BİLİNMİYEN
!ç.-ASYA
103
tun önüne koyarlar ve ancak ertesi gün ona dokunurlar ve o vakit pişirip yerler. Dinsizlerin keçe-tanrıları askerî karargâhlarda bile eksik olmaz; Plano Carpini ordu putunu nasıl takdis ettiklerini Küyük'ün karargâhında seyretmiştir. Ona atlar adarlar ve bu atlara artık kimse binemez. Putun önünden geçen onu diz bükerek selâmlamağa mecburdur. Bunu ihmal edenin başı en büyük tehlikededir. Bu saygı gösterişe yalnız Moğolları değil, bütün uyruk kavimleri ve hanları da mecbur tutarlar. Rus büyük-prenslerinden biri olan Mikhael, Tatarlara teslim olduğu zan . ı önce âdete uyarak iki ateş arasından geçmesi lâzım gelmişti, sonra ondan, Cengiz hanın putu önünde icabeden takdis törenini yapmasını istediler. Mikhael hıristiyanlığını ileri sürerek katiyen söz dinlemek istemedi. Batu'nun muhafızlarından biri bunun kendilerince ne büyük küfür olduğunu hatırlıyarak derhal biçare Mikhael'in üzerine saldırıp onu yere yıkmış, topuğiyle göğsünü, yüreğinin üzerinden tekmelemiş ve sonra kılıciyle başını kesmişti. Moğollar güneşe, aya ve ateşe, suya ve toprağa saygı gösterirler. Kökleşmiş dinî âyinleri, hattâ dinlerinin, mezheplerinin tam bir hududu yoktur, başka dinler mensuplarına karşı müsamahacı, daha doğrusu kayıtsız oluşları da belki bundandır. Mikhael vakası da esasen din gayreti veya müsamahasızlık örneği değildir; bu barbar muameleyi icabettiren şey onun, Batu'nun emrine inatla karşı gelişidir, bunun içinse çok daha az ehemmiyetli bir meselede bile ölüm cezası vardı. Bir hançeri ateşe değdirmek veya bir baltayı ateşin yanına bile götürmek gibi âdetleri bir dereceye kadar dinî, şamanistik hurafelerle izah olunabilir. Kamçıya dayanmak veya kamçı ile oka dokunmak caiz değildir. Kuş tutmak veya öldürmek yasaktır. Ata dizginle vurmak iyi değildir. Kemiği kemikle kırmak, sütü ve başka içkiyi yere dökmek günahtır. Bu yasak şeyleri bilmiyerek işliyen günahı için cezaya katlanmağa mecburdur. Fakat böyle bir günahı bile bile işliyen kimse insafsızca ölüm cezası görür. Bundan başka Moğolların yiyecek ve içecekle ilgili olarak garip âdetleri vardır. Bir kimse et lokmasını bir kere ağzına aldı mı, hoşuna gitsin gitmesin, onu yutmak zorundadır. .Eğer terbiyesizin biri her nasılsa lokmayı tükürecek olsa onun cezası şudur: çadırın eteği altından bir delik kazılır, suçluyu buradan dışarı sürüklerler, yani o adam
104
BİLİNMİYEN BfLtNMtYFN
fÇ-ASYA
dışarıya kapıdan çıkmağa bile lâyık görülmez, sonra dışarda hiç acımadan öldürünceye kadar dayak atarlar. Tatarlar arasında falcılık, büyücülük, sihirbazlık gibi şeyler pek rağbettedir. Bir muameleye, büyük bir işe başlamak için en ziyade yeni ayı beklerler, olsa olsa ay çeyrek halindeyken başlarlar. Aya karşı bilhassa büyük saygıları vardır, büyük han bile ayı diz çökerek selâmlar ve kötü ruhlardan korumasını ona yalvarır. Ta-tarlarca güneş ayın anasıdır. Ateşe ne kadar temizleyici kudret izafe ettiklerini şimdiye kadar da görmüştük. Hanlardan birine yabancılar, elçiler gelince, bunlar günahtan ve zararlı şeylerden kurtulsunlar, temizlensinler diye, iki ateş arasından geçirilir, getirilen hediyeleri bile iki ateş arasındaki bir yoldan geçirirler. Her hangi bir Tatar ölüm halinde ise çadırının önünde toprağa, üzerine kara keçe geçirilmiş mızrak dikerler. Bu, yabancı bir kimsenin o eve girmesi doğru olmadığını gösteren bir alâmettir; bunu dinlemeyip içeri giren kimse uzun müddet cenabet, yani mundar olur've böylesi büyük hanın veya sair büyüklerin katına çıkamaz. Eğer hasta ölürse ve tesadüfen nüfuzlu adamlardan biri ise kıra götürürler ve sağlığında en çok hoşlandığı yere gömerler. Mezarına çadırını kurarlar, kendisini ortaya oturttuktan sonra önüne, üzerinde et yığılı bir tepsi ve bir testi kısrak sütü bulunan bir masa koyarlar. Yanına tayiyle beraber daha bir kısrak ve bütün takımlariy-le bir binek atı da gömerler. Bundan başka bir at kesilerek etini cenaze ziyafetinde yerler, derisini de samanla doldurduktan sonra sırıklar üzerinde mezarın tepesine dikerler. Cenaze ziyafetinde kurban edilen atın kemiklerini, ölünün ruhunun selâmeti için ateşte yakarlar. Mezara altın ve gümüş eşya da konur. Ölenin en sevdiği arabasını, kırıp dağıtırlar, çadırını bozarlar ve onun adını tam üç nesil boyunca kimse ağzına alamaz. Daha yüksek mevki sahibi olanları daha başka türlü gömerler. Cenazeyi gizlice bozkıra götürürler ve nereye gömüldüğünü hiçbir vakit kimsenin öğrenmemesine dikkat ederler. Cenaze alayı tasarlanan yere varınca çimenleri büyük parçalar halinde kaldırırlar, oraya mezar çukurunu kazarlar, fakat ölüyü oraya değil çukurun altında yan tarafa doğru oydukları koridor gibi bir yere bırakırlar. Cenaze töreni ölüyü, en sevdiği kölesinin sırtına bindirmekle başlar ve o zavallıyı, pek de hoş olmıyan vaziyetinden ancak, korkudan
İÇ-ASYA
105
ve üzerine basan ağırlıktan âdeta aklını yarı yarıya kaybettiği zaman çekip kurtarırlar. Bu muameleyi üç kere tekrarlarlar; eğer köle bu çetin tecrübeyi bir zararsız atlatırsa onu azadederler, istediği yere gidebilir, bundan başka ölenin ailesi çevresinde de büyük mevki kazanır. Bu hazırlık merasiminden sonra cenazeyi, kendisine ait her türlü teçhizatiyle o koridor gibi yere koyarlar. Önce bu koridor, ardından mezar çukuru, toprakla örtülür ve nihayet kalıp kalıp çıkarılmış olan çimenleri yerlerine yerleştirirler. Artık mezarın neresi olduğu hiçbir şeyden belli değildir. Öteki definlerde âdet olan âyinler, cenaze ziyafetiyle birlikte tertiplenen törenler ta-biatiyle bunda da yapılır. Gömmeden sonra ölenin arkada bıraktıklarının temizlikten geçirilmeleri lâzımdır. Bunun için iki ateş yakarlar, her birinin yanına toprağa birer mızrak dikilir.jnızrakların uçlarını iple birbirine» bağlarlar ve bu ipe, putları temsil eden niyet (bukeran) paçavrala- \ rı takıştırırlar. İki ateş arasında, mızrakların teşkil ettiği takın al-J tından tekmil ev halkının, bütün hayvanlariyle, arabaya yükletilmiş çadırlariyle geçmesi lâzımdır. Sağda solda birer kadın-şaman durur, geçidin devamı müddetince bunlar durmadan efsunlu ilâhiler mırıldanırlar, sular serperler. Bu âyin sırasında kırılan araba olursa veya yola bir şey düşerse bunlar efsuncu kadınlarındır. Bir sürü korkunç, kötü şeylere ve hurafeli âdetlere rağmen Ta-\ t arların saygıya lâyık o kadar iyi vasıfları vardır ki, Plano Carpini ayrı bir fasılda bunlardan takdirle bahsetmektedir. Dünyada Tatar kadar saygı bilir bir kavim daha yoktur. Tatarlarda inzibat, büyüklere karşı itaat o derecededir ki, bizim keşiş sınıfımız bile onlardan örnek alabilirler. Aralarında kavga çekiş nadir şeydir, dövüş ve hele adam öldürme hiç görülmez. Hırsızlığı huy edinmiş kimselerden burada korkulmaz, saraylarını, hazine arabalarını hiçbir zaman kitlemeğe lüzum yoktur. Başıboş, serseri dolaşan bir hayvanı bulan, onu kendine mal edinmiyerek bu gibi işlere bakan memura götürüp teslim eder, asıl sahibi ne zaman olsa malını orada bulur. Bunlar bir tek büvük ailenin fertleri gibi_yaşarlat_ye her ne kadar dar şartlar içinde hayatlarım geçirip gitmektelerse de yiyeceklerini kaTdeşçe ariîarınd_a__paylaşırlar. Bir şikayetsiz açlığa katlandıkları gibi at üstünde bile soğuğa dayanırlar; hava şartlarına karşı umu^
+4
t >
Jc
%
İM
^
BİLİNMİYEN
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ-ASYA
Jmiyetle gayet dayanıklıdırlar. Hasetlik nedir bilmezler, nadiren birbirinden davacı olurlar, karıları sadakatli ve namusludurlar. Fakat yabancı kavimlerle karşılaşınca bütün bu iyi vasıflar derhal kaybolur. Başkalarına karşı kibirli ve azametlidirler, en fakir, en kötü bir Moğol bile kendini her hangi bir yabancıdan üstün ) tutar, isterse o yabancı bir hükümdar olsun. Birkaç defa adı geçmiş olan Rus büyük-prensi Yaroslav, birbirleri arasında o kadar saygı bilen Moğol kölelerinin kendisini nasıl hiçe saydıklarını pek çok defa hayretle görmüştür: kaç kere hiç pervasız onu arkada bırakarak başyere otururlar, kendisi de arkada siner kalırmış. Yabancıya karşı hiçbir doğru ve samimî sözleri yoktur. Yeyip içme hususunda son derece pistirler, sarhoş tabiatlı ve hırslıdırlar. Et namına ne varsa; köpek, kurt, at, hepsini yerler. Asıl inanılmıyacak tarafı bit ve sıçan yemekten de çekinmeyişleri-dir. Ne ekmek bilirler ne de sebzeleri vardır. Peşkir falan gibi şeylerin adını bile bilmezler; yemekten sonra, yağlı ellerini ya çizmelerine yahut da otlara silerler. Bulaşık kabları yıkamak âdetleri değildir, daha doğrusu kabı çalkaladıkları suyu da dökmezler, içine yeniden et koyarak o su ile pişirirler. İçinden iliğini çekmeden kemiği köpeğe vermezler. En çok sevdikleri içki kısrak sütüdür. Kışın daha fakirleşirler, o zaman daha kanaatli yer içerler. Soğuk mevsimde kısrak sütü bulunmaz, o zaman bol suyun içinde darı pişirip onu içerler. Fakat ondan da ancak sabahları iki bardak içebilirler, ondan sonra bütün gün bir şey yoktur; yalnız akşam üstü yine bir parça et yerler ve yanında et suyu içerler. Görüldüğü gibi Tatarlarda ölüm cezası büyük bir iş değildir. Haydudun, hırsızın cezası bu olduğu gibi sadakattan ayrılan kocayı veya karıyı bekliyen akıbet de budur. Ufak suçlular değnek ceza-siyle cezalandırılırlar, fakat hakkiyle vurulan yüz değneğin sonuna varıldığı zaman bu adalet tevzii işi yine mezarda bitmiş olur. Tatar erkeklerinin hayatı silâhları arasında ve sürüleri peşinde geçer. Bütün zahmet kadınlara yükletilmiştir; kadınlar yalnız ev işlerini yapıp espaplarım dikmekle kalmazlar, kervanların yüklenmesinde falan da bulunurlar ve' icabında arabacı yerine kendileri geçerler, hattâ eyer üstünde de keyifli ve rahat giderler. Plano Carpini'nin anlattığı şaşılacak doğu dünyasını tanıyanlar
İÇ-
107
gittikçe arttı. Dominicus ve Franciscus rahiplerinden birçoğu, kimi papanın elçisi olarak, kimi Fransa kiralının emriyle, bazısı da kendi kalbinin ilhamına uyarak imkânsız bir şeyi denemeğe kalkışıyorlar, günahkâr paganları kötü niyetlerinden uzaklaştırmak için birbiri ardında yola çıkıyorlardı. Fransa kiralının elçisi, çok tanınmış Rubruck, Lombardia'lı , Dominicus rahibi Anselmus, Johannes de Monte Corvino, Pordenon'- / f* lu Odericus Marignoli ve daha birçokları bunlardandır. Müteşebbis ruhlu bir tüccar olan Venedikli Maffeo Polo da bunlardan hevese gelmiş ve bir gidişinde yeğeni Marco Polo'yü da yanında götürmüştü, işte bu Marco Polo Moğol - Çin imparatoru Kubilay'ın gözüne girmiş, iç-Asya'yı, Çin'i dolaşmış ve gördüklerini harikulade meraklı bir kitapta anlatmıştır. O devirlerdeki ilgililer, dindar misyonerlerin hakikaten inanıl mıyacak gibi olan müşahedelerine şüpheli bir gözle bakmış, Marco Polo'ya isnat olunan mübalâğalarla eğlenmiş, olabilirler; bununla beraber Batı insanının daha XJ!II - XIV. yüzyılda eski, esrarlı büyük komşusunu, Asya'yı nihayet hakiki varlığiyle tanıması yine de o coşkun adamların gayret ve fedakârlıkları sayesinde mümkün ola bilmiştir. ■*
BİLİNMİYENİÇ-ASYA
109
pek iyi bilirdi. Bilgili kimselerden etrafına müşavirler toplamıştı ve her çeşit meselede onlaruTsözlerine göre giderdi.
VI. BİR ÇİNLİ
PAPAZ
CENGİZ HANIN PEŞİNDE
Cengiz han Çin'li taeist filozof Çanğ-fun'u karargahına davat •diyor.- Şandunğ yarımadasından. Pekinden geçerek Kerulen nehri vadisine.- KuzeyMoğolya'dan Cungarya kapısından geçerek Taran havzasına.Semerkant'ta dinlenme.- Cengiz hanın, Afganistan'daki karargâhında Çanğ-çunia buluşması. - Çin'li bir misyonerin zoraki kesHriliği.
Çin'de evliya gibi yaşıyan. çok bilpili. Çanft-çun adlı bir papaz vardı. Bu zat Hüan-dzanğ'm mensup olduğu cemaatten, yani budist değildi, Çin'in en eski hakimine. Konfucius'a da yemin etmemişti. Kendisi, hususiyle o vakitler her ikisiyle de taban tabana zıt olan bir dinin, taoizmin hak olduğunu ilân etmekteydi. Çanğ-çun bir taoist bonzdu. Onun sembolü, dininin kurucusu, hayatı esrarla dolu Lav-dzı, çok eski devirde, büyük rakibi Konfucius ile aynı çağda fa-aliyette bulunmuştu (İ ö. VI. yüzyıl.) Hayatın "manasım, esrârîîT anlaşılmaz, belirsiz davı onun izinde aramaktaydı. Çanğ-çun, dünyanın alâyişli sevinçlerinden bütün kalbiyle nefret eden hakiki bir filozof gibi yaşıyordu. Uzak diyarlara ün salmıştı, işitenler onun adını saygı ve hayranlıkla anarlardı. Bu ünlü insanın adı zamanla, önüne geçilmez atlılariyle o sırada Kuzey - Çin'de bütün mukavemetleri çiğneyip geçen, her şeyi yıkıp yuman, kesip biçen Cengiz hanın da kulağına gitmişti. Barbar istilâcı o sırada bu güzel ülkeyi de ele geçirmek istiyordu. Cengiz han, hayatını savaşa vermiş olan bu dik kafalı göçebe hükümdar, kitap bilgisinden, filozofların hikmetli sözlerinden hiçbir şey anlamazdı ve hayatının sonuna kadar feiçbhı dilde yazı yazmasını öğrenmemişti. Faka^ kendisinde hakiki göçelya. frikmeti vardı, insan ruhunun, zekânın garip^güzelliklerini, değerlerini takdir eder ve kendisi gibi büyük bir devlet hükümdarının bunlara ihtiyacı olduğunu
Ünlü taoist filozofun, Çanğ-çun'un adını da onlardan duymuştu. Onu o kadar övüyorlardı ki, nihayet kendisi de görmek istedi. Yazıcılarına bir davet mektubu yazdırdı ve adamlarına vererek Çin'li bilgini arayıp bulmalarını ve eğer çöl yolculuğunun bin bir rahatsızlığına ve zahmetine katlanmaktan ürkmezse alıp onun sade, göçebe karargâhına getirmeleri emriyle yolladı. Cengiz'in yakın adamlarından olan Liu Çunğ-lu, efendisinin tembihine göre hareket ederek, 1220 yılında taoist üstadı hakikaten Çin'de arayıp buldu. Üstat önce, kendisinin askerlik işlerinden hiç anlamadığını, siyasetin karışık yollarının tamamiyle acemisi olduğunu ileri sürerek özür diledi ve hele yaşı ilerlemiş olduğundan bu sonu belirsiz uzun yola sürüklenemiyeceğini söyledi. Gerçekten Çanğ-çun hayli ihtiyarlamıştı, bu şeref verici daveti aldığı sırada yetmiş iki yaşında bulunuyordu. Bununla beraber davetin samimî olduğunu gördüğünden razı oldu ve Liu Çunğ-lu ve yanındaki yirmi Moğol atlısiyle beraber, o sıralarda Naimanlar ülkesinde karargâh kurmuş olan Cengiz hanı ziyaret edeceğini vadetti. En sevdiği talebelerinden on dokuzunu yanına alarak Şan-dunğ yarımadasındaki doğum yerinden kalkıp Pekin'e gitti. Bu kısa yolculuk ihtiyarın keyfini biraz kaçırmış olacak ki, yorgun argın oraya vardığı zaman, yanındaki Moğollara, orada beklerlerse iyi olacağını, çünkü Cengiz hanın herhalde çok geçmeden yolunu o tarafa yönelteceğini söyledi. Zaten yola devamlarına başka engel de çıkmıştı. Çünkü Çunğ-lu'ya, o taraflara gitmişken hanın haremi için kızlar satın alması ve onları da hemen beraberinde getirmesi evvelce tembih edilmişti. Böyle bir kafile ile yolculuk etmeyi Çanğ-çun kendisine bir türlü yakıştıramadığından, onun hatırı için kervanlar birbirinden ayrıldılar. Çanğ-çun, aynı yıl içinde (yani 1220-de) 18 mayıs günü tale-beleriyle ve kılavuzlariyle birlikte güçbelâ Pekin'den ayrıldı. Talebeden biri yolda bir hâtıra defteri tuttu ve bu deftere: ne tarafa gittiklerini, dikkate değer~ne gibi Şeyle? gördüklerini, yolculuk sırasında hatırlanmaya değer neler olduğunu hep not etti.Çajığ-çun'-un seyahat raporu işte bu notlardan meydana gelmiştir.
110
HİLİNMİYKN
İÇ-ASYA
Önce çok yavaş yol alıyorlardı; ihtiyar hakîm yüzünden zaten daha çabuk da gidemezlerdi. Pekin'den kuzey - batıda bir kiliseye inmişlerdi, orada dinlenme ve hazırlık o kadar uzun sürdü ki, farkında bile olmaksızın yaz gelip geçmişti. Tam yola çıkmağa gönülleri olduğu zaman ise, kış kendilerini çölün ortasında bulmasın diye, Çanğ-çun kendisi kafileyi durdurmak zorunda kaldı. Bunun üzerine o pagodada kaldılar ve ancak ertesi yılın başlarında, 1 şubatta piliyi pırtıyı toplayıp yola düzüldüler. Yavaş yavaş daha hızlı yol almağa alışmışlardı, fakat böyle olduğu halde ancak iki hafta sonra Go-bi çölünün kenarına ulaşabildiler. Büyük bir cesaretle kum deryasına ayak bastılar ve bu eziyetli yolculuğa sabırla göğüs gerdiler, fakat martın 25 - inci günü kum sahrasının öteki ucunda ilk meskûn yeri gördükleri zaman, anlatılmaz bir sevinçle geniş nefes aldılar. Dört günlük bir yolculuktan sonra kuzey-batıya saptılar. Şimdi artık gerçekten göçebeler diyarında ilerliyorlardı, ne yana dönseler siyah arabalar, beyaz çadırlar, sürülerini otlatan göçebeler görülüyordu. Tuttukları yoldan kıl kadar bile şaş-maksızın, aynı yol üzerinde tam yirmi gün gittiler. Yirmi gün sonra, etrafı kumsal bir nehre ulaştılar, kıyıda sık bir sıra halinde söğüt ağaçları vardı. Nehri geçtiler, üç gün ilerledikten sonra kuzeye döndüler ve Küçük-Gobi'den geçerek Cengiz hanın küçük kardeşinin karargâhına doğru yol aldılar. Oraya vardıkları zaman nisanın 23 - ü idi, karlar erimeğe, ilk taze çimenler topraktan fışkırmağa başlamıştı. Karargâhın keçe çadırları etrafmda bir sürü siyah araba kalabalığı göze çarpıyordu. Karargâhta bir telâş vardı, ortada dönüştüren çoktu, Moğollarda bir düğün hazırlığı görülüyor, kovalarla kısrak sütü taşınıyordu. Cengiz hanın kardeşi, Çanğ-çun'u güler yüzle karşıladı ve hemen de kendisinden, uzun ömürlü olmak için nasihatlar ve sihirli ilâçlar istedi. Üstadın böyle şeylere pek yanaşmadığını görünce, yedi mühür altında saklanan bu gibi sırları bizzat Cengiz han öğrenmeden başkasına ifşa etmenin yakışık almıyacağını anladı. Sesini çıkarmadı, hattâ Çin'li kafile yola çıkarken ilerisi için onlara birkaç yüz at ve sair yük taşıyacak hayvan verdi. Doğrusu, Çanğ-çun ve maiyetinin Cengiz han karargâhına giderken nerelerden geçmiş olduklarını tam olarak kestirmek güçtür. Şimdilik şu kadar biliyoruz ki, kafile karargâhtan kuzey - batıya
.1İ !. İ N M İ Y E N
İÇ — A S YA
111
doğru yoluna devam etmiştir. Fakat mayısın 14 - ünde Kerulen nehrine, hem de onun birkaç yüz itlik bir göl halinde genişlediği noktaya ulaştıklarını söyledikleri zaman, onları yeniden tâkibedebile-ceğimize seviniyoruz. Bu gölde öyle fırtınalar oluyor ki, köpüren dalgalar balıkları kıyıya atıyor. Buradan, epeyce bir zaman Keru-len'in güney kıyısında ilerliyorlar. O sıralarda fevkalâde bir hâdiseye, tam gün tutulmasına şahit oluyorlar. Parlak bir öğle vakti birdenbire ortalık öyle kararıyor ki, bir müddet yıldızları bile kolaylıkla görebiliyorlar. On altı gün sonra nehrin yön değiştirerek tepeler arasında kuzey-batıya doğru aktığı yere vardılar. Biraz daha ileride, güneybatıda yolları, önemli posta duraklarından birine uğradı, Moğollar üstadı sevinç cığlıklariyle karşıladılar ve kendisine darı ikram ettiler. Çanğ-çun karşılık olarak yuyuba yemişi vererek onları şaşırttı, şimdiye kadar bu mey vay ı hiç görmemiş olan Tatarlar müthiş sevindiler. Yolculuk bir müddet hâdisesiz bir şekilde, hep aynı havalide böylece devam etti: yassı dağlar, vadiler ve n.'.lirler birbirini taki-bediyordu. Barbar dilleri tabiatiyle anlamıyan üstadın dikkatini en ziyade şurada burada göze çarpan bir göçebe topluluğu, keçe çadırlı çobanlar, onların yaşayış tarzları, kılık kıyafetleri çekmekteydi. Hayvan derilerinden, kürklerden yapılmış elbiselere gözü çabucak alışmıştı, ama kocalı Moğol karılarının garip baş süslerini ilk gör?\ düğünde o nispette fazla şaşmıştı. Bu kadınlar saçlarına, ağaç ka-buğundan yapılmış, tahminen iki ayak boyunda süs koymakta ve fakir olanlar bunu yün kumaşla, zenginleri ise al ipekle kaplamaktadırlar. Bu baş süsü, tepeden yanlara doğru çıkıntı yapan kıs-, miyle âdeta kaza veya ördeğe benzemektedir. Bu kıyafet güzelse del '7 taşıması rahat değildir ve göçebe kadınları, dikkat etmezlerse birisi kazara başlarından düşürür diye daimî tasa içindedirler. Bu çalımlı ziynetle çadıra girebilmek ise ayrıca zor bir marifettir ve eğer mahcup vaziyete düşmek istemiyorsa bu moda güzeli, çadıra ancak başım eğmiş olarak ve yengeç gibi arka arka yürüyerek girebilir Kızların süsleriyle bu kadar dertleri yoktur, onlar saçlarını örgü yapıp kulaklarının yanından sarkıtırlar, erkeklerin saçları da yine böyle örgü halindedir.
Çanğ-çun, bütün yolculuk esnasında etrafını, geçmiş çağların hâtıraları bakımından bilgi göziyle inceliyordu. Buralar Kuzey-Mo-
112
B t L t N M İ Y E N İÇ— ASYA
ğolistan olduğundan göze çarpacak bir şey yoktu. Fakat dağlardan inip de bir tablo güzelliğiyle uzanan vadide, sokaklarının nerelerden geçtiği bile hâla belli olan eski bir şehir öreniyle karşılaştığı zaman o nispette fazla şaşıp kaldı. Civardaki Moğolların doğruladıkları gibi, bu şehir eski Kitaylar tarafından yapılmıştı. Gerçekten göçebelerin dedikleri hakikata uymaktaydı, çünkü yıkıntılar arasında araştırmalar yapan üstadın bulduğu çatı kiremitleri üzerinde Ki-tay yazısı vardı. Temmuzun 3 - ünde sık çam ağaçlariyle örtülü yüksek bir dağa vardılar. Gariptir ki, dağın kuzey sırtında ağaçların sıklığından âdeta adım atmak kabil olmazken güneye bakan sırtlarda tektük çalıya bile zor raslanıyordu. Yüksek dağlar arasındaki yılankavi yollarda, baş döndürücü uçurumlar üstünde, çamlar ve çağlıyan kaynaklar arasında iki hafta dolaştılar, etraftaki manzara o kadar göz alıcı idi ki, insan tahammülünün üstündeki yorgunluğa rağmen seyrine doyamıyorlardı. İki hafta sonra, yine sayılı yerlerden birine, Cengiz hanın karısının ordasına vardılar. Çunğ-lu ileriye haber salmıştı; hakikaten de iyi bir kabul gördüler, hanın karısı elçilik kafilesini pek iyi ağırladı. Orda hayli büyüktü, Çanğ-çun'gil çadırların sayısını en aşağı bin olarak tahmin etmişlerdi. Çadırlarla her yerde önlerine çıkan arabalar, süslü görünüşleriyle daha uzaktan sahiplerinin hükümdar ailesinden olduklarını gösteriyordu. Moğollar hep böyle ça-dır-şehirlerde yaşıyorlardı, bunlar daha küçük veya daha büyük, az gösterişli veya çok süslü olabilirlerdi, fakat yerlerinden kımıl-datılamıyacak olan taştan yapma şehirlerden hoşlanmazlardı. Moğollar bu çadır şehirlerine ordu veya orda: yani sadece «karargâh» adını vermekteydiler. Bu tâbirleri eski Batılı seyyahların pek iyi bildiklerini Plano Carpinfnin sehayat raporunda görmekteyiz; hattâ dillerinin temizliğine, klâsik güzelliğine o kadar titizlikle dikkat eden Çin'lîler bile, Moğol ülkesindeki seyahatlerine dair yazdıkları eserlerde de bu barbar kelimeyi muhafaza etmişler, ancak Çin dilinin kendine mahsus değiştirme usulüne uyarak bunu daha barbarca bir şekilde vtı-li-do olarak yazmışlardır. Epeyce uzıyan bir misafirlikten ve dinlenmeden sonra temmuz sonunda oraya veda ettiler ve han karısının vu-li-do'sundan güneybatıya doğrularak artık bir keşif yolculuğuna benzemeğe .başlıyan
B İ L T N M İV F, N \ Ç - A SV A
İU
ziyaretin hedefine ulaşmağa, civa gibi bir yerde duramıyan Cengiz hanı aramağa koyuldular Önceleri fazla umut besliyemiyorlar, her tarafa gecikmelerle varıyorlar, savaş durumu da hanı kâh şuraya kâh buraya çektiğinden onu hiçbir yerde bulamıyorlardı. Durup dinlenmeden yolları tüketmeğe çalışıyorlardı. Yine dağlar arasına daldılar; yolları, alışmış oldukları çamlıklardan geçiyordu, etraflarında karlı dağlar uyuklamakta idi. Bu dağ yığını içinde tek canlı mahlûka raslamadılar. Ulaşılmaz, geçilmez gibi görünen koca dağların geçitsiz yollarında kendilerinden önce başkalarının da geçmiş oldukları olsa olsa soğumuş ocakların külleri ve dağdaki ruhlara adanan kurbanların kalıntılarından belli oluyordu. Bir. gün nihayet bu çamlı dağlar da sona erdi. Daha henüz o daimî yeşil ormanlardan çıkmışlardı ki, birdenbire önlerinde küçük bir kum sahrasının kupkuru uzandığını gördüler. Bu kumsalı çiğneyip geçtikten sonra, çok süren yalnızlıktan bunalmış olan gezginler insanların oturduğu hareketli yerleri görünce yeniden geniş bir nefes aldılar. O civarda oturanlar müslümanlar olup üze-t rinde yaşadıkları kısır topraklara ancak suni olarak can verebil-m misler, oralarda bulabildikleri az bir suyu, susamış toprağa haki geçirmeden taksim edebilmek için, tarlaların her tarafına arklar,] ırmaklar açmışlardı. Altı gün kadar süren bir yürüyüşten sonra küçük bir dağ üstünden, bir göçebe karargâhının sığınmış olduğu güney sırtına geçtiler. Kafiledeki Moğollar pek alışık oldukları ve çok sevdikleri bu konak yerine, kendi ordaları imiş gibi, bütün kervanı sevinçle çekip götürdüler. Ama buradaki dinlenme çok sürmedi, önlerinde daha uzun bir yol vardı. Çok geçmeden Nan-şan dağına vardılar ve büyük bir gayretle bunu da geçtiler. Buralardaki karlı dorukların soğuk güzelliği üstadın ruhunu öyle altüst etti ki, gerçek bir Çin filozofuna ve bilginine yaraşacağı gibi, içinden kopan taşkın duygularını şiire döktü. Bu sıradağların kuzey böğrüne büyücek bir göçebe şehir yaslanmaktaydı ki, bu artık orda sayılamazdı, hakiki bir şehir, hem de adı üstünde Çinkai balgasun «Çinkai şehri» idi. Bu Çinkai, Moğol imparatorluğunun belli başlı bir şahsiyeti olup nazırlık rütbesiyle ve hudutsuz salâhiyetiyle Moğol hükümetinin imparatorluk kançılaryasını o idare ediyordu. Onun bilgisi ve muvafakati olmadan koskoca Moğol devleti içinde imparator emri çıkamazdı ve her hanF. 8
114
H 11. J N M n v. s
11,: - A *> v A
gi bir vesika, ancak onun Uygur yazısiyle tasvibedilerek tamamlanmış olduğu zaman bir işe yarardı. Soy bakımındAr^MoğoUardan değildi, Türktü, daha doğrusu Kereit kavminden türeme idi. Kere-itler, daha Cengiz han zamanında bile, bir hıristiyan mezhebi olan nesturi dinini gütmekte idiler. Çin kaynaklarından da anlaşılacağı üzere Çinkai kendisi de, ailesiyle beraber nesturi hıristiyanla-rındandı ve yine o kaynaklara göre üç oğluna, nesturilerde moda olan adlar takılmıştı. Bu çok manalı üç ad, her şeyin biçimini bozan Çin yazısiyle şunlardır. Yav-su-mu (Jozef), Bogu-se (Bakhus), Kuo-li-ci-sı (Georgius). Cinkai'in iktidarı Cengiz han zamanında başlamış ve Öeödei (Oktav)'in ölümüne kadar, bütün hüyük hanların itimadını kazanmış olarak sürmüştür Gittikçe artan saray entrikaları yüzünden nihayet Turakina hatunun kısa süren saltanatı zamanında gözden düşmüş ve az kalsın felâkete sürüklenecek gibi olmuştu. Fakat yeni büyük han Küyük ona eski geniş salahiyetli mevkiini ve itimadı geri vermişti. Çinkai bizce de bilinmiyen bir şahsiyet değildir, zira Plano Carpini büyük hanın sarayını ziyaret ettiği sırada papanın mektubuna verilecek cevabı kendisiyle görüşmüş olduğunu hatırlarız. Sonunda felek yine kendisine yâr olmamış, büyük han Mangu'nun saltanatının ilk yıllarını altüst eden isyana karıştığından, 1252-de diğer âsilerle birlikte ortadan kaldırılmıştır. Keza hıristiyan olan yakın arkadaşı ve hemşerisi Kadak da aynı akıbete uğramıştır; Plano Carpini'nin seyahat raporunda onun adına da raslamıştık. Demek ki Çinkai, o sıralarda henüz iktidarının doruğunda, Cengiz hanın en güvendiği adamı olarak Türkistan'da faaliyette bulunuyordu. Çanğ-çun ve kervanı onun şehrine varmışlardı. Bu şehir gerçekten öyle gelişigüzel bir göçebe ordası olmayıp, güney ülkelerin mallarını kuzeye aktaran işlek bir ticaret merkezi idi. Fakat bütün bunlar Çanğ-çun'u oldukça kayıtsız bırakıyor, bozkırın bu tacir-şehri için en küçük bir heyecan göstermiyordu; o. bütün sevincini, takdirlerini oradaki Çin kolonisi üyelerinin çiçeklerle, şemsiyelerle kendisini nasıl karşıladıklarını yazmağa sarf etmişti. Ansızın aralarına gelmiş olan hemşeriyi memleket teşrifatçılığının şatafatlı sözleriyle selâmlamak için, evvelce oralara düşmüş olan Çin'li prensesler bile koşup gelmişlerdi. Üstat bu sevinçli günlerin heyecanını henüz geçirmişti ki,
B I L I N M I Y i: N
İÇ—AS\A
115
ertesi gün Çinkai çıkıp gelerek. Cengiz handan aldığı talimat üzerine yolculuğun bundan sonraki kısmını kendisi idare edeceğini ve bu suretle hükümdarın karargâhını daha kolayca bulmağı temin edeceğini söylemişti. «Dağların vahşi adamı» nın —Çanğ-çun tevazu ile kendine bu adı veriyordu — bu sonsuz gezginlik zaten pek hoşuna gitmiyordu ve nezaketle de olsa, sırasını düşürdükçe uzunca bir mola tavsiye eder yahut da, davetçi gelinceye kadar bulunduğu yerde beklese daha iyi olacağını ileri sürerdi. Bu sefer de aynı bahaneye baş vurmak istediyse de Çinkai bu lüzumsuz duraklama niyetlerini anlamazlıktan geldi; zaten başka türlü de yapamazdı, çünkü buraya, Cengiz hanın vakit geçirmeksizin mümkün olan süratle karargâhına gelmeleri hakkındaki kesin talimatını üstada bildirmeğe gelmişti. Tabii buna karşı bir ses çıkarılamazdı. Acele tedbirler alındı. Dik dağlardan, dar patikalardan geçmek lâzım geliyordu, şu halde arabaları orada bırakmalıydı. Herkes ata binecekti, maiyetindeki adamların en lüzumluları gelecek, ötekiler orada kalacaktı. Üstat ciğeri yanarak da olsa talebelerinin bir kısmından ayrılmak zorunda kalmıştı. Bunlardan dokuzunu orada bırakıyordu, mamafih Moğollar, kendisi ziyaretinden dönünceye kadar, onlara iyi bakmışlar, rahatları için yakın ilgi göstermişlerdi. Kendilerine ayrı bir pagoda yapmışlar, yapı işine şehrin küçüğü büyüğü iştirak etmiş, zenginler parayla, fakirler ellerinin emeğiyle yardımda bulunmuşlardı. Bir ay bile geçmeden pagoda meydana gelmiş ve adına, Çanğ-çun'un doğduğu köyün ndı olan Si-hia kilisesi denmişti. Çunğ-lu ile Çinkai'ın idaresindeki kervan, üstat, on talebesi ve arkalarından en lüzumlu eşyayı getiren iki araba ile ağustosun 26-sında yola düzüldü. Koruyucu olarak yanlarına, Çinkai şehrinden yirmi Moğol katılmıştı. Batıya doğru yol almağa başladılar. Bu Moğol yoldaşlar yolun bundan sonra gelen, en tehlikeli saydıkları kısmına heyecanla hazırlandılar. Halk itikadınca şeytanların, cinlerin ve azgın dağ ruhlarının çapulculuk ettikleri dağlar arasından geçmek lâzımdı. Bu hurafeci köleler bunu mesele yaparak adaklar adadılar, birtakım âyinler yaptılar ve bu şeametli dağ yığınına girmeye ancak ondan sonra cesaret edebildiler. Tehlikeyi atlatıp da Altay'ın doğusuna geçtikleri vakit, geniş nefes aldılar. Çinkai'ın sıkı tedbirler almasının gerçekten bir temeli olduğu sim-
1l6
1Îİ I . İ N M İ \ KN
IÇ- VS YA
di meydana çıkmıştı. Yokuş yukarı dimdik, tırmanması güç, iniş tarafında ise yuvarlanma tehlikesi olan bu dağ yollarında, ağır arabaların baş belâsı olacağı muhakkaktı. Beraberlerinde getirdikleri o iki arabayı da iplerle bağlayıp çekmek suretiyle, t»n zorlukla selâmete çıkarabilmişlerdi. Her neyse, yine dağın güney tarafına varmışlar, orada su ve ot bulmuşlardı. Dinlenmek için çadır kurarak arkadan gelen hayvanları orada beklediler. Üstat, boş vaktini yine beyitler düzmekle geçiriyordu. Mola yerinden kalktıktan sonra güney-batıya yöneldiler ve birtakım alçak, bitkisiz dağlar geçerek bir tuzlu çöle ulaştılar. Burada raslıyabildikleri tek bir kuyunun etrafındaki otları koyunlar ve atlar tamamiyle çiğnemişlerdi. Buradaki dinlenmeden faydalanarak Çinkai ile Çunğ-lu, bundan sonra yapılacak işleri ve tutulacak yolu aralarında etraflıca görüştüler. Çinkai, havaliyi iyi tanıyordu, merakından sızlanmakta olan üstada, hangi yolu tutacaklarını, nerelerden geçeceklerini iyice anlattı, ondan sonra yeniden yola koyuldular. Çanğ-çun bu görülmemiş garip manzaralı havaliyi hayran hayran temaşa ediyordu. Çölün uzaklıklarında yüzden fazla kum tepesi görülüyor, hepsi de denizde yüzen koca gemiler gibi kımıldıyordu. Ertesi sabah bir şehre vardılar, bereket çok yorulmamışlardı, ama Çinkai zaten kervanı dinlendirmek niyetinde değildi. Gece yolculuğuna hazırlanmak lâzımdı. Moğolların neşesi kaçmıştı, yine uğursuz yerlerden, hem de gecenin karanlığında geçilecekti. Bu sefer artık kurtuluş adaklarına da pek güvenemiyorlar, daha tesirli pagan âdetine baş vuruyorlardı. Kötü ruhların tecavüzlerine karşı korunmak için atların başlarına da kan sürmüşlerdi. Yorgun mandaları arabalardan salarak yerlerine altışar at koştular. Cungarya çölünde böylece yol alıyorlardı. Çölün kenarına vardıklarında, uzak ufkun eteklerinde, ulaşılmaz bir mesafede gümüşi bir ağartı gördüler. Birkaç adım ileride karşılarına çıkan odunculardan o uzaktaki gümüş çizginin karlı Tien-şan dağları olduğunu öğrendiler. Tien-şanm kuzey sırtlarına eylülün (1221) 14-ünde vardılar. Güçlükle tâyin edilebilen yabani bir yoldan sonra, her vakitki yönde, yani Altay'lardan ve Cungarya kapısından geçerek Çanğ-çun'-un kervaniyle — daha eski Çin seyyahları sık sık uğramış oldukları için bizce meçhul olmıyan başlıca yerlerini pek iyi bildiğimiz, iç-
i) I Li x M i v ı:\ iç— hü vA
117
terinden bazılarını Hüan-dzanğ'ın yardımiyle bizim de dolaşmış olduğumuz — bir bölgeye varmış oluyoruz. Çinkai'ın önceden söylediği gibi, müslümanların oturdukları kasaba hakikaten dağların kuzeyinde idi. Müslümanlar kervanı karşıladılar ve gelenleri birçok güzel sözden başka münasip armağanlarla selâmladılar. Üzümü ve şarabiyle meşhur Koço adlı bir şehrin öteki sırtta, kendilerinden 300 li uzaklıkta bulunduğunu anlattılar. Burası çok eskiden beri oturulan bir yer olup siyasi fırtınalar duvarlarını kaç kere yıkıp yummuş, nüfusunu ne kadar azalt-mışsa, her defasında yeniden belini doğrultmuştur. Bu Koço, Hüan-dzanğ'ın evvelce Gav-çanğ adiyle kaydettiği ve hatırladığımız gibi, kendisinin de misafir olarak bulunduğu kasabadır. Esasen Koço ve Gavçanğ aynı isimdir, her ikisi de Çin'lilerden çıkma olup aynı adın iki ayrı söylenişidir. Çanğ-çun'gil bir nehir boyunda yollarına batıya doğru devam ettiler ve nispeten ehemmiyetsiz birkaç konaktan sonra yeniden, pek tanınmış bir yere vardılar. Burası, içinde oturanların, Türk aslından olan Uygurların diliyle Beşbalık «Beş şehir» adını taşımakta ve Cungarya'da bulunan bugünkü Guçen'den birkaç kilometre batıya düşmekte olup keza çok eski bir şehirdir. Beşbahk'ın komutanı, memurları şehre, Cengiz hana giden bir elçilik heyetinin geldiğini haber alınca, onları daha büyük bir törenle selâmlamak için, karşı çıktılar. Bütün şehir halkı, budist ve taoist bonzlar hep oradaydı. Esas itibariyle Cengiz hanın kudretli adamı Çinkai için yapılan bu gösterileri, Çanğ-çun ve maiyeti, kendi lehlerine kaydetmekte gecikmediler. Üstadı, talebeleriyle birlikte şehrin dışında bir bağda misafir ettiler, ama o kendi hesabına, gösterilen saygıdan mütehassis bulunuyordu. Bundan asıl mütehassis olan belki de hâtıra defterini tutan ve üç büyük dine mensup papazların, büyük ve aziz üstadın etrafına nasıl üşüştüklerini görünce sonsuz bir coşkunluğa kapılan talebe idi. Çanğ-çun bu sefer de bilgin alâkasını göstermekten ve şehrin geçmişine dair ne elde edebildiyse bunları dikkatle toplamaktan geri kalmadı. Arada, kendisini en çok düşündüren noktayı da, bu çöl yollarını daha ne kadar zaman arşınlıyacakları ve daha hangi dik dağları tırmanacakları noktasını da u-nutmuyor, Cengiz hanın karargâhına ne vakit yarılacağım merak ediyordu. Sabırsız soruşturmalarına karşı etraftan aldığı cevap doğ-
118
Bir.İ N M I Y K N lc;-\sv\
rusu onu pek sevindirmemişti, çünkü söylediklerin. göre, seyahatin son hedefine ulaşmak için alacakları yolun uzunluğu on bin liden az değildi. Eylülün 10-unda Beşbalık'a veda ettiler. Dört gün yol aldıktan sonra Lun-tay adlı bir şehre vardılar, burada onları selâmlamağa hıristiyanların en büyük papazı geldi. On bin lilik yolun henüz ancak üç yüzünü alabilmişlerdi. Bugün bize, hiç duyuln amış bir yer gibi gelen bu Lun-tay da pek önemsiz bir yer değildi, Asya seyahatnamelerinin sayfalarını çevirenler buranın bugü'.Kü adı olan Urumçi'yi herhalde pek iyi bilirler. Haritaya baktığımızda Çanğ-çun'un kervanının Beşbalık'ın yanında, BatıÇin'de bugünkü An-si'den başlayıp Hami, Barköl. Guçen, Urumçi. Manas'tan geçerek Kulça'ya giden, oradan bir kolu ile büyük Orta-yol ile birleşen. öteki kanadiyle de Isık-köl'ün kuzeyinde bulunan Tokmak'a doğru uzanmakta olan büyük kuzey kervan yoluna sapmış olduğunu derhal görürüz. Çanğ-çun kervanının ondan sonra vardığı konak yerini biraz önce söylemiştik. Gerçekten kervan eylülün 26-sında Uygurların Cambalık dedikleri şehre varmıştı ki, bu Cambalık bugün kuzey yolunda bulunan Manas'tan başka bir yer değildir. O sıralarda Cambalık'ta Uygurlar oturmaktaydılar, şehrin en baş idare âmiri ise Çinkai'a eski dostluk bağlariyle bağlı bulunan bir Uygur idi. Çinkai'ı karşılamak için bütün eli ayağı tutan halkı, Uygur papazlarını bile kasaba dışına çıkardı. Karşılama töreninden sonra zengin bir ziyafet başladı, bol şarap ve meyva ikram ettiler, bu sonuncular arasında karpuz ve diğer ortaya konan tatlı kavunlar pek ziyade beğenildi. Tabiî Çin'liler bütün bu telâş ve ikramın üstada olduğunu sanmışlardı. Cambalık'ta Çinkai yalnız bir gün dinlenme müsaadesi verdi, ertesi gün yola devam edilecekti. On gün kadar Tien-şan'ın kuzey sırtında yol aldıktan sonra kum çölünde de bütün bir gün gittiler. Aşağı yukarı hep aynı yönde, batıya doğru gidiyorlardı, nihayet gayet güzel bir göle vardılar ki, bunun çevresi iki yüz li idi, etrafı dağlarla çevrili olan bu gölün temiz ve duru suyunun içinde karlı tepelerin keskin hatları aksediyordu. Her ne kadar Çanğ-çun gölün adını söylemiyorsa da bunun bugünkü Sayram gölü olduğu meydandadır.
BİLİ N M IV B N
t Ç — .% V SA
119
Kervanın yolu gölden başlayıp güneye yönelerek tekrar dağlara çıkıyordu. Çam ve kavak ormanlarından geçerek derin sulu, hızlı akışlı dağ kaynakları arasında ilerliyorlardı. Bereket versin suyu geçmek de zor değildi, çünkü Cengiz hanın ikinci oğlu Çağatay, lüzumlu yerlerde kırk sekiz kadar ağaç köprü kurdurtmuştu. Bu köprüler, üzerlerinde iki arabanın ferah ferah yanyana geçebileceği kadar genişti. Son geçidi de arkada bıraktıktan sonra geniş bir vadiye vardılar ki, burası da bitki bakımından zengindi, yuyu-ba ve dut ağacı da bulunuyordu. İli vadisinde yine önemlice bir şehre ulaştılar ki, Kulca adiyle bugün pek iyi bildiğimiz bu şehri hâtıra defterini tutan kronikacı çömez o zamanki adiyle Almalık diye kaydetmektedir. Almalık'ta da öteki yerlerde olduğu gibi bir kabul gördüler. Şehirde oturan müslümanların başiyle Moğol mutasarrıf, darugaçi, heyeti şehrin önünde karşıladıktan sonra, ziyafet sofrasına oturttular. Üstat yine şehir dışında, bir meyva bahçesinde misafir edildi; ziyaretine gelen hürmetkarlarını orada kabul etti. Bu şehrin en çok ün salmış şeyi meyvası ve bunlar içinde de en fazla değer verileni elması idi. Zaten şehrin adı da buradan alınma olup Almalık, elmalı yer, elma bahçesi demektir. Şehrin başka bir şöhreti de tolma dedikler} bir elbise olup bir nebattan yapılmaktadır. Bu tolma herhalde vücudu ısıtır bir şey olacak ki, kışlık urba olarak kullanılmaktadır ve üstadın pek hoşuna gittiğinden ihtiyatlı davranarak dokuz tane birden almıştı. Arazi burada da arklarla sulanarak işlenmektedir.-Almalık'lılar içme suyunu acayip şekilli bir taş testi içinde başlarının üzerinde taşıdıklarından Çin'-lilerin su doldurma kablarını gördükleri zaman pek şaşmışlardı. Dört gün sonra çok derin ve geniş bir suya vardılar ve bunu ancak kayıklarla geçebildiler. Çanğ-çun'un yol notlarına göre bu nehrin adı Talaş müren'dir. Anlaşılan bizim yolcular Kulca'dan Talas'a kadar olan uzaklığı dört günde alamamışlardı. Bu Çin seyahatnamesinin tefsiriyle uğraşanların hepsi burada bir yanılma, yanlış yazma olduğu noktasında, İli yahut belki de Çu nehri adı yerine Talaş denildiğinde birleşmektedirler. Kervan artık Cengiz hanın ordasına gerçekten yaklaşmakta idi ki, kılavuzlardan biri, Çunğ-lu'nun birkaç adamiyle beraber Çanğ-çun'un gelmekte olduğunu haber vermek üzere ilerigitti. O sırada üstat beklemediği bir sevince kondu, tesadüf onu memleke-
120
BfLİNMİYF.N
İÇ-ASYA
tine dönmekte olan Çin elçisiyle karşılaştırdı. Çin elçisinin, onu ilgilendirecek bir haberi de vardı: Cengiz hanı tahminen iki ay önce görmüştü, tam Khvarizm sultanını kovalamağa gidiyordu. / Kasım ayının 1-inde Kara Kitaylar ülkesine varıldı. Bu kavim, daha pek de o kadar eski olmıyan bir zamanda Çin'in kuzey komşuluğunda oturmakta idi, göçebe kuvvetiyle Gök memleketinin bütün kuzey bölgesini hükmü altına almış iken kardeş bir kavim olan Cürçi'lerden yediği darbe üzerine dağılmış, bir kısım döküntüsü, eski göçebe âdetlerine uyarak burada, Iç-Asya'nın batı kısmında sığınmıştı. Eski şanlı devirlerini Kara Kitay adiyle bir daha yaşamağa başladığı sırada Khvarizm sultanı gelip bu küçük devleti ortadan kaldırıvermişti. Şimdi ise sıra Khvarizm sultanının idi. Üstatla adamları yedi-sekiz gün kadar dağların yanı sıra at ve araba üstünde yol aldıktan sonra güneye saptılar ve kısa bir zaman içinde Sayram şehrinde karar kıldılar. Sayram'dan ayrıldıktan sonra Sirderya'ya vardılar, bu büyük nehri kayıklarla geçtikten sonra nihayet aralık ayının 3-ünde Semerkant'a ulaştılar. Üstat burada taoist bonzları beyhude bekledi, bu taraflarda o Çin hakiminin dinini bilen yoktu, öyleyken bu şehri yine çok sevdi, buradan o kadar hoşlanmıştı ki, zor ayrılabildi. Gerçi Semerkant'ta onu bir bağ evine oturtmamışlar, büyük bir kadirbilirlikle kendisine vaktiyle Kara Kitaylar hanının oturduğu, kale gibi bir konağı tahsis etmişlerdir ki, Moğol orduları Khvarizm sultanını buradan daha yakınlarda sürüp çıkarmışlardı; ama şurası da doğru idi ki, her tarafa yayılmış olan eşkıya çeteleri yüzünden o sırada şehrin bu kısmında oturmak pek de emniyetli değildi, fakat üstat hiç telâş göstermeksizin, taoistlerin bir şeyden korkuları olmadığını söyliyerek adamlariyle beraber bu ıssız ve savaşlarda harap olmuş baykuş yuvasına çekildi. Semerkant'ta o vakitler Türkler oturuyordu ve şehrin adını da kendi dillerine uydurarak Semizkent, yani «besili şehir» e değiştirmişlerdi. Savaş zamanındaki kargaşalıklarda binalar yıkılıp yumulmuş, etraftaki köprüler harap edilmiş ve halk arasında korkunç insan kaybı olmuştu. O dehşetli harb bu havaliyi sarmazdan önce Semerkant'ta 100,000 aile otururken şimdi bunun ancak dörtte biri kalmıştı. Semerkant'm tarlaları ve bahçeleri hep müslümanla-rm elindeydi, fakat yeni emirlere göre, sahipleri ancak Kara Ki-
BİLtNMiVKN IÇ—ASYA
121
tayların, Çin'lilerin veya Tangutların delâleti ve murakabesi altında bunlardan faydalanabilmekte idiler. Şehir halkı oldukça karışıktı, göze çarpacak derecede fazla Çin'li amele vardı. Heyetin kışı Semerkant'ta geçirmesi kararlaştı. Moğollar etrafı, hususiyle güneye giden yolu yoklamak için yeniden keşif kolları çıkardılar. Üstadın keyfine diyecek yoktu; şimdilik o berbat yolları aşmak lâzım değildi, rahat rahat etrafı temaşa edecek, felsefi düşüncelerine dalabilecekti. Bu müthiş uzaklıkta, yabancı âdetler, dillerini bile anlamadığı yabancı kavimler arasında tesadüf, kendisiyle dil-maçsız olarak, canının istediği gibi konuşabileceği bir yurttaş çıkardıkça gerçekten büyük sevinç duyuyordu. Bereket versin buralarda yerleşip kalmış olan ve diyar diyar dolaşan Çin'lilere, hem de yalnız alelade insanlara değil, kendisiyle fikir teatisinde bulunabileceği kimselere hemen her yerde raslıyordu. Semerkant'ta bir müneccimin şahsında Çin'li arkadaşını bulmuştu. Üstat gök bilgisini seve seve ortaya döküyordu, çünkü bu sahada daha yakın zamanlarda kendisi de birtakım bilgiler edinmişti. Yolda görmüş olduğu gün tutulmasından söz açtı ve ikisinin müşahedesinin birbirini tutmadığını yarı hayret, yarı memnunlukla gördü. Kendi görüşüne göre aynı güneş tutulması esnasında güneşin kararması Kerulen nehrinin yanında onda altı idi ve saat tam on ikide görülebiliyordu. Semerkant'lı astronom arkadaş ise kararmanın burada onda yedi olduğunu ve öğleden önce saat 10-da görüldüğünü söylüyordu. Bundan da Konfuçius'un «İlkbahar ve güz» adlı kronika-sında, gün tutulma nispetinin her on bin li uzaklıkta başka başka olduğunu ve bu olayın bir yelpazenin lâmba önüne tutuluşuna benzediğini yazarken tamamiyle haklı olduğu anlaşılmakta idi; buna göre öyle yer olur ki, yelpaze lâmbanın ışığını tamamiyle keserek karanlık gösterir, öbür taraflarda ise lâmbadan, daha fazla ışık görmek mümkündür! Semerkant'lıların yabancı yığınları arasına da merakla sokularak bir sürü yenilikler gördükçe, üstadın gözü dört açılıyordu. Erkekler de, kadınlar da saçlarını örüyorlar. Erkekler, üzerinH den püskül sallanan yüksek, sivri kalpaklar giyiyorlar, bu garip \ başlık hazan cicili işlemelerle de süslüdür. Böyle kalpak giyenler
122
B İ f. I N M t Y I. N
İ (; - A S Y A
yalnız kibarlardır, daha fakir sınıftan olanlar başlarına altı ayak uzunluğunda beyaz bezden sarık sararlar. Kibar kadınlar başlarına gayet nefis kumaştan yapılmış örtü örterler, bu örtü çok uzun olup siyah veya koyu kırmızı renktedir, çoğunda üzeri çiçek nakışlıdır. Fakir kadınlar başlarına bayağı bezden örtü atarlar. JŞrkeMer olsun, kadınlar nls^n umumiyetle üstü dar, altı bol, beyazjP^]&+-gQE9İlgk gibi bir elbise giyerler. Her hangi bir koca fakir düşse, karısı lâfsız sözsüz onu bırakabilir. Semerkant'lılar kocalara karşı umumiyetle sert davranmaktadırlar, çünkü meselâ bunlardan biri uzun bir yolculuğu kafasına koyup da üç ay içinde geri dönmezse yahut da her hangi bir sebeple geç gelecek olursa, tuhaf bir duruma düşebilir: karı, uzun süren bir beklemeden usanıp, hakkım kullanarak başka kocaya varmış olur. Üstadın yalnız bir nokta hoşuna gitmiyor ve durmadan başını, sallıyordu: burada ne çok sakallı, bıyıklı kadın vardı! Buranın insanları uzun boylu ve çok kuvvetlidir, her hangi bir Semerkant'lı, kuşak kullanmağa lüzum bile görmeden, inanılmıya-cak kadar ağır yük taşıyabilir. İçlerinde, kendilerine Acemce ola-J rak daşman denilen okumuş adam çoktur. Daşmanlar esas itibariyle mollalardır, halk da zaten hep müslümandır. Kışın tam bir ay oruç Jutarlar-^jgündüzleri bir şey yemezler, fakat "akşam oldu mur~bağ-daş kurup yere otururlar ve sabaha kadar yer içerler. Yukarısında fırdolayı bir küçük balkonu bulunan yüksek kuleli yapıları vardır. Papazları Allahın her sabahı ve akşamı oraya çıkar, batıya doğru eğilir ve tiz bir sesle okumağa başlar, bunun üzerine erkek kadın herkes ibadet için tapınağa koşar. Çanğ-çun un anlattıklarından; cami ve naıpazaçağıran müezzinden bahsettiğini anlamak güç değildir. İmam da tıpkı öteki müminler gibi giyinir, yalnız, başına beyaz tülbentten bir sarık sarar. Çanğ-çun Çinlilerden o kadar ayrılan bu yabancı hayatı keskin bir bakışla incelemektedir. Sanki ziyarete gelmemiş de ilmî bir araştırma gezisine çıkmış gibi, her şeyi büyük bir dikkat ve itina ile gözden geçirmektedir. Arabalara, kayıklara varıncaya kadar, her şeye bakıyor ve bunların da memleketi olan Çin'den ne kadar farklı olduğunu hayretle kaydediyor. Silâhlarını çelikten, mutfak kablarmı bakırdan yapıyorlar; fakat porseleni de biliyorlar. Şa-^rap kabları, şişeleri; bardakları camdandır. Paraları altındır, fakat
BİLİ \ M İ V i: \
i t; — \ S t \
123
bunların şekilleri de kendi vatanındakilere benzemiyor, ortaları delik değil. Paranın her iki tarafında islâm yazısı okunmaktadır. Fakir adamların bir sürü tuhaf işleri arasında birçoklarının test» içinde su satışlarına hayret ediyor. Ya bu ne çılgınca âdet ki, su-sıyan adamlar kışın da su içiyorlar! Soğuk kış ayları, birer birer işte böyle gelip geçti. Şubatın başında, Çunğ-lu keşif yolundan dönerek, her şeyin hazır, köprülerin tamir edilmiş olduğunu ve imparatorun Hindukuş'un kuzeydoğusunda Çanğ-çun'u beklediğini haber verdi. Üstat hoşnutsuzluğunu hiç gizlemedi. Yine rahatını kaçırıyorlardı, bu yetmiyormuş gibi bir de Amu-derya'dan güneye doğru bütüı pirinç ve sebzeleri yok ettiklerini duymuştu; belki kendine yiyecek bile bulamıyacak-tı. Derken bahar geldi, badem ağaçları çiçeklerini döktüler, fakat hâlâ hareket etmiyordu. Nihayet nisanın sonunda acele haberciler gelip onu bularak, vakit geçirmeksizin hazırlanıp Cengiz hana kavuşmak üzere yola çıkmasını, çünkü onun, taoizmin derin hikmetlerini dinlemek için sabırsızlıkla beklemekte olduğunu bildirdiler. Çanğ-çun, gelenleri yol hakkında bir kere daha, merakla soruşturduktan sonra, talebesinden bir kısmını orada bırakarak Moğol kılavuzlariyle birlikte nihayet zar zor yola çıktı. Üstadı korumak için peşinden yüz kadar silâhlı adam gidiyordu. Bu tedbir hiç de' boşuna değildi, çünkü Demirkapı tarafında haydutlar toplanmıştı, orada bu askerlerin gerçekten çok faydası görüldü. Bunun dışında, yolculuk tamamiyle arızasız geçti ve mayısın 16-smda birçok soruşturma ve tarif ile buldukları yollardan kazasız geçerek Cengiz hanın ordasına vardılar. Nihayet kendisini davet eden kimsenin evindeydi; lâkin bu uzun boylu düşünmeden kabul ettiği daveti yerine getirmek için aradan tamiki yıl geçmiş^ ve bu uğurda Asya'nın yarısınj^okşıvermjsli^ Gösterilen kabulden daha iyisi olamazdı. Cengiz han taoist üstada elinden gelen nezaket ve ikramı göstererek kendi çadırına götürdü ve misafir etti. Fakat daha yarım saat geçmeden sorduğu sualden, ebedî hayata ermenin sırrını araştıran taoistlerin bu ünlü üstadını ne için davet ettiği ve en büyük hakîm sayılan filozofla karşı karşıya gelebilmek için yolda da adamlarına neden o kadar acele ettirdiği meydana çıkmıştı.
124
B İ L t N M İ Y EN İÇ - A S YA
'
«Ey uzak yoldan gelen aziz adam, ölmezliği sağlıyacak bir ilâcın var mıdır?» Üstat hakimane ve dosdoğru cevap verdi: «Hayatı muhafaza edebilecek çareler vardır, fakat hayatı sonsuz kılacak ilâç dünyada yoktur.» ^ Yazın bunaltıcı sıcakları başlamıştı, Cengiz han misafirini beraberinde karlı dağlara götürdü. Koca fatih ölmezliğin sırrını ele geçirmek istiyordu, halbuki Çanğ-çun taoizmin hikmetlerini kendisine öğretmek için yola çıkmıştı. Felsefi izahlara girişmek bu seferlik geri kaldı, çünkü yeni bir müslüman isyanı haberi gelmişti ve Cengiz han, karışıklık çıkan yeri düzenine komak için derhal toparlandı. Üstat ise, seferin sonunu beklemek için, göçebe hükümdarın izniyle, tekrar Semerkant'a döndü. Ağustosun 8-inde Moğol habercileri gelerek Cengiz hanın Kabil civarındaki ordasında kendisini beklediğini bildirdiler. Çanğ-çun eylülün 28-inde gerçekten yine büyük hanın çadırında, kımız dolu taslar karşısında oturuyordu, fakat her şeyden konuşulduğu halde, onun taoist bilgisine kimsenin merak ettiği yoktu. Ekim ayının 3-ün-de ise Cengiz han çadırını toplatarak kuzeye doğru hareket etti. Üstat da onunla gidiyordu. Amu - derya'yı geçmişlerdi ki, Çanğ-çun'a söz sırası geldi ve taoizm felsefesini açıklamağa başladı. Cengiz han Çin'li hakimin bütün sözlerini Moğolcaya çevirtiyor ve bu izahları dikkatle, beğenerek, bir noktasını kaçırmaksızın dinliyordu. Bu derslere başka fırsatlar düştükçe devam ettiler; sonunda j^inkai^ hükümdardan Çanğ-çun'un anlattığı şeylerin hepsinin Çince ve Moğolca olarak dikkatle yazılması emrini aldı.) Çin'li filozofla Moğol hanı kuzeye doğru daha bir müddet beraber gittiler, nihayet nisanın 11-inde birbirinden ayrıldılar. Ondan sonra Çanğ-çun Çu nehrini ve Altay'ları geçti; Kobdo'nun yanında talebeleriyle birlikte güney-doğu istikametinde memleketine, Çin'e doğru yollandı. Cengiz hana yapılan bu ziyaret üç yıl sürmüş, sonunda ise davetçi, hayal sukutuna uğramıştı; sonsuz hayatın sırrı bundan böyle de önünde sır olarak kalıyordu. Fakat ziyaretçinin de maceradan memnun kalmadığı muhakkaktı, çünkü büyük barbar istilâcıyı taoist dinine çevirememişti. Bununla beraber bu büyük yolculuk yine de beyhude olmamıştı: Çanğ-çun dine davet yoluna çıkmış, fakat coğrafî bir keşif yolundan dönmüştü.
VII. İSLÂM DÜNYASI HABERCİLERİ Arap va Acem coğrafyacı va tarihçileri. — Sattık Bağra han va Türklerin islâmlığa «irişleri. — in son kaşif olunan bir Arap coğrafyası: Hudud-ulâlâm.- İbni Batuta va Asya ila Afrilca'daki sergüzeşti! seyahatleri. — İbni Batuta'nın İç-Asya dalaşmaları.
Şark keşifçileri arasında Avrupa'da uzun zaman yalnız Arapları tanırlardı. Hattâ bunlar sade tanınmakla kalmıyarak dünyayı gezen bilginlerinin ve tacirlerinin fevkalâde başarılariyle Batı keşifçilerinin araştırmalarını tamamladıkları için takdirle de karşılanırlardı. Bu takdire biraz bencillik karıştığı inkâr edilemez. Batılılar başkalarının buluşlarında kendi bilgilerine karşı hayranlık duyu yorlardı. Araplar iyi matematikçi, değerli coğrafyacı ve kudretli fi lozofturlar. Niçin? Çünkü onların bu bilgilerinde Avrupa, hususiyle Yunan örneklerini, tesirlerini kolaylıkla bulabiliriz. Hakikati söy lemek lazımsa, Arap keşif seyahatlerinin bu şekilde değerlendiril mesi bundan yarım yüzyıl önce moda idi; o zamandan beri^A£§£— coğrafya ilmiyle ilgili bilgilerimiz genişlemiş ve onların bilgilerin den kendimize Övünç payı ayıran jrencj| görüşlerden kurtulnTUftur_____ Gerçekten Arap gezginlerinin ve coğrafyacılarının eserleri Avrupa'da çok erken tanınmış, bilginlerimiz tarafından asıl metinleriyle veya tercüme halinde yayınlanmıştı. Fakat garip bir tesadüf işi olarak bu ilk ilim eserleri bu alandakilerin en önemlileri, gerçekten çığır açmış veya en eski seyyahlara ait eserler olmayıp, rasgele ele geçmiş ve hemen hepsi, nispeten daha son zamanlarda, çoğu başka kaynaklardan toplanarak meydana getirilmiş derme çatma eserlerdi. Tarihe ve coğrafyaya ait Arap ve onunla aynı kökten türeme Acem eserleri koca bir nehrin önüne set çekilebilecek kadar çoktur.
126
Hİ I.İ \M İ> I. N İ(.:— VS1» \
Aynı konudaki Avrupa veya Çin eserlerinin ilmi ağırbaşlılığına ve doğruluğa önem verişine alışmış olan bir kimse, rasgele bir Arap coğrafyacısını kendinden evvelkilerden ayırarak dikkatle okumağa başlarsa, doğrusu, onu hayal sükutiyle elinden bırakır. Bunlardaki uygunsuzluk, muhtelif olayların ve çağların birbirine karıştırılışı o kadar çoktur ki, tenkidciye ister istemez baş sallatır. Zaten netice de kendini göstermekte gecikmedi. Arap bilgisine karşı olan sonsuz hayranlığın ardından hemen çok geçmeden, hayal kırıklığı, hattâ ölçüsüz bir isteksizlik geldi; bu Araplarda hiçbir tenkid duygusu yok, akıllarına geleni yazıyorlar, sözü geçen yer veya çağ hakkında başka kaynaklarımız yoksa onların yalan yanlış uydurmaları ele alınmağa bile değmez, deniyordu. Fakat o ilk hayranlık ne kadar aşırı idiyse sonraki inansızlık da o derece yersiz ve sebepsizdir. Arap ilminin coğrafya ve tarih alanında sağladığı faydaların önemi sonsuzdur, yalnız hangi bilginlerinin sözünü dinliyeceğimizi bilmemiz gerektir. Şunu da bilmemjz fena olmaz ki, Arap coğrafyacılarının çoğu, yazmış olduğu o bir sürü uzak ülkeleri gezmemiş, hattâ bazı daha aklı başında ve doğru sözlü arkadaşlarının yapmaktan çekinmedikleri gibi, uzak kıtalara gidip gelen tacir kervansaraylarına kadar zahmet ederek hiç olmazsa yazacağı kitapta adı geçecek memleket ve kavimler hakkında ağızdan bazı haberler dinlemeğe bile lüzum görmemiştir. Arap coğrafya ve tarih literatürünün kendine has olan kusuru, doğrudan doğruya müşahedeye veya birinci derecedeki kaynak gibi, bizim gözümüzde son derece önemli olan sağlam temele ancak kısmen dayanmasıdır. Yeniden meydana konan Arap eserleri çok defa, lâyıkiyle anlamadan karıştırılmış, geçmişteki müelliflerin eserlerinden mânâsız bir şekilde kopye -edilmiş ve sade yeni müellifin adını taşıyan kitaplardır ki, bu kitaplarda, değişik çağlarda, değişik yerlerde yaşamış kavimler aynı çağa düşerler ve aynı zaman içinde birçok yerde başka başka adlarla görülürler. Akıl almıyacak bir surette birbirine karıştırılmış olan bu bağları çözebilmek için birtakım kurnazca kaynak araştırmaları yapmak ve sonradan meydana getirilen derme çatma eserdeki bilgi yığını içinden de değeri olan ve eski, sözüne inanılır gören ve işitenlerin ifadelerini birer birer seçip ayırmak lâzımdır. Peki ama, Araplar bu kadar bilgiyi nereden toplamışlardı? O bir sürü uzak milletleri, ülkeleri nereden öğrenmişlerdi? Herhalde»
B İ 1. İ \ M İ \ K \
İ Ç — \ S ■* \
127
bu adamların analarından böyle bir bilgi hırsiyle doğmadıkları muhakkak. VII. yüzyıla gelinceye kadar bu kavim de, tıpkı kom suları gibi, ehemmiyetsiz, pagan bir_ göçebe kavimdi. Savaşçı ve teşebbüsçü idiler, ama eğer kaderin anlaşılmaz-cttvesi, yahut belki amansız kanunu onları zamanla âdeta yarı dünyaya sahip kılacak bir dönüme ulaştırmış olmasaydı, o uzak ülkelere kendilerinin yayılması şöyle dursun, oralarda adları bile duyulmazdı. Bu dönüm Muhammet'in çıkışı ve islâm dinini kuruşu ile başlamıştır. İslâmlık kılıçtır, derler. Gerçekten bu yeni din kendisine müminler toplamak için insanları kandırmakla, onlara ahiret saadetleri vadetmekle ve tuba ağacının, günü gelince onu bekliyen serin gölgesine çağırmakla yetinmemiştir. Belki de bu din, ona katılmış olanlara, asıl yemişini öteki dünyada verecek olan en başlıca ödevin, dinsizleri, hem de sade dinin hakikatlarını yaymak, aklını erdirmek suretiyle değil, daha ziyade silâhla, zorla islâm dinine çevirmek olduğunu şuurlu bir şekilde aşılamıştır. Muhammet'in dini, böylece önüne geçilmez, mutaassıp bir istilâ politikasının yayıcısı olmuştur. Arapların elâstikî hareketliliği bundandır. Haber toplayıcı öncüleri yakın ve uzak memleketlerden sonra daha uzak ülkeleri de gezip görmüşlerdir. Zamanla gittikçe kabarıp şişen müslüman Arap imparatorluğunda o vakte kadar birbirine uzak olan bölgeler yakınlaşmış, uzaktaki kabileler, şehirler arasında sıkı bir ticaret hayatı başlamıştı. Mal yüklü kervanlar, müslüman ülkesinin kıymetleriyle yüklü gemiler nihayet günün birinde İslâm imparatorluğu hudutlarının nerede bittiğine bakmıyarak mal satmak için, artık şimdi yalnız ticaret için, daha ilerideki dinsizlerin memleketlerine uzanmışlarsa bu şaşılacak bir şey midir? Arap kervanları o vakte kadar, kendileri için ulaşılmaz yer olan İç-Asya sınırlarına, Güney-Sibirya'nın ormanda barınan kavimlerinin yanına böyle varmışlar, Arap gemicileri de gemileriyle Seylan, Cava adalarına yanaşarak kendi ticaret bilgileri için Güney-Çin limanlarını öğrenmişler ve bu suretle çığır açan coğrafya keşifçisi olmuşlardır. Eskiden bir zamanlar, barbar göçebelerin tek bilgisi, yazısiyle ve kitabiyle, dinden ibaretti. Bunun gibi, müslüman Arapların gö-
128
RIMNMIYEN
İÇ-ASYA
zünde de önceleri bilgi demek, sadece Kuran ile, evliyadan sayılan din ulularının hikmetli, dinci tefsirleri demekti; gittikçe büyüyen coğrafya mesafeleri, sonraları —yazı bilgisi sayesinde ~_gâebjyaü. ve bilimi meydana getirmiştir. ^ Bu bilimler arasında Arap coğrafyası ve tarihi ilk olarak gelişenlerden olmuştur. Ve bunun hepsi de şaşılacak bir hızla, yalnız iki üç yüzyıl içinde meydana gelmiştir. Daha IX-X. yüzyılda Arap coğrafyası teşekkül etmiş ve hızla fethedilen ve tanınan bir sürü ülke de bu coğrafyayı çabucak genişletmiştir. Müslüman - Arap istilâcılığı iç-Asya'nın kendine mahsus eski hayatı için felâketli neticeler doğurmuştur. Bu din önce güney sı^ '\Jr nurlarından sinsice sokulmuş, sonra gittikçe sesini yükseltmiş ve ni/\^' D^ hayet silâhlarına güvenerek kendini yeter derece kuvvetli bulduğu vakit, vâhalardaki şehirlere zorla yerleşmiş, göçebe çadırlarının içiv ' t£*5"■> ne sokulmuş ve fethedilen toprakta yavaş yavaş tek ve titiz bir ses \tf , £j yükselir olmuştur: Tanrıdan başka yoktur tapacak, Onun elçisidir ^ ^ Muhammet! V fc rS Vaha - şehirlerin Iran'lı halkı çabuk teslim olmuştu; göçebelerle V -v^^^ yaptığı harbler yüzünden bu halkın kuvveti zaten kırılmıştı. Onun {/^Vpjf< fr için budizmi, maniheizmi, ateşe tapmayı, hasılı eski hayatına, meC ^3^ / *^N deniyetine ait nesi varsa hepsini, hepsini unutarak gayretli müslü•^ C^^N f manlar haline gelmişlerdi. Dikbaşlı Türkler ise bir zaman bu mut'? sJŞ $? hasaraya dayandılar, fakat onlarda da yalnız başlıca kabilelerden L^ ılı birinin veya ilerigelen bir başbuğun bu salgın çağdaş ülküye katılması bütün kabilenin arkasından sürüklenmesine yeterdi; bununla
A"
bK^v a K*
ortada engel kalmıyor, zaferin tamamlanması artık sade bir zaman işi oluyordu, islâmlığın zaferli yayılışı İç-Asya tarihinde sonu belirsiz tesirler yaratmıştır/Bu müsamaha bilmez din orada, eski dünyanın o kadar zararsız görünen hâtıralarına bile kıymış, onları yok etmiştir. Ve daha sonra, bundan birkaç yüzyıl önce, Batı'lılar bu kıtada istilâcı olarak göründükleri vakit, artık eski geçmiş yüzyılların olaylarını, medeniyetlerini hatırlatacak hiçbir şey bulamamışlardır./ ^V, Gerçekten bunlar, eski pagan insanlara, onların yarı dünyayı titreten kahramanlıklarına dair hiçbir şeye raslıyamamışlar, her yerde islâmlık için savaşan ve hep bu savaşı terennüm eden yeni
BİI.İNMİYI'.N
İÇ-ASYA
129
kahramanlarla karşılaşmışlardı. Evet, ulusuna bu hak dinini tanıtmış olan Satuk Boğra hanın büyüklüğüne, kahramanlığına yaklaşacak bir adam daha dünyaya gelmemişti. Onun şekli, efsanenin altın örtüsiyle örtülmüş ve din gayretinin esrarlı eli, bu artık insan değil âdeta yarı tanrı olan hükümdarın çehresinden tarihî ve maddi bütün çizgileri silmişti. Bütün kavmiyle birlikte islâmlık safına jlk katılan_gögebe hü; kjimjSî^ğerçelctenî^ rını biliyoruz ki, bu~ önemli olay 9ÖU tarihlerinde vuku bulmuştur, fakat bu kavmin o zamanki İç - Asya'da yaşıyan Türk kavimlerinin hangisi olduğu kesin olarak bilinemediğinden, bu nokta hâlâ müna kaşa konusu olmakta devam etmektedir. Belki Tarbagatay yamaç larından inerek İli vadisine ve îsık - köl taraflarına yerleşmiş olan Karluk aşiretinden türemiştir. Fakat Turfan havalisinde oturan Toguzoguz adlı Türk kabile birliğinin bir kolu olarak daha batıya düşmüş bulunan ve keza ileri bir Türk kabilesi olan Yağmadan tü remiş olması da ihtimal içindedir. Şurası muhakkak ki, Satuk Bogra han İç-Asya'da, eski islâm kaynaklarında adı Karahanlılar mem leketi diye geçen yeni ve büyük bir Türk devleti kurmuştur^Bu dev letin iki önemli büyük şehri vardı, bunların biri, bugün de iyi bili nen Kaşgar, öteki ise eski zamanlarda adı çok söylenmiş olan ve Çu nehri kıyısında, Işık - köl'ün yakınında bir yerde bulunan Balasagun idi. İslamların istilâcı politikası Karahanlılara kalmıştı (halis kan Türklerin hoşuna da gitmiyecek bir şey değildi bu) ve bunlar bir biri ardından Yarkent'i, Khotan'ı, budist medeniyetinin bu eski ka lesini almışlardı. Karahanlıların istilâsı islâmlığın zaferi demek ol duğunu ve budist kiliselerinin, pagodaların yıkıntıları üzerinde ca miler yükseldiğini, eski budist manastırlarının islâm mollalarına mahsus medreseler haline getirildiğini belki Söylemeğe bile lüzum yoktur.^feni Türk - islâm hayatı az zaman içinde, yeni çağların düA şüncesine uygun Türk ilim ve edebiyatını yaratmıştı. Şu var ki X./ ve XI. yüzyılların İç - Asya'sı da bizim için çok eskidir ve bütünl -^P^ yadigârları, eserleri zamanımıza kadar kalmamıştır. Böyle olmakla \ beraber en hacimli şiir mecmuaları, lügat kitapları gibi bugün elde / bulunan birçok Türk - islâm eserleri hep o çağdan kalmadır. İç-Asya kavimlerini tanıtan Arap ve Acem coğrafyacılarının eserleri, hemen istisnasız, islâm dininin bu toprağa yerleştiği, fakat F. 9
\\
)
BİLİNMİYF.N İSO
Bil. İNM İ Y E N
İÇ —ASYA
I henüz zaferi tamamlanmamış olup eski «pagan» Türklerin şurada jburada yiğitlikler gösterdiği veya birbirleriyle boğuştukları zamanlara aittir. X - XI. yüzyılda yaşamış olan bu müslüman coğrafyacılarının kitaplarını karıştırmaktan daha meraklı, daha heyecanlı mütalâa olamaz: bir tarafta eski bir dünya can çekişiyor, yok oluyor, öte yandan bunun yıkıntıları üzerinde, her şeyi yok eden, her şeyi kendi şekline uyduran müslüman hâkimiyeti kuruluyor. Eski İç - Asya'nın tarihe karışmış medeniyeti üzerine biraz ışık vurmağa başladığı şu son zamanlarda ise, bilginler de bu kaynaklar üzerine gittikçe artan bir ilgi ile eğilmektedirler. Bir an için bu sihirbaz mutfağının kapısından biz de bir göz atarak içeride ne pişirildiğine bakalım ve bu işin yorucu ayrıntılariyle ilgilenmesek bile, çözümü için bilginlerin birbiriyle hararetli münakaşaya tutuşmuş oldukları yeni meselelerin hangileri olduğunu görelim. Henüz geçen yüzyılın sonlarında, 1892-de Tumanskiy adında bir Rus bilgini Buhara'da Fars diliyle yazılmış, coğrafyaya dair bir esere raslamıştı. Bu eser Hudud-ul-âlâm (Dünyaların sınırları, yahut memleketleri) gibi ahenkli bir ad taşımaktadır. Eser X. yüzyıla (982 983) aittir ve öteki, eski Arap ve Acem kaynaklarının zıddına olarak, öyle sonradan kalma bir kopye olmayıp, dilinin eskiliğinden ve imlâ tarzından anlaşıldığı gibi, aynı yüzyıla aittir. Bu eserin keşfi hakkındaki haber o zaman, bilginlerin hayalini şiddetle heyecana getirmişti. Çünkü o kısa haberden de anlaşılmıştı ki, ele geçen şey birçok meselenin aydınlanmasına yardım edebilecek en eski islâm eserlerinin en değerlilerinden biridir. Hudud-ul-âlâm, konu olarak sade müslüman memleketlerini almış olmayıp, bütün komşu ülkelerinden de, böylece Hindistan'dan, Çin'den, Tibet'ten, hattâ Doğu - Avrupa'dan da sırasiyle bahsetmektedir. Biz Macarları hususiyle bu son kısmı ilgilendirmişti. Çünkü sızan haberlere göre, kitapta, yurt kuruluşundan önceki pagan Macarlara da küçük bir fasıl ayrılmıştı. Aradan zaman geçti; her ne kadar Tumanskiy bu çok meraklı Acemce el yazmasını yayınlıyacağını vadetti durdu ise de, sözünü yerine getiremedi. Bu eski arzu nihayet daha şu geçen yıllarda, Tumanskiy'in ölümünden sonra yerine geldi; eseri —onu bulan değilse de başkaları— önce asıl metni fotoğrafya şeklinde, sonra da bol açıklamalarla İngilizce olarak, yayınladılar.
I
-ASYA
ısı
Arasöz olarak şurasını hatırlatalım ki, Hudud-ul-âlâm'ın Doğu-Avrupa kavimlerine ayırdığı bahiste Macarlar hakkında yeni bir şey söylenmemektedir. Öteden beri bildiğimiz Arap ve Acem kay-" nakları aşağı yukarı aynı şeyleri kaydederler. Bu yeni kaynak da Macarlar hakkında kısaca şunları söylemektedir: Macarlar ülke- 1 sinden doğuya doğru bir dağ uzanır, güneyde Vulundur adlı hıris-tiyan bir kavim oturur, batıdan ve kuzeyden Rus eyaletleriyle komşudurlar. Macarlar memleketinde tahminen 20 bin insan vardır, kırallarına Çula derler. Memleket, uzunluğuna 150, genişliğine 100 parasangadır. Kışın, kendilerini Ruslardan ayırmakta olan nehrin kenarında yaşarlar, o zaman balık tutarlar ve onunla geçinirler. Memlekette ağaç ve akar su pek çoktur. Macarlar çok zengindirler hepsi de yakışıklı adamlar olup insana saygı ve korku verirler. Etraflarındaki dinsizlerle durmadan savaş halindedirler ve her zaman üstün gelirler. tç - Asya'ya dair olan bilgi çok daha geniştir ve kısmen, başka kaynaklarda bulamıyacağımız bir şekilde tertiplenmiştir. Sonradan meydana çıktığı gibi, bu eserle ilk uğraşanları en ziyade onun içindeki şehir, dağ ve nehir adları ürkütmüştür. Halbuki bu ülkelerin o kadar değişen tarihî coğrafyasını inceden inceye bilmiyen kimse için, bunları yalnız tarif etmek değil, doğru olarak okumak bile mümkün değildir. Düşündürücü noktalara daha yeni neşirlerden sonra da raslanacaktır, fakat biz, konu üzerinde o kadar titizlikle durmadığımızdan, bunlara takılıp kalamayız. Burada yalnız bu ad yığınından şimdiye kadar söylediklerimizde rasladığımız ve bundan sonra da meşgul olacağımız birkaçını zikretmekle yetineceğiz. Hudud-ul-âlâm'ın Çin'e dair olan faslında bunlardan bir - ikisinin adı geçer. İlk olarak Gua-cov'u, Hüan-dzanğ'ın o meşhur yoluna çıktığı Çin serhat şehrini ele alalım. Gua-cov burada biraz değişmiş bir şekilde, Ahacu olarak geçmektedir. Sonra, etraftaki nüfuz bölgelerine rağmen Çin imparatorluğunun İç - Asya'ya o kadar sokulmuş olması daha çok dikkate değer, çünkü Hüan-dzanğ'da Cü-şı adiyle geçen yer bizim Acem kaynağımızda Kuça adiyle ve hâlâ Gök oğlunun sınırları içinde gösterilmektedir. Bu şehir bugün de aynı adı taşımaktadır. Komşu Toguzoguz Türkleri bu sıralarda durmadan Kuça şehrine akın yapıyorlardı ve şehir zengin olduğundan bu akınlar boşuna da değildi. İki nehir arasında bulunan ve sınırlarında
132
I I İ L İ S M İ V K V i(,: VSV.V
insan yeyici vahşi bir kavim oturan Khotan şehri de Çin'e aittir. Khotan'ın başlıca serveti hanı ipek ve nefrittir. Ülkenin kiralı başlıca memurlukları nadımlarla doldurmuştur. Bu şehir - memleket askerlik bakımından gayet kudretlidir, savaşçılarının sayısı 70.000-den az değildir. Eski Doğu-ve Batı-Kök Türk ve daha sonra Uygur imparatorluğunun dağılışından sonra İç - Asya'yı büyüklü - küçüklü bir alay Türk kabilesi elinde tutmaktadır. Hudud-ul-âlâm bu Türk hükümetlerinden seki/ kadarını göstermektedir. İçlerinde belli başlısı, sonraki Uygur devletinin mirasına konmuş olan Toguzoguzdur. Bunların memleketleri o devirde bile hepsinin en büyüğüdür ve her ne kadar sayıca azalmışlarsa da savaşçı meziyetleri hiç eksil-memiştir. Silâhları hesapsızdır ve komşularına hakikaten dehşet salmaktadırlar. Bunun dışında daha barışçı şartlar altında göçebe hayalı yaşarlar, mevsimlere ve meralara göre hayvanlarını bir yandan öbür yana sürerler. Topraklarında misk kedisi, tilki, samur, kakım ve umumiyetle kürklü hayvan çoktur, hattâ Tibet'e mahsus oları yak denilen mandaya da bol bol raslanır. Tabiatiyle başlıca zenginlikleri koyun, sığır ve attır. Kıratlarının başkenti Çinançkath'-tır. Bu şehir de yine eski tanıdığımız bir yerdir. Hüan-dzanğ olsun, Çanğ-çun olsun bu şehirden bahsederler, sade onlarda adı başkadır: Gav-çanğ veya Koço'dur ki bunların ikisi de halis Çin adlarıdır. Halbuki Çinançkath. Çince değildir, hattâ içinde oturanların Türk olmasından «anılacağı gibi, Türkçe de olmayıp İrancadır ve «Çin'li şehri» demektir. Bizim Acemli habercimiz, bütün eserindeki kıt sözlülüğe uyarak, bu sefer de sade, burasının orta büyüklükte bir şehir, Toguzoguzların başkenti clduğunu, yazın müthiş sıcak, kışın ise havasının o nispette tatlı idiğini anlatır. Toguzoguzlar memleketinden adlarını saydığı tahminen yirmi kadar şehir, nahiye veya köyden olsa olsa daha bir tanesi, Pancikath kayde değer. Bu da îranca bir ad olup «Beş şehir» demektir. Tarihi coğrafya bilgisi olmaksızın bunun da neresi olduğu anlaşılamaz ve belki de bunun, Uygurların öteki meşhur büyük şehirleri olan Beşbalık'ın olduğunu bir türlü kestiremeyiz. Bu şehir, yani Beşbalık - Pancikath, İç - Asya'nın kuzey yolu üzerinde bulunduğuna göre, keza bilinmiyen yerlerden sayılamaz ve bu yoldan geçmiş olan eski yeni bütün seyyahların yol programlarında adı geçer. Bundan başka Toguzoguzlar kiralı eski
BiLİNM1YKN
1Ç-ASY\
133
Uygur âdetini muhafaza ederek her yaz Pancikath'ta oturmaktadır. Büyük Türk kabileleri arasında anılmağa değenler, Kırgızlarla Kartuklardan başka, Türklerin yeniden teşekkül etmiş olup sonradan kendisinden pek çok bahsettirmiş bir kolu olan Oğuzlardır. Bu Ogıız kabile birliğinin kendisinden ayrılan bir güney kolu Anadolu Türkleri, Kemal Paşa'nın Türk ulusu olup, bu kavim, istilâcı göç yoluna İç - Asya'dan çıkmış ve İran'dan geçerek Küçük - Asya'ya gelmiştir. Kendilerine yeni yurt ariyan Macarları yurt kuruluştan önce o kadar uğraştırmış olan Uz kavmi ise Oğuzların batı korundandı. Fakat bu son zamanlarda tanınmağa başlıyan Hudud-ul-âlâm ile ilgili olarak ilmî araştırmaların biraz mücerret dünyasına yaptığımız bu ziyaret galiba uzun sürdü. Şimdi buradan dönerek islâm keşif seyyahları içinden, arkasından tekrar Asya çöllerine yollanabileceğimiz birini seçelim ve görmeden de bildiğimiz dolaylara varıp başka memleketten, başka başka zamanda oraları dolaşmış olan bir gezginin neler görmüş olduğuna bir bakalım. Kılavuz olarak İbni Batuta'yı. tek başına o zamanki dünyanın, başka on sabırsız tacir ve bilgin araştırıcının gezebileceğinden fazla yerini dolaşmış olan yorulmak bilmez bilgin dervişi seçiyoruz. İbni Batuta^doğum yeri olan Tanca'dan, dindar Arapların mukaddes ziyaret yeri olan Mekke yoluna çıktığı zaman yirmi iki yaşındaydı. Eğer Tanrı ona öyle'sonsuz bir seyahat hırsı bahsetmemiş veya böyle bir hırsla onu kahretmemiş olsaydı, sade bu Mekke yolculuğu bile onun merakını gidermeğe yeterdi. Böylece bir kere hacca gitmekle yetinmiyerek mukaddes şehri birkaç defa ziyaret ettikten maada daha da ileri giderek Arabistan'ı, Suriye'yi, İran'ı, Mezopotamya'yı (İrakı, Anadolu'yu gezdi, Güney Rusya'yı yahut o zaman söylendiği gibi, Kıpçak'ı baştan başa dolaştı, İstanbul'a gitti, Buhara'yı; Afganistan'ı gördü. Sergüzeştçi ruhu onu oradan da ilerilere, Hindistan'a götürdü. Hindistan müslümanlarının o zamanki başkentleri olan Delhi'ye vardı ve parasız, basit taşıtlarla, hattâ çok vakit yaya olarak yolculuk yapan bu seyyah, burada da yabancılık duymadı. İslâmlık işlerindeki bilgisiyle, fakat aynı zamanda işgü-zarlığpsayesinde orada iki yıl kadılık etti. Bu işte o kadar beceriklilik gösterdi ki, nihayet sultan ona, kendi kabiliyetine en uygun
134
R İ 1.1 N M İ > I. N
IÇ - * S Y A
bir vazife vermek suretiyle güvenini göstererek, elçi olarak onu Çin imparatoruna gönderdi. Bu yolculuğunda Malabar kıyılarına, Doğu-ve Batı - Asya ticaretinin birleştiği çok önemli bir liman olan Kali-küt'e uğradı. Fakat durup dinlenmeden dünya gezenlerin başlarına gelen akıbet onu da bulmakta gecikmedi. Bütün pılı pırtısını, servetini teşkil eden kölelerini bir Çin gemisine yükletmişken, gemi habersizce kalkıverdi, o kalakalmıştı. Şikâyet etmekle, gürültü çıkarmakla derdine çare bulunamıyacağını iyi biliyordu. Başka bir gemi buldu, Maldiv adalarına çıktı, bir buçuk yıl orada kaldı. Nihayet kese iyice suyunu çekince yeniden kadı oldu. Çok geçmedi, yine duramıyarak Seylan'a, Hindistan yarımadasına ve Çin'e gitti. Böylece tam yirmi yıl dünyayı dolaştıktan sonra 1349-da nihayet memleketine dönmeğe karar verdi. Memleketinde şöyle biraz yerleşir yerleşmez yine ayaklandı ve bu sefer Gırnata'ya gitti, orasını daha görmemişti. îlk büyük yolculuğundan daha iki yıl geçmeden yeniden garip bir niyete kapıldı. Fas'tan Sudan'a yollandı, zenciler ülkesini dolaştı, Melli ve Timbuktu başkentlerini ziyaret etti. Bu maceralı yolculukları tamamladıktan sonra bütün gördük-lerini İbni Cezay adlı müridine yazdırdı. Böyle işlerde olduğu gibi, bu yazdırış sırasında da ne de olsa araya tektük yanlış, hattâ — inkâra ne hacet! — bazan mübalâğalar kayıyordu. Yolculuğu esnasında hazırlamış olduğu notlar kaybolmuştu — ki böyle dağdağalı, ser-güzeştli bir seyahatte şaşılacak bir şey değildir—; Hint okyanusunda dinsiz kâfirlerin her şeyi elinden nasıl aldıklarını ve Buha-ra'da hazırladığı notların ne türlü yok olduğunu, kitabının bir yerinde kendisi hikâye eder. İbni Batuta'nın baş döndürücü zenginlikteki seyahat müşahedelerinden biz burada küçük bir parçayı, Avrupa'dan gelirken Ural nehrinden başlıyan ve Termez'den geçerek Afganistan'a, oradan da Hindistan'a gitmezden önce İç - Asya'nın en batı bölgesinde gezdiği parçayı ele alacağız ve bu, nispeten kısa yolda onu takibedeceğiz. Volga kıyısındaki Sara'dan kalkarak on günlük bir yolculuktan sonra Ural nehri kıyısına, Saraçuk adlı bir şehre varmıştı. Ural nehrinden, onun Türkçe adiyle dediği gibi Ulu-su üzerinden, benzerini evvelce Bağdat'ta gördüğü bir duba üzerinden, kolayca geçmişti. Sa-
BİLİNMİVI N
İ Ç - ,\ S V \
135
raçuk'a kadar arabayla gitti. 3ıı uzun yolculukta atlar o kadar kö-tülemişti ki, âdeta kıroıldıyamıyorlardı. Ama önündeki çölde bunlardan zaten faydalanamayacaktı. Gerçi her biri için dörder dinardan fazla vermedilerse de yine onları elden çıkararak yerlerine, arabaya koşmak için, develer kiraladı. Sofu bir müslümana yakışacağı gibi (zaten onun uzun seyahatlerinin sırrı buradaydı) Saraçuk'ta müslümanların imamını ve kadıyı ziyaret etti; her ikisi de ona ikramlarda bulunduktan sonra, yolluklar düzerek onu yolcu ettiler. Saraçuk'tan tam otuz gün, hızlı bir yol aldılar, günde yalnız iki defa, sabahleyin saat on sularında, akşam gün batarken dinleniyorlardı. Bu dinlenmeler de iki saatten fazla sürmüyordu, ancak atların yemini veriyorlar ve kendi fakir azıklarını yiyebiliyorlardı. İbni Batuta. nerede seyahat, ederce etsin, oranın âdetlerine uyardı; mide meselesinde de nazlanmaz, herkes ne yerse o da onu yerdi. Şimdi Türkler arasında seyahat ediyordu. Onlar deveyi arabâV ya koşuyorlardı, o da koşmuştu. Onlar dügiyi, yani darıyı suya\ salarak âdeta içilecek kadar duru pişiriyorlar, güneşte kurutulmuş! tuzlu etin üzerine ekşi sütü döktükten sonra, en mükellef ziyafete | konar gibi etrafına üşüşüyorlardı; bunları görünce önce gözleri fal taşı gibi açılmıştı, fakat sonra o da hiç düşünmeden ' onlara uydu. Arkalarından Tatar kovalıyormuş gibi gidiyorlardı, develerin yiyeceği ot bulunmıyan ve içme suyu da birbirinden iki günlük uzaklıklarda olan kuyulardan güçbelâ tedarik edilebilen bu çöl gerçekten fazla rahat aranacak yer değildir. Vakit kaybolmasın diye arabanın içinde uyuyorlar ve azıklarını da orada yiyorlardı, BPY-lece soluk soluğa bir gidişten sonra develer de, kendileri de hitkin bir halde çölün öte yanındaki Khvarizm şehrine vardılar. Khvarizm, bugünkü Hive'nin eski adıdır ve çoğu Türk, hepsi rnüslüman olan halkından, eski coğrafya ve tarih bilginleri pek çok bahsederler ve bahsettikleri kadar da vardır. Khvarizm'liler, uz;*'; ülkelerde tanınmış tacirlerdiı\_mallarivle yedi düvelin ülkesini dolaşırlardı. Yalnız böyle bezirgan bir kavimde garip görülen bir *--s-rafları vardı ki, silâh kullanmasını da fevkalâde iyi bilirlerd'. Kazarları, komşularının tehlikeli hücumlarından kaç kere onların askerleri kurtarmıştı. Sonralp.rı Güney - Rusya yi âdeta istilâ etmişler, Ruslarla temasa gelmişlerdi. Ruslar bu tacir kavme Kaliz
BİLtNMtYEN
136
B 11.1 N M 11 I- N I Ç: - A & V A
derlerdi. Alışverişin karışık girdi çıktısını bunlardan iyi bilen kimse olmadığı gibi, para işlerinde neredeyse tehlikeli olabilecek bir ün almışlardı. Bu müslüman Kalizlcr alışveriş için Macaristan'a kadar da uzanmışlardı; bunların incelmiş ticaret duygularının, dolambaçlı mal kazanma yollarının Macaristan'da ne kadar karışıklıklar doğurduğunu anlamak için, tarihimizin en eski sayfalarını çevirmemiz yetişir. tbni Batuta işte bu K>varizm'li Kalizlerin başkentine varmıştı. Bu seçkin Arap seyyahının dediği gibi, güzel çarşılariyle, geniş sokaklariyle, pek çok süslü yapısiyle burası Türklerin en güzel şehri idi. Bu şehirde oturanların sayısı âdeta belirsizdir, sokaklarda her zaman büyük bir kalabalık itişir, kakışır, gelip geçenlerin adımlan sanki yeri titretir, uzaktan bu insan seli âdeta köpüren, dalgalanan bir denize benzer. Bu zamanlarda Khvarizm Özbek sultanının hükmünde bulunuyordu. Vali ise. Kutlu Demür adlı bir Türk, hakiki bir müslümandı, kendi parasiyle mollalar için bir medrese ve karısı, keza sofu müslüman Törebeg hatun adına bir cami yaptırmıştı. Fakat Khvarizm'de her yerde raslanmıyacak bir yer de vardı ki, bu da hastanesi idi ve buranın idaresi için Kutlu Demür Suriye'den, çok ünlü, erbap bir hekim getirtmişti. İbni Batuta nereye varsa, büyük bir kavrayışla kadının, şeyhin, valinin kim olduğunu ve parasız hacıların nereye inmeleri iyi r olacağını soruşturur, öğrenirdi. Khvarizm'de de böyle yaptı. Sonra, önünde açılan gönüllerin ve keselerin yalnız bu mevki sahibi kim-J selerinki olmayıp bütün şehir halkının cömertlikte ve misafirseverf likte birbiriyle yarış ettiğini gördüğü zaman hayranlığı ve takdiri hudutsuz olmuştu. Khvarizm'lileri övmekle bitiremez. Yeryüzünde onlardan daha sıcak kanlı, daha müslüman insanlar hiçbir yerde bu\ Ummaz. / | \ I I \ 1 I
İbni Batuta, Khvarizm'lîtarin din gayretleriyle ilgili gayet güzel bir âdetlerini daha keşfetmişti ki. böylesini, kendi itiraf ettiği gibi, hiçbir yerde görmemiştir. Khvarizm'de müezzin minarede ezanını okuduktan sonra, bununla işini bitmiş saymıyarak o civardaki evlere gidip hepsinin kapısını çalar ve güzellikle herkesi toplu ibadete çağırır. Fakat bu daveti unutanın vay haline! Hükümet adamları gelir, onu yaka paça ederek, kendilisinden gitmek istemediği yere götürür ve bütün cemaatin gözü önünde adamakıllı pataklarlar. U-
tÇ-ASYA
137
nutkan tabiatlıların dikkatlerini çekmek için de cami kapısının ya-1 nında bir boğa çavı asılıdır ki, hâtırayı gıcıklamak için tesirli bir devadır. Khvarizm'lilerin para şıkırtısına karşı zaıfları olduğundan, boğa çavı cezasının yanına bir de nara cezası katmışlardır ki. herhalde beş dinar para cezası ötekinden hafif olmasa gerektir. İbni Batuta bu beş dinar para cezasını daha çok beğeniyor. Çünkü kendisi gibi fakir hacılara, yoksullara ve sırtı abalı dervişlere bu suretle biriken paradan yardım yapılmaktadır. Sofu müslümanların hayal ettiklerine göre, cennetten çıkan dört nehirden biri olan Amu - derya, Khvarizm'in yanından geçmektedir. Bu nehir tıpkı İtil (Volga) gibi kışın donar ve buz tabakası beş ay kadar çözülmez. Yazın ise üzerinde gemi seferleri işlektir ve yukarıya doğru, Termez'e kadar gidilebilir. Zaten buğday, çavdar buraya oralardan gelmektedir. Şehrin yakınında, ünlü bir velinin türbesi yanında hacılara mahsus bir tekke vardır ve asıl hoşa gidecek tarafı, oraya uğrıyan hacılar bedava yiyecek, içecek bulurlar. İbni Batuta, şehrin içinde daha küçük başka bir tekke bulmuştu, gezgin dervişlere burada da hayırlarına bakıyorlardı. Bizim hacı, o kadar yer gezdiği, yorucu seyahatlerde uzun yıllar geçirmiş, notlarını da kaybetmiş olduğu halde, en küçük ziyaret yerinde bile kendisine yatacak yer ve yiyecek veren hayır sahibinin kim olduğunu mükemmel hatırlamaktadır ki, bu da şaşılacak bir şeydir. Khvarizm'e varınca şehrin dışında kendisine elverişli bir yer bul muştu. Tecrübeli seyyah ilk ödevinin, o yerin büyükleriyle ahbap olmak olduğunu biliyordu. Vakit geçirmeksizin adamlarından birini kadıya yolladı, kendi yazdığına göre, kadı gayet dindar, evliya gibi, aynı zamanda okumuş ve hakim bir zattı. Onu bu kadar coşkun bir şekilde övdüğüne bakarak bu aziz ve hakim kadının İbni Batuta'nın yolculuğunu kolaylaştırmak hususunda yardımı dokunan adamlardan biri olduğunu derhal anlıyabiliriz. Kadı bizzat seyyahımızın ziyaretine gelerek, onu bulunduğu mütevazı tekkeden kaldırdı ve götürüp, daha yenilerde yapılmış olan güzel bir medreseye yerleştirdi. O gün şehri de gezdirdi ve ertesi gün evine davet etti. Zengin halılar, altın yaldızlı gümüş vazolar ve Bağdat işi billur kablar arasında züğürt seyyahın kevfi pek yerindeydi ve
138
B İ L İ N M İ Ş İ N
İ t, - \ S ^ \
hele mükellef bir yemekten sonra, ev sahibi hakkında beslediği yüksek kanaati daha ziyade kuvvet bulmuştu. Khvarizm kadısı Kbu Hafs Omar. misafirini başka ilerigelen zatlarla, tanınmış din ulemasiylc de tanıştırmıştı. Hattâ onu, eniştesi olan valinin. Kutlu Demiir'ün yanma da götürdü. Bu ziyaret lbni Baluta'nın başlıca müşahedelerinden birini teşkil eder ve seyahatnamesinde bunu uzun uzun anlatır. Kutlu Demür'ün konağına varınca onu, kabul için yapılmış ayrı bir binaya aldılar ki, buranın salonları tahtadandı. Kabul salonunun ağaç kısımları yaldızlı süslerle kaplı idi, duvarlara çeşitli renkte ağır pahalı kumaşlar çekilmişti ve tavan boydan boya altın işlemeli ipekle kaplı idi. Ziyaretçi İçeri girdiği sırada. Kutlu Demür hastalığından dolayı ayakları örtülü olduğu halde bir ipek seccade üstünde oturuyordu. Dünya gezen seyyahı yanına oturtarak onunla dostça sohbet etti. Tabiî işin hoş tarafı asıl bundan sonra geliyordu. Misafirlerin önüne, üzerinde piliç, turna, güvercin kızartmaları yığılı hazır sofralar geldi. Sonra önüne tereyağiyle yapılmış ve burada kulura dedikleri pastadan, onun arkasından da çörek ve tatlı kodular. Bu çeşitli yiyecekleri icabı kadar hakladıktan sonra sırayla meyva sofraları getirdiler. Altın ve gümüş tepsilerde soyulmuş narlar, üzüm ve birbirinden nefis, çeşitli kavun, karpuz ikram ettiler. Kutlu Demür Türk siyasi kudretiyle dinî gayreti bir arada idare etmesini gayet iyi biliyordu. Divan kurduğu günler yanına iki kadı, oturtuyordu. Bunların biri yarfjucl._ sivil idare işlerinde hüküm veriyor, öteki, MüslümanTtacTiiseTdinle ilgili islerde, onun tasvibiyle, kararını söylüyordu. Her ikisi de gayet doğru, adaletli idi ve söylediğine göre, hiçbirini rüşvetle elde etmek mümkündeğildi. Khvarizm'e yaptığı ziyaretten İl.ni Batuta'nın gerçekten şikâyete hakkı yoktu. Ziyafetten evine, yani medreseye döndüğü zaman hemen arkasından valinin adamı gelmiş ve hediye olarak pirinç, un, bir - iki koyun, baharlar ve birkaç çeki odun getirmişti. Oradan ayrılmazdan önce hamisi, onun şerefine daha büyük bir ziyafet vermeyi tasarlamış idiyse de akıllı kadıVın tavsiyesi üzerine, ona sarf edeceği parayı, bin drahmiyi, ömrü züğürtlükle gecen İbni Batuta'-
B I I, i N M i Y E N İ Ç - <V S V A
139
nm avucuna saydırtmıştı. Yoluna devam edebilmek için at lâzımdı, halbuki şimdi o kadar atı vardı ki, belki biri çıkar da yalancı der diye, sayısını bile söylemekten çekinmektedir. Kadının karısı yüz dinar vermiş, kızkardeşi Törebeg, yani valinin karısı ise samur kürklü bir kaftanla bir de değerli at yollamıştı. tbni Batuta Khvarizm'de bütün defne dallarını topladığına ve artık daha fazla armağan bekliyemiyeceğine kanaat getirdikten.sonra toparlanmağa başlamıştı. Birkaç deve kiralıyarak Buhara'ya giden yolu tuttu. Yeniden on sekiz günlük bir yorgunluk başlıyordu ve bu yolda ancak tek bir şehirde iyice dinlenebileceğini umuyordu. Yolun ilk dört günlük bölümünden sonra Kat şehrine vardı. Bu küçük, fakat güzel şehirde dinlenme hoşuna gitti. Asya gezginlerinin, hacıların âdetine uyarak o da şehir dışında, bir göl kenarına indi. Soğuğun şiddetinden gölün suyu buz tutmuştu ve üzerinde çocuklar kızak kayıyorlar, oynuyorlardı. Şimdiye kadar aldanmadığı usulden burada da ayrılmıyarak, şehrin, Khvarizm'den iyi tanıdığı kadısını ziyaret etti. Sonra emirle ahbap oldu, âlâ yemeklerini yedi, o yerin din âlimleriyle ve şairlerle gereği gibi münakaşalar yaptı, armağan olarak kendisine verilen elbiseyi bohçasına koyup hediye gelen atları da kervanına kattıktan sonra çöle açıldı. Günlerce gittiler, hiçbir yerde bir damla suya raslamadılar, derken nihayet Vafkent'e ulaştılar. Vafkent Buhara'ya bir günlük yoldur, akar su-lâriyle, şirin bahçeleriyle, gayet güzel bir şehirdir. Buralılar başlıca, bağcılıkla uğraşırlar, fakat üzümü sarf etmezler, bir yıldan öbür yıla saklarlar. Oraya mahsus meyvalardan biri de eriktir, bunu d.' kuruturlar ve uzak diyarları gezen kervanlariyle Çin'e, Hindistan'a yollarlar. Vafkent'ten öteye tbni Batuta'nın yolu gayet güzel işlenmiş araziden geçiyordu. Bütün gün birbirine ulanmış bahçeler, arklar, ağaçlıklar ve islenmiş tarlalar arasından geçtikten sonra Buhara şehrine vardı.Cengiz han, «Tanrının belâlı Tatarı Tengiz» buraları yıkıp yummazBârTönce Buhara. Amu - derya'nın güneyine düşen "dolayların başkenti idi. O büyük âfetten sonra şehir hâlâ kalkına-mamıştı. îbni Batuta ziyaret ettiği sırada, az bir, kısmı müstesna, camileri, çarşıları, medreseleri yıkıntı halindeydi/Bizim seyyah nedense Buhara'ya pek bayılmamıştı. Oralılar hakkında ne kötü şey biliyorsa hepsini ortaya döker. Buhara'lılan adam yerine komazlar-
140
BILINM!VtN
1Ç-ASYA
mış. Fesatçılarım^, arsızlarmış, yalancılarmış, Khvarizm'de dâva işlerinde Buhara'lının şahitliğini bile kabul etmezlermiş. Bütün şe-\ hirde bilgisine kıymet verilecek bir tek adam, hattâ bilgi için çalı-^V I şan bir kişi bile yokmuş. Kızgın Arap belki de doğruyu söylemektedir, çünkü kadı hakkında tam bir sükût muhafaza etmekteyse de bu sefer şeyh için hatıra gelebilen bütün iyilikleri sayıp dök-f inektedir. Buhara'da şehrin kenar mahallesinde bulunan ve bir hayır vakfının hesabına bütün oraya uğrıyan hacılara bakılan büyük bir tekkeye inmişti. Bütün Buhara'da kendisine karşı ilgi gösteren tek adam bu tekkenin şeyhi olmuştur. Onu misafir etmiş, şerefine ,j J hatimler indirtmiş, hattâ kendi Türk ve Acem dervişlerine ilâhiler ^Q. 1 okutarak geçit" yaptırtmıştı. Bu unutulmaz akşamın hâtırası onu Buhara ile barıştırmış, oradan ayrılacağı zaman artık gönlünde dar-I gınlık kalmamıştı. Buhara'dan, etrafı bahçelerle, arklarla çevrili küçük bir şehre, Nakşeb'e gitti. Orada şehir surlarından dışarda, valinin evinde misafir oldu, fakat çok kalmadı, hemen ertesi gün, meşhur Alâeddin Tarmaşirin sultanın karargâhına götüren yola çıktı. Ertesi akşam karargâha varmış bulunuyordu. Dehşetli acıkmıştı, bayağı ne yapacağını bilemiyordu. Adamlarından birini yollıyarak biraz yiyecek bir şey aldırttı ve insaflı bir tacirin teklifi üzerine, geceyi onun çadırında geçirdi. Sultan orada değildi, tam o sıralarda avlanmağa çıkmıştı. Başının bir çaresini bulmak için vekilini, emir Tokbuga'yı ziyaret etti, neyse o biraz ilgi göstererek kendisini himayesi altına aldı ve caminin yanında yer verdi, daha doğrusu orada ona bir *) çerge kurdurdu. İşleri ne kadar kötü de gilsc yine de şeyhi ziyaret ' etmeyi ihmal etmedi, bu da bilgili bir zattı. Türklerin kendi dilte-rince ordu dedikleri karargâhta epeyce gün geçirmişti ki, bir sabah kendisini camide, o sıralarda avdan dönmüş olan sultana takdim ettiler. Tarmaşirin'in üzerinde yeşil Kudüs kumaşından harmani gibi biçilmiş bir elbise vardı, başına da aynı kumaştan yapılmış külah giymişti. Camiden çadırına yaya gitti. Biraz sonra İbni Batuta'-yı katına çıkardıkları zaman başadamlar arasında oturmaktaydı, önünde arkasında hizmetkârlar duruyor, silâhlı askerler muntazam sıra halinde yerde oturuyorlardı. Sultanın oturduğu yer taht gibiydi ve altın işlemeli ipekle örtülmüştü. Çadırın içi de baştan başa ipek döşenmiş, parıl parıldı. Tahtın başucunda inci ve mücevher-
BİI.İNMİYFN
İÇ-ASYA
141
lerle kakılmış bir taç sarkıyordu. İbni Batuta'yı, göçebe başbuğun katına dört yüksek rütbeli adam çıkarmıştı. Sultan lütfederek ona Mekke'den, Medine'den, Kudüs'ten, el-Halil'den, Şam'dan, Mısır, Irak ve İran'dan haberler sordu. Görüşme ancak, müezzin sesi namaza çağırdığı zaman sona erdi. İbni Batuta, Tarmaşirin'in misafirsever karargâhında elli dört gün kalmıştı. Hareket saati çaldığı zaman yine denk yapılacak hediye eksik değildi. Sultan 700 dinardan başka, soğuklara bakarak bir samur kürklü elbise, iki at, iki deve verdi. Soğuk gerçekten korkunç denecek kadar şiddetli olmalıydı, fakat dayanıklı Tarmaşirin Türklerini yanına alarak ava çıkmıştı. Yolda soğuktan titriyerek giden Araba rasladı, ama bu beriki o kadar üşüyordu ki, ayrılırken ağzından bir tek söz bile çıkmadı. İbni Batuta, sultanın karargâhından Semerkant'a gitti. Seyyahımız nehir kıyısına kurulmuş Semerkant'ın gayet güzel bir şehir olduğunu, geniş bahçelerinin su dolap-lariyle arklardan sulandığını söyler. İkindi namazından sonra Semerkant'lılar nehir boyunca gezinirler, gezinenler için orada peykeler, iskemleler ve tatlı, yemiş satan dükkânlar vardır. Semerkant halkının zenginliği, sanat zevki, saraylarından, süslü yapılarından bellidir. Son savaşlarda bu şehrin büyük bir kısmı harap olmuştu; hâlâ duvarları ve kapıları yoktur. Ya halkı? Bunlar o kadar iyi kalbli, dindar müslümanlardır ki. oraya düşen yabancıyı âdeta ellerinin üstünde taşırlar. İbni Batuta burada acı bir karşılaştırmadan \ kendini alamıyarak ağır hükmünü verir: Semerkant'lılajL-Buhara'- J lılardan ne kadar bambaşka insanlardır-! Züğürt hacı Semerkant'ta da nerede iyi ve bedava yenip içilebileceğini, sofu ve hakim şeyhlerin, kadıların kimler ve dindar bir müslüman hacısının görmesi gereken yerlerin nereleri olduğunu çabucak soruşturup anladı. İbni Batuta, Semerkant'tan Nesef şehrine gitti, orada çok dur-mıyarak bir zamanlar o kadar meşhur olan Termez şehrine vardı. Termez, onun zamanında zengin çarşısı ve geniş bahçeleriyle bakımlı, büyük bir şehirdi. Burada bağın pek çok olduğunu söyler; fakat en ziyade, uzak ülkelere ün salmış olan ayvası hoştur. Termez'li-ler başka besleyici maddelerciTde yokluk çekmezler, hele süt o kadar boldur ki, umumi sıcak hamamlardan birine giden kimsenin yanına, başını yıkaması için bir güğüm süt koyarlar. Termez es-
1«
RİLİNMİVF.N
İÇ-ASYA
kiden Amu - derya'nın kıyısında bulunmaktaydı, fakat Cengiz hanın Moğolları burasını yıkmışlar ve şimdiki şehir, nehirden iki fersah ötede yeniden kurulmuştur. Termez bugün de bilinen bir yerdir, Rus - Afgan sınınnda_bulunmaktadır, fakat bugünkü Termez ber-bat, sönük bir kasabacıktân başka bir şey değildir, eski önemini ta-mamiyle kaybetmiştir, çok sıkı gözetlenen yeni sınır, Buhara'dan, Semerkant'tan Afganistan'a ve Hindistan'a giden Amu-derya üzerinde en önemli kilit noktası Termez olan o mühim yolun rolünü hiçe indirmiştir. İbni Ba tuta'yi artık Hindistan'a kadar takibedecek değiliz, zaten orada ne yapmış ve oradan Çin'e doğru sergüzeştti yoluna nasıl devam etmiş olduğunu kısaca görmüştük.
V I I I . HIRİSTİYAN DÜNYASI KEŞİFÇİLERİ Timur Lenk'in sarayında Batılılar.— Hindistan'da cizvit misyoner-leri. — Benedictus de Goes, Kathay'ı ve oraya gidon yolu keşfediyor.— Grueberie d'Orville'in Çin'den Hindistan'a gidişleri.— İki lazarcı misyonerin, Huc ile Gabet'nin, Doğu-Moğolya'dan Tibet'e gidişleri.
Tatarları sade Avrupa'ya getirdikleri felâketlerle tanıyanların, bu yıkıcı, ölüm saçıcı, zalim Asya kavminden nefretle yüz çevirişleri tamamiyle yerindedir. Onlar nereye gitmişlerse arkalarında ateşten ve kandan başka bir şey bırakmamışlardır. Batı'ya yapmış oldukları seferlerde işledikleri marifetleri hoş göstermeğe çalışmak ne kadar beyhude bir zorlayış da olsa, şurası muhakkaktır ki, bütün bunlar, onların kendi geniş tasarılarında, istilâ- edilecek kavmi korkuya düşürmek, sındırmak için baş vurdukları geçici birer epizottu. Bu savaş tabiyesi Avrupa'da ve hele Macaristan'da korkunç yıkıntılara sebep olmuştu; çünkü, orada yüzyıllar boyunca toplanmış olan bütün kıymetleri bitirmiş, yok etmişti. Bu âfet şeklinde çiğneyip geçen saldırış usulü stepler dünyasının çadırcı göçebeleri arasında doğmuştu; bu tarz orada da insanca bir iş değildi, fakat tesirleri bakımından hiçbir vakit bu taraflardaki kadar ağır olamazdı. Tatarların koca imparatorlukları her ne kadar bu usulle kurulmuş olsa da, onları yine aynı usullerle muhafaza etmiş olmadıklarının Avrupa'da anlaşılması için çok zamanın geçmesi lâzım gelmişti. Moğol devletinin temelleşmesiyledir ki, Asya'nın istilâya uğramış memleketleri barışa ve nizama kavuşmuşlardır. O vakte kadar birbiriyle arasız boğuşan, birbirini durmadan tüketmeğe çalışan Asya uluslarını hakiki bir Pax mongolica birbirlerine dostlukla bağlamıştı. Eskiden bir şehrin insana siper olan duvarları arkasından kımıldamağa cesaret edemezler ve yollar her zaman için ker-
/nb3oi
v£)>V 144
Bİ'.İNMİYEN
İÇ-ASYA
ovanların güvenliğini baltahyan haydutlarla yol kesen eşkıyanın \ X(\ftehditleri altında bulunurken, şimdi oralarda, uzak, yakın kavim-. Np \Tlerin elçileri korkusuz dolaşabiliyorlar, bezirganlar rahatsız edilir rj^ meksizin alışveriş edebiliyorlardı. Eskiden bir kimsenin uzakça bir \F ^ yere gitmeyi göze alışı büyük bir cesaret ve kabadayılık sayılıyor-Y) p. İ du. Moğolların iki yüz yıllık hüküm sürmeleri zamanında Doğu ve "^ -v / Batı birbirine yaklaşmıştır. Bu koca imparatorluğun en ağır ödev-t / lerinden biri, bitmez tükenmez uzaklıkları kısaltmaktı ve bu meseleyi parlak bir şekilde çözmüştü. Bu sonsuz uzaklıklara giden yollar yer - yer konaklarla şeneltilmişti ve yolcularla salâhiyet sahipleri buralarda her zaman dinç atlar bulabiliyorlardı. ^
V
J
' Moğol imparatorluğunun her tarafa açık sınırlarından geçen birçok işlek yol ağlarındaki arasız gidiş - geliş sayesindedir ki, Batı dünyası Moğol çağı denilen XIII - XIV. yüzyılda bütün îç - Asya /ile hattâ Çin'le tanışabilmiştir. Moğol devletinin kudretli günleri sona ererek bu imparatorluk parçalara ayrıldığı ve yerini eski dağınık, birbirinden şüphelenen, birbiriyle durmadan boğuşan âleme bıraktığı zaman Doğu sınırları hemen kapanmış ve bir vakitler Batı dünyasının meraklı gözü önünde çekinmeden gözüken o uzak doğu kavimleri ve memleketleri üzerine yeniden bir sis perdesi çökmüştür. XV. yüzyıldan itibaren İç-Asya yine sokulunmaz bir yerdir ve ancak birkaç Batı'lı seyyah oranın güney ucundan küçük bir köşesine — o da sade Semerkant'a kadar— göz atabilmişlerdir. Bu Batı'lı seyyahlar Timur Lenk'i, Asya'nın bu yeni, kana susamış istilâcısını kendi aslan ininde ziyaret etmek ödevini yüklenmiş kimselerdi. Buy Gonzales de Clavijo adlı İspanyol asilzadesi bunlardan biridir. Bu zat Kastilya kiralı III. Enrique tarafından elçi olarak Türk padişahının, Niğbolu galibi Bayezit'in yanına gönderilmişti. Timur, Ankara meydan muharebesinde (1402) Bayezit'i yenerek esir edince elçi de faaliyet merkezini Timur'un başkentine naklet-mişti. Korkunç Timur Lenk'in memleketi, şehirleri, Semerkant'ın yapıları, tantanalı, parlak ziyafetleri hakkında Clavijo'nun kitabından bilgi ediniyoruz. Timur'un başkentine gidenlerden biri de Niğbolu meydan muharebesinde esir düşmüş (1396) alelade bir Bav-yerff eridir. Johannes Schiltberger adlı bu adam orada gördüklerini
BİLİNMİYEN
145
İÇ-ASYA
bir araya toplıyarak bir kitap yazmıştır ki, bu eser bugün de en merakla okunan kitaplardandır. Moğol çağında ilk Dominicus ve Franciscus rahiplerinin açtıkları çığırdan hıristiyan din yayıcıları alay alay Asya topraklarına yollanmışlar, bunların birçoğu kara yolundan, iç - Asya'dan geçen yoldan Çin'e kadar varmışlardı. Pekin'de ve Çin'in öteki büyük şehirlerinde piskoposluklar meydana gelmiş, hıristiyanlığa girenlerin sayısı epeyce çoğalmağa başlamıştı. Batı dünyası Khatay memleketini ilk önce, Çin'e giden bu misyonerlerin seyahat raporlarından, aynı zamanda, Marco Polo'nun tanınmış kitabından öğrenmiştir. Doğuya giden yollar çoktan kapanmış, İç - Asya'da ve Çin'deki hıristiyan misyonerler ortadan kaybolmuşlardı; oradaki hıristiyan-lar başsız kalmıştı, fakat Khatay'ın hâtırası hâlâ unutulmamıştı. Yalnız şurası şaşılacak bir şeydi ki, bu gittikçe esrarlı bir şekil almakta olan Khatay'ın esas itibariyle Kuzey - Çin demek olduğunu artık kimse bilmiyordu. Halbuki Asya'nın pagan kavimlerinin hak yoluna getirilmesi, kilisenin yine en baş düşünceleri arasındadır. Dominicus ve Franciscus rahiplerinin şerefle başladıkları ve çok umut verici görünen bu işi, yeniden kurulmuş bir cemaatin üyeleri, Cizvitler üzerlerine almışlardı. Loyola'lı Aziz Ignatius ile Xaver'li Aziz Franciscus keşişleri Hindistan'da, Goa şehrinde umumi merkezlerini kurmuşlar, Hindistan kavimlerine İncili öğretme işine oradan başlamışlardı. Hıristiyanlık meşalesini Japonya'ya ve Çin'e götürme ödevini üzerlerine almış olan cizvit heyetleri de yine Goa'dan çıkmışlardı. Cizvitlerin başlıca ilgilendikleri yer Çin'di, çünkü bunun burada hıristiyanlığın ilk kanadlanışı olmadığını ve seleflerinin, Moğol - Çin imparatoru Kubilay zamanında ne güzel başarılar elde etmiş olduklarını pek iyi biliyorlardı. İlk gönderilen cizvit misyonerleri Hindistan'da, Çin'in şimdiye kadar duyulmamış bir adını işittiler. Bu ad Çin olarak söyleniyordu ve Portekizce konuşan misyonerlerin raporlarında China şekline -girerek Batı'da böyle yayılmıştı. Fakat J^in ile Khatay'ın* aynı memleket demek olduğunu akıllarından bile geçirmiyorlardı ve eski kitaplar, unutulmuş seyahatnameler deposundan Khatay adını yeniden bulduktan sonra, o ülke-
CımKhA^^'M
Fl
'°
146
/
Bİt.fNMtYEN
İÇ-rASYA
de de hıristiyanlığı yaymayı denemeğe karar verdikleri zaman, henüz hiç bilmedikleri bir Asya ülkesine varacaklarım sanmışlardı. Uzun müddet oraya giden yolu araştırmakla uğraştılar ve o memleketin, Marco Polo'nun kitabında Kanbalık diye gösterdiği başkenti acaba neresidir, diye hayli kafa yordular. Khatay'a yollanacak heyetin başına Benedictus de Goes adlı cizvit papazım getirmişlerdi. Bu zat Doğu'nun acemisi değildi. Hindistan'da büyük Moğol hanı Ekber'in sarayında yıllarca kalmıştı. Kuzey - Hindistan'da, tç- Asya'dan gelen, Türkçe konuşur tacirlerin ağızlarından Khatay adını çok işittiklerinden (oralı Türkler Çin'e tam olarak, Khitay derler), kaybolan memleket? bu taraflarda, kuzeyde aramağa karar verdiler.
>. „ Benedictus de Goes 1603-te, yanında iki keşiş olduğu halde ger çekten Khatay'ı aramak ve hıristiyan dinini orada yaymak için yo la çıktı. Önce Lahor'a yolu düştü ve oradan, o şurada keza Büyük fajıjMoğollar imparatorluğuna dahil bulunan Kabil şehrine kolayca va' racağını sandı. Arkadaşlariyle beraber Lahor'da —hem de eh' boş ' ^Zr' olarak değil, tüccar malı yüklü develerle — bir kervana katıldı. Afgan kabileleri Büyük Moğol imparatorluğuna bir türlü boyun eğmek istemediklerinden rahat durmuyorlar, arasız isyanlar çıkarıyorlar ve asıl kötüsü, kervan yollarını keserek durmadan baç alıyorlardı. Goes'i n kervanı da bu akıbetten kurtulamadı, yolda birkaç kere hücuma uğradı ve ancak adamakıllı hafifledikten sonra arkadaşlariyle birlikte Kabil'e varabildi. Geçirdikleri maceradan akılları başlarına gelen Cizvitler kendilerine, daha güvenilebilecek bir kervan aradılar. Neden sonra buldular da: Khotan kıraliçesinin anasını memleketine götüren bir kervana katıldılar. İçleri rahat etmişti. Böyle ihtiyatlı davranmaları hiç de lüzumsuz değildi, zira takibedecekleri bu yol daha az tehlikeli dolaylardan geçmiyordu. Hususiyle yolun Bedahşan'dan Pamir'e kadar olan parçası çok tehlikeli olarak tanınmıştı, tacirler, kervanlar buralardan âdeta titrerlerdi. Cizvitler tamamiyle ıssız o-lan Pamir'e kadar yine bir arızaya raslamadan vardılar. Kervanın yolu buradan Sarıkol'a uğruyordu, içinde bulundukları 1604 yılı-nınjkasım ayında Yarkent şehrine de ulaştılar. Cizvitler Yarkent'te bütün bir yıl geçirdiler ve ancak önlerindeki yola adamakıllı hazırlandıktan sonra ayrı bir kervan düzdüler, her ihtimali düşünerek,
Dİ I. İ N M İ Y K N
İ Ç - AS YA
147
işe yarar mallar yüklediler, ondan sonra da Kaşgar, Aksu, Kuça yoliyle Karaşar'a yollandılar. Goes burada birinci defa olarak bir sürprizle karşılaştı. Doğudan gelen bir kervana raslamışlardı ki, kendi anlattıklarına göre bu kervan, onların o kadar aradıkları Kanbalık'tan gelmekteydi. Konuşmayı daha ileri götürdükleri zaman yine birçok şaşılacak şey meydana çıktı. Kervanın reisi, Goes'le arkadaşlarının hıristiyan papazlar olduklarını öğrenince, Kanbalık'ta da bir papaz arkadaşlarının bulunduğunu, adının Matteo Ricci olduğunu sevinçle haber verdi. O anda Goes'in kafasında bir şimşek çaktı, zira Matteo Ricci'nin Pekin'de yaşamakta olduğunu pekâlâ biliyordu. Demek ki, bu Kanbalık Pekin'den başka bir yer değildi ve Khatay ile, cizvit arkadaşlarının güneydeki rahat deniz yolundan varıp geldikleri Çin aynı şeydi. Şu halde Çin'e karakolundan da gidilebiliyordu! [tOU TC Ht'4% Cizvitler bu beklemedikleri buluşa bir hayli sevindiler, fakat yine yollarına devam ettiler. Alışılmış kervan yolundan giderek yavaş yavaş Turfan'a, sonra Hami'ye ve 1605 sonunda Çin'in en batıdaki büyük şehri olan Su - cov'a vardılar. Bunca yoksulluklara katlanmış olan zavallı Benedictus de Goes'e bu keşif yolunu zaferle sona erdirmek ve Pekin'i görmek nasip değilmiş. Çünkü o kadar araştırmadan sonra nihayet kavuşabildikleri Arz-ı mevut'un, Khatay'ın kapısında, Su-cov şehrinde, 1607 - de öldü.-
c&-Au)luy£ ^•A t')^ı'i J .»*•* v^n/e^ra*»^ ,
Kahraman cizvitten örnek alarak başkaları da bu işi denediler. Şöyle ki, o sıralarda cizvitlerin Çin'e gittikleri deniz yolu ile ilgili olarak cemaatle Portekiz kuralı arasında meseleler çıkmıştı. Porte kiz kiralı bütün misyonerlerin din yayıcı yollarına giderken onun Çin'deki sömürge arazisinden, Makao'dan geçmelerini istiyordu. Misyonerler buna pek yanaşmak istemediklerinden Goes'in keşfini hatırlıyarak, Çin'den Hindistan'a giden kara yolunu araştırmağa \ başladılar. Grueber ile d'Orville adlı iki cizvit de 1661 - de Pekin'- \^//l**^» den Avrupa'ya bu kara yolundan ulaşmak istediler. Pekin'den Ku- J » . ku nor arazisine gittiler, ertesi yıl Lhasaya vardılar, daha sonra I ' da Napal'dan geçerek Ganj vadisine ulaştılar. Uzun zaman, benze- / tfni $tf rine»raslanmamış olan bu yolculuk da coğrafya keşiflerinden sayıldı ve ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında idi ki, on-/
148
BİLİNMİYKN
İÇ—ASYA
lar gibi cesur bir seyyah aynı yoldan gitmeyi denedi. O iki Batılı cizvit gerçekten insan takatinin üstünde zahmetlere katlanarak bu yolları yapmışlar ve içlerinden biri, d'Orville, Hindistan'daki Agra'-ya varır varmaz, çektiği güçlük ve sıkıntılar yüzünden ölmüştü. Fakat bu cesur misyonerlerden biri yıkılınca yerine başkası, başkaları geçiyor ve sağlam bir yürekle büyük işe, hıristiyan dinini, bilinmedik uzak memleketlere yayma işine devam ediyorlardı. Biz bunların her birinin kahramanca teşebbüslerinin etraflı hikâyesine girişmiyeceğimiz için, geniş bir sıçrayışla hemen XIX. yüzyıla atlıyor ve bu devrin en meraklı, kendinden en çok bahsedilmiş ve yine misyonerler tarafından başarılmış olan bir keşif yoluna katılıyoruz. Hikâyemizin kahramanları Jozef Gabet ve Evariste Huc adlı iki lazarcı din yayıcı papazdır. Bunlar Sivandze'deki vazifelerinin başındalarken mensup oldukları cemaat başkanlarından, şimdiye kadar yanlarına varılamaz sayılan Moğollar arasında da hıristiyan-lığı yaymayı bir kere denemek için emir aldılar. Bu seyahatte tutulacak yol ve varılacak yer amirlerince tâyin edilmiş olmaksızın Huc ile Gabet bu uzun yola düzüldüler. Esas niyetleri Dış - Moğol-ya'yı ve onun başkenti olan Urga'yı ziyaret etmekti, fakat çok geçmeden orada hüküm süren karışıklıklar ve gittikçe artan Rus nüfuzu yüzünden din yayımı işlerinin sade istenilen sonucu vermemekle kalmayıp bu işe başlamanın bile yenilmez güçlüklere çarpacağını haber aldılar. O vakit akıllarına batıya doğru, orada oturan Tatarlar ve Tibetliler içine yollarına devam edip misyonerlik işini orada denemek geldi. Önceden tasarlanmış olan bu seyahat son derece meraklı bir netice verdi. Bu iki lazarcı misyoner ta Lhgsa^ya, lâmaizmin yanaşılmaz kalesine vardılar. Ne harikulade bir iş yaptıklarının birdenbire kendileri de âdeta farkında değillerdi. Yabancılara karşı kendi içine kapalı bir kavmin başkentine, ondan sonra daha onyıllarca bir tek Avrupa'lımn ayak basamadığı bir yere, Tibet'in kalbine sokulmuşlardı. İki lazarcı arkadaştan biri. Evariste Huc, bu ortak yolculuğu eşsiz bir kalem kudretiyle yazdığı son derece meraklı kitabında aıı-ig^Wgfofc Bu eser pek .büyük başarı kazandı ve halkın henüz uzak ülkelere yapılan maceralı seyahat yazılarına karşı o kadar ilgi gös-
BİLİNMİYKN
İÇ-AS YA
149
termediği bir devirde bile pek çok defa basıldı. Fakat asıl şaşılacak şey, kitaba karşı gösterilen sevginin hâlâ azalmamış oluşudur ve bu renkli, baştan başa taze seyahatnameyi sırf kendi zevkleri için seve seve okuyanlar pek çoktur. Bu cesur, fakat aynı zamanda başarılı yolculuğu hikâye eden kitap etrafında, uzun zaman eşi görülmedik bir karışıklık çıkmıştı. Yazarının doğru sözlülüğünden, ilmî esaslılığından şüphe edenler olmuştu. Ama beri tarafta coşkun taraftarları da vardı ki, bunlar da öbürlerinin hücumları nispetinde bütün varlıklariyle kitabı müdafaa ediyorlardı. Hayli kızışan ve çığ-rındar çıkan bu münakaşa kaoanalı çok olmamıştır. Böylece bu seyahat hakkında bilgi edinirken yalnız İç - Asya'nın en doğu ve en güney kısımlarının keşfiyle önümüze kendiliğinden, meraklı bir mozaik tablo açılmakla kalmaz, aynı zamanda Batı ilim dünyasının bununla ilgili tenkidciliğiyle de karşılaşırız ki, bu tetkik ve kontrol her hangi bir keşiften haber almakla yetinmiyerek onu tenkidin sert, hattâ bazan pek fazla sert görüşlerine göre parçalarına da ayırır. Doğu - Moğolya'daki lazarcı misyonlar faaliyetlerini öteden beri Moğol topraklarında, fakat Çinliler arasında yapıyorlardı. Hı-ristivan dinini ancak Moğol bozkırlarına yerleşmiş Çin köyleri halkından kabul edenler vardı, fakat bunlar i'çinde halis Moğol, örnek olarak olsa olsa bir - iki tane gösterilebilirdi. En içerilere sokulabi-len misvon. Cince adı Hei-şui. yani «Kara sular» yanında çalışmaktaydı. Huc ile Gabet şimdilik başka bir hıristiyan Çinli köyüne. Bie - lie - kov'a, 1884 ağustosu basında, buradan pittiler. Bu yerlerin her ikisi de Büyük duvar'ın dışında kalan ve kısır topraklarından, yeni yerleşmiş Çinli göçmenlerin ancak büyük zahmetler pahasına bir şey elde edebildikleri ıssız bölgedeydi. Yılın büyük bir kısmında kırlar yakıcı bir kuraklık içinde kavrulur, yağmur mevsimi gelince de her tarafı hakiki bir tufan kaplar, ekinleri, mahsulü, insan ve hayvanları sürükler götürürdü. Sanki bu Moğol - Çinli bölgesinde tabiat da başka yerlerden daha insafsızdı. Başka seyyahlardan ve Doğu kaynaklarından öğreniyoruz ki, burada, başka yerlerde görülmedik ölçüdeki dolu yağışı da sıktır. Tanrının bu âfetinden Huc de bahseder ve renkli bir kalemle, fakat hoşa giden bir abartma ile her, biri en aşağı on iki font ağırlığında gelecek kadar buz parçalarının düştüğünü göziyle gördüğünü, bunların altında koca sürü-
150
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
lerin yok olduğunu yazar. Başka bir defa da, oturduğu evin yakınma, gürültülü göklerden, değirmen taşı büyüklüğünde bir buz düşmüştür ve fırtına geçtikten sonra kazma kürekle parçalamışlar ve hâdise yazın en sıcak günlerinde olduğu halde, buz tamamiyle eriyinceye kadar üç gün geçmiştir. '
Bie-lie-kov'da Moğol otlaklarından gelecek olan genç lâmauşaklarının, Samdaciyemba'nın develerle gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı; arkasından beyhude yere adamlar yolladılar, ne lamadan ne de develerden bir haber çıkmadı. Artık bütün umutlarını kesmişler ve asıl. niyetlerini değiştirerek, deve kervanı yerine Çin'li arabasiyle önce Dolon nor'a, «Yedi - göl» şehrine gitmeyi ve icabe-den malûmatı aldıktan sonra yollarına devam için orada hazırlıkta bulunmayı düşünüyorlardı. Hareket gününü kararlaştırmış oldukları bir sıradaydı ki, Samdaciyemba, kayboldukları sanılan develerle ve sevinçli bir yüzle ansızın çıkageldi. O zaman anlaşıldı ki, şimdi artık dumanı üstünde bir hıristiyan olan bu lama eskisi, tasarlanan yol için seçtikleri bu kılavuz ve uşak, kendini, savsaklığı yüzünden bu kadar bekletmemiş, fakat «Otlar ülkesinde» uzun süren bir hastalık geçirdiği gibi, kaybolan bir deveyi buluncaya kadar da günlerce dolaşmıştı. Hattâ kendisine teslim edilen katırlardan birini çaldırdığından, ilgili makamlara baş vurmak da lâzım gelmişti. Neyse artık onun kusuruna bakılacak zaman değildi: telâşla yol hazırlığına başladılar, bu işte, hıristiyan Çin'li köylüler, büyüğü küçüğü ellerinden geldiği kadar kendilerine yardım ediyorlardı. Çok geçmeden azametli kervan yola çıktı. En önde o kadar zahmetle bulduğu katırın sırtında, pek ciddî bir çehreyle Samdaciyemba gidiyor, arkasında vekarlı adımlarla, yük taşıyan iki deve ilerliyor ve nihayet deve sırtında Gabet ile beyaz atlı Huc arka arkaya yol alıyorlardı. 35 li kadar bir yol ancak gitmişlerdi ki, şimdiye kadar alışmış oldukları Çin tarlaları bölgesinden ayrılmışlar ve «Otlar ülkesinde» ilerlemeğe başlamışlardı. Fakat ilk dinlenme yine bildikler arasında, Yan-ba-ır adlı hıristiyan bir Çin'linin hanında geçmişti. Huc ile Gabet burada çok cesur bir işe kalkıştılar. Şimdiye kadar hep, Çin'de yaşıyan öteki misyonerler gibi bir kılık ve kıyafetle dolaşıyorlardı, yani Çin urbası giyiyorlar, uzatılmış örgü saç taşıyorlardı; hasılı yerli Çin'lilerden, tacirlerden fark edil-miyecek bir kılıkta geziyorlardı. Halbuki bu seferlerinde Çin âdet-
BİLİNMİYFN
t. Ç-AS YA
151
lerini, Çin kıyafetini bırakmağa niyetlenmişlerdi. Çünkü Moğollarla öteki göçebelerin, kendilerini her zaman aldatan, gözlerini boyıyan Çin'lilere karşı ne kadar güvensiz olduklarım çoktan fark etmiş lerdi. Bundan maada Moğollar içine gitmeğe hazırlanıyorlardı ve orada başı bozuk kıyafetle dolaşan kimsenin, kendi deyimleriyle ■kara adamın» din İşlerinde sözü olamazdı. Etraflarında kalabalık eden Çinlilerin şaşkın bakışları önünde, örülü saçlarını kestiler, başlarını kazıttılar ve Çin'li urbalarını bir kenara kaldırarak Moğol\ ^. lamalarının sarı, kaftan biçimi, yandan beş yaldızlı düğme ile ilik-J ıricr'j0 lenen o tanınmış urbalarını giydiler; bellerine kırmızı bezden bü-\ ı^*"Av külmüs kuşağı doladılar, urbanın üstüne erguvan rengindeki vaka I ffir*x ile süslenmiş kırmızı yeleği ve başlarına da kırmızı düğmeli lama j külahını geçirdiler. ' Yan-ba-ır'ın misafirhanesinden çıktıkları zaman ilkin beceriksiz adımlarla sağa sola sallandılar, gidecekleri yolu ne kendileri ne de kılavuzları bilemediler, halbuki Samdaciyemba, şimdi gidecekleri Gansu evaletindendi, fakat bu yoldan o da hiç geçmemişti. Bozkırlar ülkesinde ise şose yolları bulunmadığı gibi, çok zaman, şöyle aşınmış köy yolu bile yoktur. Bu belirsizlik içinde tek akıl hocaları beraberlerinde getirdikleri pusla ve bir de harita idi. Yine de kendi beceriklilikleri sayesinde ve talihlerinin yardımiyle bir arızasız Dolon nor'a, Yedi - göl şehrine vardılar. Bu kalabalık çöl boyu kasabasının eğribüğrü sokaklarında bir müddet dolaştıktan sonra güçbelâ kendilerine elverişli* bir han bulabildiler. Şehir, dışından tamamivle Çin'lidir ve buraya Çin'in her tarafından, çabuk zengin olmak istiven sergüzeştçiler akın ederlerdi. Uzak dolaylarda yaşıyan göçebe Moğollar burada buluşurlar, fakir göçebe çiftliklerinin mahsulünden satacakları kadarını ve hayvanlarını, hele oralarda ün almış atlarını satmağa, buraya getirirler, kendilerine memleketlerinde, otlar ülkesinde lâzım olacak şeyleri burada, Dolon nor'da tedarik edip götürürlerdi. Hasılı kasabada yabancı kalabalığı pek fazla idi ve Huc ile Gabet, tasarladıkları yolculukla ilgili malûmatı en güvenilir kaynaklardan edinmek için bundan iyi yeri arasalar bulamazlardı. Böyle bir soruşturma öyle bir - iki saat içinde, baştan savma yapılamazdı; buna günler lâzımdı. Bu arada kasabayı gezip dolaşmağa da bol vakit bulmuşlardı.
152
BtLtNMtYEN
İÇ-ASYA
Dolon nor'a bu gelişleri ilk olmadığından burası hakkında edindikleri bilgi daha esaslı olmalıdır. Bu şehir esas itibariyle birbirinden oldukça uzak iki kısımdan teşekkül etmiştir: birisi, Çinlilerin ticaret şehirleri olup asıl Dolon nor burasıdır; öbürü lamaların şehridir ve Çin'liler buna bakarak her iki şehir kısmını hir arada Lamambo adiyle anarlar. Ynlnız bizim babacan papazlar, yanlarında götürdükleri Andriveau Gou-jon'un haritasında ne Lamamiao ne de Dolon nor adlarına raslıya-mıyorlar, onun yerinde Co-Naiman-Some adlı bir yer buluyorlardı, fakat bunu da, kendi deyişlerine göre. oralılardan kimse bilmiyordu. 1929 - da Lamamiao'daki manastırlardan birinde üt; ay kadar eğleşmiş ve Huc'ün bu Moğol ve Çin'li şehir hakkında yazdıklarının ne kadar sanatkârane ve hakikata uygun olduğunu görerek şaşmıştım. Fakat onların seyahatlerinden beri geçen hayli zaman içinde Dolon nor'da hayatın hemen hiç değişmemiş olması belki daha çok şaşılacak bir şeydir. Zaten Andriveau Goujon'un haritasında gösterilenlerin, Huc'ün sandığı gibi, hiç de yanlış olmadığını ve Co naim sum adiyle bugün de bilinen bir yer olduğunu, ancak adının Dolon nor veya Lamamiao "olmayıp bu adın. şehrin kuzey - batısında birkaç İtlik uzaklıkta bulunan şehir harabesinin yerine konmuş olan Moğol çadır ordasına verildiğini o vakit öğrenmiştim. Bu şehir harabesi bir vakitler çok şöhretli yerlerdendi, hattâ Marco Polo da kitabında buradan bahseder; Kubilay'ın Çin'liler tarafından en ziyade Şanğ-du adiyle anılan tantanalı yazlık sarayı buradaydı. Huc ile Gabet, Dolon nor şehrinde birtakım geveze Çin'lilerin ağzını araştırmakla kalmıyarak lamaların kendileriyle de yakın tanışıklık kurmuşlardı. Kendileri söylemiyorlarsa" da asıl niyetlerinden vazgeçerek yollarını Urga yerine batıya doğru değiştirmeğe, lamalarla görüştükten sonra, burada karar vermiş olsalar gerektir. Lüzumlu gördükleri her şeyi öğrendikten sonra toplandılar ve ufacık kervanlariyle çölden, bozkırdan geçecek olan yolsuz yola adıldılar. Şimdi artık lama elbisesi giyiyorlar ve tıpkı lamalar gibi yaşamağa çalışıyorlardı. Kendisi de bu hayatı tatmış olan, fakat fazla sert, hem de kendi temayüllerine aykırı bulduğundan bir türlü katlanamadığı manastır hayatına yüz çevirmiş bulunan Samdaciyemba'nın, papazlann bu gayretlerinde mükemmel bir yardımcı, hattâ üstat olduğu anlaşılmıştı. Lamalar, ispirtolu içki kullanmazlar
BİLİNMİYKN
İÇ —ASYA
15S
ve onlara tütün de yasaktır, işte onlar da, Çin'li ahbapların ikram larına bakmıyarak, barut gibi sert Çin şarabına iltifat göstermiyorlardı ve pek alışmış oldukları, uzun saplı, bakır Hileli • Çin çubuğu nu ise yüklerinin en ulaşılmaz bir bucağına sokmuşlardı. Fakat Mo ğol mutfağının, Avrupa'lı midesine pek gitmiyen marifetlerine de çaresiz katlanmağa başladılar. Sonra Çin'lilerin acı çayları yerine millî Moğol içkisine de kendilerini alıştırdılar: tuğla çaydan bir\ parça kırarak kaynar suyun içine atıyorlar ve suyun rengi kızarın- f/^«fcaya kadar fokur fokur kaynatıyorlardı; o vakit haranının içine bir f <;;wa avuç tuz atıyorlar, çay yeniden kaynamağa başlıyor, nihayet rengi \i)i^ı<^> iyice kararınca üzerine süt katıyorlardı, âlâ içki böylece hazır 16« e,*oluyordu. Jfr*. - ?/Z«fLâma kervanı, çizilen seyahat programına göre, büyük bir en- 3****de-gele uğramaksızın, rahvan bir yürüyüşle yol alıyordu. Tek düşün- ^*<a T*1-celeri günlük yollarını aldıktan sonra konaklamak için elverişli su- b'ctsefryie ya ve ota yakın bir yeri nerede bulacakları idi. Ama talihleri hep ocstte^ iyi gidiyor, gündüzleri durum ne kadar umutsuz görünürse görün- e**"*»'/ *""~ sün gün batarken selâmete kavuşuyorlardı. Tabiî fırtınaya tutul- 3 "* * mak, şiddetli yağmurdan sırılsıklam ıslanmak gibi ufak tefek arıza- "** lara onlar da uğradılar. Fakat kayıcı ve yapışkan balçık üzerine çadırlarını kurarak içine büzülüp şimdi bozkırların biricik yakacağını, argal dedikleri sığır tersini nasıl bulacaklarını düşünürlerken de civardaki çadırlarıncan zavallı yolcuların halini gören iyiliksever göçebe Moğollar imdatlarına yetişmişlerdi. Her neyse, asıl mesele, alınacak olan fersahların sayısının günden güne azalmakta oluşu idi; günün birinde kendilerini Huanğ -ho'nun kuzey dirseğinde buluvermişlerdi. Burada onları Dolon nor'la da tepişebilecek kocaman bir göçebe - Çin'li şehir, nispî rahat-lıklariyle bekliyordu. Gerçekten bir arızasız Kuku khoto'ya, «Mavi-şehir» e ulaştılar. Burası da Çin ile göçebe âlemi arasındaki sınırda öyle bir tacir şehri, biraz da askerî bir yerdi ve yabancı pek çoktu; misyonerler burada, yolun daha ilerisi için faydalı bilgiler edinmeyi ummakta gerçekten haklı imişler. Kuku khoto da iki kısımdan teşekkül eder. Şehrin daha yeni kısmına Çin'liler Gui-hua-çınğ derler, o havalinin askerî emniyetini gözeten Mançu garnizonunun merkezi burasıdır. Huc, bu fetihçi göçebe kuzey ulusunun ancak iki yüz yıllık bir hüküm sürmeden son-
154
■ İLİNMİYEN
İÇ-ASYA
«V ra istilâya uğrıyan Çin'liler arasında nasıl yok olduğunu derin derin düşünür: Kuku khoto, Mavi - şehir, ^ançularla dolu idi, fakat ne yana dönse, sade Çince konuşulduğunu duyuyordu; Mançu dibini artık kimse konuşmuyor, hattâ kimse anlamıyordu. Dilini, âdetlerini kaybetmiş olan Mançu halk, eski zamanlardan sade fetihçilik gururunu muhafaza eylemişti. Lazarcı papazlar Çin'deki misafirhaneler hakkında şimdiye ka-darki yolculuklarında da epey tecrübe edinmişlerdi, fakat Mavi-şehir'de daha bir hayli görecekleri varmış. Uzaktan gelen yabancı bir yolcu için ilk rasladığı hana inemeyişi bile hoş bir ^ şey değildir. [Zira Kuku khoto'daki hancılar misafirlerini mesleklerine göre ayırmaktadırlar. At tacirlerinin hanları ayrıdır, öteki hancı yalnız zahire tacirlerine yer verir, o sınıftan olmıyanı hanın avlusuna S bile sokmaz, herkesin kendine göre bir han araması lâzımdır. Huc ile ^ V, / Gabet dar sokakların diz boyu çamuru içinde saatlerden beri bey^ q hude dolaşmışlardı, gece olunca, başlarının çaresine bakmak daha güçleşmişti. Nihayet güçbela kendilerine göre olması lâzım gelen ^ «geçici yolcular» a mahsus hana varmışlardı ki, orada da ellerine bir şey & geçmedi, çünkü insafsız hancılar, bu sınıf için müsaade edilmi-yen develeri görür görmez suratlarını asarak, kapıyı yüzlerine çarp( mışlardı. Sonunda bir Moğol koyun taciri, onların haline acıyarak \avlusuna almıştı.
t
si
S. V
Bizim misyonerler de yolda kendilerine lâzım olacak şeyleri f Mavi şehir'de tedarik ettikleri gibi, kışın soğuğunu düşünerek sıcak elbiseler de satın aldılar ve aym zamanda Çin'li tacirlerin madrabazlıkları hakkındaki bildiklerini, istemiyerek artırmiş oldular. Buna zaten bol bol fırsat çıkıyordu, çünkü tacirler bu iki yabancıya Moğol lamaları göziyle bakıyorlar ve saf göçebelere karşı yaptıkları insafsız muameleyi onlara karşı da yapmakta kusur etmiyorlardı. Hele para bozdurmağa mecbur kalan göçebeleri aldatmakta büyük ustalık gösteriyorlardı. Kendilerine satılmak istenen gümüşü hileli tartıyorlar ve tutarı olan parayı hesaplarken her defasında yanlışlık yapıyorlardı. Tabii bu yanlışlığın hiçbir vakit kendi zararlarına olmadığını söylemeğe lüzum yoktur. Fakat onlar orada iken Moğollardan biri Çin'li bir sarrafı adamakıllı matetmişti. Bu Moğol bu sefer sarrafa gerçekten sahte para, yani gümüş satar. Akşama iş meydana çıkar ve satan adam belli olduğundan çabuk yakalanarak \.
Bt£tNMtYEN
İÇ-ASYA
155
kanuna teslim edilir. Cürüm ağırdır ve kaçamak tarafı yoktur, piyâ\ «-Jy saya sahte para sürmenin cezası ise ölümdür. Fakat bizim Moğol korkmaz ve mahkemede sıra ona gelince, hâkimin önünde gayet masum bir halle cebinden, üzerine sarrafın ne kadar gümüş aldığı yazılı bulunan pusları çıkarır, sunar. Sonra da, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi, sakin bir sesle, önüne konan gümüşün sahiden sahte olduğunu, fakat bunu kendisinin satmadığım söyler. İspat lâ-| o zımsa tartılsın, der. Gümüş 52 ons ağırlığında idi, halbuki o, sar rafın verdiği puslada kendi el yazısiyle görüleceği gibi, 50 ons gü müş satmıştı... Kuku khoto Çin şehri, Mançu mevki komutanlığından ancak birkaç li uzaklıktadır. Huc ile Gabet bütün gün en çok orada vakit geçiriyorlardı; zira Moğol lama manastırları Mavi - şehir'in bu kısmın-dadır, yakın Moğol kabilelerinin gezmeğe hevesli göçebeleri burada toplanırlar. Dinledikleri öğütlerden sonra, Huanğ-ho'yu dolaşmıya-rak batıya doğru biraz daha gitmeğe ve sonra büyük nehri geçerek Ordos Moğol arazisinden Tibet sınırlarında meşhur lama manastırlarına ulaşmağa karar verdiler. Kasımın 13-ünde şehirden ayrıldılar, fakat daha pek uzaklaşmamalardı ki, plânlarını tasarlamanın, onu gerçekleştirmekten kolay olduğunu anladılar. Hüanğ-ho bu beklenmedik zamanda da kabarmakta idi ve papazlar, içinde ancak tektük yıkık evler, birkaç öksüz ağaç, bir - iki yanaşılmaz sazlık bulunan deniz gibi bir suyun önlerine açıldığını görünce irkilip kalmışlardı. Ama umutsuzluğa düşmiyerek yollarında ilerlediler, nehrin geçilmeye elverişli bir yerinde, civarda peyda olan kayıkçılar onları güçbelâ karşıya geçirdiler. Taşan suların kapladığı yerlerden de kendi gayretleriyle geçerek Ordos Moğolları içine vardılar. Ordos'tan öteye yolları tekrar Çin topraklarından geçiyordu. Önce Alaşan'ın batı tarafındaki Ninğ-hia'ya uğradılar, Ninğ-hia'dan öteye belli başlı başka bir Çin şehri olan Si-ninğ'a varıncaya kadar epeyce bir yol almaları lâzım geldi. İki lazarcı papazın seyahatlerinin en meraklı dönüm noktalarından biri zaten burada başlamaktadır. Şöyleki, şimdi artık ne olursa olsun Tibet'e gitmeyi ve onun o kadar çok duydukları başkentini, Lhasa'yı ziyaret etmeyi kurarak umumi karargâhlarını Si-ninğ'den küçük bir Çin köyüne, Danğ-kov-ır'a kaldırdılar. Çinceyi ikisi de iyi biliyordu, Moğol dilini de az çok anlıyorlardı, fakat bundan sonraki yolda Tibet dilini de bil-
156
Bİl.ffNMİYKN
İÇ-AS*YA
mek lüzumu kaçınılmaz bir surette kendini gösteriyordu. Bunun üzerine oradan ayrılmazdan önce imkân nispetinde Tibet dilinin sırlarım anlamayı kafalarına koydular. Bu iş pek başarılamıyacak gibi görünmüyordu, zira uzak ülkelere ün salmış olan ve içinde hiç olmazsa dört bin lamanın yaşadığı Kumbum şehri'yakınlarında idi ve içlerinde hocalığa elverişli papaz bulmak güç olmazdı. Gabet kendisi kalkıp Kumbum'a gitti ve oradan en parlak neticeyle döndü. Tesadüf bu ya. Gabet'nin yanında getirdiği lama, Tibetçe hocaları olacak zat, pek de yabancı biri olmayıp, sadık kılavuzlarının, Samdaciyemba'nın amcazadesiydi. Bu adam gerçi Tibet'li cetlerlc övünemiyordu, Samdaciyemba gibi o da Ciahur kabilesindendi, fakat Tibetçede hakiki üstat sayılıyordu. İşte sakallı Sandara, Tibetçe öğretmeni bu idi. Papazlar, işsizlik ve avarelikten canı sıkıldığını gördükleri Samdaciyemba'yı, varsın Kuku nor etrafında develeri otlatsın diye evden uzaklaştırdılar ve kendileri Sandara'nın rehber-liğiyle rahatça dil derslerine koyuldular. Tibetçe öğretmeni bu işten çok iyi anlıyor, mükemmel çalışıyordu. Başlangıçta fena bir pedagog gibi de gözükmüyordu, lama urbalı iki papazı sabırla, nezaketle öğretiyordu. Fakat zaman geçtikçe, üzerindeki yaldız dökülmeğe, sert ve kaba olmağa başlamıştı. Birden sabrı tükeniyor ve zor gramer kaidelerini soruşturdukları zaman talebelerine kabaca çıkışıyordu: «Nasil. siz âlimler olun da bir şeyi size üç kere anlatayım, bu olur şey mi? Ben bunu üç kere bir katıra söylesem, o da aklında tutar! i Papazlar hiç ses çıkarmadan bu hakaretleri yutuyorlar ve sadece Sandara'nın şüphe götürmez bilgisinden imkân nispetinde faydalanmağa çalışıyorlardı. Mamafih Sandara, kabalığiyle beraber talebelerine ilgi gösteriyordu ve onların mukaddes dilde yeter derecede ilerlediklerini gördüğü zaman. Kumbum'daki Lima arkadadaşlariyle görüşerek, iki Batılı lamanın Tibet'e gidinceye kadar manastırda eğleşmelerini münasip görmüştü. Huc ile Gabet zor gizliyebildikleri bir sevinçle bu teklifi kabul ettiler. Nasıl kabul etmesinler ki. kendilerinden önce oraya hiçbir Avrupa'lı ayak basmamıştı. Hele ordaki budist âleminin en büyük manastırlarından biri olan bu manastırın sırlarını, günlük hayatını öğrenmek hiç kimseye nasip olmamıştı. Fazla düşünmeden her şeylerini arabaya yüklettiler ve Danğ-
BİI. İ N M İ Y E N
ffÇ-ASYA
157
kov-ır'ı bırakarak Kumbum yolunu tuttular. Lamalar, arkadaşlarından dördünü onlara karşı yollamışlardı; bunlar vakarlı bir çehre ile, resmî bir ödevle geldiklerini gösteren kırmızı bir şalla süslenmiş ve başlarına sivri külahlarını geçirmiş oldukları * halde gelenleri karşıladılar. Kasabaya vardıkları zaman saat dokuza geliyordu, ıssız sokaklarda bir kilise sessizliği vardı, hiçbir tarafta tek canlıya raslanmıyordu. İlk geceyi .Sandara'nın hücresinde geçirdiler, ertesi gün kendilerine münasip bir ev aradılar. Huc ile Gabet, Kumbum manastırında üç aydan fazla kaldılar, oraya ait meraklı hâtıraları bugün de okunmaya değer. Üç ay geçince bu al-tınçağ sona ermişti. Dediğimiz gibi, her ikisi de lama elbisesi giyiyorlardı, fakat Moğol lamaları bu elbiseyi kilise dışında, din âyinleri bittikten sonra halk arasına karıştıkları zaman da taşırlar. Lâkin bu sefer Kumbum'daki Tibet'li başrahibin gönderdiği adamlar gelerek, Huc ile Gabet'nin dikkatlerini manastırın nizamlarına çektiler: herkes* üç ay müddetle kendi elbisesini taşıyabilir, fakat bu müddetten sonra, orada kalmak istiyen kimse rahiplik nizamına boyun eğmeğe ve Tibet lamalarına mahsus papaz elbisesini giymeğe mecburdur. Şu halde ya Kumbum lamalarının al elbise- ı^^j, sini giyecekler, kırmızı şalı bürünecekler ve kolsuz delmevi sırt- elt^t-jı larına, sarı papaz külahını da baslarına geçireceklerdi: bu suretle istedikleri kadar kalabilirlerdi, yahut da manastır sınırlarını terk etmeleri lâzımdı. İki lazarcı bir dakika bile düşünmediler. Her ne kadar Moğol lamalarının, yarı dünyevi sayılan elbiselerini giydi-lerse de kendilerinden, din emriyle, birbirine zıt pagan âyinlere uymaları da istenince derhal manastırı terk ettiler ve gittikçe daha iyi neticeler vadeden Tibet dili çalışmalarına da bu suretle son vermiş oldular. Fakat Kumbum lamalarının onlara karşı olan duyguları yine de düşmanlığa çevrilmemiş, aksine olarak onlara, yakındaki Ço-bortan manastırına gitmelerini kendileri tavsiye etmişlerdi. Lamaların sözünü tuttular, ama orada da çok kalmıyarak yollarına devam etmeğe karar verdiler (arada Samdaciyemba da, develerle çıkagelmişti). Kuku nor'u dolaştılar ve uzun, yorucu bir yolculuktan sonra asıl Tibet'e girdiler. Napçu köyünden geçerek nihayet, birçok görgüler elde etmiş oldukları seyahatlerinin amacına, Lha-sa'ya ulaştılar.
158
B1 L t N M İ Y E N J Ç — A S VA
Başlangıç umut verici olmakla beraber Lhasa'da ve Tibet'te de çok kalmadılar. Oranın Çin'li valisi bu münasebetsiz Batılılara şüpheli gözle bakıyordu ve çok geçmeden üstelenmez emrini verdi; mukaddes şehri terk eylemeleri lâzımdı. Papazlar şimdiye kadar tuttukları yol yerine doğuya yöneldiler ve Sı-çuan'dan, Çin'den geçerek, hakiki ehemmiyet ve değerini ancak bilgin Fransız yurttaşlarına tafsilâtiyle anlattıkları vakit kavradıkları, harikulade bir seyahatin zengin intıbalariyle Kanton'a yardılar (1846). Huc ve Gabet'nin Tibet yolculukları etrafındaki münakaşalarda en sert vaziyeti, tanınmış Rus seyyahı Prjevalski takınmıştır. Prjevalski bu hususta o kadar ileri gitmiş ki, iki lazarcı misyonerin ömürlerinde Tibet toprağına ayak basmış olduklarını bile reddetti. Kuku nor dolaylarında yaptığı, ileride daha etraflı anlatacağımız seyahatinde Prjevalski, vaktiyle Huc ile Gabet'nin geçmiş oldukları yoldan geçmişti. Olgun bir coğrafyacı ve ekzotik bitkilerle canlıları mükemmel bilen bir adam sıfatiyle Rus seyyahı, Huc'un kitabını okurken, yanlış veya noksan olduğuna kolaylıkla inandığı birçok noktalara raslamıştı. Fakat başka birtakım hususlara da ayrı ayrı dokunuyordu. Kuku nor ve Tsaydam taraflarında gezdiği sıralarda iki misyonerin âdeta izleri üstünde araştırmalar yapmış ve iddiasının doğruluğunu ispat edecek olan yok edici neticeyi muzaffer bir tavırla ortaya atmıştı: adı geçen yerlerde, Huc'un dediğine göre onların da katılmış oldukları büyük kervanı iyi hatırlıyorlardı, fakat o iki yabancıyı kimse bilmiyordu. 30-40 yıldan beri manastırda yaşıyan Kumbum'lu ihtiyar lamalardan soruşturmuş, Huc ile Gabetyi onlar da hatırlıyamamışlardır. Prjevalski ne kadar azılı aleyhtar olarak ortaya atıldıysa, keza Doğuyu gezmiş olan Orleans prensi Henri'nin şahsında da iki lazarcı papazın o nispette keskin bir müdafii meydana çıkmıştı. Prjevalski nin inansızlığının hiçbir temele dayanmadığını ispat etmek onun için zor olmamıştı. Gerçekten Kuku nor taraflarında Huc ile Gabet'nin adlarını bilen yoktu, fakat vaktiyle Tibet diliyle meşgul olan iki Batılı lamanın memleketlerine uğradıklarını pekâlâ hatırlıyorlardı, ingiliz ve Fransız seyyahları, Lhasa yolculuğunun başşahidi olan ve bu münakaşalar sırasında ihtiyar bir adam olarak Ordos'ta, Boro balgasun adlı Moğol şehrinde yaşıyan Sam-
BİLİNMİYEN
İÇ-A S YA
159
daciyemba'yı bulup çıkardılar. Onun ifadesi de yino, Huc'ün kitabında yazılı olan beraber yapılmış yolculuğu doğruluyordu. Ne Huc ne de Gabet coğrafyacı değillerdi, nebatlar ve hayvanlar âleminde hususi bilgi sahibi olmakla da övünemezlerdi; o ünlü seyahatnameye ise bu alanlarda, kolaylıkla yanlışlar, dikkatsizlikler karışmış olabilir. En yeni tenkidcisi olan Fransız profesörü Pelliot'-nun tesbit etmiş olduğu gibi, Huc'ün kronoloji ile de arası iyi değildi, günü gününe alınmış notlar olmadan, hâtırayı yoklamakla yazılan bu kitapta yazar, tabiî, varış ve kalkış tarihlerini tam olarak ha-tırlıyamadığı gibi, başka hususlarda da ufak tefek hatalara düşmüş, halis kan bir yazar duygusiyle bazan olaylara istediği rengi vermiş, başka yerde edindiği intibaları, hem de kendininkilerden başka, -arkadaşı ve şefi Gabet'ninkileri de bu seferin yazılışına katmıştır. Fakat bu iki lazarcının Tibet'e ve Lhasa'ya yaptıkları yolculuğun çığır açıcı önemi ve ilmî değeri asıl işte bu ayrıntıların çözülmesinden sonra aydınlanmış ve münakaşa götürmez bir şekil almıştır.
BİLİNMİYEN
IX. BATI COĞRAFYACILARININ YOLA ÇIKIŞLARI Prjevalski'nin Zoisang'ton Tibet'e gidişi.- Lhasa önündeki muvaffakıyetsizlik. — Prjevalski'nin öteki İç-Asya seferleri.— Sven Hedin'in İç-Asya'ya keşif seferleri.— Sven Kedin Tibet'te.— Transhimalaya'nın keşfi.
Kazak yüzbaşısı Bay Mihaylovîç Nikolay Prjevalski, Rus Coğrafya Kurumu tarafından ve Harbiye nazırlığının emriyle İç - Asya'ya tasarladığı keşif seferini yapmak için yeni çizilmiş olan Çin sınırına, Zaisang'a gelmişti. Yanında 11 askeri, bir tercümanı ve .29.000 rublesi vardı. Kahraman yüzbaşı efendi böyle teşebbüslerin acemisi olmadığı gibi, tercümanı ve askerlerinin bir kısmı da, bçyle uzak seferlere çıkan bir heyetin mensuplarına düşen ödevi pek iyi biliyorlardı. Kervanı kurdular, yolda neye ihtiyaçları olacaksa, canlı hayvan, camba dedikleri kavrulmuş un, dövülmüş darı, şeker, kuru yemiş, konyak, rakı, hepsini tedarik ettiler. Sahra mutfak takımlarım ilmî araştırmalara lüzumlu âletleri ve bunlardan hiç de geri kalmıyacak ehemmiyetteki silâh deposunu develere yüklediler. Çünkü kafile bu yola kendini talih rüzgârına bırakıp eli boş olarak değil, dikkatlice hazırlanmış ilmi bir programla ve etraflı bir askerî ihtimamla çıkmak istiyordu. Her türlü tehlikeyi tevekkülle karşıhyan eski çöl seyyahlarına uyulmıyacak, çığır açıcı bir keşif yoluna çıkılacaktı, işte bunun içindi ki, kafilenin yanında asker gidiyor, ilmî yardımcı üyeler, asistanlar hep ordu mensuplarından seçilmiş bulunuyordu. Kafile, belki yolda baş gösterecek olan gıda ihtiyacını avcılıkla gidermek ve yabancı, vahşi dolayların soyguncu kabileleri arasında icabında en tesirli vasıta olan silâhla, da amaçlarına yol açmak için bol silâh ve cephane ile de donanmış bulunuyordu. Seyahatin gayesi, Coğrafya Kurumunun ilgisinden anlaşılacağı gibi, şüphesiz ilmi idi, fakat kafileye katılan askerlerin tayiniyle harbiye nazırlığının gösterdiği alâka ve müzaheret, bilinmiyen dolayların ilmî bakımdan keşfinin yalnız ilim adamlarını ilgilendi-
î Ç — A S VA
161
ren bir iş olmayıp, askerî ve siyasi çevrelerin hiç de gizli olgııyan ilgilerini tatmin etmeyi güttüğünü hissettiriyordu. Yüklü develeri zincir halinde sıralayıp birbirine bağladıktan sonra kazaklar üzerlerine atladılar ve kervan yola açıldı. En başta, yanında teğmenlerden biriyle kılavuz olduğu halde kafilenin bilgin başkanı Prjevalski gidiyor, arka kısma öbür teğmen nezaret ediyor, dilmaç, asistan ve öteki askerler onun yanında gidiyorlar, mutfağın yedek ihtiyacı için götürdükleri koyun sürüsü de yanlarında otlıyarak yol alıyordu. 1879 nisanın basında hareket eden kafilenin en yakın hedefi şimdilik Zaisang'tan, aradaki çölü geçerek Barköl vahasına ulaşmaktı. Önce. Ulungur gölüne vardılar, sonra Bulun-tokhoy kasabasına uğrıyarak yollarını Urungu nehri vadisine yönelttiler. Eski çağların basit vasıtalariyle yolculuk eden, kendini daha ziyade kör talihin keyfine bırakarak dolaşan keşifçilerinin geçtikleri yolları bilen bir kimse, yeni çağlardaki sefer heyetlerinin ta-kibettikleri yola bakarak eski yolun yeni ile ikide bir birleştiğini, yahut her yerde hep aynı yerden geçtiklerini görerek hayrete ve heyecana kapılır. Zaisang'tan İç - Asya'daki kuzey yolu denilen yola çıkan yol hiçbir vakit, en işlek ve hele en rahat yollardan biri değildi, öyleyken yine de eski tanıdıklarımızdan Plano Carpini, U-lungur gölü civarında dolaşmıştı; taoist filozof Çang-çun'un ise Urungu dolaylarında gezdiğini görmüştük. Altay ile Tien-şan arasında uzanan çölden, inşam da, hayvanı da azaba sokan geçişin tasviri esasen Çanğ-çun'da ne ise Prjevals-ki'de de aynıdır, olsa olsa sahip olduğu geniş tabiat bilgisi Rus bilgininin gözüne, Çin papaziyle çömezlerinin kayıtsız kaldıkları şeyleri de göstermiştir. Rus sefer heyeti Cungarya çölünü atlattıktan sonra hiç tereddüde düşmeksizin Guçen'den Barköl'e giden büyük kervan yoluna saptı. Çok geçmeden bu, âdeta resmî sıfatla seyahat eden, her türlü tavsiye mektubunu yanında taşıyan ve silâhlı kuvvetle de desteklenmiş olan kafilenin, yerlilerin dostluğuna ve yardımına hiç de güvenemiyeceği anlaşıldı. Daha Barköl şehrinde ilk zorluklar baş göstermişti. Çin'li mandarin Rusları şehre bile sokmadı, ellerindeki Çin pasaportlarını beyhude gösterdiler, ancak en lüzumlu şeyleri satın alabilmelerine müsaade etti. Uzun ricalardan sonra, tasarlara li
162
BİLİNMÎYEN
İÇ-ASYA
dıkları en yakın konak yerine, Hami'ye kadar onları geçirmek için yanlarına kılavuzlar da verdi. Kılavuz meselesi bütün tç - Asya sefer heyetlerinin en baş düşüncesidir; fakat bu zoraki naziklik Prje-valski'yi o kadar sevindirmemişti, çünkü başlarına doladıkları altı Çin askeri sahiden bir yardım olmaktan ziyade üzerlerine bir yüktü. Onların yanında fotoğraf çekemedikleri gibi, münasebetsiz-likleriyle de kendilerini boyuna kızdırmakta idiler. Daha Hami'ye varmadan, yarı yolda, oradaki Çin'li valinin adamları karşılarına gelerek bir an önce şehre girmeleri için telâşla onlara acele ettirdiler. Bu teşrifatçıların Hami'den gelişlerine sebep aşırı bir misafirseverlik değil, belki de bütün Çin mandarinlerinin bu münasebetsiz yabancılardan çekinmeleriydi ve onlardan bir an önce kurtulmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hami şehrinde sahte nezaketli gösteriler yapmak ve armağanlar alıp vermekle beş gün geçirdiler. Heyet, her şey ateş pahasına olan bu Çin kasabasında zar zor bir aylık erzak, beş binek atı için biraz yem aldı; mandarinin yazılı müsaadesi olmadan hiçbir tacir bu yabancılara bir şey satmağa cesaret edemiyordu. Prjevalski kafilesi doğuya giden büyük yolu bırakmıyarak An-si şehrine doğru ilerledi, sonra anayoldan saparak Şa-cov'a yöneldi. Şimdi de canlarının istediği gibi kendi başlarına gidemiyorlardı, görünüşte taşkın bir nezaket gösteren mandarin onların istedikleri iki kılavuz yerine, başlarına on altı asker dolamıştı. Bunların sayısını altıya indirinceye kadar hayli sıkıntı çektiler. Hami'den kırk kilometre kadar ayrılır ayrılmaz iskâna elverişli toprak bitmiş, korkunç Hami çölüne ayak basmışlardı. Bu cehenneme benzer yer hakkında Prjevalski'nin yazdıklarını okurken elimizde olmıyarak dindar budist hacısı Hüan-dzanğ'ın tasvir ettiği levha gözümüzün önünde canlanıyor. Ve gerçekten görüyoruz ki, Çin'li bonz çektiği meşakkatleri anlatırken, sevap kazanmak gayretiyle bile fazla mübalâğaya düşmemiştir. Burada toprak sade çakıl ve molozdur, bitkinin eseri bile olmadığı gibi, hattâ dikkatle de bakılsa ne bir sefil sürüngen, ne de bir böcek fark edilebiliyordu. Kervanın rasladığı tek şey, ölmüş develerin, atların, katırların bembeyaz kazınmış kemikleridir. Gündüz hava, sanki kızgın toprağın üstüne duman çökmüş gibi buğuludur ve pek seyrek olarak serinletici bir rüzgâr esecek olsa, yolcunun gözü, kulağı tuzla kum-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
163
la dolar. Sağda, solda serabın cilveli oyunları görülür. İşte bir zamanlar sahradaki uğursuz cinlerin oyunları sandıkları bu seraptı ve Hüandzanğ'ın dehşetle açılan,gözleri önüne külâhlı, atlı haydut çeteleri çıkaran da yine bu idi. Hami'den Şa-cov'a kadar yolun uzunluğu 346 kilometredir, Prjevalski heyeti bu mesafeyi, arada iki günlük bir mola ile, on dört günde almıştı. Şacov'a, başka deyimle Dun-huanğ ' vahasına ulaşmak istiyorlardı, çünkü gözlerinin önüne, yaklaşılmaz Tibet'e sokulmak, onun bin bir yasakla çevrilmiş başkentine, Lhasa'ya varmak gibi zor bir hedef dikmişlerdi. Şa-cov'da Çin makamları, yabancı yolcuları göze çarpacak bir soğuklukla karşılamışlar ve başlangıçtan itibaren onların orada bulunuşlarını iyi gözle görmemişlerdi, önlerine düşüp kendilerini Tibet'e götürecek bir adam da u-mamazlardı. Hattâ yakındaki dağlara çıkmazlarsa kendi menfaatleri bakımından iyi ederlerdi, çünkü böyle bir ihtiyatsızlık yüzünden Tanğut haydutlarla başlarını belâya sokabilirlerdi. Fakat Prjevals-ki'gil onlardan daha iki ay önce oraları gezmiş olan kont Szechenyi'-ye yaptıkları gibi, asıl plânlarını kolayca değiştirtemediler ve bunlar, en lüzumlu şeyleri satın alarak, zararsız bir hile ile Çin'lileri aldattılar; kendilerinden önce davranarak yollarına bir engel çıkarmasınlar diye, memleketlerine dönüyormuş gibi yaparak civar dağlara doğruldular, tç - Asya keşif seferleri sırasında o kadar ün- almış olan Dun - huanğ'a, Bin Buddha mağaralarına bu yolculuk bahanesiyle varmış oldular. Bu tanınmış yer hakkında kitabımızın başka bir yerinde daha geniş bilgi verilecektir. Nan-şan'da yapılan araştırmalardan sonra heyet çalışma sahasını Tsaydam arazisine kaldırdı. Burada görülen işlerle seyahat programının ilk kısmı sona ermişti. Zaisang'tan buraya kadar arkalarında bıraktıkları yolun uzunluğu 2130 kilometreden az değildi. Hemen hiç oturülmıyan, ço-' ğu yerde çöl sahasından geçen yol boyunca daha ziyade bitkilere ve hayvanlara ait keşiflerde bulundular, ayrıca birkaç yeni müşahedeyle de övünebiliyorlardı; etnoğrafik neticeler pek elde edememiş olmaları ise tabiîdir. O kadar hararetli bir heyecanla beklenen büyük an da nihayet gelmişti: Tibet'ö girilecekti! Bu büyük yola beraberlerinde 35 deve ve beş binek atı götürüyorlardı. Eylülün 24-ünde Tsaydam'lı Mo-ğollara veda ederlerken onlar bu pervasız teşebbüse karşı dehşet-
164
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
BİLİNMİYF.N
İÇ-ASYA
165
lerini göstermekten kendilerini alamıyorlar ve bir türlü söz dinlemek istemiyen Rusları, büyük bir telâşla, fazla karla ve yolları tehdit altında bulunduran haydutlarla korkutmak istiyorlardı. Cesaret hususunda eksiklik yoktu, fakat kılavuz olmazsa bunun para etmiyeceği çabucak anlaşılmıştı; kılavuz vazifesini üzerine alan bir Moğol ise, kendinden beklenen işin ehli değildi. Yolu bilmiyordu; belki de kervanı, sağ ve salim dönüleceği şüpheli olan vahşi dağlar araşma kasten sürüklüyordu. Bu işe yaramaz adamı kovmağa mecbur oldular. Ama bunun kendilerine çok bir faydası olmadı. Bilmedikleri dağların arasında, ne tarafa yöneleceklerini bilmez bir durumda kalakalmışlardı ve etraflarda 100 kilometrelik bir çevrede jnsan mahlûkunun izi bile görünmüyordu. Bununla beraber işin şakası yoktu, zira karlı Kukuşili dağlarının vahşi yamaçlarında durmadan dolaşmağa yalnız develerde değil, her türlü zahmetlere alışık askerlerde bile tahammül yoktu. Tez bir kararla, etraf lüzumu kadar yoklandıktan sonra her şeyi göze alıp yola çıktılar. Bu cesur karar başariyle neticelendi ve selâmetle Mur usu vadisine vardılar. Buralarda dolaşırken Si-ninğ ve Lhasa arasında işliyen kervanların açtıkları yolu da bulmuş oldular. Fakat çok sürmedi, o belli izler kayboldu ve kendilerini yine tabiî duyularının idaresine bırakmak zorunda kaldılar.
rından, «müşterilere» saldırdılar. Prjevalski için duraksıyacak zaman değildi, askerlerine ateş emrini verdi. Eşkıyadan dördü ölü olarak karların üstüne yıkılmış, birkaçı yaralanmış, ötekiler kaçmıştı. Kafile kendini muvaffakiyetle korumuşsa da durumu hiç de hoşa gidecek gibi değildi. Yagraylar hâlâ oralarda dolaşıp duruyorlar, toplaşıp dağılıyor ve besbelli, yeni bir hücuma hazırlanıyorlardı. Gerçekten ertesi gün iş meydana çıktı, Yagray atlıları kervanın geçeceği boğazın ağzını tutmuşlardı. Ayrıca Yagrayhlardan, az sayıda bir piyade grupun da çakmaklı tüfekleriyle pusuya yatmış olduğu fark ediliyordu. Derken kervan yürüdü. Sessizce, iki kilometre kadar ilerlemişti ki, birdenbire 60 - 70 kadar Yagray atlısı yolunu kesti. Bu durumda düşünüp taşınmağa pek vakit yoktu, hele başlarına gelenden sonra haydutların fazla yaklaşmalarına meydan vermek doğru değildi. Yedi yüz adım kadar kalmışlarken Prjevals-ki'nin askerleri, üzerlerine öldürücü bir ateş açtılar. Bu beklemedikleri karşılayıştan Yagraylar şaşırarak kurtuluşu kaçmakta aradılar. Rus silâhlarının ateşi boğazın ağzında pusuya yatmış olanları da silip süpürüyordu. Boğaz ölüler, yaralılarla dolmuştu, fakat yol serbestti. Kervan, vakit geçirmeksizin toparlandı ve bu şaşkınlıktan faydalanarak sapasağlam, geçidin ötesindeki düzlüğe çıktı.
Bu lanetleme bölgede, karda kışta kervan telef olmağa başlamıştı; develer ve atlar birbiri ardına çöktüğü gibi, dermansızlaşmış olan adamlar da kendilerini zor sürüklüyorlardı, fakat gösterdikleri metinlik yine yemişsiz kalmadı: Danğ-la yaylasına ulaşmışlardı. Burada rasladıkları insanlara pek sevinmedilerse de yine de bu kadar zaman sonra nihayet insanların oturdukları yerlere gelmişlerdi. O havalide Ngoloklar ve Yagraylar oturuyorlardı ki, bunların başlıca işleri Lhasa'ya gitmekte olan tacirlerle hacıların yollarını kesip onları soymaktı. Burada dolaşan Yagraylar açıkgözlülükleri sayesinde kervanı çabucak keşfettiler. Bir müddet bu yabancıların etrafında dolaşarak "onların ne çeşit insanlar olduklarını anlamağa çalıştılar. Kendilerine bazı şeyler bile sattılar. Derken gittikçe cesaretleri arttı ve nihayet vaktin gelmiş olduğunu gördüler.
Ruslar bu yayla üzerinde daha beş gün yol aldıktan sonra San-çun yanında ilk Tibet konak yerine ulaştılar. Lhasa yolculuğunun galiba biraz güç olacağım daha burada anladılar. Gerçekten başkent de bu beklenmedik yabancıların mevsimsiz gelişlerini vaktinde haber almıştı. Prjevalski, adamlariyle birlikte Napçu'ya doğru giden yola sapınca karşısına kesin bir emirle Lhasa'dan gönderilen, önce Moğol, sonra Tibet'li delegeler çıkarak ileriye bir adım daha atmamasını, başkente girmeyi hiç aklından geçirmeyip bir an önce Tibet arazisini terk etmeyi düşünmesini kendisine bildirdiler. Bu yasağı hiçe saymanın ne ağır neticeleri olabileceğini anlamamak kabil değildi. Bu on üç Avrupa'h her ne kadar gayet mükemmel silâhlanmış idiyseler de, ezici bir üstün kuvvete muvaffakiyetle karşı gelmeyi tabii hatırlarından geçiremezlerdi. Bundan maada kışkırtılmış olan halk da kervanı her tarafta düşmanca karşılamaktan ve en lüzumlu şeyleri satmaktan bile çekinmekteydi.
Kervan Danğ-la geçidini geçmeğe çabalamakta idi ki, on beş kişilik bir Yagray çetesi ona yaklaşmıştı. Silâhlı göçebeler önce tereyağı satmak istediler, sonra da tercümanla kavgaya tutuştukla-
Prjevalski zor yerine Tibetlilerle görüşerek onları iknaa çalışmanın daha akıl kârı olacağını anladı. Tibetlilerin ilk arzularım
166
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
yerine getirerek Lhasa'ya doğru daha fazla ilerlemedi ve Bumza dağının eteğinde, Nierçungu'nun kaynadığı yere indi. Fakat bütün güzel ve kandırıcı sözler fayda vermemiş, Tibet'tiler dediklerinden dönmemişlerdi. Bunun üzerine Prjevalski, Lhasa'dan, seyahatinin o kadar hasretini çektiği son durağından ancak 450 itlik bir uzaklıktan adamlariyle birlikte geri dönmek zorunda kaldı. Prjevalski'nin bu boşa çıkan Lhasa yolculuğu XIX. yüzyılda başlıyan büyük coğrafya keşiflerinin başlıca epizotlarından biridir. Zamanla, rasgele yapılan şahsi seyahatlerin yerini, plân dairesinde, tam tesbit edilmiş ilmî programla İç-Asya'nın belirli bir parçasında yapılan sistemli araştırmalar almıştır. Bu kabil alâkalara bazan siyasi gayelerin karışması inkâr götürmezse de, hepsinde de yeni ilmi vasıtalarla modern ilmi zenginleştirmek gayreti vardır. Şimdiye kadarki seyyahların yerine araştırıcılar geçmekte ve bunlar, tesadüfün önlerine çıkardığı meraklı şeyleri, kavimleri, dolayları görmekle yetinmiyerek şu veya bu muayyen bir ilmî soruyu sistemli bir surette cevaplandırmak istemektedirler. O eski, daha ziyade etnoğrafyacı alâka tabii yine kendi yolunda yürümektedir, fakat bunun yamnda, o uzak ülkelerin bilgin araştırıcıları, görülmedik bir merakla, toprağın üst tabakasını tanımağa koyulmuşlar, böylece haritacılık, topografya keşifleri ve bunlardan geri kalmamak üzere, coğrafya ilminden sürme bir filiz olan morfoloji araştırmaları almış yürümüştür. Büyük küçük birçok sefer heyetleri, tek basma çıkan araştırıcılar, inanılmaz bir hırsla îç Asya'nın hemen bütün sahasına yayılmaktadırlar. Bu alâka çok büyüktür; İç - Asya'nın coğrafya bakımından keşfi âdeta moda olmaktadır. Gittikçe artmış olan bu alâka dalgası ancak dünya harbinin* çıkmasiyle durgunlaşmışsa da başlanmış olan iş biraz mütevazi bir şekilde de olsa bugün de devam etmektedir. Bu ilgi en ziyade bazı büyük bölgeleri hedef tutmaktadır ki, bunlar: Altay, Tien-şan dolayları, Pamir, hususiyle Tarım havzası ve Tibet'tir. XIX. yüzyılda büyük bir hızla başlıyan İç - Asya coğrafya keşiflerinin en büyük simalarından biri, şüphesiz, sevimli Rus bilgini • 1914 -18 harbi. S. K.
BİLİNMİYEN
İÇ-A9YA
167
Prjevalski'dir. Büyük kervanlar haline getirilmiş, her türlü maddi malzeme, ilmi vasıtalarla iyice donatılmış kalabalık heyetler onun izinde yola çıkmışlardır. Verdiği örnek Avrupa'daki medenî milletlerin ilim kurumlarını ve araştırıcılarını birbiriyle âdeta yarışa sevk etmiştir. Onun öncü rolünü Lhasa yolculuğu da açıkça meydana komuş ve bunun üzerine, o yanaşılmaz mukaddes şehre kimin daha önce girebileceği hususunda açık bir rekabet başlamıştır. Prjevalski'nin seyahati, demin Lhasa yakınlarına kadar beraber gittiğimiz yolculuktan ibaret değildi. O, ilk yolculuğuna (1870-1873) Çin'den, Kalgan'dan çıkarak Alaşan, Kuku nor ve Tsaydam dolaylarını araştırmıştı. İkinci defa, Lop nor meselesi etrafında kızışan münakaşaya yakınlaşmak istiyerek, (1876-1878) kervanını Kul-ca'dan Tarım havzasına götürmüştü. Lhasa yolunu başarmak için yukarıda anlattığımız seyahati (1879 - 1880) onun üçüncü Asya yolculuğudur. Fakat bununla da işini bitmiş saymamış, dördüncü defa olarak ve bu sefer ne olursa olsun Lhasa'ya varmak karariyle (1883-1885) Kuku nor ve Huanğ-ho taraflarına açılmıştı. Plânı bu kere de muvaffak olmadı, ama yorulmak bilmez araştırıcı bir türlü mücadeleden vazgeçmiyordu, beşinci defa da (1888) bir sefer heyeti kurdu, fakat artık çok uzaklara varamıyarak, Işık - köl'ün yakınında Karakol'da öldü. Onu orada, keşfi için bütün ömrü boyunca yorulup didindiği îç Asya'da, unutulmaz gayretlerinin hâtırasını sbnsuzlaştırmak için hâlâ Prjevalsk diye anılan Karakol'-rta defnettiler. Prjevalski'nin şahsi tesiri pek büyüktü. Onun elinin altında bir alay Rus keşifçisi yetişmiştir ki, bunların en ünlüsü olan Kozlov'u ihtisasın dar çerçevesi dışında da pek iyi tanırlar. Fakat burada, bir yığın iç-Asya coğrafya araştırıcısından, sade herkesçe tanınmış büyüklerini bile ele alacak olsak bunların adlarını, faaliyetlerinin neticelerini hatırlatmak da imkânsız olur. Lâkin dar tuttuğumuz çerçevemiz içinde bile bunlardan birine yer vermeden edemeyiz, çünkü onun elde ettiği ilmi neticeler Prjevals-ki'ninkilerle boy ölçüştüğü gibi, herkesçe tanınıp sevilmek bakımından, bütün arkadaşlarının ünlerini gölgede bırakmıştır. Bu bilgin araştırıcı Sven Hedin'dir. Sergüzeştçi bir ruhla yaratılmış olan Sven Hedin Doğu ile da-
168
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
öa pek genç iken tanışmış ve ona karşı olan bağlılığından bir daha kurtulamamıştır. Arka arkaya düzdüğü sefer heyetlerini yorulmak bilmeksizin Îç-Asya topraklarına götürmüş, arası kesilmi-yen bu seyahatlerde Tarım havzasının ve Tibet'in sırlarım araştırmıştır. Ve bu arada her ne kadar yıllar uçup gitmişse de o, ruhunda daima genç kalmıştır ve ak saçlı başiyle de kervanlarını yine aynı, yirmi küsur yaşındaki ilk seyahatlerinde olduğu kadar heyecanla idare etmektedir. Onun çeşitli zengin seyahatlerine, bir yığın kitabına bakarak içlerinden hangisinin daha büyük, daha ö-nemli olduğunu bilemeyiz, seçmekte güçlük çekeriz, yine de, bıraktığı hâtıraların en güzeli ve en ölmezi belki de 1906 - 1908 - deki seyahatinde Tibet'te yaptığı araştırmalar sırasında keşfettiği ve ilim dünyasının, Macar seyyahı L. Loczy'nin eserinden sade faraziye olarak sezdiği Transhimalaya sıradağlarını baştan başa dolaşarak ilmî şekilde yazmasıdır. Şimdi biz de kalkıp, tam şu sırada Tibet'e yeni bir kervan hazırlamakta olan Sven Hedin'i Hindistan'da ziyaret edelim. Artık atlar ve katırlar toplanmış, kervanın ihtiyacı olan erzak ve teçhizat tedarik olunmuştu. Kervanı geçirenlerle Hedin'in iş arkadaşları sade hareket emri bekliyorlardı. Halbuki o dakikada Tibet'e sokulmaktan daha umutsuz, daha çok cesaret istiyen bir şey olamazdı, ingilizlerle Tibetliler, aralarındaki malûm anlaşmayı o sıralarda yapmışlardı ki, buna göre ingilizler Tibet - Hindistan sınırından geçebilmek için hiçbir Avrupalıya müsaade vermiyecek-lerini taahhüdetmişlerdi. Ne kadar kuvvetli iltimasçıları olsa da, ingilizler Sven Hedin'e de istisna yapamamışlardı. Hindistan'ı kuzeyden terk etmek işi bile hayli takibe lüzum gösterdi: gerçekten, Tibet'e değil de Çin Türkistanı'na gitmek niyetinde olduğunu ispat edebilmek için Çin pasaportu edinmeğe mecbur olmuştu. Hindistan'daki resmî İngiliz makamlarının her şartını yerine getirdikten sonra, nihayet temmuz ayında kervaniyle Srinagar'dan geçerek Leh'e, yani hakikaten Türkistan'a giden yola doğruldu, halbuki kafasında, tamamiyle başka tasarılar çeviriyordu. Kendi kendine, bir kere Hindistan'dan çıkmağı, ingiliz makamlarının nüfuz çevrelerinden yakayı sıyırarak Batı-Tibet'e geçmeyi düşünüyordu, gerisi onun bileceği işti. Kervan, korkunç Çang-la geçidini atladıktan sonra doğuya yö-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
169
neldi, sonra Tanksi köyünde durarak Türkistan yerine Tibet yoluna hazırlandı. Hint'li yardımcılar geri döndükten sonra, Sven Hedin'in yanında otuz adamı ve yüz otuz hayvanı kalmıştı. Münasebetsiz adamlar defolup gidince, şimdi kendi adamlarına tasarısını serbestçe açtı. Akıl almıyacak kadar zorlu bir arazide, kayalık, u-çurumlu dağlarda, gıcır gıcır karlar üzerinde işe başladılar. Bir müddet kuzey - doğuya doğru ilerlediler, sonra Karakorum ile Kun-lun arasında cesaretli bir karar vererek yasak bölgeye girdiler. Bu yol, daha hiçbir Avrupalının geçmediği, tamamiyle bilinmedik yerlerden geçiyordu. Issız, vahşi dolaylarda göçebelerden eser bile yoktu. Gerçekten, kervanının akıbetini merak ettiği kadar ilmî çalışmalarını da düşünen Sven Hedin'in omuzlarına yüklenen düşünce ve mesuliyet az değildi. Ama bu güç ödevi yiğitçe başardı. Çok geçmeden Yeşil-köl'e vardı ve geçtiği yolları ayrıntılariyle haritaya aldıktan sonra önce doğu, daha sonra güney yönünden ilerledi. Neden sonra, ilk göçebeler görünmeğe başlayınca tehlikeler de arttı. Bunların,, yasağa bakmadan buralardan geçen Avrupalıları görür görmez Lhasa'ya haber götürecekleri muhakkaktı, bu yüz-dense başlarına, sonu belirsiz işler açılabilirdi. O zaman Sven He-din, kötü bir durumun önüne geçmek için, bir çare düşündü ve düşman görünen Lhasa hükümetine karşı, ancak Dalay lâma'mn büyük rakibi olan Tasi lâma'ya sığınmanın görünürde en kolay yol olduğunu tahmin etti. Bunun üzerine kervana emrini verdi: istikamet, en kısa yoldan Şigatse! Göçebe obalarından sonra köyler, lama manastırları birbiri ardından geliyor, hedefleri olan Şigatse'ye adım adım yaklaştıklarını hissediyorlardı. Karşılarına, mukaddes şehirden gelen hacı grupları çıkıyor, başka hacılar da oraya gidiyorlardı. Yolda karşılarına gelenler, ağızları açık olarak, şaşkın şaşkın bu hiç görmedikleri insan ırkına ve yanındakilere bakıyorlardı. Yabancı bir insanın mukaddes toprağa ayak basmasının ne kadar sıkı bir emirle yasak e-dilmiş olduğundan buradakilerin pek haberleri olmamalıydı. Yerliler onlara, umumiyetle güler yüz gösteriyorlardı, yollara yığılıyor, gelen yabancıların etrafını alıyorlar ve Tibet âdetine göre, onları <\ dillerini çıkararak saygı ile selâmlıyorlardı. Coğrafya bakımından S*' bu bölgeyi daha yakından incelemek çok meraklı bir iş olurdu, fa-
170
BİLtNHtYEN
fÇ-ASYA
kat Sven Hedin iyi başlamış olan bu Şigatse ziyareti, vakitsiz yakayı ele vererek bozulmasın diye, durmağa cesaret edemiyordu. Yavaş yavaş artık manastırlar arkada kalmış, fakir hububat tarlalarından ve köylerden geçerek bozkıra çıkmışlardı. Buradan güneye sapınca, önlerinde Brahmaputra suyu parlayıverdi. Hakikati söylemek lazımsa, Sven Hedin'in Şigatse ziyareti şimdilik hiç de evvelden sanıldığı gibi tehlikeli bir teşebbüse benzemiyordu. Lhasa'ya gitmeğe kalkışan her yabancıyı ilk dakikada saran nefret havasından burada eser bile yoktu. Zaten Isveç'li keşifçi adamla-riyle beraber başlarına ne gelebileceğini vaktinde soruşturmuş ve eğer zaman geçirmeden karar verilirse beklenmedik bir şey olamı-yacağım anlıyarak içleri rahat etmişti. Şigatse'ye şöyle üç günlük kadar bir yol kalmıştı ki, Tibet'li küçük bir heyet onları karşıladı. Bunlar Taşi lâma'nın kardeşinin, Kung Guşuk'un adamları idi ve armağan getirmişlerdi. Bu, iyi bir alâmetti, kervan, umutları ve güveni artmış bir halde güneye doğru yolunda ilerledi. Artık Brahmaputra'ya varmış olduklarından, Sven Hedin Şigatse'ye sokulmak için bayağı birharb plânı hazırladı. A-damlarını iki kümeye ayırdı, birinci büyük kümeyi, bayağı yoldan gönderdi, kendisi de. yanında iki adamiyle, tulumdan yapılmış bir sala, yani keleği binerek nehir yoliyle şehre hareket etti. Hedin, yasak Şigatse'ye bir an önce varmak için büyük heyecan duymakta idiyse de, bilginlik vazifesini de bir tarafa bırakamıyor, tehlikeyi falan düşünmiyerek, bu su yolculuğunda da, dünyanın en kayıtsız bir adamı tavriyle, nehrin akış yönünün plânını haritasına çiziyordu. Bu sırada arkadaşları tetikte idiler ve köhne salın karaya otur-mamasına dikkat ediyorlardı. Nihayet, Tang-gang köyü yanında karaya yanaştılar, atlara bindiler ve batan güneşin ışıkları altında, Şigatse'ye doğru yollandılar. Artık kılavuza ihtiyaçları yoktu; yolda gelen giden o kadar çoktu ki. ne zaman isterlerse, sordukları şeye cevap alabiliyorlardı. Ve Tibetliler şaşılacak derecede dostça davranıyorlar, her soruşlarında memnunlukla kendilerine cevap veriyorlardı. Zaten Şigatse kalesinin keskin çizgileri de gözükmüştü ve daha birkaç dakika sonra, yorgun atları, beyaz evlerin arasında ilerliyordu. Şehre ağır bir sessizlik çökmüştü ve bu davetsiz, cesur misafirin yolunu kesecek kimse çıkmıyordu. Sven Hedin, kervanın büyük kümesini çabucak
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
171
buldu; bunlar, kendilerinden çok önce gelmişler ve münasip konak yeri hazırlamışlardı. Talihleri de varmış ki, dinlenme karargâhını prens Kung Guşuk'un bahçelerinden birine kurabilmişlerdi. Şiga-tse'de iyi kabul görecekleri bundan da anlaşılıyordu. Sabahleyin ortalık ağardığı vakit, yorgunlukları geçmişti. Fakat içlerinden, kendilerini suçlu gibi hissetmiş olacaklar ki, bütün gün yerlerinden ayrılmadılar ye ilk hükümet adamının gelmesini beklediler. Akşam oluyordu, neden sonra hakikaten, şehrin Çin'li mevki komutanı olan biri, Bay Ma çıkageldi. O kendisi de buraya henüz yeni gelmişti; Lhasa'dan Şigatse'ye tâyin edileli çok olmamıştı ve bir Avrupa'hnın, bir engelle karşılaşmadan şehre girebilmiş olmasını kafası bir türlü almıyordu. Eğer vaktinde haber almış olsaydı, Sven Hedin'i, muhakkak yolundan alıkoyacağını gizlemiyor, fakat mademki buraya gelmiştir, kalabileceğini, kendisine kimseden bir zarar gelmiyeceğini söylüyordu. Ama, ayrıca bir değeri olan bu dostça karşılayış bizim seyyahı hiç de tatmin etmedi ve durumun düzelişinden cesaret alarak niyetini, Taşi lâma'nın katına çıkmak istediğini ileri sürdü. Bay Ma, burada öğrendiklerini, olduğu gibi yukarıya haber verdi. Netice çok gecikmedi. Ertesi gün oraya, yanında Duan Sun adlı genç bir Çin'li ile Taşi lâma'nın kâtibi Lobzang Tsering geldi. Murahhaslar pek dostça ve nazik davranıyorlardı ve azıcık çekingenlik var idiyse Sven Hedin pasaportunu gösterdiği zaman o da kaybolmuştu. Gerçi bu vesika Tibet'e değil, Çin - Türkistanı'na girmeğe müsaade veriyordu, ama yine de tesirini yapmıştı. Duan Sun kâğıtları yanına alarak bir müddet için uzaklaştı, tekrar geldiği zaman Sven Hedin'in arzusunun memnunlukla yerine getirileceğini, hattâ ertesi gün başlıyacak olan ve yabancıları sokmak âdet olmı-yan yılbaşı töreninde bulunabileceğini de haber verdi. Tibetliler gerçekten sözlerinde durmuşlardı; ertesi sabah baş-mabeyinci ile Lobzang Tsering geldiler, Taşi lama, Şigatse'de kalacağı müddet için Sven Hedin'in yanına onları memur etmişti. İsveçli seyyah başpapazın arzusu üzerine, biçimli frakını giyerek ata bindikten sonra, adamlarından beşi ve iki Tibet'li yanında olduğu halde manastıra doğru yola çıktı. Bu, gerçekten alelade olmıyan manzarayı bütün yol boyunca alay alay hacılar, dilenciler, çocuklar ve Çinliler seyrediyor, peşlerine takılıyorlardı. Büyük kapıya
172
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
varınca attan inmek ve oradan, dar sokaklardan yaya gitmek lâzım geldi. Bina yığınının bir tarafından içeri girdikten sonra lamaların kaynaşmakta olduğu karanlık bir dehlize vardılar. Dehlizde ilerleyince kalın ağaç direkler üzerine kurulmuş bir balkon göründü. Sven Hedin'i oraya götürüp döşeli, dar bir bölmeye oturttular. O, nereye gelmiş olduğunun ancak o zaman farkına varmıştı. Sanki bir tiyatroda oturuyordu. Taş döşeli büyük avlunun etrafım, üstü açık, birkaç katlı bir yapı, amfiteatr biçimi çevreliyor, bunun karşısında da gerçekten, merdivenle çıkılır bir sahne yükseliyordu. Onun «locası» ikinci kattaydı. Avluda yüksek bir direk üzerinde asılı bayrakçıklar rüzgârda çırpınıyorlardı. Tiyatro, papazlarla ve memleketin her tarafından bu büyük gün için toplanmış müminlerle ağzına kadar dolu idi. Tibet'in yüksek tabakası, askerler, memurlar ve Taşi lâma'nın bütün saray mensupları resmî kıyafetleriyle, süslü, sarı ve kırmızı urbalar içinde hazırdılar. Bütün mücevherlerini, mercanlarını, firuzelerini takmış takıştırmış, nefis, renkli elbiseleri içinde tavus kuşu gibi kabaran en yüksek tabakaya mensup Tibet hanımları da ayrı bir balkona kurulmuşlardı. Diğer müminlerin, misafirlerin sayısı her zamankinden de çok fazla idi, çünkü Dalay lâma'nın kaçışından beri Şigatse'nin ve Taşi lâma'nın itibarı pek ziyade artmıştı. Birdenbire, bu heyecanlı bekleyiş anındaki itişip kakışmaya, uğultuya, Tibet borazanlarının melûl sesleri karıştı. Törene başlanışın ilk işareti olan bu ses üzerine orada hazır bulunan bütün lamalar, çaylarını höpürdetmeğe başladılar. Çok geçmeden sedef boruların iniltili sesiyle ikinci bir işaret daha işitiliyor. Ağır, siyah yün perdelerle kapatılmış olan balkonun arkasından musiki heyetinin ilâhisi yükseliyor. Üstlerindeki balkonda, şöyle ortalarda, sırma işlemeli sarı ipek Derde arkasında başpapazlık tahtı gizlenmektedir ve Taşi lama bütün töreni oradan seyredecektir. Meraklı kalabalığın profan bakışları onun mübarek şahsını rahatsız etmesin diye, perdenin ortasına yuvarlak bir delik açılmıştır ki, büyük lamanın buradan ancak yüzü görülebilirdi. O sırada yeniden bir borazan sesi yükseliyor. Bu, mübarek zatın, sarayını, Labrang'ı, o anda terk ettiğini ilân etmektedir. Salonun her yanında, cemaatin alçak sesli duası uğuldamaktadır; derken herkes olduğu yerde ayağa kalkıyor. Taşi lâma'nın endamı gö-
BİLİNMfYEN
tÇ-ASYA
İ7S
züküyor. Vakarlı adımlarla yerine giderek bağdaş kurup oturuyor. O zaman perde indiriliyor, dindar cemaat ondan sonra artık onun ancak yüzünü görebilmektedir. Cemaat de yerini alıyor, yalnız şura da burada bir lamanın veya bir «kara adam» in ayağa kalktığı görü lüyor ki, bunların kalkıp oturuşları. Tibet dünyasının büvük papa zını, gökten yere inmiş tanrıyı, önünde secdeye kapanmak suretiyle^ sejâmTamaKtır. ~—Taşi lama, âyinin devamı müddetince yabancı seyyahı, iyi niyetli, tatlı bir bakışla seyretti, tyi niyetini, dostluğunu, zaten başlangıçtan itibaren meydana vurmuştu. Selâmın Tibet'te ve Mo-ğolya'da âdet olan alâmetini, ipek khadalcı Sven Hedin'e daha o sabah göndertmişti. Ve şimdi burada, tiyatroda da, tören başlar başlamaz, lamalarla onun locasına arka arkaya meyva ve tatlılarla dolu tepsiler gönderip durmuştu. Âyin başladı. Pançen lâma'nın başındaki sırmalı külah çıkınca,^ bütün cemaat ona uyarak külahını çıkarıyor, en itibarlı tanrılardan on birinin bayrağını getirip Pançen rinpoçe'nin önünde eğiyorlar. Maskeli lamaları temsil eden bir heyet, her birinin elinde dini âyinlerin belli eşyasından biri olduğu halde ortaya çıkıyor. Koro heyeti içeri giriyor. Nefesli musiki heyetinin en ileri gelen üyeleri, birkaç metre uzunluğundaki nefirleriyle önde geliyorlar, genç lamalar âletleri taşımak için bunlara yardım ediyorlar. Arkalarından flütçüler yürüyor. Onlardan sonra, bir sırığa dikilmiş davullariyle, kırk kadar davulcu ve en son olarak da, janturcular giriyor. Çalgıcıların hepsi, kendilerine ayrılan yerlere oturduktan sonra, lamalardan biri, elinde bir bardak keçi kaniyle ortaya çıkıyor; döne döne çılgın bir dansa başlıyor ve sonunda elinde bulunan bardaktaki kanı taş merdivene serpiyor. Sven Hedin'in doğru olarak gördüğü gibi, âyinin bu kısmı gerçekten Tibet'in, kızgın cinleri; kötü ruhları barıştırmak için insan kurban eden, budizmden önceki pagan âdetlerine dayanmaktadır. Âyinin esas kısmı bundan sonra başlıyordu. Lamalar, cin ve hayvan maskeleriyle, gülünç ayı hareketleri yaparak dilsiz dans numaraları gösterdiler. Sven Hedin'in o zaman galiba ilk defa gördüğü, fakat sonraki seyahatlerinde çok kere karşılaştığı «şeytan 1
l~i
^
174
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
dansı» işte bu idi. Müslüman tercümanı Mehmet Isa, esasım bilmediği bu âyini kendisi de anlamamış ve efendisine iyice anlatamamıştı. Bu yüzden bunun tasvir ve izahı Hedin'in eserinde de eksiktir, kırık döküktür ki, buna da ne kadar acınsak azdır, çünkü Tibet ve Moğolistan lama manastırlarında bu karakteristik yılbaşı âyininin, yani şeytan dansının pek çok şekilleri vardır. Törenin devamınca lamalar, misafirsever kimselerin hamarat-lığiyle, hazır bulunan cemaatin safları arasında dolaşıyor, her hangi birinin fincamndaki armağan-çayın tükenmiş olup olmadığına dikkat ediyorlardı. Koca bakır haramlar birbiri arkasına boşalıyor, fakat lamaların çay yedekleri bitip tükeneceğe benzemiyordu. Âyinin sonunu gösteren umumi büyük dans başlarken Pançen lama yerinden kalktı ve tıpkı gelişindeki gibi ağır adımlarla, debdebeli mai-yetiyle çıkıp gitti. Sven Hedin, ruhunda bu alaca tören tablosunun, renkli, hareketli âyinin derin izleriyle evine döndü. Bu nadir törende bulunmak imkânını kendisine verdiği için Pançen lâma'ya karşı derin bir minnet duyuyordu. Evine vardığı zaman ise yeni bir sürprizle karşılaştı. Adamları önüne, Pançen lâma'nın armağaniyle, un ve kuru yemişle yüklü bir kervan çektiler. Bundan başka sevinçli bir haber de vardı; Tibet'in başpapazı onu bizzat kabul etmek istemekle daha büyük bir dostluk gösteriyordu. Hedin ertesi sabah, belirli bir saatte yeniden resmî kıyafetini takınarak, yanında uşakları olduğu halde Taşi lâma'nın sarayının büyük kapısına vardı. Eciş bücüş sokaklardan, karanlık dehlizlerden geçerek mukaddes saraya, Labrang'a tırmandılar. Oradan, yeniden birtakım geçitlerden, dik merdivenlerden sonra, nihayet Taşi lâma'nın saray nazırının ekzotik bir.debdebe ile döşeli odasına vardılar. Kısa bir bekleyişten sonra mabeyincilerden biri gelerek, kabulün başlıyacağım işaret etti. Sven Hedin, yanında tercümanı ve adamlarından biriyle, dar bir sofaya girdi, orada ayaklarına siyah pabuçlar verdikten sonra kabul odasına soktular. Pançen lama orada, bir pencere girintisindeki küçük bir peykede oturuyordu. Odası bir manastır sadeliği gösteriyordu, kendisi de, kilisenin en aşağı sınıfından, en fakir bir keşiş gibi sade bir elbise giymişti. Sırtında, tamamiyle süssüz, koyu - al lama cübbesi vardı; başı ve kolları açıktı, parmakları arasında, hiç elinden düşmiyen lama tespihini çekip
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
175
duruyordu. Güler yüzlü, açık bakışlı genç papaz, misafirini gülüm-siyerek karşılarken ona, iki elini birden uzatmıştı. Görüşme tam üç saat sürdü. Bu zaman içinde başpapaz, kendisini ilgilendiren her şeyden konuştu. Doğu'lu, kibar adamların safça sıraladıkları sorular gibi, o yalnız kendi merakını giderecek şeyler soruşturup durmuyor, kendisi de gördüklerini anlatıyordu; Hindistan yolculuğundan bahsediyor ve durmadan, bilgin seyyahın yolculuğu ve elde ettiği ilmî neticeler hakkında beslediği ilgiyi açığa vuruyordu. Seleflerinin tahtında yedinci olarak oturan Pançen lama medeni, kültürlü bir adam olduğundan Avrupa'lı ilim adamına karşı sevgisini gizlemiyor idiyse de, dostluğu ileri götürecek olursa Çinlilerle başının derde gireceğini de pek iyi bildiği için, Çin'li hükümet adamlarının yanında bu kabulden bahsetmemesini misafirinden birkaç kere rica etmişti. Halbuki bunu gizli tutmak pek de kolay bir iş değildi; akşam üstü bütün şehir Taşi lâma'nın, uzaktan gelen yabancı ile saatlerce konuştuğunu biliyordu. Geçici bir zaman için de olsa, haberin Tibet'liler arasında bu kadar çabuk yayılışı Sven Hedin'in işine yaramıştı, çünkü orada kaldığı müddetçe herkes mümkün olan naziklikle ona yardıma koşuyordu. Şigatse'deki güzel günler çok sürmedi. O kabul haberi, duyulmaması lâzım gelen yere de, Lhasa'ya da varmıştı. Zaten Lhasa'nın kulağı pek delikti, Sven Hedin daha Şigatse'ye varmazdan önce, bu davetsiz yabancımn kendiliğinden sokulup gelişini haber almıştı. Hemen iki memur da yola çıkarmış idiyse de bunlar yanlış yolda yürüdüklerinden Pançen lâma'nın şehrine ancak bir buçuk gün sonra varabilmişlerdi. Lhasa'dan getirmiş oldukları tezkereyi icabeden yere verdiler, bunda kesin bir kısa sözlülükle, sade İngiliz - Tibet anlaşmasının tek bir maddesi vardı: Bir yabancının, Hindistan tarafından Tibet toprağına ayak basması yasaktır, tş bu şekli alınca, o vakte kadar daima iltifatçı olan Duan Sun bile Sven Hedin'e hemen uzaklaşmasını tavsiye etmekten başka bir şey yapamadı. Tibet'lilerin arzusuna uyarak, yine geldiği yoldan Hindistan'a dönmesi lâzım geliyordu. Diplomatik görüşmelerin, tefsirlerin hiçbir tesiri olmadığından bu arzuyu, hiç olmazsa onun, Şigatse'yi bir an önce terk etmeğe dair olan kısmını yerine getirmek zorunda kalmıştı. Gerçekten kervaniyle hareket ederek evvelki yolundan, önce kuzeye, sonra
176 BtL!NMİYEN IÇ-ASYA
kuzey - batıya doğru açıldı. Fakat çok geçmeden, yanındaki Tibetli geçiricileri başından savmağa muvaffak olunca, kendisinden zorla alınan sözü unutarak, pervasızca güneye, Raga sampo ovasına doğruldu. Zaten seyahatinin sonsuz zahmetlerle dolu, fakat buna karşılık Transhimalaya zincirini meydana çıkararak seferinin en güzel, en unutulmaz anıtını diktiği kısmı burada başlıyordu. Sven Hedin burada bitkin, bezgin bir halde, Tibet makamlarının takibinden gizlenerek, sahte kıyafetle, yüzü kurumla karartılmış bir halde, keşif işini başarı ile tamamladı. Yeni keşfettiği sıradağlardan birkaç kere geçti, en esaslı bilgileri topladı ve nihayet azalmış olan kervaniyle ilk hareket noktasına, Hindistan'daki Leh'e döndü. Fakat Sven Hedin yine rahata kavuşmuş değildi, daha arkasında pek çok, neticelendirilmemiş mesele bıraktığı kanaatindeydi. Yeniden bir kervan düzdü ve kısa bir dinlenmeden sonra, insanların koydukları yasaklara ve tabiî engellere karşı koyarak o uğursuz memlekete yeniden yollandı. Bu ikinci Tibet yolculuğu hakiki bir kahramanlık destanıdır. O bir yığın dişli soruyu aydınlatarak bilgin ruhunun hırsla aradığı cevapları bulmağa muvaffak oluncaya kadar, insanlardan gizlenerek, kutup fırtınalarına göğüs gererek kırk derecelik soğuklarda çalıştı, araştırmalar yaptı, haritalar çizdi... Bu zamanlar iç-Asya keşfinin kahramanlık devri idi; bu devirde pek çok Sven Hedin yetişmiş ve bilinmesi istenen arazinin başka başka yerinde, belki aynı zahmetlere ve tehlikelere göğüs gererek, belki daha az fedakârlıkla, fakat daima ilmin garazsız aşkiyle o büyük ortak dâvaya bir şey katabilmeğe çalışmışlardır.
X. İÇ-ASYADA MACAR ARAŞTIRICILARI S. Körösi Csoma'nın Nagyszeben'den Darciling'e yolculuğu. — Yugarlar ülkesi.— Vambery'nin İç-Asya dolaşmaları.— L. Berzenczey'nin başından gecenler.— Kont B. Szechenyi'nin sefer heyeti.— Kont J. Zichy'nin üçüncü. Asya seyahati.— K. UJfalvy.— Tien-şan'da araştırmalar yapan Macarlar: Gy. Almassy, Gy. Prinz.
Macarlığın kökünün Asya'lı oluşu hakkındaki muammalı sır aldatıcı serabiyle coşkun gezginleri uzun zaman Asya'nın bilinmi-yen ülkelerine çekmiştir. Atalarımızın kalkıp Tuna-Tisa araşma geldikleri o uçsuz bucaksız otlu kırlar acaba nerelerdir? Bıraktığımız anayurtta hâlâ yaşıyan kardeşlerimiz var mıdır? Bunlar öyle sorulardı ki, eski tarihimizin kronikacıları ve onun renkli masalları üzerinde duran bilginlerimiz, hasretle, hırsla cevaplarını araştırmışlardır. Pek çok -emek harcanarak, disiplinli bir ilimle çalışarak sonunda şu acı hayal sukutuna varılmıştır: artık Doğu'da kardeşlerimiz kalmamıştır, onlar, uluslar denizinde yok olup gitmişlerdir. Bununla beraber, anayurdu araştırma işi, gevşemiyen bir kuvvetle yine devam etti. Bazı coşkun hulyacılar, Macarlığın beşiğinden haber almak ve haber getirmek için ardı ardına doğu ülkelerine yollandılar. Yazık ki, tek varlıkları içlerindeki coşkun şevk ve gayret olan bu züğürt gezginlerin çoğu yollarda telef oldu; aralarında Kafkasya veya Ural sınırlarından öteye geçebilen ancak birkaç kişi çıktı. Bu yorulmak bilmiyen gayretli alayın son fedaisi, bütün ötekilerin şöhretini gölgede bırakan büyük Sekel aydını S. Körösi Cso-ma'dır. Henüz memleketi olan Erdel'in bir kolejinde iken, ruhunda hafif bir alev parlıyor ve o, bu alevin ışığı altında etrafı yoklıyarak F. 12
178
BİLtNMtYEN ASYA
İÇ —
milletinin esrarlı menşeini araştırıyordu. Göttingen'de bilgin profesörlerinin ağzından, Asya'lı kavimlere dair yeni ilmin ilk bilgilerini duyması, ateşe dökülen gaz yağı gibi, ruhundaki alevi daha ziyade parlatmıştı. Yugria'ya ve o zamanlar henüz yeni bilinmiş olan esrarlı Asya kavmi Uygurlara dair anlatılanları dinledikçe hayallere dalıyordu. Bu büyük soruya memleketinde, hiçbir zaman kandırıcı, merakını giderici cevap alamıyacağım daha o vakit anlamıştı. Onca, doğu dilleri bilgisine kaçınılmaz lüzum vardı, fakat «sil çare, kalkıp uzak doğu memleketlerine giderek susmakta olan geçmişi orada söyletmeğe çalışmaktır. Ve Körösi Csoma, «Macarların ilk oturdukları yeri ziyaret etmek, tarihi hâtıra olarak onlardan ne kalmışsa toplamak ve bizim dilimizle doğu dilleri arasındaki yeni benzerlikleri araştırmak» üzere kesin bir niyetle, gerçekten bu büyük yola çıktı. Uzun boylu hazırlanacak bir şeyi yoktu, iki yüz florin parasını koynuna sokup gezgin asasını eline alarak bu sonu belirsiz sergüzeşte atıldı. Tesadüf, Körösi Csoma'nın hayatının ve çalışmalarının bu büyük düzenleyicisi, onun, önce tasarladığı Odesa - Moskova yönü yerine başka bir yol seçmesini istedi. Nagyszeben'den, 1819 sonlarında Bükreş'e gitti ve ertesi yılın aralık aymın birinci günü Sofya'ya giden Bulgar tacirleri arasına katıldı. Böylece Filibe'ye vardı, fakat ondan sonra uğrak vermek istediği İstanbul'dan vazgeçti. Türk başkentinde o sırada veba baş göstermişti, bunun için bir Yunan vapuruna binerek Mısır'a geçti. Orada, İskenderiye'de biraz fazlaca kalmak niyetindeydi, çünkü araştıracağı meselede eski Arap kaynaklarından ne kadar faydalanabileceğini Göttingen'deki çalışmaları sırasında anlamıştı. Fakat birdenbire İskenderiye'de de veba salgını başlamıştı, bu yüzden ister istemez oradan da uzaklaştı. Gemi ile önce Kıbrıs adasına, oradan Şam Trablusu'na ve Lâzikiye'-yc gitti. Lâzikiye'den tabana kuvvet Halep'e vardı ve oradan güç-bclû, Musul'a giden bir kervan bularak ona katıldı. Yolculuk, karınca yavaşlığiyle gidiyordu ve Körösi Csoma Bağdat'a vardığı zaman takvim temmuzun yirmi ikisini gösteriyordu.
fZ.
Bağdat'tan öteye İngiliz elçilik adamları yardım ettiler. İran'a gitmekte olan bir kervana katıldı, bu kervanla sırasiyle Kerman-şah'a, sonra Hemadan'a ve nihayet Acem başkentine, Tahran'a vardı. Bu bilmediği, ıssız Asya şehrinde yine İngiliz elçiliğine baş
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
179
vurdu; orada iyilikle ve anlayışla yardımına koştular. Bu yardım sayesindedir ki, Tahran'da tam dört ay kalabildi ve seyahatinin de-, vamı müddetince o kadar faydasını gördüğü Acem dilinin konuşmasını da ilerletmiş oldu. 1821 nisanımn 18 - inde kitaplarını ve sair evrakını orada bırakıp Ermeni tacir kılığına girerek Kuzey-İran'daki Meşhet'e gitti. Müslümanların bu mübarek şehrinde yeniden yol seçmek icabediyordu. Onun asıl niyeti, kuzeye, İç-Asya'nın Türkler oturan bölgesine doğru yoluna devam etmekti, lâkin oralarda ilmî seyahat ve hele araştırmalar için lüzumlu olan sükûn pek yoktu ve bütün o havali savaş patırtısiyle çalkanıyordu. Bu yüzden Meşhet'ten bile ancak uzun bekleyişlerden sonra ayrılabil-di. Fakat Buhara'ya giden yolda daha beş gün ilerlemişti ki, savaş haberleri onu geri dönmeğe zorladı ve bu sefer yolunu Meşhet'ten doğuya yöneltti, Afganlı bir kervanın yardımiyle Belh'e, oradan Bamiyan'a, daha sonra Kabil'e vardı (6 ocak 1822). Körösi Csoma, Kabil'den Hindistan'a doğru yoluna devam etti. Peşaver'de Allard ve Ventura adlı iki Fransız seyyahiyle karşılaştı, Lahor'a onlarla beraber gitti. Burada da durmadı, Kişmir'e ve oradan, haziranın 9-unda Ladak eyaletinin başkenti olan Leh'e vardı. Orada, İç Asya'nın kendisini çağıran sesine uyarak, yine kuzeye, Yarkent'e doğru gitmeyi denedi, fakat çok ilerliyemedi, çünkü bu yolun müthiş masraflı, uzak ve aynı zamanda tehlikeli olduğu çabucak anlaşılmıştı. Bunun üzerine Lahor'a döndü, tesadüf onu orada İngiliz ajanı Moorcroft ile karşılaştırdı. Bu karşılaşma Körösi Csoma'nın hayatında, tasarılarında beklenmedik bir dönüm noktası oldu. Moorcroft Macar seyyahını, kendisince belirsiz, anlaşılmaz tasarılardan vazgeçirmek için bütün gayretini harcadı ve'onun yerine, vaktini ve emeğini o zamana kadar âdeta hiç bilinmiyen Tibet dilini incelemeğe vermesi için kandırmağa çalıştı. Körösi Csoma'yı, tasarılarının yersiz olduğuna inandırmanın imkânı yoktu. Fakat hep maddi ihtiyaçlar içinde bocalıyan, en büyük yoksulluklara katlanarak gezen Macar seyyahı, bu yeni ödevi başarmağa kendi gönliyle razı oldu, çünkü böylece asıl hedefine herhalde yaklaşmış olacağını ve burada elde edeceği tecrübeler sayesinde, başlamış olduğu yolda daha kolaylıkla ilerliyebileceğini ummaktan geri kalmıyordu. İngiliz koruyucusu ile yeniden Leh'e gitti ve orada Acem ve Tibet dillerini bilen bir hocanın önünde, in-
180
BİLİNMİYEN
İÇ — ASYA
celenecek olan dilin sırlarını öğrenmeğe başladı. Kasımın 20-sinde Kişmir'e, Moorcroft'un yanına döndü, 1823 mayısının 26-sında ise tavsiye mektuplariyle donanmış olduğu halde ve cebinde mütevazı bir parayla Tibet'in lama manastırlarına doğru yola çıktı. İlmin bu öz gönüllüsü Tibet'teki lama manastırlarının sağlığa elverişsiz hücrelerinde yıllar geçirdi ve üzerine aldığı ödevi, yoksulluk içinde, soğuktan titriyerek, fakat şerefiyle sona erdirdi. Nihayet, emeklerinin olgun yemişi halinde Tibetçe gramer kitabı ve sözlüğü meydana çıkınca, ilim dünyası, o zamana kadar hiç tanımadığı Macar bilgininde, yeni bir bilim kolunun, değeri unutulmaz kurucusunu bularak onu selâmladı. "~ Körösi Csoma ancak dışı gören insanın gözünde asıl programına sadık kalmamıştı. Hakikatta, uzak yurdunu, Erdel'i niçin bırakıp geldiğini bir an bile hatırından çıkarmıyordu. Tibetçe sözleri sadakatle topluyor, .bilinmiyen dilin gramer kurallarını düzenliyor, ruhuna yabancı olan budizmin mukaddes kitaplarının yapraklarını çeviriyor, fakat bu arada, kendisini büyük amacına kavuşturacak gizli bir yol bulmak için, bütün dikkatini harcıyordu. Emekleri boşa çıkmadı! Tibet'li kronikacının verdiği kısa haberler arasında aradığını, «Yugarlar memleketini» bulmuştu. Kitabın sararmış yapraklarını heyecanla karıştırarak Yugarlar memleketini, kendi arz-ı mevudunu nerelerde bulacağını araştırdı. Fakat bu kitaplardan ancak o memleketin kuzey taraflarda bir yerde bulunduğundan fazla bir şey çıkaramadı. Körösi Csoma İngilizlerin verdiği ödevi bitirmişti, elde ettiği ilmi neticeleri Bengale'deki Asya Kurumuna devrettikten ve geçici bir iş olarak üzerine aldığı Tibet gezisinin tozunu silkindikten sonra, yine seyyah asasını kavrıyarak Tibet tarih kitaplarının işaret ettikleri yerlere doğru, Yugarlar ülkesini aramağa çıktı. Fakat Kal-kuta'dan Yugarlar memleketine kadar yol uzaktır ve ince yapılı yorgun gezgine bu yolu almak kısmet değilmiş. Tera'nın ölüm saçan bataklığı ona öldürücü bir sıtma aşıladı ve 1842 nisanının İlinde Darciling'te sonsuzluğa erdi. Onun bu harikulade fedailiğini herkes anlıyamamıştı. Öyleleri çıktı ki, Körösi Csoma'nm aldatıcı bir hayale kurban gittiğini ve onun, asıl emelinden vazgeçerek kendini Tibet dilinin tetkikine
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
181
verdiği vakit, yanlış yola sapmış olduğunu kendisinin de teslim ettiğini yaydılar. Fakat bu zorluk çıkarıcılar Körösi Csoma'nm çalışmalarım lâyık olduğu derinlikte incelememiş olanlardır ve yine ancak onun Yugarlar ülkesine yapmağı tasarladığı seyahatin mânasını kavramıyanlardır ki, aldanıştan, hayal sukutundan bahsederler. Bununla beraber bugünkü bilgilerimizle hüküm verecek olursak, Körösi Csoma'nm Yugarlar ülkesinde muhakkak bir hayal sukutuna uğramış olacağı doğrudur. Eğer birkaç kere bahsi geçen tasar gereğince Lhasa'dan geçerek kuzeye, Kuku nor taraflarına ve sonra Su - cov havalisine yönelmiş olsaydı, adım adım ilerlemek suretiyle ve yeniden birçok zahmetler pahasına, aradığı memleketi bulabilirdi. Çünkü kendisinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman sonra oralara giden Avrupa'lı araştırıcılar, gerçekten o Su-cov taraflarında bir kavme raslamışlardı ki, bu kavim kendisine Yögur demekteydi. Ve netekim o uzak memleketlerin en küçük kavimlerine dair bugün birbirine bağlı birçok bilgi elde edildikten sonra, Yögurlar hakkında da oraları dolaşmış olan seyyahların verdikleri gayet kısa malûmattan fazlasını verebiliriz. İç-Asya'nın doğu kısmında Or-khon ve Selenga vâdilerindeki büyük göçebe kavimlerden Kök Türklerin yerini 745 - te, kardeş bir kavim olan Uygurların almış olduğunu daha önceki sayfalarımızda görmüştük. Doğudaki büyük göçebe imparatorluğun mirasçıları sıfatiyle Uygurlar, gelenekçi göçebe siyasetine sadık kalarak Çin'le ve birbirleriyle ölüm dirim savaşma devam etmişlerdi. Bunların devletleri ancak yüz yıl kadar yaşamıştı ki, gayretli rakipleri olan Kırgızlar taze kuvvetleriyle ü-zerlerine saldırıyorlar. Bu felâketli darbeden sonra Uygur kavmi dağılıyor. Bir kısmı, her zamanki geçit yollarından güney-batıya, Gav-çanğ dolayına, yani bugünkü Turfan toprağına sığınıyor. Bu, daha sonraki Uygur devletidir ki, bundan ileride bahsedeceğiz. Öteki kol ise Çin'e, hususiyle onun kuzey batı sınırlarına, bugünkü Su - cov taraflarına sığınmak zorunda kalmıştır. Körösi Csoma'nın Yugar adiyle Tibet kaynaklarında rasladığı kavim işte bu Uygur sömürge-sidir ve bugün yine aynı yerde yaşamakta olan Yögurlar o döküntü Uygurların torunlarıdır. Körösi Csoma eğer Su-cov'daki Yugar - Yögur toprağma gitseydi aklanacaktı, çünkü orada, aradığı hısımlar yerine, Macarlıkla doğ-
182
BİLtNMİYFN
İÇ-ASVA
nidan doğruya hiç bağı olmıyan bir Türk kavmi bulacaktı. Ama "Vugar ve Ungarus adları arasındaki akla uygun benzerlik onu yanılttı ise, bu yanlışlığı ona yüklemek doğru olmaz. Rusya'yı dolaşmış olan seyyahların kitaplarında Yugria diye bir kuzey ülkesinin adı tam o sıralarda ortaya atılmış bulunuyordu. Âlimlerimiz gittikçe artan bir ilgi ile gözlerini bu esrarlı memlekete çevirdiler, sonradan anlaşıldığına göre boşuna da değil, çünkü orada oturanlar, Vogullarla Ostyaklar dil bakımından gerçekten Macarlığın en yakın hısımlarıdır. Fakat bu iş o vakitler hiç de şimdiki kadar aydınlanmış değildi, zira kardeşsiz sanılan dilimizin hısımlarını o zamanlar hâlâ el yordamı ile araştırıyorlardı. Asya meselelerindeki bilgisizlik yalnız memleketimize mahsus bir şey değildi. O sıralarda ilk defa ortaya çıkan Uygur adını aşırı bir tarafgirlikle Yugria ile birleştirmek istiyen bilginlere yabancı memleketlerde de Taslanıyordu. Demek oluyor ki o zamanlar, birisinin Tibet kaynaklarındaki Yugar kavmiyle Macar anatarihi arasında bağlar aramağa kalkışması pek öyle ayıplanacak bir kusur sayılmıyordu, hattâ meseleyi bugünkü görüşümüzle de incelediğimiz zaman Körösi Csoma'nın Yugarlar memleketine tasarladığı seyahatini başaramayışına ancak acınmamız gerektir. Herhalde aradığının orada bulunmadığını kendisi de görmüş olacaktı, fakat eğer o Su-cov'lu Yögurların dilini ve tarihini Tibet araştırmalarında göstermiş olduğu esaslı çalışmayla ve o sonsuz ilim sevgisiyle incelemiş olsaydı bu dikkate değer kavim döküntüsü hakkında bugün, ehemmiyetiyle ölçülemiyecek derecede az, kısa ve zayıf bilgiyle yetinecek durumda bulunmazdık. Bundan maada, unutulup gitmiş olan eski tç-Asya'nın keşfinin, onun araştırmalariyle başlamış bulunacağını da düşünürsek bu sahada 60 - 70 yıl kaybetmemiş olacağımız kendiliğinden meydana çıkar. Su-cov boyundaki «Yugarlar ülkesi» Körösi Csoma'dan sonra da bir müddet zihinlerf meşgul ediyor. Çin'de bulunan Gützlaff adlı bir misyoner 1850 yıllarında, kendinden evvelki büyük seyyahtan haberi olmaksızın, Kuku nor yanındaki Cungar (Cugur) kavminin Hunlardan ve Asya'da kalmış Macarlardan türeme olduklarını iddia etmişti. Gützlaff, artık ilim dünyasında daha yirmi yıl önce bile muhakkak sayılabilecek kadar hararetli bir kabul görmedi. O sıra-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
183
Jarda Macar ilim dünyasında tenkid kabiliyeti ve sağduyu da çok gelişmiş, romantik hayallere kapılmanın yerini ilim gayreti almış bulunuyordu. Artık öyle gelip geçici heveslere değer veren yoktu ve meselâ J. T. Gaspar'ın «Asya'da kalmış kardeşlerimizi ve hısımlarımızı araştırmak için kurulacak sefer heyeti hakkında» diye verdiği muhtırayı Macar İlim Akademisi, yahut o zamanki adiyle Macar Alimler Birliği (Peşte 1859) cevaba değer bile bulmuyor, Cun-garya'da Asya'lı Macarlar araştırma işini o kadar ciddiyetsiz sayıyordu. Bununla beraber İç - Asya'ya karşı değişmeden süregelen ilgiyi Macarların ruhundan sökmek ondan sonra da mümkün olamamıştır. Fazla tenkidei olan zihinler Asya'da kalmış Macarları araştırmanın budalalık olduğunu anlamışlar, bununla beraber bu kıtada başka araştıracak bol bol şey bulunduğunu, ancak kardeşler yerine hısımlar veya kader ortakları aranması lâzım geldiğini ve bu yolda da en önemli vasıtanın dil olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu yeni yönün ilk mümessili A. Vambery'dir. O kadar ün salmış olan lç-Asya yolculuğundan önce Macar İlim Akademisinde açış söylevini verdiği zaman Vambery yeni seyahatlerin gayesini şöyle anlatmıştı: Biz, kulağa daha hoş ve daha romantik gelen Macarların anayurdu yerine dilcilik alanındaki gerçekleri araştıracağız. A. Vambery İç-Asya yolculuğuna gerçekten dilcilik yönünden hazırlandı. Türkçeyi iyice bellemek için önce birkaç yıl İstanbul'da kaldı, şark hayatının âdetlerine kendini alıştırdı, her türlü inceliklerini öğrendi. Ve gerçekten, bu hazırlayıcı okuldan geçmeden, Hi-ve ve Buhara'nın mutaassıp Türkleri içine yapacağı seyahatten tam bir başarı bekliyemezdi. Vambery, İstanbul'da Türklerle kurduğu tanışıklığın başka tür-^ lü de faydasını gördü. Türk dostları onun tasarladığı doğu seyahatinin bütün zorluklarını ve tehlikelerini bildiklerinden, son çare I olarak eline resmî bir kâğıt vermişlerdi, bunda, onun Avrupalılığı tamamiyle saklanıyor ve meşru bir yalanla, vesika sahibi Mehmet Reşit efendinin İstanbullu bir seyyah, din gayretiyle müslü-man ziyaret yerlerini dolaşan bir hacı, bir derviş olduğu tasdik ediliyordu. Cebinde bu kıymetli mektup ve Macar İlim Akademisinin bin
184
BİLtNMtYEN
tÇ-ASYA
floriniyle Vambery, 1862-de İstanbul'da gemiye binerek Trabzon'a gitti. Kafasında geniş bir tasarı çeviriyordu, önce Buhara'-ya, Semerkant'a, oradan Hokant'a, Kaşgar'a, Khotan'a gidecek ve ta Pekin'e kadar durmıyacaktı. Oradan yine hep kara yolundan dönerek Kun-lun'dan geçip Hindistan'a gidecek ve büyük selefi Marco Polo'nun izinde yürüyerek herhalde onun eriştiği şerefe yaklaşacaktı. Trabzon'da ata binerek, Erzurum'a giden bir kervana katıldı. O zamanlar pek iptidai, tehlikeli bir iş olan doğu yolculuğunun pek iyi geçmiyeceğini zaten biliyordu. Düşündüğü gibi de çıktı^Er=_ zurum yolunda kervana Kürt eşkıyası saldırdı, fakat bu ilk macerayı arızasız atlattı. Kendine yeni arkadaşlar buldu, onlarla yoluna devam ederek Tebriz'e, oradan da kolaylıkla İran'ın başkentine. Tahran'a vardı. Başlangıç olarak ilkin aklından yalnız Buhara yolculuğu geçiyordu, fakat daha şöyle birkaç yoklayış adımından sonra, bunun bile ne kadar yenilmez engellere çarptığını gördü. Acemistan'da yaşıyan ve içlerinden birçoğiyle dostluk kurduğu yabancılar, yolculuğun tehlikelerini anlatmakla bitiremiyorlar ve dehşet verici misaller sayarak onu bu korkulu teşebbüsten çevirmeğe çalışıyorlardı. Vambery şimdilik Güney - Acemişjaı^da u_fak_ tefek dolaşmalar yapıyordu/ fakat bu vesilelerle de zenghf tecrübeler edinmiş, islâmlıktaki taassubun ve mezhepler arasındaki düşÇÖ.^ 1 manlığın ne demek olduğunu yakından görmüştü. Kendini her türlü ^fdr* ' tecavüzden uzak tutmak için İstanbul dervişinin açındıracak paçavra kıyafetine girmiş olan Vambery, şimdi^sji_mgszhebjndpki mügr ^^ plüman ve din kardeşlerinden adım başına «köpek sünni» hakaretini işitiyor ve bu iltifatları yutmağa mecbur oluyordu. Mürailiğin, ikiV^V/ıO^ yüzlülüğün ve zilletin Acemistan'daki bu yüksek okulu, Buhara 5»' ■' yolculuğu için gerçekten faydalı olmuştu. Güney-İran gezisinden Tahran'a döndüğü zaman Mekke'den vtam o sırada gelmiş olan yirmi beş kişilik bir hacı kafilesiyle karşılaşması Vambery'nin pek ziyade işine yaradı. Hiç düşünmeden içlerine katıldı. Hacılar Semerkant'a gidiyorlardı, derbeder dervişi memnunlukla aralarına aldılar ve bütün yolculuğu sırasında kendisine pek_j|ostçaınuajnele_j»ösJ^ maz güvenleriyle kac kere hakiki tehlikeden kurtardılar. Yol önce Türkmenler diyarından geçiyordu. Burada başlıca uğrak yerleri,
BİLİNMEYEN İ Ç - A S Y A
V5
Karatepe, sonra Hazer gölünü geçince Gümüştepe'dir. Göçebe Türkmenler arasında önce faydalı şeyler görüp öğreniyordu, fakat çok geçmeden, beklediği gibi yoksulluklar ve sıkıntılar baş gösterdi. Bir gün önlerine serseri bir Türkmen eşkıya çetesi çıktı. Karşılaştıkları yok edici tehlikeden kurtulmak için, öldürücü kum sahrasına kendilerini atmaktan başka çare kalmamıştı. Zaten pek fakirce donanmış olan hacılar arasında en fakirinin, dilenci dervişin bu çöl yolunda neler çekmiş olduğu kolayca düşünülebilir. Bu umutsuzluk toprağında sekiz gün yolculuktan sonra nihayet nasılsa, Buhara'nın altın parıltılı kubbeleri gözükmüştü. Bu selâmetti varış Vambery'yi vücut zahmetlerinden kurtarmıştı ama, öteki hacı yoldaşları istedikleri gibi dinlenir ve ilerisi için kuvvet toplarken, kendisi sahte derviş kıyafeti içinde Avrupa'h insanı keş-fediverirler korkusiyle titremeler geçiriyordu. Emirin başadamla-rından biri şüphelenmişti bile, fakat İstanbul'da aldığı mühürlü yazı ve hele hacı yoldaşlarının kendisine karşı gösterdikleri güven ve bağlılık sayesinde bunu da savuşturdu. Üç haftalık bir dinlenmeden sonra kervan yeniden yola düzüldü. Vambery arkadaşlarına minnet borçlu olduğunu biliyordu, onun için kendilerinden ayrılmıya-rak Semerkant'a kadar beraber gitti, fakat artık orada yine ayrılmaları lâzım geldi, yanında yalnız Kongrat kabilesinden İshak adlı sadık bir Özbek kaldı. Semerkant'a varış Vambery için yeni bir maceralı hayatın başlangıcı olmuştu; gezgin satıcı olarak etrafı dolaşıyor, hayatını o yolda kazanıyordu. Vücut ve ruh yorgunluğu o zamana kadar Vambery'yi o kadar sıkmıştı ki, artık Tarım havzasına, Pekin'e .kadar yolunu uzatmayı düşünmüyordu bile. Zaten tasarladığı o yolculuğu gerçekleştirmesi yenilmez engellere çarpacaktı, çünkü ne tarafa gitmek istediyse her yanda savaş hüküm sürüyordu. Bu yüzden o' zamana kadar gördükleriyle yetinerek yolunu doğu yerine güneye çevirdi ve uzun, macera dolu dolaşmalardan sonra, ki bu arada onu kaçak bir köle de sanmışlardı, Afganistan toprağına vardı. Bu yolculuğunda büyük şehirlerden Andkhuy'a, Maimene'ye, Bala Murgau'a uğradı ve nihayet Afganistan'ın en önemli' batı şehrine, Herat'a ulaştı. Herat sokaklarında umutsuz bir halde süründü, aç açına, titriyerek dilendi ve burada elindeki resmî kâğıtlarına göre kendisinin de mensup olduğu tam müslüman sünniler arasında bulunmasından eline bir
186
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
şey geçmedi; burada da tıpkı öte tarafta şü Acemlerden gördüğü muameleyi gördü. Herat emîrinin konağmda, başmdaki dert büsbütün arttı: emîrin oğlu onu bir İngiliz casusu sandı ve bu tehlikeli durumdan sıyrılabilmek için, sıkıntının en büyüğünü geçirdi. Uzun ve üzüntülü bekleyişlerden sonra nihayet kurtuluş güneşi doğmuştu. Herat'tan Meşhet'e, Acemistan'ın mukaddes şehrine koca bir kervan gidiyordu. Sümüklü böcek ağırlığiyle ilerliyen bu on iki günlük yolculuğu bitip de yorgunluktan perişan bir halde Meş-het'teki İngiliz dostunun kapısını çaldığı zaman zaten bu sıkıntılı İç - Asya seyahatlerine son vermiş bulunuyordu. Acemistan'dan memleketine ulaşmak artık bir eğlence idi ve o kadar zahmetli gezmelerden sonra Budapeşte'ye dönüş seyahati kendisi için bir hava tebdili olmuştu. Uzak yollardan dönen seyyahı memleketinde soğuk bir ilgisizlikle karşılamışlardı ve ancak Londra'yı ziyaretinden sonra, cesur teşebbüsünün mükâfatı olarak şöhreti dünyaya yayılıverincedir ki, burada da herkes ona ehemmiyet vermeğe başladı. Memlekette görülen ve. Vambery'nin o kadar şikâyet ettiği bu ilgisizlik belki, hele bir dereceye kadar muhakkak, sebepsizdi; fakat hiçbir vakit onun sandığı kadar değil. Vambery'nin İç - Asya seyahatinin yalnız ilmî yaylarla harekete getirilmiş bir teşebbüs olmayıp İngilizler hesabına siyasi malûmat toplamak vazifesinin jie verilmîşoî35gu~kesin olarak anlaşılmıştır. Bu ikinci ödevini parlak bir surette başarmış olduğu da muhakkaktır. İngilizlerin coşkun hayranlıkları zaten bundandı. Fakat bu seyahat ilim bakımından çok daha aşağı bir değer taşımaktaydı, zira Buhara ve Hive toprakları çoktan beri artık bilinmiyen arazi (terra incognita) sayılmıyordu ve bundan başka da kendisinin yeni yeni değerli incelemelerde bulunmak için lüzumlu coğrafya ve tabiî ilimler bilgisi noksandı. Hem sahte kılıkla şahsiyetini gizliyerek dolaşma tarzı da yeni bir şey değildi. Orenburg okulunun Tatar dili öğretmeni olan baron Desmaison da sahte kılıkla, Tatar mollası kıyafetinde daha 1834-te, yani Vambery'den hemen hemen otuz yıl önce Orenburg'-tan kalkarak Buhara'ya girmişti. Bu iki seyahatin benzerliği sade onun ayrıntıları bakımından bu kadar hayret verici olmakla kalmayıp aynı zamanda baron Desmaison'un da tıpkı Vambery gibi, Türk dilinin tam bir bilgini ve türkolojinin aynı ayarda ünlü bir
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
187
yapıcısı olmasiyle de göze çarpmaktadır. İngilizlerin verdiği hususi vazife ve dünyayı kaplıyan İngiliz reklâmı olmasaydı, belki Vambery' nin seyahati etrafında da baron Desmaison'unkinden fazla bir şey söylenmezdi. Vambery'nin hakiki ehemmiyeti zaten burada değil, yola çık*^ mazdan önce akademiye bildirmiş olduğu programı tamamiyle ger çekleştirmiş olmasındadır. Bizde Türk dillerini araştırma işinin önemi onun sayesinde anlaşılmış, türkolojimiz onun emeğiyle mey dana gelmiş, bu kadar gelişmiştir. Ve yine bu sayededir ki, İstanbul Osmanlı Türkçesinden gayri Doğu'nun Türk dillerine ve lehçele rine karşı gittikçe artan bir alâka uyanmıştır. Macar dilinin kökü meselesi de onun zamanında aydınlanmıştır ve her ne kadar Macarlığın Türklerden türeme olduğu hakkındaki yanlış görüşü müdafaa] ederek yeni varılan neticeye, yani Macar dilinin Finugor ailesinden' oluşuna dair olan nazariyeye en şiddetle karşı koyan kendisi olmuş sa da, çalışmaları bu alanda da boşa gitmiş değildir. Anayurt ara ma işi yerine geçen anatarih araştırmasının onun aşırı nazariyele rinden çok şey öğrendiğini söyliyebiliriz. Hattâ Macar dilinin in kâr götürmez bir şekilde Finugor kökünden oluşunu, aynı zaman da dilimizin ve anatarihimizin Türk münasebetleriyle dolu bulun duğunu ortaya koyan bugünkü kanaate de onun açtığı yoldan va rılmıştır.
S
Pek tabiî olarak ilim bakımından Vambery'nin seyahatinin arka plânında hiçbir şey sezmeksizin sırf maceralara, heyecanlı tehlikelere, sonra bir de bunlara karşılık kazanacakları şöhrete kapılarak, onun izinde uzak Asya ülkelerine seyahat edenler olmuştur. Bunlardan birisi L. Berzenczey'dir ki, sergüzeştçi yolculuğunu İç -Asya'ya yaptığı için, hakkında birkaç söz söyliyeceğiz. Berzenczey, seyahatine Rusya'dan, 1873 - te çıktı. Kazan'dan Omsk'a gitti ve oradan aşağı saparak Almatı'ya vardı. Buradan itibaren kötü durumların birinden kurtulup öbürüne düştü, kâh Ruslarla çatıştı, kâh yerli hanlarla, bazı da İngilizlerle arası açıldı. Daha Kaşgar'a giderken İngiliz casusu diye tevkif etmişlerdi. Çeşitli gailelerden sonra nasılsa salimen Çakmak'a varabildi, fakat bu sefer de burada, anlaşılan değişiklik olsun diye, Rus casusu olarak hapsettiler. Hapisten kurtulduktan sonra Kaşgar'a gitti, burada her şey yoluna girmişti, emîr kendisine çok iyi muamele ediyordu, fakat sonra,
lf-S
.V *\
VJ
J
BİIİNMİYEN
İÇ-ASYA
ioruduğu adamın daha ileriye, Aksu'ya, Urumçi'ye ve Manas'a, o-radan da, itikadınca Macarların hısımları bulunan Cungacya'ya gitmek istediğini öğrenince dostluk birden bozuluverdi. Emîr, tasarladığı bu seyahatin hiç de hoşuna gitmediğini kendisinden gizlemeyince, Berzenczey, Cungarya'yı ziyaretten hemen vazgeçerek Yar-kent'e gitti. Fakat orada da duramadı ve Karakorum dağlarından geçerek faaliyet merkezini Ladak'ın başkenti olan Leh'e kaldırdı. Berzenczey'nin talihi burada da iyi gitmedi, o yerin İngiliz valisi Ladak'ı terk etmesini tavsiye etti ve böylece çaresiz, Hindistan yoliyle ve seyahatinden hiçbir netice almadan memlekete döndü. Bizde böyleK aşağı yukarı şahsi sergüzeşt seyahatleri yapılırken yabancı memleketlerde, evvelce bahsettiğimiz o büyük, teşkilâtlı sefer heyetleri yola çıkıyordu. Bunun üzerine, yabancı başarılardan örnek alarak, Macaristan'dan da o vakte kadar görülmedik ölçüde bir sefer heyeti Asya kıtasına, hareket etti. Bu kafilenin koruyucusu, kurucusu ve başı, en büyüK Macarın* oğlu, kont Bela Szechenyi idi. Bu keşif seferi 98.100 florine mal oldu ki, bu gerçekten o zamana kadar, ne de ondan sonra bizde, benzeri bir teşebbüse sarf edilmemiş derecede büyük bir para idi. Elde edilen ilmî neticeler bakımından da bu kabil büyük ölçüdeki diğer yabancı iç-Asya sefer heyetlerinden hiç de geri kalmıyan bu seyahat üçyıl_JJ^77jJ:8je)_sürdü1. Ta bugüne kadar Macar İç-Asya araştırmalarının en büyüğü olan bu seferle haklı olarak övünebiliriz, fakat buna karşılık da onu yabancı memleketlerde bizden daha iyi bildikleri ve daha çok değer verdikleri için utanç duymamız lâzımdır. Büyük masraflarla, adamakıllı donanmış olan sefer heyeti kont B. Szechenyi'den başka topu topu üç azadan teşekkül ediyordu: kafilenin ruhu ve en büyük kıymeti L. Loczy idi; bir de sonradan Kolozsvar üniversitesi profesörü olan tanınmış şark dilleri bilgini G. Balint ile Viyana askerî harita dairesi subaylarından G. Kreit-ner adlı, oldukça orta değerde Avusturyalı bir coğrafyacı vardı. Asıl tasarıya göre, Pekin'den hareket edilerek Huanğ-ho'nun kuzey dirseğinden Gobi çölüne girilecek, oradan Tarım havzasına dö* XXI. yüzyılda büyük çahşmalariyle asri Macaristan'ı kuran kont I. Szechenyi'ye Macarlar «En büyük Macar» adını vermişlerdir. S, K.
BtLtNMİYEN
İÇ-ASYA
189
nülecek ve güneydeki Khotan yolundan Kaşgar'a vardıktan sonra oradan da ya batıya doğru Semerkant'tan geçerek yahut da güneye saparak Hindistan yoliyle memlekete dönecekti. Fakat bu ilk tasan suya düştü. Türkistan'daki islamların isyanı sebebiyle bütün o taraflarda karışıklık hüküm sürüyordu, Çin dışişleri bakanlığı oraya gitmek için istenen müsaadeyi kesin olarak reddetti. Bunun üzerine Szechenyi'gil ilk tasarılarından vazgeçerek' daha güney yolunu seçmeğe ve Tibet'te araştırmalar yapmağa karar verdiler. Aşağıda göreceğimiz gibi burada da Tibetlilerin azimli mukavemetleriyle karşılaştılar. Heyet üyeleri Çin'e, Süveyş'ten geçerek denizden gittiler. İşleri acele değildi, kâh tek tek, kâh toplu bir halde uzunca molalar verdiler, Hindistan'da, Cava adasında ve Japonya'da epeyce araştırmalarda bulundular. Bu fazla yavaşlık (heyetin sonsuz zararına olarak) biricik dilci üyenin şevkini kaçırdı, G. Balint, daha asıl araştırmalar başlamadan arkadaşlarını bırakıp Avrupa'ya döndü. Heyet Triyeste'den 1877 aralık ayının 4-ünde yola çıkmıştı, fakat sayıları üçe indikten sonra ancak ertesi yıl aralığının 7-sinde Şanghay'dan Çin'in batı sınırlarına doğru açıldılar. Esaslı coğrafya ve jeoloji incelemeleri yapmak suretiyle 1879 ocağı sonlarında Si-an'a, Çin'in eski başkentine vardılar. Buradan, alışılmış büyük yol üzerinde kuzey - batıya ilerliyerek Lan - cov'a, daha sonra Su - cov'a ulaştılar, sonra batıya doğru Dun huanğ'a kadar varmak cesaretini göstermişlerdi, buradan da ileride yollarını Tibet'e çevirmek niyetiyle Kuku nor'a ve daha ileride Lop nor kıyısına varmak istiyorlardı. Fakat, Prjevalski'nin seyahat raporunda da gördüğümüz gibi, tasarılarını açıkça ortaya döken Macar sefer heyetinin daha ileri gitmesine Çin'li. mandarin müsaade etmedi. Bunun üzerine geri dönerek Sininğ'a uğradılar ve meşhur Kumbum manastırını ziyaret ettiler. Ama Tibet düşüncesi Szechenyi'gili bir türlü rahat bırakmıyordu. Şimdi bu taraftan ilerlemek için hiçbir umut kalmayınca, Çinlilerin sözünü dinliyerek Sı-çuan eyaletine girdiler. Çmğ-du'da, eyaletin başkentinde, Tibet'e o taraftan da girmenin mümkün olmadığını anladılar, bunun üzerine Da-çien-lu'ya doğru ilerliyerek oradan cesur bir kararla Batang'a, Tibet sınırına sokuldular. Hepsi boşuna idi. Tibetliler bu inatçı araştırıcılara silâhla
193
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
Yenisey kıyısında birtakım yazılı anıt taşlar çıkmıştı ki, keşif olunmaları ve çözülmeleriyle bütün ilim dünyası çalkanmıştı. Bu yazılı kayalar kont Zichy'nin de gözünden kaçmamış olmalıdır, zira yanlarına almış oldukları Buryat laması Gomboev îrkutsk müzesinde kendisine aym bu yazılarla oyulmuş taş eserler göstermişti ve hakikaten Urga'ya vardığı zaman bu garip kaya yazısını hatırlamıştı. Nalaikha, Tola ve Kerulen nehirleri kıyılarına küçük bir gezi yaparak o meşhur anıtları gördü, içlerinde en fazla göze çarpanı, Kök Türk devlet adamı Tonyukuk'un yazılı anıtını adiyle de kaydeder, hattâ, herhalde Gomboev'in gayretiyle olacak, seyahatine dair kaleme almış olduğu mufassal raporuna bu yazılı taşın el yazması suretini de komuştur. Yazık ki, bu ziyaret meraklı bir turist gezisinden daha verimli olmamış, hakkında o sıralarda ciltler yazılan Kök Türk devlet adamını Zichy Moğol hanı sanmıştır. Bu bilinen eserlerin temaşasında, onların resimlerini çekme işinin ihmalinden başka, o bölgelerde daha etraflı incelemeler yapılmasının da ne kadar zahmete değer olduğunu ise daha sonraki yıllarda oralarda yeni yeni, büyük yazılı taşların çıkışı meydana koymuştur. Macar araştırıcılarının dikkati tç - Asya'nın gittikçe batıya düşen bölgelerine doğru çevrilmişti. Bu bölgeleri dolaşarak yaptığı keşiflerle, İç Asya'nın Avrupa'ca tanınması tarihine adını silinmez bir şekilde yazdıran bilgin seyyahlarımız çoktur. Fakat bunlar, araştırılacak alana fazla'sayıda, iyi donanmış sefer heyetleri yerine, tek başlarına, yahut olsa olsa birkaç geçirici ile gidiyorlardı. Her ne kadar Hive'nin ve Buhara'nın Rus işgali altına geçmesi ve Trans-Hazer demiryolunun yapılışiyle artık araştırmaların hareket noktasına kolayca varılıyor idiyse de, asıl keşif yolculuğu, zahmetleri ve tehlikeleriyle, bu seyyahlardan da o eski çığır açıcılardan istediği kadar şahsi fedakârlık ve yoksulluğa katlanış istiyordu. Fransa'da yerleşmiş olan K. Ujfalvy 1876 -1882 yılları arasında İç Asya'yı üç kere ziyaret etti. Semerkant havalisini dolaştı ve Pamir'de pek değerli araştırmalarda bulundu. Ujfalvy'nin, Pa-mir'in dil ve ırk bakımından o kadar karışık kavimleri arasındaki antropoloji araştırmaları bilhassa çok dikkate değer; bunlar yavaş yavaş başlıyan Doğu antropoloji araştırmalarının ilk ciddî neticeleridir. Tien-şan dağ yığınları, coğrafya ve etnografya araştırmaları
BtLtNMİYEN
İÇ-ASYA
193
için iki Macar bilginini de kendine çekmiştir. Bunlardan biri, Gy. Almasy, önce 1900-de, ikinci defa 1906-da yola çıkmıştır. İlkin Taşkent'e, oradan Balkaş gölüne ve sonra da Prjevalsk'e, uğrıyarak Tien-şan güney sıradağlarını araştırmağa gitti. İslâm dininin ancak şöyle böyle uğradığı, eski Türk yaşayış şekline bugün de en ziyade bağlı kalmış olan Kırgızların âdetlerine, hayat tarzlarına ve dillerine dair yaptığı esaslı incelemelerle, kendisine unutulmaz bir erdem sağlamıştır. Çok yazık ki, bu seyahatine dair olan raporu, koca bir cilt tutan eseri, yalnız Macar diliyle çıkmıştır ve yabancı memleketler bilginleri bu büyük malzemeden bilgi edinememişlerdir. Tien-şan'ın öteki Macar araştırıcısı Gy. Prinz'tir. O da buraya iki sefer yapmıştır. Onu önce 1906 - da Gy. Almasy'nin yanında görüyoruz, fakat Almasy'nin ansızın memleketine dönüşünden sonra o, orada kalıyor, şiddetli Asya kışında araştırmalarına devam ediyor ve coğrafyaca bilinmiyen Sarıcas dolaylarını meydana çıkarıyor. Prinz, ikinci defa 1909 - da yine doğu yolunu tutmuş ve Andican'-dan çıkarak Tien-şan'ın o zamana kadar bilinmiyen taraflarını bütün gezmiş, hattâ Kaşgar'dan geçerek cesaretle güneye, Kun-lun zincirine kadar inmişti ki, bunun en güney noktası Yarkent-derya'-mn yanındaki Kuşerab'tır. Prinz tam bir coğrafyacıdır, fakat bunun yanında, oradaki dağ çobanlarının yaşayış tarzları üzerinde de mükemmel incelemeler yapmıştır. Coğrafya, dil ve etnografya bakımından İç - Asya'daki araştırmalar hâlâ devam etmektedir. Bu büyük ortak işe umarız ki, günün birinde biz Macarlar yine katılır ve bunca bilginimizin engel tanımaz bir azimle ve övülmeğe değer neticelerle başardıkları asil geleneği devam ettiririz. * İç - Asya'yı tanıma tarihini şöyle bir gözden geçirmiş bulunuyoruz. Belirli bazı çağların en fazla sivrilmiş araştırıcıların yanına katılarak onların kendi zamanlarında İç-Asya'nın çeşitli dolaylarında ve türlü kavimleri arasında neler gördüklerini öğrendik. Fakat bu doludizgin ilerleyiş sırasında elimize geçirdiğimiz eski tabloların temaşasiyle hiçbir vakit ödevimizi sona erdirmiş değiliz. Geçen yüzyılın sonundan beri yeni yeni keşif seferleri birbirini kovalamış ve bunlar eski İç - Asya tarihinin, medeniyetinin birbirinden değerli maddi hâtıralarım beklenmiyen bir şekilde önümüze sermiştir. BaF. 13
194
BtLtNMİYEN
İÇ-ASYA
bil ve Ninive'nin keşfinden beri ilim dünyası bu kadar heyecan verici hâdise görmemiştir. O yığınlarla arkeoloji ve dilcilik eserleri ve bunlarla ilgili bir sürü tarih ve coğrafya meselesi âdeta bütün öteki alâkaları arka plâna atmıştır. Tarih kaynakları gittikçe çoğalmış bulunuyordu ve eldeki bu sonsuz verintiler sabırla, bilgi ve anlayışla birbirine eklenince, şaşırmış gözlerimizin önüne baş döndürücü zenginlikte, değişik manzaralı bir tablo açılmağa başladı: Eski tç - Asya. Bundan sonraki bölümlerde bu araştırmaların birkaç önemli grupunu tanıtmak istiyoruz.
XI. ORKHON VE YENİSEY KIYILARINDA ESRARLI YAZITLAR Yenisey mezar yazıtlarının keşfi. — Orkhen yazıttan. — Vilhelm Themsen Orkhen ve Yenisey Kek Türk oyma yazılarını çözüyor.— Kök Türk tarihinin başlıca olayları.— Kül teginin hayatı ve ölümü.— Bilge kağan ve hakim müşaviri Tonyukuk. — İmparatorluğun yıkılışı.
İsveç kiralı XII. Karl'ın meşhur Poltava meydan muharebesinde Johann Philipp Strahlenberg esir düşmüştü. Esir olan birçok arkadaşlariyle beraber bu ilme düşkün adam da Sibirya'ya sürüklenmiş ve orada geçirdiği uzun yıllar boşa gitmemiş, Sibirya'nın o zamana kadar hemen bilinmiyen kavimlerine dair görüp işittiklerini toplıyarak meşhur kitabında yayınlamıştı. Birtakım cetvellerle, resim ve şekillerle süslenmiş olan bu kitapta Strahlenberg birçok garip şeyler arasında Yenisey nehri kıyısında büyük küçük taşlar, mezar taşları gibi birtakım anıtlar görüldüğünü de anlatır. Tek başına bu müşahede henüz bir şey değildir, çünkü göçebe kavimler, Güney - Sibirya'da olsun, Moğolya'da clsun, ne tarafta bulunmuşlarsa oralarda böyle taştan dikilmiş işaretler, hattâ bazan iptidai heykel şekilleri sürüsiyle bulunur. Yenisey kıyısında dağınık bir halde bulunan taşlar, her birinin üzerinde yazıya benzer birtakım anlaşılmaz işaretler görüldüğü için Strahlenberg'in dikkatini çekmişlerdi. Bu «mezar taşları» ile ilk önce ne yapacaklarını bilemiyorlar, birkaç satırlık, hattâ bazan birkaç kelimelik yazıların dilinden anlamıyorlardı ve tabiatiyle ne türlü bir yaziyle karşılaştıkları bilinmiyordu. Hattâ taşların üzerine kaba saba oyulmuş olan çizgilerin harf mi, yoksa öyle bir işaret veya damga mı olduğu da belli değildi. Strahlenberg'in taşları âdeta unutulmuş gitmiş (hiç olmazsa
196
BİLİNMİYEN
tÇ —ASYA
bunları ne yapacaklarını bilemiyorlardı) idi ki, geçen yüzyılın sonlarındaMUafigi. Fin Arkeoloji Birliğinin aklına, bu dağılmış yazıtları toplıyarak kolayca bakılabilecek bir atlas içinde ilgili âlimlerin önüne komak fikri geldi. İlgi bakımından gerçi noksanlık yoktu, ama daha ilk incelemede bu bilinmiyen yazılı yazıtların kırık döküklüğü yüzünden bunların çözümü işi tamamiyle umutsuz görünmüştü. Bunun, topu topu bazı harflerin şekillerini tam olarak tes-bit edebilecek ve her satırda uzun kısa uzaklıklarda yalnız düz çizgi üzerinde oyulmuş harfler arasına konmuş olan çift noktalardan, tahminen her bir kelimenin nerede bittiğini anlıyacak kadar faydası olmuştu. Bu verintilere dayanarak şu garip iş meydana geldi ki, ne yazıyı ne de onun yazıldığı dili bilmedikleri halde Yenisey yazıtlarının sözlüğünü çıkardılar. Âlimler bu bilinmiyen dil ve bilinmiyen yazılı metinler üzerine heyecanla eğildiler, fakat bu, daha başlangıçta çok umutsuz görünen çözme işine henüz iyice dalmamışlardı ki, aynı 1889 yılında trkutsk'lu bir Rus âlimi olan Yadrintsev'in Kuzey - Moğolya'da, Orkhon nehri ve Koşo Tsaydam gölü yakınlarında, meşhur Karako-rum şehrinin yıkıntıları yanında yeni birtakım eserlere rasladığı haberi geldi. Bunlar aşağı yukarı, aynı yazı ile ve tahmine göre aynı dilde yazılmış, fakat azametli eserlerdi. Irkutsk Coğrafya Birliği derhal mahalline bir heyet yolladı ve ilk sathi incelemelerin sonuçlarına dair ertesi yıl, Rus arkeologlar kongresine bir rapor bile verdiler. Bu keşfin önemi herkesçe anlaşılmıştı ve mesafe itibariyle en yakın olan ilgili ilim birlikleri yeni bir heyet yollanmasını kararlaştırdılar. Böylece Finugor Birliği adına Heikel acele Orkhon vadisine gitti (1890- 1891). Ele geçirebildiği bütün yazıtların kop-yesini aldıktan, bütün heykelciklerin ve yıkıların resimlerini çektikten sonra hepsini yeni bir albümde toplıyarak seferinin ertesi yılında (1892) süslü bir şekilde yayınladı. Öte yandan Rus bilginleri de harekete geçmişlerdi; onlar da en seçkin türkologlardan olan W. Radloff'un yönetimi altında 1891 - den itibaren bu yazılı taşları incelemek için birkaç sefer heyeti gönderdiler. Çok geçmeden Rus araştırıcılarının elde ettikleri neticeleri gösteren albüm de çıktı, şimdi artık Ruslarla Finlerin iki mükemmel koleksiyonu, kendine güvenen bilginleri iş başına çağırıyordu. Orkhon yazıtları meydana çıkınca durum birdenbire değişiver-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
197
misti. O zamana kadar elde bulunan kırık dökük kısa metinlere iki uzun yazıt da katılmıştı. Bu esrarlı yazılarla baştan aşağı dolu iki yeni yazıt, görünüş itibariyle de gösterişli idi. Bunlardan biri hiçbir eksiksiz, dikildiği yerde, taş tabana dayalı bir halde duruyordu. 332 santimetre boyundaki bu taşın 231 santimetrelik kısmı yazılıydı. Genişliği 132, kalınlığı da 46 santimdi, öteki anıt taş bir zamanlar yerinden yıkılmıştı ve dört parçaya ayrılmış bir halde taş kaidenin etrafında yatmaktaydı. Artık metin bakımından eksiklik yoktu, zira taşın sade ön tarafında kırk satır sıralanmakla kalmıyor, kaya parçasının öteki yüzleri de yazı işaretleriyle doldurulmuş bulunuyordu. Böyle sevinç verici bir şekilde artmış olan bilinmiyen dilli ve yazılı eserlerin çözümü artık imkânsız gözükmüyordu. Fakat bilginler, çok çetin olduğu şüphesiz görünen bu işte beklemedikleri başka yardım da buldular. Yeniden keşfedilen her iki anıt üzerinde Çince yazılar da vardı. Bunların yardımiyle bu iki taşın hangi kavimden kalma .olduğunu tesbit etmek kolaydı. Bunun üzerine anlaşıldı ki, biri_732i öteki 734 yıllarından kalma olan bu iki yazıt, Çin kaynaklarınca evvelden beri pek iyi bilinen Kök Türk kavmi hükümdarlarından birinin, Bilge kağanın ve küçük kardeşi, seçkin komutanJKül teginin hâtıralarını anmaktadır. Sonra bu ele geçirilen bilgiler sayesinde bu yazıtların anlaşılmaz satırları arasında eski Türk dillerinden birinin gizlendiği tahmin edildiği için, bunların çözümüne bir adım daha yaklaşılmış oldu. Fakat oradaki Çince yazının, bilinmiyen metnin tam tercümesi olmadığı, onun nispetsiz derecede kısa oluşundan da, daha önce anlaşılmıştı. Artık o zaman bilginler arasında, bu, VIII. yüzyıldan kalma Kök Türk yazıtlarını ilk önce kimin dile getirebileceği ve hele tam anlamını kimin ortaya koyabileceği yolunda bir yarıştır başladı. Bu yenişme çabuk neticelendi: 1893 - te, tanınmış Danimarka'lı âlim Vilhelm Thomsen, çözümünü^ son çağların en büyük ehemmiyetteki ilmî neticesini Danimarka İlim Akademisine sundu. Tabiatiyle, ihtisas adamı olsun veya olmasın, herkes, acaba Thomsen bu çözümü nasıl elde etti, diye meseleyi merakla deşelemeğe başlamıştı. Çözümün doğruluğundan kimse şüphe edemezdi. Yazıtların 38 işaretten ibaret olan alfabesine verilmiş olan anahtar yardımiyleonları herkes istediği yerden okuyabilirdi. Yalnız Türk
198
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ —
dillerinden anlamak şarttı, çünkü her iki yazıt da biraz eskice, fakat halis Türk diliyle yazılmıştı. Danimarka'lı âlimin bu çözümü nasıl elde ettiği gerçekten meraklı bir şeydir. Bu gibi isler için mazbut bir kafa, sistemli bir düşünce kabiliyeti lâzım olduğu muhakkaktır, fakat iyi bir talihin yardımı olmadan bu mükemmel hazırlığın da her zaman amaca ulaştı-ramıyacağı inkâr edilemez. îlk önce Thomsen'in dikkati her iki yazıtta da, birbirine muvazi kelime uygunluklarına ilişmiştir. Yoliyle düşünen bir bilgin için kendi başına bu basit müşahede bile mükemmel bir hareket noktasıdır. Zira her hangi bir kimse çözüme başlamadan önce, harflerin birbiri ardına nasıl sıralandığı, sonra da satırların nasıl devam ettikleri meselesini aydınlatması lâzımdır. Bir de satırlar acaba Çincede olduğu gibi sağdan sola doğru mu okunacaktır, yoksa Moğolcadaki gibi soldan sağa mı? Birbirine muvazi olan metin parçaları meseleyi açıkça meydana koydular: satırlar sağdan sola gitmektedir. Dikkatli incelemelerle Thomsen meselenin bütün ayrıntılarını aydınlatmıştı. Böylece, yeni bir adım olarak harflerin yukarıdan aşağı okunacağını anladığı gibi, daha sonra yazı işaretlerini tabiî duruşlarına göre değil, yan çevirerek hem de her işaretin tepesi sola, kuyruğu ise sağa düşecek şekilde birbiri altına sıralanmış olduğunu fark etti. Buna göre harf ve satırların sırası ve durumu şöyledir: «e w»e
Asıl çözüm bundan sonra geliyordu. Henüz tek bir harf bile tanımadığı için, önce evvelden hazırlanmış bir istatistiğe göre bu işaretlerden hangilerinin vokal, hangilerinin konsonan olduğunu anlamayı denedi. Ondan sonrası artık talih meselesiydi: değişik tahminlere göre seçtiği üç vokal işaretinden, sonradan anlaşıldığı gibi, ikisinin kıymetini (i,u) tam olarak bulmuştu, fakat üçüncüsü uymamıştı ve bu üçüncü harf o kadar karışıklığa yol açtı ki, bilginin neşesi tamamiyle kaçmış ve uzun zaman yazıtlara elini sürmemişti. Thomsen, bu inatla dayatan yazıyı sonra tekrar eline aldığı vakit* başka bir usul denedi. Yazıtların Çince kısmında birçok ilerigelen
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ —
199
Kök Türk şahsiyetlerinin adları da bulunuyordu, tuttu, o bilinmi-yen yazıtlarda bunların yerlerini bulmağa çalıştı. Böylece, o garip kelimeler arasında araştırıp dururken, kelimelerden birinin sade bu iki yazıtta değil, Yenisey anıtlarında da sık sık geçtiğinin farkına vardı. Bu kadar tekrarlanan kelimenin son harfi, kendisinin evvelce farz ettiği i olduğuna göre bunun, aradığı özel adlardan biri olmayıp Türkçe tanrı demek olan tengri olması ihtimalinin akla daha yakın olacağını düşündü. Bu suretle elde ettiği birkaç harfle denemelerine devam etti. Aynı zamanda şuna da dikkat etmişti ki, bu harf kümelerinden biri, yazıtların yalnız birisinde, hem de tam Çince metne göre Çüe-tö-cin (Kül tegin) 'e ait yazıtta geçmektedir. Bu harf kümesini Kül tegin keliniesinin harfleriyle karşılaştırdı. Kül tegin ve tengri kelimelerinin harflerini doğru olarak elde ettikten sonra çözüm artık hızla ilerledi ve ancak birkaç saatlik bir çalışmadan sonra bilinmiyen yazının hemen bütün harfleri ele geçmiş bulunuyordu. Daha derin bir incelemeden sonra bütün zorluklar ortadan kalktı. Şimdi artık yazıtlar düpedüz ve kolaylıkla okunabiliyordu. Arkaya sade bir iş, metnin tercümesi ve açıklanması kalmıştı. O sırada haber alındığına göre Orkhon yazıtları bilmecesiyle tanınmış Rus türkoloğu W. Radloff da adamakıllı uğraşmaktaydı, hattâ Thomsen kendi çözümünü ortaya koyduğu zaman o da bir - iki harf ele geçirmiş bulunuyordu. Dediğimiz gibi, harflerin meydana çıkarılmasiyle mesele henüz kapanmış bulunmuyordu. Hattâ en heyecanlı kısmı bundan sonra başlamıştı: bu Orkhon yazıtları acaba neler anlatıyordu? işte bu iki eser okunup tercüme edilmeğe başlanınca o unutulup gitmiş bilinmiyen harflerin altından, eski ve büyük bir göçebe imparatorluğunun mücadeleleri, uzak ülkelere yayılmış şan ve şerefi meydana çıkmıştır. Bu kudretli Kök Türk kavmi, kaynaşan komşu kabilelere karşı nasıl savaşmış, muzaffer orduları uzak güneyde, Çin topraklarında ve Hüan-dzanğ ile Çanğ-çun'un peşi sıra bizim de dolaştığımız Âltay dağlarında, ta Demirkapı'ya kadar nasıl ilerlemişti! Âlimler, eski Çin tarihçilerinin Kök Türk kavmi hakkında neler yazdıklarını hararetli bir gayretle araştırmağa başlıyarak acele ele geçirdikleri malûmatı yazıtlarda Kök Türklerin kendileri hak-
200
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
kında kendi anlattıklariyle karşılaştırdılar ve en küçük noktalarda bile uygunluk görünce şaşıp kaldılar. Bu hal tabiatiyle yalnız Çin'-lilerin veya yalnız yazıtların kaydettikleri hâdiseler üzerinde hüküm verme hususunda da onların kendilerine olan güvenlerini, haklı olarak kuvvetlendirmişti. Çin'lilere göre Kök Türk kavmi, uzak kuzeyde, Orkhon ve Se-lenga yanında yaşar, sürülerini otlatarak bir yerden başka bir yere göçer, keçe çadırlarda oturur ve kahramanlık hayatına bayılır. Bu kavmin öyle şuradan buradan toplanmış bir sürü olmayıp teşkilâtlı bir devlet halinde yaşadığı anlaşılmıştır. En ileri gelen adamlarından Çin tarihçileri 28 çeşit rütbe sayarlar. Bunlardan 9-10 kadarının Kök Türkçe adlarını da kaydederler. Yabgu, şad, tegin, tar-kan bunlardan olup, çözülen yazıtlarda şimdi hepsi de görülmüştü.
4
Kök Türklerin saçları serbestçe havada dalgalanır (Çin'lilerinki gibi değil), elbiselerini sola iliklerler (Gök oğlu devletinin evlâtları gibi sağa değil). Âdetleri ise eski Asya'lı Hunlarınkine benzer, ihtiyarları saymazlar, yalnız taşkın kudretli gençlere değer verirler. Ya-kmlarından birisi ölünce garip bir şekilde ya&Jaıtarlar. Acılarında dökülecek göz yaşları, yüzlerinden fışkıracak kanlarla aynı izden aksın diye, suratlarını bıçakla çizerler. Kibarları toprağa gömerler ve savaşta kaç düşman öldürmüşse mezarına o kadar taş koyarlar. Mezarı üzerinde yüz, hattâ bin taş bulunan kahraman savaşçılar nadir değildir. Kağan, yani hükümdarlarının karargâhı Al-tay'ın bir kanadında, onların dillerince Ötüken dağı dedikleri yerdedir, bu dağdaki mağaralardan biri, atalardan kalma bir ziyaret yeridir, Kök Türk ilerigelenleri her yıl hanlarının başkanlığı altında oraya giderek kurbanlar adarlar. Zaten Kök Türkler gök ve yer ruhlarına çok saygı gösterirler, cinlere inanırlar ve şaman mecusları vardır. Bunlar uzun zaman kölelik hayatı yaşamışlar, dağlarda madencilik yapmışlar ve efendileri olan Asya'lı A varların veya başka deyimle Juanjuan'larm en ünlü demircileri olmuşlardı. Fakat 552-de kurtuluş saatleri çalmış, yazıtlarda adı Bumın kağan diye geçen ilk yiğit hükümdarları, kavmini hürriyete kavuşturduğu gibi, hattâ bütün öteki kabileleri de hükmü altına almış, koca göçebe imparatorluğu ta büyük Çin duvarına kadar genişletmiş ve Al-tay'ın batısında uzanan ülkeleri ve göçebeleri de devletine katmıştı.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
20i
Fakat geniş sahalara yayılan bu Kök Türk imparatorluğunun birliği çok sürmedi, daha otuz yıl geçmeden ikiye bölündü. Doğudaki kısım atadan kalma yerleri tutmakta devam ediyor ki, Orkhon yazıtları bu kısma aittir. Batıdaki Kök Türk imparatorluğu, yani On Ok (on kabile) kavmi Cungarya kapısından geçerek Tarım havzasının kuzey ve batı taraflarına yayıldı. Hüan-dzanğ bunlara uğramış, Bizans elçileri bunlarla ittifak yapmışlardı. Batıya doğru önüne geçilmez bir şekilde yayılan ve Hazer gölünün batı tarafı ile Kafkasya'da yaşıyan kavimleri hükümleri altına alanlar işte bu Batı - Kök Türkleridir. Fakat bir de Doğu-Kök Türklerine dönerek onların tarihlerine, bu tarihin, Orkhon yazıtlarında adları geçen iki kahramanın, Bilge kağanla Kül teginin yaşadığı bölümüne tez bir göz atalım. Kök Türk kağanı ölmüştü, fakat seçtiği halef, oğlu, yani küçük: kağan tahta geçemedi, çünkü göçebelerin hükümdar öldüren ge leneğine uyarak Türk ilerigelenlerinden biri, kabilesini etrafına toplıyarak ona hücum etmiş ve savaşta öldürmüştü. Bu Türk ileri-geleni Kül tegin idi. Fakat eline geçirmiş olduğu hükümdar tahtına kendi yerine ağabeyisini oturtmuştu. O da Kök Türk ilerigelenlerindendi, fakat bu barışçı yaradılışlı, insan duygulu, önemsiz kabile başkanı, kabilesinin «küçük şadı» o zamana kadar bir kenarda kalmıştı. Ama şimdi, küçük kardeşinin himmetiyle han olmuş ve Kök Türklerin parlak hükümdar adları arasında kendisine Bilge kağan (hakim hakan) unvanını seçmişti. Kök Türk ordularının en baş komutanlık ödevini ise, ağabeyinin yanında Kül tegin üzerine almıştı. Çin tarihçileri yıllıklarında,- aralarında bir kimse savaş meydanında ölmeyip de hastalıktan telef olursa Kök Türklerin bunu ayıp saydıklarını_saşarak kaydederler. Kül teginin ayıp sayılacak bir şeyi yoktu. Asya'nın yarısında baştan başa savaşlar vermiş olan bu kahraman sonunda, sinsice üzerine saldıran üstün kuvvetteki düşmana karşı karargâhiyle ailesi halkını koruduğu umutsuz, şiddetli bir savaşta ölmüştü. Onun hayatı hakkında Çin'liler de bazı şeyler yazmaktalarsa da en tam hâtırası yine ağabeyisi Bilge kağanın, Çin imparatoriyle birlik olarak ve onun mütehassıs işçilerinin yardımiyle taşa oydurduğu yazıtlardır ki, biraz önce anlattığımız şekilde keşfedilen Orkhon anıtlarından biri bunu göstermek-
202
B İ L İ N M İYEN
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
İÇ —ASYA
203
tedir. Zira onun ölümü üzerine dünyanın her tarafından başsağısı-na gelip toplanan elçilikler arasında Çin imparatorunun adamları da eksik değildi. Hem de bu elçiliğin başkanı, Gök oğlunun, ölen Kök Türk kahramanının adına, onun değerlerinin ölmezi estirilmesi için yazılı taş dikilmesi, heykelinin ve bu anıtların yanma bir «tapmak» yapılması hakkındaki mühürlü emrini de beraberinde getirmişti. İmparator, tapınağın dört duvarına da Kül teginin başardığı kahramanca savaşların resimlerini yapmalarım emir ediyordu. En seçkin Çin sanatkârlarından altısını bu işe ayırmışlar ve bunlar üzerlerine aldıkları işi o kadar mükemmel başarmışlardı ki, herkes bu canlı savaş sahnelerini hayranlıkla seyretmiş ve Bilge kağanın kendisi de henüz bu dünya üzerinde eşine hiç raslanmamış olan bu ressamlık şaheserini heyecanla gözden geçirmişti.
Umay perisinin benzeri olan anama ne mutlu ki, çabucak gelişti. On alt' yaşındayken artık imparatorluk ve devlet hizmetinde yararlık lar gösteriyorduTAltı Çub ve Sogdia'ya karşı seferler açtık ve her şeyi yok ettik. Çin'li Ong tutuk, elli bin kişilik bir ordu ile üzerimize geldi ve biz onunla savaşa tutuştuk. Kül tegin bu hücumu yaya ola rak idare etti, silâhlı Ong tutuk'u esir aldı, kağana barış sağladı. Yirmi dört yaşında iken Çaça sengün'e karşı savaştık. Kül tegin, Tadık çur adlı doru atına bindi ve savaşa öyle gitti. Bu atını öldür dükleri zaman Işbara yamatar adlı kırma binerek yeniden hücum etti. Bunu da öldürdükleri vakit başka bir ata bindi ve yeniden hü cum etti. Kalkanına, zırhına yüzden fazla ok yağdı. Kök Türk er leri, çoğunuz bu hücumu hâlâ hatırlarsınız!
Bu Kök Türk yazıtı Kül teginin çeşitli kahramanlıklarını bütün ayrıntılariyle, hayret verici bir şekilde canlandırmaktadır. Yazıt tabiatiyle, göçebe ozanlarının geleneğine uygun olarak, birinci şahısla konuşmaktadır. Zaten buraya geçirilen olayları Kül teginin ağabeyisinin, Bilge kağanın ağzından dinliyoruz:
folj.
Kök Türk ulusunun ünü kaybolmasın diye beni bu tahta Göfcün lûtfu oturtmuştur. O zaman ulusum zengin ve kudretli değildi, yoksul ve kuvvetsizdi, yiyeceği yoktu, giyeceği yoktu. Kardeşim Kül te-ginle görüştüm ve (babamla amcamın bir araya getirdiği) ulusumun adı ve sanı ortadan kalkmasın diye, gecelerimi uykusuz geçirdim. Gündüzleri dinlenmedim. Kül teginle ve iki şadla beraber uğraşıp didindim. Han olduğum vakit dağınık ulus yaya olarak ve perişan bir kılıkla bana koştu. Ulusumu yükseltmek için kuzeye doğru O-guzlara, doğuda Kitay ve Tatabılara, güneyde Çin'lilere hücum ederek on iki büyük sefer yaptım ve bir sürü savaşta çarpıştım. Ve -^ Göfcün yardımiyle ve talihim beni terk etmediği için can çekişen >f ulusumu kalkındırdım, çıplakları giydirdim, fakiri zengin ettim ve . azalmış olan safları çoğalttım. £» tf\ Dünyanın dört bucağındaki uluslar arasında barış yarattım, düşmanlıkları ortadan kaldırdım ve birçoklarını hükmüm altına aldım. Kardeşim Kül tegin bu büyük işimde benim sadık yardımcım oldu. Kağan babamız öldüğü vakit o daha yedi yaşındaydı, fakat
Bu orduyu yok ettikten sonra, Yır-Bayırku kavminin büyük ^ . " 'i hanı düşmanımız oldu. Türgi-yargun gölünün yanında savaşçılarını . ^»/„ dağıttık, yok ettik, büyük han ancak birkaç adamiyle kaçıp kurtu- ",4»_, labildi. Kül tegin yirmi altı yaşma girdiği zaman Kırgızlara karşı °ie,/ sefer açtık. Geçtiğimiz yerlerde öyle kar vardı ki, mızraklarımız sa- ^/V. pına kadar kara batıyordu; ama yine de Sayan dağlarını geçerek fjfca_ Kırgız ulusunu uykusunda bastırdık, kağaniyle bir ormanda çarpıştık. Kül tegin ata sıçradı, bir kişiyi okla öldürdü, ikisine mızrağını sapladı, Kırgız kağanını öldürdük, kavmine boyun eğdirdik. Aynı yıl içinde Türgeş ulusuna karşı savaşa girişerek Altay dağlarından geçtik. İrtiş nehrinden geçtik, bir şeyden haberi olmıyan Türgeş ulusu üzerine saldırdık. Fakat kağanları ordusiyle üzerimize ateş gibi, kasırga gibi geldi. Ve biz savaştık. Hücumu, kır atının üstünde Kül tegin idare etti. Sogd ulusunu yola getirmek için tnci nehrini (Jaxartes = Sir-derya) geçerek ordumu Demirkapı'ya kadar götürdüm. Fakat o vakit Kara Türgeş ulusu baş kaldırmağa başladı. Ordumuzun atları lâğarlaşmıştı, yiyecek yoktu ve dermansız kalmış olan adamlarımıza taze kuvvetteki askerler hücum ediyordu. Şaşırmıştık, son çare olarak bir avuç askerle Kül tegini onlara karşı gönderdik. Kül tegin beyaz atının üstünde savaşa girişti, Kara Türgeş ulusunu perişan ve esir etti. Kül tegin yirmi yedi yaşına bastığı zaman kuvvetli Karluk ulusiyle başımız derde girmişti. Ama Mukaddes Pınarbaşı'nda onunla da çarpıştık, Kül tegin savaşa Alp-şalçı adlı beyaz atının üzerinde gitti, mızrağını iki kişiye sapladı. Karlukları perişan ve esir ettik.
2C4
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
O zaman Az ulusu bize düşman oldu. KaragöTün yanında onlarla da çarpıştık. Kül tegin o zaman otuz bir yaşında idi; savaşa yine beyaz Alpşalçı atiyle gitti, Az ulusunun başkanını esir etti, kavmini ortadan kaldırdı. İzgil ulusu üzerimize yürüdüğü zaman kavmimiz ve memleketimiz yorgun düşmüştü. Kül tegin yine beyaz Alp-şalçı'-nın üzerinde savaşa önde gitmişti. Alp-şalçı'yı öldürdüler ama, İzgil kavmi de yok olmuştu. Tokuzoguz kavmi benim kavmimken şimdi bana düşman olmuştu, bir yıl içinde beş kere çarpışmamız lâzım gelmişti. İlkin Togu şehri yanında dövüştük, Azman adlı beyaz atının üstünde hücuma geçen Kül tegin, mızrağiyle altı kişiyi yere serdi. Göğüs göğüse geldiklerinde yedinciyi kılıciyle doğradı. İkinci defa Kuşhgak'ın yanında Edizlere karşı savaştık, Kül tegin Az adlı doru atının üstünde dövüştü, bir kişiyi mızrağiyle, dokuzunu da göğüs göğüse geldikleri zaman öldürdü. Ediz kavminin hesabını görmüştük. Üçüncü defa Oğuzlara karşı savaştık, Kül tegin yine beyaz atının, Azman'ın üstünde hücuma geçti, düşman ordusunu yendik, ulusuna boyun eğdirdik. Dördüncü defa Çuş pınarının başında savaşa sıra geldi. Fakat artık Kök Türk ulusu bitkin düşmüş, savaş isteği kalmamıştı. Beşinci defa yine Oğuzlarla dövüştük. Kül tegin Az adlı doru atına binerek hücuma girişti, mızrağiyle iki a-dam öldürdü, düşmanı yok ettik. Kışı Amga-kurgan istihkâmlarında geçirdikten sonra ilkbaharda ordumuzu yine Oğuzlara karşı ileri sürdük. Tümenin başına Kül tegin geçerek hücum emrini verdi. Fakat bu sırada Oğuzlar karargâhımızı, orduyu basmışlardı. O zaman Kül tegin öksüz adlı beyaz atma bindi, dokuz kişiyi mızrakladı ve orduyu böylece korudu. Eğer Kül tegin olmasaydı anam hatun, üvey analarım, ablalarım, halalarım, teyzelerim, baldızlarım, yengelerim, karılarım, sağ kalanlar esir olacaklardı, ötekiler de ölü olarak obalarda veya yollarda sürüneceklerdi. İşte şimdi Kül tegin yoktur.* Ben, Bilge kağan, umutsuzluğa düştüm; gören gözüm sanki artık görmüyor, anlayışlı zihnim sanki * Kök Türk yazıtının bu noktası aydınlık değildir. Bazılarına göre Kül tegin tabiî ölümle ölmüştür. Başkaları ise onun orduya müdafaa ederken, silâhı elinde olarak öldüğü fikrindedirler. Yerinde sebeplere dayanarak biz de ikinci görüşe katılırız.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
,205
anlamıyor. Şaşırdım, ama sonsuz olan yalnız Gök ve Zamandır, in-san oğlu ölümlüdür. Gözlerimden yaşlar aktı, yüreğimden hıçkırık-\ lar yükseldi, sıkıldım, ıstırap çektim. Sandım ki, iki şadın, prensle- * rin, beylerin ve bütün milletin gözleri ve kaşları ağlamaktan harap olacak. Kitay ve Tatabı kavimlerinin elçileri ağlıyarak, yas tutarak geldiler, Çin imparatorunun adamı Likeng, yığınla değerli şeyler, altın, gümüş getirdi. Tibet kağanı başnazırım yolladı; Batı'lı Sogd, İran ve Buhara kavmi Neng sengün'ü ve Oğul tarkanı gönderdi, Batı - Kök Türklerinden, Türgeş kağanından mühürdar, O-guzlardan Bilge adlı mühürdar, Kırgız hanı adına da Tarduş ınançu çur geldiler. Çin imparatoru tapınağı yapmak ve Kök Türk Yolıg teginin çizdiği yazıyı taşa oymak için adamlar yollamıştı. Kül teginin kahramanlık hayatını, ordunun müdafaası şuasında yiğitçe ölümünü, onun yasını tutan ağabeyisi Bilge kağan işte böyle anlatıyor. Olayların yığını, bilinmiyen küçük yerlerin hiç işitilmedik adları arasından da, Kök Türk imparatorluğunun büyüklüğünü, şöhretini yaratan, # hiçbir vakit dinlenme nedir bilmemiş Kök\ Türk savaşçılığını pek iyi görebilmekteyiz. Fakat aynı zamanda, hayatı duraksız boğuşmalarla geçen bu göçebe devletin talihi silâhların başarısına ne kadar bağlı kalmış olduğunu da flör^yoruz. Görüyoruz ki, savaşlarda bitkin düşen bir ilerigelen kabile, artık eski hızını gösteremez hale gelince, taze kuvvetine güvenen başka bir göçebe ulus onu gayet kolaylıkla yerinden itebilmekte ve başarıla-rıyle, tıpkı önceki gibi, karşı konmaz bir surette küçük kavim un-surlarını kendine çekmektedir. Kök Türk kudretinin ve büyüklüğünün bu son parlayış çağında Kül teginin yanında ikinci yüksek şahsiyet Bilge kağandır. O-nun hayatı hakkında da, Çin tarihçilerinin ve Orkhon yazıtlarının ölmezleştirmiş oldukları şeyleri kısaca anlatalım. Askerlik alanındaki faaliyetinin büyük kısmını, Kül teginin göz kamaştırıcı yükselişi münasebetiyle gördük. Buna, olsa olsa birkaç çizgi daha katabiliriz ki, bunlar daha ziyade onun siyasi faaliyetini gösterir. Savaş seferlerini, silâhlı teşebbüsleri Kül tegin idare ediyordu; bu onun işi idi. Fakat büyük ölçüdeki savaşlara ne zaman girişilebileceği ve hele güçlü ve zengin güney komşusuna, Çin'e karşı nasıl bir tavır takınılacağını kağan kararlaştırırdı. Eski kaynakları karıştırınca Kök Türk hükümdar sarayının bu işlerde pek öyle geli-
206
BİLİNMİVKN
l(.:-ASYA
şigüzel, her hangi bîr geçici hevese kapılarak karar vermediğini hayretle görmekteyiz. Doğrusu Bilge kağan, bu mesuliyetti büyük işlerde yalnız kalmıyordu. Fakat öyle tecrübesiz, hamhalat küçük kabile başkanlarının öğütlerine de ihtiyacı yoktu. Yanında gün görmüş, akıllı Türk devlet adamı, yetmişlik Tonyukuk vardı ki, o-nun hayranı olan Alman ilim adamları takdirlerini anlatmak için kendisine Kök Türk imparatorluğunun Bismarck'ı demişlerdir. Beşbalık dolaylarındaki Çin'liler entrikalarını o kadar .ileri götürdüler ki, nihayet oralardaki göçebeler, Bilge kağanın Kök Türk devleti aleyhine döndüler. Kül teginin kıtaları, tehdidedilen yere tam zamanında yetişerek âsilerin akıllarını başlarına getirdiler. Bunun üzerine Bilge kağanın canı sıkılarak Çin'e hücum etmek istedi, fakat Tonyukuk, o zamana kadar üç Kök Türk hanına hizmet etmiş olan bu emektar vezir, onu bu tehlikeli tasarısından vazgeçir-di. Zira Çin'liler o kadar uzun zamandır barış içinde yaşıyorlardı ki, zenginleşmişler, kuvvetlenmişlerdi! Hem imparatorları da kendi kuvvetine güveniyordu. Halbuki Kök Türk orduları arasız savaşlarda yorgun düşmüştü, askerlerin arasında, yeniden ele geçirilen yerlerin, bağlılıkları denenmemiş dermeçatma insanları bulunduğu gibi, bundan başka asıl ordunun da zaten dinlenmeğe ihtiyacı vardı. içi bir türlü rahat etmiyen, sonsuz hırsı yüzünden durmadan yeni yükselme yolları araştıran Bilge kağan Çin'lilerin haşmetlerini kıskanmış, budist manastırlariyle, taoist tapınaklariyle şehirler yaptırmak hevesine düşmüştü. Tonyukuk, bu isteği de yerinde bulmadı. Kök Türkler Çin'lilerle yarışa çıkmamalılardı. Zaten yüz Kök Türk içinde, bayrak altında bir kişi savaştıktan, ötekiler sürüleriyle meralarda veya av peşinde dolaştıktan ve daimî barınakları olmadıktan sonra Çin'lilerle nasıl yarışabilirlerdi? Asıl işleri savaştı ve kendilerini kuvvetli bulunca ileri atılırlardı, zayıf bulunca da kaçışır, saklanırlardı. Eğer milletini duvarla çevrili şehre kapatırsan, günün birinde Cin'live yenilirsin ve ona esir olmaktan kurtulamazsın! Hem Buddha ve Lav-dzı, insanlara sevgi ve tevazu öğretir ki, bunlar zaten savaşçı bir ulusa lüzumlu bi,'fl'1ar ri,pğ'1,,i" Bilge kağan Tonyukuk'a hak verdi, hem de o kadar hak verdi ki, barış anlaşması yapmak için Çin'e elçiler yolladı. Fakat Çin imparatoru bu barış isteğinden göçebelerin zayıf oldukları neticesini
B İ1. İ N M İ V E N İ Ç - A S YA
207
çıkararak Kök Türklere hücum emrini verdi. Onlara karşı büyük bir Çin ordusu çıkarmakla kalmıyarak, birkaç yönden saldırıp işlerini bitirmek için göçebe müttefiklerini de —batıda Basmıl, doğuda Kitay ve Tatabı kavimlerini— ayaklandırdı. Bilge kağan korkmuştu, fakat, Tonyukuk onu yatıştırdı. Üzerlerine saldıracak ordular birbirinden o kadar uzakta idiler ki, birleşmeğe vakitleri kalmıyacaktı. Gerçekten düşman ordularının her biri ötekini bekliyordu ve beyhude beklediğini görünce her biri memleketine çekip gitmişti. Sıra şimdi Bilge kağanındı. Basmılları Beşbalık şehrinde habersizce bastırdı, şaşkınlığa uğramış olan kavmi yenilgiye uğrattı, sonra Çin'e doğru ilerliyerek Çin ordularını dağıttı ve batı nöbet kuleleri dolaylarını talan etti. Böylece askerlik ününün temelini atmış oldu, hattâ Çin imparatoru bile derhal daha tatlı bir dil kullanmağa başlamıştı. Bilge'nin Çin'lilerle olan iyi münasebeti ancak 727-de, Tibet'A lilerin onu el birliğiyle Çin'lilere saldırmağa razı etmek istedikleri 1 ve onun bu teklifi kabul etmek şöyle dursun, imparatora haber ver- I mesi üzerine gerçekten sağlamlaşmış oldu. Gök oğlu buna sade min-net duymakla kalmıyarak, bu duyguyu pek ciddî bir şekilde açığa I vurdu. Kök Türklere Ordos'un kuzeyinde bulunan bir Çin şehrinde \ serbestçe alışveriş yapabilmek için müsaade verdi. Bu işte iki taraf da kârlı çıkmıştı. Çin'liler istedikleri zaman, kolaylıkla at satm alabiliyorlardı, göçebe Kök Türkler 'ise gümüşe ve kumaşa kavuş-muşlardı. Çin'liler bu Kök Türk ticaret şehrinin açılışını lûtuflu bir l müsaade olarak gösterirler, fakat galiba işin içinde iş vardı. Herhalde yine bu vesile ile kaydettikleri, Çin imparatoru her yıl Kök Türk kağanına «hediye olarak» 10.000 parça ipekli gönderir, sözü manalıdır. Bilge kağanın gücüne gidecek artık tek bir şey kalmıştı. Atalarının tahtına çıkandan beri durmadan, en seçkin göçebe hükümdarına verilmesi âdeta resmen icabeden Çin'li bir prenses istiyordu. O ana kadar onun bu isteğine, kâh açıkça, kâh uydurma bahanelerle ret cevabı vermişlerdi. Fakat şimdi kudretinin kesin olarak tanınmasına karşılık, bu arzusunu yerine getirdiler. Çin'li yavuklu geldi, fakat o zamana kadar da göçebe talih defterinde Bilge'nin sayfası kapanmıştı. Kök Türk ilerigelenlerinden Buyruk cur. onu zehir lemisti. Ölümle pençeleşen kağan, en ağır anlarında bile gö-
208
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ—
cebe geleneğinin emir ettiği ödevi unutmadı, Buyruk çur'u bütün ailesiyle beraber öldürttü. .j/f>,Ç Kağan öldü (734), yasçı elçiler geldiler, Çin imparatorunun 7^ /'adamları da gelerek, Orkhon sefer heyetinin ikinci anıtı olan taşı *»} ( yazıp diktiler. Zaten Bilge kağanla beraber koca Kök Türk imparatorluğu da mezara girmişti. Oğlu ve halefi her ne kadar gittikçe bozulan, zayıf-lıyan göçebe imparatorluğun işlerini bir müddet daha idare etti ise de artık akıbetin sakınılmaz olduğu görülüyordu. Ve yıkılmayı ha-zırlıyan fırtınalar gerçekten çok geçmeden koptu, her yandan gelen isyan haberleri hükümdarın ordusunu ürküttü. Telâşa düşen, yorgun ve safları seyrekleşmiş Kök Türk kıtalarının artık uğraşmağa takati kalmamıştı; netekim günün birinde (745), yeni zamanlar yeni göçebe efendileri olan Uygurlar bir kasırga hıziyle meydana atıldıkları vakit, bitkin bir halde onların önlerinde eğildiler.
XII. ESKİ KAVİMLERİN İZİNDE A. Stein'ın İc-Asya'ya üç seferi_____Rus arkeoloji araştırmaları.— Pelliot ve Fransızların İç-Asya'daki çalışmaları.— Japon araştırma seyahatleri.— Almanların Turfan'a dört seferleri.— Dördüncü Turfan seferi ve Batı araştırmalarında duraklayış.— "Croisiere Jaune".— İpek-yolunda Sven Hedin'in son araştırmaları.— Amerikan Roerich seferi.
îç - Asya'ya yapılan büyük keşif seferleri, etnografya ve dil araştırmaları birbirini kovalarken kâh şu, kâh başka bir seyyahın, kayın ağacı kabuğuna çizilmiş garip el yazmaları buldukları haberi gelmişti. Bu, ilk bakışta da çok eski oldukları görülen eserler, Türkler ülkesinde, Türkistan'da, hasılı tamamiyle islâm medeniyetine bağlı yerlerde bulundukları için hayret uyandırmışlardı. O zaman, Tarım havzasının bu eskiden beri oturulan medeni toprağında, batan çağların tarihiyle ilgili daha pek çok eserin bulunacağı düşüncesi ilk defa ortaya çıktı. Fakat o vakit henüz işten anlar bilginlerin araştırmasiyle bu çöl kumunun birçok bilinmiyen dillerde, bilinmi-yen el yazmalarını, sanat eserlerini ve antikaları yığın yığın vereceğini herhalde tahmin edememişlerdi. İlk habercilerden biri olan Bower, bir İngiliz subayı, Kuça'nın güneyinde Şahyar'da bulduğu Sanskrit diliyle kayın ağacı kabuğuna yazılmış bir el yazmasını getirmişti. Fakat bunun arkası sökün etti. İç Asya'ya yaptığı seyahatte Tibetliler tarafından öldürülmüş olan biçare Dutreuil de Rhins'in 1893-te ele geçirmiş olduğu şeyler arasında yine kayın ağacı kabuğuna yazılmış, iki bin yıllık başka bir el yazısı parçası çıktı. Bu yeni bulunan şey tıpkı öteki, yerli gömü arayıcılarının toplayıp oralarda dolaşan Avrupalılara iyi parayla sattıkları eski el yazıları gibi, Khotan bölgesinde çıkmıştı. Bu çok şey vadeden buluşlar üzerine, yerli gömü arayıcılarının F. 14
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
211
bir şeyler ele geçirdikleri yerlerin sistemli bir çalışma ile Avrupa'h bilginler tarafından da araştırılması yerinde olacağı düşüncesi gittikçe daha belirli olarak meydan aldı. Bu tasarı çabucak gerçekleşti ve tıpkı evvelki coğrafya araştırıcılarının hazırlık ve heyecanlariyle yeni birtakım sefer heyetleri ve tek başına çıkan araştırıcılar îçAsya'da eski eserler aramağa koyuldular. Bunlar da kalabalıktı, Avrupa'nın bütün medeni milletleri, birbiriyle âdeta yarış edercesine bu ortak işe katıldılar. Ve netice gecikmedi, tç - Asya'nın arkeoloji bakımından açınlanması, aynı zaman içinde yapılan coğrafya araştırmalarının övünebileceği neticelerle her bakımdan boy ölçüşebilecek bir gelişme gösterdi. Ve şimdi arkeoloji keşiflerinin tarihine dönüp bakarsak, bu bü yük başarıda en önde gelen çehrenin, elde ettiği neticelerle bütün) arkadaşlarını çok geride bırakan işçinin, bizim seçkin yurttaşımızı 'A. Stein olduğunu görerek gurur duyarız. ' A. Stein pek genç yaşında, daha üniversite talebesi iken yabancı memleketlere düştü. Önce Viyana'da, sonra Almanya'da, en nihayet Londra'da okudu ve artık kader onun bir daha yurduna ancak misafirlikle dönmesini istedi, ingiliz hizmetine girdi ve vazife aldığı yerde, en elverişli şartlar içinde, çok güzel neticeler vadeden etütlerine devam etti. Resmî vazifesi kendisini Kuzey - Hindistan'a bağlıyordu, fakat bu arada, durup dinlenmeden, hayalinde hep kuzey sınırlarının özlemiyle, zihninde hep, o esrarlı Himalaya'nın ötesinde ne vardır, sorusiyle ilmi çalışmasına devam ediyordu. Dutreuil de Rhins'in kumlar altından çıkarılmış garip el yazmasının havadisi bilginler arasında o sıralarda (1897) yayılmıştı, bu heves verici haber A. Stein'ın merakını büsbütün artırdı. Ertesi yıl (1898) artık bir istida ile Hint hükümetine dayanıyor ve bundan bir İç - Asya seyahati tasarısını ilk defa ortaya atıyor. Yanlış kapı çâlmamıştı, hiç zorluk çekmeden seyahat müsaadesini aldığı gibi, ayrıca maddi yardım da gördü. A. Stein'ın büyük değeri şuradadır ki, her ne kadar gözünün önünde sadece arkeoloji amaçları canlanıyor idiyse de tabiat bilgilerini de ihmal etmemiş ve imkân buldukça her zaman yanında ihtisas adamı bulundurmuştur. Fakat bu alanda da en birinci ihtisas adamının yine kendisi olduğu sonradan anlaşılmıştır. Raporlarında övünerek, şükran duyarak tekrar tekrar andığı gibi, Budapeşte Ludovika harb okulunun seçkin bir
212
BtLtNMtYEN
İÇ —ASYA
öğretmeninden elde ettiği haritacılık bilgisinden faydalanarak gayet geniş alanların haritasını çizmiştir. A. Stein ilk İç - Asya seferine 1900 yılının 29 mayısında çıkmış ve Karakorum ile Pamir'in pek de rahat sayılamayacak olan geçitlerinden geçerek Kaşgar'a varmıştı. Orada kervanını düzdü ve Tarım havzasının güneyinden geçerek eski büyük güney yolundan hareket etti. Bugün artık önemini kaybetmiş olan bu kervan yolundan lüzum gördükçe sapmak suretiyle ilerliyerek Taklamakan'ın ölümlü kum sahrasına daldı. Kazılar için işçiye lüzum vardı, bunları hep yolda, en yakın kasaba veya köyden bulmak lâzım geliyordu. Sı-rasiyle bütün büyücek güney vahalarına, Yarkent'e, Kargalık'a, Khotan'a, Keriya'ya, Niya'ya ve çöldeki şehir örenlerine uğradıktan sonra, topladığı ilim haznesiyle Londra'ya gitmek üzere 1901 mayısının 29 - unda Kaşgar'a döndü. On iki sandık tutan el yazmaları ve antika eserler ilmi neticeler bakımından Tarım'ın güneyinde gelişmiş olan eski kavimlerin hayatı üzerine beklenmedik geniş ufuklar açmıştır. Bu kaybolmuş dünyadan, A. Stein'ın daha sonraki keşiflerini de göz önünde tutarak, bundan sonraki bölümde etraflıca bahsedeceğiz. Çünkü bu yolculuk, bilgin yurttaşımızın henüz ilk seferi idi ki, bunu başarı bakımından daha zengin başka seferleri ta-kibetmiştir. İlk yolculuğunun neticelerini tertibine koyar komaz, A. Stein yeni bir sefer üzerinde, zihnini yormağa başlamıştı. Bu ikinci seferin hazırlığı kolay oldu ve maddi bakımdan ilkinkinden daha mükemmel bir şekilde donanmış olarak kervaniyle Yarkent yolunu tuttu. İç - Asya'nın yolsuz yollarında tam üç yıl dolaştı. Önce, ilk seferinde görmüş olduğu örenlere tekrar uğrıyarak daha ne kalmışsa hep araştırdı, fakat ondan sonra doğuya uzandı, Lop nor'a, Tarım nehrine, oradan, çölde bulunan ve ilk defa Sven Hedin'in haber vermiş olduğu Lou-lan örenlerini ziyaret etti. Lop nor çölünden geçtikten sonra kuzey - doğuya yönelerek Çin'e doğru ilerledi ve bu arada Çin'lilerin, barbarların saldırışlarına karşı çektikleri Çin sınır duvarını, ilmesini gördü. Nöbet kulesinden nöbet kulesine varmak suretiyle meşhur Yü-men kapısını buldu. Bir vakitler Yüe-cı lan ariyan Canğ Çien ve çok daha sonra Hindistan'a giden budist hacısı Hüan-dzanğ İç-Asya yollarına bu kapıdan geçerek açılmışlardı.
BİLİNMİYEN
t Ç - A S YA
213
Çin limesini meydana çıkarmakla A. Stein ikinci seyahatindeki keşiflerini bitirmiş olmuyordu. Bu yakın dolaylarda, Dun-huanğ'ın yanında çok eski ve son derece meraklı görünen şeylere, Bin Budd-ha mağaralarına raslanabileceğini, vaktiyle dostu L. Loczy'den haber almıştı. Gerçekten, bu faydalı sözü dinliyerek Dun-huanğ'daki budist mağaralarını bulmuş ve umulmadık zenginlikte sanat ve edebiyat hazneleri ele geçirmişti. A. Stein Dun-huanğ'dan ilerliyerek An-si vahasına gitti, oradan, ortadaki büyük yol boyunca Hami'ye ve Turfan'a vardı ve daha ileride Karaşar, Korla ve Kuça'da araştırmalar yaptıktan sonra büyük bir cesaretle Taklamakan çölüne daldı. Çölün içerlerinde tarihe karışmış vaha örenlerine rasladı. Güneye doğru ilerliyerek batıya kıvrıldıktan biraz sonra, çölün ötesindeki Khotan'a selâmetle u-laştı. Fakat yine içi rahat etmedi ve ikinci defa olarak —bu sefer kuzey - güney yönünde — Taklamakan'ı bir daha geçti. Bu kuş uçmaz yolu da bir arızasız atlatarak, toplamış olduğu eserlerle Yarkent'e döndü. Şimdi artık kolayca Hindistan'a dönebilirdi, fakat her zamanki yol yerine yeni izlere saparak coğrafya müşahedelerine ve harita almağa devam etti. Bu arada buzlarla kaplı dağlarda basma ağır bir iş geldi, şiddetli ayazdan ayak parmakları donmuştu. Bu ikinci yolculuğundan A. Stein bitkin bir halde, sakat ayakla, fakat doksan altı koca sandık tutan bir koleksiyonla Londra'ya döndü. Ancak bu koca yığın malzemenin derlenmesi ve işlenmesi bu sefer o kadar çabuk bitecek bir iş değildi. Seyahatin ayrıntılarını bildiren kitap her ne kadar çok geçmeden çıktı ise de asıl ilmî işlemelerden meydana gelen muazzam ciltler ancak yıllarca sonra ortaya konabildi. Bununla beraber bu iki yayınlama arasında geçen yıllar hiç de boşa gitmedi. A. Stein yeniden hazırlanıyor ve her tarafını gezip dolaştığı çöl vahaları dünyasına yeniden can atıyordu. Bu araştırmaların göz kamaştırıcı neticelerinden sonra çok kimse artık o ıssız dolaylarda aranacak bir şey kalmadığını sanmıştı. Fakat A. Stein biliyordu ki, kumlar içine gömülü geçmiş zamanların meydana çıkarılması işi hiç de sona ermiş değildir. Biliyordu, çünkü ilk iki seyahatinde de şu veya bu sebepten ötürü ve ancak şöyle üstün körü incelediği ve yakın zamanda yeniden buluşmak umudiyle kolayca ayrıldığı birtakım eserler ve örenler kalmıştı. Ay-
214
Bİt. İNMİ YUN İÇ-A S YA
nı zamanda bir taraftan yeni buluşlar da umuyordu, çünkü o, kervanını tesadüfün rüzgârına bırakarak değil, fakat eski çağların tarih kaynaklarını halis bir bilgin dikkat ve özeniyle karıştırarak götürüyordu. Bundan başka A. Stein o zamana kadarki seferlerinde elde ettiği, övünmeğe değer birçok parlak neticenin, o eski hareketli tarih çağlarının ne kadar küçük bir köşesini aydınlattıklarını da pek iyi görüyordu. Hasılı A. Stein üçüncü araştırma yoluna hazırlandı. Eski tecrübelerine dayanarak seyahatini daha etraflı bir görüşle düzenledi, kendisine açık bir program çizdi. Bu teşebbüsün neticesine güvenle bakabiliyordu, zira araştırmasına gittiği kıtanın büyük bir kısmı ona artık yabancı değildi, oradaki yolculuğun ne kadar zorlukları olsa da, icabında güvenebileceği yerli ahbapları, sadık yardımcıları da vardı. Ve belki de asıl bunun için, aşın bir hırsla gözünü evvelki yolculuklarından daha uzak hedeflere dikti. Gerçekten, daha büyük maddi hazırlıklara, elde edilmiş tecrübelere uygun olarak üçüncü seferdeki başarı ölçülemiyecek derecede büyük oldu. Bir kere, almış olduğu yol 18.000 kilometreden aşağı değildi ve toplanan eski eserlerle el yazmaları 182 sandık doldurmuştu. Bu üçüncü İç - Asya seferine 1913 haziranında Hindistan'dan, her zamanki çıkış yeri olan Srinagar kasabasından çıktı. Bu defa eski büyük kervan yolundan gideceği yerde dağ yığınları, uçurumlu kayalıklar, karla buzla kaplı geçitlerdeki yolsuz yollardan kuzeye doğru atıldı. Yolda önemli müşahedelerde bulunmak suretiyle coğrafyacılık merakını gidererek ÎçAsya araştırma yollarının belli-başlı durak yeri olan Kaşgar'a vardı. Çok dikkat ve özen istiyen kervan düzme işini bitirdikten sonra kuzey doğu yönünde, eski tç - Asya kervancılığının büyük orta yolunu tuttu. A. Stein'dan önceki Avrupa seyyahlarından birçoğu bu büyük yollardan geçmişti, fakat bunların hakiki mânalarını, büyük Önemlerini onun kadar anlıyan kimse olmamıştıry/Bu büyük orta yol bugün Doğu - Türkistan ile Çin'i birbirine bağlıyan en önemli yoldur .Curadaki vahalar bugüne kadar boşalmamışlar, ancak buralarda birbiri ardına başka başka kavimler yerleşmişlerdir. Bu a-landa bulunan meskûn yerler arasındaki yollar üzerinde eski çağlar eserlerinin nasıl yok oldukları kolayca anlaşılabilir. Fakat A. Stein bu yok olmak üzere bulunan veya en iyi ahvalde insan gözün-
B İ L 1 N M İ Y E N İÇ-ASYA
315
den gizlenen eski eserleri bulup çıkarmanın yolunu biliyordu. Kaşgar'dan ta Maralbaşı'na kadar doğru yoldan ilerledi. Onun pervasız macerası asıl buradan başlar. Burada kervaniyle Taklama-kan çölüne daldı. Lâkin çölün akıcı kumunda, koca kum yığınları arasında develer işe yaramadı ve bütün kervanı göz göre orada yok etmektense geri dönmek icabetti. Çölün tam ortasından geçen yol yerine başka yöne sapmak lâzım gelmişti. Taklamakan'ı kuzey -güney yönünde ikiye bölen Khotan - derya ırmağı boyunca kuzeyden güneye doğru ilerledi. Bu, az yorucu olmıyan yolda Mazartag tepesinde küçük bir kale örenine rasladı. Kale vaktiyle Tibet'lilerin elinde imiş. Kumlar altına gömülü örenlerde araştırmalar yaparken arkeologun eline geçen haznelerin en zenginleri ve en manalıları her zaman olmıyacak yerlerde, atılan süprüntülerden meydana gelmiş yığınlarda bulunuyordu. Fakat yok olmuş bir hayatın bu garip birikinti yerlerini karıştırmak ne kadar faydalı olursa olsun, burnu iyi koku alan bir Avrupa'lı böyle bir küllükte eşinmekten pek de hoşlanmasa yeridir. Çölün kuru kumu yalnız nazik kâğıt parçalarını, çabuk çürüyebilecek ağaç ve sair nebat kırıntılarını değil, aynı zamanda çok asırlık süprüntü yığınının halis kokusunu da muhafaza etmişti. A. Stein, Tibet süprüntü yığınlarının bu bakımdan bütün ötekilerini geride bırakmış olduğunu ve keşfettiği her hangi bir eseri araştırmak için daha elini değdirmeden uzaktan, orada bir vakitler Tibet'lilerin barındıklarını anladığını şakacı bir dille söyler. Mazartag'tan güneye doğru, şöyle 800 kilometre ilerledikten sonra eski araştırmalarında iyi tanımış olduğu Khotan şehrine vardı. Büyük güney yoluna ulaşmış bulunuyordu. Bu büyük güney yolu boyunca doğuya doğru ilerliyerek, ta Çerçen'e, daha sonra da evvelki seyahatlerinde o kadar sanat eseri bulduğu ve âdeta eski el yazmalariyle kitapların bir hazinesi olan Miran'a vardı. Dilcilik bakımından değeri olan bu buluntular arasında hele el yazması bir. fal kitabı vardı ki. Tjjrkçe olarak ve Orkhon'daki anıt kayalardaki Bir yandan o, örenler içinde araştırmalarına devam edip eski heykelleri, kabartmaları toplarken, yanındaki Hint'li haritacılar da durmadan çalışıyorlardı. Ele geçirilen şeyler o kadar çoğalmıştı ki, bunları arızasız olarak yanında taşımak mümkün olamıyacağı anlaşıldı. Onun için hepsini güzelce sandıklara yerleştirip develere
216
BİMNMİYEN
ÎÇ-ASYA
yüklettikten sonra Kaşgar'da fngiliz başkonsolosuna teslim edilmek üzere yola çıkardı. A. Stein kendisi 1914 şubatında Miran'dan hareket etti. Dehşetli soğuk bir kıştı, fakat kurak çöl çevresinde yolculuk için bundan daha iyi hava aransa bulunamaz, çünkü çölün en büyük derdi, yedek su bulundurmak meselesi en kolay olarak bu zamanda çözülebilir. Tuluma ve hele taşıması daha güç olan başka su kablarına lüzum yoktur; kervan, ihtiyacı olan suyu dondurulmuş olarak beraberinde götürebilir. Buz parçalan eritilmek suretiyle lüzum görüldükçe istenildiği kadar içme suyu hazırdır. A. Stein yoluna Lou-lan örenlerine doğru devam ediyordu, fakat daha yolda iken bir sürü küçük kale keşfetti. Bu örenleri açınca eski oturma odaları, içlerinde pek çok ev eşyası ve para çıktı. Lou-lan'da o zamana kadar henüz açılmamış örenleri araştırmağa koyuldu. Yine bu defa da ağaç üzerine ve kâğıda oyulmuş bir alay vesika buldu ki, bunlardan hele Semerkant taraflarından buralara, /Çin yakınlarına düşmüş olan Sogdların eski yazmaları pek büyük ilgi uyandırdı./Kuzey - doğuya doğru yine bir sıra ören çıktı, bütün bu yok olmuş istihkâmlar, askerlik konakları, Çin nöbet kulelerine açılan eski ticaret ve askerlik yolunun nereden geçtiğini pek belli bir şekilde gösteriyordu, tnsan, A. Stein'ın araştırıcı elleri altında ne kadar şeyler çıktığını söylemekten âdeta âciz kalıyor. Eski ipek ticaretinin yolu işte buradan geçiyordu ve her ne kadar beklenmedik bir şey değil idiyse de, meydana çıkan dokumacılık isleri, bu çok eski zamanlardan ilk elimize geçen şeyler olmak bakımından yine de bayağı mucize tesiri yapmıştır. Yığınla ortaya çıkan renk renk ipek dokumalar, buraya herhalde Çin'den gelmiş olacaktı. Fakat yine büyük miktarda bulunmuş olan ince iş. Yunan tarzında dokunmuş yün gobelin parçalarının nerelerden gelme olduğunu kestirmek o kadar kolay değildir. / Lou-lan örenlerini baştan başa iyice inceledikten sonra A. Stein, kervaniyle Lop nor tuzlu sahralarına girdi. Çok vakit olduğu gibi, bu sefer de talihi fevkalâde idi. Körükörüne dolaşıp durmıyacaktı, çünkü iki bin yıl önce bu tuz çölünden geçmiş bir Çin kervanına ait delinmiş bir torbadan dökülmüş olan paralar kendisine kılavuzluk ediyor, üzerinde ilerlenecek yolu gösteriyordu. Tuzlu çölün öbür kenarında yine doğuya yöneldi ve eski Çin duvarını, İbnesi boydan bo-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
217
ya takibederek Toğrak-bulak'tan güney-doğuya, oradan An-si'ye, oradan da ta Etsin gol'a kadar uzanan kısmını araştırdı. Bu eski sınır duvarının en doğu noktasından kuzey-doğuya saptı ve Etsin gol boyunda, ileride sözünü edeceğimiz Kara khoto şehir örenini ziyaret etti. Kara khoto civarından Çin'in Gan-su eyaletine, iyi bildiği Gancov'a döndü. Yazın şiddetli sıcaklarında kazıya devam edilemiyordu, onun için harita işlerini ele aidi. Fakat bu işi de, az kalsın felâketli olabilecek bir kaza, yüzüstü bıraktırdı. Bir gün, atı ürkerek onu altına almış ve öyle tepeleyip ezmişti ki, haftalarca yerinden kımıldıyamamıştı. Sonra vaziyeti şöyle böyle düzelir düzelmez, sanki hiçbir şey olmamış gibi, seyahatine devama hazırlandı. Kervan, Hüan-dzanğ ile Prjevalski'nin anlattıkları çölden geçip kuzey yolu boyunca ilerliyerek Hami'ye, oradan hep kuzey yolu üzerinde, Bar-köl vahasına uğramak suretiyle Guçen'e vardı. O sırada kış da girmiş bulunuyordu, fakat dinlenmeyi hatırına bile getirmeksizin, yine keşif işine devam etti. Guçen yakınlarında, Cinsa yanındaki geniş bir alana yayılmış olan örenleri araştırdı. Sonraki Kök Türklerin ve onların ardından Uygurların Beşbalık'la-rı, Beitinğ burada bulunuyordu. Tabiatiyle A. Stein'ın dikkati buradan, Alman araştırmaları neticesinde o sıralarda büyük bir şöhret kazanmış olan, daha güneydeki Turfan'a çevrildi. Bu yere Urumçi'den geçilmek suretiyle bugün de kolayca varılabilir, fakat A. Stein daha rahat olan asıl yolu bırakarak, o zamana kadar henüz hiç kimse tarafından haritası çizilmemiş olan daha güneydeki karlı sıradağlardan geçti. A. Stein'ın ilmî yetkinliğine ve harikulade talihine şu da bir delildir ki. Almanların üç büyük Turfan seferinden sonra da o, Turfan sahasından bol mahsul toplıyarak ayrıldı. A. Stein bir müddet Turfan'm güneyinde araştırmalarda bulunduktan sonra, ortadaki büyük yola saparak Korla'ya, oradan da eski kervan yolunu tutarak Kaşgar'a döndü. Seferinin verimlerini sandıklara yerleştirerek Londra'ya yolladığı gibi, Hint'li yardımcılarını da memleketlerine gönderdi, fakat kendisi pek ziyade hakettiği dinlenme veya gayet basit olan Hindistan'a dönüş yerine, Pamir'de araştırmalar yapmak için küçük bir kervan düzdü. Lâkin bu iş de bittiği halde yine memleke-
218
BİLİNMİYLN
İÇ-ASYA
tine dönmeği düşünmedi, Pamir dağlarını aştıktan sonra Semer-kant'a döndü ve orada yeniden bir sefer tertibetti. Türkmenistan'daki Aşkhabat'tan kervaniyle çıkarak tran ve Afganistan sınırlarında bulunan Seistan'a vardı ve orada incelemelerde bulundu. Ancak bu iş de tamam olduktan sonradır ki, A. Stein 1916^martında Belu-cistan yoliyle Hindistan'a döndü. A. Stein'ın seri halindeki İç - Asya araştırma sehayatleri başlı-başına bile, bu alan üzerine kurulmuş olan eski ilmî görüşü kökünden değiştirmeğe yeterdi. Fakat bu keşif işlerine başka birçokları daha katıldı ve geçmiş zamanlar hakkında gittikçe daha girift, daha çok ayrıntılı bir manzara meydana gelmeğe başladı. Bu araştırıcılar arasında ilk önce ortaya atılanlar tabiatiyle Kuşlar olmuştur. Rus ilim adamları bu bakımdan bütün milletlerin evlâtlarından daha elverişli bir durumda bulunuyorlardı, bu ise sade araştırılacak olan alanların yakınlığı yüzünden değil, aynı zamanda Rus makamlarının bu gibi işleri bütün kuvvetleriyle desteklemelerinden ilerigeliyordu. Bunlar arasında Kuça vahasını araştırmış olan Berezovski, bilhassa fevkalâde neticeler elde etmekle övünebilecek durumda idi. Rus İlim Akademisinin genel sekreteri olup o zamandan beri ölmüş bulunan Oldenburg da Karaşar ve Turfan vahalarında pek değerli işler başarmıştır. Kuça, Karaşar ve Turfan, örenleriyle, eski eserleriyle en çok araştırılan alanlardır. Ruslar pek o kadar dikkate değer yeni şeyler bulmamışlar, daha ziyade öteki araştırıcıların işlerini, fakat gerçekten değerli bir surette, tamamlıyan şeyler ele geçirmişlerdir. Büsbütün yeni yollardan yürüyerek İç-Asya'da o vakte kadar başkalarının hiç el sürmediği pek önemli bir yer keşfeden, Prjevalski'nin talebesi ve şöhretinin mirasçısı, coğrafyacı Kozlov'dur. Etsin gol'un doğusundaki Kara khoto örenlerini ilk açan ve bu sayede bizi, Tibet ırkından kavimler medeniyetinin pek kuvvetli bir kümesine götüren o olmuştur. Fransız bilginleri de boş durmadılar. Büyük küçük sefer heyetleri yollıyarak Tibet'te, Çin-Tibet sınırlarında araştırmalar yaptılar, Tarım havzası vahalarını dolaştılar./Bütün Fransız seferleri arasında en çok sivrileni Pelliot'nunki olmuştur. İç - Asya bilgisinin, değeri herkesçe teslim edilen bu en büyük mümessili, oradaki vaha örenleri arasında, kendisinden ne daha önce ne daha sonra dolaşanlarda bulunmıyan bir bilgi yetkinliğiyle yola çıkmıştı, Çin dilini ve
UİLİNMİYİİN
İÇ-ASYA
319
hem de en gizli kalmış Çin kayıtlarını pek mükemmel bilen bu zat, şaşılacak derecede geniş malûmatiyle tek başına, buralarda gelip geçmiş bütün bilinmiyen veya ölmüş dillerin biricik mütehassısı idi./ Başkaları, buldukları şeyin aslında ne olduğunu ancak memleketlerine döndükten sonra ve bir alay ihtisas adamının yardımiyle meydana çıkarabilirlerken Pelliot, eline geçen yazma eserin Sogd, Tibet, Uygur, Tokhar veya her hangi başka bir dille yazılmış olduğunu daha orada iş başında iken anlıyor ve Çin yazı tomarlarının için-dekilerden, yazılarından, bulunan şeyin hangi çağa ait olduğunu") tam olarak kestirebiliyordu. En zengin koleksiyonu, L. Loczy'ninl işareti üzerine A. Stein'ın meydana çıkarmış olduğu Dun-huanğ Bin/ f Buddha mağarasında toplamıştır. A. Stein yukarıda sözü geçmişi S olan ikinci seyahatinde bu ortaçağ kütüphanesinin ancak bir kısmı-|>-, m kaldırmağa muvaffak olabilmişti. Orada kalmış olan malzemenin ! büyük kısmı Pelliot'nun başarılı görüşmeleri sayesinde Paris'e ta\ _\ sinmiştir. Böylece Paris'te ve Londra'da bulunan Dun-huanğ'dan gelme el yazması koleksiyonları birbirini mükemmelen tamamlamaktadır. A. Stein çalışırken, adamlarının acelesi yüzünden, mağaradan kucaklayıp kaldırdıkları kitap yığınının taşınması sırasında her hangi bir tomarın veya kitabın ikiye bölünerek yarısının o-rada kaldığı görülmüştür. Halbuki Pelliot, koleksiyonunu o kadar dikkatle seçmiştir ki,' A. Stein'ın bıraktığı tomar parçalarını bile a-lıp götürmüştür.
V
Bunun ardından Japon araştırıcıları da küme halinde ortaya çıktılar. Japonlar, asıl kaynağı Çin dili olan bütün eski tarih araştırma işlerinde gerçekten üstattırlar. Onlar, şaşılacak kadar kısa bir zamanda Batı tekniğini nasıl alıp benimsemişlerse, kendi geleneklerine dayanan ilmî yetkinliklerini, Batı sistemlerini benimsemek suretiyle, aynı hız ve başarı ile tamamlamışlardır. Bilgin- Japon müsteşriklerinin, sanat tarihi ve arkeoloji duyguları hayranlığa değer bir şekilde gelişmiştir. Kendileri de Buddha dininden oldukları için, bilginlerinden birçoğu bütün dikkatlerini tarihe karışmış iç-Asya'daki budizm eserlerini incelemeğe çevirmişlerdir, tç - Asya'ya sefer eden keşifçi seyyahlarından bilhassa ikisi, Qtani ve T^hibana- ^ kendilerine ölmez erdemler sağlamışlardır. Yüksek ilim değerleriyle ilk safta yer alan Japon başarılarına karşı Batı ilim dünyası ayrı bir a/*" yer vermektedir. Ancak yazık ki, elde ettikleri sonuçların
220
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
yalnız bir kısmını yayınlamışlardır; bu yüzden Japon sefer heyetlerinin sandıklarında neler gizlendiğini bugün de iyice bitmiyoruz. Bu uluslar arası bilgi yarışından tabiatiyle Almanlar da geri kalamazlardı. Onlar, Almanlara vergi olan dikkatle bütün kuvvetlerini bir yerde, Turfan vahasında topladılar. Almanlar buraya, hem de dört sefer heyeti yolladılar; bunlar arada başka vihotara da uğradıkları gibi, dördüncü seferde Turfana hiç varmadılar, iakat teşebbüslerinin tek - hedefliliğini ve elde edilen sonuçların önemini mümkün olduğu kadar belirtmek için, hepsine birden Turfan - seferleri derler. Almanlar, Turfan dolayının araştırmasına hiç de hazırlıksız veya yetkisiz çıkmamışlardır./Beklenen neticeler, sanat tarihi ve dilcilik olarak iki büyük kümeye ayrılmıştı. Bu ikisinin iyi anla-şabilmesi içinse üçüncü bir bilgiye, din tarihi bilgisine ihtiyaç var-dı. Alman sefer heyetlerinin başkanları bu bakımdan gerçekten talihli imişler, çünkü Berlin'e yollıyacakları sandıkları unutulmağa mahkûm müze eşyasiyle doldurmadıklarını, gelecek olan bu hazineleri orada en yetkili ihtisas adamlarından toplanmış dehşetli bir bilgin alayının beklediğini biliyorlar ve bunun için, rahatça işlerine bakıyorlardı, tç - Asya bilimi o kadar çok taraflıdır ki, tek bir insanın bunun her dalında aynı salâhiyetle çalışmasına imkân yoktur. Tahta, kayın ağacı kabuğu, kâğıt üzerine yazılmış metinlerini işletmek için A. Stein'ın Almanlara, Fransızlara, İngilizlere ve Danimarkalılara baş vurması lâzım gelmişti./Âlmanların ise bu işlerin hepsi için kendi adamları vardı./rlatta şu bakımdan da talihli idiler ki, bu bilginlerin çoğu, içerisinde Turfan seferine ait buluntulara da yer verilmiş olan Berlin Etnografya Müzesi etrafında toplanmış bulunuyorlardı. Almanlar, Hamburg müsteşrikler kongresinde A. Stein'ın birinci seferi hakkındaki raporunu dinledikten sonra bu kadar başarılar vadeden Tarım havzasına kendileri de hemen bir heyet yollamağı kararlaştırmışlardı. Araştırma seferi için lüzumlu parayı çabucak bulup buluşturdular. Araştırma yeri olarak da Turfan vahasını seçip, oraya gidecek olan heyetin başına budistlik sanatı tarihçisi Grünwedel ile Tibet dilinin seçkin bilgini Huth'u getirdiler, ilk Turfan seferi bir deneme mahiyetinde oldu ve heyet vahada ancak kısa bir zaman, 1902 kasımından, 1903 martına kadar çalıştı,
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ —
221
Daha sonraki seferlerin sonuçlarına nispetle bu ilk, üstün körü kazılardan elde edilen ganimet de daha gösterişsizdi. Topu topu kırk altı küçük sandık doldurabilmişlerdi. Mamafih Berlin'de bu ilk seferden gelen sandıklardan da çok şey öğrendiler. En önemli buluş saydıkları şey, bu, yüzyıllardan beri Türklerin barmdığı toprak üzerinde bir zamanlar bambaşka u-lusların, hem yalnız İranlıların falan değil, yeniden keşfedilen diline dayanarak âdeta Avrupalı denebilecek kavim unsurlarının yaşamış olduklarının meydana çıkışıdır. BîTkavim Tokhar kavmi idi. Fakat ele geçen sanat kalıntılarında ve yazılarda Uygur, Sogd eserleri de meydana çıkmış, budizmin ve maniheizmin mukaddes kitapları, tarihe karışmış dinler dile gelmişlerdi. Bu yabancı yazı ve kitaplar durmadan toplanıyor, birikiyordu. Sonunda Berlinli âlimler bu tozlu, yırtık pırtık metinlere bir göz gezdirdikleri zaman, /Turfan seferlerinden gelen yazma eserlerin 24 çeşit yazı ile, 17 ölü, bir kısmı bilinmiyen dille yazılmış oldukları meydana çıktı./ İlk Alman Turfan seferi başkanlarından biri olan Huth, çektiği zahmetler ve yoksunluklar yüzünden çok geçmeden genç yaşında öldü. Grünwedel ile de görüş ayrılıkları baş gösterdi ve böylece heyetin yönetimi tamamiyle yeni ellere geçti. İkinci Alman heyeti Turfan yoluna Le Coq'un kafa idaresi altında çıktı (1904 -1905). Bu da Turfan vahasında çalıştı ise de a-raştırmalarını doğuya doğru, ta Hami'ye kadar genişletti. Üçüncü Alman seferi esas itibariyle, ikincinin devamıdır, çünkü Le Coq'gil memleketlerine bile dönmediler, yalnız Grünwedel'gilin de katıl-masiyle yeni adamlar ve maddi yardım almış oldular. Bu üçüncü heyet 1905 aralık ayından 1907 haziranına kadar İç-Asya'da çalıştı, fakat Le Coq daha bir yıl önce, araştırmaların arkası alınmadan, Hindistan yoliyle memlekete döndü. Dördüncü sefer heyeti Turfan'a 1913 yılının başında gitti ve çalışmaları tam bir yıl sürdü. Bu sefer üzerine birkaç söz söylemek belki lüzumsuz olmaz, çünkü Avrupalı araştırıcıların îç - Asya'ya yaptıkları hücumların neden kırıldığını bundan anlıyabiliriz. Daha bu heyetm hareket hazırlıkları sırasında ilk zorluklar baş göstermişti. Avrupa'da siyaset havası gergindi ve Çin - Türkistanı'n-da eski nizam altüst olmuştu. Bir hayli çekiş döğüşten sonra Ruslar-
223
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
dan geçiş müsaadesi alınabilmişti.. Fakat Pekin, uzak Türkistan'da dolaşmak istiyen Le Coq ile arkadaşına pasaport vermeğe bir türlü yanaşmıyordu. Çin ihtilâlinden sonraki zamanlarda yaşıyorduk, Mançu hanedanının kovulmasiyle güven tamamiyle ortadan kalkmıştı, genç cumhuriyet memlekette, hele Türkistan gibi uzak ülkelerde duruma hâkim değildi. Buralarda şimdi ancak asker kaçaklarından, yol kesen haydutlardan toplanma bir güruhun birtakım siyasi parolalar ileri sürerek (veya sürmeden) her istedikleri oluyordu. Durmadan, sel gibi kan akıtılıyor, eski asker ve sivil mandarinler birbiri ardından kesiliyordu. A. Stein'ın araştırmalarım o kadar sevgi ve anlayışla karşılıyan Kaşgar'daki İngiliz başkonsolosu Le Coq'gilin de yardımına koştu ve Pekin hükümetinden olmasa bile, mahallî Çin makamlarından giriş müsaadesini aldı. Alman kervanı böylece Andican'dan Kaş-gar'a vardı. Bu uzun müzakereler ve mektuplaşmalarla çok zaman kaybedilmiş ve Kaşgar yolculuğu da en büyük zorluklarla yapılabilmişti. Yine talihleri varmış ki, bir arızasız şehre ulaştılar, çünkü donların çözülme zamanı tehlikeli bir surette yaklaşıyordu; suların taşmasından ve çığlardan korkulurdu. Ama Kaşgar'da güçlükler sona ermiş değildi. Arkeoloji araştırmaları için Çin valisinden hususi bir müsaade alıncaya kadar yeniden haftalarca süren müzakerelerde bulunmak lâzım geldi. Almanlar Kuça vahasına mayıs sonunun şiddetli sıcaklarında vardılar, o civarda gayet güzel başarılarla çalıştılar. Eski budist tapınağı Kizil'in yıkılarını kazıp meydana çıkardılar, meşhur mağaralarını incelediler ve tam orada buldukları fresklerle el yazmalarına sevindikleri bir sıra idi ki ansızın Kaşgar'dan ürkütücü bir haber geldi. Şehirde ihtilâl belirtileri baş göstermiştir, siyasi katil hâdiseleri birbirini takibetmektedir. Kaşgar İngiliz başkonsolosu bu telâş verici olayları Le Coq'a haber vermiş, arkadaşiyle beraber kaçmağa hazır bulunması için onun dikkatini çekmişti. Fakat bu ilk merak verici haberlerin arkası gelmediği için Le Coq, hakiki ilim adamı sükûnetiyle, örenleri karıştırmağa devam etti. Arkeoloji araştırmalarını Kuça yakınlarındaki öteki iki küçük yere, o vakitten beri pek ziyade şöhret almış olan Kiriş ve Kumtara'-ya da genişletti. Fakat o, dünya olaylarını umursamamağa beyhude çalışıyordu, ortalık düzeninin pek yerinde olmadığının ister istemez
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
223
farkına varması lâzımdı. Kazılarda çalıştıracağı işçileri büyük güçlüklerle buluyor, ertesi gün onlar da kaçıyordu. Kuça'daki askeri valinin görünüşteki ahbaplığı bir şeye yaramıyordu, hem yarıya-mazdı da, çünkü bu valinin adamları aynı zamanda yabancıya hizmet eden işçileri ve yerli yardımcılarını dövüyorlardı. Le Coq, sonunda kendi uşağından maada hepsinin, yanından kaybolup gittiğini gördü. Çaresiz işi yüzüstü bırakıp memlekete dönmek lâzım geliyordu. Durum gerçekten hiç de gül pembe değildi. Kuça'da, Fergana'-dan oralara düşmüş olan Türklerle Çin'liler arasında çarpışmalar o-luyordu, fakat güneyden ve doğudan gelen haberler de iç açıcı değillerdi. Le Coq'gil bu vaziyette de vakti beyhude geçirmek istemiyorlardı, onun için dönüşte, daha önce Pelliot'nun ve A. Stein'ın gözden geçirmiş oldukları Tumşuk örenlerini incelemeğe başladılar. Tumşuk'tan Maralbaşı'ya uğramak suretiyle, pek de rahat sayıla-mıyacak şartlar altında yapılan araştırmaların gerçekten hayrete değer neticesiyle,^56 koca sandıkla Kaşgar'a döndüler. Turfan'a yapılan dördüncü Alman seferinin heyecanlı safhalarından biri de bu sandıkların, usun boylu kovalamalar ve hızlandırmalar sayesinde, birinci dünya harbinin patlamasından ancak bir hafta önce Rus sınırlarından geçirilebilmiş olmasıdır./ İlk dünya harbi ve ondan sonra hüküm süren iktisadi sefalet yüzünden Almanlar artık Turfan seferini akıllarına getirememişler ve kalan maddi kuvvetlerini de eldeki koleksiyonların düzenlenmesine ve işlenmesine harcamışlardır. Fakat bu yarım kalan işi devam ettirmeği galip denilen devletlerin ilim adamları da düşünememişlerdir. Avrupa karışıklığı devam ettiği müddetçe Asya'nın bu kısmında da durum düzelmemiş, belki daha ziyade bozulmuştur. Çin ihtilâlinin kopardığı fırtına bir türlü yatışmak bilmiyordu. Birbirini değiştiren ve hep ölüm saçan askerî klikler devrinden sonra, nihayet Çin milli birlik hükümeti ortaya çıkınca herkes ilim adamlarına da barış ve rahat gününün doğduğu zannına kapılmıştı. Yazık ki böyle olmadı. Çin'lilerin yabancılara karşı, hakikatta pek de sebepsiz olmıyan güvensizlikleri ve çekingenlikleri daha şiddetli bir şekil almağa başlamış, bu elverişsiz hava yabancı araştırıcılara karşı'da düzelmemişti, iftiattâ tersine olarak memleketin her tarafında acele meydana getirilen SanaL Eserlerini Koruma birlikleri resmî
234
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
BİL t NM İ YEN İÇ-A S YA
225
himaye altında çalışarak, bütün Batı'lı araştırma teşebbüslerinin ö-nüne geçmeğe başlamıştır.
olduğu kadar çabuk bitirirlerse memnun kalacağını Fransız araştırıcılarına bildirmişti.
A. Stein da bu birlik oyunu oynıyan sahte Çin bilginlerinin gözünden düşmüş, araştırmalara hazır bir halde bulunan kervanı, merkezden verilen bir emir üzerine Çin Türkistanı toprağından çıkarılmıştı. Halbuki üç büyük seferinde elde ettiği zengin tecrübelerden maada, hiçbir sefer heyetine nasip olmıyan maddi hazırlıklara sahip olduğu göz önünde getirilirse, A. Stein'ın bu dördüncü İç-Asya seferinin geri kalışı yüzünden ilmin ne kaybetmiş olduğunu düşünmek zor olmaz.
Ama seçkin seyyah Sven Hedin in talihi, görünüşte bütün Avrupalılara zorluk çıkarmak istiyen Çin'lilerin yanında da daha açıktı. Zaten o, o zamana kadar da bir masal kahramanı kesilmiş, yerli halkın dilinden fevkalâde iyi anlamasiyle, insanı kendine bağlıyan tavrı ve sevimli halleriyle en küçüğünden, en taş yürekli mandarinlere varıncaya kadar herkese kendini sevdirmiş, kolaylıkla onlara yaklaşmıştı. 1927-de yeni bir İç-Asya seferine çıktığı vakit hiçbir zorluk ve hoşnutsuzluk göstermeden Çin hükümetinin arzusunu yerine getirmiş, yanma verilen Çin'li iş ortaklariyle birlikte işe koyulmuştu. Şurası da var ki, Sven Hedin bu defa sefer heyeti çalışmalarını daha ziyade yöneltmekle meşgul olmuş, sıhhi durumunu yerine getirmek maksadiyle, adamları belirli yerlerde araştırmalar yaparlarken kendisi Pekin'de, Avrupa'da, Amerika'da dolaşmış ve bayrağı altında çalışan Alman ve Çin'li mütehassıslar kafilesine ancak sonradan katılmıştı.
Bereket versin sonradan, Çin'lilerin yarattıkları bu soğuk duruma bakmıyarak, onlara yaranmağı bilmek ve zayıf taraflarını bularak bir diplomat maharetiyle kendilerine yanaşmak suretiyle yarıda kalan bu işi sürdürmeğe muvaffak olan araştırıcılar çıkmıştır. Ancak bu heyetler, yanlarında Çin'li iş ortakları götürmek zorunda idiler ki, bunların orada bulunuşları bazan yardımdan ziyade kontrol için olduğu anlaşılıyordu. Gittikçe sıklaşan karışıklıklar, anlaşmazlıklar ise bazan açık rezalet şeklinde patlak veriyordu. Bunun için meşhur Fransız Citroen seferini hatırlamak yetişir. Bu tanınmış otomobil fabrikası ticari bir reklâm maksadiyle, Croisiere Jaune diye bütün Asya'yı dolaşacak bir kervan geçidi tertibetmiş ve bunu gayet becerikli bir şekilde ilmî araştırmalarla birleştirmişti. Croisiere Jaune'un başkan ve üyeleri denenmiş, ünlü âlimlerdi. Büyük ölçüdeki bu seyahat plânına göre Citroen sefer heyeti iki kümeye ayrılarak ve iki ayrı noktadan kalkmak suretiyle İç-Asya'yı çevirdi, iki aykırı yönden gelecek olan kervan kümesi ortada bir yerde buluşacaktı. Biri batıdan, Suriye'den hareket etmiş, öbürü yolculuğa doğudan, Pekin'den başlamıştı. Tabiatiyle Pekin'den çıkacak grupun mecburi olarak yanlarına alacakları Çin'li iş ortaklariyle beraber gelmesi lâzımdı. Halbuki Fransızlarla Çin'liler arasına, el birliği ve anlayış yerine gittikçe şiddetini artıran bir anlaşmazlık girdi ve daha tâyin edilen işi bitirmeden, birbirine düşman kesilen iki taraf ayrılmağa mecbur kaldı. Croisiere Jaune Çin arazisinde başarılması lâzım gelen işini ancak baştan savma, yarım bir şekilde bitirebilmişti, çünkü geçen hâdise üzerine merkezî Çin hükümeti de işi protesto etmekte gecikmemiş, hattâ işlerini mümkün
Sven Hedin resmî Çin çevreleriyle gayet iyi bir anlayışla çalışmış ve hattâ büyük bir maharetle idare ettiği işleri sayesinde Nan-king hükümetinin en değerli bir iş ortağı olmuştur. Bütün Çin Türkistanı boyunca kurduğu meteoroloji müşahede istasyonları ile Çin'liler gurur duyarlar. Merkezî Çin hükümetinin en zor problemi, memleketin münakale şartlarının çözümüdür. Sven Hedin Nanking hükümetine bu alanda da yardım etmeğe çalışarak o zamanki plânlara göre çabucak yapılması gereken Çin Türkistanı demiryoliyle otomobil yolu işini incelemeğe başlamıştı (1933 -1934). Bu keşif seyahati esnasında kısa bir zaman sürmek üzere âsi general Ma Çunğyin'in esaretine bile düşmüştü. Bütün bunlarla beraber Sven Hedin'in bu son seyahatlerinin öyle oportünist, neticesiz gösterişçi teşebbüsler olduğu hatıra gelmemelidir. O, bazı tesadüfi işler başardığı gibi, pek değerli coğrafya müşahedelerinde de bulunmuştur. Hattâ yanına katılan ve ayak bağı bir ukalâ saydıkları Çin'li arkadaşların bazan gerçekten değerli bir bilgin olduğu da meydana çıkmıştı. 1927 -1929 seferinde Sven Hedin'in İsa'dan sonra I. yüzyıla ait binlere varan Çin el yazıları bulduğunu, V - VII. yüzyıllardan kalan mezaryazıtlariyle Moğol devrine ait iki dilli yazıtların F. 15
226
BİLİNMİYF.N
İÇ-A S YA
sayısının da yüzlere vardığım ilim dünyası bu Çin'li bilginlerin önceden verdikleri malûmattan öğrenmiştir. O vakte kadar İç-Asya araştırmalarından uzak kalmış olan Amerika'n araştırıcılar işte tam bu zor zamanlarda ortaya çıkmışlardır. Bunlardan Roy Chapman Andrews mevcut şartlarla zor da olsa uylaşarak arkeoloji ve jeoloji araştırmalarında bulunmuştur. Sefer heyetlerinin o eski serbeslikleri, toplanan malzemenin bir takıntısız alınıp götürüldüğü zamanlar artık geçmişti. Bir yabancı sefer heyeti yalnız Çin'li iş ortaklarını meşgul etmeğe borçlu olmakla kalmıyor, ele geçirdiği buluntulardan da ancak belirli bir kısmını, hem de daha ziyade onların ikinci bir nüshalarını götürebili-yordu. Hususiyle sıkı bir kanun her hangi bir antikanın, değerli eski kitap veya el yazmasının Çin'den dışarı çıkarılmasını yasak ediyordu. Eğer iç politika karışıklıklarından, dış gailelerden bir türlü göz açamıyan Çin, mazisinin en başta kendisini ilgilendiren bu e-serlerinin vandalca yok edilmesini önliyebilirse, tabiatiyle bütün bu tedbirlere kimsenin bir diyeceği olamaz. Umarız ki bu tedbirler bundan böyle gözetilen gayeyi temin ederler. Amerikalıların Uzak - Doğu'ya karşı gözle görünür bir şekilde artan ilgileri neticesidir ki, Andrews'tan başka bilginlerle birtakım sergüzeşt ardında koşan seyyahları, üst üste, hem de yalnız Çin'i değil İç - Asya'yı da ziyaret etmişlerdir. Amerikan Roerich sefer heyetinin Tibet'te ve Moğolistan'da hemen beş yıl süren (1923 -1928) kalışlarını ve dolaşmalarını son zamanların bu kabil teşebbüslerinden saymamız lâzımdır. Bu uzun süren ve hatırı sayılır genişlikte ülkeleri gezmiş olan sefer heyetinin, hedeflerine ulaşmak ve ilmî bayrılarını gerçekleştirmek bakımından biraz garip yollardan yürüdüğü inkâr olunamaz. Heyetin üyeleri ve başkanları ressam profesör Roerich ile karısı ve oğulları idi. Bu seyahatte Roerich ailesi kendine amaç olarak, dikkate değer manzaraların resmini yapmağı, ileride gerçekleştirilebilecek arkeoloji kazılarını kolaylaştıracak keşif hazırlıklarında bulunmağı ve nihayet etnografya ve dilciliğe dair malzeme toplamağı almışlardı. Bunlar işe Tibet'ten başladılar. Tibetçeyi öğrenmek için sade Darciling'te iki yıl geçirdiler. Oradan Hindistan'ın kuzey-batı köşesine çekildiler ve asıl seyahate orada, Srinagar'dan başladılar. Önce vakitlerini Khotan'da geçirdiler, mahallî Çin makamlariyle ara-
Btl. İ N M İ Y F . N
İÇ —ASYA
227
larında çıkan anlaşmazlık yüzünden oradan Kaşgar'a geçmeleri lâzım geldi. Kaşgar'dan her zamanki yoldan Karaşar'a, oradan Tur-fan'a uğramaksızın Urumçi'ye, daha sonra Cungarya'dan geçmek suretiyle Prjevalski'nin seyahatlerinden tanıdığımız Zaisang'a vardılar. Zaisang'tan trenle Sibirya'ya, Baykal gölünün yanına vardılar, sonra bir kervan düzüp Urga'ya, oradan da güney - batı yönünde An-si'ye gittiler. An-si'den yine güney - batıya ilerliyerek Tibet'e girdiler ve Lhasa ile Şigatse'yi kuzey ve güney taraflarından dolaşarak Hindistan'a, Darciling'e döndüler. Bu dolaşılan yol gerçekten pek ziyade dikkate değer, ama çekilen bu kadar zahmetin, geçirilen tehlikenin ve harcanılan paranın ne gibi ilmî sonuçlar vereceği sonradan belli olacaktır. Heyet şimdilik yollarda yapmış olduğu beş yüz kadar tablo ile övünebilmektedir. Genç Roerich'in Tibet'te yaptığı incelemeler ise bu bakımdan daha ciddî umutlar veriyor, fakat bugün için onun en değerli başarısı olarak görünen şey de, Tibet'in budizmden önceki, hemen hemen hiç bilinmiyen dini olan bon dinine ait, bir kervan yükü tutan Tibetçe yazılmış mukaddes kitap haznesidir^ __ Demek oluyor ki İç - Asya araştırmaları bugün zor şartlar içinde çırpınmakta olan Çin tarafında bile henüz sona ermiş değildir. Rus nüfuzu altındaki bölgelerde ise, kendi sovyet bilginlerinden gayrı yabancıları pek sokmasalar bile, çalışmalar hararetle devam etmektedir. Bugünkü durum, İç - Asya'nın kumlar altında kalan geçmişinin meydana çıkarılması işinin henüz hiç de bitmediğini ve bundan sonraki nesillerin belki de, bizim zorlu emeklerimizi, bundan sonra yapılacak büyük araştırmalar için ancak umut verici bir başlangıç olarak hatırlıyacaklarını göstermektedir...
BİLİNMİYEN
229
mıştı, fakat en dikkatli araştırmalar sonunda dahi öyle el yazmalarının veya her hangi başka yazma bir eserin izini bile bulamamıştı. İşin asıl tuhafı o söylenen yerlerde öteden beri her hangi bir yazma eser bulunduğunu civar halkından gören, bilen de yoktu.
XIII. KHOTAN 5 Eski Khotan'ın arkeoloji ve dilcilikle ilgili yadigârları.- Çin'le olan bağlar. — Saka dilinin keşfi. - Hindistan sömürgeciliği. — Buddha ve dini.- Hindistan'dan Khotan'a kadar budizmin yolu.-Khotan'da
İÇ—ASYA
budizm
sanatı.— Gandhara ve greko-budist sanatı.
A. Stein ilk İç - Asya seyahati sırasında Kaşgar'a varıp oradan da o kadar sabırsızlıkla beklediği Khotan yolunu tuttuğu sırada, bir yandan önüne gelenden, «gömü arayıcılar» m eski el yazmalarını nerede bulduklarını soruşturuyordu. Dutreuil de Rhins'in bulduğu kayın ağacı kabuğuna oyulu eski yazmaların Khotan'dan çıktığı hatırımızdadır. Bu ilk buluştan sonra 1895 - ten beri yine aynı yerden buna benzer, bilinmiyen yazılı eserler gittikçe daha sık olarak ortaya çıkmıştı. Khotan'lı «gömü arayıcılar», oralara giden Avrupalılara ve Hint'li ajanlara bunlardan o kadar çok getiriyorlardı ki, artık Avrupa'da bu eserlerden birkaç parça bulundurmıyan hatırı sayılır kütüphane kalmamıştı. A. Stein bu Khotan el yazmalarına başlangıçtan beri şüpheli bir gözle bakıyordu. Bu ağaç kabuklarının üzerindeki garip işaretler öteden beri bilinen veya onlara dayanılarak ileri sürülebilen yazıların yardımiyle bir türlü çözülebilecek gibi şeyler değildi. Onun ilk işi bu esrarlı el yazısı meselesini meydana çıkarmak oldu. Ras-geldiği «gömü araştırıcı» sini ve onların çalışmaları hakkında bir bilgisi olabilen herkesi soruşturmağa başladı. Sade böyle soruşturma ile de kalmıvarak Avrupa'da bile pek tanınmış bir «flörtü, araştırıcısı» olan, İslâm Akhun'un güya bu eserleri bulduğu bütün örenlerde sıra ile araştırmalarda bulundu. Elde ettiği sonuç şaşılacak gibiydi. A. Stein kum yığınları arasında gerçekten o örenlere rasla-
O zaman artık A. Stein'ın gözünde mesele aydınlanıvermişti; o kadar kıymet verilen bu eserler ancak İslâm Akhun'un madrabazlığının verintileri olabilirdi. Şimdilik meseleyi karıştırmadan işine devam ederek araştırmalarını bitirdikten sonra bu İslâm Ak-hun işini tamamiyle temize çıkarmağa niyet etmişti. İslâm Akhun'un, bu kurnaz gömü arayıcının defteri o zamana kadar da pek temiz değildi ve bu yüzden Çin makamlariyle başı kaç kere derde girmişti. Hint'li ajanlar, el yazmalarının çoğunu ondan satın alırlardı, onun için bu işte pek suçsuz olmadığı hakkındaki şüphe yerindeydi. A. Stein'ın dileği üzerine, aydın, bilgin mandarin Pan darin, İslâm Akhun'u gayet gizlice yakalattı. Öteki gömü araştırıcılarının hepsi, bütün yol boyunca Avrupa'lı araştırıcının, A. Stein'ın etrafına üşüştükleri halde bu adam her nedense ona hiç yanaşmamıştı. Fakat bu sefer, bütün isteğine aykırı olarak bu hoşa gitmiyecek buluşmağa zorlanınca yine başına bir iş çıkacağını sezmiş olacaktı. A. Stein bir sorgu hâkimi gibi, bu hinoğlunu söyletmeğe başladı, fakat o kesin olarak inkâr ediyor, o musibet kâğıtlarla bir ilgisi olduğunu hiç üzerine almak istemiyordu. Ama İslâm Akhun ne kadar gayret ederse etsin artık bu işte bayağı bir sahtekârlık olduğuna şüphe kalmamıştı, çünkü onu yakalamağa memur edilen Türk beyi, yalnız gömü arayıcının kendisini getirmekle kalmamış, evinde ne kadar kâğıt bulduysa hepsini toplayıp getirtmişti. Bunların hepsi de A. Stein'ın izini araştırdığı ve gerçekliklerinde haklı olarak şüphelendiği el yazmalarından ve ağaç basmalarındandı. Bütün deliller yüzüne vurulduğu zaman İslâm Akhun Avrupa'-lının artık aldatılamıyacağını görerek bu «eski eserler» in hakikaten sahte olduklarını itiraf etti. Fakat bunları yapan kendisi değildi; hattâ bulan da o değildi ve sözü geçen örenlerden de çıkmamıştı, bu işe onu başkaları sevk etmişler, böyle şeylere çok ilgi gösteren Avrupalılara satabilirse İyi para kazanacağını söyllyerek kandırmışlardı. Tabiatiyle bu kandırıcılardan şimdi kimse hayatta de-
230
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
ğildi, yahut da kim bilir nerelere gitmişlerdi. Ama bu inatçı inkâr bir fayda vermedi, Çin makamlariyle beraber A. Stein da artık üzerine düştükçe düşüyorlardı: kime, ne zaman ne gibi el yazmaları sattığını ve bunları nerede bulduğunu söyletmek için kendisine yemin verdirmek suretiyle sıkıştırılınca dayanamadı ve yavaş yavaş her şeyi itiraf etti. İslâm Akhun oralara gelen Avrupalıların bu bir işe yaramaz eski yazılı kâğıtlar için ne çok paralar sokağa attıklarını görünce hemen bu çok kâr vadeden işe sarılmıştı. Fakat bu kıymetli malları uzak örenler arasında araştırıp ele geçirmek için bir sürü zahmete katlanmak da hiç işine gelmediğinden daha kolay yolunu bulup bunları kendisi yapmağa başlamıştı. Ama bu da az zahmetli değildi, onun için çok geçmeden bundan da usanarak kendi uydurduğu harflerle çiziştirilmiş yazılar imaline baş vurdu. İslâm Akhun bilgili ve kurnaz bir herifti, bu sahte yazıları kendi eliyle yazarken kullandığı kâğıdı da ona göre hazırlama işini ihmal etmiyordu. Önce nebati bir boya ile kâğıda eski bir renk veriyor, yazı bittikten sonra kâğıt yapraklarını ateşe tutarak islendiriyor ve bu kâğıtları bir araya dikme işi de tamamlanınca sayfalar arasına ince kum saçıyordu. Bu antikalara karşı olan istek o kadar fazla idi ki, İslâm Akhun artık çok yorucu bulmağa başladığı el yazısı sahtekârlığım da bırakarak daha verimli ve kolay olan, ağaç levhalar üzerine baskı işine geçti. İslâm Akhun'un kalpazanlık atelyesi mükemmel işliyordu ve aldatılmış olan bilginler şüpheye düşüp onu nihayet burada kepaze bir duruma düşürünceye kadar hayli zaman geçmişti. A. Stein'ı işin sade bu tarafı ilgilendiriyordu ve artık ötekinin, Çin makamları tarafından da hakettiği cezayı giymesine onun bir diyeceği kalmamıştı. Bilginlerin Khotan'a karşı gösterdikleri ilgi yeni bir şey değildir. Öteden beri bu ülkeye dair Çin tarihçilerinin kayıtlarında, A-rap ve Acem kaynaklarında ne bulurlarsa toplarlardı. Bugün müs-lüman Türklerle Çinlilerin oturdukları bu bölgede bir zamanlar bambaşka bir hayat geçtiğini biliyorlardı, fakat eski çağların şurada burada kalmış olan haberlerinden burada vaktiyle olan geçen şeylerin ancak silik, belirsiz bir manzarası meydana çıkıyordu. Bizi hakikata yaklaştıran A. Stein'ın araştırmaları olmuştur. O, araştırma kervaniyle Khotan'dan geçen büyük güney yolu boyunca
BİLİNMİYEN
İÇ — ASYA
231
ilerler ve kumlar altında gömülü kalmış kale ve şehir örenlerini karıştırırken, yok olmuş bir hayatın göz alıcı bir canlılık gösteren esefleri meydana çıkıvermişti. Fakat şurasını önceden söylemeliyiz kiyKhotan'ın, bugün o kadar önemsiz olan bu kasabanın adı vaktiyle, sınırları tarih boyunca genişleyip daralan bir vaha - devletini göstermekte idi. Hem başkenti de bugünkü Khotan değil, onun a-şağı yukarı 11 kilometre kadar batısına düşen küçük Yotkan köyü idLiA.. Stein, önce bu eski başkentin yerini tam olarak belli etti. Yazık ki, oraya çok yakın olan örenler yerli gömü arayıcılarının dikkatini çoktan kendine çekmiş ve bunlar yıkık duvarlar arasında altın bulmak için oralarını vandalca altüst etmişlerdi. Bu adamları geçmişin kaybolan eserleri arasında sade heykellerin ve yapı süslerinin zengin altın kaplamaları ilgilendiriyordu. A. Stein'ın yolu Yotkan örenlerinden Taklamakan çölüne Sven Hedın in, birkaç yıl önce önemli bir ören olan Dandan-uilik'i bulduğu yere gidiyordu. Bereket versin, evvelce İsveç'li seyyahı oraya götüren kılavuzu bulabildi. A. Stein, Dandan-uilik'ten Kenya'ya ve birkaç gün orada kaldıktan sonra Niya örenlerine geçti. Bir zamanlar pek önemli olan ve meydana çıkan pek çok yazılı eserden başka diğer birtakım kalıntıların yardımiyle İ. s. III. yüzyılda halkı dağılmış bulunan bu yere A. Stein daha sonraki seyahatlerinde de uğramıştır. Niya'ya yaptığı ikinci yolculuk da neticesiz kalmamıştı. Yine böylece Endere örenlerini de birkaç kere ziyaret etmiş ve orada ilk seferinde küçük bir kale ile bir budist ziyaret yeri bulmuş, ikinci seferinde ise bunun Endere kasabasının yalnız bir kısmı olduğu ve daha sonraki çağlarda bu terk edilmiş Örenlere başka halkların gelip yerleşmiş oldukları meydana çıkmıştı. Bütün bu yerler vaktiyle Khotan'a ait yerlerdi. A. Stein ve başkaları tarafından Khgtan civarında yapılan araştırmaların en belli başlı neticesi bu eski vaha - devletinde Doğu ile Batı'nın pek sağılacak bir şekilde açıkça birleştiğini görmemiz olmuşturTTÖununla beraber eğer DU tarihe karışmış devletin, vaha - şenırlermden geren büyük güney yolunda bir yandan kervanlariyle kolayca Çin'e el uzatabildiğini, öte yandan ise önünün batıya doğru Hindistan'la İç - Asya'nın batı kısmına doğru açık bulunduğunu düşünecek olursak, bu hal bizi pek de hayrete düşürmez. Eğer şimdiye kadar yapılan kazılardan ele geçenlerin, Kho-
232
B İ L İ N Mİ YEN İÇ-A S YA
tan'ın kudretli doğu komşusuna ait olanlarım dikkatle toplayıp bir araya getirecek olsak, bugün artık Çin'le olan münasebetlerin âdeta bütün devreleriyle ilgili maddi eserlere sahip olduğumuzu görürüz. Pandan - uilik örenleri arasında 713 ve 741 tarihleri arasındaki yıl-"Taraaît Çin bakır paraları bulunmuştur. Burada kazılmış olan örenler de aşağı yukarı o zamanlarda mahvolmuş olmalıdırlar. Budist keşişlerinin barınaklarında da bir sürü Çin belgeleri buldular. Bu belgeler, hele muhteviyatları bakımından pek ziyade dikkate değerler, çünkü bunlar her zamanki mukaddes budist metisleri yerine Amünya hayatının günlük akışını anlatmaları bakımından pek kıymetli bir manzara gösterirler. Bunlar arasında veresiye mal veren iş adamlarının, alacaklarını tahsil için verdikleri Çince dilekçeler, I ufak tefek ödünçlere dair senetler, halkın hususi hayatlariyle ilgili .X fr j çeşitli işlerini ortaya döktüğü gibi, mevki komutanının yeni talimat ,^ T7 istiyen raporu ve saire de vardır. Bütün yeni meydana çıkarılan 1^5 eski evrak-kümesi gibi bu da bazı mühim tarih ve coğrafya kılavuzluğu yapmaktadır, meselâ Çin'lilerin bu yere Lisie dediklerini V_buradan anlıyoruz./ Manastırdaki papazların Çin'li oldukları, fakat manastırın faizle verdiği paradan sevinçle faydalandıkları anlaşılan cemaatin yerli halktan toplandığı, orada ele geçen evraktan öğrenilmiştir. Tarihleri tam olarak konmuş olan bu evrakın yardımiyle Çin tarihçilerinin, bu bölgede Çin hâkimiyetinin VIII. yüzyılda yıkılmış olduğuna dair verdikleri haber kontrol edilebilmektedir. Dandan-uilik'teki budist tapınaklarından birinde keşfedilen bir tablo da Dek ibret vericidir. Bu ağaç levha üzerinde çeşit çeşit efsane sahneleri vardır, hele bunlar arasında tarla faresi kafalı acayip bir tanrının bakışlariylc karşılaşırız. Meşhur budist hacısı Hüan-•izanğ'ın sadık okuyucusu olan A. Stein bu sahnenin, büyük hacının vazdığı efsanenin tasvirinden başka bir şey olmadığını sevinçle keşfetmişti. Hüan-dzanğ'ın kaydettiği mahallî bir geleneğe göre atlı bir düşman kıtası şehre akın etmişken tarla fareleri düşman atlarının deri takımlarına üşüşerek kemirmişler ve bu suretle halkı muhakkak bir yok olmadan kurtarmışlardı. O zamandan beri orada mukaddes tarla farelerine ve bunların kırallanna karşı büyük saygı gösterirler. Khotan vaha - devleti İpek - yolu boyuna düşüyordu ve yerliler
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
233
kendileri de ipekçiliği çoktan öğrenmişlerdi. Bunların geleneğine gö re Khotan'a ilk ipek böceği kozasını bir Çin prensesinin, hotozunun içine gizliyerek getirdiğini, çünkü bunun Çin'den güzellikle çıkarılmasına imkân bulunmadığını yine Hüan-dzanğ anlatır. Üzerine resimler oyulmuş ağaç levhaların birinde A. Stein bu efsanenin tas virirıi de bulmuştu. Bu tabloyu uzun zaman açıklıyamamışlardı Fakat o, ortada yer almış olan, süslüce giyinmiş kadın suretinin efsanedeki prenses olduğunu, onun sağında solunda diz çökmüş olan iki suretten birinin eliyle prensesin başını işaret ettiğini gösterdi. Resimde görülen sepette ise önce sanıldığı jjibi meyva değil, ipek! kozası vardır. Yine orada, ne olduğu anlaşılmıyan şey de dokum tezgâhından başka bir şey değildir. Niya örenlerinde meydana çıkan Çin eserleri çok daha eski zamanları anlatmaktadırlar. İlk olarak burada da Çin bakır paraları dile gelmişler, çok eski çöplükler altından çıkan ve Çin yazı işaretlerini taşıyan ufak ağaç levhalar ise ötekilerin ifadelerini kuvvetlendirmişlerdir. Kronoloji bakımından zamanları tam olarak tesbit edilebilen bu iki nevi buluntu kümesine dayanarak Niya iskân yerini Çin'lilerin t. s. III. yüzyılda terk etmiş olduklarını ve yerlilerin de herhalde yine o çağdaki büyük karışıklıklarda başka tarafa göçtüklerini tahmin edebiliriz. Khotan'ın en esiri halkının kimler olduğu meselesi başlangıçtan beri bir bilmece idi. Türkleri kimse hatırına getirmiyordu, bu güney bölgelerde eski göçebelerin ne kadar sonradan gelme olduklarını herkes biliyordu. Çinliler de olamazdı, çünkü onlar buraya, Khotan vahasına sömürgeci olarak yayılmışlar ve ancak askerî kuvvetle orada tutunabilmişlerdi. Zaten Çin manastırlarındaki evraklarda geçen budist müminlerinin adlarından da sezilebiliyordu ki, burada en eski barınanlar herhalde, tç - Asya'nın batı çevresinde Türklerin görünüşünden önce yaşamış olan İndo - Avrupa'lı ve hu-susivle Iran'lı kavimler olacaktı. Çok geçmeden bu iş daha iyi anlaşıldı. Dandan-uilik'teki yapı yıkıları araştırılırken küçük manastırlardan birinde kâğıt üzerine basılmış bir el yazması buldular. Bu uzun, kütük halindeki sayfaların üzerinde Hindistan'dan çıkma brehmen yazısiyle budist konulu metinler bulunuyordu. Bunlar bilinmiyen bir dille yazılmıştı. Uzun münakaşalardan sonra bilginlerin vardıkları neticeye göre Khotan'ın en eski halkı, bugün ittifakla Saka denilen bu dil} konuş-
234
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
makta idi. Bu dilin çözümü fazla zahmetli olmadı, hattâ çok geçmeden, bunun gerçekten İran dillerinden olduğu ve t. s. I.,yüzyılda Baktria'da konuşulan dilin yakın akrabası bulunduğunu da meydana çıkardılar. Khotan'da Saka dilinin bulunuşu ve onun çözümü İç - Asya seferlerinin en güzel neticelerinden biridir. Fakat bununla, Khotan dolaylarında yapılan kazıların ortaya çıkardığı şaşırtıcı şeylerin hiç de sonuna ermiş değiliz. Daha Dandan-uilik örenlerinin açılışında bunun ilk dikkati çeken belirtileri görülmüş, sonraları bunlar gittikçe çoğalmış ve nihayet yalnız Khotan'ın değil, bütün Tarım havzasının kendine mahsus medeniyetinin çerçevesini tam olarak vermiştir. Bu bakımdan ilk yolu, kazılardan meydana çıkan yapı örenleri göstermiştir. Sıra Dandan-uilik örenlerinin açılışına gelince ve yerli gömü arayıcılarının tarifleri üzere onların Butkhana dedikleri yapı kümesi işçiler tarafından moloz ve kumdan temizlenince yapının esas plânı apaçık meydana çıkıvermişti. Ortada dört köşe bir yer vardı. Bu yapının manastır olarak yapıldığı şüphesiz olduğuna göre, keşişin oturduğu yerin, hücrenin de burası olması lâzımdı. Bu hücre dört tarafından, aynı uzaklıkta dört dış duvarla çevrili idi. Hücre ile dış duvarlar arasında dolanan koridor ise âyin yapılırken dolaşmağa mahsustuyBu basit yapı tasarısı erbap bir araştırıcıya daha ilk anda, Khotan ülkesinde Hint dinî yapıcılığını bilHilrWini anlatıyordu. Hint tarzındaki bu ilk Khotan yapısını, kazılan örenlerin altından birbiri ardına çıkan benzeri eserler takibetti./ Khotan'da Hindistan tesirinin ne derece olduğu noktası, ancak eski el yazması eserlerin çözümlendiği zaman tam anlamiyle meydana çıktı. Dandan-uilik'teki budist manastır örenleri arasında kâğıt üzerine yazılmış el yazmaları yığınla bulundu. Bunların bir kısmı brehmen işaretleriyle ve Sanskritce olarak yazılmış olmaları bakımından apaçık Hint medeniyeti çerçevesini göstermekteydi. Niya örenindeki kharosth yazılı ağaç levhalar da yine aynı anlamda idiler, fakat bu ngyi eserlerin asıl harman yerini başka bir örende, bugün müslümanların- bir ziyaret yeri olan Cafar Sadik yakınında buldular. Burasını daha önce oralarda dolaşmış olan gömü arayıcılar ka-
BİLİNMİYF.N
İÇ-ASYA
235
rıştırmışlar, fakat bereket versin ciddi bir zarar yapmamışlardı Orayı bilen bir tanıdık yerlinin delaletiyle A. Stein örene varır var maz, beyhude gitmediği anlaşılmıştı. Daha gelirken yolda dökülmüş birkaç kharosth yazılı ağaç levha bulmuştu. Yapılardan birinin damına çıktıkları zaman yeniden, dağınık bir halde levhalar gördüler, yerli bir gömü arayıcı kendisince değeri olmıyan bu levhaları karıştırmış ve fırlatıp atmış olacaktı. A. Stein'ı bu ağaç levhaların asıl çıktığı odaya soktukları zaman, seyyah öyle bir heyecana kapıldı ki, bunu ancak kendisi de eski eserler peşinde araştırmalarda bulunmuş olan kimse anlıyabilirdi. Bu odanın köşesinde tuğla bir ocak ile duvar arasına yapılmış küçük bir bölmenin içinde, tam bir intizamla birbiri üzerine yığılmış ağaç levhalar duruyordu. Bu değerli eserlerin sayısı daha ilk günden yüzü geçmişti. Bu ağaç levhalar üzerine oyulan metinler mektup veya resmî yazılar olup bir mektupgibi de güzelce kapatılmışlardı. Şöyle ki, ağaç levhalar birbiri üzerine kapanacak şekilde çift olarak yapılmıştı. Asıl yazılacak şey, alttaki levhanın iç yüzüne geliyor, oraya sığmıyacak olursa, üzerine kapatılan levhanın iç tarafında devam ediliyordu. Üstteki levha »zarf» işi görüyor, adres veya gönderenin adı ile mektubun kapanmasına yarıyan kil mühür bunun üzerine geliyordu. Eserlerin dikkatlice gözden geçirilmesiyle sade kharosth yazısının Hint menşeli olduğu değil, dilinin de o menşeden türediği meydana çıktı. Daha ileri gidilince. bu yazıyı bir zamanlar Hindistan'ın kuzey-batı sınırlarında kullandıkları, işaretlerinin şekli î. s. I. yüzyılı gösterdiği anlaşıldı. «Mektupların a dili Sanskritçeye yakın o-lan Prakritçedir. Demek oluyordu ki, yalnız yazı değil, dil de Hindistan'ın kuzey - batı bölgesinden, îndus nehrinden ötedeki alanlardan gelme idi. Bu hale göre şimdi ele geçen bu güzel buluntuları Hüan-dzanğ'ın seyahatnamesindeki ve Tibet tarihlerinde bulacağımız kayıtlarla karşılaştıracak olursak o zaman durum aydınlanmış: Hint'li istilâcıların Khotan'a Hindistan'ın, eski Yunanlılarca Taxila denilen kısmından, kendilerine mahsus medeniyetlerini, dil ve yazılarını da beraber getirmek suretiyle yayılmış oldukları anlaşılmıştır. Bu sömürgeleştirme işi aşağı yukarı İ. ö. II. yüzyılda geçmiştir. Eski Khotan toprağında meydana çıkan, ağaca yazılı eserler za-
236
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
ten dış biçimleri bakımından da mektup veya resmî vesika olmaktan başka şeye elverişli değillerdir. Gerçekten bunlardan çoğunun resmî talimatname olduğu çabucak anlaşıldı. Bunların öyle kümeli bir halde bulundukları yer ise oranın büyüklerinden birinin resmî dairesinden başka bir yer olamazdı. Evrakın öteki kısmı da resmî muhaberattı. İdare ve emniyet işleriyle ilgili raporlar, celp kâğıtları, şikâyetler, tevkif müzekkereleri, muhasebe evrakı, amele defterleri, hesap puslaları... o çağların günlük hayatının birer hâtırası olarak bir arada bulunuyordu. Eğer bu ağaç levhalar üzerine çiziş-tirilmiş yazılar bize kalmış olmasaydı, o zamanların günlük hayatına dair bir bilgimiz olmazdı, çünkü biz bir tarihçiden, onun gözünde değeri olmıyan, tesbitine önem vermediği ufak tefek işler hakkında en küçük bir kılavuzluk dahi bekliyemeyiz. r Bu çağlardan bunlara benzer evrakın Hindistan'da bile kalmadığı düşünülecek olursa bunun, Khotan eserlerinin değerini ne ka-\dar yükselttiğini belki söylememize de lüzum yoktur. ' Hindistan menşeli olan bu eserlerin öteki kısmı ise Sanskrit di-| ündendir ve dine aittir. Bütün bu buluntu kümeleri pek kıymetli olmakla beraber eski Khotan tarihine ait ancak birtakım eksik belgeler sağlamaktadır. Khotan kazılarm^nencoğu. arkeoloji eserleri ve yazılar umumiyetle dünyevi hayatın kaUnfalanıolmayıp bir dine, budizme ait eserlerdir. İç - Asya'nın örenler altından çıkarılmış olan eski hayatı birbirine en uzak olan yerlerde bile pek çok müşterek hatlar gösterir. Fakat bu, hiçbir zaman bu geçmişin tarihinde ve medeniyetinde tamamiyle aynı olduğunu ve tanınması için tek bir yerinin açılması yeteceğini anlatmaz. Bu az çok birlik, hiç olmazsa medeniyet tarihi bakımından ortak olan İç - Asya bölgesinin içinde birçok müstakil merkezler de kurulmuştur ve bunlar şu veya bu fikir cereyanının yaratılışında, yayımında en baş rolü almışlardır. İşte asıl bunun içindir ki, ilerideki bölümlerde, belki biraz haksız olarak, her adımda göze çarpan müşterek hatları bir yana bırakarak, yeniden öğrenilmiş olan çok çeşitli eser yığınından da ancak belirli bir bölgeye en ziyade damgasını vurmuş, daha çok hususi hatları kendinde toplamış ve eski zamanlarda da başrolü oynamış olan şahsi hatları hatırlatacağız.
Khotan'ın eski» bugün artık izi bile belirsiz tarihinden, bütün diğer şartlan bastırarak budizm sivrilmektedir,
BİLİNMÎYEN
İÇ —ASYA
237
Budizmin kalesi olan Khotan ülkesi, bu kovalanan din için yalnız bir sığınak olmakla kalmamış, onu bol bol beslemiş, geliştirmiş ve daha geniş yerlere, İç - Asya'ya, hattâ ondan da öteye, Uzak - Doğu'-ya, Çin'e kadar yayılabilmesi için ona lâzım olan her şeyi vermiştir. Fakat budizmin gelişmesi etrafında Khotan'ın hakiki rolünü anlamaklığımız için bu dinin meydana gelişinin, tarihinin ilk yüzyıllarının bazı önemli hareketlerini kısaca hatırlamamız yerinde olur. Bir kıral soyundan gelme olan Siddhartha L ö. VI. yüzyılda Hindistan'ın Mafladha toprafrn^A Supyaya gelmişti. Bu kıral çocuğunun hayatı başlangıçta tıpkı öteki Hint hükümdar ailesinden gelen gençlerinki gibiydi. Yirmi dokuz yasına gelip de kırlara çekilip bir derviş yaşayışı içinde hayatın manasıjizerinde düşüncelere dalmağa başladığı zaman da o kadar alışılmadık garip bir yola sapmış değildi, çünkü kendinden önce de, onun yaşadığı zamanda da aynı şeyi yine hükümdar ailesinden olan başka gençler de yapmışlardı. Fakat onun kıra çekilişinin sonu ötekilerinki gibi olmadı, zira yıllarca süren düşünce âleminden sonra brehmenlerin gösterdikleri yolda kendisine hiçbir vakit ruh sükûneti bulamıyacağını anlamıştı. Nihayet bir gece mucize kendini gösterdi, zihni aydınlanmış, buddha olmuştu. Hakikati, ıstırap çekme hakikatini bulmuştu. Oluş ıstıraptır ve arzunun, doğuşun, ihtiyarlığın, ölümün birbirini ko-valıyan ve birbirini tamamlıyan zincirinden meydana gelmiştir. Bu ıstırabın sonu yoktur, çünkü ölümle de bitmiyerek yeni bir vücutta şeklini bulur ve nesiller, binyıllar boyunca, dünya çağlarının sonu bilinmez devirlerinde devam eder gider. O unutulmaz gecede Bud-dha'mn önünde aydınlanmış olan ikinci hakikat, ıstırabın sona erdirilmesi hakikatidir. Istırabın sonsuz devrinden ancak arzuyu, yaşamak hırsını söndürmekle kurtulanabilir: işte o zaman ve ancak o zaman, artık ıstırabın bulunmadığı hale, nirvanaya varılır, çünkü tenleşmelerin, incarnationların sonu gelmiyen zincirinden kurtulan için artık vücut yoktur. Buddha'nın zihni bu aydınlığa kavuştuktan sonra hakikatin kelâmını, dharmayı yaymağa başladı ve kilisesini, sanghasını kurdu. Budizm işte böyle doğdu. Yeni din Siddhartha'nın doğduğu toprakta, Magadha'da Hindistan'ın doğu tarafında hızla kuvvetlendi. Muvaffakiyetinin, hızla yayılışının bir izahı şüphesiz eski Hint di-
238
Bil İ N M İ Y F . N
İÇ —ASYA
ninin, brehmenizmin o zamanlar henüz Doğu - Hindistan'da derin kök salmamış oluşu, bir de bvehmenizm sınıf sistemine dayandığı halde, budizmin hiç seçmeden herkesi cemaati arasına alışıdır. Doğu kıratlıkları, Magadha ve Kosala daha Buddha'mn sağlığında yeni dinin safında yer aldılar. Sonra Magadha Hindistan'ın kuzeybatı taraflarını istilâ edince (1. ö. IV. yüzyıl) budizm mahallî bir din hareketi olmaktan çıkarak yayılan bir din haline geliyor. Budizmin en eski tarihi daha ziyade masal nev'inden geleneklere dayanmaktadır ve Batı'lı bilginler bunları birçok bakımdan tenkid etmişlerdir. Bu tenkidciler arasında Buddha'mn kendisini de bir efsane şahsiyeti sayanlar çıkmışta-; fakat bu hiperkritik yön gittikçe daha arka plâna çekilmiş, budist geleneğinden budizm tarihinin en eski kısmiyle ilgili malzemeyi kabul ederek olsa olsa işin masal tarafını bir yana bırakanlar çoğalmakta bulunmuştur. / Bu geleneğe göre Buddha'mn ölümünden sonra (I. ö. 483) çömezleri kelâmın mukaddes metinleri içinden hangilerinin gerçek ol-I duğunu tesbit etmek için toplandılar. Mukaddes kitapları muhtevalarına göre üç büyük kümeye ayırarak hepsini Tripitaka, yani "üç \ sepet" adlı şer'i bir mecmua halinde topladılar. Budist kilisesinin ilk I büyük toplantısı işte bu Racagriha synodeu olmuştur. Çok geçmemen cemaat ve papazlar sayıca çoğalınca münakaşalar başladı, ' Buddha'mn bazı akidelerinin doğru tefsiri üzerinde görüş farkları I çıktı. Münakaşalar kızıştı, budizm birliği tehlikeye düştü. Henüz Buddha'mn ölümünden ancak yüz yıl geçmişti ki, Vayşal synodeunda toplanan keşişler ve din uluları arasında münasebet kesildi. [ Böylece kuzey ve güney budizmleri pek erken olarak birbirinden ayrıldı. Bu ikiye bölünüş yine de dindeki birliğin hiç olmazsa birbirinden ayrılmış iki okul halinde temelli olarak devamını sağlamış değildi. Şimdi yalnız kuzey budizminin, mahayana okulunun tarihine bir göz atmamız yeter. Böylece şahsiyetsiz, yani tanrısız bir din olan eski budizmin nasıl tanrılar, yarı - tanrılar, koruyucu ruhlar ve cinlerle kalabalıklaşmış çok - tanrılı bir din haline genişlemiş olduğunu hayretlerle görürüz. Bu dinciler Buddha'yı antropomorfizm nazariyesinin bütün beşerî tekâmülleriyle beziyerek çabucak tan-rılaştırdılar. Tabiatiyle çok geçmeden bunun arkası geldi: tarihî Buddha o zamana kadar gelmiş geçmiş buddhalardan biridir ve in-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
Î39
sanlığı aydınlatacak, doğru yola götürecek olan son gelecek buddha, Maitreya, daha arkadadır. Bu gelecek olan buddha.henüz aydınlanmış buddhanın mükemmellik derecesine varmamıştır, fakat "geleceğin buddhası", bodhisattva olması itibariyle hemen ona yakın bir halde bulunmaktadır. Bu bodhisattvalar kuzey mahayana mezhebinde bilhassa büyük rol oynamışlardır. Bunlar, nirvana, yani ebedî selâmet için uğraşan insanın merhametli yardımcılarıdır. Buddha-ların ve bodhisattvaların, adlariyle, kendilerine isnat olunan tarihleriyle belirtilen alayları çok geçmeden bir misli arttı. Budist teolojisi bütün buddhalarin ve bütün bodhisattvaların yanına, ancak tefekkürle yaklaşılabilecek, mücerret eşini de, dhyanibuddhayı da yarattı. Dhyanibuddhalar arasında halk tarafından en çok tanınanı Amitabha oldu. Dinci hayal bunun etrafında yeniden çalışmağa başladı. Aşırı derecedeki saygıdan âdeta yeni bir din sürgün verdi ki, bunun en kendine mahsus mahsulü budist cenneti olup Ami-tabha'nın lûtfiyle kurtulmuş olan dünya mahlûkları orada lotus çiçeğinin ortasında yeniden doğarlar. Vayroçana adlı başka bir dhya-nibuddha da vardır ki, budizm panteonunun gittikçe çapraşık bir hal alan gökünde daha garip istihalelerden geçerek en baş, en sonsuz yaratıcı tanrı, Adibuddha olmuştur. Fakat budist gökünün bütün tanrılarını burada saymağa zaten imkân yoktur. Kalabalık toplantılarında kendi okumuşları bile kolay kolay işin içinden çıkamazlar. Budizmin, kuzey mezhebinden geçerek, ilk sadeliğinden Tibet ve Moğol lâmaizmine kadar aldığı yol baş döndürücüdür. _y Her neyse, biz şimdi ilk yüzyılların mücadeleli tarihine dönelim, t. ö. III. yüzyılda Magadha ile Hindistan'ın kuzey-batı kısmında bulunan Gandhara'nm hükümdarı olan Aşoka budizm cemaatine katılır. Devleti içinde bu dini yaydığı gibi, sınırlarından dışarıya da din davetçisi misyonerler yollar. Onun misyonerleri güya Yunan ülkesine (Yavana) varasılarmış, fakat aynı din davetçisi vazifesiyle îç - Asya'ya da gitmiş olduklarına dair bir iz vokturT Budizmin İç - Asya'da görünüşü ve yayılışı, daha sonraları ortaya çıkan Yue-cı'ların zamanına düşer. Çin'e komşu olarak Dun-huanğ civarında oturan ve Asya'lı Hunlar tarafından anayurtlarından çıkarıldıkları için batıya doğru göçerek kendilerine yeni yurt ariyan bu göçebe kavmin evvelce sözü geçmişti. Bunların önce îli vadisine sığınmak istediklerini ve
240
B İ L İ N M İ Y E N İ Ç — ASYA
Asya'h Hunlar kendilerine burada da rahat vermeyince Fergane'ye biriktiklerini, sonra Oxus'tan (Amu - derya) öteye geçtiklerini ve Büyük iskender'in halefleri olup birbiriyle dalaşan sonraki Yunan beylerinin elinden Sogd ülkesini aldıklarını görmüştük. Oraya vardıkları zaman Sogdia, öyle doğrudan doğruya girilip oturulacak başıboş bir toprak değildi. Burada Sakalar, Khotan'lılann dil ve ırk akrabaları yaşıyordu. Yüe-cı'ların hücumu üzerine Sakaların bu kısmı, daha güneye çekilerek kendilerine, o zamana kadar yine bir Yunan beyinin elinde bulunan Baktria'yı işgal ettiler. Lâkin burada da çok kalamadılar, Yüe-cı'lar onları yeni edindikleri bu yurttan da çıkardılar. Bundan sonra Çin'in komşuluğundan sürüklenip gelen Yüe-cı kavminin bazı kabileleri I. ö. 125 yıllarında, öteden beri Kuzey Afganistan'da, Amu-derya'nın iki tarafında oturan yerlileri yenerek orada Tokharistan adiyle yeni bir yurt kurdular. Çin imparatorunun elçisi Cang Çien eski komşuyu geri dönmeğe razı etmek ve onlarla barbar düşmana, Asya'h Hunlara karşı ittifak yapmak üzere kendilerini bulmak için bilinmiyen İç - Asya'dan geçerek arkalarından ta buralara kadar gelmişti. Bu elçiliğin bir netice vermemiş olduğunu biliyoruz. Yüe-cı'lar değişen muhite çabucak uymuşlardı ve hiçbir şey onları eski yurtlarına çekmiyordu. Yüe-cı'larla istilâ altına alınmış kavimler kısa bir zamanda birbirine karışmışlar, belki diyebiliriz ki birbiri içinde erimişlerdi. Herhalde en büyük hükümdarlarından biri, istilâ altına girmiş olan Kusanlar arasından çıkmıştı. Kudreti artmış olan bu kavim I. s. 25 yıllarında Gandhara'ya ve Pençab'ın bir kısmı üzerine el komuştu. İ. s. II. yüzyılda en büyük hanlarından biri olan Kanişka, budizmin en gayretli koruyucusudur. Budizmin İç - Asya'ya doğru zaferli ilerleyişi bu zamanda başlar. Bu dinin İç - Asya'da yayılışının en kudretli devresi Kusanların İ. s. 120 yıllarında geçici bir şekilde Kaşgar'ı, Yarkent'i ve Khotan şehrini, daha doğrusu ülkesini işgal ettikleri zamana değil, daha sonraya, asıl vatanı olan Hindistan'da durumunun kötüleştiği ve Kanişka'dan sonra Kusanlar arasında da talihinin sönmeğe başladığı zamana raslar. Çin'liler, kendilerinden uzak olan Kusanlara, ondan sonra da hep Yüecı adını vermişler ve öyle anmışlardır. Bu sonraki Yüe-cı'lar sade kendileri flayrPtlM-.nHjş{ ^In^afr^a kalmayıp, dinlerini ,yax-mak hususunda dajgek büyük rol oynamışlardır. İç - Asya'da dinin
BtLİNMİYF.N
tÇ — ASVA
241
emirlerini etrafa taşıyanlar ve keşiş manastırlarını yapanlar onlar olduğu gibi, asıl Çin de budizmi, bu sonraki Yüe-cı'ların hâkimiyetleri altına geçirdikleri İran'lı halka mensup neofitlerle (yeni müminler) sayıları pek ziyade artmış olan papaz sınıfı vasıtasiyle tanımıştır. iç-Asya'nın en önemli bölgesi olan Tarım havzası sessizce, fakat geniş ölçüde bir din yayımı neticesi olarak tamamiyle budist ülkesi haline geliyor. Büyük kervan yolunun orta hattındaki Kaş-gar ile Kuça güney, hinayana mezhebine, güney yolunun vaha -devletleri, Yarkent ve Khotan ise kuzey, mahuyana mezhebine katılıyorlar. Budizmin Hindistan'da kovalandığı sıralarda oradan kaçan keşişlere ve okumuşlara ilk kapısını açan Khotan olmuştur. Burası, o yok yoksul papazlara yalnız barınacak yer vermekle kalmıyarak onları iyi hayata, zenginliğe kavuşturmuştur. İ. s. IV. yüzyılın sonunda ve V. yüzyılın başlarında brehmenizm baskısı o kadar artmıştı ki, Hindistan'da budizmin âdeta adı bile anılmaz olmuştu. Khotan işte bu sırada, kovalanan budizmin korunma hisarı, cenneti haline gelmiştir. VII. yüzyılın ortalarında budist hacısı Hüan-dzanğ Hindis-tan dönüs^T^E^gig^dJiL-ğeSgrek Çin'e giderken budizmin oradaki büyüklüğünü ve zenginliğini hayranlıkla görmüştü. Onun zamanında Khotan'daki manastırların sayısı yüzden aşağı değildi ve en aşağı beş bin keşiş dine hizmet ediyordu. Budist kavimlerin edebiyatında bir yığın eser, budizmin cenneti olan Khotan'dan bahseder. Bunlardan sade en hacimlisini, en tanınmış olanını hatırlatmak için, daha sonraki budizmin şeriat külliyatından olan Tancur'-da kalın bir eserin Khotan tarihinden bahsettiğini kaydedebiliriz. Ama bu tarih budizmin Khotan'daki değişik, fakat her zaman parlak talihinin hikâyesinden başka bir şey değildir. Şu hale göre şimdi A. Stein'ın Khotan kazıları budist büyüklüğünün eski, harap eserlerini yığıniyle ortaya dökmüşse bu şaşılacak bir şey midir? Eski başkentte, Yotkan'da kazma kürek altından manastırlar, keşiş hücreleri çıktı. Dandan-uilik'teki budist örenleri oldukça sonraki zamana, VII. yüzyıla aittirler. Oradaki mukaddes yapıların samanlı kerpiçle örülmüş duvarları tempera boyalı resimlerle süslenmiştir. Yüzyılların harap ettiği örenlerden çıkan resim döküntüleri, sanat güzelliği ve nispetli ölçüleriyle bugün dahi seyF. 16
242
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
redenlerin gözünü almaktadır. Tam olarak kalmış duvar parçalarını tabiîden daha büyük ölçüde buddha şekilleri doldurmakta, bazı yerlerinde de yanyana uzun sıralar halinde küçük azizlerin özenle resmedilmiş şekillerinde budizm efsanelerinin çeşitli sahneleri canlanmakta veya şerit gibi seyredilmektedir. Budizm sanat eserlerinin çoğu, tablolar ve heykeller umumiyetle hayırseverlerin yardımla-riyle meydana gelmiştir. Budist mitolojisinin şekilleri ve sahneleri yanında tanrıların önünde diz çöken bu hayırsever şahsiyetler de eksik değildir. Buradaki budist sanatı İç - Asya'nın her bakımdan birikme havuzu olan bu kısmında çeşitli yabancı tesirlerin hakiki aynası olmuştur. Bu itibarla buluntu kümelerinin hemen hepsinde, Khotan'-da olduğu gibi Kuça'da veya Turfan'da da dinci sanatın her çeşit izlerini, Hint unsurlarını, İran, hattâ Acem tesirini, daha sonraki çağlarda ise Çin sanatının resim işaretlerini, küçük veya büyük ölçüde bulabilmemizde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Fakat dıştan gelen bütün bu sanat ilhamlarını ilkin Batı'lı seyircilerin gözünde öteki, esas itibariyle Avrupa'dan gelme ve İç - Asya'da budizm ile beraber yayılarak yine budizm ile Çin'e ulaşan sanat tesiri âdeta ezmiştir. Bu sanat okulu aslında Yunandır ve ilk olarak şekillendiği yer Afganistan'ın kuzey - doğu, Hindistan'ın kuzey - batı kısmında yayılan eski Gandhara ülkesidir. Bu greko - budist, elenistik sanat, sonraki Baktria Yunan beyliklerinin Elen sanatiylc Hindistan tarafından gelen budist şekil resmi sanatçılığının kucaklaşmasından türemiştir. Geçen yüzyılın sonunda Gandhara'mn budizm konulu elenistik sanatını ortaya çıkardıkları zaman batı dünyası, Yunan sanatının bu, doğu malzeme ve konu işini birbirine uyduran örtüsü altında da saygıya değer eserleri karşısında hayretle karışık bir hayranlık göstermiştir. Fakat Yunan ilhamı, budist ikonoğrafyasının kendisinde de bir devrim olmuştuı\^=ki Hint düşüncesine göre Buddha şahsiyetsizdi, dinci sanatta onun resmini bile yapmağı denememişlerdi, varlığını sembolik şekilde, meselâ ayak izleriyle, boş bir, taht ile sezdirirlerdi. Yunan sanatının tesiriyledir ki, eski şekil verme tarzından kolayca ayrılmışlar ve Apollo'nun tasvirlerinden örnek alarak Buddha'ya antropomorfik suretler vermişlerdir^ A. Stein'ın kazıları neticesi Khotan ve Miran civarlarında meydana çıkan veya Turfan'a yapılan Alman seferleri sırasında, bir za-
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
243
manlar gelişmiş olan budist manastır hayatına dair bulunan ve Gandhara elenistik tesirini gösteren eserler sayısızdır. jçj^Asya hıı-dist^ sanatını bugün. Khotan-Miran. Kuca -_ Kaşgar ve_iür_dfiJIur= fan olmak üzere üç kümeye ayırırlar. Dördüncü küme olarak Dun -huanğ'ı sayabilirsek de bundan daha ileride bahsedilecektir. Demin de söylediğimiz gibi bu üç kümenin hepsi sanat tesirleri bakımından birbirine gayet sıkı bir surette bağlıdırlar, fakat elenistik ilhamın izlerini de hemen hepsinde bulmaktayız. Bunlardan Khotan kümesinde, hele A. Stein'ın Ravak kazılarında meydana çıkan eserlerde elbise kıvrımlarının Yunanlı şekilleri göze çarpar. Yotkan ve Niya örenlerinde ise bilhassa, elinde şimşek ve kalkanla Pallas Athene ile Eros, Herakles ve Zeus görünürler. Miran budist keşişlerinin, kanadlı meleklerinin elenistik unsurları şüpheye yer bırakmıyacak kadar açıktır. Kuça, Karaşar ve Turfan'daki elenistik eserler evvelkilerden eski, umumiyetle VI-VIII. yüzyıla aittirler. Apollo başlı buddhalar, Yunan biçimi taranmış kadın şekilleri ve daha birçok elenistik hatlar Alman araştırıcılarının, Grünwedel'in ve hele en ziyade Le Coq'un âdeta gözlerini kamaştırmış ve kazıları hakkında yayınladıkları kalın ciltlerle Batı, yani Yunan ruhunun İç - Asya'daki yayılışına azametli bir anıt dikmişlerdir. Budizmin ve Gandhara elenistik sanatının kabulünde, yayılışında, kronolojik sebeplerle de başta Khotan gelir. Hindistan istilâsını, Çin garnizonlarındaki sömürgeci kıtaların baskısını kolayca atlatmış olan bu zengin ve renkli budist hayatı yüzyıllarca sürdü, fakat yabancı tanrıları var kuvvetiyle yok eden islâmlıkla temasa gelince iş değişti ve budizm amansız bir surette yıkıldı, kayboldu.
BİLİNMİYEN
XIV. TURFAN I. s. 845-te Çin'de din üzerine yapılan büyük baskılar.— Turfan ve Kuça'da bilinmiyen bir Indo-Avrupalı dil: Tokharca.— Turfan Uygurları.— Vanğ Yen-dönün elçiliği.— Turfan'da Uygur budîst-liği.— Mani ve maniheizm.— Uygur maniheizmi.— BÖgü han efsanesi.— Turfan buluntularına göre maniheizm edebiyatı ve sanatı.
Turfan'a sefer yapan Alman heyetinin bilgin üyeleri ikinci yolculuklarında bugünkü Karakoca'nın yerindeki eski Gav-çanğ yahut Koço'nun sistemli bir şekilde açılmasına karar verdikleri zaman toprağa karışmış olan bu manastır şehrinin önemlice yapılarının ö-renlerini sırayla gözden geçirmişlerdi. Bu eski şehrin yapı kümelerinden birini kazarken kubbeli yapılardan birinin içinde duvarla örülmüş bir kapıya rasladılar. Eski kubbe göçmüştü, fakat daha sonraki budist keşişleri bunun üzerine yeni bir tabaka çekmişler ve altında ne bulunduğunu herhalde bilmedikleri yıkıntı yığını üzerine manastırlarını yapmışlardı. Almanlar döşemeyi söküyorlar, eski kubbenin yıkıntılarını buluyorlar ve karşılarına duvarla Örülmüş büyük bir oda çıkıyor. O zaman bilginler önlerine açılan tüyler ürpertici manzara karşısında ayakları yere çakılı bir halde, dehşet içinde kalıyorlar. Odanın içi korkunç bir karmakarışıklıkla. birbiri üstüne atılmış ölülerle dolu idi. Elbiselerine bakılırsa bu zavallı kurbanlar budist papazları olacaktı. Kurumuş gözler, kanlara bulanmış esvaplariyle üst üste yığılmışlardı. İçlerinden birinin saçları sağlam kalmış, kurumuş derisinin üzerinde öldürücü yaranın yeri belliydi, bir başkasının ise kafatasından dişlerine kadar yediği bir kılıç vuruşiyle sonsuz uykuya dalmış olduğu görülüyordu. Bu ürkütücü keşfin aslını anlamak için eski Çin yıllıklarım karıştırmamız lâzımdır. Bunlardan öğrendiğimize göre 1. s. 845 - te büyük Tanğ hanedanı imparatorlarından biri taoist müşavirlerinin sözünü dinliyerek yabancı din cemaatlerine ve papazlarına karşı
İÇ-ASYA
245
şiddetli emirler vermişti. Bu emre göre budist, maniheist, nesturi keşişleri sivil hayata dönmeğe, aile kurmağa, vergi ödemeğe ve askerlik yapmağa mecbur tutuluyordu. Emri dinlemiyenter ölüm cezasına çarpılıyordu. Kanunun tatbiki dehşetli kan akıtılmasına, yok edilmelere sebep olmuştu. Zira o sıralarda Çin imparatorluğu idaresindeki yabancı dinlerden yalnız budistlerin 260 binden ziyade erkek ve kadın keşişleri vardı. Büyük şehirlerde 4600, taşrada* da 40.000 tapınak ve manastır yıkılıp yumulmuştu. En ufak bir karşı koma hareketi görülen yerde imparatorun emrini insafsızca yerine getirerek, boyun eğmiyen papazların hiç acımadan kanlarını dökmüşlerdi. işte bu Budist manastır - şehri, yani Koço o zamanlar yıkılmış ve Le Coq'la Bartus, bu vahşi emre karşı gelerek dinlerini ve kiliselerini korumak istiyen yüzlerce papazın kalıntılarına duvarla örtülü bu kubbeli odada raslamışlardı. Turfan vahası da, tıpkı Kuça veya Khotan gibi budist idi. Bu kovalanan din daha IX. yüzyılın ortalarında olan, büyük yıkıntıdan sonra da — nihayet hâkimiyeti büsbütün muzaffer islâmlığa bırakmak üzere — bir müddet için canlandı. Örenlerin açılış işleri ilerledikçe araştırıcıların bilginlere mahsus heyecanları da arttıkça arttı. Turfan vahasının yavaş yavaş tamamlanan eski hayatının manzarası onlar için ölüm odasının korkunç keşfinden daha heyecanlı oldu. İslâmlıktan önce burada bu-dizmin hüküm sürdüğünü ise büyük bir hayret duymaksızın kaydettiler. Fakat mesele bu vahadaki eski halkın hangi kavimden toplanmış olduğunun tesbitine gelince, işte asıl o zaman şaşıp kaldılar. Örenler altından çıkarılan yazılı kayıtların dili, eski oturanların, meselâ Khotan'lılar gibi İran'lı olmadıklarını, hattâ İç - Asya'ya karışmış olan Hintlilerden de olmayıp bu kumral saçlı ve mavi gözlü Turfan'lı ve Kuça'lıların Avrupa'h diyebileceğimiz bir dil konuşan kavimler oldukları anlaşılmıştı. BujjTl Tokharca idi ki. Turfan ve Kuça taraflarında da bunun çeşitli lehçeleri konuşulurdu. İndo - Avrupa'lı aslından olan Alman, Fransız, İngiliz ve Rus bilginleri bu şimdiye kadar bilinmiyen, yeniden meydana çıkmış~üi-li büyük bir merakla incelemeğe ve uzak Asya'da keşfedilen eski hısımların dillerinden, tarihlerinden, yüksek medeniyetlerinden
246
B1 L I N M İ Y E N I Ç - A S Y A
gurur duyarak bahse başladılar. Bu coşkunluğun ilk ateşiyle bilginler arasında bugüne kadarki nazariyelerden yüz çevirerek, müşterek tndo Avrupa'lı anayurdu Asya'da anyanlar bile oldu. Bu araştırıcı heyecanının ateşini ve onun tesiriyle ortaya çıkan tndo - Avrupa'lı kader, beraberliğinin —csp.sen çok sürmemiş o-lan — parlayışını ve bundaki önemi tam mânasiyle anlıyabilmemiz için bizim bilginlerimizin, ansızın keşfedilecek yüksek kültürlü bir Finugor kavminin haberini nasıl karşılıyacaklarını, yahut da yurt kuruluşundan önceki yüzyıllarda bizimle sıkı bağları olan büyük Türk kavimlerinden birinin tarihi, medeniyeti ve dili, bugünden yarına, Turfan veya Kuça'daki Tokharlarda olduğu kadar birdenbire aydınlanıverse ne kadar sevinç ve hayret uyanacağını düşünmemiz icabeder. Tokharların, bu uzak İndo - Avrupa'lı kavmin, islâm istilâsını beklemeyip, dilinin çok zaman önce kaybolduğu, kendisinin ise (bir iz bırakmaksızın değilse bile) üzerine yerleşen, kuzeyden akıp gelme Türklerin içine karışıp kaynaşmış olduğu Turfan vahalarında yapılan araştırmalar sonunda çabucak meydana çıkmıştır. Bu kaynaşma çok erken başlamıştır. Turfan ve Kuça, her ikisi de büyük göç yönü üzerinde bulunuyordu, kavimlerinin ve dillerinin hususiyetlerini bu yol üzerinde koruyabilmek, hele göçebe yayılmalarının birbirini takibettiği ilk zamanlarda, kolay bir iş değildi. Moğolya'-dan gelen ve Türk diline mensup olduğu şüphesiz bulunan ilk kavim, bildiğimiz gibi Kök Türktür. Batı - Kök Türk imparatorluğu Talaş ve İli vadisinden sade batıya doğru önüne geçilmez bir şekilde yayılmakla kalmıyarak bazı kabileleriyle Turfan'a da sokulmuş, hattâ, birkaç döküntüsünün sınır bekçiliği vazifesini üzerine almak suretiyle Çin sınırlarında yerleştiklerini hesaba katmasak bile, daha ilerilere, Dun-huanğ'a kadar varmışlardır. Kök Türklerden sonra Turfan vahasına Uygurlar sahip olmuşlardır. Ancak yüz yıl kadar süren bir gelişmeden sonra Kırgızların baskısı altında Orkhon vadisindeki Uygur devleti çökerek (840), Uygur kavmi de göçebe geleneğine uygun olarak dağılmağa, daha ötelere göçmeğe başlayınca, o zaman, Çin tarihçilerinin şahitliklerine göre, bir kısmı Ansi ve Tibet'e doğru, önemlice bir parçası da Turfan dolayına göç etmişti. Uygur azametinin mirası ise Turfan'-daki Uygurlara kalmış ve bunlar Çin'in batısında gelişmekte olan
BİL t NM İYEN İÇ —ASYA
247
ikinci bir Uygur devleti kurmuşlardı ki, buna ancak Moğol istilâsı son vermiştir. Turfan Uygurlarının siyasi rolleri eski Uygurların şanlı devrine hiçbir zaman yaklaşamamış, buna karşılık Tarım havzasının kendine mahsus medeniyetini o kadar hırsla içlerine sindirmişler, orada yayılan dinlerin öyle sadık müminleri arasına girmişler, sanatların, yazı bilgilerinin, kitap basıcılığının öyle gayretli ve kudretli işçileri olmuşlardır ki, bugün de haklı olarak İç - Asya'nın en kültürlü kavimleri sırasında yer almaktadırlar. Yazık ki, Çin kaynakları Uygurlar hakkında pek az şey kaydetmektedirler. Herhalde, o sıralarda zaten yeni birtakım göçebelerle, yani Kuzey - Çin'i birbiri ardına hükümleri altına almış olan Kitaylarla, sonra da Cürçilerle başı dertte olan Gök imparatorluğuna Uygurların fazla bir zararları dokunmamış olacaktı. Görünüşte bu gailelerden kurtulan Çin, hepsinden daha tehlikeli olan kuzeyli düşmanla, Cengiz hanla ve Moğollariyle ölüm dirim savaşına girdi. Bütün bunların yanında mevziî bir gaile sayılabilecek olan Turfan Uygurları işi bunun için Çin'lilerin kafalarını o derece yormamıştı. Turfan Uygurları hakkında bu zamanlara ait yine de bazı şeyler duymuşsak bunu bir Çin elçilik heyetine borçlu bulunmaktayız. Gök oğlunun emriyle 981-de yaptığı büyük seyahatinde Vanğ Yeri - dö Uygurlara da uğramış ve kırallarını, Aslan hanı ziyaret etmişti. Uygur hanı Çin elçisinin gelişini haber alınca her şeyden önce kabul vaktini görüşmek üzere başadamlarından birini ona karşı göndermişti. Uygur başadamı müneccimler takviminde uygun görünen uğurlu günü arıyarak elciyi ancak o zaman, yedi gün sonra hanın katına çıkardı. Kabul pek az görülen bir merasimle yapıldı. Kıral, oğullariyle, bütün başadamlariyle beraber görünerek, yüzü doğuya dönük olduğu halde Vanğ'ı kabul etti. Hükümdarın yanında barbar bir çalgıcı, tınlıyan bir taşa vuruyor ve teşrifata göre yapılacak kabulün önceden kararlaştırılan her hareketi onun sesine uyduruluyordu. İlk tınlayış üzerine hanın selâmlama söylevi duyuldu. Taşın çıkardığı ikinci sese hükümdarın oğulları, kızları ve hısımları hep atlardan inerek onlar da selâmladılar. Çin elçisinin getirdiği armağanları ancak bu teşrifat sona erdikten sonra aldılar.
248
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
Kabul resmi, gece geç vakte kadar süren bir ziyafetle bitti. Seçme yemek ve içkiler, musiki ve ozanların şarkılariyle veriliyordu. Ertesi sabah han bütün ailesi ve elçiyle birlikte bir göle sandal safa-i sına gitti ve sandal gezisi devam ettiği müddetçe musiki kıyıda durmadan çaldı. Çin'li elçi şehri gezmeğe ancak üçüncü gün vakit bulabildi. O I gün 637 de yapılmış bir budist tapınağım ziyaret etti. Şehirde yapıların, kulelerin, bahçelerin pek çok olduğunu söyler. Uygurlar anlayışlı, doğru sözlü ve namuslu insanlardır. Altın, gümüş ve bakır eşya yapmakta gayet beceriklidirler, yü taşını (yeşim ve nefritin çeşitleri) işlemeyi fevkalâde iyi bilirler. İyi bir atın fiatı bir top ipektir orta cinsten, yemeğe elverişli bir at ise yalnız üç metre ipekliye mal olur. Garip şey, en fakir insanlar bile etle yaşarlar. Uygur topraklarında hububat yetişir, yalnız buğday bitmez. Kibarları at eti yerlerse de halk koyun, ördek ve kaz etiyle de yetinirler. Memleket gayet zengindir, hele sansar, samur derisi, beyaz aba, işlemeli, çiçekli kumaşlar pek boldur. Bu eşya o kadar çoktur ki, başka memleketlere de yollarlar. Uygur erkekleri ata binmeğe , ve okçuluğa baydırlar, kadınlar ruganlı başlık giyerler. Bütün memlekette Çin takvimini kullanırlar ve Toprak tanrısına adadıkları kurbanları da ona göre keserler. Gezmeyi çok severler ve ne zaman uzunca bir geziye çıksalar her defasında yanlarında musiki aletleri götürürler, çünkü musikiden çok hoşlanırlar. Şehirde tahminen elli I kadar budist tapmağı bulunmakta ve bunların kimin hayrı olarak, I ne zaman yapıldıkları üzerlerindeki yazıtlarda görülmektedir. Manastırlarda yığınlarla budist kitabı muhafaza edilmekte ve Vanğ ' Yen-dö'nün Çin'li gözünün derhal sevinçle fark ettiği gibi, bu kitapların arasında bazı tanınmış Çin sözlükleri de yer almaktadır. Gav - çanğ (yani Turfan) Uygurları gayretli budisttirler. İlkbahar aylarında cemaat halinde toplanarak civardaki manastırlara akm ederler. Bu mukaddes yerler şehirden o kadar uzaktırlar ki, oraya varmak adamakıllı bir gezinti yerine geçer. Ata binerler, yaylarını, oklarım yanlarına alırlar ve boş inanlara kapılarak kötü ruhların tesirlerinden kurtulmak için bazı eşya üzerine atışlar yaparlar. Gav - çanğ şehrinde Mani adiyle mukaddes saydıkları bir tapınak daha vardır ki, papazları Iran'lıdır. Mani papazları dinlerinin
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
249
kurallarını sadakatla güderler ve kendilerince tanrısız saydıkları budistlerin yazılarım reddederler. Çin'in kuzey kısmında göçebe aslından olan Kitay hanedam hüküm sürmeğe başladığı zaman (907 -1125) Turfan Uygurları yi-| ne eskisi gibi, seslerini çıkarmadan, alışılmış zamanda, alışılmış ye-ı re, yani Çin'liler adına hükümet başında bulunan Kitaylara elçilerini ve vergilerini yollamakta devam etmişlerdir. Anlaşılan medeniyet sahibi Uygurlarla yakın temasa geçmeleri Çin'in barbar sahipleri üzerine tesirsiz kalmadı. Nitekim ilk Turfan elçiliği geldiği | vakit, onların garip yazılarım merakla gözden geçirdiler ve çok hoşlarına gitmiş olacak ki, o yazıyı örnek alarak kendileri için «küçük»' Kitay yazısı denen yazıyı meydana getirdiler. Ayrıca şurasını da söyliyelim ki, hızla medenileşen Kitaylar daha sonra Uygur örneğini bir yana bırakarak ve onunla ölçülemiyecek derecede karışık olan Çin işaretlerini esas tutarak, dillerini tesbit için «büyük» Kitay denilen yazıyı bulmuşlardır. Cengiz han 1209-da Kuzey-Çin üzerine yürürken Turfan'dal henüz Uygur hükümdarı son Ki tay ların vasalı olan Barçuk idikut'tu. Barçuk idikut sıranın kendine gelmesini beklemiyerek Cengiz'e , acele boyun eğdi ve ilerlemekte olan Moğol ordularına katıldı. Kuvvetleriyle Moğol seferlerine iştirak etti, Khvarizm şahma karşı ya-pılan savaşlarda bulundu, Nişabur şehrini Moğollarla beraber muhasara etti, Tangutları yola getirmek için açılan seferde yararlıklar gösterdi ve bütün savaşlarda kahramanlığiyle kendini beğendirdi. Minnet ve şükran karşılığı olarak da Cengiz han ona kızım verdi. Turfan Uygurlarının medeniyetleri, gelişmiş din kültürleri hakkında Çin tarihçilerinin kaleminden çıkan birkaç söz sonraki zamanların bilgin araştırıcılarına daha ziyade IX - XII. yüzyıllarda Turfan vahası Türklerinin yaşayışlarını sezdirmeğe yarar. Ancak büyük arkeoloji keşifleri başladıktan sonradır ki bu eski Uygur medeniyeti bütün manzarasiyle göz önünde canlanmıştır. Koço, Yar-khoto, Mur-tuk ve Tuyuk budist tapmaklarının, manastırlarının örenleri birbiri ardına meydana çıktı. Kazılardan ele geçen sanat eserlerinin düzene konması işi daha devam etmektedir. Onun için henüz Turfan'da-ki Türk budist sanatının nelerden ibaret olduğu üzerine tam bir fikrimiz yoktur, fakat bu antikaları en iyi bilenlerden biri olan Grünvvedel'e dayanarak şimdiye kadar ortaya konmuş olan eserler/
250
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
Söyle üç kümeye ayrılabilir. Birinci kümeye girenler Grünwedel'e göre «eski Türk tarzı» özelliğini gösterirler. Bu kümede henüz da* ha eski Tokhar ve İran tarzları sezilmekte, Çin unsurlarının çokluğu da göze çarpmaktadır. «Daha genç Türk tarzı» olarak vasıflandırılan ikinci küme, hakiki Uygur eserlerini bir araya toplamaktadır ve en ziyade Turfan yakınlarında ve meselâ Murtuk'un yanındaki Be-zeklik'te çıkan tablolar en güzel örnekleridir. Üçüncü küme en genç devreye aittir, burada toplanan eserlerde Tibet'e çalan budist tarikatının, lâmaizmin sanat tesiri gözden kaçmaz. r Kazılardan yalnız Uygur budizminin _sanat eserleri değil, Türk i düiyk yazılmış bir yığın mukaddes kitap da çıkmıştır. Bulunan el yazısı veya basma metinler yazık ki çok kere yıkıntılar altından pek yırtık pırtık, eksik bir halde çıkmış ise de bu şekilleriyle de Turfan vahasında geçmiş olan parlak Türk budist edebiyatı hayatım sezdirmeğe yaramışlardır. Umumiyetle Îç-Asya budist edebiyatı gibi bunların da büyük bir kısmı şeriatla ilgili mukaddes me-* tinler tercümesinden ibarettir. Bilgin keşişleri Sanskrit, Tokhar, Çin ve Tibet dillerinde, o zamanlar İç - Asya budistlerinin en fazla önem verdikleri budist kitaplarını Uygurcaya nakletmişlerdir. Bu tercümelerin hangi dillerden yapıldığını göz önüne getirecek ve Turfan budist eserlerinin geniş anlamda tam Uygur denebilecek dilinin lehçesini ve öteki özelliklerini karşılaştıracak olursak, hiç de şaşılmıyacak olan şu neticeye varırız ki, Uygur sanat eserleri bize ne öğretiyorlarsa bu Uygur budist metinler de aynı şeyleri öğretmektedir. Turfan vahasının Uygur budizmi yüzyıllarca yaşadı ve bu hatırı sayılır zaman içinde anahatlariyle birbirinden .ayrılmış olan üç devri, üç kümeyi ylnifr sa"at "gorlpr. değil. Uygurca . yazılı mukaddes kitaplar da belgelemektedir. Uygurların başşehrinde Mani akidelerini İran diliyle öğreten bir kiliselerinin de bulunduğunu Vanğ Yen-dö, Turfan seyahatnamesinde garabet nev'inden olarak anlatır. Bu önemsiz kayıt bizi eski Uygur medeniyetinin pek önemli başka bir meselesine, maniheizme götürmektedir. t. s. III. yüzyılda Babil'li Mani, gnostisizmin (akidecilik) daha ziyade Babil'de gelişmiş olan mezhepçi akidelerinden hareket etmek ve bazı hıristiyan ve tran'lı, zerdüşt unsurlarını da katmak suretiyle yeni bir din kurmuştu. Kurduğu dinin temeli dualizm idi.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
251
Dünyayı dolduran iki unsur, iyi ve kötü biri ışık öbürü loşluk birbiriyle sonsuz mücâdele halindedir. Her birinin kendi ayrı mah lûkları, ayrı ülkeleri vardır. Mücadele tabiatı ğırı zaferiyle sona erer. Kâinatın mevdana gelişi, ileride sona erişi, o zamana kadaTTürecek olan mücadele bütün ayrıntılariyle, yorucu bir dikkatle hazırlanmış kozmogoni, metafizik ve ahlâk ilimlerinde gösterilmiştir. Akidesinin ilânı ve yayımı için Mani daha sağlığında kilisesini kurmuş ve sonraları burada cemaatinin ve papazlarının tam olarak tesbit edilmiş olan rütbe ve dereceleri (hie-rarkhia) de meydana gelmiştir. Mani'nin kurduğu din, maniheizm, IV. yüzyılda Batı'da. Jıele Afrika'da ve Küçük-Asva'da tehlikeli birşeklîde genişlemeğe baş-lamıştı, öyle ki bir zamanlar artık hıristiyanlığın varlığını âdeta tehdidediyordu. Bilindiği gibi bizzat Aziz Augustinus bile tam dokuz yıl bu dini gütmüştü. Fakat bu kadar başarı ile yayılmakta olan istilâcı maniheizm sonraları mücadelenin arkasını getirememiş ve Batı'da muzaffer hıristiyanlık, daha sonra Doğu'da islâmlık onun yazılı eserlerini bile yok etmişlerdir. Mani'nin akideleri böylece en esrarlı dinlerin biri haline gelmiş ve onun hakkında bildiklerimiz ancak hıristiyan ve müslüman dincilerinin münakaşalı yazılarında görülen, hem de çok zaman esaslı bile-olmıyan birtakım din prensiplerinden ibaret kalmıştır. Mani bir müddet İran'da dinini başarı ile yayabilmiş, fakat çok geçmeden gözden düşmüş ve yalnız kilisesi takiplere uğramakla kalmamış, kendisine de zulümler yapılmış ve nihayet vücudu insafsızca ortadan kaldırılmıştır. O zaman çömezleri, papazları zoraki birer din davetçisi olarak Iç-Asya'ya dökülmüşler ve bu kovalanan dine orada taze toprak, kendilerine de geçim yolu aramağa koyulmuşlardır. Maniheizm akidesi İç - Asya'daki sönüp parlıyan yaşayışında birtakım yeni budist unsurlarının katılmasiyle genişlemiştir. Büyük Îç-Asya kazıları bu tarihe karışmış din üzerine de ışık serpmiş, bu sayede kaybolan mukaddes kitaplarının bir kısmı meydana çıkarıldığı gibi Îç-Asya, Çin ve batıhıristiyanlık ve islâm kaynaklarını karşılaştırmak suretiyle, manihcizmin esas akidelerini ortaya dökecek ve daha .sonraki değişikliklerini aydınlatacak olan temel ciddi bir şekilde atılmıştır. Çin tarihçilerinin anlattıklarına göre719-da bir maniheist pa-
253
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
pazı ve müneccimi, «büyük bir mecus». Tokharistan kiralının emriyle başkente geldi. Bu maniheist büyük mecus hemen dinini yaymağa başlamış ve faaliyeti herhalde büyük başarılar doğurmuştu, çünkü cemaatin kaygı verici bir şekilde çoğaldığını gören Çin imparatoru 732 de çıkardığı bir emirnamede tebaasından bir kimsenin bu murtatlar dinine girmesini yasak etmişti. Bununla beraber maniheizm daha Çin'de ortadan kalkmamış, kovalamaya rağmen şurada burada sinmiş, hattâ gizlice yayılmasına devam etmiştir. Maniheizm ansızın, fakat pek de çok geçmeden, kaybettiği haklarını yeniden kazandı. Şöyle ki, Orkhon bölgesi Uygurları o sıralarda kudretlerinin doruğunda bulunuyorlardı ve önüne geçilmez kuvvetteki atlı kıtalariyle, iç gailelerle uğraşan Çin'in başkentine, Lo-yanğ'a da girmişlerdi. Bu Lo-yanğ akını (762) pek büyük neticeler doğurdu. Kısaca Bögü kağan diye de adlandırılan uzun unvanlı Uygur hükümdarı Çin başkentinde maniheizmi öğrenerek kabul etti ve Orkhon yanındaki ordasına dönüşünde, beğendiği bu dini tebaasına da kabul ettirmek için, yanında dört maniheist papazı götürdü. Bögü kağanın yardımiyle o zamandan itibaren maniheizm Uygur devletinin resmi dini haline geldi. Orkhon civarındaki göçebeler, hanlarının sözünü dinliyerek bir mukavemet göstermeksizin bu yabancı dine girdiler. Bu önemli olayın Çin maniheizmi üzerine olan tesiri az değildi. Kudretlerini etrafa tanıtmış olan Uygurlar, elçilerini, kıtalarını üst üste başkente gönderiyorlardı; Loyanğ yakınında âdeta bir Uygur şehri meydana gelmişti. Maniheizmin koruyucuları sıfatiyle Uygurlar ilkin, Çin'de yerleşmiş olan Uygurların kendilerine serbesçe tapınak ve manastır yapabilmelerini istediler. Uygur koruyuculuğu altında böylece 768-de Lo-yanğ maniheist kilisesi, aradan birkaç yıl geçince (771) Güney-Çîn'de, Yanğ-dzı nehri kıyısındaki büyücek şehirlerin hemen hepsinde maniheist merkezleri kuruldu. Bu batı dinine Çin'lilerin ancak Uygurların baskısı altında ister istemez katlandıklarını gösteren en kuvvetli delil şudur ki, Orkhon Uygur devleti Kırgızların vuruşu üzerine 840-ta yıkıldığı zaman hemen âdeta bugünden yarına imparatorun, bütün maniheistleri Çin elbisesiyle gezmeğe mecbur eden emirnamesi çıkmıştı. Aradan birkaç yıl geçince daha sert bir adım atılıyor: bütün kiliselerini yıkıyorlar, resimlerini yakıyorlar, mallarım zaptediyorlar. Bu gibi emirlerin ye-
B İLİ NM İYEN İÇ-AS YA
253
rine getirilmesi hiçbir zaman bir mukavemete çarpmaksızın yürümediğinden maniheistler safında da büyük kesip biçmeler oldu. Sade başkentin içinde yetmiş maniheist rahibesini doğradılar, fakat Çin'lilerin tahminlerine göre bu yıllarda Mani dinini güdenlerin en aşağı yarısı yok oldu. Çin tarihçileri de kaydederler ki, Bögü kağan Mani dinini Orkhon yakınlarındaki anıt kaya üzerinde tesbit ettirmiştir. Kül tegin ve Kök Türk hükümdarı Bilge kağanın oyma yazılı hâtıralarının bulunduğu seferlerde Bögü kağanın hâtırası da bulunmuştur. Bu çok meraka değer yazılı-taş Dış-Moğolya'da, Karakorum'un, yani sonraki Moğol başkentinin yakınında, Karabalgasun'da bulundu. Parçalanmış ve pek ziyade zedelenmiş olan yazıların çözümü I ye açıklanması bilginleri çetin bir işle karşılaştırdı. Uç yazıt arasın- / dan birinin Çince, ikincisinin de Uygurların kendi dilleriyle ve Kök/ Türk oyma işaretleriyle yazıldığı hemen anlaşılmış idiyse de üçüncüsünün maniheistlerin mukaddes diliyle, Sogdca yazıldığı ancak sonradan meydana çıkmıştır. Araştırmalar, en az zedelenmiş olan Çince metne dayanarak başlamış, fakat önceleri bundan da yalnız bir dinin kabulüne dair olduğu mânası çıkarılabilmişti. Bir müddet nesturilikten, sonra islâm dininden şüphelenmek suretiyle yanlış yollar üzerinde yürümek pahasına da olsa, nihayet Karabalgasun \ Uygur eserlerinin maniheizmin kabulü töreni üzerine yazıldığı anlaşıldı. Bir müddet elimizde, Uygurların maniheizmi ile ilgili, kendilerinden çıkma başka hiçbir belge yoktu. Bögü kağanın maniheizme dönüşü Türk kabileleri arasında bir efsane rengine büründü. Mani dini ortadan kalktıkça, akidesi unutulup gittikçe, Bögü kağanın etrafını saran, efsanenin bağları da birbirine dolaştı. Moğol çağının tanınmış îran'lı tarihçilerinden, biri olan Cuvayni (1260) Buku han dediği Bögü kağanla ilgili şu efsaneyi Uygur kitaplarında okuduğunu anlatır. Uygurlar aslında Orkhon nehri kıyılarında barınırlarmış. Bu nehir Karakorum adlı bir dağdan kaynarmış ve Ögödei büyük hanın aynı adı taşıyan şehri daha o zamanlarda onun yanında kurulmuşmuş. Orkhonboyu Uygurlarının iki kabileleri varmış. Daha sonraları, çoğaldıkları zaman kendilerine bir han seçmişler ve Bu-
BİL 254 arika-lı —
şartlar altında çıkmış. Bu hikâyeyi, eğer aşağıdaki şekilde keş-[fedilmiş olmasaydı, kimse bilmiyecekti.
k u , b e ş y ü z y ıl s o n r a, iş le b u h a n la rı n a r a sı n d a n , h e m d e h
Orkhon nehri kıyısında bir şehir öreni ile harabe halinde bir saray vardır. Bu şehre bir zamanlar Ordu-balık derlerdi ve o adı geçen sarayın önünde eski çağlardan kalma birkaç yazılı taş bugün de görülmektedir. Bu taşları büyük han ÖgödeUin zamanında yerlerinden oynatmışlar, sözü geçen yazıtı o vakit bulmuşlardır. Büyük han bu yazının ne anlattığım incelemelerini emir etmiş, fakat bir sürü kavim ve kabile içinde onu çözecek bir kişi çıkmamıştır. Nihayet Khatay'dan okumuş adamlar getirtmişler, bunlar /kendi harfleriyle yazılmış olan yazıtı çözmüşlerdir ki, bu yazı şunları anlatmaktadır: Tolga ve Selenga nehirlerinin birleştikleri yerde Kumlancu denen bir yer vardır. Bu yerin yakınında yanyana iki ağaç büyümüş. Bunlardan biri fistuk ağacı olup çama benzerdi ve servi gibi her zaman yeşildi. Öteki ise bayağı bir ak çam ağacı idi. Bu iki ağacın arasından küçük bir tepe görünürdü, günün birinde bu tepeciğe gökten bir ışık vurdu. O günden sonra tepecik şaşılacak surette büyüdükçe büyüdü, sonra bir gün yarıldı ve üzerinde beş küçük çadır peyda oldu. Çadırların her birinin altında bir küçük erkek çocuk yatıyordu. Uygurlar saygı ile çocukların etrafını aldılar ve gökten inme olmalarına bakarak onlara itaat gösterdiler. İçlerinden en küçüğünü, Buku tegini kendilerine hükümdar seçtiler. Buku tegin Buku han oldu ve Uygur kavmini akıllıca, adaletle idare etti. Semavi vazifesinde üç gök kuzgunu onun sadık yardımcısı olmuşlardı. Bu üç kuzgun dünyadaki dillerin hepsini bilirlerdi ve nerede ne olursa gelip hana haber verirlerdi. Sonra bir gün bir iş oldu, Buku hanın düşünde bir gök ruhu göründü ve onu Kut-tag dağına götürdü. Bu düş yedi yıl altı ay ve yirmi iki gün tekrarladı. O gök ruhu her defasında Buku hanla görüşüyordu, son gece kendisine veda edip ayrılırken, bütün dünyaya sahip olacağım ona bildirdi. Han uykusundan uyanınca ordularım topladı ve dört kardeşinin komutası altında onları Moğollar, Kırgızlar, Tangutlar ve Khatay üzerine yolladı. Kardeşler her yerde zaferle
B İ L İ N M . İ Y E N İ Ç —A SY A
255
savaştılar ve bol ganimet, yığın yığın esirle Orkhon vadisine döndüler. Ordubalık'ı o vakit kurdular. Buku han çok geçmeden başka bir düş gördü. Karşısına beyaz lar giymiş bir adam çıkmıştı, başında da beyaz kurdelâlar vardı, elinde çam ağacına benzer bir^juü tası tutuyordu. Bu adam ona şunları söyledi: «Bu taşı yanından ayırmazsan, dünyanın dört bu çağındaki milletleri hükmün altına alabilirsin!» Aynı gecede baş-veziri de aynı düşü görmüştü. Buku han yine ordularım topladı ve bu sefer batıya doğru, yeniden yola çıktı. Türkistan toprağına varıp da geniş bozkırları, zengin meraları ve gür akarsuları görünce oraya yerleşti ve bugün Guz-bahk dedikleri Balasagun şehrini kurdu, orduları dünyanın her yanına ulaştı, bütün uluslara boyun eğdirdi ve artık onun kudretine karşı kafa tutacak kimse kalmadı. Boyun eğdirilen memleketlerin kuralları, saygılarını göstermek için birbiri ardından Buku hanın katına geldiler ve uluslarının hediyelerini, vergisini beraberlerinde getirdiler. İnsanlar taralından barınılan dünyayı böylece hükmü altına aldıktan sonra şehrine, Orkhon nehri vadisine çekildi. Bu çağlarda Uygurlar henüz pagan idiler ve büyücü papazlarına kam derlerdi. Cuvayni bu kamları şimdiki Moğolların, cinleri hükümleri altında bulundurduklarını ve istedikleri şeyi onlardan öğrendiklerini söyliyen sihirbazlarına benzetir. Moğollar, hattâ hükümdarları bile bunların sözünü dinlerler, her hangi bir işe gi-rişmezden önce onlara danışırlar ve eğer onların yıldızlar bilgisin den çıkardıkları belirtiler uygun değilse işlerini başka zamana bırakırlar. Hastalarını bile büyücülere sağıttırırlar. tmdi bu Uygurlar, kendilerine nom kitaplarını anlıyan adamlar göndersin diye Khatay hükümdarına elçiler yollarlar. Zira Khatay paganlarının bilimleri ve dinleri nom olup bunda masala benzer çeşitli gelenek ve hikâye bulunur.yBunlarda bütün peygamberlerin akidelerine ve yayımlarına uygun dinci nasihatler de vardır. Bazı kısımları da kötülükten ve zulümden sakınmayı, iyinin daima kötüyü yeneceğini, hayvanlara eziyet edilmemesini ve daima buna benzer şeyleri öğretir. Ainleri birçok şeyi bir araya toplar, fakat en ziyade ruhun intikali nazariyesini güdenlerin akidelerine benzer. Meselâ derler ki, bugün yaşamakta olan insanlar bin-
256
B İ1,1 N M I V E N
IÇ->SVA
lerce yıl önce bir kere yaşamışlardır ve iyi ameller tıpkı kötülükler gibi, meyvalarını verirler. Khatay'dan nomu anlıyan adamlar gelince yerli büyücülerle, kamlarla münakaşaya başladılar. Mukaddes kitaplarının şurasından, burasından az bir şey okuduktan sonra açık münakaşada büyücülerle kamları âdeta perişan ettiler. Uygur kavminin bu dine, nom adamlarının yaydıkları dine katılmaları böyle olmuştu. Bilginlerin derhal farkına vardıkları gibi, Cuvayni'nin anlattığı bu efsane Orkhon boyu Uygurlarının ünlü hükümdarlariyle ilgilidir ve Çin'den gelen papazların onun kavmini nasıl maniheiz-me çevirdiklerini de söylemektedir. Cuvayni XIII. yüzyılda yaşamıştır ve kendi notlariyle genişletmiş olduğu eski gelenekçi efsane onun kaleminde epeyce şekil değiştirmiştir. Buku hanın maniheist papazlarının Uygurlara götürdükleri mukaddes kitapların budist-' likle ilgili olduğu da ancak bu değişikliklerle izah olunabilir. Turfan kazıları sırasında Murtuk'ta birçok Uygur el yazması arasında birkaç yapraklık yarım yamalak bir metin de çıkmıştır. Sayfaların kenarları yıpranmış, yazısı yer yer silinmiş olmakla beraber bu metnin hecelene hecelene çözülmesi yine de zahmetine değmiştir, çünkü bu, bir zamanlar Avrupa biçiminde ciltlenmiş olan kitabın parçaları olması lâzım gelen sayfalarda efsanevi Bögü hanın hikâyesi vardır. Eserin başı yoktur, sonu da eksiktir. Onun için ne maksatla kaleme alınmış olduğunu söylemek zordur. Uygurların Mani dinine dönüşlerini hikâye etmekte ise de bu noksan eser belki de rapor veya mektup şeklinde olarak o zamanlar geçmiş olan hâdiseleri anlatmaktadır yahut da- kim bilir sadece ma-niheizm din edebiyatına ait daha sonraki zamanlardan kalma bir eser olup bu tarihi olayı sırf bir ibret dersi olarak ele almıştır. Turfan yadigârına göre Bögü han maniheizme döndükten sonra müşavirlerinden birinin, bir tarhanın fesatçı sözlerine kapılarak, çok geçmeden bu dinden yüz çevirmiş, hattâ Mani akidesine ve kilisesine karşı kötü bir harekette de bulunmuştur. Bu kötülüğün ne olduğu o parça yazıdan anlaşılmamaktadır. İsyancı tarhan, kavminin atalardan kalma kurumlarını ve savaşçı ruhunu korumak istediği için hükümdarını yabancı dine ve onun yabancı papazlarına karşı kışkırtmıştı. Fakat bunlardan bir şey çıkmadı, Çin'-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
257
den gelen papazlar üstün çıktılar ve Bögü han pişmanlık getirerek onlara dönüp kendisini, bıraktığı dinin müminleri araşma, hem de âdi mümin «dinleyici» (auditores, nigosaklar) arasına değil, mani, heist keşişler «seçkinler» (electi, dindarlar) sırasına kabul eylemelerini yalvardı. Bu önemli meselede bir karara varabilmek için han ile seçkinler iki gün iki gece görüşmelerde bulundular. Turfan'da bulunan maniheist metne göre Bögü hanın bu dinci kararını seçkinler ve bütün imparatorluk halkı sınırsız bir sevinçle karşıladılar. Bu bahtiyarlığa kimse doyamıyordu, kendi aralarında ne olduğunu, nasıl olduğunu durup durup konuşuyor, birbirini kutluyorlardı. Binlerce, on binlerce kişi toplanarak neşeli oyunlarla eğlendiler, büyük bir sevinç içinde sabahlara kadar bayram ettiler. Ortalık ağarmağa yüz tutarken «küçük perhiz» yaptılar, sonra ilâhî Bögü han ve maiyetindeki bütün seçkinler, prensler ve prensesler, başadamlar ve kibarlar hep atlara bindiler, sevinç içindeki halk da onların peşlerine düştü ve böylece bayrama devam etmek üzere şehrin kapısına gittiler. O zaman ilâhî Bögü han, tacını başına koydu, al ipekten merasim elbisesini sırtına geçirerek altın kaplamalı tahtına oturdu. Sonra orada toplanmış olan kibar sınıfa ve halka dönerek Mani dinine ikinci ve son dönüşünü bildirdi ve papazların emirlerini tam bir sadakatle gütmeleri için sıkı tembihte bulundu. . JDemek. ki Uygurlar, eski imparatorluklarında, Orkhon vadisinde de Mani dinini gütmekte idiler: İmparatorluğun devrilişinden sonra büyük dağılma başlayınca, anlaşılan Turfan vahasına yerleşen büyükçe bir kısım Uygur halkı Mani dinini de beraberinde getirmiştiV/e gerçekten, Turfan sefercileri örenler altından çıkardıkları Uygurca, Orta - îranca ve Sogdca metinler arasında ö-nemli sayıda, maniheizm ile ilgili olanlarını da buldular. Yazık ki bunlar da, demin sözünü ettiğimiz, Bögü hanın ikinci defa dönü-şiyle ilgili hikâye gibi, molozların altından yırtık pırtık bir halde çıkmıştı. İç muhteviyatı bakımından maniheist eserler, yine orada ele geçen, aynı çağa ait budist metinlerinden çok daha fazla önem taşıdıkları için buna o nispette daha çok acırız. Zira Mani'nin, en önemli din akidelerini yakından öğrenmeği İç - Asya maniheist e-serlerinden bekliyoruz. Bununla beraber durum umutsuz değildir. O bir sürü kırıntının her bir parçasında açıkça mânalandırılabi-lecek bir - iki kısım vardır ki, bunların birbirine eklenmesiyle en F. 17
258
BİI.İNMİYKN
İÇ — ASYA
ehemmiyetli meseleleri daha şimdiden oldukça aydınlık olarak görmekteyiz. Bizim burada, Uygur maniheizminin din hükümlerini incelemek veya bu eserlerin ne gibi kümelere ayrılabileceği meselesi ü-zerinde durmak amacımız değildir. Fakat şunu hatırlatalım ki, Uygurların manihejst^ ilâhileri en çok meraka değer parçalardandır. Bu merakın sebebi, ilâhilerin büyük bir kısmının tam metin halinde veya pek az özürlü olarak ele geçmiş bulunmasiyle açıklanabilir, tşte bunlardan, herhalde Sogd dilinden Uygurcaya çevrilmiş bir metnin kelime kelime tercümesi ki, başlığı bile eksik değil: r "Dört şahane varlığa" ilâhi I Tanrıya, ışığa, kuvvete, akla yalvarırız, «£ \ Güneş, Ay tanrılarına niyaz ederiz, Işık tanrısına, '^ j Büyük Akide'ye, Mani hazretlerinin meleklerine saadet için ı / tazarru ederiz; N^ ■ Ey Tanrım, vücudumuzu koru, ruhumuzu kurtar, "^ Işık tanrıları, sizden saadet dileniyoruz, Selâmetle yaşamamıza, bahtiyar olmamıza izin verin.' Y^.
Uygur maniheist metinlerin en çok yer tutan, aynı zamanda en iyi durumda kalmış olanlarından biri Mani dinini güdenlerin günah çıkarma örneği denebilecek olan parçadır. Yalnız Turfan'da değil başka yerlerde de pek çok parçaları (hattâ tam metni de) bulunduğu için Uygur maniheistleri arasında pek ziyade yayılmış olduğu anlaşılan bu on beş bölümlük Khuastuanit adlı eser gayri-şahsi günahların sayılmasını kolaylaştıran bir yardımcı vasıtadır. Uygur Khuastuanitinin iç - Asya maniheizmi ' araştırmaları bakımından değeri büyüktür, çünkü maniheistlerce günah sayılan her şeyi sıralar, hattâ metin arasına sokulan maniheist din- şartları dinin en göze çarpacak noktalarını da aydınlatır ki, bunun sekizinci bölümü şunları söyler: Biz gerçek Tanrıyı ve onun doğru Akidesini öğreneliden beri iki kök ve üç zaman akidesini biliyoruz. Işığın kökünü, tanrıların ülkesini biliyoruz, karanlığın kökünü, cehennemi biliyoruz. İki kök denilen şey, maniheizm düalizminin iki temel unsu-rundan, ışıkla karanlıktan başka bir şey değildir. Işık ve karanlık
it iı. i \ M i YF\ iv,—AST*
2S9
aynı zamanda iyi ile kötünün de karşılığıdır. İlkin karanlık ışığa hücum etmiş, onu geçmiş ve ülkesinin bir kısmını ele geçirmişti. Zapt olunan yerde ışık ve karanlık birbirine karışıyor, bu kaybo lan toprakta tanrılık ışığının «emanation» u yeni bir savaşa baş lıyor ve bu seferki çarpışmada karanlık altta kalıyor. Işıkla karan lığın birbirine karışan unsurlarından .gök, toprak ve ilk inşan ?ifti mevdajıa gglivor~~ " Üç zamanın açıklanışını Khuastuanitin kendisinde bulmaktayız: Toprak ve gök henüz yokken ne olduğunu biliyoruz (l); Tan-\ -v rıntn şeytanla niçin savaştığını, ışığın karanlığa nasıl karıştığını W^~ ve toprağı ve göğü kimin yarattığını biliyoruz (2) :_bır zaman ge- f%^Ş liv de toprağın ve göğün nasıl sona ereceğini ve ışığynk^ui^çtanj nasıl ayrılacağını ve on{jan_gpnra ne olacağını biliyoruz (3). Ezrua tanrıya inanıyoruz, Güneş ve Ay tanrılarına inanıyoruz,V% "*■ kuvvetli tanrıya inanıyoruz, peygamberlere inanıyor ve güveniyoruz, "dinleyici" L mümin] olduk ve dört ışığın alâmetini-.Ezrua tanrının alâmetini, sevgiyi; Güneş ve Ay tanrısının alâmetini, imanı; kuvvetli beş tanrının alâmetini, tanrı korkusunu; peygamberlerin alâınetini, bilgiyi kalbimize işledik. Mani'nin karışık akideleri Uygurlar arasında büyük yankı uyandırdı, o devrin tanıklarına göre Uygurlar arasında manifyeist-ler budistlerden cok fazla idi. Maniheizmin de ayrıca kendi sanatı vardı. Mani kendisjjifrtlü \ M^ *» bir ressam olarak tanınmıştı, onun en amansız düşmanları olan \7? / bu murtat dinin kurucusunun adını bile duymak istemiyen müslümanlar dahi kendisinin ressamlıktaki büyüklüğünü takdir etmiş lerdiYMani'nin sanat duygusu, ressamlık istidadı dinine de damga sını vurmuştur. İç - Asya'da meydana çıkmış olan maniheist me tinler, içini açıp bakmadan bile âdeta uzaktan tanınacak gibidir, zira bunların hepsi, en iyi mürekkeple, en nefis beyaz kâğıt üzeri ne ve en dikkatli güzel yazı ile yazılmıştır. Fakat bu kadarla da yotinmiyerek din konulu el yazmaları sanatlı minyatürlerle de süs lemişlerdir. J Grünwedel ile Le Coq'un Turfan kazılarında maniheist sana-
260
BİLtNMtYEN
İÇ-ASYA
tının, freskler, ipek üzerine boyanmış resimler gibi birçok başka eserleri de ortaya çıkmıştır. Bunların üzerindeki resimlerin hemen hepsinde maniheistler beyaz urbalarından ve maniheist külahlarından bellidirler. Tablolardan biri, başımn üzerinde bir hâle ve etrafında papazlariyle, Mani'nin kendisini göstermektedir. Maniheiz-min bu İran'dan çıkma dinin sanat eserlerinde tran tesirlerinin çokluğu ise kendiliğinden anlaşılır. Görüyoruz ki, Turfan vahasının da kendine mahsus sırları varmış
...
XV. BİN BUDDHA MAĞARALARI Dun - huanğ'daki budist mağara-ziyaret yerleri.— Dun - huanğ'da ortaçağdan kalma, duvarla örülü kütüphanenin keşfi.— Dun-huanğ budist sanat eserleri.— İyi-şehzade ile Kötü-şehzade'nin hikâyeleri.— Gan-su Çin eyaletinin Sarı Uygurları.— Uygurlar ve Moğollar.— Gansu'lu Uygur budist din yaylalarının' Moğol Altan hanın şehrindeki (alışmaları.
L. Loczy, kont B. Szechenyi'nin sefer heyetiyle Batı - Çin'de dolaşırken, Dun-huanğ mağaralarına uğradığı zaman toprak içinde gömülü birçok budist hücrelerindeki süslü tabloları şaşarak seyretmişti. Kendisi ne arkeolog ne de sanat tarihçisi değildi, onun için bunları incelemeğe bile kalkışmadı, fakat sonraları A. Stein'la karşılaştığı vakit, Dun-huanğ'ın o kadar hayret verici budist eserlerine, Bin Buddha mağaralarına onun dikkatini çekmeği ihmal etmedi. A. Stein, Loczy'nin bu yol göstericiliğini şükranla anar. Böylece Dun-huanğ'ı, tarihe karışmış İç - Asya medeniyetinin şimdiye kadar en değerli eserlerinin bulunduğu hiç şüphe götürmiyen yerini bir Macar keşfettiği gibi, yüzlerce yıllık sanat ve dil hazinelerini meydana çıkaran da yine bir Macar, A. Stein olmuştur. Bu birinciliği elimizde tutmakta tamamiyle haklıyız. Gerçi yabancı memleketlerin, Szechenyi seferinin neticelerini bildiren kalın ciltleri tanımıyan arkeolog çevrelerinde Dun-huanğ mağaralarını ilk defa Prjevalski'nin haber verdiği yayılmıştı. Gerçekten Prjevalski Dun-huanğ'a, kitabımızın başka bir yerinde epeyce sözünü ettiğimiz Tibet seyahati sırasında uğramıştı. Fakat Prjevalski seyahat raporunda Macar heyetinin, Batı - Çin'in bu bölgelerinde hemen kendinden önce dolaştığını açıkça söyler, hattâ tasarladığı yoldan —bir müddet önce Szechenyi'gil gibi— Çin mandarinlerinin sözünü tutarak öyle kolayca vazgeçivermemiş olmakla da ö-vünür. öteki Avrupa'lı seyyahlar, Bonin (1898 -1900) ve diğerleri
262
UILINMIVK\
IÇ-ASYA
ise Bin Buddha mağaralarına hep Szechcnyi'den ve Prjcvalski'den sonra varmışlardır. Netekim A. Stein kendisi de: »Bende Dun-huanğ mağaralarını görme merakını uyandıran Loczy olmuştur <> demişti. Bununla beraber bu çok önemli yeri onun bu işareti üzerine 1907 mayısının 20-sinde, A. Stein ikinci* araştırma seyahatinde ziyaret etmiş ve mağaraların sonsuz değerdeki hazineleri ancak o zaman meydana çıkarılmıştır. Dun-huanğ, Tanğ-ho ırmağının batısında, Gan-su adlı Çin eyaletinde, Hami'ye giden büyük kervan yolunun, çölün beri tarafındaki son Çin konak veri olan An-si'den güney - doğuya düşer. Dun-huanğ pek eski zamanda, İ. ö. 111-de Çin imparatorlarından biri tarafından, tabii savaşçı maksatlarla, yaptırılmıştır. Burası, Asyalı Hunların topraklarından Tibet'e giden yolu tutmakta olan dört e-hemmiyetli askerî garnizondan biri idi. İşte Çinlilerin Çien - fo -dunğ, yani «Bin Buddha mağaraları» dedikleri meşhur mağaralar bu Dun-huanğ'ın aşağı yukarı on beş kilometre uzaklığında bulunmaktadır. Gerçekten burada, şatafatlı Çince adiyle söylendiği gibi bin tane değilse bile, birbirinin altına, üstüne sıralanmış pek çok, herhalde beş yüz kadar mağara vardır. Çok eski zamanlarda bu mağaralarda budist keşişler yerleşmişlerdi. Kendileri buralarda oturdukları gibi tapınakları, mübarek makamları da burada idi. U-zak diyarlardan gelen dindar hacılar burada toplanırlardı. Beş yüz mağaradan çoğu î. s. V - XI. yüzyıllar arasına düşen zamanda budist hacıların bağışlariyle yapılmıştı. Bu mukaddes yer, alışılmış kervan yoluna sapa düştüğünden ta XI. yüzyıla, yeni türemiş olan Tangut imparatorluğu istilâcılarının önünden buradaki keşişlerin kaçmağa mecbur oldukları zamana kadar kendi âleminde yasıya-bilmişti. Fakat keşişler burayı terk etmezden önce, altı yüzyıldan fazla bir zaman içinde birikmiş olan kıymetleri mağaralardan birinin içine taşımışlar ve orayı duvarla örmüşlerdi. A. Stein 1907 martında Bin Buddha mağaralarına vardığı zaman, her yıl âdet olan hacılık âyinleri tam o Sırada yapılmakta idi. Tasarlanan işe başlamak için ortalık henüz yeter derecede tenha-laşmamıştı. Her taraftan oraya toplanan hacıların memleketlerine dönmelerini beklemek lâzımdı. Fakat daha bu ilk fırsatta da duvarla örülmüş yan hücrelerden birinde bulunan hazineler hakkında söylenti kabilinden bir şeyler A. Stein'ın kulağına çalmıştı.
Bfl.İNMh KN
İÇ-ASYA
263
Tapınağın bekçiliğini Vanğ adlı bir taoist papaz,, yahut da Çin'lilerin dedikleri gibi bir dav-şı yapıyordu. Çok geçmeden Vanğ dav-şı'nın burada vazife ile bulunmaktan ziyade kendi içindeki dinci gayrete uyarak bu isi üzerine almış olduğu ve bütün zamanını, bütün parasını candan sevdiği bu mağara - hücreleri tamire, süslemeğe harcadığı anlaşıldı. A. Stein az izan ve politika mahareti istemiyen müzakerelere daha ilk fırsatta girişmis*: Söylentiler hakikaten doğru çıktı. Vanğ çiav-şı mağaraların güzelleştirilmesi, tamiri sırasında, XI. yüzyılda üzerine duvar çekilmiş bir mağara - tapınağa raslamıştı. A. Stein ilkin yalnız yoklamalar yapabiliyordu, Vanğ dav-şı yerinde değildi, vahadaki budist müminler arasında dolaşıyor, yardım istiyor, dindarlardan sadaka topluyordu. Mukaddes yerde topu topu bir Tangut keşişi bulunuyordu. A. Stein, mağaraların asıl büyük kümesinin kuzey ucu yakınında, duvarla örülmüş tapınağın birinde Vanğ dav-şı'nın bir araba yükü eski el yazması bulduğunu ondan öğrendi. Bunlar «Çince yazı işaretleriyle fakat Çince olmıyarak» yazılmışlardı. Tangut keşişten numunelik olarak uzunca bir tomar da alabildi. Kâğıdından, yazısından A. Stein bu budist metinli Çin tomarının çok eski olabileceğini anlamıştı. Mayısta oraya, Bin Buddha mağaralarına döndüğü zaman Vanğ dav-şı onu bekliyordu, fakat şimdilik çok bir şey ümit edilemezdi. Şüpheci ve güvensiz olan dav-sı sanki orayı tehdideden tehlikeyi sezerek martta, o vazı hazinelerine şöyle böyle sokulunabi-len yarıkları da sıvayıp kapamıştı. Bu basit sofu papazın Cin yazı bilgisinden pek çaktığı yoktu ve beklediği mukaddes yerin sevgisinden maada bir zayıf tarafı daha vardı: büyük budist hacısı Hüan-dzanğ'a âşık idi. Bunlar hep A. Stein'ın işine gelmişti. Şöyle usulca bir deniyerek o kadar sevdiği mukaddes mağaralara bir yardım olmak üzere büvükçe bir paıa teklif etti. Hüan-dzanğ meselesine gelince, o bakımdan da zorluk yoktu; zaten bütün îç-Asya yolculuğunda büyük Çin hacısının eseri yanında olmaksızın âdeta bir adım bile atmamış ve her zaman o kitaptaki o kadar çok faydalı bilgiye baka baka onun izinde yürümüştü. Bunu, yani kendisinin tam o Hüan-dzanğ'ın eserinden ilham alarak ta Hindistan'dan yola çıktığını ve .her tarafta onun izini sadakatle takibederek çöller
364
R i I. i N M I V K N
İ Ç. — \ S Y \
ve dağlar aşıp buralara, Dun-huarığ'daki Bin Buddha mağyruhırına geldiğini Vanğ dav-şı'ya da anlattı. Adamcağız nihayet yola geldi ve nazire değer evrak tomarları ile resimleri geceleri gizlice birbiri ardına çıkarmağa başlad'. Şaşılacak bir tesadüf eseri olarak ilk ele alınan tomar incelenirken bunu Hindistan'dan Hüan-dzanğ'ın getirdiği ve Çinceye çevirdiği meydana çıkınca Vanğ davşı'nın son tereddütleri de dağılarak içi tamamiyle rahat etmişti. Artık A. Stein'ı, o zamana kadar kıskançlıkla koruduğu mukaddes harime soktu. Mağarada kımıldamak bile zordu, yığın halindeki tomarlar, deste deste el yazmaları o küçük yeri hemen tamamiyle doldurmuştu. Vanğ Dav-şı'nın güveni gittikçe arttığından, fazla önemli sayılan parçaları misafirinin, yabancı gözlerden uzak, küçük hücrelerden birinde daha dikkatle inceliyebilmesine müsaade etti. Duvarla örülmüş olan bu kütüpanenin ne büyük değerde eserler sakladığı o zaman meydana çıktı. Bütün parçalar eski idi ve dağınık yığınlar halindeki tomarların içinde, tarihe karışmış İç - Asya vahalarında vaktiyle konuşulan dillerin hepsinden bir şeyler vardı^fonee evrak tomarlarından maada burada Uygurca,, oyma İCök/rürk yazısı, Tokhar-ca, Kuça, Saka, Sogd ve Tibet dillerinin hepsinden yığınlarla evrak vardı! Asıl mühimmi, bu yazılı eserleri yıkılan binalar, göçen manastırların enkazı yırtıp parçalamamış, rüzgâr ve hava dağıtıp atmamış ve hele o tamahkâr «gömü arayıcılar» aşırıp götürmemişlerdi^ Yalnız işin zorluğu bundan sonra geliyordu: bütün mevcudu sağlam bir halde ele geçirmek nasıl mümkün olabilirdi? Uzun boylu görüşmelerden sonra —ilmin sonsuz zararına olarak— bunun çaresi olmadığı anlaşıldı. Vanğ dav-şı yalnız A. Stein'a, canının istediği parçaları seçmeğe müsaade etti, fakat bütün mevcudu teslim etmeğe asla yanaşmıyordu. Seçme işinin tam hararetle devam ettiği bir sırada idi ki bir gün Vanğ dav-şı'nın aklına ne geldiyse, birdenbire mağaraya yeniden bir duvar çektiği gibi Allaha ısmarladık bile demeden vahada kayboldu. Neden sonra, artık içi rahat etmiş olacaktı ki, tekrar mağaralarının yanına dönüp geldi. Yeniden kıymetli evrak vermesi tabiî hatıra bile gelemezdi. Bereket versin dışarda bulunan el yazmalariyle resimleri, tapınaklarının tamirine karşı teklif
B İ L İ N M İ Y i: N
İÇ — A S Y A
265
ettiği büyük para karşılığı olarak A. Stein'a teslim etmekte güçlük çıkarmadı. Fakat talihli araştırıcı, emniyet altına aldığı ganimeti, ^inmjİOTtsandıkyazma eserle beş sandık resim've işlemeyi Londra'ya doğru yola çuTSrTTken, bu başarıya da şükredebilirdi. Şöhretli Fransız bilgini P. Pelliot da tam bu sıralarda İç - As ya'da bulunuyordu. Kaşgar'dan, araştırıcılar yolunu takibetmek suretiyle Kuça'ya gitti, yolda Maralbaşı yakınında Tumşuk ören lerini, Yulduz'u, Duldur-akhur'u gözden geçirdikten sonra Kuça'dan Urumçi'ye, Turfan'a, Hami'ye vardı ve 1908 martında o da Dun-huanğ'a ulaştı. Yolda gelirken A. Stein'ın talihli keşfini ha ber aldığı için vakit geçirmeksizin Vanğ dav-şı ile müzakereye girişti. Orada kalmış olan, hâlâ önemli miktardaki evrakı takımiyle ele geçirmeğe o da muvaffak olamadı ise de müsaade olunan seçmelerde büyük başarılar gösterdi, çünkü bu işte kimseye ihti yacı yoktu, mütehassıs göziyle hangi el yazısının ne değerde oldu ğunu derhal görüyordu. Bin Buddha mağaralarının hazine daire-j lerinde Peliot'nun gözden pprirHifti ^»1 yazmalarının sayışı on beş t y^c^fl jinden aşağı değildi. Bu hatırı sayılır evrak yığınının mühimce bir / kısmını elde etmeğe muvaffak olmakla beraber orada da daha azımsanmıyacak miktarda eser kalmıştı. / Pekin'deki Çin hükümeti bu Dun-huanğ keşiflerini haber al dı ve orada eski eserlerden ne kalmışsa hiçbirini bırakmıyarak hepsinin Pekin'e yollanmasını emir etti. Yazık ki, bu emir oldukça Çin işi olarak yerine getirildi. Kıymetli yazmaların epeycesini çaldılar, birçoğu götürülürken kayboldu, öyle ki, Çin başkentine ancak pek az bir şey varabildi. A. Stein üçüncü seferinde Dun-huanğ'ı tekrar ziyaret ettiği zaman Çin'liler, hem de asıl Dun-huanğ'da deŞil büyük kervan yolu boyunca Cin Türkistanı'nın başka yer lerinde de etrafa dağılmış, çalınmış, tutanın elinde kalmış olan bu eski yazmalardan demet demet getirip ona satmak istemişlerdi. Fakat Vanğ dav-şı ileri görüşlü davranarak bu ganimetten kendi hissesini de ayırmıştı. Yeni birtakım görüşmeler sonunda _A. Stgjn,')WB\aı»y1*soyulmuş Bin Buddha mağaraları haznelerinden, ^skisine ilâve o-\j.urte^+ lavak daha beş sandık el yazması kurtarabildi. / Dun-huanğ'da bulunan eserlerin ilmî işlenmesi de henüz sona ermiş değildir, hele yığınlarla el yazmalarının metin açıklanması çok zaman kaybettirmektedir. Bu malzemenin yalnız dil bakımın-
266
fi 1 L İ N M t Y E N
t Ç - A S YA
dan değU, konu bakımından da ne kadar değişik olduğunu göz önüne getirirsek hepsinin elden geçirilmesi için kaç ihtisas adamının kafa patlatacağını tahmin etmek kolaylaşır. Şüphesiz bu işten en kârlı çıkanlar Çin tarihiyle, felsefesiyle, edebiyat tarihi ve dil-ciliğiyle uğraşanlar olmuştur. Bu budist mübarek makamında bulunan eserler arasında kervan yollarından oraya toplanmış olan ve Çin'li olmıyan İç - Asya'lı budist müminlerine ait olanlarının da e-peyce yer tutmakta olduğu da şüphesizdir. Turfan'da bulunan Uy* gur budist basma kitapları ise Dun-huanğ'da bulunan basma eserler yanında gerçekten solda sıfır kalır. Bin Buddha mağaralarında bulunan, İ. s. 868-den kalma ağaç levhalar yardımiyle basılmış Çin tomarı» zaman bakımından yalnız Turfan basmalarını geçmekle kalmayıp bugün için Çin kitap basıcılığından bize kalmış olan en eski eserlerden de biridir. Dunhuanğ'da yalnız budistliğin değil, maniheizmin de umulmadık yeni eserleri ele geçmiştir. Bunlar arasında Pelliot'nun Paris'e götürerek kurtarmağa muvaffak olduğu, çok esaslı bir önem taşıyan kısa bir metin ile Pekin'e yollanmış olan el yazmaları içinde gerçekten başkente varmış olanlardan olup önemi, büyük Çin bilgini Lo Cın-yü tarafından derhal anlaşılmış ve yayınlanmış olan yine Çince bir maniheist eseri saymak kâfidir. Maniheizmin Çin'deki tarihine dikkati çeken bu Çince maniheist metinler olmuştur. Başlıyan araştırmalar sonunda. Çin içerlerinde dağınık bir halde yaşıyan ve Uygurların yıkılışından sonra da daha yüzyıllarca gelişmelerine devam eden maniheist iskân yerlerinin bulunduğu meydana çıkmıştır. Dun-huanğ mağaralarının sanat eserleri İç-Asya ve Çin sanatlarının bilgin araştırıcıları önüne yine bin bir mesele çıkarmıştır. Burada bulunan ipek üzerine boyanmış din konulu tanrı resimleri, mitolojik levhalar hep hacıların hediyeleri, adaklar o-larak toplanmıştır. Dun-huanğ resimleri her ne kadar taşra zevkini taşıyan yerli küçük ustaların eserleri iseler de yine de pek dikkate değmektedirler, zira bunların çoğu, elimizde başka vesikaları pek bulunmıyan gayet eski çağlara aittir. Sade mağarayı, koridoru, sundurmayı ve büyücek dairelerin duvarlarını kaplıyan malzeme bile muazzamdır. Dun-huanğ freskleri, daha doğrusu (tapınaklardan biri hariç), tempera boyasiyle (al secco) yapılmış duvar resimleri hep budist konulu olduğu halde, ipek veya kâğıt üzerine
BİLİNMİYEN
îÇ-ASYA
267
yapılmış küçük resimlerde din dışında başka konular da yer alır. Bin Buddha mağaralarındaki budist resimleriyle yalancı mermer süslerinde (stuc) ve heykellerinde, tıpkı İç-Asya budist sanatının Khotan'da, Turfan'da ve daha başka yerlerde çıkan eserlerinde görülen stil karşılaşmaları ve çeşitli tesirlerin çarpışması göze çarpar. Bunların en önemlisi, en ziyade Çin'li sanatçılar tarafından işlenmiş eserlerde görülen Çin tesiridir. Fakat bunun yanında Hindistan gubta ilhamlarının izlerine de raslandığı gibi Gandhara sanatının bulunuşu da pek ziyade bellidir. Batıdan Çin'e doğru gelen ve burada en önemli noktalarından birinde bulduğumuz bu Gandhara okulu buradan Çin'e doğru ilerlemesine devam etmiş ve orada aslen göçebe olan To-ba kavminden türeme Çin hükümdar sülâlesinin, Vey hanedanının zamanında büyük gelişme göstermiştir. Yün-ganğ ve Lunğ-men mağaralarındaki heybetli budist heykelleri bu okulun Uzak - Doğu'da ölmez anıtlarıdır. Budist ikonoğrafyasını bilmeden tabiatiyle Dun-huanğ budist resimleri arasında adım bile atılamaz. Bu tasvirlerin merkezini en ehemmiyetli tanrının, Buddha'-nın teşkil etmesi tabiîdir. Tarihî Buddha'nın şahsiyle hayatının, dinî faaliyetinin bin bir yüziyle ilgili olan kısımlar bu sevilen konunun ancak bir bölümüdür. Sıra Buddha'nın daha önceki hayatlarının tenleşmelerine lincarnation) gelince, bu konu daha ziyade genişler ve o zaman t ile buddhaların tefekkür yoliyle duyulabi-len i sonsuz çokluğundan, dhyanibuddhalardan hâlâ bahsetmiş olmayız. Fakat kuzey budizm âleminde, ıstırapların çarkından sıyrılmakta insanların iyi kalbli yardımcıları olan bodhisattvalar daha büyük rol oynamaktadırlar. Bunlardan meselâ en çok sevileni, kendisine fazla değer verilerek merhamet bodhisattvası denilen Ava-Iokiteşvara'dır ki, Dünhuanğ'daki budist tabloları içinde pek çok sanat eserine konu olmuştur. Pelliot'nun koleksiyonundaki birçok eser arasında büyük ölçüde bir Avalokiteşvara resmi bulunduğu gibi, aynı koleksiyonun başka bir tablosu da yine, üzerindeki en küçük parseller bile sanki bir minyatür sanatkârının elinden çıkmış gibi, en ince ayrıntılara varıncaya kadar, Avalokiteşvara'nın mucizelerini canlandırmaktadır. A. Stein'ın Londra'ya götürmüş olduğu sanat eserleri arasında da pek çok Avalokiteşvara resmi görürüz. Bunlardan biri bu sevilen tanrıyı, ayakta olarak tam bir
268
B İ I . İ N M İ VKN
İÇ —ASYA
Hint'li duruşiyle, elinde çiçekli bir dalla göstermektedir. Bir başkası tabiî büyüklükte bir tablo olup sanat bakımından da mükemmel biı* eserdir. Fakat Hindistan'da, Çin'de ve Tibet'te budist müminler ve sanatkârlar arasında âdeta yarış edercesine kutlanan, sevgi ile kuşatılan merhametli Avalokiteşvara'nın duvarlara, ipek üzerine, kâğıda kaç çeşit resminin yapıldığım söylemek imkânsızdır. / Budist panteonunun en çok resmi yapılan simalarından biri de Dünyakoruyan veya Lokapala'dır. Hiçbir kilise, manastır veya adı ne olursa olsun bir budist din yapısı yoktur ki, içinde dünyanın dört tarafını koruyan bu tanrının resmi bulunmasın. Dun-huanğ e-serleri arasında bir yığın tablo veya kilise bayrağı onun müminler a-rasındaki değerli yerini gösterir. Sanatkâr bunları yaparken kendi hayalinin, dinî duygularının tesiri altında çalışmış olabilir, fakat bütün alâmetleri budist ikonoğrafyasına sıkı sıkıya uygundur. Kuzey kiralı Vayşravana elinde bir teber ve bir minyatür tapınak tutmaktadır. Güney kiralının, Virupakşa'nın elinden kılıç hiç düşmez. Dhritaraştra, Doğu hükümdarı memleketini ok ve yayla müdafaa eder. Batı hükümdarı Virudhaka ise, yaklaşmak istiyen kötü ruhları elindeki gürüzle korkutmaktadır. Budist cenneti, dinci sanatın en başta gelen bir konusudur. Mitolojik hayallere uygun olarak yapılan tablolarında ortasından ona lâyık olan ruhun bir çocuk gibi doğduğu görülen lotus çiçeği bulunur. Ortada, taht üzerinde Buddha, onun etrafında Amitabha'-nın batı cennetinin sevilen üç bodhisattvası ile birçok küçük rütbeli tanrı yer almıştır. A. Stein, koleksiyonunun çok dikkate değer parçalarından birinde, taracanın çıkartmasında gördüğümüz altı musikici ile altı -dansçı kadın da görülür ki bunlar cennet saadetinin sembolleridir. Taracanın sağında solunda, suda yüzen lotus çiçekleri üzerinde cennete girmiş yeni doğmuş çocuklar vardır. Buddha'nm hayatından alınmış levhalar arasında en güzellerinden biri de Paris koleksiyonundaki muhteşem bir tablodur. Bu resim, budist şeytanı Mara'nın, kendi âlemine çekilmiş, düşünceye dalmış olan Buddha'yı ayarttığını gösterir. Mara'nın iki kızı dalgın tanrının sağında solunda bayader tarzında ırgalanmaktadırlar. Bu ayartmalar boşa çıktığından, başta cehennem kiralı olmak ü-zere bütün zebaniler Buddha'nm üzerine saldırırlar. Hep korkunç
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
269
cin çehreleri. Öfkeli, ıstırap içinde kıvranan korkunç tavırlı şeytanlar, vahşi hayvan suratları, dehşet verici garip şekilleriyle ucu gö-zükmiyen bir alay halinde tabloyu taşırmaktadırlar. Buddha'nm hayatının çok tefsire uğramış başka bir epizodu Dört hayal (vision) dur. Buddha, hükümdar olan babasının sarayında servet ve refah içinde büyüyor. Nızlı şehzadenin attığı her adım gözetilmektedir. Fakat ne kadar sakınsalar nafile, şehzade bir gün atına binerek saraydan çıkar ve dolaşırken insanlık ıstırabının dört alâmetiyle, kendinden âciz bir ihtiyarla, düşkün bir hasta ve saire ile karşılaşmış ve bunlar zihnini aydınlatarak hayatın ıstıraplarını anlamış, kurtuluşa, nirvanaya götürecek yolu araştırmağa başlamıştı. Efsanenin bu esas motifi pek çok şekilde mevcuttur. En çok tanınan şekillerinden birine göre şehzade, insan oğlunun sonsuz acılarını görerek saadet verici cevheri, çinta-maniyi aramak için uzun bir yola çıkar. Bu romantik hikâyeyi budist din edebiyatı alarak ve renkli, şairane hayallerle süsliyerek müminlerine sunmuştur. Mücevher ariyan şehzade hikâyesi bugün en çok okunan budist masallarından biridir ve Tibet'te, Moğolistan'da, Çin'de aynı derecede yayılmıştır. Fakat bu yayılış "yeni değildir. İç-Asya'da keşif olunan budist metinler arasında hemen bütün hatırı sayılır dillerden ele geçmiştir ve birçok tam veya parça metin bize bunların eski zamanlarda yalnız bilinmekle kalmayıp, çok okunduğunu da göstermektedir. Saadet ariyan ve iyi ahlâkiyle fazileti kardeşinin, Köiü-şen-zade'nin fenalıkları yanında daha ziyade sivrilen îyi - şehzade'nin (/y1 masalını Dun-huan% Uygar yazmaları arasında da bulmuşlardır. _ £(1^ Dun-huanğ Uygur kitabı başından ve sonundan eksiktir, ortasından da birkaç yaprak düşmüştür, böyle olmakla beraber o meşhur hikâyeyi burada yine takibedebilmekteyiz. İyi - şehzade atına binerek şehirden çıkar. Tarlalara varınca orada çiftçilerin sapanlariyle toprağı sürerlerken toprak kurtlarını da meydana çıkardıklarını ve bulutlardan inen kuşların bu biçare, zararsız mahlûkçukları yuttuklarını görür. Daha yolunda ilerledikçe yırtıcı kuşların, halıkçıların, avcıların ve kuşçuların canlı mahlûkları nasıl yok ettiklerini görür. İyi - şehzade'nin kalbi acı ile burkulur. İnsanların ata, öküze eziyet ettiklerini, koyunu, domuzu ve daha başka hayvanları boğazladıklarını görür.* İnsanlar hayvan-
270
B İ I . İ N M İ VKN !(,; —A»V.\
ların derisini yüzüyorlar, kanını alıyorlar, etini satıyor ve yiyorlar. Bütün bunlar kendisine dokunur ve ağlıyarak saraya döner. Hükümdar, sevgili nazlı oğlunun ne kadar kederli olduğunu fark edince ne olduğunu anlamak için onu sıkıştırır. İyi - şehzade şehirde ve şehirden dışarda neler gördüğünü anlatır. Bunun üzerine hükümdar, kederli çocuğunu avundurmak için ıstırap çeken, sefil insanlara istediği kadar yardım etsin diye, sarayındaki bütün hazinesini, mücevherlerini ona bağışlar. Şehzadenin sadaka dağıttığı haberi dünyanın dört bucağına yayılır, bunun üzerine sabahtan akşama kadar saraya dilenciler akın eder. Günler, aylar geçer, şehzade hazineyi dağıta dağıta nihayet pek az bir şey bırakır. O zaman başadamlardan biri, haznedar, bu çılgınca israftan şikâyete başlar. Fakat iyi - şehzade yine sadaka dağıtmağa devam eder. Hemen her şey bittiği zaman bütün öteki devlet adamları, inançlar ve buyruklar gelerek kurala: «Şevketli, devletin, memleketin temeli zenginliktir, zenginlik tükenirse devleti, memleketi nasıl idare e-deriz?» derler. Ertesi gün dilenciler geldiklerinde haznedarlar orada yoklar-mış, bir şey alamazlar, hepsi de sızlanarak iyi - şehzade'ye varırlar, o da ağlamağa, düşünmeğe başlar. «Hazine benim değil ve hükümdar babam herhalde halkın dilinden korkuyor, onun için sadaka dağıtmamı istemiyor. Artık kendi malımdan hayır işliyece-ğim.» Böyle düşünerek memleketin ilerigelen adamlarını toplar ve onlardan servetin ne türlü toplanabileceğini sorar. Bunlardan biri toprağı işler, pamuk veya kendir yetiştirirse zengin olabileceğini söyler. Öteki hayvan üretmeyi salık verir. Üçüncüsü ise en kolay zengin olma yolunun batıya ve doğuya gidip ticaret yapmak olduğunu ileri sürer. Bu cevaplardan hiçbiri İyi - şehzade'nin hoşuna gitmez, fakat dördüncüsü, kanun bilir bir hakim denize çıkmasını ve yeryüzünde yaşıyan insanların her dileğini yerine getiren çin-tamani denilen mücevheri arayıp bulmasını söyleyince bu fikri hemen beğenir. Hükümdar bunun güzellikle önüne geçmek, iyi oğlunun tehlikeli bir yola gitmektense hazinesinde daha ne kalmışsa ona vermek ister. Zira o insan yutan deniz canavarı orada deniz yolcularını beklemektedir. Onun tesadüfen uykudan uyanması yetişir, gemiyle birlikte herkesi yutar. Ya o denizdeki koca korkunç dağlar,
B İ I. İ N M İ V K N
i t}—A» V A
271
gözle de görünmezler, çünkü su rengindedirler, gemi ona çarpar, parça parça olur, içindeki yolcular korkularından ölürler. Bundan başka gemiye deniz cinleri de hücum edebilirler, bir yerini deler ve batırırlar. Koca dalgalar gemiyi devirirler, yahut da korkunç bir rüzgâr çıkar ve hepsi denize dökülürler. Hükümdar ve karısı ağlar, kederlenir, başadamlar ağlaşırlar. Fakat ne kadar yalvarır-larsa para etmez, iyi - şehzade niyetinden ayrılmaz, çünkü «çin-tamani mücevheri ejderlerin kiralında bulunmaktadır ve onu kim ele geçirirse dünyadaki bütün canlı mahlûkları bahtiyar kılabilir». Hükümdar buna bir şey diyemez ve seyahate razı olur. İyi -şehzade'nin yanına deniz yollarını bilen beş yüz tacir verir ve Ba-ranas (Benares) şehrinden, hayatında beş yüz kere denize açılmış ve her defasında bir arızasız, kazasız dönmüş olan en tanınmış dümenciyi getirtir. Bu dümenci çok ihtiyarmış, seksen yaşında varmış, hem iki gözü de görmezmiş. Hasılı bu kör dümenci de İyi -şehzade'nin yanına katılır, beş yüz tacir biner, gemilere yiyecek, içecek, hayvan ve bu uzun yolda daha ne lazımsa her şey yüklenir. Hemen hareket etmek üzere iken Kötü - şehzade acele acele gelerek o da aralarına katılır. «Anam babam sade ağabeyimi, lyi-şehzade'yi seviyorlar, benden nefret ediyorlar. Şimdi ağabeyim denize çıkar da saadet getiren çintanıaniyi ele geçirecek olursa onu daha çok sevecekler, benim halim daha kötü olacak.» Böyle düşünerek o da onunla gidor. Yedi günlük uğraşmadan sonra gemiler yola çıkar ve günlerce süren bir yolculuktan sonra da mücevherler adasına varırlar. Yedi gün dinlenirler, yedinci gün gemiyi her türlü mücevherle ve has inci ile doldururlar. Ama tyi-şehzade yine de mesut değil, çünkü bu birçok mücevherle ne kadar çok iyilik yapabilse de çintamani yine de onda değildi. Adamlarını ve kardeşini, Kötü - şehzade'yi tı-kabasa dolu gemide bırakıp yanına yalnız kör dümenciyi alarak çintamaniyi aramağa gider. Kâh bellerine, kâh boğazlarına kadar çıkan suda bata çıka yedi gün gittikten sonra nihayet Gümüş-ada dağına varırlar. Orada toprak da, kum da halis gümüştendi. Bitkin düşen ihtiyar dümencinin artık takati kalmamıştı, öleceğini anladığından İyi - şehzade'ye oradan ne tarafa gideceğini anlatır. Oradan dosdoğru giderse Altın - dağ'a varırdı. Altın dağ'da mavi lotus çiçekleri açar. Lotus çiçeğinin her birinde bir zehirli yılan" gizlenir.
272
BİLtNMtYENİÇ-ASYA
Zehirleri, duman gibi çiçeğin etrafına dağılır ve öldürücü tesiri u-zaktan bile tehlikelidir. Daha gidilince ejderler kiralının mücevherli şehrine ve sarayına varılır. Bu şehrin ortasından yedi sıra hendek geçer, bunların içinde, her yerde ejderler ve zehirli yılanlar yatmaktadır. Fakat korkmadan gitmeli, saraya, ejderler kiralının yanına varmalı, aradığı mücevheri onda bulacaktır. Dümenci bunları söyliyerek ölür. İyi - şehzade gerçekten onun dediğini yapar ve günün birinde ejderler kiralının şehrine varır. Şehrin kapısında dört kız mücevher ip örerlermiş, bunlar kapının bekçileriymiş. Gider gider, başka bir kapıya varır, orada da dört dilber cariye gümüş ip örerek kapıyı beklemektelermiş. Sarayın kapısında da gayet güzel sekiz kız altın ip örerlermiş. Ejderler kiralı İyi şehzade'nin kendisini görmek istediğini duyunca bir şey demeden onu içeri alır, çünkü bu kadar tehlikeyi ve engeli aşarak saraya kadar gelen ancak bodhisattva o-labilir. Onu mücevherli tahtına oturtur. Budist akidesinin tatlı sözlerini dinledikten sonra çintamaniyi çıkarıp kendisine verir. İyi -şehzade ejder kiralının sarayında yedi gün kalır. Yedinci gün bir ejderin sırtına binerek okyanusu geçer ve geminin olduğu yere salimen varır. Mücevher yüklü gemiden sade kardeşini Kötü - şehzade'-yi bulur. İki kardeş birbirini görünce sevinçlerinden ağlaşarak sarılırlar. Kendilerine geldikleri zaman Kötü - şehzade denizde büyük bir fırtınaya tutulduklarını, beş yüz tacirin hepsinin telef olduğunu, kendisinin de bir gemi parçasına sarılarak güçbelâ kıyıya çıkabildiğini anlatır. İyi - şehzade bu gaileli yolculuktan pek çok yorulmuş olduğu için uykuya dalar. Bunun üzerine Kötü - şehzade kafasında fena niyetler hazırlıyarak bir kazık bulur ve ucunu sivriltip onunla u-yuyan ağabeyinin gözlerini çıkarır ve mücevheri alıp kaçar. İyi -şehzade duyduğu acıdan, kıyıya düşmüş bir balık gibi yerde kıvranır ve hıçkırıklarla kardeşini çağırır ama o zamana kadar öteki çoktan uzaklaşmış olur. O vakit ansızın yanında bir koruyucu melek peyda olarak onu en yakın memlekete, tesadüfen, seçtiği yavuklusunun babasının hüküm sürdüğü yere götürür. Şehzade nereye vardığını bilmediği gibi, hükümdar da bu kör dilencinin kendisinin ilerdeki güzel güveyisi olduğunu anlamaz. Şehrin kapısına vardığı zaman kiralın çobanı tam o sırada beş
BİLİ NM İ Y E N
İÇ —ASYA
273
yüz ineği çayıra sürüyormuş. Sığır sürüsünün önünde giden boğa bodhisattva - şehzadeyi görünce korurcasına ona doğru eğilir, inekler etrafına toplaşırlar ve dilleriyle kanlı, yaralı gözlerini yalıyarak içindeki, çörçöpü giderirler. Sığır çobanı da oraya gelerek kendisini sefil kör dilenci olarak tanıtan İyi - şehzade'yi alıp evine götürür. Başına gelen felâketlerin haberi etrafa duyulur da o yüzden Kötü -şehzadeye bir zarar gelir diye kim olduğunu anlatmaz. Biraz iyileşince çobanın kendisine armağan ettiği kopuzu alarak şehre gider. Orada bir köşeye oturarak güzel bir sesle okuyup çalmağa başlar. Herkes etrafına toplanır, hoşlanarak dinlerler ve yiyecek, içecek verirler. Memleketin hükümdarı yüreği merhametli bir adammış, avlusunda beş yüz dilenciye bakarmış. Şehirde çalıp söyliyerek dilenen kör şehzadeyi görünce onu da yanına alır ve meyva bahçesine bekçi yapar. Uygurca metin burada bitiyor, fakat masalın arkası şöyledir?\ Hükümdarın kızı kör dilenciye âşık olur ve kendisine varır. Sonra 1 mucize kabilinden delikanlının gözleri açılır, derken kör dilencinin / İyi şehzade'den başka kimse olmadığı, hükümdarın kızı ise (onurt şimdiki karısı) eski nişanlısı olduğu meydana çıkar. Mesut şehzade ; karısiyle birlikte babasının memleketine döner ve kardeşini, Kötü \ şehzade'yi hapisten kurtarır. Sonunda masalcı, İyi - şehzade'nin) Buddha'nın hayatının bir tenleşmesi, hükümdarla karısının Gauta-ma'nın ana babası ve Kötü - şehzade'nin ise onun hain kardeşi Rahu olduğunu da açığa vurur. Şimdi bu masal tarzının Barlam ve Yoazaf şeklinde Batı'ya ge- t çen hikâyesini inceliyecek değiliz. Fakat şunu işaret etmeden ge- 1 çemiyeceğiz ki, Dun-huanğ mağaralarındaki duvar resimlerinden biri de konusunu buradan almıştır ve tam ineklerden birinin şehzadenin gözlerini yaladığını göstermektedir. İyi - şehzade hikâyesinin Dun-huanğ'da ele geçen Uygurca el yazması daha az önemli olmıyan başka bir meseleyi de ortaya çıkarmıştır. Bu metin buraya nereden gelmiştir? Turfan, Kuça veya Sogd kitapları ve yazmaları gibi bunu da Dun-huanğ'a hacılar mı getirmişlerdir, yoksa buralarda mı yazılmışlardır? Evvelce görmüştük, ki, Orkhon Uygur devletinin yıkılışından sonra başlıyan dağılma zamanında Uygurların yalnız bir kısmı TurF. 18
274
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
fan'a gitmişti. Öbür kısmı ise Çin'in bugünkü Gan-su eyaletine sığınmıştı. Çin kaynakları, siyasi bakımdan o kadar önemli olan Turfan kümesi ile de oldukça az meşgul olurlar, öteden beri daha az önemi olan Gan-su Uygurları hakkında ise hemen pek az bir şey söyliyecekleri kendiliğinden anlaşılır. Fakat bu pek az bir şey onların tarihlerini, hattâ yabancı Türk kabileleri seli içinde Turfan Uygurlarının adlarının bile unutulduğu sonraki zamanlarda da açıkça takibedebilmemize fazlasiyle yetişir. /Gan-su iskân alanında oturanlara çok eskiden, daha Moğol çağında«SanUygurlar»adı verilirdi. Onları Plano Carpini bu adla andığı gibi Çin - Moğol hanedanının resmî tarihi, Yüan-şı da böyle tanır. Bu sonraki kaynak Macaristan'a da uğramış olan ünlü Moğol komutanı Subutay'ın 1226-da Hami'nin taşlı çölünü geçerek Sarı Uygurlara boyun eğdirdiğini söyler. Daha sonraki bir Çin tarih kitabı Sarı Uygurların nerelerde oturduklarım da yakından anlatır, çünkü Çin askerî garnizonlarından birinin Gan-cov'dan 1500 li uzaklıkta güney-batıda bulunan An-dinğ'in onların ülkesinde bulunduğunu söyler. Çin başkentini 1081 - de ziyaret eden bir Kho-tan elçiliği de Khotan'dan Tangut'a giderken Sarı Uygurların çölünden geçtiklerim kaydederleryBütün bu verintilerden Uygurların bu kümesinin Gan-su'nun en batı kesiminde Hami çölünün güney, Tsaydam'ın kuzey tarafında oturdukları neticesine varılır. XIII. yüzyılda Çin'in batı sınırlarında görünen müslüman orduları da Sarı Uygurlarla dövüşmüşlerdir. / Geçen yüzyılın sonunda Rus bilgini Potanin'in, birinci dünya harbinden önce de Finlandiya'lı Mannerheim'ın uğradığı ve bugünkü adiyle «Sarı Yögur» denilen Sarı Uygurlar bunlardır. Bugün de hâlâ eski kaynaklara göre arıyabileceğimiz yerde, Su-cov ve Gan-cov dolaylarında oturmaktadırlar. Bunlar Çinlilerle, Moğollar veya Tangutlarla birlikte nereye yerleşmişlerse orada dillerini kaybetmişler ve yabancı kavim içinde tamamiyle erimişlerdir. Fakat rahatsız edilmeksizin kendi hallerinde yaşadıkları yerlerde de eski geleneklerinden, bugünkü fakir durumlarım eski tarihlerinin belli başlı olaylariyle birleştirecek bir şey kalmamıştır. Efsaneleri yoktur, masal nedir bilmezler, kendi dillerinde türkü söyliyemezler. Eski budist dinini olduğu gibi muhafaza etmişler, sade bu bölgede yayılmış olan tarikata, lâmaizme katılmışlardn\ Başka alâmetler-
Btl.t NMİ YKN
İÇ —ASYA
275
den de çıkarabileceğimiz gibi bu katılışları da yeni bir şey olmayıp \ herhalde daha Moğol çağı sonlarında olmuştur. \ Körösi Csoma'nın, ülkelerine varmağı o kadar özlediği Yugarlar işte bunlardır. 1 Sade dışı gören kimse Gan-su Sarı Uygurlarının bugünkü fakirliklerinden, önemsizliklerinden yanlış neticeler çıkarabilir. Daha ciddî incelemelerle bu toprak bugün bile eski büyüklüğü, budist medeniyetini yayma alanındaki rolü hakkında Potanin ve Mannerheim'ın seyahat raporlarında tahmin edildiğinden fazlasını söyler. Tanınmış Rus bilgini Malov da hemen birinci büyük harbden önce i Sarı Uygurlar arasında dolaşmış ve bir şey ifade etmiyen etnograf- I ya incelemeleri yerine dikkatini geçmişi araştırmağa çevirmiştir. I Bu teşebbüsü beklenmedik bir başarı taçlandırmış ve birçok kü- I çük yazılı eser yanında Uygur diliyle yazılmış budist edebiyatının I bugün için en hacimli, kalın bir cilt tutan metnini «Altın ışık - sutra» I denilen kitabı bulmuştur. Bazı sayfaların sonlarına yazılmış olan notlardan hayretle görüyoruz ki, bugün, Uygur yazısının ne olduğu bilinmiyen Sarı Uygurlar toprağında, nispeten çok geç zamanlarda, XVII. yüzyılda böyle kocaman bir kitabın sureti çıkarılmıştır. Kitabın Uygurca tercümesi ise çok daha önce, herhalde Turfan'da bulunan öteki Uygurca budist eserlerle aynı zamanda yapılmış ol- j malıdır. XVII. yüzyıla ait olup Gan-su civarında bulunan suret eski budist edebiyatının bu toprakta kaybolmuş olmadığının, hattâ eski edebî dil bilgisinin ve yazı sanatının yaşamakta devam ettiğinin I en parlak belgesidir. Budizmin Uygurlar vasıtasiyle XIII. yüzyıldan itibaren Moğollar arasında nasıl yayılmış olduğunun asıl anan-! tan da bu Gan-su Sarı Uygurlarının elindedir. Araştırmalar sırasında bir müddet sade şunu görmüştük ki, Moğolların kendi dillerini tesbit için ilkin hiç değiştirmeksizin kullandıkları yazı garip bir surette Uygur yazısından türemedir ve eski yazıda bulunmıyan bugünkü ayırdedici işaretleri ise sonradan bulmuşlardır. Moğol geleneğine göre yazının kabulünde başarıları görülen okumuşlar hep budist keşişleri idi ve bu keşişler yalnız yazının değil dinin yayılmasında da, bugün görüldüğü gibi, küçümsen-miyecek gayretler göstermişlerdir. Moğol dilinin budist kelime hazinesi Uygur unsurlarla tıkabasa doludur, bunların içinde öyleleri vardır ki. Uygurcayada başka dilden, Kuça, Tokhar veya Sogd dil-
276
B İ L İ N M I YEN İÇ —ASYA
lerinden geçmiştir. Moğollar içindeki Uygur aydınları Moğol ve Uygur dillerine pek çok budist mukaddes kitabı tercüme etmişlerdir. Moğol mukaddes kitaplarından birinin sonuna karalanmış bir haşiyeden ilkin, hususiyle yetecek kadar Moğolca tercüme kitaplar yokken, Moğol budistlerin din dilinin Uygurca olduğunu da anlıyoruz. Fakat Moğollar Uygur medeniyetiyle Turfan vahasında değil Batı - Çin'in Gan-su eyaletinde yaşıyan Uygur iskânı vasıtasiyle tanışmışlardır. Kendimizi tahminlere terk etmemize lüzum yoktur. Şu anlatacağımız şey Moğollar arasında ilk Uygurca okumuşların Gansu'lu olmalarından daha çok şey ifade eder. Büyük han Kubi-lay'ın zamanında onun iki kardeşi, Dorta ve Godan beylere Gan-su'-da Lianğcov şehri yakınında aile malikânesi verilmişti. Dorta ile Godan oradaki Uygur budist papazların teşvikiyle budist dinini kabul etmişler ve neofitlere mahsus din gayretiyle budizmin ve onunla beraber olan Uygur-Tibet medeniyetinin insafsız yayıcısı kesilmişlerdi. Uygur papazları ve ilerigelenleri, Moğolların Çin imparatorluğunda çabucak seslerini duyurabilecek bir duruma gelmişlerdi. Bazı hükümdarların zamanında Uygur politikacılariyle papazları göze çarpacak büyük roller oynamışlardı. Meselâ Çin-Moğol imparatorlarından Külüg hana tarihçiler, aşırı derecedeki Uygur dostluğundan ötürü Uygur hükümdar demişlerdi. Çin'deki Moğol hanedanının düşmesiyle Uygurların altın çağları da sona ermiş, ister istemez Gan-su'daki yerlerine, manastırlarına çekilmişlerdir. İki yüz yıl kadar bir zaman, âdeta adları hiç duyulmadan böyle geçmiş, neden sonra yeniden sahnede görünmüşlerdir. Fakat garip bir surette o zaman da Moğollarla yine din gayretleri dolayısiyle temasa gelmişlerdir. Moğol hanedanının düşmesiyle Kubilay'ın göçebe kavmi atalarının meralarıria çekilir çekilmez budist dinini unutuvermişlerdir. Bunda zorluk da çekmediler, çünkü kendi topraklarında manastırları yoktu, en çoğu yabandan gelme olan papazları ise ilk tehlikeyi görür görmez dağılmışlardır. XV. yüzyılın sonunda Huanğ-ho'nun kuzey - doğu dirseğinde Kuku khoto bölgesinde yeni bir Moğol imparatorluğu henüz kurulmuştu ki, çok geçmeden Gan-su'lu Uygurlar yine ufukta gözükmüşlerdir. Kuku khoto Moğol devletinin hükümdarı. Altan han, za-ferli savaşları sırasında Gan-su'ya, Uygurların oturdukları yere de
B İ L İ N M t YEN
ÎÇ-ASYA
277
varmıştır. Bu başarılı seferden başkentine zengin ganimet ve pek çok esirle dönmüştür. Esirler arasında birkaç Uygur budist papazı da vardı ki, ne olacağız diye hiç telâşa düşmemişler, tersine olarak, bir yolunu bulup Moğol hanına yaklaştıkları gibi, ne yapıp yapıp onu budist dinine çevirmeğe de muvaffak olmuşlardır. Tibet budiz-minin, lâmaizmin reformu bu yakınlarda olmuştur. Eski, bozulmuş, kızıl tarikat denilen saltanat yıkılmış ve Amdo bölgesinden Tsongkhapa'nın ıslahatı, sarı şapkalıların dinini Tibet'ten sonra şimdi Moğollar arasında da yaymağa başlamıştır. Altan hanın Uygurları esaslı iş başarmışlardır, bugünkü M07 ğolistan'ın budizmi de onların gayretleriyle meydana gelmiştir.^
BİLİNMİYEN
XVI. ESKİ T İB E T Tibet budizminin başlangıçları. — Padma Sambhava tarikatı ve lamaizm. — Pagan kıral Lang darma ve kaatili, Dpal rda - rce lama.- Atişa- ve Kalaçakra-sistemi.- Tibet kronolojisi.- T'bet'in etki pagan inam, ban dini.— İf-Asya'da keşif olunan Tibet eserleri.— Tibetlilere komşu etki kavimler.
Tibet hükümdarı Totori, sarayından çıktı ve açılan göklerden ayaklarının önüne görülmemiş şeyler, ibadet için bağlanmış iki el, altın yaldızlı küçük bir stupa ve içinde o sihirli çintamani taşiyle bir de kitap bulunan ufak bir sandık düştü. Hükümdar gökten gelen bu eşyanın mânasını, ne işe yaradıklarım ne kadar kafa yorduysa anlıyamadığı gibi başadamları ve bakanları da anlıyamadılar. Fakat, neye yararlarsa yarasınlar, bu dört parça gök eşyasını atmağı hatırına getirmedi, onları saray haznesine kitlettirdi. Muhafazaları altına verilen eşyanın ne iş göreceğini, ne ifade ettiğini keza anlamıyan haznedarlar bunları hazne dairesinin en altına, yere bırakıverdiler. Lâkin gök eşyasının böyle aşa-ğılanışı dehşetli akıbetler* doğurdu. Hükümdarın başına üst üste felâketler geldi. Çocuklar analarından kör olarak doğdular, ekinler ve meyvalar dondu, hayvanlar kırılmağa başladı, kıtlık çıktı, arkasından da öldürücü bir salgın memleketi kapladı. Tibet baştan başa kan ağlıyordu. Kırk yıl böyle geçtikten sonra nihayet bir gün hükümdarın katında esrarlı beş yabancı adam göründü. O zaman bunlar bu sonsuz ıstırapların ve sefilliğin neden ilerigeldiğini anlattılar. Beş yabancı nasıl beklenmeden geldiyse yine öyle kimseye gözükmeden kayboldu. Ama hükümdar onların dediklerini anlamıştı, hazne dairesinden o dört parça gök armağanını getirtti, onları bayraklarının ucuna bağlattı ve herkesin bunların önünde secdeye kapanmalarım emir etfi. Şaşılacak şekilde, bütün belâlar birden geçti. Nur topu gibi çocuklar doğmağa başladı, ekin ve meyva bol oldu, açlık ve ölet
tÇ — ASYA
279
sona erdi, dür.ya şenlik ve 5::r\detle doldu. Gökten gelen bir ses To-torfye, haleflerinden beşincisinin, bu dört mübarek eşyayı kullan masını da bileceğini anlattı. Bu fal çıktı. Totori'nin, tahtında beşinci halefi olan Srong-btsan Sgam-po memleketine budizm dinini soktu ve bununla gerçekten budistliğin dört mukaddes alâmetinin mânasını anladığını gösterdi. Srong-btsan Sgam-po İ. s. 617 - de doğdu ve dünyaya gelişip birtakım mucizeli alâmetlerle oldu. Buddhalar ve bodhisattvalar bu doğumu kutladılar, gökten çiçek yağdı ve yer, altı kere deprendi. <7" Budizmin Tibet'e girişini ve orada yayılışını yerli hikayeciler işte böyle renkli masallarla anlatırlar. Srong-btsan Sgam-po'nun gerçekten tarihî olan şahsiyetini, dinci gelenek, yere inmiş tanrı şekline sokmuştur. Sjong-btsan^Sgam-^o. sevdiği meır.'eketi ve halkını, selâmete eriştiren dinin sırlarına erdirmek için Tibet'e inmiş olan merhametli Avalokiteşvara'nın yeryüzündeki tenleşmesidir._Bu_iifc_ saf nedir hilmiyen varı vahşi göçebe hükümdarın, îç - Asya ile Çin'e Tibet silâhlarına, sa,yg' flöstermeyi öğreten bu pervasız istilâ-cıgm, budist hikayecilerinin hayran kalemleriyle nasıl biraziz^ hattâ bir merhamet tanrısı haline getirildiği hayret ve dikkate değer. Muzaffer göçebe hükümdarların örneğine uyarak o da ilerige-len yabancı ülkelerden kendisine bir karı edindi. Önce Nepal kiralının kızı Bhrikuti, sonra Çin prensesi Ven-çınğ ile evlendi: Her iki gelin de önce kendilerini almağa gelen elçilerle o ıssız, vahşi memlekete gitmekten çekinmişti, fakat sonradan, içlerindeki ilâhî sesi dinliyerek yola çıktılar. Her iki kadın da gayretU budist mümini idiler ve her ikisi de o gururlu, pagan kocayı budist akidesinin nurlu yoluna getirmeye aynı şekilde niyet etmişlerdi. NepaTh prenses yeni vatanına yalnız başına gitmemiş, yanında budist bilginleri, mukaddes kitaplar getirmişti. Çin prensesi de böyle yapmış, fazla olarak o, yanına santal ağacından yapılmış sihirli bir Buddha heykelciği de almıştı. Tabiatiyle bu iki budist karı çabucak yere inmiş tanrıçalar oluverdiler. Şurası muhakkak ki, Srong-btsan Sgam-po iki budist karısının tesiri altında gerçekten bu yabancı dine ilgi göstermeğe başlamış ve Tibet budizminin ilk kanadlanışı onun saltanatı sırasında olmuştu. Fakat sonraki din ulularının yazdıkları gibi, budizmin eli kılıçlı ya-
280
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
yıcısı olduğu da abartmadır. Geleneğe göre Tibet yazısının kabulü ve yayılışı da Srong-btsan Sgam-po'nun eseridir. Güvendiği baş-adamlarından birini, Thonmi Sambota'yı, kavmine bir yazı verdirtmek için on altı kişilik bir heyet halinde Hindistan'a yollıyan o idi. Thonmi Sambota, üzerine aldığı işi mükemmel bir şekilde başardı. Kendisince bilinen Hindistan yazılarından Tibet alfabesini meydana getirdiği gibi, ilk Tibet gramerini ve Tibetçe ilk tercümeleri de o yaptı. Onun memlekete dönüşünden sonra Srong-btsan Sgam-po kendisi de dört yıl gayretle çalışarak yeni bilgiyi elde etti. tik büyük Tibet hükümdarı bir başkent kurdu, bugünkü Lha-sa'nın yüksek bir yerinde sarayını yaptırttı. Karılarının adına manastırlar ve tapmaklar kurdurduğu gibi, kendi din gayretine uyarak başlıca budist mukaddes kitaplarını Tibet diline çevirtti. Tibet'li din ulularının sonu gelmez alayı ilk aziz kurallarının şeklini dindarlığın bütün alâmetleriyle ne kadar süslemek isteseler de, saltanatı sırasında budizmin hiç de o kadar derin kök salmış olmadığı kendi eserlerinden de anlaşılmaktadır. Zira ölümünden sonra gelen yüzyılın hâdisesizliğini, önemsizliğini bu eserlerinde, yeni dinin gelişmesini, yayılışını gösterecek hareketlerle kendileri bile doldurmağa muvaffak olamamışlardır. Aradan bir yüzyıl geçtikten sonra, Tibet budizminin pek ziyade tazim gören başka bir siması, hükümdar Khri-srong Lde-btsan sahnede görünüyor. Bu dinci hükümdarın hayatını, akide uğrundaki emeklerini ne türlü hikâye ettiklerine bakılınca bundan Tibet'te budizmin onun zamanında da henüz pek zayıf temeller üstünde durduğu görülür. Khri-srong Lde-btsan Çin'li bir anadan dünyaya gelmişti. Her ne kadar anası gibi kendisi de gayretli bir budist idiyse de, eski pagan «kara din» e çeken büyük adamların kör taassubu yüzünden, dinini ancak sonradan açığa vurabilmiştir. O zaman da bunu, kendilerinden emin olduğu sadık adamlariyle âdeta bir darbe tertibetmek ve paganların menfaatlerini gözeten başbakanını ansızın yakalatıp diri diri gömdürmek suretiyle yapmıştır. Esasen budizmin Tibet'teki yayılışı da ancak o zaman başlamış ve budizm uluları da Tibet'te ilkin o vakit görünmüşlerdir. Bunların gelişleri ve yayımlarda bulunmaları, Tibet'teki budizm tarikatlarının tarihiyle aynı şeyi ifade eder.
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
281
Hükümdar Khri-srong Lde-btsan'ın darbesi muvaffak olunca cemaatin ilk işi Hindistan'dan, budizm akidesinin tanınmış bilgini Şanti Rakşita'yı davet etmek oldu. Şanti Rakşita geldi, fakat hâlâ kolay bir iş karşısında değildi. Pagan dininin başkoruyucularını L şuna temizlemişlerdi, halk zoraki değişikliğe bir türlü yanaşmıyordu. Budist geleneğinin anlatışına göre, bu yabancı papaz va'zetmeğe başlayınca korkunç bir gök gürlemesi olmuş, bir şimştl düşerek kıral sarayını harap etmiş, nehirler taşmış, sürüler yok oımuş ve dehşetli bir ölet insan saflarını seyreltmişti. Başka bir deyimle, hoşnutsuzluk gösteren Tibet'liler ayaklanmağa başlamışlardı, o korkunç alâmetlerin sayılması ise Şanti Rakşita'nın Tibet'ten Nepal'e öyle ansızın gidivermesini örtbas etmek için uydurulmuş saf bir buluştan başka bir şey değildir. Geleneğe göre Şanti Rakşita kendi kudretinin yetersizliğini görerek Khri-srong Lde-btsan'a, kendi yerine memleketine bütün engelleri ve tehlikeleri pervasızca yenmesini bilen budist büyücüsü Padma Sambhava'yı salık verdi. Padma Sambhava Hindistan'ın kuzey-batı sınırında, bugünkü Keşmir ile Afganistan arasında uzanan ülkede doğmuştu ve orada yaşıyordu. Bu ülkede budizm garip bir değişikliğe uğramış ve yerli pagan unsurlarla karışarak acayip bir şekle girmişti. Eski temelin yerini, sihirbazlık, efsunculuk, birtakım mânâsız muskalar, büyüler, esrarlı şeyler almıştı. Pıdma Sambhava Tibet'e, budizmin bu çığ-rından çıkmış şeklini getirmişti. Her şeyden hoşnutsuzluk gösteren pagan Tibet'liler onun yayımlarına* daha çabuk ısındılar, zira kendi dinleriyle bu yeni yayımlanan akide arasında pek çok yakınlık vardı. Üstadın etrafım bir alay çömez sarmıştı ve bunlar kendilerinin sahip oldukları sihirli kuvvet karşısında ne maddi ne de ruhi hiçbir engel bulunmadığını övünerek yayıyorlardı. Gelenek bunların içinden tanınmış olanları adlariyle saymakta ve kimin hangi büyünün ustası olduğunu da ilâve etmektedir. Sâf Tibet'lilerin kendilerini nelere inandırdıklarını görmek insanr hayrette bırakır. Padma Sam-bhava'nın çömezleri gün ışığına binerler, bir kazığı kayaya terpya-ğına saplar gibi saplarlar, ölüyü diriltirler, kuş gibi havada uçarlar, yırtıcı hayvanları ve kuşları elleriyle tutarlar, yaban domuzunun sırtına binerler, suyun içinde balık gibi yüzerler, tuğla yerler, leşleri altm yaparlar, şimşeği tutar ve onu yaylariyle, ok gibi atarlardı.
282
BİLİNMtVEN
İÇ —ASYA
Padma Sambhava'nm tarikatı bu idi. O, budist keşişlerinin perhizci hayatını yaşamaz, iki karısı bile bulunurdu. Kendisinin, dinin kurucusu Gautama Buddha'dan daha büyük sihirci olduğunu ilân ederdi. Altın yapmasını bilmekle, büyülü içkilerinin aldatmaz oluşiyle ve simya biliminin en büyük üstadı olmakla övünürdü. Öyleyken yine de aziz hayatı sürmek, tanrı sülâlesinden gelmiş olmak ve gökten inmiş bulunmak gibi bin bir efsaneye bürünerek yalnız Tibet budizminin panteonuna girmekle kalmamış, orada en büyük şeref yerine de geçmiştir. Padma Sambhava Amitabha'nın mânevi evlâdadır ve kör kıral Indrabhuti'nin oğlu olarak bir lotus çiçeğinin ortasından doğmuştur. Kıral Indrabhuti aziz hayatı süren mübarek bir zattı, bütün malını, hazinesini fıkaraya dağıtnvş, öyleki kendisine hiçbir şey kalmamıştı. Hazinesi boşalınca uzun yolculuğa çıkmış ve tehlikeli uzak denizlerden geçerek hazineler adasından, bütün niyetleri yerine getiren cevheri, çintamani taşını alıp getirmişti. Dindar kıral semavi oğlunu, Padma Sambhava'yı yetiştirmiş ve onu Seylân'lı bir prensesle evlendırmişti. Kıral oğlu bolluk içinde rahat bir hayat geçirebilirdi, fakat gökten gelen işareti dinliyerek, dünya gösterişlerinden yüz çevirdi ve kendini büyücülüğe verdi. Kıral sarayının balkonunda çırılçıplak dans etti ve elinde tehditçi bir şekilde kaldırdığı sihirli şimşek - vacra ile kıral babasının tâbilerini arka arkaya öldürdü. Artık onun fazla dindarlığı para etmiyordu; taşkınlığı haddini aşmıştı. Bunun üzerine yüksek büyücülük ilmine kulak asmıyan başadamlar onu kazığa oturtma cezasına çarptırmışlardı. Fakat Padma Sambhava'nm sihirbazlığı boşuna değildi, böyle ufak tefek şeyler onun keyfini kaçıramazdı. Hiç istifini bozmadan önce dinsiz hâkimlerine, şimşek - vacra ile öldürdüğü adamların hepsinin de bozulmuş insanlar olduğunu ve evvelki hayatlarında işledikleri kötülükler yüzünden bu cezayı haketmiş bulunduklarını ispat etti. Muvaffakiyetli müdafaasının neticesini merak bile etmedi, —halbuki ölüm cezası sürgüne çevrilmişti — ve sihirli atının, Valahaka'-nın sırtına atlıyarak cinlerin yardımiyle havada kayboldu. Bu acayip kaçıştan sonra Padma Sambhava bütün ülkeleri dolaşmış, bütün bilimleri, — tabiî başta yıldızlar bilimi, kimya, simya bilimleri olmak üzere — öğrenmiştir. Bilimlerin hepsini yuttuktan sonra vücudu havada dağılıp kayboldu. Derken bütün gökleri dol-
BiLtNMtYEN
t Ç — A S1*A
283
durdu ve vücudundan alkım renkli pek çok bulut meydana geldi. Akidelerinin yayımına o zaman çıktı. Doğduğu memleketi. Urdyan'ı ziyaret etti, dünyanın sekiz bucağını dolaştı, nereye gittiyse orada «akidesinin çarkını çevirdi». Padma Sambhava'mn uysal, her şeye yatan gayretli din çeviriciliğinin karakteristiği, budist geleneğine göre de, dolaştığı yerlerde hep orada yayılmış hurafeleri ve -fjİn_Rffr"?1f>rİ'1İ föz önünde tutarak akidelerini yer ver dpğistirmc-lİdİL. Pagan âdetlerine inatla sarılaıT~TIbeTte~<r"kari3r haşarı elclc' etmesi herhalde bundandı! Padma Sambhava'nm akıbetinin, doğuşu ve dünyadaki yalayışı gibi esrarla dolu olduğu ise tabiidir. Son saati çaldığı, eserini tamamlamış olduğunu gördüğü zaman bir sıçrayışta sihirli atma bindi. Dudaklarından son bir işaret daha duyuldu ve bir an sonra havaya yükseldi. Hükümdarla müminler ayakları yere çakılı bir halde onun nasıl uzaklaştığına ardından bakakalddar. Artık ancak bir karga kadar görünüyordu, sonra bir sinek ve nihayet bir haşhaş tanesi kadar görebildiler, ondan sonra hiçbir şey görülmez oldu, yalnız ertesi gün tanrının lûtfiyle kalb gözleri açıldı ve Padma Sambhava'nm cinler ülkesinde bir ağaç altında oturduğunu ve altın tozuna bulanmış olarak atının da yanmasında durduğunu gördüler. Padma Sambhava'nm tarihî şahsiyeti etrafındaki bilgimiz çok daha zayıftır. Genel bir sanıya göre meşhur eski Bsam-yas manastırını onun kurdurmuş olması herhalde temelsiz olmasa gerektir, sonraları bu manastırın Padma Sambhava cemaatinin merkezi olduğu ise muhakkaktır. Kendi cemaatinin başıboş hayalinin pervasızca uydurduğu abartmaların yanında Padma Sambhava'nm Tibet budiz-mi tarihindeki rolü daha önemli, daha kalıcıdır. Budizmin, onun zamanından beri lâmaizm dediğimiz tarikatının akidesini Tibe£c sokan, yerleştiren o idi. Lâmaizm, adını esasen yüksek rütbeli papaz demek olan lama sözünden almıştır. Bunun en eski şeklinin akideleri Padma Sambhava'nm Tibet'te yerleştirmiş olduğu acayip prensiplerle talimlerin tamamiyle aynıdır. Bu ilk zamanlarda pagan Tibet'liler arasında budizmin iki büyük tarikatı, makayana ve hi-nayana, değişik başarılarla birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Padma Sambhava'nm zaferiyle bu mücadele sona ermiş, en acayip şekliyle de olsa, mahayana tarikatı üstün gelmiştir. Lâmaizm o vakitten beri de pek çok değişiklik, reform geçirmiş, fakat başlangıçtan beri
284
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
en esaslı unsuru, bugün de temel hükümlerinden olan efsuncu formüler ve tantra akideleri olduğu gibi kalmıştır, Khri-srong Lde-btsan'ın saltanatı zamanında budizm Tibet'te gerçekten temelleşmiş ve ondan sonra da bir müddet daha gelişmesine devam etmiştir. Budizm, altın devrinin doruğuna onun torunu ve ikinci halefi olan Ral-paçan zamanında erişmiştir. Şimdi artık IX. yüzyılın ortalarında bulunuyoruz. Büyük Hint'li panditalar, Ci-namitra, Surendrabodhi ve ötekiler görünüyorlar. Bunların idareleri altında ve Ye-şes-de, Çhos-kyi Rdyalmkhan gibi seçkin şahsiyetlerle Tibet'te tercümeci aydınlar sınıfı meydana geliyor (ve çalışıyor). Hint'lilerle Tibetlilerin el birliğiyle genç lâmaizmin ilk durulması başlıyor. Pagan unsurların en göze batan kısmuu atıyorlar, birtakım tarikatların akidelerini kökünden temizliyorlar ve plânlı bir ayıklama ile, ele geçen işe yarar metinlerden Tibet bu-dizminin şeriat mecmuasını bir araya getirmeğe başlıyorlar. Kilisenin durumu, yalnız mânevi değil maddi bakımdan da sağlam-laşıyor. Ral-pa-çan her bir keşişin bakılma işini yedi ailenin omu-zuna yüklüyor. Bu tedbir papaz sınıfı için muazzam bir yardım olmakla beraber, çok. geçmeden ortaya çıkan hoşnutsuzluğun tohumunu da taşımaktadır. Maddi yükler altında ezilen göçebeler kulaklarım merakla pagan papazların sözlerine dikmişlerdir. Hoşnutsuzluk arttıkça artıyor, nihayet önüne geçilmez bir ayaklanma halinde patlak veriyor. Âsiler budist kıral Ral-pa-çan'ı öldürdüler ve yerine, paganların gözbebeği olan Lang darma'yı tahta oturttular. Gerek budist papazlar gerekse cemaatleri korkulu günler geçiriyorlardı. Manastırları, tapmakları yıktılar, tanrı heykellerini parçalayıp nehre fırlattılar. Papazların eski yaşayış tarzlarını bırakmaları lâzım geldi, ya kendilerinin nefret ettikleri pagan hâtıralar uyduran avcılık hayatına yahut da budist ruhlarının en büyük saydığı günaha, canlı mahlûkları yok etmeğe razı olarak, kasaplığa başlamak zorunda kaldılar. İçlerinden inatçılık gösterenler derhal ölümün pençesine düşüyordu. Bir yolunu bulan, bu kana susamış müstebitten kaçarak mağara köşelerinde, ıssız dağlarda, ulaşılmaz uzak ülkelerde bir yere sığındı. Bu tethiş saltanatı tam üç yıl sürdüğü halde kovalamalar, zulümler şiddetinden bir şey kaybetmedi. Fakat kovalananların öc duygusu da hafiflemedi.
Dil. I N M İVE N
İÇ —ASYA
285
Nihayet iş saati çaldı. Dpal rdo-rce lama o. zamana kadar sığındığı yerden çıkıp öc alma hırsiyle soluyarak başkente yürüdü. Paganların arasına karışarak, kimseye sezdirmeden kıral sarayının yakınına sokuldu. Eski savaş seferlerini ebedileştiren büyük yazılı taş, sarayın önünde yükseliyordu. Dindar bir dikkatle yazmın metnini inceliyormuş gibi yaparak bütün gün oralarda vakit geçirdi. Hakikatta ise hep münasip anı gözetiyordu. Dpal rdo-rce lama bu şeametli yola çıkmazdan önce. her şeyi inceden inceye tasarlamıştı. Beyaz atını kömürle karaya boyamış, sırtına, içi kâr gibi beyaz, kocaman, siyah bir pelerin atmıştı. O yazılı taşın etrafında bakındığı sırada pagan kıral göründü ve kendisine doğru yürümeğe başladı. Dpal rdo-rce lamanın beklediği fırsat kendiliğinden ayağına gelmişti. Tebaalık saygısı icabı, kiralın önünde üç kere yere kapandı. Fakat ilk yatışında bol pelerinin altında oku yaya takmıştı, üçüncü defasında ise onu pagan Lang darma'mn kalbine fırlattı. Şehirde ortalık altüst oldu. Kiralı vurmuşlardı! Halkın aklı başına gelip de kaatilin peşine düşünceye kadar Dpal rdo-rce lama dağ dere aşmıştı. O, atını nehre sürerek yüzdürüp geçti, sırtının kara kömür boyası akınca at yeniden kar gibi ağardı. Pelerini tersine çevirip beyaz tarafını dışına getirdi. Kendisini kovalıyanları aldatarak kaçıp dağlara sığındı. Lang darma 1. s. 900 - de öldürülmüştü. O kadar özlenen sükûnet yerine memleketin havasını iç çarpışmaların patırtısı doldurdu, parçalanan Tibet toprakları üzerinde, bencillikle kendi menfaatlerini korumak istiyen küçük kırallar barbarca dövüşüyorlardı. Kendisinden nefret edilen müstebit yok olmuştu; ancak budist papazları daha uzun zaman buna sevinemediler. Kötü olan durumları daha beter oldu. Bir pagan yerine çok-kafalı bir canavar boğazlarına sarılmış, durmadan onları sıkıştırıyor, hırpalıyordu. Hin-distan'lı panditaları memleketten çıkardılar, Tibet'li budist tercümeci okumuşları darmadağan ettiler ve lamalardan ellerine geçirebildiklerini parçaladılar. Bu çılgın kovalamalar biraz hafifleyince ve kovalanan lamalar birer ikişer, altüst olmuş tapınaklarına dönmeyi göze alıncaya kadar uzun zaman geçti. Her şeye baştan başlamak lâzım geliyordu, fakat Buddha çocuklarının gözleri hiçbir şeyden yunuyordu. Yıkıntıları temizleme işlerini sessizce bitirdikten sonra yavaş yavaş
286
B İ 1.1 N M İ Y E N İÇ — ASYA
kendilerine geldiler, hattâ anlaşılan, eski kudretlerini de gitgide ellerine geçirdiler. XI. yüzyılın başında Tibet kilise tarihinin yeni bir parlak bölümü başlıyor. O zaman (1039) Tibet'e, 'tanınmış bir Bengal'lı pandita, altmışlık Atişa geldi. Karmakarışık olmuş, yabancı otlar sarmış olan akidenin temizlenmesi onu beklemişti. A-tişa, Tibet budizmi tarihinin, tıpkı daha eskiden gelmiş olan Padma Sambhava gibi, yüksek bir simasıdır. Padma Sambhavajnın büyücü_mecus akidelerini, değişmiş şekilleriyle bugün Tibet'in ancak birkaç köşe bucağında güderler. Buna karşı Atişa'mn eseri zamanımıza kadar ortadan kalkmamıştır. Onun adı Kalaçakra denilen usulün kabulü ve yayılmasiyle aynı şeyi ifade eder. Bu usulün ötekilerden ne gibi noktalardan ayrılmakta olduğunu burada açıklamak bizi konumuzdan uzaklaştırır. Atişa'mn usulü anlaşılan Tibet'e Hindistan'dan gelmiştir, fakat asıl vatanı orası da olmayıp İç-Asya'da bir yer olmalıdır .Tibot'li din uluları bu esrarlı doğum yerine Sambhala derler. Bu Hintçeye benziyen Sambhala adını hangi İç-Asya ülkesine verdiklerini ise henüz tam olarak tesbit etmek imkânsızdır. Bununla beraber Kalaçakra usulünün en göze çarpan iki niteliğini burada kaydedeceğiz. Adi - Buddha'nın akidesini kabul eden mezhep budur; Adi - Buddha'dan, ecelden beri vasıvan ve her şevi yaratım» "l^n pn *"»? tanrıdan evvelce bahsetmiştik. Zaman hesaplamanın, bugün de kullanılan özel bir tarzını Tibet'te yine bu ır.ezhcp yerleştirmiştir. İç - Asya'daki kavimler, tıpkı Çin gibi, zaman hesaplamanın o büyük, hıristiyanlarınkine veya müslümanlarınkine benziyen ve yüzyıllardan beri kullanılan kronolojik usulünü bilmezlerdi. İçlerinde tesadüfen medeniyetin, yazı ve edebiyatın gelişmesini icabet-tiren bir basamağına yükselenler, zaman hesaplama esası olarak kendilerine, hükümdarlarının saltanat yıllarını almışlardır. Okuyup yazma bilmiyen başka göçebe yığınlarının ise bu zaman hesaplamadan tabiatiyle haberleri olamazdı, onların ayrı bir zaman - hesaplama usulleri vardı. Bu usul Kalaçakra kronolojisinin de temelidir ve esasını, netice itibariyle aşağı yukarı 12 yıllık bir devre gösteren, Müşteri (Jüpiter) seyyaresinin astronomik incelenmesinde aramak lâzımdır. Bunda hareket noktası on iki yılı gösteren bir birimdir ve bunu meydana getiren yılların her biri tam olarak be-
BİLİNMİYF.N
t Ç —ASYA
287
lirleştirilmis bir pıra ile, birtakım hayvan adlarını taşımaktadır ki onlar da şunlardır: sıçan, öküz, kaplan, tavsan, ejder, yılan, at.f ,*'*>£ koyun, maymun, tavuk, köpek, domuz.
\"^f r "'i
-
Bu on iki yıllık kronolojik birim olsa olsa bir insan ömrünüriA olaylarım göstermeğe yarıyabilir. Göçebe çoban, hangi hayvanın Vv, burcunda doğduğunu söylediği zaman, onun yaşı şaşmaz bir doğru- i £. hıkla tâyin edilebilir, çünkü onlarda kimsenin ömründe on iki yıl\ ^3 birden yanılmak mümkün değildir. Fakat bu on iki yıllık hayvan - devri geniş zaman - birimi içinde zaman tâyinine yetmediğinden, başka on unsurla genişletilmiştir. Bu on unsuru da (ağaç, su, demir, toprak, ateş) tabiî unsurlarını ele almak ve bunların her birini erkek, dişi (yani: erkek ağaç, dişi ağaç, erkek su, dişi su) olmak üzere bir misline çıkarmak suretiyle elde etmişlerdir. İmdi bu onluk ve on-ikilik usullerin birbirine katılmasiyle altmış yıllık-devreler çıkarılmıştır. Zaten büyük Müşteri - devresi denilen zaman ölçüsü de bu kadardır, şu halde İç - Asyajhın on iki ye altmış yjlhk_devreşi_ile Müşteri - devresinin birleşmesi bir tesadüf işi olmasa gerek! Kalaçakra - kronolojisi bu zaman ölçüsü esasına dayanmaktadır, yalnız sistemini, altmış yıllık devreyi numaralamak suretiyle daha genişletmiştir. Buna göre Tibet Kalaçakra - kronolojisinin verdiği bütün r ilgiler bizim zaman hesabımıza tamamiyle çevrilebilmektedir. Böylece meselâ rasgele alacağımız üçüncü devrenin dişi - ateş - kaplan yilı bizim hesabımıza göre 1206 - ya düşer. İlk altmış yıllık - devre İ. s. 1027 - den başlar ve devreler o vakitten zamanımıza kadar fasılasız devam eder. Dediğimiz gibi on iki yıllık devrenin birinci yılı sıçan yılıdır. Çin'lilerin kronolojisi bu hayvan yılı ile başlar, göçebe kavimlerin büyük çoğunluğu da bu başlangıç noktasını değiştirmeksizin muhafaza etmişlerdir. Fakat bazı İç-Asya kavimleri de türlü sebeplerle bu esas başlangıç noktasından ayrılmışlardır ve meselâ Moğollar devreyi kaplan yılı ile başlatırlar. Böyle olmakla beraber hayvan yılı hesabım kullanan bütün kavimler her bir noktada birleşirler. Kaplan yılı Çin'de de, Tibet'te de, Moğolistan'da, Tokharlarda, Uygurlarda, Sogdlar-da, hasılı hayvan - devresini bilen ve kullanan bütün kavimlerde istisnasız kaplan yılıdır. Böylece büyük devrelerin sıçan yılı ile başlamayışından hiçbir zaman karışıklık çıkamaz. Sıçan yılı, Kala-
/■ y
288
BİLİNMİYFN
İÇ —ASYA
çakranm Tibet te kabulü sıralarında 1024-e düşüyordu, 1025 öküz yılı, 1026 kaplan yılı, sözü geçen 1027 ise tavşan yılıdır. Kalaçak-ranın ilk altmış yıllık devresi 1027 yılı ile, yani tamamiyle yeni bir Müşteri - devresinin başladığı ve fiilen de tam Tibet'te kullanılmağa başlandığı yılda başlar. Fakat 1027 yılı bu on iki yıllık hayvan - devresinin ilk yılı olan sıçan yılı ile aynı zamana düşmüyordu. Beri yandan İç - Asya'da umumiyetle geçen hayvan - sırasını da —meselâ hepsini dört yıl ileriye almak suretiyle ihtiyari olarak seçilen bir yılı başlangıç alarak — bozmağa da bir türlü imkân görülemiyordu. İşte bunun için, 1027 - ye raslıyan normal tavşan yılını esas tutarak her tarafta âdet olan sıraya göre zaman hc-tabıııa devam ettiler. On iki yıllık devrede başlangıç olarak tavşan yılını alınca, o zaman devrenin son yılı kaplan yılı olacağı tabiidir. Buna göre İç - Asya'nın öteki kavimlerinde kullanılan usullerle Tibet'lilerin hayvan - devresi şöyle karşılaşır: Çin, Kök Türk v.s. 1 sıçan 2 öküz 3 kaplan 4 tavşan 5 ejder 6 yılan J 7 at tavuk \. 8 koyun ) 9 maymun / 10 tavuk / 11 köpek | 12 domuz
Tibet tavşan ejder yılan at koyun maymun köpek domuz sıçan öküz kaplan
XI. yüzyıldan itibaren Tibet lâmaizminin tarihi koca bir nehir haline gelmektedir, artık onun genişlemelerini, kıvrılmalarını takibe devam etmiyeceğiz. Belki yalnız şurasını kaydedebiliriz ki Lhasa Dalay lamaları XIV. yüzyılda görünmüşlerdir ve savaşçı göçebe devlet bünyesi o vakitten başlıyarak ruhani (theocratique) bir devlet şeklini almıştır. Tibet budizminin ilk yüzyıllarındaki, güçlükler ve mücadele-
B İ L İ N M İ Y E N İ Ç — ASYA
289
lerle dolu hayatını gözden geçirirken eski pagan din ile ne kanlı savaşlar geçirmek zorunda kaldığını görmüştük. Şu halde bu sökü-Jemiyecek kadar kökleşmiş olan atalar-dini acaba ne idi? Bu dinin adı bondu, neyi ihtiva ettiği ise bugün her zamankinden esrarlıdır. Bu atalar-dini inatçı mücadeleye rağmen yıkıldı. Fakat her yerde olduğu gibi, karşısındaki düşman, yani budizm de tam bir zafer elde edememiştir, çiğnenen pagan dinin hurafeleri, mahallî talimleri farkına varılmadan onun akideleri araşma sokulmuştur. jtan dinine gelince, yüzyılların fırtınalarına dayanmış ve Tibet'in yanaşılmaz bölgelerinde bugüne kadar yaşamış ise de, o da artık eskisi değildir. Hayatına kast eden yabancı dine karşı canını verircesine beyhude uğraştı, yavaş yavaş kendisinin de içerden ve dıştan gelen budist tesirlerle dolduğunu gördü. Eski bon dininin, göçebe çobanların eski şamanizmlerinden başka bir şey olmadığım söylerler. Bu gelişigüzel hüküm esasen meseleyi etraflıca incelemekten kaçınmak demektir. Çünkü pek ziyade umumileşmiş olan şamanizm adı altında elle tutulabilecek bir muhtevayı beyhude araştırırız. Sibirya'daki Goldlarla Buryat-ların güttükleri dinin şamanizmin Tibet'teki bon dininin aynı olduğunu en sathi tetkikçi bile iddia edemez. Eski Tibet din ulularının eserlerinde o büyük pagan düşmanın dini hakkında uzun boylu bilgi aramamız tabiatiyle beyhudedir. Budizm unsurları ile doldurulmuş bugünkü bon dini ise eski karanlık günlerin başlangıçları hakkında ancak vasıtalı şekilde yol gösterebilmektedir. Bu zor meselenin aydınlatılması gelecek nesiller bilginlerini beklemektedir. Şimdilik Çinlilerden, VI. yüzyıl Tibet pagan dini hakkında bize kalmış olan kısa birtakım kayıtlarla yetinmemiz lâzımdır. Tibet ilerigelenleri her yıl bir kere »küçük andiçme» törenine toplanırlardı. O zaman koyun, köpek, maymun kurban edilirdi. Kurbanlık hayvanların önce ayaklarını kırarlar, sonra keserler, iç uzuvlarını çıkarırlar, parçalarlardı. Büyücü papazlar gök, toprak, dağlar, nehirler, güneş, ay ve yıldızlar tanrılarına yalvarırlardı. Üç yılda bir «büyük andiçme» töreni yapılırdı. Geceleyin, bu iş için yapılmış ve en nefis yemekler konmuş yüksek bir mihrap önünde toplanırlardı. Törenin esası bu sefer de yine kurban kanı dökmekti. Büyük andiçme töreninde tanrıların ve ruhların selâmeti için yalF. 19
390
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
nız öküzlerden, eşeklerden, atlardan değil insanlardan da kurban verilirdi. Şu muhakkak ki, insan kurban etmek bon dininin en gö^ ze batan, en barbar âdetlerindendi. Eski Tibet kaynaKKrlhda ve daha yeni bon kitaplarında bu eski pagan dinin de Tibet'e yabandan geldiğini okumakla az hayrete düşmüyoruz. Asıl vatanı güya Jang-jung kavminin ülkesi imiş ki, burasını bugünkü Gu-ge eyale-tiyle bir sayarlar. Bu eski memleketi de ilerisi gözükmez bir karaltı örter ve her ne kadar bon dininin mukaddes kitapları, fakat Padma Sambhava tarikatına ait eserler de, pek çok Jang-jung kelimesi, kitap adı kaydetmekte iseler de, henüz bunların sırlarına yakından göz atmak mümkün olamamıştır. Lâmaist müminlerin Om mane padme hum duaları pagan Donların ağzında Om matre muye sale du şekline girer. Bugün artık tabiatiyle, mukaddes kitaplarının eski Jang-jung kelimelerini nasıl anlamıyorlarsa, bunun da tam anlamını bilmiyorlar. Bugünkü jribet't$xbon_c^naatİ iki_kümeye j^rn^ır; bunların biri fcarabonu, öteki ak-bonu güder. Kara tarikat eski gelenekleri şöyle böyle henüz sadakatle muhafaza etmekte ise de ak-bon tarikatı âdeta şaşılacak bir benzerlikle budist teşrifatını kopye etmiştir. Eski bon dini kilise, manastır ne olduğunu bilmezdi, din kitabı yoktu. Ak-bon tarikatlarının bugün öyle zengin manastırları vardır ki, budist rakipleriyle istedikleri gibi yarışa çıkabilirler. Sonra lamalarla giriştikleri yarışta hiçbir bakımdan geri kalmamak için onlar da kendilerine 140 cilt tutan bir Kancur ve 160 ciltlik bir Tancur uydurmuşlardır.- Amerikalı Roerich sefer heyeti böyle bir Kancur ve Tancur keşfetti, fakat bu iki mükemmel mecmuadan Tibet'in eski pagan dininin aydınlatılması işinde fay-dalanüamıyacağı da peşin olarak söylenebilir. Tibetlilerle hısım Lepçalar, Lololar, Mosolar ve daha başkaları gibi barbar kavimlerin boş inanlarının, âdetlerinin henüz erbabını bekliyen dikkatli incelenmelerinden daha çok fayda elde edileceği umulur. Budistlik ilhamiyle yazılmış Tibet kitaplarına inanan bir kimsenin, Tibet tarihinin oradaki budizm ile başladığına ve bu ıssız Asya ülkesinin en parlak devirlerinin budist ışığı ile aydınlandığı çağlar olduğuna inanması lâzımdır. Büyük Asya seferlerinin keşif işleri burada da az şaşılacak şeyler ortaya çıkarmamıştır. Miran'da, Mazartag'ta, sonra Turfan'da ve Dun-huanğ'da IX. yüzyıldan ele
BİLİNMİYEN
İÇ-A S YA
291
geçirilmiş olan, Tibet garnizonlarına ait eserler, Tibet din ulularının bu çağların büyük budist başarılarını öven bencil iddialarını hiç de teyideder görünmemektedir. Meydana çıkan bu eserlerin çoğu dünya konulu olup budist akidesinin, sonraları her şeyi silip süpüren karakterinin izini bile taşımazlar. Tersine olarak bazı evraktan pagan «kara» nazırların budist aleyhtarı tavırları sezildiği gibi diğer birtakım eserler de yanlış anlaşılmıyacak şekilde budist kovalamalarını anlatmaktadırlar. Asıl garibi şudur ki, geleneğe göre, kabulü dindar kıral Şrong-btsan Sgam-po'nun adına bağlanmış olan ve mukaddes budist kitaplarının tercümeleri ve yayımlanmalariyle ilgili gösterilen Tibet yazısı henüz oralarda budizmin adı bile duyulmadığı bir zamanda Tarım havzasının Tibet garnizonlarında görülmektedir. iç - Asya seferleri sırasında meydana çıkan VIII - X. yüzyıllardan kalma eserlerin büyük önemi budizmin, herhalde dikkate değer olan ilk yüzyıllarının aydınlatılması bakımından değil, daha ziyade, göçebe bir asker - kavmin büyük, istilâcı çağının paha biçilmez değer taşıyan kaynakları oluşlarındadır. Bu eserlerin bulundukları yerler çok vakit, Tarım havzasının önem taşıyan şu veya bu noktasının Tibetliler eline ne zaman geçtiğini meydana koyarlar. Muhteviyatlarından ise, kırık dökük de olsa, Tibet'in askerlik teşkilâtı, merak uyandırıcı şekilde ortaya çıkar.. Tesadüfen kalmış olan eski el yazmaları, mektuplar, vesika kırıntıları; eski Tibet orduları, görülen hizmetler, karakollar, askerlik teşkilâtı, ordu iaşesi, askerlik ücretleri, silâhları, terbiyeleri, birliklerin bölümleri ve az çok ehemmiyetteki kavga ve dövüşlere dair âdeta uzun bahisler tutacak bilgi vermektedirler. Çin tarihçilerine göre Tibet'liler, bütün komşularının gözünde kendilerine korkunç bir şöhret sağlıyan sergüzeştçi akınlarına daha VI. yüzyılın ortalarında başlıyorlar. 590 yıllarında Tibet hükümdarı, pek ziyade büyümüş, sınırları güneye doğru, Hindistan komşuluğuna ulaşan bir ülkenin sahibidir. Bu, Tibet tahtında Srong-btsan Sgam-po'nun oturduğu zamandır. O, Çin'e karşı olan vasallık durumuna son verdiği gibi, ordulariyle yürüyerek Gök oğlunu vergiye bile bağlıyor. Srong-btsan Sgam-po 641 -de Çin prensesi Ven-çınğ'ı da askerî başarıları sayesinde alabilmiştir. Srong-btsan Sgampo Çin'lilere göre 650 - de öldü. Halefi artık Tarım hav-
393
BİLİNMİYEN
İÇ-ASVA
zasında dolaşmaktadır ve 670 - e doğru dört garnizon: Khotan, Ku-ça, Karaşar ve Kaşgar Tibet'lilerin eline geçiyor. Tibet'lilerin tehlikeli göçebe düşmanı olan Tu-yü-hun kavmi tamamiyle yok oluyor ve önüne geçilmez bir hızla genişliyen Tibet yayılışı Kök Türk imparatorluğu sınırına kadar durmuyor. Tibet silâhlarının başarılarını bütün ayrıntılarında takibetmesek bile büyük Tibet devletinin belli başlı iki olayını hatırlamamız gerektir. Tibet'liler Araplarla birleşerek Çin'lilerin elinden Fergane'yi aldılar. Uygurlarla anlaşarak iç karışıklarla uğraşan Çin'e hücum edip orayı işgal, başkentini harap eyledikleri ve bol ganimetle memleketlerine döndükleri 763 yılı, tarihlerinde daha önemli bir yer tutar. Bundan sonra gözlerini hırs bürüyerek artık eski müttefikleriyle, Uygurlarla da hesaplaşmak istediler; 790 - da Beşba-lık'ı ele geçirdiler ve Turfan şehri yağmacı Tibet ordularının elinden güçlükle kurtuldu. Fakat Tibet büyük devletinin güneşi bu son başarılardan sonra artık düşmeğe başlıyor ve 886 yılındaki büyük yenilgi kesin olarak kaderini damgalıyor. Sınır bölgelerini hep kaybediyorlar, kuzey eyaletleri Turfan Uygurlarının eline geçiyor. Bu suretle, budizm memlekette kuvvetlendikçe savaşçı ruhun zayıflayışı ve imparatorluğun gittikçe büzülüp ufalışı hayrete değer. Budizm, pagan bon dinini yere sermeğe muvaffak olmuş, mukaddes; Hint kitaplarının tercümesine ve tefsirine yaman bir gayretle sarılmış, ayni zamanda ise Tibet artık 1125 yıllarında Çin hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Miran öreninin açılmasiyle Tibet'lilerin İç - Asya'daki hâkimiyetlerinin en dikkate değer eserlerinden biri meydana çıkmıştır. Dikkate değer birtakım döküntülerden toplanmış olup en değerli tarih kaynakları haline gelen «kokulu» Tibet süprüntü yığınları hemen yarı yarıya toprak içine yapılmış basit, in gibi barınaklarda bulundu. Bu süprüntü yığınlarından kâğıt ve ağaç üzerine oyulmuş yazılı metinler, bazı aletler, elbise parçalan, silâh kırıkları, atılmış ev eşyası çıktı. Bütün bunlar VIII - IX. yüzyıldan, yani Miran'da, Çin'lilerin yerine yerleşen Tibet'lilerin hâkim oldukları zamandan kalmıştır. Tarım havzasının Tibet'lilerin oturdukları yerlerinde, süprüntü yığınları içinde ele geçen Tibetçe e-serler Tibet sınır boylarındaki askerlik hayatını aydınlatmaktadır.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
293
Turfan ve hele Dun - huanğ'da bulunan Tibetçe yazılar ise daha sonraki zamanlara ve budizme ait şeylerdir. İç - Asya'nın eski tarihi bakımından VIII - X. yüzyıldan kalma Tibet eserleri içinde asıl budist olmıyanları ayrıca dikkate değer bulunmaktadır. Bunların arasında IX. yüzyıldan kalma, şimdiye kadar henüz tanıtılmamış ve Uygurcadan Tibetçeye çevrilmiş bir el yazması vardır ki, askerî bir keşif yolculuğunun neticelerini hükümdara arz etmekte ve gönderilen elçi, İç Asya seyahatinde nerede, hangi kavimlere rasladığını anlatmaktadır. Bunun gibi değerli eserlere onların arasında pek az raslanır. Tibet tarihinin belli başlı olaylarını gözden geçirirken Tu-yü-hun kavminin adı geçmişti. Bu göçebe kavim Mancurya'dan, Liav nehri civarından Çin'in Kuzey - Gan-su taraflarına İ. s. 250 - de göçmüş, sonra da oradan Kuku nor bölgesine gelmiştir. Asıllarına göre Moğol olan bu Tuyü-hun'lar Kuku nor boyundaki Tibet'li soydan olan kavim unsurlarına kendilerini tanıtarak büyük bir devlet kurmuşlardı. Yayılmakta olan Tibet'liler bu devlete ancak 663 - te son vermişler ve birkaç onyıl geçince son döküntülerini bile Kuku nor kıyılarından sürüp çıkarmışlardı. Meydana çıkan Tibet kaynaklarında tabiatiyle bu Tu-yü-hun'ların adları da sık sık geçmektedir, yalnız orada öteki adlariyle, Aja diye anılmaktadır. Tibet süprüntü yığınlarından çıkarılan eserlerden Kök Türkler, Uygurlar hakkında Khotan'a, Hint'e ve Çin'e dair neler öğrenebileceğimizi şimdi burada geçelim. Çünkü VIII - X. yüzyıla ait Tibet eserleri arasında şimdiye kadar anlaşılmış olmaktan ziyade sezilmiş birtakım meselelerin çözümünde yol göstermeğe yarıyacak olanlar vardır. Bu eserler bilinmiyen kavimlerden bahsetmekte, bilinmi-yen dillerin birkaç sözünü, bazı adları önümüze koymaktadırlar. Böyle bilinmiyen kavimlerden biri Sum-pa kavmidir. Tu-yü-hun'ların güney - batısında, Tibet'in kuzey-doğu taraflarında bir yerde otururlardı. Bilmediğimiz başka bir kavim ve dil de Bru-ja'-dır. O zamanki İran'la sınırdaş ve bugünkü Gilgit bölgesinde bulunan memleketlerini Tibet hükümdarı Khri-srong Lde-btsan VIII. yüzyılın ikinci yarısında zaptetmişti. Tibet'in Bru-ja ile olan bağları siyasi olarak kalmamıştı. Tibet'teki ilk tarikatlar, hele Padma Sambhava ve şakirtleri felsefelerini anlaşılan buradan almışlar, a-
294
B1UNMfYî\N
İÇ-ASU
kidelerinin temeli olan mukaddes kitaplarını buradan getirmişlerdi. Jang - jung'tan, pagan bon dininin güya vatanı sayılan memleketten bahsetmiştik. Bilinmiyen memleketlerden ve dillerden haber veren dağınık bir haldeki Tibet kayıtları bu bakımdan ayrı bir önem kazanmışlardır, çünkü büyük kazıların nadir eserleri arasında Tibet yazısı ile yazılmış olduğu halde hangi dilden olduğu bilinmiyen ve bugün bilinen İç Asya dillerinden hiçbirinin yardımiyle çözülemiyen metinler de bulunmuştur. Demek ki, tarihi olmadığı sanılan eski Tibet, iç - Asya'da yapılan kazılar sonunda zenginleşmiş, güzelleşmiş ve birçok yeni problemlerle karşımıza çıkmış bulunmaktadır.
X V I I . PAPAZ JOHANNES VE HIRİSTİYAN TATARLAR Popom Johannes efsanesi.- Nestorius ve onun mülhit akidesi-Çin'de, Kereit ve Öngüt kabilelerinde nesturilik.- tabban Souma ve Rabban Marcus.— Moğol-çağı seyyahlarının papaz Johannes hakkında söyledikleri.- Nesturi eserleri.- Nesturilerin Türkçe ve Moğolca adlan.Tarsia.- Moğol - çağında Roma kilisesinin Çin vo İç-Asya'deki basanları.
XII. yüzyılın ortasında ansızın ortaya çıkan bir haber Arz-ı mukaddesle saldıran müslümanlarla uğraşan hıristiyan hükümdarların yüreklerine yeni bir umut damlatmıştı. 1145 yılında Suriye'deki Gabala piskoposunun Papa III. Eugenius'a bir mektup yolladığını ve bunda, Ermenistan ile İran'ın ötesinde Johannes adlı bir hükümdar bulunduğunu, bu hükümdarın bundan birkaç yıl önce Media ve Acemistan'la harbe tutuşarak Ek-batana'yı aldığını, düşman ordusunu dağıttığını ve hıristiyanlığa yardım için askeriyle Arz-ı mukaddes'e gitmek niyetinde olduğunu ilk defa Freising'li Otto'dan işitiyoruz. Asya'lı hükümdar Johannes kavmiyle beraber hıristiyan, daha doğrusu nesturi olup kavminin yalnız hükümdarı değil, aynı zamanda ruhani reisidir. Papaz Johannes efsanesi böylece doğdu. Gabala piskoposunun verdiği haberin ardından başka haberler türedi ve Asya'lı hıristiyan hükümdarın masalları hatırlatan simasını, sıkışık duruma düşmüş olan batı - hıristiyanlarının imdadına yetişecek bir adam diye, renkli hayal çiçekleriyle süslediler. Zaten ikinci haçlı seferi onun muhakkak sayılan yardımına güvenilerek başlamıştı. XIII. yüzyılın başında ise batı - hıristiyanlığı Tatar tehlikesinin korkunç tehdidi karşısında kaldığı zaman, önüne geçilmez görünen, bu büyük savaşta papaz Johannes efsanesi yeniden canlanıyor ve ondan yardım bekliyorlar. Söylentilerin çokluğu papaz Johannes efsanesini karmakarışık
296
BtLtNMİYEN
İÇ-ASYA
etmiştir. Papaz Johannes'le oğlu David kâh Asya'da kâh Afrika'da aranıyordu. Tatar istilâsı zamanındaki seyyahların hepsi de onun şaşılacak isleri, kahramanlıkları hakkında bir şey bilirler, fakat bu bir sürü ifadeyi birbiriyle karşılaştıracak olsak taban tabana zıt hükümler ortaya çıkar. Aradan geçen uzun yıllardan sonra bu karışıklığı düzeltmek işi hayli zaman imkânsız görünmüştü. Biz şimdi burada efsanenin bütün parçalarını göz önüne getirmek istemiyoruz ve getiremeyiz de, olsa olsa onun yalnız önemli noktalarını açıklamağa çalışacağız. XII - XIV. yüzyıllarda .İç - Asya'da hıristi-yanlığın bilindiği acaba doğru mudur? Tarihin ışığı altında, Tatar fanlarından hıristiyanlığı kabul etmiş var mıdır ve eğer varsa bun-ların arasında efsanevi papaz Johannes diyebileceğimiz kimse bulabilir miyiz? Bu soruların karşılığını, aynı zamanda meselenin hareket nok-\S* tasım Gabala piskoposunun mektubundan çıkarabiliriz. Papaya ^l% A yollanmış olan bu rapor jaapaz Johannes'in ve kavminin nesturi j ^ y 0 olduklarını acıkca_bildirmektedir. h $• ı v\^ Suriye'den çıkmış olan Nestorius'un. bu geniş bilgili, fakat zap\\r v tolunamıyacak kadar hırslı, inanılmaz derecede kendini beğenmiş S* papazın Roma kilisesiyle nasıl anlaşmazlıklar çıkardığıt mülhit bir. akidenin kurucusu haline nasıl geldiği, hıristiyan din tarihini bilen-lerce gizli bir şey değildir. ^Jeştorjug, Suriye'nin Germanicia kasabasında doğmuştur, ama doğum tarihini bilmiyoruz. Büyük bir ihtimale göre Antakya^: yetişmiş olacakj. manastır hayatına orada atılmış olduğü~~î5e muhakkaktır. En ziyade sesinin güzelliğine ve söz söyleme kudretine hayran olunan genç keşiş, muhitinde bilgili bir adam ve sofu bir papaz olarak tanınmıştı. Mesleğinde hızla ilerliyerek kısa zamanda yüksek bir mevkie geçmiş, 428-de Bizans patriği olmuştu. Bu en ileri ruhani mevkie geçerken bütün emeli, o sıralarda almış yürümüş olan râfıziliğe karşı amansız bir savaş açmaktı, halbuki çok geçmeden en büyük günaha girmiş/kendisi râfızi oluvermişti. Nestorius sade isa'da iki ruhani varlık gizlendiğini yaymakla kalmıyor, kendi akidesine göre onda tanrılık ve insanlık diye iki şahsiyet ayırı-yorduyrJestorius'un râfızi yayımlarını hıristiyan kilisesi reddetti ve Ephesus (Ayaslog) «synode» u 431-de kendisini aforoz etti. Dört yıl sonra da (435) sürgün olarak Mısır'a gitmek zorunda kaldı. Ki-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
297
lisenin aforozu burada da onun üzerine ağır baskı yapıyordu, piskoposlar arasında ona yardım etmeğe yeltenenler hep mevkilerin-den oluyorlardı. Bir yerde rahatı kalmamıştı, Mısır'ın bir bucağından öbürüne sürüklenip duruyordu. Fakat nereye gitse aforoz onun yakasını bırakmıyordu; kovalıyorlar, kitaplarını yakıyorlar, bir cüzamlı imiş gibi ondan kaçıyorlardı. Tahmine göre 454 yılında öldü. V. yüzyılın sonunda İran'da, Irak'ta Nestorius'un akidelerine dayanan yeni bir 'âfizi tarikatı kurulmuş ve bir yangın hıziyle komşu memleketlere de yayılmıştı. Nestorianizm işte budur. Fakat bu yeni dinin sapTİT akidelerinden ne kadarının kurucusunun eseri olduğunu söyliyebilmek bugün artık zordur. Şurası muhakkak ki, kısa bir zamanda iran'ın resmî dini haline gelmiş ve Acem toprağında tutunması üzerinden bir - iki yüzyıl geçmeden İç - Asya'ya doğru yavaş yavaş yayılmağa başlamıştı. Daha ilk başlangıçta Hindistan yarımadasında ufak tefek başa rılar elde etmiş olan nesturilik, akidelerini doğrudan doğruya ha vari Aziz Thomas'tan aldığını buradaki müminlerine inandırmağa çalışmıştı. Nesturiliğin İç - Asya'ya doğru ilk önemlice adımı V. yüzyılın sonuna raslar ki Merv (Maru) ve Herat (Hara) piskopos lukları o zaman kurulmuştur. Bütün başka görüşlerin aksine ola rak nesturilik, bu güney kıyılarından Amu-derya'yı ancak VII. yüzyılın ilk yarısında geçebilmiştir. jf Nesturilerin İç - Asya'ya yayılışlarının sırrını hiç de savaşçı göçebeler veya kendi halindeki vaha halkı üzerine kurnazca din hükümleriyle tesir yapmış olmalarında aramamalıdır. Bunlar o basit insanların kalblerine tamamiyle pratik yoldan sokulmuşlardır. Kaç kere meydana çıktığı gibi, nesturi misyonerleri din bilginlerine pek iltifat göstermezlerdi, fakat buna karşılık Jiçarel işlerinden cok iyi anlarlar ve hastalıkları iyi etmesini bilirlerdi. Gezgin satıcı olarak uzak ülkelere kadar giderlerT^ek çok halk yığınlariyle temas ederler, paraca da kimseye muhtaç olmazlardı; göçebelerce o kadar değerli görülen bilgileri ve para bakımından hür olmaları sflyesinde cok geçmeden lâyık olmadıkları şerefe kondular. İç - Asya nesturilik tarihinin, bu dinin Çin'deki yayılışiyle sıkı bir ilgisi olduğu kolayca anlaşılabilir. Nesturi papazları Çin topraklarına İc - Asya'dan geçerek, yahut da doğrudan doğruya İç - Asya'-
298
n I L i N M I v i: N I ç — A S YA
dan gelmişlerdir. Bu kervan yolları dininin, yabancı akidelerden öteden beri ürken asıl Çin halkı arasında pek büyük başarılar elde edemeyişi şaşılacak bir şey değildir. Nesturiliğin Çin'deki tarihini gözden geçirecek olursak, bütün ülkede oldukça yüksek sayıda bulunan nesturi iskân yerleri halkının aslSfn Çin'li olmayıp yabancılardan, en ziyade Türkler, belki biraz da Moğollardan olduğunu ve hemen hepsinin tüccar olduklarını görürüz. İç - Asya ve _Çin_ nesturiliginin en önemli anıtlarından biri meşhur Sian yazıt tası olup bunu o eski başkentte 1623 veya 1625 yılında keşfetmişlerdir. O zamanlar, aralarında Voltaire de olmak üzere, Batı'nın sinik filozofları bunun üzerinde pek çok atışmışlar, anıtın gerçekliğine bir türlü inanmak istememişler, hattâ üstü kapalı olarak veya açıkça, kendilerine bir şeref sağlamak için bu -yazıtı dikmekle cizvit misyonerlerini şüphe altına almışlardı. Çince ve Sür-yanice yazılmış olan bu Si-an yazıtı. Çin nesturiliginin bu en eski eseri o hayâsızca iftiraları ve sitemleri atlattı. Bugün artık onu eski Çin kaynakları müdafaa etmektedir, çünkü bunlar nesturilerin gelişlerinden bahsetmekte, hattâ yazıtta adı geçen bağlıca büyük a-damları da kaydetmektedirler. Bu tanınmış anıtı 781 - de bir nesturi din toplantısı vesilesiyle ve kendi masrafiyle Yazdbozed adlı yüksek rütbeli bir nesturi dik-tirmiştir. Tabiî Yazdbozed de yabancı idi, Çin'e, Tokharistan'ın Balkh şehrinden gelmişti. Bu yazıta göre Çin nesturiliginin tarihi, 635 yılında Çin'e varmış olan A-lo-bın adlı bir papazın faaliyetiyle başlar. İlk nesturi din çeviricisi olan A-lo-bın ancak üç yıl kadar süren bir çalışmadan sonra ilk manastırının yapılmasına izin aldı. Bundan sonra bu Batı dini bir engele çarpmaksızın yayılmış ve güzelce gelişmiştir. Ancak 845 - te vukua gelip Turfan budizmini kana boyamış olan yukarda bahsettiğimiz din kovalamaları Çin nestu-riliğini de kökünden yıkmıştır. Bu hâdiseden sonra nesturilik, bütün dinlere karşı'müsamahacı — hiç olmazsa kayıtsız— olan Moğol imparatorluğu nesturi din çeviricilerin yeni bir akını önünde kapılarını açıncaya kadar tekrar canlanamamıştır. İç - Asya göçebelerinin nesturi hıristiyanlıklarının başlıca o-layları da hemen Moğol hâkimiyetinden önceki zamana raslar. Nesturilikle ilgili olarak adını duyduğumuz ilk büyük göçebe kavim Kereit'tir.
BILİNMfYKN İÇ—ASVA
299
XI. yüzyılda yaşamış Bar Hebraeus adlı bir kronikacının eserinde Merv metropoliteinin 1009 - da nesturi patriğine mektup yolladığını okuyoruz. Mektubun içindeki şudur: Kuzey - doğu taraflarında îç - Türk (Turkaye) denilen bir Kereit (Kayreth) kavmi otu-ruyormuş. Bu kavmin kiralı bir gün yüksek bir dağa ava gider, fakat her nasılsa kış bastırır ve kıral taze yağan karlar içinde yolunu kaybeder. Şaşkın bir halde ileri geri dolaşır, bir türlü yolunu doğ-rultamaz. Yorgun gözlerinin önünde ansızın gökten inmiş bir adam peyda olur ve ona: «İsa'ya inanırsan sana yol gösteririm ve ölümden kurtulursun» der. Yitik kıral. evliyanın kılavuzluğiyle gerçekten düzlüğe çıkar ve oradan da kolaylıkla karargâhını bulur. Bunun üzerine tam o sıralarda memleketinde bulunan tüccarları çağırtır, onların akidelerini dinler ve kavmlyle beraber hıristiyan dinine girer. Merv metropoliti işte bu hıristiyan Kereitler lehine patriğe baş vurmuş ve kendisinden, göçebelerin perhizlerini hafifletmesini rica etmişti. Kereitlerin yedikleri et ve süttü, nasıl perhiz yapabilirlerdi? Patriğin ne cevap verdiği belli değil ama, mektubu aldıktan sonra onlara papazlar yolladığı muhakkak, çünkü — diyor mektup — Kereitlerin arasında kıraldan başka daha iki bin nesturi yaşamaktadır. Başka inanılır tarihî kaynaklarda Kereitlerin adlarının tekrar görünmesi için aradan iki yüz yıl geçiyor. Bu büyük Türk kabilesi o sıralarda Orkhon vadisi taraflarında yaşamaktadır. Ong han adındaki hükümdarları Cengiz hanın sadık müttefiki olarak Moğolların ilk büyük kabile savaşlarına katılıyor. Hıristiyan papaz Johannes efsanesi bir müddet bu hükümdarın nesturi htristiyanlığı ile ilgili görülmektedir. Gerçekten Kereitlerin hepsi hıristiyandı. Bu kavim daha sonraki çağlarda göze çarpacak bir rol oynamış olup eldeki kaynaklardan kolayca anlaşılacağına göre ilerigelenlerinin hepsi nesturi hıristiyan adı taşımaktadır. Meselâ hükümdarlardan birinin adı Marguz (Marcus) dur, bunun oğlu da babası gibi hıristiyan olup onun adı da batı adlarından Kurcakuz (Cyriacus) dur. Kereitlerin hıristiyanlığı Moğol hanının ailesine de girmiştir. Man^ gu, Kubilay ve Hülegü hanların anası Kereit prensesi olup avnı 'zamanda gayretli bir nesturi hırîstiyandır. Bunun gibi, Moğol hanlarının müşavirleri arasında da epeyce hıristiyan bulunur, bunların da çoğu Kereit kabilesinden türemedirler. Kereit kabilesinin en
300
BİLİNMİYEN
I Ç - A S YA
tanınmış ilerigeleni olan Çinkai'ı eskiden tanıyoruz, meşhur taoist filozofu Çanğ-çun'u Cengiz hanın yanına onun götürmüş olduğunu görmüştük. Onun yine hıristiyan arkadaşı, devlet adamı Kadak'tan da bahsetmiştik. Büyük han Mangu'nun en baş müşaviri Kereit Bolgai da hıristiyandı. Moğol siyasetinin yönetiminde o da büyük rol oynamış ve sonraları da yine Moğol işlerine fazla karışmak bahtsızlığı onun felâketine sebep olmuştu. Kubilay'ın kardeşi Arık Bu-ka'nın saray isyanına katılmış ve öteki fedailerle birlikte öldürülmüştü. I İç - Asya göçebeleri arasında nesturi hıristiyanlıgiyle ün almış tv I olan kabile yalnız Kereit değildir. Bu alanda Huanğ-ho'nun kuzey < \ dirseğinde, adını sık sık duyduğumuz Kuku khoto veya Mavi-şehir ^1 yakınlarında oturan Oneut veva Öngüt kabilesi de ona lâyık bir jj^ JYrakîptir. Öngüt kabilesi Batı-Kök Türk imparatorluğundan ayrılmış Şa-to Türkleri kabîlelerindendi. Bu Şa-to Türkleri Çin impara-J v / torlarının hizmetinde olarak Mancurya'dan Gan-su'ya kadar Çin ^
V
^
mış Şa-to Türkleri kabîlelerindendi.
ü
?
1' * / sınırlarında gelip geçmekte idiler, Moğollar onlara Çağan Tatar \^ fAkTatar) derlerdi. Çin'lilere göre Öngütlerin başkenti Moğol - çağında Tien - dö idi, Marco Polo'nun Tenduc diye andığı şehir burasıdır. Dilleri Türkçe olan bu Öngütlerin ilerigelen birçok mümessillerinden Çin tarihçileri bahsederler. Sargis adlı birisi bunlardan olup bunun XIV. yüzyılda yaşıyan bir torunu, çağının Çin'de en tanınmış yazarıdır. Nesturi Öngütleri tanımak da büyük bir marifet değildir, hepsi de Simun, Georgius, Pavlus, Yakup, Denha, Luka ve Yiso (İsa) gibi hıristiyan adlar taşımaktadırlar. Burada Öngütlerin iki önemli a-x damından daha etraflıca bahsetmemiz lâzımdır. XIII. yüzyılda, o zamanlar Moğolların Khanbalık dedikleri Pekin şehrinde Öngütlerden bir nesturi oturuyordu. Bu adamın adı Si ban idi ve Khanbalık nesturi kilisesinin visitator denilen bir vazifesinde yer almış bulunuyordu. Karısı Ki am ta da hıristiyandı ve tabiidir ki Sauma adlı çocuklarını da tam bir nesturi olarak yetiştirmişlerdi. Sauma erkenden papazlık mesleğine girmiş ve o zamandan başlıyarak kendisine Rabban Sauma adı verilmişti. Temiz ve uslu yaşayış tarziyle arkadaşları arasında çabucak kendini gösterdi, bir keşiş gibi dağlara çekilerek hayatım tamamiyle tanrı hizmetine verdi. Günün birinde, çekildiği yere beklenmedik bir ziya-
BİLİNMİYEN
İÇ-A S YA
301
retçi geldi, bu Baimi el oğlu Marcus'tu. O da nesturi keşişi idi ve Kav-çanğ şehrinde otururdu. Bu Kav-çanğ denilen yer Khanbalık'ın on beş günlük ötesinde, Tangut'a giden yol üzerindeydi. Bu iki genç nesturi keşişi birbiriyle iyi anlaştılar. Çok geçmeden kalkıp Arz-ı mukaddes'e gitmeyi, Kudüs'ü ve İsa'nın çektiği çilelerle mübarekleşmiş olan yerleri ziyareti kararlaştırdılar. Rabban Şuama ile Marcus gerçekten yola çıktılar, hakikatta yol denklerini din kardeşlerinin iyi dileklerinden başka pek az dünya eşyası kabartıyordu. Yolları önce Rabban Marcus'un ana babasının oturduğu Kav-çanğ şehrine uğruyordu. Onların gelişlerini şehrin Türk valisi Kün Boğa ile Ay Boğa, büyük han Kubilay'ın iki eniştesi haber alınca keşişleri hemen karargâhlarına çağırdılar ve önce onları bu uzun ve tehlikeli yoldan vazgeçirmeğe çalıştılar. Buna muvaffak olamayınca kendilerine birçok armağan vererek uğurladılar. Rabban Sauma ile Rabban Marcus'un yolları Kav-çanğ'dan Tangut şehrine doğru gidiyordu. Oradaki nesturi hıristiyanlar Kudüs yoluna düşen iki keşişin şehirlerine yaklaştığını işitince hep dışarı döküldüler ve onları sevinç göz yaşlariyle karşıladılar. Keşişler Tangut şehrinde çok eğleşmediler ve tam iki ay, durmadan yollarına devam ederek ıssız çölü geçtiler. Bütün yolculukları boyunca ancak sekiz gün, o da büyük zorluklarla, tatlı su bulabilmişlerdi. Nihayet Khotan şehrine ulaştılar, fakat o kadar sabırsızlıkla bekledikleri dinlenmeden pek memnun kalmadılar. Savaşlar, şehri ve dolaylarını harap etmişti, binlerce insan telef olmuştu, kervan yollarında ancak güçbelâ ilerlenebiliyordu. Yiyecek bulmak hemen imkânsız gibi idi, büyük kıtlık yüzünden insanların binlercesi ölüyordu. Ortalık düzelip de yollarına devam etmeyi hatırlarına getirmeğe cesaret edinceye kadar Khotan'da altı ay kalıverdiler. Khotan'-dan Kaşgar'a vardılar. Fakat iki keşiş burada da daha iç açıcı bir manzara ile karşılaşmadılar. Issız bir hale gelmiş olan şehri düşman yağma etmiş, önüne ne geldiyse yakıp yıkmıştı. Bereket versin o tehlikeli yollarda mantar gibi çoğalmış olan hırsız ve eşkıyalarla başları belâya girmedi. Kaşgar'dan Talas'a gittiler, büyük han Kubilay'ın amcazadesi Kaydu'nun karargâhı burada idi. Kaydu, Kudüs yolcularını çok iyi karşıladı, onlar da onun memleketini takdis ve ömrüne dua ettiler. Kaydu han onlara, yolda kimsenin kendilerine ilişmemesi, herkesin elinden gelen yardımı esirgememesi için
302
B İ L t N M İ Y E N İÇ — ASYA
B İ L İ N MİYEN t Ç — ASYA
303
bir tavsiye mektubu da verdi. Hanın gösterdiği bu teveccühün de yok bir faydasını görmediler ve tenha, garip yollardan bin bir zahmet ve yoksulluk içinde ilerliyerek nihayet Horasan'a varabildiler ve orada Tus şehri yakınında bulunan nesturi manastırına sığındıkları zaman nihayet rahata kavuşmuş oldular.
sonuna Ereöl'ün, hıristiyanlar kiralı, Öngütler (Öngaye) hükümdarı Georgius'un kızkardeşi olduğunu yazmıştır. Bundan başka Öngüt hükümdarı Georgius'un, bulunalı çok olmıyan Çince mezar taşı yazıtında da ölünün bütün erkek ve kız kardeşlerinin adları yazılıdır ve bu sonuncular arasında Ereöl'ün esrarlı görünen adı da bulunmaktadır.
Bundan sonra keşişler yine yollarına devam ederek Babil'e vardılar, ora halkı onlardan birini, Rabban Marcus'u III. Yahbalaha adiyle kendisine patrik seçti. Rabban Sauma bir müddet onun yanında kaldıktan sonra 1287-de patrik ve İran'daki Moğol hükümdarı adına hususi bir siyasi - dinî vazife ile Bizans'a, Roma'ya ve Fransa'ya gönderildi. Bu herkese nasip olmıyan şerefli yolculukta, Gaskonya'da İngiliz kıraliyle, Paris'te Güzel Philippe'le görüştü.
İç - Asya nesturiliğinin iki Türk kabilesini, yani Kereitle Ön-gütü öğrendikten sonra, Moğol - çağı seyyahlarının papaz Johannes ve hıristiyan Tatarlar hakkında yazdıklarını derhal başka bir gözle okuruz. Fakat Kereitlerle Öngütlerden başka öteki kabileler arasında ve meselâ başlıca Naimanlar ve Kara Kitaylar içinde de epeyce sayıda nesturi bulunduğunu unutmamalıyız.
Rabban Sauma ile Rabban Marcus'un batı yolculukları Moğol çağındaki büyük geliş - gidişlerin, keşiflerin en dikkate değer bir örneğidir. Bu iki Öngüt keşişinin Pekin'den kalkıp İç - Asya'yı geçerek seyahat ederlerken geçtikleri yol, kendilerinden az sonra seyahate çıkmış olan büyük Venedik'linin, Marco Polo'nun takibettiği yolun aşağı yukarı aynı idi.
XIII. yüzyılda Tatarlar içine seyahat yapmış ve başkentleri o-lan Karakorum'a da uğramış olup şöhret bakımından Plano Car-pini'den geri kalmıyan Rubruck, papaz Johannes'in Naimanlar hükümdarı olduğunu söyler. Ona göre, Kereitlerin Ong hanları bu papaz Johannes'in Kardeşidir. İfadesini daha karışık bir hale getirmek için Rubruck, Naimanların papaz Johannes'ine Kara-Cathay da dediklerini ilâve eder. Tarihî hakikat şudur ki, Cengiz han Naimanların nesturi hükümdarlarını yeniyor, bunun üzerine mağlûp hükümdarın oğlu İç - Asya'daki Kara Kitaylara sığınıyor. Orada kendisini misafir eden Kara Kitay hanı Cı-lu-gu'nun kıziyle evleniyor, daha sonra tahtına da geçiyor. Rubruck'un papaz Johannes'i işte bu suretle birdenbire Naiman ve Kara Kitay olmuştur.
Marco Polo, yeni papaz Johannes'i, yani onun halefi olan kıral Georgius'u Öngüt. başkentinde — kendi yazdığı gibi — Tenduc'ta buluyor. Birçokları bugün bile bu Georgius'un Kereit olduğunu sanırlar, halbuki bunun ne kadar yanlış olduğunu, o çağlarda Kereit-lerin artık Moğol imparatorluğu içinde tamamiyle dağılmış olmalarından daha iyi bir ispatı olamaz. Onların rollerini artık Huanğ-ho yanındaki Tenduc'ta bulunan nesturi Öngütler almışlardı ki, Çin tarihçileri bunların bütün kırallarımn papaz olduğunu kaydederler. Ba kıral Georgius, yahut da Doğu'luların söyledikleri gibi Görgüz veya Givargis, iyi bildiğimiz Çinkai'ın dostlarındandı ve Kaydu'nun büyük han Kubilay'a karşı yaptığı savaşa o da karışmış, daha sonra da, 1298 de Moğolistan karışıklıkları sırasında telef olmuştu. Bu kıral Georgius hakkındaki bilgiler üzerinde birleşinceye kadar â-limler arasında çok münakaşa oldu. Bugün artık tamamiyle meydana çıkmıştır ki, bütün kaynaklar — Lâtin, tran ve Çin kaynakları— hep aynı şahıstan bahsetmektedirler. Suriye'de bulunmuş o-lup 1298 - de Ereöl adlı bir nesturi kadınının arzusiyle ve onun mas-rafiyle yapılmış olan bir Süryani İncil de bu şahsiyet hakkında güzel bir tamamlayıcı delildir. Çünkü sureti çıkaran papaz bu tncilin
Kereitlerin dağılışından sonra seyahate çıkan Marco Polo ile Monte Corvino'nun, kendi çağlarında başrolü oynıyan Öngütlerin nesturi hükümdarlarını efsanevi papazın şahsı ile karıştırmaları tabiî sayılabilir. Marco Polo'nun hemen her uğradığı yerde, Kaşgar'-da, Yarkent'te, Çingintalas'ta ve Çin sınırında, Alaşan'da v.s. nes-turilere raslayışına da şaşılmaz. Bu diyarlarda dolaşan keşişlerle misyonerlere gelince bunlar papaz Johannes'in nesturi cemaatinden ve papazlarından umumiyetle az sevgi ile bahsederler. Meselâ Rubruck bu nesturi papazlarının hiçbir şey bilmediklerini anlatır. Gerçi âyin yaparlar, Sür-yamce yazılmış kitapları da vardır, fakat dinin esaslarından haberleri bile yoktur. Okuyuşları Batı'daki Lâtince bilmiyen, dinî keli-
304
BİLİNMİYEN
İÇ-AS YA
meleri ağızlarında çakıl taşı gibi geveliyen cahil keşişleri hatırlatır. Bundan başka kötü kalbli, menfaat düşkünü, sefih adamlardır. Bunların Tatarlar içinde yaşıyanları bir değil, iki karı alırlar. Cuma günü de et yerler, zaten tatilleri de, birçok başka şeylerde de taklidettikleri müslümanlar gibi, pazar değil, cuma günüdür. Piskoposlar etliye sütlüye pek karışmazlar ve cemaatlerinin arasında olsa olsa elli yılda bir kere görünürler. Nesturiler arasında papazlık mesleğinin cazibesi fazladır ve hemen bütün erkek çocukları papazlığa verirler. Papaz sınıfından olmıyan erkek pek azdır. «Simo-nie» aralarında almış yürümüştür, mukaddesat (sacramentum) bile para ile verilir. Akılları fikirleri hep paradadır, din yayıcılığına aldırış bile etmezler. Çirkin, hırslı yaşayışları ve kötü örnekleriyle dine zarardan başka bir şeyleri dokunmaz ve Moğollar, pagan oldukları halde, papazlariyle birlikte baştan çıkmış bu insanlardan çok daha namuslu ve sevimlidirler. Nesturiler İç - Asya'daki cemaatlerini çarçabuk piskoposluklar idaresinde teşkilâtlandırdılar. Şam metropoliti Elyas'ın muhtırasında IX. yüzyılın sonunda Herat'ta, Merv'de ve Semerkant'ta piskoposluklar görmekteyiz. XIV. yüzyıl ortasında ise evvelkilere Türkistan, Khanbalık ve Tangut piskoposlukları katılıyor. İç - Asya'da Moğol hâkimiyeti batmağa başlayınca oradaki nes-turilik de yavaş yavaş kayboluyor. Oralarda sonuna kadar yabancı kalmış olan bu din ilkin Çin'de temizleniyor, sonra da müslüman ilerleyişinin baskısı altında İç Asya'da kaderi belli oluyor; Timur Lenk kendi imparatorluğu içinde nesturilerden âdeta haberci bile bırakmıyor. Yok olan dinin eserleri şurada burada bir müddet daha yaşıyor, Benedictus de Goes, bildiğimiz seyahatinde Karaşar Türk hanı katında islâm din âlimleriyle münakaşa ederek hıristi-yanlık akidesini açıklarken, hükümdar cetlerinin dinini hatırlıya-rak hayrette kalmıştı. Böyle olmakla beraber Karaşar Türk hanının cetleri Roma kilisesinin değil, nesturi dininin cemaatlerinden idiler. îç - Asya araştırmaları sırasında nesturiliğin dikkate değer birçok eser kümeleri meydana çıkmıştır. Yedisu'da ve İli dolaylarında çıkarılmış olan dört nesturi mezarlığı çoktan beri bilinmektedir. Mezar taşlarının yazıtlarında 1200 ve 1360 arasındaki tarihler yazılıdır ve Tien - şan'ın kuzeyindeki Almalık ve Tokmak nesturi-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
305
terine ait bulunmaktadır. Almalık'ta ve Tokmak'ta gelişen nesturi iskânlarının cemaati hep Türklerdi. Dun-huanğ mağaralarındaki el yazmaları arasında Pelliot pek dikkate değer bir nesturi. eseri de bulmuştu ki bu, Çince bir Üç Azizlik ıTrinite) ilâhisi idi. İlâhinin sonunda gayet değerli bir ilâve vardır ki, burada VIII. yüzyılın sonunda bilinen Çince nesturi kitapları gösterilmiştir. Bu kitapların çoğunu Çinceye çevirenin Si-an'daki büyük yazıtlı taşı yazmış olan Adem adlı birisi olduğunu söylemek de lüzumsuz değildir. Bu malzeme nesturiliğin Çince kaynaklarını araştırma işini yeniden hızlandırmış ve bu araştırmaların değerli kılavuzluğu İç - Asya ve Çin nesturilik tarihinin incelenmesinde artık bir zaruret olmuştur. Fakat Çin'de nesturilerle ilgili metinlerden başka şeyler de bulmaktayız. Pekin müzesinde muhafaza edilen Süryanice yazılmış bir nesturi eseri Dunhuanğ mağaralarından oraya yollanmış el yaz-malanndandır. Kalgan - Dolon nor yolu boyunda bir nesturi mezarlığının kalıntılarına raslanmıştır. Kuzey Çin'deki budist ve ta-oist tapınaklarından bazılarının nesturiler tarafından kendileri için yapılmış kiliseler olduğu anlaşılmıştır; eski bir süs olan mukaddes işaret, yani haç bugün de asıl yapının anıt taşlarından birinin üzerinde hâlâ durmaktadır. Yeni araştırmaların ön plânında tabiatiyle eski büyük nesturi iskânlarındaki eserlerin açılması bulunmaktadır. Tokmak ve Almalık nesturilerine ait mezarlığı bulduklarını görmüştük. Öngütlerle Kereitlerin izlerine raslamak ise daha zorcadır. Her iki kabile de Türklerdendi, fakat Moğol istilâsından beri üzerlerine yerleşen Moğolların baskısı altında âdeta izleri belirsiz bir şekilde kayboldular. Tam şu son yıllardadır ki, bu alanda hoş bir aldanışa varılmış olduğu meydana çıktı. Eski Tenduc topraklarında, fakat Kuku khoto'dan —Ordos'u geçerek— ta Ninğhia'ya kadar, bu a-lanın her hangi bir noktasında sistemli bir kazı yapılmaksızın, epeyce önemli sayıda nesturi haçı bulundu. Dikkate değer ki, burada o-turan Moğollar, aralarına karışmış olan Öngütlerin hâtıralarını da muhafaza etmişlerdir. Ordos'taki Moğol kabile ve soyları Öngütle. F. 20
504
BİLİNMİYEN
İÇ — ASYA
meleri ağızlarında çakıl taşı gibi geveliyen cahil keşişleri hatırlatır. Bundan başka kötü kalbli, menfaat düşkünü, sefih adamlardır. Bunların Tatarlar içinde yaşıyanları bir değil, iki karı alırlar. Cuma günü de et yerler, zaten tatilleri de, birçok başka şeylerde de taklidettikleri müslümanlar gibi, pazar değil, cuma günüdür. Piskoposlar etliye sütlüye pek karışmazlar ve cemaatlerinin arasında olsa olsa elli yılda bir kere görünürler. Nesturiler arasında papazlık mesleğinin cazibesi fazladır ve hemen bütün erkek çocukları papazlığa verirler. Papaz sınıfından olmıyan erkek pek azdır. «Simo-nie» aralarında almış yürümüştür, mukaddesat (sacramentum) bile para ile verilir. Akılları fikirleri hep paradadır, din yayıcılığına aldırış bile etmezler. Çirkin, hırslı yaşayışları ve kötü örnekleriyle dine zarardan başka bir şeyleri dokunmaz ve Moğollar, pagan oldukları halde, papazlariyle birlikte baştan çıkmış bu insanlardan çok daha namuslu ve sevimlidirler. Nesturiler Iç-Asya'daki cemaatlerini çarçabuk piskoposluklar idaresinde teşkilâtlandırdılar. Şam metropoliti Elyas'ın muhtırasında IX. yüzyılın sonunda Herat'ta, Merv'de ve Semerkant'ta piskoposluklar görmekteyiz. XIV. yüzyıl ortasında ise evvelkilere Türkistan, Khanbalık ve Tangut piskoposlukları katılıyor. İç - Asya'da Moğol hâkimiyeti batmağa başlayınca oradaki nes-turilik de yavaş yavaş kayboluyor. Oralarda sonuna kadar yabancı kalmış olan bu din ilkin Çin'de temizleniyor, sonra da müslüman ilerleyişinin baskısı altında İçAsya'da kaderi belli oluyor; Timur Lenk kendi imparatorluğu içinde nesturilerden âdeta haberci bile bırakmıyor. Yok olan dinin eserleri şurada burada bir müddet daha yaşıyor, Benedictus de Goes, bildiğimiz seyahatinde Karaşar Türk hanı katında islâm din âlimleriyle münakaşa ederek hıristi-yanlık akidesini açıklarken, hükümdar cetlerinin dinini hatırlıya-rak hayrette kalmıştı. Böyle olmakla beraber Karaşar Türk hanının cetleri Roma kilisesinin değil, nesturi dininin cemaatlerinden idiler. îç - Asya araştırmaları sırasında nesturiliğin dikkate değer birçok eser kümeleri meydana çıkmıştır. Yedisu'da ve tli dolaylarında çıkarılmış olan dört nesturi mezarlığı çoktan beri bilinmektedir. Mezar taşlarının yazıtlarında 1200 ve 1360 arasındaki tarihler yazılıdır ve Tien-şan'ın kuzeyindeki Almalık ve Tokmak nesturi-
BİLÎNMİYEN
İÇ^ASYA
305
Icrine ait bulunmaktadır. Almalık'ta ve Tokmak'ta gelişen nesturi iskânlarının cemaati hep Türklerdi. Dun-huanğ mağaralanndaki el yazmaları arasında Pelliot pek dikkate değer bir nesturi. eseri de bulmuştu ki bu, Çince bir Üç Azizlik ıTrinite) ilâhisi idi. İlâhinin sonunda gayet değerli bir ilâve vardır ki, burada VIII. yüzyılın sonunda bilinen Çince nesturi kitapları gösterilmiştir. Bu kitapların çoğunu Çinceye çevirenin Si-an'daki büyük yazıtlı taşı yazmış olan Adem adlı birisi olduğunu söylemek de lüzumsuz değildir. Bu malzeme nesturiliğin Çince kaynaklarını araştırma işini yeniden hızlandırmış ve bu araştırmaların değerli kılavuzluğu îç - Asya ve Çin nesturilik tarihinin incelenmesinde artık bir zaruret olmuştur. Fakat Çin'de nesturilerle ilgili metinlerden başka şeyler de bulmaktayız. Pekin müzesinde muhafaza edilen Süryanice yazılmış bir nesturi eseri Dunhuanğ mağaralarından oraya yollanmış el yaz-malarındandır. Kalgan - Dolon nor yolu boyunda bir nesturi mezarlığının kalıntılarına raslanmıştır. Kuzey Çin'deki budist ve ta-oist tapınaklarından bazılarının nesturiler tarafından kendileri için yapılmış kiliseler olduğu anlaşılmıştır; eski bir süs olan mukaddes işaret, yani haç bugün de asıl yapının anıt taşlarından birinin üzerinde hâlâ durmaktadır. Yeni araştırmaların ön plânında tabiatiyle eski büyük nesturi iskânlarındaki eserlerin açılması bulunmaktadır. Tokmak ve Almalık nesturilerine ait mezarlığı bulduklarını görmüştük. Ongütlerle Kereitlerin izlerine raslamak ise daha zorcadır. Her iki kabile de Türklerdendi, fakat Moğol istilâsından beri üzerlerine yerleşen Moğolların baskısı altında âdeta izleri belirsiz bir şekilde kayboldular. Tam şu son yıllardadır ki, bu alanda hoş bir aldanışa varılmış olduğu meydana çıktı. Eski Tenduc topraklarında, fakat Kuku khoto'dan —Ordos'u geçerek— ta Ninğhia'ya kadar, bu a-lanın her hangi bir noktasında sistemli bir kazı yapılmaksızın, epeyce önemli sayıda nesturi haçı bulundu. Dikkate değer ki, burada o-turan Moğollar, aralarına karışmış olan Öngütlerin hâtıralarını da muhafaza etmişlerdir. Ordos'taki Moğol kabile ve soyları Öngütle. F. 20
306
B 1L 1 N M i Y K N
i (,: - A S V \
rin Hıristiyanlıklarını hatırlatan adını bugüne kadar unutmamışlardır. Esasen nerede türediği belli olmıyan bu ad Erkegün'dür. XIII -XIV. yüzyıllarda Çinliler, Moğollar ve Acemler nesturi hıristiyan-ları bu adla anarlardı. Asya'ya yaptığım ilk yolculukta tam Kuku khoto civarından Moğolca bir budist kitabı getirmiştim ki, metnin sonuna yazılan bir haşiyede bu eserin meydana getirilmesine oradaki Erkegün piskoposunun da para vermek suretiyle yardım ettiği yazılıdır. Dış - Moğolya'da, Orkhon nehri civarında oturan Kereitlere dair eserler ise çok daha azdır. Hem esasen o birkaç haçın da Hereklerin nesturi eserlerinden olduğu da muhakkak değildir, çünkü şimdilik onların oturmuş oldukları yeri de tam olarak belirtecek durumda değiliz. Bununla beraber bazı alâmetlere bakılırsa, Dış-Moğolya Moğol kabilelerinin bazılarında arasıra görülen Erkegün soyadlarını onlarla ilgili gösteren Rus âlimleri yine de doğru iz üzerinde yürümektedirler. İç - Asya'daki büyük keşifler de beklenen nesturi metinleri vermişlerdir. Alman sefer heyetleri Turfan vahasını açarlarken birçok nesturi kilisesi de meydana çıkmıştır, Uygurca yazılmış, çoğu noksan nesturi el yazmalarını ise buradaki yıkıntılar altından bulup çıkarmışlardır. Turfan'lı Uygurların nesturilikleri yeni bilinen bir şey değildir. Eski Batı seyyahlarının eserlerinde gördüğümüz gibi bunlar da 845 - teki büyük din kovalamalarında yok olmuşlar ve Moğol hâkimiyeti ile beraber yeniden canlanmışlardır. Zaten Uygurların nesturilikleri etrafında epeyce mühim karışıklıklar olmuştur ki, bunun kaynağını ta XIII - XIV. yüzyıllarda aramak lâzımdır. Zira İç - Asya'da nesturileri Erkegün adiyle değil Tarsa adiyle anarlardı. Bu Tarsa sözü ise Acemce bir kelime olup asıl mânası titrek demektir. Bu garip deyimi nesturilerin, ateşe tapan zerdüştlerden korktukları anlamına açıklamak istemişlerdir. Fakat bu açıklayış şüphesiz yersizdir, yersiz oluşu da yalnız zer-düştlerin kendilerinin de müslümanlardan korkmağa sebepleri oluşundan, başkalarını korkutacak durumda bulunmayışlarından değildir, çünkü Acemler Tarsa demekle önceleri zaten zerdüştleri kast ederlerdi, ancak sonraları, bu kelime «dinsiz = pagan» anlamını alıncadır ki, nesturilere verilen bir ad haline gelmiştir.
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
307
Tarsa adı Erkegün gibi öyle çabucak ve iz bırakmadan ortadan kaybolmamıştır. XIII - XIV. yüzyıllarda İç-Asya'ya giden Batı'lı seyyahlar papaz Johannes efsanesiyle birlikte bu deyimi de almışlar ve haritalarında onun memleketini Tarsia adiyle göstermişlerdir. Bu Tarsia adı, coğrafya bilgilerini XIII. (ve XIV.) yüzyıl seyyahlarının eserlerinden tamamlıyan bizim bir kısım Macar kroni-kacılarımızın coğrafya adları arasına da girmiştir. Sonradan türeme oldukları şüphe götürmiyen bu adlara Macaristan'da uzun zaman fazla önem verilmişti, çünkü daha eski kaynaklarda tabiat iyle geç-miyen bu coğrafya bilgilerini Macarlığın anayurdundan beraber getirdiği bir hâtıra saymışlardı. Bilginler Tarsia adiyle daha sonraları da meşgul olmuşlar, fakat bu memleketi İç - Asya'nın hangi tarafında aramamız lâzım geldiğini bugüne kadar tam olarak bildirememişlerdir. Yalnız şurasını açıkça görmüşlerdir ki, Moğol - çağı kaynakları Tarsia ve Uygur deyimlerini birbiri yerine kullanmışlardır. Bundan ise bu iki kelime ile aynı şeyin anlatılmak istenildiği ve böylece Tarsia'nın Uygurlar yurdundan başka bir yer olamıyacağı neticesini çıkarmışlardır. Eğer bu açıklayış yerinde ise o zaman, kronikalarımız-daki Tarsia'nın Turfan vahası Uygur imparatorluğu olması lâzım gelir. Halbuki iş hiç de bu kadar basit değildir. Uygur adı X. yüzyılın sonundan itibaren artık etnik olmaktan ziyade siyasi bir tâbirdir ve Orkhon bölgesinden gelen Uygurlara olduğu kadar, Uygur imparatorluğunun öteki, en ziyade eski Batı -Kök Türk devletinin döküntü kabilelerinden olan Türk unsurlara da şamildir. Şu muhakkak ki, Turfan «Uygur» dili denilince müşterek Uygur yazısının ve edebî geleneğinin bir araya topladığı çeşitli Türk lehçelerinin topluluğu anlaşılmalıdır. Uygur dili ilk büyük edebî Türk dili olup bu dil hemen tamamiyle İç - Asya Türklüğünün daha sonraki, Çağatayca denilen edebî dilinin rolünü oynamıştır. Gerçi Turfan Uygurları arasında hayli sayıda nesturi yaşadığı söz götürmez. Fakat bunların, vahanın budistleri ve maniheistleri yanında Turfan'lılara tamamiyle nesturi damgası vuracak kadar önemli rol oynamış olduklarını da kimse iddia edemez. Uygur sözünün ne kadar siyasi bir kavram olduğunu bildik-
508
B İ L İ N M İ YEN
İÇ-ASYA
ten sonra hakikatta Kereit, hem de nesturi olan Çinkai'a uzaktaki Acem tarihçilerinin Uygur demelerine, yahut da Rabban Sa-uma'nın yoldaşı olan Öngüt kavminden Rabban Marcus'un Uygurlar arasında yer alışına şaşmayız. Zira aslında ne Uygur ne de hıristiyan olmıyan kimselere de Uygur deniliverdiğini de biliyoruz, tç - Asya'nın başka bir yerinde, İli vadisinde Yedisu'da nesturi kilisesinin ne kadar önemli bir merkez olduğunu düşünürsek asıl o zaman, sayıları pek de fazla olmadığı sanılan Turfan hıristiyan-larını tamamen bir tarafa bırakabiliriz. Almahk'ta nesturi metropo-litei otururdu, onun batısındaki Tokmakta ise piskopos bulunurdu. Buna bir de yukarıda gördüğümüz gibi, hükümdarlarından biri Moğol - çağı seyyahlarının kitaplarında papaz Johannes diye geçen Kara Kitay devletinin bu bölgede yayıldığını katarsak, o vakit bu Moğol - çağı seyyahlarının Tarsia'sını Turfan taraflarında değil, Kara Kitaylar arazisinde gelişen Almalık - Tokmak nesturileri-nin ülkesinde aramamız daha yerinde olacağını sanırız. XIII - XIV. yüzyıllardaki Asya seyyahlarının çoğu keşiştir, ba-zan siyasi elçi de olsa her vakit din çevirici bir misyonerdir. Bu keşişlerin azimli çalışmalarının yemişi çok geçmeden ermişti. Roma kilisesi önce Çin'de tutundu, bir müddet sonra da tç - Asya'da övünülecek sonuçlar elde etti. Oralara daha Önce yerleşmiş olan nes-turiler Roma'nın din çeviricilerine iyi gözle bakmıyorlardı. İtiraf edelim ki bu da sebepsiz değildi. Sade İç - Asya'da değil, hattâ Çin'de de cemaat arasından birçokları Roma kilisesine katılmışlardı. Dönenler arasında bazan yüksek şahsiyetler de vardı. Biraz önce adı geçmiş olan Öngüt hükümdarı Georgius bunlardan biri olup Monte Corvino'nun gayreti sayesinde nesturilerden yüz çevirmiş ve Roma kilisesinin gayretli bir mensubu sıfatiyle başkentinde kilise yaptırtmıştı. Monte Corvino'nun, hükümdaf Georgius'un oğlunu da vaftiz ettiğini, hem de Giovanni adını taktığım biliyoruz. Johannes de Monte Corvino Papa IV. Nicolaus'un emriyle 1289 - da, tam Rabban Sauma'nın getirdiği haberler üzerine Çin'e hareket etmişti. Corvino bu yola birçok tavsiye mektubu ile çıkmıştı. Bunların arasında İran'ın Moğol hükümdarı Argun hana, Küçük - Ermenistan kiralına ve kıraliçesine, büyük han Kubilay'a yazılmış mektuplar olduğu gibi, hattâ o zamanlar artık Tataristan'ın iç işleri iyi bilindiğinden ihtiyaten, Kubilay'ın düşmanı olan Kaydu
BtLİNM1YEN İÇ-\SYA
3C9
hana yazılmış birkaç satır da bulunuyordu. Monte Corvino 1305 yılının ta başında Khanbalık'a varmıştı. Anlaşılan orada iyi kabul gördü, hiç olmazsa Çin'de on bir yıl geçirişinden ve 'başarılı din çevirici faaliyetinden bunu çıkarabiliriz. Daha altı yıl geçmeden Khanbalık'ta bir katolik kilisesi yükselmişti ve kulesindeki üç çan, o zaman sayıları altı bin kadar olan hıristiyan cemaati ibadete çağırırdı. Roma'ya yolladığı mektuplarında yalnız nesturilerin münasebetsizliklerinden şikâyet etmektedir. Esasen bu büyük papazın fevkalâde çalıştığını raporlarından görmekteyiz. Cemaatinin çocuklarına Lâtince ve Yunanca öğretiyor, onlar için ilâhiler, kasideler yazıyordu. İçlerinden on bir çocuk seçerek bir okuyucu kümesi kurmuştu ki, büyük han kendisi de bunları memnunlukla dinlerdi. Corvino Tatarların dilini ve yazılarını öğrenmişti, İncili ve Mez-murları Tatarcaya çevirmiş, bütün Lâtince âyin kitabının (rituale) tercümesi işini de Öngüt hükümdar Georgius'la görüşmüştü. Monte Corvino din yayımı işinde Khanbalık'ta uzun zaman tek başına çalıştı. Sonunda, sevinç verici şekilde çoğalan işlerle başa çıkamadığından ricası üzerine Papa V. Clemens 1307 - de hepsi de piskopos rütbesinde olmak üzere yedi minorita yollamıştı. Bu yedi kişiden üçü yolda ölmüş, biri geri dönmüş, öteki üçü 1308 - de sağ salim Khanbalık'a varmış ve orada Monte Corvino'yu Khanbalık başpiskoposluğuna ve Çin primatlığına yükseltmişlerdi. Moğol hâkimiyeti sürdüğü müddetçe Roma kilisesinin büyük eseri Çin'de gittikçe gelişmiş, ilerlemiştir. Roma'lı din çeviricilerinin dikkati İç - Asya'da ilk önce nesturi cemaatine çevrildi. XIV. yüzyılda İli vadisinde Aziz Franciscus rahipleri yerleşmişlerdi, bunların başı olan Richardus daha 1338 - de Almalık piskoposu olmuştu. İli vadisi Franciscus rahipleri arasında Elias adlı bir Macar papazı da vardı ki, oranın Türk hükümdarı Özbek'in ve oğlu Tanibek'in ayrı teveccühlerini kazanmıştı. Yine Franciscus rahiplerinden olan Marignolli 1338 - de Çin'e, Moğol büyük hanının Khanbalık'taki sarayına giderken yolda o Macar papazı Elias'a herhalde uğraması kendisine sıkıca tembih edilmişti. Zaten tç-Asya'daki franciscanus din çeviricileri arasında Macarların epeyce sayıda olduklarını görüyoruz. Nitekim 1338 - de Khanbalık'a giden heyetin dört üyesinden biri de Gregorius (Gergely) adlı bir Macar Franciscus rahibi idi.
310
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ —
Almalık Franciscus rahiplerinin akıbeti hakkında bildiğimiz, yazık ki» çok azdır. Tesadüf eseri olarak tspanya'h Pascal'ın, memleketindeki papaz arkadaşlarına yolladığı mektup bulunmamış olsaydı bu kadarla da övünemezdik. Onun hakkında da ancak bu mektup sayesinde bir şeyler öğreniyoruz. Pascal doğu yolculuğuna Avignon'dan çıkmış, önce Venedik'e uğradıktan sonra Galata'ya gelmişti Buradan Karadeniz yoliyle Kırım yarımadasına, yahut o zaman dedikleri gibi Gazaria'ya gitmiş ve onun Tana adlı şehrinde karaya çıkmıştı. Tana'dan Saray'a ve Saraçuk'a uğrıyarak Urganca vardı. Urganç'tan başlıyarak ta Almalık'a kadar yolu hep müslü-manlar içinden geçti. Almalık Franciscus rahiplerinin heyeti o zaman piskoposla beraber yedi üyeden kurulmuştu. Misyonerler bir müddet engelsiz çalışabildiler, çünkü oranın Türk hükümdarının güvenini kazanmağa muvaffak olmuşlardı. Fakat pek iyi başlıyan din yayıcılığma çirkin bir olay son verdi. Alisolda adlı sergüzeştçi bir Türk, hâkimiyeti eline geçirerek eski hükümdarı ailesiyle birlikte yok etmiş ve misyonerlerin hepsini de parçalatarak hıristiyanlar arasında dehşetli kan dökmüştü. Almalık'ta güzelce gelişmekte olan hıristiyan cemaati 1339 - da veya 1342 - de (yılını tam olarak tesbit mümkün değildir) böylece sona erdi. Onunla beraber îç - Asya topraklarındaki hıristiyan misyoner heyetleri de uzun bir zaman için kayboldular.
XVIII. ÖLÜ ŞEHİR: KARA KHOTO itki Tongut devleti veya Si-hio. — Tangut yazısı ve eserleri.-Kozlov Kara khoto'yu, eski Tangut şehrini keşfediyor.— Kara khoto'daki hazineler. — Tangut imparatorluğunun akıbeti.— Tan-gutçanın öteki dillerle olan bağları.— Tangut kavimlerin Yenisey-boylu Paleo-Asya'lı kabilelerle münasebetleri ihtimali.
İç - Asya'da yapılan arkeoloji araştırmalarında bulunan şeylerin çoğu Tarım havzasında ve civarında çıkmıştı. Dış - Moğolya'da, Orkhon ve Selenga vadilerinde bulunan kısım ne kadar önemli de olsa, ötedeki malzemenin sade bolluğu ve çeşitliliği bakımından da onunla boy ölçüşemez. Fakat ilmî önemi yine de söz götürmez, çünkü bulunan malzeme mütevazı olmakla beraber, ne de olsa bize tç -Asya'nın bir başka, ötekinden oldukça ayrı —herhalde orijinal — kaybolmuş, unutulmuş bir medeniyetini tanıtmıştır. Gerek Tarım havzasında, gerekse Orkhon vadisinde meydana çıkarılan eserlerin en büyük önemi, bunların oralarda gelip geçen kavimlerin tarihini ve medeniyetini bize, bilinen veya bilinmiyen dillerin yazılı eserleriyle doğrudan doğruya veya vasıtalı olarak açıklayışmdadır. Yazılı eserler kültürlerinin taş eserler kültürlerinden ne kadar yüksek olduğu bugün artık herkesçe bilinen bir şeydir. Gerçi Çin tarihçileri bahsettikleri pek çok İç - Asya kavminin sade adlarını kaydetmekle kalmayıp onların başlarından geçen şeyleri çok defa uzun boylu ve birbiriyle ilgili bir surette anlatmışlardır. Buna rağmen İç Asya keşifleri sırasında, Çin kaynakları sayesinde, tarihi hakkında bazı şeyler bildiğimiz her hangi bir eski kavmin dili meydana çıkarıldığı zaman duyulan sevinç yine pek büyüktü ve yalnız dilcilere münhasır kalmamıştı. En ince ayrıntılı Çin kayıtlarının da ne kadar cansız ve kansız oldukları, en basit şeylerin açıklanışında bile ne kadar yanlış yollara saptıkları ancak konuyu teşkil eden kavmin meydana çıkarılan eserleri bizzat ve o kavmin
312
» İ L İ N M 1 Yi:N JC — A s V \
diliyle konuşmağa başladığı zaman hakkiyle anlaşılmış oldu. Dilleri henüz bilinmiyen Asya'lı Hunlarla Asya'lı Avarların — Çin kaynaklarının çokluğuna rağmen — hâlâ esrarlı kalmalarını bununla izah edebiliriz. Çünkü bukavimlerin hüviyetlerini tesbite yarıya-cak en esaslı unsur, yani bunların dilleri henüz meçhulümüzdür. Ünlü Rus seyyahı Kozlov'un eski Kara khoto'da, Ölü şehirde, Etsin gol yakınında yaptığı keşif bunun için büyük önem taşır. Etsin gol civarında eşyaya, sanata ve kendi dilinin edebiyatına dair eserleriyle yok olmuş bir imparatorluğun medeniyeti meydana çıkmıştır. Bu yer, meçhullük karanlığından birdenbire sıyrılarak barbar iptidailikten şaşılacak bir hızla kültürün o zaman bilinen en yüksek zirvelerine erişmiş ve sonra yine o hızla yıkılarak yok olmuş olan Tangut kavminin devleti idi. Tangut adını bugün de bilmekte ve bununla Tibetlilerin. Kuku nor'dan Lhasa'ya doğru uzanan yol boyunda barınarak kendi göçebe hayatını yaşıyan ve atadan kalma eşkıyalık ve soygunculuk sanatına devam eden büyük kabilesini anlamaktayız. Bu Tangutîar hacılara ve tacir kervanlarına korku verdikleri gibi Çin mandarinlerinin ve Tibet kabile başkanlarının da her zaman yaka silktikleri başbelâlarıdır. Fakat bu haydut kabileyi, imparatorluklarının aşa-£ıki sayfalarda sözünü edeceğimiz aynı addaki Tangutlarla karıştırılmalıyız. Bugünkü haydut.-Tangutîar bu adı Çin'in Kitay veya Tabgaç adını aldığı gibi almışlardır, yani kendilerine miras kalmıştır. Evvelce gördüğümüz gibi, göçebelikten türiyen Kitaylar X - XI. yüzyılda (907-1125) bütün Kuzey Çin'i hükümleri altına almışlardı. Birtakım yeni göçebe kabilelerin onların yerine geçişleri durumu değiştirmedi. Kuzey - Çin ondan sonra da Kitay, Khatay olarak kalmış, Moğol - çağının Batı'h seyyahları da onu bu adla tanımışlardır. Hattâ Kitay adı Moğolcada olduğu gibi bugünkü Rusçada bile ÇinTi anlamına gelmektedir. Yine göçebelikten kalma olan To-ba kavminin adı da Çin için tıpkı böyle olmuştur. Çin'i onlar da işgal etmişlerdi (386 - 534), onların adları olan Tabgaç, daha sonraki Kök Türkler ve Uygurlar için hâlâ Çin'i, tabii onun kuzey bölgesini göstermektedir. İşte Tangut adiyle de durum böyledir. Eski, gerçek Tangutların izleri çoktan kaybolmuştur, yerlerine gelen Tibet'li kabHelere o taraflardaki kavimler Tangut demeye devam etmişler ve hâlâ da böyle demektedirler.
ti i ı i N M i v İ:N i ı: — \ s v \
313
Çin'liler en eski çağlardan beri Çin - Tibet kuzey-batı sınırlarından bazı göçebe kavimlerden bahsetmekte ve bunları barbarların bütün kötü hu^lariyle, hainlikleriyle vasıflandırmaktadırlar. Güya içlerinde yamyamlar da varmış. Tuyü-hun'larm ve Tibetlilerin askerî kudretleri, her şeyi çiğniyen üstünlükleri yavaş yavaş Oin'lileri bu nefret ettikleri, hiçe saydıkları batılı komşularına karsı daha yakın ilgi göstermeğe mecbur etmişti. Tangutîar hakkındaki ilk haberleri Çin'liler de bu zamanlarda, tam olarak IX. yüzyılda, herhalde epeyce geç olarak bulmaktayız, zira yüz yıl daha önceki zamana ait Kök Türkçe Orkhon yazıtlarında Bilge kağanın Tan-gutlara karşı yapmış olduğu sefere dair şeyler okumaktayız. Çin'deki Tanğ hanedanı, memlekette çıkan büyük bir isyanı ancak göçebe komşularını yardıma çağırmak suretiyle bastırabil-mişti. Bar - köl boylu Türkler kıtalariyle Çin'e bu zamanlarda geldikleri gibi (882) pek az bilinen Tangutîar da hükümdarlarından birinin komutası altında Çin'de o zaman gözükmüşlerdir. Bu sonuncuların hükümdarı Çin imparatorundan mükâfat olarak Hia prensi unvanını alıyor. Bu unvanın önemi vardır, çünkü sonraları büyük Tangut devleti kurulunca Çin'liler burayı Si - Hia, yani «Batı-Hia» adiyle annlağa başlıyorlar. Tangutların başka bir adları olup Marco Polo'nun Moğollardan işiterek Caschi, Coshi şeklinde tesbit ettiği ad da aslen Çincedir, ve «nehrin, yani Huanğ-ho'nun batısındaki» memleket (Ho-si) demektir. X-uncu yüzyılın sonunda (990) Tangutîar Çin'in batı sınırlarında dolaşmakta ve Gan-su eyaletinin büyük bir kısmını imparatorluğun o zamanki sahiplerinin, Kitaylarm ellerinden alarak Ninğ-hia'yı başkent yapmaktadırlar. Kitaylar gittikçe daha kuvvetlenen, Li Yüan-hav'ın şahsında gerçekten büyük bir hükümdar bulan Tangutlarla bir türlü başa çıkamıyorlar. Li Yüan-hav 1031 - de Uygurların Gan-cov ve Su-cov yanındaki yerlerini zaptediyor. Tangut devleti onun saltanatı zamanında medenileşiyor. Çin'lilerin akıl ermiyen yazı bilgileri onlarla uzunca zaman temasta bulunan kuzey ve batı göçebelerinin dehşetli hoşlarına giderdi. Eğer tesadüfen her hangi bir dinin okur - yazar papazları yazı Jjjlimini onlara öğretmezlerse, Çin imparatoriyle yapacakları mektuplaşmalar için hükümdarlarının saraylarında Çin'li yazıcılar bulundurmakla yetinirlerdi. Okumağa hevesli, aydın olmak istiyen
314
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
gençleri ise bazan Çin yazısının vs edebiyatının sırlarını elde ederlerdi ama, bildikleriyle kendi kavimlerine hiçbir fayda sağlıya-mazlardı, çünkü memleketlerinden ayrıldıktan sonra Çin topluluğu içinde çabucak erir giderlerdi. Aym zamanda X. yüzyılda Çin yazı bilgisi inamlmıyacak derecede garip yemişler verdi. Eski göçebe kavimler arasında, karışık Çin yazısını örnek alarak kendi alfabesini kuran kavim bir değil, birbiri ardına üç tane de görülmüştür. Bunların ilki Kitaydır. Bu asık suratlı göçebeler Çin'deki yerlerine ısınır ısınmaz (920) Çin yazı işaretlerine göre kendi yazılarım meydana getirmişlerdir. O zamandan beri hükümdarlarından çoğunun Kitay yazısiyle ve Ki-tayca yazılmış birçok eserleri ele geçmişse de okunmasına imkân olmıyan bu yazılar karşısında bilginler âciz kalmaktadırlar. Çünkü Kitay yazısı ne harf yazısı ne de hece yazısıdır. Tek bir Kitay işareti bazan yalnız bir ses, bazan iki hece, başka bir defa da altı hece ifade etmektedir. Demek ki Kitay yazısının binden fazla işaretlerini suni yolla meydana getirmişlerdir, öyle ki bunların çözümü için başka bir alfabeden yapılmış anahtar olmadıkça içinden çıkmanın imkânı yoktur. Dediğimiz gibi, Tangut Li Yüan-hav istilâcı ve medenileştirici faaliyetine başladığı sırada Kuzey-Çin'de Kitay hanedanı hüküm sürmekte idi. Tangut yazısı 1036 - da onun emri üzerine, hem de doğrudan doğruya Çin yazısına göre değil, ona uydurarak yapılmış olan Kitay işaretleri örnek alınarak meydana getirilmiştir. Fakat sade bir taklitle yetinmemişler, anlaşılan Tangut dilinin hususiyetlerini göz önünde tutarak oldukça dikkati çekecek değişiklikler yapmışlardır. Tangut yazı işaretlerinin Kitay işaretlerinden çok daha girift ve daha fazla çizgilerden yapılmış olduğu bunlara yabancı olanın da gözünden kaçmaz. Tangut yazısını da okumak, çözümlemek mümkün değildir, çünkü bu da bir harf yazısı değil, kelime yazısıdır. Böyle olmakla beraber yine de tekrarlanan müşterek unsurlar üzerinde durarak bir gün kendisini meydana getiren esasların ele geçirilmesi umulabilen yazı bu Tangut yazısıdır. Kitaylar ve Tangutlar gibi, Çin yazı sistemine dayanarak kendi yazı işaretlerini meydana getirmiş olan üçüncü kavim Cürçidir. Sonraki Mancularla hısım olan Cürçiler de Kitayları kovarak Kuzey-Çin'i ele geçirmişlerdi (1115-1234). İlkin bunlar hiçbir de-
BİLİNMİYKN
İÇ — ASYA
315
ğişiklik yapmadan Kitay yazısını almışlarsa da sonraları onu çok karışık bularak kendilerine, görünüşte daha sade, fakat hakikatta yine onun gibi Çin örneğine dayanan, içinden çıkılmaz bir yazı bulmuşlardır. Küçük Cürçi denilen bu yazı ile zamanımıza birkaç yazıttı taş kalmıştır, bu taşları dile getirebilmemiz daha sonraki zamanlardan kalma ve aynı zamanda o tuhaf yazının anahtarı olan bir Cürçice - Çince sözlük sayesinde mümkün olmuştur. Bu sözlükte hakiki Cürçi yazısiyle her kelime vardır, bunların nasıl okunacağı ve anlamlarının ne olduğu da Çin işaretleriyle hizalarında gösterilmiştir. Sözlükte geçmiyen Cürçi yazı işaretleri karşısında bugün de şaşırıp kalmaktayız. Zaten ister Kitay ister Tangut veya Cürçi yazılarının bilinmiyen işaretlerini böyle buna benzer yardımcı olmaksızın çözmenin ne umutsuz bir iş olduğunu bu anahtar da göstermektedir. Fakat biz şimdi Tangutların millî yazılarına dönelim. Batı bilginleri Çin'de ve Çin sınırında eski Tangut devletinde keşif işlerine başlarken, kaybolan yazı ve dil eserlerini büyük bir dikkatle araştırmışlardır. Çok geçmeden Tangut yazılı üç yazıt taşı meydana çıktı. İçlerinde en meşhuru Kalgan - Pekin yolu üzerinde bulunan Cü-yunğ-guan kapısının altı dille yazılmış yazıtının Tangutça kısmıdır. Bundan başka Tangut işaretli birkaç parça para da bulunmuştur ve 1900 yılındaki Bokser (Boxer) isyanı seferleri sırasında Tangut yazılı, Tangutça ilk kitap, tanınmış bir budist eserinin tercümesi ele geçmiştir. Bu gösterişsiz başlangıçtan sonra Kozlov'un ve ardından A. Stein'ın kazılarında meydana çıkan binlerce Tangut kitabı ve el yazmasının ele geçişinin ne demek olduğunu kolayca anlıyabiliriz. Tanınmış Asya - araştırıcısı Kozlov, Prjevalski'nin talebesidir. îç Asya coğrafya ve arkeoloji meselelerini ve araştırmalarda güdülecek doğru usulleri onun yönetimi altında öğrenmişti. Prjevalski'nin son defa hazırlandığı, fakat Kara-kol'dan ileri gidemediği, bildiğimiz îç - Asya yolculuğunda Pevtsov ve Roborovski ile beraber o da bulunmuştu. Kozlov 1899-da ilk müstakil seyahatine çıkacağı zaman hakikatta İç - Asya araştırma yoluna üçüncü defa o-larak çıkmakta idi. Sadık talebe üstadından miras kalan merakla Moğol - Altay dağlarından ve Orta - Gobi'den Maçu nehrinin kaynak bölgesini incelemeğe gitt<. İkinci müstakil yolculuğunda (1907)
316
hİLİNMİVKN
İÇ—ASYA
Kyakhta'dan kalkıp Gobi çölünden geçmek suretiyle Gaşun nor'a indi, oranın güneyinde Kara khoto ölü şehrinin örenlerini keşfetti. Kara khoto'dan ilerliyerek Prjevalski'nin sevdiği araştırma yerlerini, Alaşan'ı, oradan da Kuku nor havalisini ziyaret etti. Esasen daha güneye ilerlemek niyetinde idi, fakat Tangut haydut çetelerinin tehditti tavırlarından ürktüğü için bu işten bir şey çıkmadı. Geri dönmeye mecbur oldu ve dönüş seyahatinde ikinci defa olarak da Kara khoto'ya uğradı, araştırmalarının en değerli kısmını orada tamamladı. Kozlov eski Rus okulunun geleneğine uyarak kalabalık bir kervanla yola çıkmış, çöl yolculuğunda öteki araştırıcıların çektikleri zahmeti çekmiş, onların uğraştıkları zorluklarla karşılaşmıştı. Bilginlerin, kalabalık kervanlariyle nasıl seyahat ettiklerini birkaç misalle gördüğümüz için Kozlov'un Urga'dan kalkıp büyük çöle nasıl açıldığını adım adım takibedecek değiliz. Ancak devamlı yolculuğunu yarıda bırakarak Kara khoto ören şehrinin araştırmalarına başladığı zaman onun kafilesine katılacağız. Gaşun nor'dan biraz güney - doğuya düşen Sogo nor gölü yanına vardığı zaman Kozlov, araştırmalar için lüzumlu hazırlıklara başladı. O civarda Moğolların — ona göre yarı vahşi — bir kabilesi oturuyordu. Tercümanını, şöyle bir elçi gibi, tabii icabeden armağanlarla beraber bu kabilenin, yani Torgutların başkanına yolladı. Bu Moğol kabile başkaniyle ahbaplığa çok ihtiyaç vardı, çünkü onun iyi niyetli yardımı olmazsa örenleri karıştırma işi kolaylıkla sarpa sarabilirdi. Asya'nın neresinde ören - şehirler görülürse civarında oturan göçebeler, yahut vaha - sakinleri, hep doğuştan gömü - arayıcılardır. Masallarda duydukları hazineyi yıkıların altından bulup çıkarmak için vandal yıkıcılığiyle her şeyi altüst ederler. Kara khoto'nun da kendi gömü efsanesi vardı, fakat nasıl olduysa yıkık duvarlara, çöl kumunun örttüğü mukaddes yerlere kimse ilişme-mişti. Toprağa gizlenmiş olan hazine ne kadar çekici bir parıltı ile parlarsa parlasın. hırslı gömü - arayıcıların hevesleri kaçmıştı. Ö-renlerle ilgili boş inanlara kapılan araştırıcılar, kendilerini çarpacak kuvvetten korkuyor, titriyorlardı. Boş inanlı göçebelerin kendi başlarına felâket gelmesine sebep olurlar diye oralara yabancılara da el sürdürmüyorlardı. Kozlov karargâhını Etsin gol'un yanında kurdu. Dört gün son-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
317
ra ileri yolladığı elçi döndü ve Moğol kabile başkanının önce kendisini oldukça soğuk karşıladığını, fakat duygularının yavaş yavaş değişerek, ne istiyorlarmış bakalım o Ruslar, gelsinler kendileri yüzüme anlatsınlar, diye birkaç askerini yolladığını haber verdi. Kervan toparlandı ve Moğol kılavuzun yönetimi ile, her şeyi toza batıran bir çöl kasırgası altında başkanın karargâhına yollandı. Durgun kum deryasının ortasında eski medeniyetlerin tektük kalıntıları, batmış gemilerin enkazı gibi duruyordu. İlkin Atsa-tsonci kulesinin yıkıntıları gözüktü. Bu bir zamanlar Kara khoto şehrini gözetliyen askerî garnizonlardan biri olmalıydı. Atsa-tsonci'nin biraz ötesinde Toroi-onze adlı bir yer vardı ki, Torgut başkanının tavsiyesi üzerine Kozlov karargâhını buraya kurmuştu. Fakat artık başkanın karargâhı da uzak değildi. Etrafta göçebelerin keçe çadırları gözükmüştü, bu çadırlar yüz elli kadar vardı. Karargâha oldukça karışık duygularla yaklaşıyorlardı, çünkü aşağılatıcı bir tarzda herkesin diline destan olmuş olan: ağaçlar arasında en kötüsü tograk, Moğollar arasında en kötüsü Torgut, diyen Moğol ata sözünü biliyorlardı. Ne olur ne olmaz, Moğolların âdetini yerine getirerek, saygı alâmeti olan ipek örtüyü (khadok) başkana vermek üzere tercümanı tekrar yolladılar. Kozlov'un bu nezaketi tesirsiz kalmadı, başkanın gösterdiği iltifat hudutsuzdu. Ona süslü bir çadır kurdurdu, hizmetine adamlar verdirdi, asıl hepsinden ehemmiyetlisi, lâfsız sözsüz, örenler arasında araştırma yapmasına izin verdi. Kozlov'un anlattığı gibi, seyahatinin başlıca amaçlarından biri Kara khoto örenlerinin açılması idi. Arkeoloji bakımından o kadar çok şey vadeden bu kumlar altında kalmış örenlerden, başka bir Rus seyyahının, Potanin'in raporundan bilgi edinmişti. Potanin'den sonra oralarda dolaşmış o-lan başka Rus coğrafyacıları civar göçebeler arasında beyhude soruşturmalarda bulunmuşlardı, fakat ölü şehir hakkında kimsenin bir bildiği yoktu. Bu durum Kozlov'un Kara khoto eserlerine karşı olan merakını büsbütün artırmıştı. Hayvanlarını, lüzumsuz eşyasını Toroi-onze'de, karargâhında bırakıp yanına sade birkaç adamını ve tahminine göre örenler arasındaki araştırmalar sırasında yetişecek kadar yiyecek, içecek aldı. Torgut başkanının iyiliği onu boşuna yoklamalardan ve sonu be-
318
BtLtNMİVEN
İÇ-ASYA
iirsiz araştırmalardan da kurtardı, çünkü onu dosdoğru örenlere götürmesi için adamlarından birini yanına kattı. Yolda bile birçok faydalı şeyler gördüler. Henüz pek uzaklaşmadan, iyi yolda yürüdüklerini anlamışlardı. Adım basma, yok olmuş eski hayatın kalıntılarına Taslıyorlardı; şurada değirmen taşları yatıyor, ötede kumlar altından kapkacak, çanak çömlek parçaları, kırık porselen fincanlar, vazolar görünüyordu. Eski hayatın en önemli unsuru olan suyu götüren harklar da meydana çıkmıştı. Ölü çölün dili her a-dımda açıldıkça açılıyor, onları yok olan vahanın meşhur şehrine. Kara khoto'ya çekip götürüyordu. Ören şehrin yakınında bir nehrin kurumuş, içinde çöl rüzgârının ve tozun parlatıp cilaladığı devrilmiş ağaç gövdeleri yatan yatağından geçtiler. Bu kurumuş nehir yatağında ilerliyerek bir zamanlar Aktan khoto hisarının bulunduğu bir tepeye vardılar. Vaktiyle burası da Kara khoto'yu koruyan istihkâm çemberi içinde bulunuyor ve eski kaynaklara göre burada bir atlı garnizon barınıyordu. Artık çok yol almağa lüzum yoktu, o kadar hasretle aradığı Kara khoto örenleri Kozlov'un gözleri önünde belirmişti. Duvarla çevrili, muntazam geometrik şekildeki şehir alçak bir taraça üzerinde, kabartılı sert taşlardan yapılmıştı. îç - Asya'nın her yerinde açılan şehir örenlerinin, eğer onlar göçebelerin oturdukları yerlerse, ne kadar bir örnek oldukları dikkate değer. Bu şehirlerin plânlarını gözden geçirdiğimiz zaman hepsinde de bir göçebe çadır - karargâhının askerî intizamını görürüz. Ve gerçekten, bir yere yerleşmiş olan göçebelerin şehirleri taştan yapılmış birer çadır - karargâhlardır. Kara khoto'nun plânı da etrafı duvarla çevrilmiş tam bir dörtgendir, muntazam geometri hatlarını olsa olsa bazı yerlerinde ileri fırlıyan çıkıntılar ve kuleler bozmaktadır. Kozlov'gil ören şehre kuzey - batı yönünden yaklaştılar. Kuzey-batı köşe kulesinin yanında tepesi sivri ve etrafı birçok, daha küçük aynı eserlerle çevrili kocaman budist eserine, stupaya Tasladılar. Buralarda da yolun her tarafında kiremit parçaları görülüyordu. Stupa - kümesinin biraz ötesinde küçük bir tepeye tırmandılar ki, buradan bütün Kara khoto seyredilebiliyordu. Gayretli araştırmalardan sonra şehrin batı kapısını buldular ve buradan duvarların arkasına geçtiler. Batı kapısından şehrin ortasına uzanan, orada dikaçı ile kuzeye dönen ve sonra yine aynı açı ile doğuya çev-
BİLİNMİYEN
İÇ —AS YA
319
rilip oradan da, anlaşılan «Tacirler sokağı» olarak şehrin doğu kapısına giden yol anacadde olmalıydı. Kara khoto şehri, başlıca büyük yolların nerelerden geçtiği, en önemli yapıların, manastır ve tapınakların nerelerde bulunduğu belli olmıyacak kadar ortadan kaybolmamıştır. Kürekler çalışmağa başlar başlamaz yapı yıkıntılarının altında neler gizlendiği meydana çıkıveriyordu. Burasının bir düşman baskını neticesinde mah-volduğu ilk bakışta görülmekteydi. Çok defa öyle evlere raslanı-yordu ki, bunların enkazından, dışardan yıkılmış oldukları anlaşılıyordu. Tapınaklar ve onlara bağlı yapılar temellerine kadar gö-çürülmüşlerdi, bunların yıkıntıları arasından ne çıkmışsa hep parça parça idi. Kara khoto'nun durumu da açıkça belli ediyordu ki, eski vahalar, gelişen hayatlariyle birlikte sade iklim değişmesi ve kuraklık yüzünden ıssızlaşmamışlar, öldürücü vuruşu daima ilkin düşmandan yemişler, düşman tarafından yıkılıp yumulmuşlardır. Halkının sayısı azalan veya tamamiyle yok olan şehirler artık vaha hayatına en lüzumlu olan suyu getiren harklarla meşgul olmamış veya olamamıştır. Bu harklar yavaş yavaş harap oldukça bitki hayatı durmuş, oralarda insanlar için de yaşama imkânı kalmamıştır. Felâkete uğrıyan topraktan son haberci de çekilmiş ve her şeyi altına alan çöl, kendi haline bırakılmış bu örenlere hâkim olmuştur. Kara khoto örenleri yığınlarla eser saklamaktadır. Kozlov, daha ilk üstün körü araştırmasında bile pek çok kiremit, porselen, demir, bakır, hattâ gümüş kablar, alet edevat bulmuştu. Dükkân yıkıntıları altından daha zengin ganimetler elde ettiği kendiliğinden anlaşılır. En çok para burada bulunduğu gibi, hattâ Çin - Moğol hanedanının çıkarmış olduğu bankınotlardan sapasağlam kalmış birkaç örnek de yine burada ele geçmiştir. Açılan yapı yıkılarından, ele geçirilen çeşitli dinî tören eşyasından, levhalardan, el yazmalarından Kara khoto halkının en ziyade Buddha dinini güttükleri fazla kafa yormadan anlaşılabiliyordu. Bu zengin malzemeden Koz-lov'un ne kadar az şeyle yetindiği şaşılacak şeydir: ilk kazılarının sonucu topu topu her biri on altı kiloluk on sandık tutuyordu. Kozlov daha ziyade coğrafyacı idi ve kendisi için hep aynı olan budist tablolarından yahut sonuna kadar hep mânâsız «putlar» göziylç baktığı budist heykelciklerinden çok bir şey anlamıyordu. Fakat
320
B I L İ N M I Y F. N 1 Ç - A S V\
asıl önemli olan şey şu idi ki, daha bu ilk, daha ziyade keşif yolculuğu sayılabilecek araştırma seferinde de anlaşılmaz .Tangut ya-zısiyle ve Tangutça hayli el yazması ve kitap parçaları bulmuştu. Kozlov'un ilk raporları Petresburg'a varır varmaz Rus İlim A-kademisi kendisine, ilk fırsatta hemen tekrar Kara khoto'yu ziyaret etmesi ve başladığı araştırmalara daha esaslı bir şekilde devam eylemesi için talimat verdi. Bu işe, Kozlov'un kendi tahmininden daha çabuk sıra geldi. Tibet seyahatinden ister istemez vazgeçince döndü ve ertesi 1909 yılı mayısında yine ölü şehrin örenleri arasında idi. Kervanının bir kısmını, biriken sandıklarla ve adamlarından birinin idaresi altında, vakit geçirmeksizin Urga'ya yolladı. Kendisi de 21 deve, yetecek kadar hizmetkârla ve birkaç Rusla, iyi bildiği örenlerin arasına daldı. Torgut kabile başkaniyle ahbaplığı yeniledi. Sonradan anlaşıldığı gibi bunun çok faydasını görmüştü, çünkü onun yardımı olmaksızın kazılarda lüzumlu ameleyi kolay kolay bulamıyacaktı. İş rahatça ilerledi ve örenler arasında çalışan Rusların yiyeceklerini ve içecek sularını hep kabile başkanı kendisi temin etti. Çok sayıdaki ırgatlara iş dayanmıyordu. Kumlar altına gömülü yapılar sihirbaz elinden çıkıyormuş gibi yüze geliyor, yavaş yavaş, sıra sıra sokaklar meydana çıkıyordu. Basit göçebe ırgatlarının ne kadar hevesle çalıştıkları ve kürekleriyle kumların altından yeni eserler çıkardıkça bilgin efendileriyle beraber nasıl heyecan duydukları görülecek şeydi. Önce şehrin kuzey kenarında bir tapınak meydana çıkarmıştı ki, bunun alt kısmı şaşılacak derecede sağlam kalmıştı. Tapınağın mihrabını bulmuşlardı, üzerinde eski budist tanrı heykelleri duran süslü tabanlar orada idi, duvarlarda ise din konulu fresklerin parçaları görülüyordu. Çok geçmeden, yorucu bir biteviyelikle sürüp giden budist eserlerinin kazılması işinden usanarak başka yerlerde araştırmağa başladılar. Şehir surunun dışında, kurumuş bir nehrin kıyısında büyücek bir budist stupası buldular. Kozlov Kara khoto'daki araştırmalarının en güzel neticesini bu stupaya borçludur. Sıkıca kitlenmiş olan stupanın içinden bez, ipek ve kâğıt üzerine boyanmış 300 kadar budist tablosu çıktığı gibi, bundan başka burada yığın yığın heykelcikler, ağaç oymalar, küçük stupa modelleri gizlenmişti. Bu zengin buluntu - kümesinin ayrı bir değeri de el değmiyecek şekil-
BİLİNMİYF. N İ Ç - A S Y A
321
de saklanmış olan eşyanın zaten kurak olan iklimde tamamiyle sağlam bir halde kalmasında idi. Âlâ goblenlerin, usta elden çıkmış tabloların renkleri yüzyıllarca önce yapıldıkları zamandaki tazeliğini muhafaza etmişti. Fakat Kara khoto stupası başka bir sürpriz de gizlemekteydi. Kozlov'un adamları örenleri iyice araştırınca koca bir kütüpane dolduracak kadar kitap ve el yazması meydana çıktı. Tangut dili ve yazısiyle ilgili, işe yarar bilgilerimizin temelini bunlar kurmuşlardır. Stupada, oturur vaziyette gömülmüş, herhalde yüksek rütbeli bir papaza ait olması lâzım gelen bir ceset de buldular. Daha bundan sonraki araştırmalarda tarihi aydınlatacak olan stupa, anlaşılan bu adamın adına yapılmış olmalıdır. Kozlov'un hazineler gizliyen sandıkları Petresburg'a varır varmaz Rus bilginleri hemen incelemelerine başladılar. Bunlar, budist eserlerinin birinci mütehassısı, Rus İlimler A-kademisi umumi kâtibi, o vakitten beri ölmüş bulunan Oldenburg'-un şahsında derhal en salahiyetli erbabını buldular. Kozlov'un, «put heykelcikleri» ve «putları» Oldenburg için tabiî pek çok incelikler taşımakta idiler. Daha ilk gözden geçirmede bu eserlerin sanat bakımından iki kümeye ayrıldığını tesbit etti. Bir kısmı Tibet il-hamiyle yapılmıştı, öteki (eserlerin büyük kısmı bu kümededir) tamamiyle Çin okuluna bağlıdır. Budist sanatçılarının pek sevdikleri konuyu, Amitabha cennetini Kara khoto budist tabloları arasında da bulmaktayız. Bu Kara khoto tablosu daha uzun zaman kendinden bahsettirecektir, fakat bu, konusunun görülmedik bir şey veya tablonun harikalı bir sanat eseri oluşundan değil, asıl budist sanatının şimdiye kadar eşi bulunmıyan bir eseri olduğundandır. Tablonun başlıca kısmı tamamiyle bir Çin tablosudur, ikinci derecedeki şekillerle tablonun öteki kısımları ise sanki bir Tibet tablosundan kesilerek ötekine yapıştırılmış gibidir. Asıl Tangut eserlerini gözden geçiren, Petresburg İlim Akademisi üyelerinden Kotvvicz olmuştur. Polonya'lı Kotwicz bir moğo-list olduğundan, tabiatiyle, bilinmiyen yazılı el yazmalarının ve kitapların içindekileri tesbit edememiştir. Fakat Uygur yazılı Moğolca eserlere dayanarak bulunan bu parçaların tamamiyle XI -XII. yüzyıl arasındaki zamana ait olduğu neticesine varmıştır. Oldenburg da budist eserlerine dayanarak bunu iddia etmiş ve sonraları F. 21
323
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
bu ilk tesbitlerin tamamiyle doğru oldukları anlaşılmıştı. Kozlov 1908 - 1909 yıllarındaki seyahatinde, Kara khoto örenlerini bir kere daha araştırdı, fakat esaslı arkeoloji ve din tarihi bilgisi olmaksızın bu araştırma işinin tam bir netice vermiycceği ve ikinci seferinden sonra da örenlerde hayli malzeme kalmış olduğu önceden belli idi. Sahiden, üçüncü İç-Asya yolculuğunda A. Stein kendisi de ölü şehre uğradığı zaman bu görüşün doğruluğu anlaşıldı. Kara khoto ziyareti onun araştırmalarının sade «araya sokuşturulmuş» bir epizodu idi, fakat onun erbap eli altında az zaman içinde bile birbirinden değerli yığın yığın eser ele geçti. Stupaların temelini ve tapınakların döşemesini dolduran enkazı temizledikten sonra bunlar arasında sade pişmiş kil kabartmaları, alçı süsler ve freskler değil, Tibetçe, Tangutça yazılmış pek çok budist el yazması kitap, daha doğrusu kitap parçaları buldu, ören şehirlerde eski eserlerin toplandığı en değerli yerlerin süprüntü yığınları olduğunun A. Stein daha eski kazılarında farkına varmıştı. Gerçekten, Kara khoto süprüntü yığınlarında da eli boş çıkmadı. Koku saçan çöplüklerde adamları sırlı çanaklar, ziynet eşyası, taştan ve madenden yapılmış antikalar bulup çıkardıkları gibi, yazılı eserlerin değerini o kadar iyi anlıyan A. Stein'ı en çok sevindiren şey buradan da çok sayıda Tangutça, Uygurca ve Çince yazılı eserler çıkması oldu. Kara khoto, Tangut devletinin kuzeyde en önemli merkezi idi. Tarihini şimdilik pek iyi bilmiyoruz, fakat zamanla ve en ziyade Çin kaynaklarının yardımiyle hayatının başlıca hareketleri ve yok oluşu aydınlanacaktır. Albay Kozlov Kara khoto ve halkı hakkında civarda oturan göçebelerden bazı şeyler öğrenmek istemişti. Fakat sürüleriyle göç halinde bulunan Torgutlar Rus araştırıcısının merakını pek gideremediler. Onlara göre şehirde vaktiyle Çin'liler otururmuş, çünkü duvarlar arasına kapatılmış bir şehirde Çin'liden başka kim oturabilir ki? Atalardan evlâtlara kalan gelenek, bu Çin şehrinin Çin'li sahibi, Kara adlı bir generalin Çin imparatorunun hükümetini devirmek istemiş olduğunu anlatır. Fakat Çin imparatoru üşenmemiş, ordusunu Kara khoto üzerine yollamış. Çin'liler o kadar çoklukmuş ki, general Kara onları görünce kendi adamlariyle şehir surları içine çekilmiş. Ama imparatorun askerleri vazgeçivermemişler, surla çevrili şehri her tarafından kuşatmışlar. Yalnız silâhla bu işi başara-
BİI.lNMtYEN
İÇ —ASYA
S23
mıyacaklarını anlayınca Kara khoto'ya giden su yollarım kesmişler ve yeni bir yataktan suyu başka tarafa akıtmışlar. General Kara iyice daralınca şehirde kuyular kazdırtmak istemiş, fakat ne kadar derine gitmişlerse nafile, kuru topraktan bir damla bile su çıkmamış. Kurtuluş yolu olmadığını anlayınca bütün hazinelerini toplatarak (80 - den fazla araba yükü tutmuş), bunları şehrin kuzey - batısında dipsiz bir kuyuya attırmış. Bu iş bitince, düşman e-line geçmesinler diye kadınları boğazlatmış, çocuklarını öldürtmüş ve korkunç düşmanla bir daha kuvvetini denemek için askerlerini toplayıp, çevrilmiş şehirden bir çıkış yapmış. Çin imparatorunun ordusu savaşı kazanmış, general Kara savaş meydanında ölmüş, şehrini alan taran etmişler ve halkını tamamiyle kılıçtan geçirmişler. Torgut geleneğine göre Kara khoto'nun ortadan yok oluşunun hikâyesi budur. Hakikatta Tangut devletini yenenler Moğollardır. Bilindiği gibi Cengiz han son büyük savaşını tam Tangut başkenti üzerine yapmıştı. Bu başkent aşağı yukarı bugünkü Ninğ - hia'nın yerinde bulunuyordu. Tangut hükümdarının kabahati askeriyle beraber zamanında Moğol istilâcısının ordugâhında bulunmamış olması idi. Söz dinlemiyen vasalı yola getirmek için Cengiz han, ordusunun başına geçmişti. Tangutlar muhasaraya şiddetle karşı komuşlar ve büyük göçebe hükümdara şehrin zaptını görmek bile nasip olmamıştı. Çoktan beri hastalık çeken Cengiz han 1227 - de, muhasara ettiği Ninğ-hia surları önünde öldü. Ordusu, şehri birkaç gün sonra yine zaptetti ve çekilen düşmanın büyüğü küçüğü koca Moğol imparatoruna ahirette hizmet etsin diye bütün halkını kılıçtan geçirdi. Cengiz hanın dostça olmıyan bu ziyaretinden sonra Tangut başkenti harap olmuşsa da Tangut devleti ondan sonra da epeyce bir zaman yaşadı. Marco Polo'nun meşhur kitabında görüyoruz ki. vasal durumuna düşmüş olan Tangut devleti Venedik'li seyyahın zamanında henüz mevcuttur, nitekim M. Polo vaha - şehirlerden bazılarını kaydetmekte ve kısmen kendi gördüklerine, kısmen de işittiklerine dayanarak Şa-cov (Sachion), Hami (Kamul), Çingintalas (Cincitalas), Su-cov (Succiur), Gan-cov (Kampion) ve Ezina hakkında bilgi vermektedir. Bunların hepsi de bilinen vaha - şehir-
324
BİLÎNMİYEN
İÇ-ASYA
lerdir, Ezina'dan maadası bugün de mevcuttur. Fakat bizi asıl ya* landan ilgilendiren de bu Ezina'dır. Marco Polo» Ezina şehrine varmak için Kampion'dan kuzeye doğru on iki gün yol almak lâzım geldiğini söylemektedir. Bu şehir büyük çölün kıyısında bulunmaktadır ve halta puta tapar, yani budisttir. Ezina'hların çok develeri ve başka hayvanları vardır. Ülkelerinde meyva bol yetiştiğinden ve hayvanlarının eti ihtiyaçlarına yettiğinden, ticarete pek önem vermezler. Ama Ezina mühim bir şehirdir, çünkü büyük hanın şehrine, Karakorum'a gidecek olan kervanların kuzeye doğru yapacakları kırk günlük uzun yol için her şeyi buradan tedarik etmeleri lâzımdır. Yolda hiçbir tarafta insanın barınacağı yer olmadığı gibi, dağlarda ve bazı vadilerde ya-şıyan göçebelere de ancak yazın raslanır. Bilgin araştırıcıların meydana kodukları gibi, Ezina şehri, açılışını Kozlov'la A. Stein'a borçlu olduğumuz Kara khoto'dan başka bir yer değildir. Tangut devletinin akıbeti, Moğol hanedanı zamanında, Marco Polo'nun oralarda gezdiğinden bir müddet sonra nihayet belli oldu. Kubilay'ın orduları Tangut başkentine hücum ederek orasını zaptettiler. Yapılarını, tapınaklarını yıktılar, budizm şeriatının kocaman kitabının, Kancurun basılması için hazırlanmış olan Tangutça yazılı tahta levhalar etrafa o zaman yayılmıştı. Tangutça ve Tangut yazısiyle meydana getirilmiş olan eserler gittikçe çoğalmış ve artık bugün Londra, Paris, Berlin, Pekin ve Japonya kütüpanelerinde bunlardan önemli sayıda eser yığılmıştır. Ancak bu garip yazının çözümlenmesi bugüne kadar nasip olmamıştır. Bereket versin Kara khoto buluntuları arasında bir Çince -Tangutça sözlük de bulunmuştur ki, bunda Tangutça söz Çin yazısiyle ve Çince anlamiyle gösterilmektedir. Ne yazık ki, bu küçük sözlük yığın halindeki eserin okunmasına hiç de yeter değildi. Vaziyet böyle iken beklenmedik bir yardımcı çıktı. Tangut devleti topraklarında bulunan Tibet el yazmaları arasında yazısı Tibetçe olsa da dili Tangutça olan birkaç metin de ele geçmişti. Ve böylece Tangut yazısiyle başa çıkılamamışsa bile hiç olmazsa bu Tangutça-nın ne türlü bir dil olduğunu anlamak mümkün olmuştur. Çin'in en batı eyaleti olan Sıçuan'da, Çin'in batı ucunda bin yıldan beri
» İ L İ N M İ YEN
İÇ-A S YA
325
kendi halinde yaşıyan bir sürü göçebe ve yarı - göçebe kabile vardır: Lolo, Moso ve Miyaoze. Dil bakımından Tangutlar bunlarla hısım oldukları gibi Tibetliler bunların hepsiyle uzak yakın dil akrabasıdırlar. Gan-su'nun batı sınır dolayları, hususiyle onun, Tangut devletinin de kısa fakat parlak hayatının başladığı kısmı, iç - Asya'nın en esrarlı ülkelerindendir. İç - Asya'ya doğru o kadar göçebe kavmin dağıldığı bu toprak, kavimlerin ve kavim hareketlerinin âdeta beşiği idi. O hareketli hayat tarihî çağlarda da sürüp gelmiştir. Yüe-cı'ların ve öteki göçebelerin Batı - Îç-Asya'ya varan yollarını burada yeniden uzun boylu tekrarlamak lüzumsuzdur. Bunun yerine İç - Asya meselelerinin bir başkasına, bilim edebiyatında hemen hiç temas edilmemiş olup İç Asya ile Sibirya arasındaki eski bağları dikkate değer bir şekilde aydınlatan bir meselesine temas etmeyi daha uygun bulmaktayız. Orkhon nehri dolaylarında Kök Türklerle çarpıştıktan sonra onların arkalarından gelen Uygurlara çatan ve nihayet türkleşerek IX. yüzyıl ortalarında Dış - Moğolya göçebe devletini ellerine geçirmiş olan eski Kırgızlardan birkaç yol bahsetmiştik. Çin kaynakları bu eski Kırgızlar hakkında, vaktiyle buradan, yani Gan-su'nun batı sınırları yanından kalkarak daha batıya gittiklerini ve sonra Altay dağları boyunda Sayan yakınındaki yurtlarına geldiklerini yazarlar. Bunlar Kök Türkler ve Uygurlarla, şimdi söylediğimiz çok dostça olmıyan bağlarını Sayan boyundaki yurtlarında kurmuşlardı. O sıralarda bunların birtakım büyük kabileleri vardı ki, Orkhon yazıtlarında adları geçen Çik ve Az kabileleri belki de bunlardandı. Asıl başkabile olan Kırgızlar hakkında kaynaklar, daha epeyce zaman, yeniden öğrendikleri Türkçenin yanında eskisini de anladıklarını ve konuştuklarını söylerler. O eski dilin ne olduğunu bilmekten ziyade seziyoruz. Az ve Çik kavimlerinin dilleri hakkında ise henüz hiçbir neticeye varılmamıştır. Bazı bilginler (Trom-betti, Ramstedt, Kai Donner) Yenisey havzasında yaşıyan ve tükenmek üzere bulunan Paleo - Asya'lı kavim ve dil kırıntılarında bu üç kaybolmuş kavmin ve dilin sonraki türemelerini keşfettiklerini sanmaktadırlar. Bu tükenen kavim - kümesinin bugün de ras-lanabilen tek örneği Yenisey'li Ostyaklardır. Bunlara yakın olan Kotların, Asanların ve Kestimlerin son örnekleri bundan yüz yıl
326
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
kadar önce tükenmişlerdir. Dillerinden kurtarılabilen az bir şeyden, bunların hiçbir Sibirya'lı veya Moğolistan'h kavimle hiçbir yakınlık bağları bulunmadığı açıkça görülmektedir. Yenisey bölgeli Pa-leo - Asya'lıları dil bakımından da Gan-su komşuluğuna, Kuku nor havalisine götürmek istiyenlerin ve en yakın akrabalarını Lololarda, Mosolarda ve Tangutlarda arıyanların doğru iz üzerinde yürümekte olmaları imkânsız değildir. Bu meraklı, geniş çerçeveli münasebetleri daha etraflıca belgelendirebilmek için herhalde yeni, uğurlu keşiflere ihtiyaç olsa gerektir.
XIX. GÖÇEBE HÜKÜMDARLARIN GÖMÜLDÜKLERİ YERLER Herce Pelo'ya gere Tangutlarda cenaze töreni.— Orman ve bozkır bölgelerinde cenaze ka'dtrma şekilleri.— Noinula'daki hükümdar mezarları.— Pazirik mazar buluntuları.— Kitay hükümdarlarının gömülme yerleri.— Lo-lanğ höyükleri.— Liav-dunğ mezarları.
Marco Polo, Tangut devletine bağlı Sachion ülkesinde, daha doğrusu vaha - şehrinde ilerigelenlerden biri öldüğü zaman şu şekilde gömüldüğünü anlatır: Ölünün hısımları müneccimleri eve çağırırlar ve dünyadan göçen adamın hangi yılın hangi gününde, hangi saatinde doğduğunu kendisine söyledikten sonra, uğurlu alâmetlere göre cenazenin ne zaman gömülmesi iyi olduğunu gösteren bir zayiçe (horoskop) isterler. Eğer uygun olan gezeğen yıldız tam o sırada yükselme halinde değilse, dinlerine göre cenazeyi o zaman gömmek iyi değildir; ölüyü — icabederse bir hafta — evde bırakırlar, hattâ bazan ölüyü gömmeye ancak altı ay sonra sıra geldiği de olur. Çürümeğe başlı-yan cesetten evin içine dayanılmaz bir koku yayılmasın diye enli tahtadan yapılmış tabuta koyarlar. Tabiatiyle tabutun ek yerleri sıkıca yapılmış olup, içine de kokulu çamsakızı, kâfur, başka baharlar saçarlar. Ek yerleri ziftle baldan yapılmış bir macunla doldurulur ve kalınca sıvanır. Böylece hazırlanan, dikkatlice kapanmış tabut sonra boyanır ve ipek örtüye sarılır. Ölü gömülünceye kadar tabutun bulunduğu odada, yemeklerden çıkan buğu ile ölünün orada uçan ruhu da doysun diye, yemek saatlerinde zengin bir sofra hazırlanır. Ancak müneccimlerin ölüyü gömme gün ve saatinin uğurlusunu arayıp bulmaları da kâfi değildir, tabutun evin ne yanından çıka-
528
HİLİNMİYISN
İÇ-A S YA
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
329
rılması gerektiği işinde .de onların reylerini almak lâzımdır. Çünkü evin asıl kapısını uğursuz saydıkları çok olur, o zaman eğer yapının başka tarafında bir çıkacak yer varsa ne âlâ, fakat yoksa, ölünün ruhunu kızdırmamak, yahut onu incitmemek için duvarlardan birini açmaktan başka çare kalmaz, ölüleri toprağa gömmeyip yakarlar. Şehirden dışarıya tabutla götürürler. Cenaze alayının geçtiği yerlerde, yol kenarlarına, önceden hazırlanmış ve ipeklerle süslenmiş barakalar, tahta kulübeler dizilmiştir. Bunların her birinin önünde bir müddet durarak cenazeyi sokup önüne yiyecek içecek koyarlar. İtikatlarına göre bu suretle ölünün ruhu lüzumu kadar kuvvet bulur, tazeleşir ve gömme töreninin son safhasına gelince, son muameleye, yakılma işine kolaylıkla katlanır. Ölü yakma törenine akrabası, belirli bir ağaç kabuğundan yapılmış ve üzerlerine kadın, erkek, deve, et, para, elbise resimleri yapılmış bir yığın kâğıt parçaları götürürler. Kâğıda yapılmış resimlerdeki şahıslar ve eşya ahirette ölenin işine yarar itikadiyle ölü ile beraber onları da-yakarlar.
Göçebelerin âdetleriyle meşgul olanlar şu hayrete değer neticeye varmışlardır ki, bu âdetlerin çoğu, hele gömülme şekli, kültür çevrelerine göre değişmektedir. Bu kültür çevreleri Kuzey Buz Denizi'nden güneye doğru gidildikçe şöyledir: Tundra, burada yılın ancak belirli bir mevsiminde oturulabilir, başlıca meşguliyet balıkçılık, avcılık ve kısmen ren geyiği yetiştirmektir. Orman çevresi halkı nehir kıyılarında yerleşir, asıl balıkçı ve avcı insanlar bunlar olup ren geyiği yetiştirmenin asıl yeri de burasıdır. Bozkır bölgesi halkı göçebe çobandır. Tundra veya orman bölgeleri nasıl Sibirya'nın hususiyeti ise bozkır da İç - Asya'ya hakiki çehresini veren bir hususiyettir. Bozkırla orman bölgesinin İç - Asya'nın Altay'lardan doğuda uzanan sınırında nasıl birleştiklerini ve iki bölgenin ayrı yaşayış tarzlı kabilelerinin bu keskin ayırma duvarından birbirleriyle ne türlü temasa geldiklerini gördük. Bu şekilde temasa gelen kabileler, istekleriyle veya zaruri şartlar altında kendi topraklarını bırakıp başka bölgeye göçmedikçe hususi yaşayış tarzlarını değiştirmezler.
Marco Polo'nun Tangutlarının cenaze törenleri eşsiz bir fevkalâdelik değildir. İç - Asya göçebe kavimlerinin arasında gezmiş o-lanlar aynı âdetleri pek çoklarında görmüşlerdir. Böyle bir törendeki âdetlerden ne kadarının kökünün atalardan gelme, hangilerinin etraftaki medeni kavimlerin tesiriyle karışmış olduğunu meydana çıkarmak tabiatiyle basit bir iş değildir. Şimdi anlattığımız Tangut töreninde, ölünün ahiretteki maiyetini gösteren, kâğıtlara yapılmış resimlerin yakılışı âdetinin Çin'den gelme olduğu açıkça görülmektedir. Ölünün yakılışı ise fç Asya'da, hususiyle daha kuzey yerlerde eskiden beri bilinen ve izleri şurada burada bugün de belli olan bir âdettir. Şu da gariptir ki, yalnız Tangutlarda değil, başka yerlerde de en ziyade, ilerigelenlerin ölüleri yakılır.
İmdi etnografyacılar, biz Macarları yakından da ilgilendiren bu orman bölgesinin pek garip ölü gömme âdeti olduğunu tesbit eylemişlerdir. Burada cenazeyi toprağa gömmeyip ormanda iki, üç, bazan dört ağacı budarlar, adam boyundan biraz yüksekçe sırıklarla birbirine bağlar ve ölüyü tabutu ile beraber orada son istira-hatine terk ettikleri gibi balıkçının, avcının hususi aletlerini ve iptidai kavimlerde her zaman görüldüğü gibi, ahiret yiyeceğini de craya koyarlar. Ölü gömmenin bu garip şeklini bozkır bölgesinde beyhude ararız. Bu ise orada belki daha yükselmiş bir düşünce dünyası veya daha yüksek din görüşleri olduğundan değil, sadece burada, orman bölgesindeki ağaç bolluğunun bulunmayışındandır. Bozkır bölgesinde ölüyü ya yakarlar veya toprağa gömerler.
Eski göçebe gömülme âdetlerini, az çok dokunulmamış orijinal şekliyle ancak İç-Asya'nın daha ziyade Altay'lardan doğuya düşen yerlerinde buluruz. Altay'ların batısında olup da komşu yarı-göçebe veya yerleşmiş kavimlerin başka çeşit âdetleri yanında geleneklerini muhafaza edebilmiş Türk kavmi az bulunur. Doğuda bu-distlik. batıda islâmlık gibi büyük dinlerin eski ölü gömme şekillerine ne kadar tesir etmiş olduklarını veya kökünden değiştirdiklerini ise hesaba bile katmıyoruz,
Dış - Moğolya'nın eski Türk ve Moğol halkı arasında ölülerin ağaca gömülmesi âdeti bilinmiyen bir şeydir. Bunun izleri bugün de ancak eski yurtlarını bırakıp Güney - Sibirya'nın ormanlık bölgesine göç etmiş olan kabileleri (meselâ Buryatların bir kısmı) arasında görülebilir. Bu garip gömülme şeklinden eski Çin tarihçilerinde de — bir tek de olsa— kayda raslayışımız o nispette fazla diRkate değer. Bu, şimdilik eşine raslanmamış olan Çin haberi bizi t. s. VI rVIII. yüzyıla götürmesi itibariyle son derece değerlidir.
330
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
Çin'liler Kök Türk ve sonra da Uygur hâkimiyeti altına geçmiş o-lan kavimler arasında Du - bo adlı (To - ba ile karıştırılmamalıdır) bir kavimden bahsederler, bu Du - bo'nun Türk cinsinden olan göçebelerden olmadığı bellidir. Bunlar ormanda otururlar, kulübelerini ağaç kabuğundan yaparlar ve kar üzerinde kayaklarla gelip giderler, ölülerini tabuta koyarlar, fakat toprağa gömmiyerek ya bir dağa bırakır, yahut ağaçlara bağlarlar. Yenisey'in yukarı yatağına doğru oturan bu kavim başka alâmetlerden de anlaşıldığına göre, Samoyetlerdendir. Macar anatarihini araştıranlar için Finugor-Samoyet dil kardeşlerimizin bazı kabilelerinin, hem de Türk kavimlerin komşuluğunda olarak Güney - Sibirya'da ne zaman görünmüş oldukları tabiatiyle çok ilgi uyandırmıştır. Çinlilerin anlattıklarına göre eski, Orkhon-boyu Kök Türklerinde ölüyü yakarlar, atını ve kullandığı eşyayı da onunla beraber ateşe atarlardı. Bu şekilde «defnedilen» Kök Türk kahramanı ile-rigelen biri olursa, Kül teginin gömülüşünü anlatırken gördüğümüz gibi, hem kayaya oyulan bir yazıtla kahramanlıkları ebedîleştirilir, hem de mezarının üzerine küçükçe bir yapı, Çin'lilere göre bir • tapmak» oturtulurdu. «Tapınak» ta ölenin resmini, icabında hayatının başlıca olaylarını duvara asarlar, yani duvara resmederlerdi. Son zamanlardaki arkeoloji araştırmaları bu Kök Türk âdetinin izi olarak ölü yakıcılığın izlerini hatırlatan buluntular meydana çıkarmıştır. Bu «tapınak» lardan şimdiye kadar bir tanesine bile raslanmamıştır, fakat bunun da sebebi meydandadır. Bu yapılar ne kadar gösterişsiz ölçüde bile olsalar yine de memlekete saldırarak vandalca yıkıp yuman düşmanın gözüne çarpacak gibi idiler. Savaşlarla dolu geçen uzun yüzyıllardan sonra bir veya iki yazıtlı anıtla etrafına sıralanmış, insan şeklini gösteren heykellerin yine hep kırılmış, çok zaman başları koparılmış bir halde zamanımıza kadar kalmış olmaları gerçekten şaşılacak bir şeydir. Eski göçebe ilerigelenlerinin, hükümdarlarının başka bir gömülme âdetleri daha vardı. Bu, toprağa gömülmenin bir şekli ise de, öyle herkesin bildiği, yani ölüyü tabuta koyarak veya tabutsuz, tabiî her zaman oradaki göçebe âdetine uyarak atiyle, yahut atlariyle ve ahiret yolluğu ile küçük veya büyük kabir çukuruna yatık, bazan oturur vaziyette ve hele ayakta olarak — Uygurlarda olduğu gibi — yüzünü dünya yönlerinden birine çevirerek yapılan basit gömme şek-
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
331
li değildir. Burada bizim bahsetmek istediğimiz toprağa gömülmenin, esası ölenin kalıntılarının tek bir mezar çukuruna konmayıp yer altında bir mahzenli kabire konuşu şeklidir (bölmeli gömülüş). Gömülmenin, Tatar ilerigelenleri arasında görülen bu garip misalini Plano Carpini'de okumaktayız. Kitabımızın başka bir yerinde (bk. 104-105. s.) bunun sözünü etmiştik. Etnografya araştırıcıları aynı âdeti bugünkü Kırgızlar arasında da bulmuşlardır. Kırgızlar her ne kadar müslümanlar gibi, ölüyü yıkarlar ve kefenlerlerse de basit bir mezara gömmeyip kefenledikten sonra eski pagan âdetlerini güderler. Mezar çukurunun dibinde yana doğru bir koridor açarlar, ölüyü oturur vaziyette, tabiî tabutsuz ve yüzü doğuya dönük olarak, bu koridora yatırırlar. Tıpkı Plano Carpini'nin anlattığı Moğollarda olduğu gibi, burada, da önce koridorun ağzını kapatırlar ve boş kalan mezar çukurunu ancak ondan sonra doldururlar. Aynı gömme şekli doğuda bulunan başka, yine müslüman, Türk kabilelerinde de görülmüştür. Burada töreni molla yaparsa da pagan selefinin, şamanın rolünü de kendine mal eder, tıpkı pagan kabilelerin şamanı gibi, miras olarak, ölenin atına, eyerine ve takımlarına konar. Doğu Türk kabîleleriyle Kırgızların âdetleri arasındaki fark şu kadar ki. Doğu Türkleri ölüyü mezara oturur vaziyette değil yatık olarak, hem de başını kuzeye, ayağını güneye doğru koyarlar. Koridorun ağzını ise toprakla değil pişmiş tuğla ile örterler. Bu gömülme âdetinin en özel tarafı, yerinin belirsiz bırakılışı-dır. Plano Carpini'nin anlattığı Moğolların mezar yerini kimsenin aklına gelmiyecek, ıssız yerlerde nasıl aradıklarını ve bölmeli mezar çukurunun üzerine tümsek yapmak şöyle dursun, dikkatle kesilmiş, bir tarafa konmuş olan çimen keseklerini — el değmemiş çimenler altında, kıymetli eşyası ve en iyi urbasiyle yatan yüksek şahsiyetten kimsenin haberi olmasın diye— ölü gömüldükten sonra nasıl dikkatle yerlerine yerleştirdiklerini görmüştük. Göçebe ile-rigelenlerine ait bu gizli mezarların mânasını açıklamak güçtür. Belirtisiz mezar yapmağa onları sevk eden şey dinî itikatları mı idi, yoksa zengin mezarları günahkâr elleriyle yağma edecek olan mezar soyuculardan mı korkuyorlardı, bilinmemektedir. Göçebe hükümdar mezarlarının öteki kısmı herkesin dikkatini, altında dinlenen kibar ölüye herhalde göze çarpan tepelerle, kurganlarla çekmiştir, Ve gerçekten, son araştırmalarla meydana çık-
532
DİLtNMİYEN
İÇ-AS YA
tığı gibi, bu mezarları soydukları çok görülmüştür. Halbuki asıl mezar bazan pek ziyade heybetli olan kurganların içinde değil, ta onların altında bulunmakta idi. Fakat anlaşılan o eski zaman soyguncuları, göz kamaştırıcı hazneler vadeden yere nispeten az bir zahmetle ne türlü erişilebileceğini şimdiki bazı arkeologlardan daha iyi biliyorlardı. Eski büyük göçebe hükümdarların mezarlarının açılışına başlanalı henüz çok olmamıştır. Bunların en değerli- kümesi şimdilik Noinula höyükleridir. Noinula hükümdar mezarlarının açılışı şerefi Kara khoto ören şehirleri keşifçisinin, Kozlov'un adiyle ilgilidir. Kozlov 1923 yılında kurduğu sefer heyetiyle üçüncü müstakil yolculuğuna hazırlanırken, kafasında tamamiyle başka plânlar çeviriyordu. O zaman, kendisine o kadar şeref kazandırmış olan ölü - şehir örenlerini tekrar ziyaret etmek, oradan da hakiki coğrafyacı meyillerine uyarak Yanğ-dzı nehrinin yukarı yatağı bölgesini incelemek niyetinde idi. Fakat birtakım siyasi sebepler güzel ve meraka değer sonuçlar vadeden bu tasarıya engel oldu. Böylece ister istemez kendisine başka araştırma alanı aramak zorunda kalmıştı. O zaman Kozlov Kuzey - Moğolistan'da araştırmalar yapmağa karar verdi (1925). Çok geçmeden talihinin pek de kısır olmadığı anlaşıldı. Birtakım yenilmez .engeller onu asıl maksadına erişmekten alıkoymuş iseler de, onun yerine kendisini Kara khoto'daki araştırmaların sağladığı şeref ve şöhreti geride bırakacak büyük ölçüde keşiflere götürmüştü. Kozlov, Urga-Kâkhta anayolu boyunda Noinula ormanında araştırmalar yaparken Urga'nın yüz kilometre berisinde, göçebe hükümdarların o vakitten beri pek ziyade ün almış olan mezarlarının yanına varmıştı. Bu alandaki mezarlar, kurganlar, kurgan adı verilemiyecek yığınlar ve nihayet hiçbir tümsek teşkil etmeyip ancak mezar çukurunun üzerindeki basıklıktan mezar olduğu anlaşılan bayağı mezar çukurları olmak üzere üç kümeye ayrılabilir. Kozlov araştırmalarına kurganlardan başladı. Bunlardan bir örnek - kurgan seçerek sistemli bir kazı şekli gütmek suretiyle üç ay süren bir çalışmadan sonra onu açtı.
B İ L İ N M İ YEN
tÇ-ASYA
333
Kurganın ölçümleri, kazıları idare eden Teploukhov'a göre, enine boyuna 16x14 metre olup yüksekliği de, yer düz olmadığından, yarım ile bir buçuk metre arasında değişmektedir. Kurganın altındaki mezarın derinliği tahminen 9 metredir. Mezarın kapısı sayılacak olan asıl çukurun yanları, tamamiyle dünya yönlerine uydurulmuş ve duvarlar o zamandan ağaç direklerle tutturularak çatı yapılmıştır. Dört duvardan üçü tamamiyle diktir, dördüncüsü ise dışardan içeriye doğru inişli olup vaktiyle tabut buradan sokulmuştur. Fakat burası mezarın yalnız bir bölmesidir. Bu dış bölmenin bir yanından yine başka bir iç bölmeye giriliyor ki, burası da 3xl.70xl.20 m. ölçümü ile oldukça geniştir. Bu bölme de tavan-lanmıştır, direkler o kadar mükemmel bir halde kalmışlar ki, bugün bile ne türlü malzeme olduğunu anlamak kolaydır. Asıl mezar bu iç bölüm olup, hükümdar ölüsünün 216x77x78 sm. ölçüsün-deki tahta tabutu burada bulunmaktadır. Açılan kurgandaki hükümdar mezarı yazık ki bize dokunulmamış bir halde kalmamış, göçebe mezar soyucular tarafından çoktan soyulmuştu. Değer taşıyan altın ve gümüş eşya sır olmuş, ölüyü tabutundan sürüklemişlerdi; hiç olmazsa ölünün kemiklerinin tabuttan dışarıda, yerlere sürünmesinden bu anlaşılıyordu. Bölme tavanının baltayla göçürülmüş oluşu da buraya zorla girilmiş olduğunu göstermektedir. Dış bölmeyi dolduran toprak, kazılar şurasında görüldüğü gibi, hayvan kemikleriyle dolu idi. Herhalde bunlar, gömme töreninde kesilip gömülen hayvanların kalıntılarıdır. Bu mezar, hazineler bakımından olmasa da antika eserler bakımından bu haliyle de pek zengindir. Aynı zamanda mezarda soyguncuların gözünden kaçmış bir - iki parça altın eşya da kalmıştır. Netekim burada birkaç altın rozet, tabuta çakılmış, süslü ve taşlı, boncuklu birkaç altın levha bulunmuştur. Fakat tunç eşyaya daha çok raslanmıştır. İçlerinden en önemlisi şüphesiz tunç kazanlardan biridir. Teploukhov'a göre, yıkılmış bir sayvanın kalıntılarından o-lan tunç uçlu ve Çin lâkalı değnekçiklerin herhalde din tarihi bakımından önemleri olmalıdır. Rozetler arasında tabiatiyle tunçtan olanları da vardır. Bulunan eşya arasında demirin o kadar az oluşu dikkate değer. Bunlardan hemen hemen yalnız üç yüzlü ok uçlarım söyliye-
334
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
bileceğiz ki, kaba saba işlenmiş olmalarından yerli yapısı olmaları lâzım gelir. Mezarda ele geçen Çin lâkalı eşya gözümüzün önüne' daha yüksek bir medeniyetin tesirini koyarlar. Lâkalı fincanlar arasında hele bir tanesi ince sanat işçiliğiyle göze çarpar, içi kırmızı olup dışı altın yaldızlıdır. Daha ele alınır alınmaz bu lâkalı eşyanın hiçbir zaman göçebe işi olmayıp buralara güneyden, Çin'den gelmiş olduğu anlaşılmıştı. Lâkalı fincanların altında birtakım işaretler vardı ki, Rus araştırıcıları ilkin bunları hükümdar damgası, zat mührü sanmışlardı, fakat sonra Çin yazı işaretleri olduğunu anladılar. Bu işaretler aynı zamanda buluntunun çağını tâyinde işe yaramışlardır. Ruslar Noinula mezarlarım t. ö. I - II. yüzyıllara götürmüşlerdi, halbuki Çin yazı işaretleri bu lâkalı eşyadan bir kısmının 1. s. I. yüzyılın ilk yarısında Çin'in Sı-çuan eyaletinde yapılmış olduklarını göstermişlerdir. Mezarın aşağı yukarı kestirilebilen yaşı da bu olmalıdır. Noinula hükümdar mezarından çıkan ipeklilerle Çin nakışlı yün dokuma örtü de Çin'den gelmedir. Fakat yabandan getirilmiş malzeme üzerinde yerli zevkin sanat işlerini de görmekteyiz. Bunların bir kısmını göçebeler kendileri yapmışlardır, bir kısmı ise göçebeler için hazırlanan eşyayı onların göçebe zevklerine göre yapan Çin'li sanatkârlar ve ustalar tarafından işlenmiştir. Noinula göçebe sanatının en göze çarpan özelliği İskit - Sibirya'lı denilen hayvan tasvirciliğidir. Bunların en güzel örnekleri Noinula kumaş-larındaki geyik-grif, geyik-yak resimleridir. Grifin saldırışı üzerine çöken geyiğin şaşılacak derecede canlı tasviri Sibirya'dan bir taraftan Güney - Rusya'ya, hattâ Macaristan'a, öte taraftan Kuzey -Çin'e kadar yayılan tskit - Sibirya sanatının en tipik mahsullerinden biridir. Buluntuların bir kısmında Yunan ruhunun o kadar kuvvetle kendini göstermesi çok daha hayret vericidir ve burada artık tesirden değil, Karadeniz kıyısı Yunan ithalâtından bahsedilebilir. Demek ki, Noinula mezarlarındaki eserler sade t. s. I. yüzyıl göçebelerinin gelişmiş kültür kabiliyetlerini ve ihtiyaçlarını göstermekle kalmayıp o zamanki göçebe imparatorluğunun Kuzey-Moğolya merkezini Sibirya vasıtasiyle Avrupa'ya ve her zamanki göçebe yoliyle de Çin'e bağlıyan, uzaklık tammıyan büyük gidiş -selisleri de gözümüzün önüne sermektedir.
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
335
Noinula buluntusunun hangi göçebe kavmin eseri olabileceği sorusu daha Kozlov sefer heyetinin bilgin mütehassısları tarafından ortaya atılmıştı. Mezarın çağı başlangıçta da İsa'nın doğumu yıllarına konduğuna göre — sonraki tahminler de bunda fazla bir değişiklik yapmamışlardır—, o tarihlerde Kuzey - Moğolistan'da böyle zengin hükümdar mezarları bulunabilecek yalnız bir kavim hatıra gelebilir ki, bu da Hiunğ-nu, yani Asya'lı Hunlardır. Hiunğ-nu hükümdarlarının daha o zamanlar böyle zengin mezarları olduğu ise Çin tarihçilerinin bir kaydından anlaşılmaktadır. Bu kayda göre Mancurya'da, Liav-dunğ yarımadasından Kora'ya doğru oturan Sien-bi kavminin bir kabilesi olan Vu-huan 1. ö. 77 - 74 arasında Asya'lı Hunların ülkesine saldırmış ve hükümdarlarının mezarlarını yağma etmiştir. Bu cüretli saldırganlığı Hunlar tabiatiyle cezasız bırakmamışlar, ölü soyucuların dersini vermek için 20.000 atlı ile üzerlerine yürümüşlerdir. Rus araştırıcıları bu Çin haberini, gördüğümüz gibi hakikaten eski soyguncular tarafından yağma edilmiş olan Noinula hükümdar mezarlarına yakıştırdılar. Tabiatiyle Rusların bu tahminleri sade kronolojik sebeplerden de imkânsızdır. Fakat Vu-huan'ların mezar soyuculukları, Asya'lı Hunların, Noinula'dakinden daha eski hükümdar mezarları da bulunduğu bakımından faydalı bir bilgidir. Hükümdar mezarları tç - Asya'nın göçebeler oturan alanlarının başka yerlerinde de çıkmıştır. Bunlar arasında hepsinden önce Doğu - Altay'da Pazirık yanında meydana çıkarılan mezarları hatırlamamız lâzımdır. Bu kazı 1929 - da yapılmıştır. Buradaki mezar beş metre çapında 1.5x2 metre yüksekliğinde bir taş kurgan altında bulunuyordum Mezar çukurunun ölçümleri pek heybetlidir: 7.2x7.2x4. Mezar soyguncuları Pazirik buluntusunun açılışında da arkeologlardan önce davranmışlardır. Değeri olan eşya buradan da kaybolmuştur, açılan mezarın değeri yine de büyükse, bu, iki şarttan ilerigelmektedir. Birincisi, mezarın içindeki şeylerin, ısı derecesi daima sıfır altında olan bir toprakta bulunuşu ve böylece daha çabuk çürüyen malzemenin de sağlam kalışıdır, öteki ise, buraya gömülen kavmin medeniyetinin Noinula Hunlarınınkinden tamamiyle başka oluşudur. Gömülme sırasında mezara konulan hayvanlarla eşyanın Öne-
336
BİLİNMtYF.N
İÇ-ASYA
mi, darmadağan edilmiş tabutla içindeki ölüden çok daha fazladır. Anlaşılan, ölünün kurbanlık hayvanlarını, yani atları, mezar çukurunun ağzında sopa ile öldürmüşler ve eyeriyle, bütün takımiyle üst üste hepsini çukura yuvarlanmışlardır. Buz mahzenine de elverişli olan bu çukurda atlar da gayet iyi bir halde kalmışlardır, öy-leki bunlar üzerinde yalnız arkeologlar değil, o zamanki at ırkları üzerinde incelemelerde bulunacak olan tabiat bilginleri de incelenecek şeyler bulurlar. Basit eyerler iki meşin yastıkla birer karın, göğüs ve sağrı kayışlarından mürekkeptir. Üzengiyi, daha sonraki atlı göçebelerin bu mükemmel icadım burada henüz görmüyoruz. Eyer yastığının altında dörtköşe bir meşin örtü'bulunduğu gibi yastık da deri ve keçe püsküllerle süslü deriden veya keçeden yapılmış örtülerle kaplıdır. Eyer örtülerinin süs konuları İskit - Sibirya sanatının bilinen motifleri, yani geyiklerle griflerdir. Ele geçen on gemden biri tunçtan, ötekiler demirden yapılmıştır, hepsinde süslü hayvanlar, insan çehreleri gösteren motifler görülmektedir. Atlardan ikisi göze çarpacak gibi süslenmişti. Ötekilerin üzerindeki takımlardan başka bu ikisinde süslüce birer meşin örtü ile yele örtüsü bulunuyordu, sonra her ikisinin başlarını birer maske örtüyordu. Maskelerden biri tabiî büyüklükte, boynuzlariyle beraber bir ren geyiği kafası göstermektedir. Ön tarafına bir ayı resmi yapılmıştır. Başka bir maske yine ren geyiği kafası göstermekte ise de bunda kafaya boynuz yerine kanadlar konmuştur. Her iki maske de çok süslüdür, boyanmış, altın ve gümüş kakmalarla süslenmiştir. Ren geyiği kafasiyle maskelenmiş at başlarını bazı Rus bilginleri güya sonraki atlı göçebelerin' ren geyiğini attan daha önce tanımış, üzerine binmek ve yük taşıtmak için ren geyiğini kullanmış oldukları şeklinde açıklamak istemişlerdir. Güya yeryüzünde yük taşıyanlarını veya «binitlerini» yani ren geyiklerini, ahirette de kendilerini taşıtmak için beraber gömdürtmek âdeti bu zamanlarda yerleşmiştir. At ren geyiğinin yerine geçince de o eski âdet olduğu gibi kalmış ve artık bulunmıyan ren geyiği yerine atlara onun maskesini geçirmişlerdir. Fakat bu açıklama doğru olmasa gerektir. Ren geyiğinin maskesi, ayı resmi, daha ziyade bir dinip ifadesidir. Sibirya samanlarının bugün bile, vecde gelerek öbür dünya ruhlariy-le temas etmek istediği zaman başına ren geyiğinin boynuzlu mas-
BİLİNMİYEN ASYA
İÇ —
337
kesini, bazan da ayı veya erkek yaban domuzu maskesi geçirdiği bilinmektedir. Yani vecde gelen şamanın ruhunu fânilere göstermeksizin sürüklemeğe memur edilen muhayyel hayvanı bu maskeler temsil etmektedirler. Sibirya'lı ozanlar düzdükleri destanların münacatında hep bu yardımcı hayvandan, çok zaman geyikten medet umarlardı. Pazirik buluntusunun diğer başlıca eşyası arasında tahta kalıp üzerine çekilmiş meşin kalkanları, hamutu, herhalde içinde ölüyü getirdikleri sanılan iki tekerlekli arabayı kaydedebiliriz. Çuvallarda, ölünün ahirette yemesi için konulmuş yolluk erzak vardı. Mezardan, üzerleri İskit - Sibirya tarzı hayvan motifleriyle süslü pek çok ağaç yontmaları çıkmıştır. Pazirik mezarının en büyük değeri şüphesiz tam takımlı yedi attır. Burası Noinula hükümdar mezarından biraz daha eski zamana aittir. Noinula ve Pazirik. mezarlarını, aynı karakterde başka eserler tamamlamaktadır. Bunlardan Minusinsk bozkırlarındaki Oglakti'yi, Batı - Altay'lardaki Katanda ile Onguda'yı, İrtiş kaynak bölgesinde Beriol'u ve nihayet Bia vadisindeki Kudirge'yi saymamız lâzımdır. Noinula hükümdar mezarı en ziyade yer altındaki mahzenle-riyle dikkati çekmişti. Herhalde ileri, özel bir medeniyetin tesirini sezdiren bu gömülme tarzının izlerini başka taraflarda da araştırmamız faydasız olmıyacağı kanaatindeyiz. Önce başka bir göçebe kavmin epeyce sonraki zamanlara ait, fakat tamamiyle aynı tarzdaki hükümdar mezarlarını hatırlatalım. Bu kavim, Kuzey - Çin'deki hâkimiyetinden, yazısından şimdiye kadar birkaç yol bahsettiğimiz Kitaydır. Kitay hükümdar mezarlarım, Orkhon Kök Türk yazıtlarının bugün Khingan denilen eski Kadirkan dağlarının Varinmangga adlı kısmında (Barin ile Ucumçin Moğol hanlığı sınırında) 1922 - de Belçika'lı bir misyoner keşfetmiştir. Bu önemli yere onun dikkatini gömü ariyan, mezar soyan Çin'liler çekmişlerdir. Bunlar o eski imparator mezarlarının her nasılsa farkına varmışlar ve leş üzerine üşüşen kargalar gibi, akıllarından geçirdikleri hazneleri oradan aşırmak için toplanmışlardı. Fakat o yerin Moğol hanının askerleri işlerini bozmuştu. Ne kadar olsa mesele etrafa duyulmuş ve bilgiF. 22
538
BİL İ NM İYEN
İÇ-A S YA
lere karşı coşkun bir alâka gösteren Belçikalı misyoner L. Kervyn de bu suretle haber almıştı. Her zaman ele geçmiyecek olan bu fırsattan faydalanarak, deşelenmiş olan Kitay imparator mezarlarına sokuldu, içindekileri gözden geçirdi, orada bulduğu Kitay ve Çin yazılı yazıtların suretini çıkardı; fakat bu işi bitiremedi, çünkü din duyguları incitilmiş olan Moğol halkın baskısı üzerine hükümdar, günahkâr ellerin açmış olduğu mezarları tekrar kapattırmağa mecbur olmuştu. En son haberlere göre Japonlar Mancurya'yı ve Jehol'u ellerine geçirdikten sonra Kitay hükümdar mezarlarını yeniden açmışlar, ilmî şekilde araştırmalar yapmışlar ve içindekileri, bunların arasında demin sözünü ettiğimiz yazıtlı taşları da Mukden müzesine götürmüşlerdir. Mezarın giriş yeri bir granit dağın böğrüne açılmış sekiz köşeli büyük bir sofadır. Ölüyü, hem de yalnız bir tanesini değil, orada bulunan eserlere göre hepsini buradan geçirmişlerdir. Tabiatiyle bunlar hep hükümdar ailesinin üyeleri idi. Kervyn'in keşfine göre yazıtlı taşlardan biri Kitay imparatoru Dav - dzunğ'un (ölümü I. s. 1101), öteki ise karısı imparâtoriçe î-dö'nün hâtırasına dikilmiştir. Giriş yerini teşkil eden büyük sofayı anlaşılan vaktiyle sıkıca kit-lemişler. Orasını kapıyan kocaman bir kaya keşif sırasında bile dokunulmamış bir halde yerinde durmaktaydı, yalnız kenarlarında a-çılmış olan yarıklardan içeriye su sızmıştır. Asıl mezar bölümüne varmadan önce bu suyu akıtmak lâzım gelmişti, suyun ve molozun temizlenmesinden sonra sıkıca kitlenmiş yeni giriş yerleriyle karşılaşıldı ve bunların açılması epeyce iş oldu. Kitay hükümdar türbesinin ne heybetli ölçüde bir mezar olduğu o zaman anlaşıldı. Bu yeraltı mezarının belkemiği sekiz ayak genişlikte, 60-70 metre uzunlukta bir koridor olup ortasından, daha küçük üç koridorla kesilmektedir. Koridorlar sekiz köşeli birer odada sona ermekte olup ortada birleştikleri yer genişliyerek büyük, tek bir sofa halini almaktadır. Gerçekten hükümdara lâyık olan bu makberin, daha doğrusu onun sekiz köşeli odalarının duvarları maviye boyanmış tuğla ile örülmüş olduğu gibi tavan da kubbelidir. Yerden kubbeye kadar dayanıklı bir cins kokulu ağaç (tuya- ağacı) direkler uzanmaktadır; bunların yükseklikleri 3 metre, kalınlıkları 17, genişlikleri ise 27 santimetre olup üst taraflarında kertiklerle birbirine geçirilmişler-
B t L İN M t Y E N
* Ç — ASYA
339
dir. Kitay imparator mezarları vaktiyle de soyguncuların ziyaretine uğramış ve görünüşe göre onlar, 1922 - de kovalanan kalpazan yağmacılardan daha başarılı iş görmüşlerdir. İmparatorun t'abutu en sondaki odada durmaktaydı ve haydutlar sanki Noinula'lı meslektaşlarını taklidetmek istemiş gibi, tabutu zorlayıp sökmüşler ve içindeki cenazeyi yere düşürmüşlerdir. Kitay hükümdar gömülme yerinin Noinulâ'dakinden daha geniş ölçüde yapılmış, daha karmaşık ve ileri bir eser olduğu şüphesiz ise de bunun da Kuzey - Moğolistan'daki toprağa gömme tarzının aynı tiplerden olduğu münakaşa götürmez. Japonların Kora'da ve Liav-dunğ yarımadasında yaptıkları keşiflere gelince, bunlar çağ bakımından belki bizi Noinula mezarlarına yaklaştırırlarsa da mesafe bakımından o nispette uzaklara götürürler. Bunlar da hükümdar mezarlarıdır, iç tertipleri Noinula'da-kine benzer, fakat asıllarına bakınca Çin yapısı oldukları meydandadır. Hun hükümdar gömülüşünün mahzenli kabir usulünün Çin tesirini ne dereceye kadar aksettirdiği ve bu tesirin doğrudan doğruya mı olduğunun meydana çıkarılması gelecekteki araştırmaların ödevidir. Kora'da ve Liav-dunğ yarımadasında açılan mezarlar başka bakımdan da pek ziyade dikkate değmektedir ki, o da bunların soyguncular tarafından göçebe hükümdar mezarlarının olduğu kadar hayâsızca soyulmamış olmalarıdır. Kora'da, Söul civarında, daha doğrusu Lo-lanğ'da, İsa'nın doğumundan yüz yıl kadar önce Çin imparatorluğu sömürgecileri yerleşmişler ve vasal bir devlet kurmuşlardı. Bu Çin'den türeme hanedan Kora'da beş yüz yıldan fazla bir zaman hüküm sürmüştü. Lo-lanğ'daki 1386 tane höyük onlardan kalmadır. Japonlar bu mezarlardan bir kısmını açtılar, netekim o çağlardaki gömülme âdetleri üzerine olan bilgilerimizi hiç beklenmedik derecede artıran çok değerli neticeler Japonların sayesinde elde edilmiştir. Kora'daki Çin mezarlarından asıl en eskileri toprak altındaki mahzenli kabirlerdir. Burada başmahzen iki kısma ayrılmıştır ve ayrıca bir bölme de bunlara ilâve ettirilmiştir. Tıpkı Kitay hükümdar mezarlarında olduğu gibi, mahzenlerin üstü burada da kubbe halinde, süslü ağaçlarla örtülmüştür. Döşesi tamamiyle Çin usulünde-dir. Tabut Çin lâkalı tahtadandır. Çin topraklarında meydana çıkan
340
BİLİNMİYEN
İÇ-A S YA
mahzenli kabirlerde görüldüğü gibi, orada ne türlü süsler varsa burada da ölünün etrafı bütün bunlarla çevrilmiştir. Bunlardan, Kora mezarlarından birindeki altın - tacı ayrıca hatırlatabiliriz, çünkü buna şamanistik bir önem verilmekte ve kökü kuzey göçebeleri arasında aranmaktadır. Liav-dunğ mezarları Dairen ile Port-Artur arasında açılmıştır. Yer altındaki mahzenlerin tertipleri burada da aynı olup her biri üç kısma ayrılmaktadır. Bunların tepeleri ağaçla değil tuğla ile örtülmüştür, duvarlarına baştan aşağı freskler yapılmıştır. Günlük hayatında kullandığı eşya burada da ölü ile beraber öbür dünyaya gider, hattâ tıpkı Honan mahzenli kabirlerinde olduğu gibi burada da muhitinin küçültülmüş terra cotta (pişmiş toprak) örnekleri, hele bunlar arasında minyatür evler, kuyular, fırınlar ve av hayvanlarının küçültülmüş şekilleri bulunur. Dediğimiz gibi Kora ve Liav-dunğ kazıları yalnız eski Çin gömülme âdetlerini ve dolayısiyle o zamanki Çin hayatı üzerine ışık serpmekle kalmayıp büyük göçebe hükümdar gömülme yerlerinin mahzenli kabir usulünü aydınlatmak hususunda da son derece değerli malzeme vermektedir.
XX.
İÇ-ASYA VE MACAR ANATARİHİ Doğu'lu oluş geleneğinden onotarih araştırmalarına kadar.— Macar anataribinin kronolojik bölümleri.— Dil ve ırk kökenleri.— Finugor kökenli Macarlığın Doğu ile olan bağları.— Macar anataribinin ilk çağı (I. s. V. yüzyıla kadar): Kürk-yolundan gelen Türk kavimleri meselesi*— İkinci çağ (Yurt kurmaya kadar): Büyük Batı - Kök Türk imparatorluğu.
Eski Doğu ve Bizans kaynakları yurt kuran Macarları Doğumdan gelme Türk kavimlerinden olarak gösterirler. Bu eski tarih kaynakları, gözlerinin önünde geçen olayların kahramanı, Macar kavmi üzerine yürüttükleri mütalâalarda yanılmış da değillerdir. Macarlığın Doğu'dan gelme olduğunda bir an bile tereddüde düşemeyiz, hattâ ortaçağda Avrupa hududunun Ural nehri olmayıp Don olduğunu düşünecek olursak, kökenimizin Asya'lı olduğundan da cesaretle bahsedebiliriz. Bu Doğu'lu oluş geleneği Macarlarda, hıristiyanlığa girdikleri ilk yüzyıllarda da hiç değişmeksizin yaşıyordu, hattâ Tuna ve Tisza nehirleri arasında, Karpatlar havzasında yerleşmiş olan Macarlık daha Asya'daki, yani anayurttaki kardeş kavimlerin hâtıralarını da sadakatle muhafaza etmekte idi. Zaten hemen Tatar istilâsından biraz önce yola çıkmış olan Macar dominicanuslarının verdikleri haberleri hatırlamamız da yetişir. Meselâ bunlardan rahip Julianus, o zamandan beri kaybolan Lâtince kronikalarda eski yurtta kalmış olan kardeşlerimizden bahsedildiğini açıkça söylemektedir. Seyahatlerinin, mutlak olarak ileri sürülen amacı da Doğu'da kalmış olan bu kardeşleri ziyaret ederek onlardan haber getirmektir. Asıl Macar halkının Doğu'dan gelme geleneğini ne zamana kadar muhafaza ettiğini söylemek ise kolay değildir. Fakat aydınların uzun yüzyıllardan beri bu geleneği muhafaza etmekte olduklarını ve zamanımıza kadar yaşatıp geldiklerini hepimiz pek iyi biliyoruz. Zaten bu eski, mânası gittikçe silikleşen haberler sayesindedir ki,
342
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
daha bundan yüz yıl önce de, oralarda kalmış olan hısımları araştırmak için Asya'ya giden ve sonra Macar anayurdunu da oralarda araştıran coşkun gönüllü seyyahlara raslamyordu. Bilginlerimiz, bütün bunların artık ardından koşmak caiz olrriıyan, seraba benzer bir düş olduğu kanaatine ancak geçen yüzyılın ikinci yarısında varmışlardır. Artık anlaşılmıştı ki, Asya kıtasını batıdan doğuya, kuzeyden güneye kadar araştırmamız nafiledir, oralarda, yurt kurmadan önce ayrılmış olan Macarları hiçbir suretle bulamayız; anayurdu bulmak için hattâ Asya bozkırlarını da boşuna dolaşırız, eski Macarların oralarda oturduklarının elle tutulacak hiçbir izine ras-lanmaz. O büyük meselenin, yani Macar kavminin nerede türedi-ği, bu olayın ne gibi şartlar altında meydana geldiği, eski yurdu bırakmağa ne gibi şartların yardım veya mecbur ettiği, hulâsa bugünkü yurduna ne türlü ve ne taraftan geldiği meselesinin çözümüne ancak bilim araçlariyle, eski kaynakları araştırmakla, dillerin, âdetlerin ve antropolojinin yardıma çağrılmasiyle yaklaşabiliriz. Macar milleti hayatının en eski çağını kucaklıyan bilim kolumuz, Macar anatarihi, bu soruların incelenmesiyle meydana gelmiştir. Macar anatarihi çağının başlangıç noktası bakımından görüş ayrılığı yoktur, bu başlangıç tam olarak meydana konmuş değilse bile bunun, Macarlığın henüz az çok birlik halindeki hısım kavimlerle olan bağlarından kurtulup kendi hayatını yaşamağa başladığı tarihe konması gerektiğinde herkes birleşmektedir. Fakat Macar anatarihinin son bitim sınırı etrafındaki görüşler hiç de böyle değildir. Bu son nokta olarak bir kere yurt kurmayı kabul edenler vardır. Zamanımızdan başlıyarak Macarhk tarihini ve bin yıllık yurdun şerefli kuruluş şartlarını geriye doğru araştırdığımızda milletimizin hayatında en önemli tarih olarak 896 yılını bulacağımız şüphesizdir. Başkaları, umumi Avrupa anatarih bilgisinin esas prensiplerine dayanarak Macar anatarihinin de «olayların sıralanışını takvim yıllarına bağlıyabildiğimiz» zamanda sona erdiğini öğretirler (kont I. Zichy). Anatarihin son noktasının bu şekilde tâyini oldukça kararsızdır, çünkü yeni kaynaklar çıktıkça bu hudut tarihî devirlerin lehine olarak değişebilir. Biz Macarhk tarihinin başlangıç noktasından hareket ederek (Macarlığı zaman ve mekân içinde ta-kibetmek suretiyle) Macar anatarihinin neyi ihtiva ettiğini,
eski Macarlığın kendine mahsus hayatının nerede bittiğini ve bugünkü
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
343
Macarlığın, başka bir yaşayış tarzına bağlı medeniyetinin nerede başladığını tesbit etmeyi — mümkün olduğu kadar tarafsız kalmağa çalışarak— vaktiyle denemiştik. Demin söylediğimiz gibi, 896 yılına düşen yurt kurma. Macar t.ırihinde büyük önem taşıyan bir olaydır. Fakat göç eden Macarlığı bir de doğudan takibedecek olursak, o zaman önce Lebedia'da, daha sonra da Etelköz'de aynı yurt kurma amaciyle yerleşmiş olduğunu anlamamız güç değildir. Macarhk, otu ve suyu bol olan bu meraları, yani o zamanki yurdunu bırakmışsa bunda doğudan batıya doğru ardından ilerliyen kuvvetli göçebe kavimlerin baskısı, Macarların yurt değiştirme meyillerinden daha büyük bir rol oynamıştır. Macarhk nihayet, Karpat-larla çevrili ülkede bugünkü son yurdunu bulduğu zaman da, yaşayış tarzını, medeniyetini hiç değiştirmemiştir. Arpad'tan sonraki hükümdarların zamanında da tıpkı Etelköz'de* veya Lebedia'daki daha eski yaşayışına devam etmiştir. Macarlığın hayatı, medeniyeti bakımından çağ ayıran büyük duvar şüphesiz bugünkü yurdun işgali değil, ilk aziz kıralları zamanında hıristiyanlığı kabul edişi ve Batı hıristiyan medeniyetine katılışıdır. Demek ki bizce Macarlığın iç muhtevada birlik gösteren ve bu birlikte tabiatiyle bölümlere ayrılan anatarihi Aziz Istvan'a kadar hesabedilmek lâzımdır. Fakat Macar anatarihinin son noktası etrafındaki belirsizlik, daha doğrusu kararsızlık şimdiye kadar yapılan araştırmalarda pek karışıklığa sebep olmamıştır. Zaten sebep olamazdı da, çünkü uzun zaman her şeyi gölgede bırakarak ilgiyi üzerine çeken şey köken (menşe) meselesi idi. Geçen yüzyılın başında, netice olarak bugünkü anatarih bilimini doğuran ilk kanadlanmalar başladığı zaman, aydınlar tarafından geliştirilmiş olan millî geleneğe dayanarak Doğu'dan gelen Macarların çetlerini ve hısımlarını tabiatiyle Doğu kavimleri arasında araştırdılar. Bununla beraber Macar anatarihi araştırmalarının ilk ciddî ve dilcilik esasına dayanan usulü ancak Vambery'nin çalışmağa başladığı zamanlarda ortaya konulmuştur ve bu usulün ispat kudretine karşı olan inanç bugün de âdeta tek olarak hüküm sürmektedir. O zamandan beri hep Macar dilinin kökünün nerede olduğu, hangi — tabiî Doğu — dillerle yakınlığı bulunduğu meselesi incelenmektedir,
Her ne kadar yetkili bir dilci değildiyse de Vambery, anatarih
344
I! İ L t N M İ Y K N
İÇ—ASYA
araştırmalarında kesin önemi bulunan dilcilik prensibini tereddütsüz benimsemiş, fakat aynı -zamanda daha önceki onyıllarda hüküm süren Doğulu akraba arama hevesinden de ayrılmamıştı. Vambery, işin bu malûm safhalarından sonra dilcilik yoliyle Macar dilinin Doğu kökünden, tam olarak Türkçeden türeme olduğunu doğrulamayı denemişti. O zamanki düşüncelere göre tabiatiyle bu, Macar kavminin Türk kökünden olması anlamına geliyordu. Vambery ile az sayıdaki taraftarlarının, Finugorcu Budenz ve onun gittikçe artan taraftarlariyle yaptıkları heyecanlı bilginler kavgası bugün bile büsbütün unutulmuş değildir. Fakat artık bugün bu münakaşaya kapanmış göziyle bakılabilir. Kök bakımından Macarcanın Türkçeden gelmeyip Finugorcadan geldiği ve em yakın hısımlarının Vogul ve Ostyak dilleri olduğu gibi Ob Ugorcasında birleşen bu iki dilin Macarca ile birlikte üçüncü olarak Ugor dilini teşkil etmiş oldukları en küçük bir şüphe bile götürmez. Bu sarsılmaz sağlamlıktaki tesbitten ancak garabetıçilerle her türlü bilgi yetkisinden mahrum hevesliler şüphe etmişlerdi. Fakat bu garabetciler ve heveskârlar da artık ta-mamiyle yıkılmış olan Türkçeden türeme görüşü üzerinde fazla duramıyarak onun verine Kafkasva'daki Kabard, Hindistan'daki Dra-vida ve daha bunlar gibi ekzotik dillerin basma kalıp hısımlığı dâvasını gütmeğe başladılar. Bununla beraber Macar dilinin Finugor, daha yakından Ugor kökünden olmasının acıklanmasiyle Macarlığın kökeni meselesi hiç de kapanmış olmuyordu. Vambery'den sonraki bilgin neslin, tabiatiyle Finugor dil hısımlığının sarsılmaz taraftarlarından olan en seçkin üyeleri eski Bizans ve Arap kaynaklarının gerek yurt kuran gerekse yurt kurmadan önceki Macarlığı Türk medeniyeti güden, Türkü andıran bir kavim olarak kaydettiklerini gördükleri gibi, Macar dilinin, şüphe götürmiyecek kadar Finugor olan temel tabakasında göze çarpacak sayıda ve ihmal edilemiyecek önemde Türkçe kökünden gelme söz - kümeleri bulunduğunu da fark etmişlerdi. Bugünkü Macar anatarihinin araştırmaları yurt kuruluşundan önceki bu Türk ödünç kelime tabakasının tarih bakımından iyice değerlendirilmesi etrafında dönmektedir. Ancak bu işte Macar dilinin, anatarihin âdeta temelini teşkil eden verintileriyle yetinmek zorunda kalınmayıp yurt kuruluşundan önceki zamanlara ait Batı
B İ I, İ N M İ Yİ*. N İ Ç — A S Y A
345
ve Doğu kaynaklarından da faydalanılmakta ve gerekli incelemeler Doğu Avrupa'nın IX. yüzyıldan önceki Macarlığı ve onunla vasıtalı vasıtasız bağları bulunan Türkler; Hunlar, A varlar, Batı-Türkler, Sabırlar, Kazarlar ve Peçenekler arasında dilcilik ve tarih kaynaklarının kılavuzluğiyle yapılmaktadır. Z. Gombocz'un ve hele Gy. Nemeth'in araştırmalarına göre bu alanda genel görüş şimdilik Macar dilinin, özel ses şekilleri gösteren eski Türk ödünç kelimelerini Volga-Ural boylu, daha sonra Kafkasya taraflarındaki Batı-Türk kavimlerinden almış olduğu merkezindedir. Finugor aslından olan Macarlığı atadan kalma balıkçı - avcı hayat tarzını bırakarak Türk kavimlerinin atlı - göçebe yaşayış tarzına geçiren de bu kavimdir. Türklüğün, Finugorca bir dil konuşan, fakat Türk tarzında yaşıyan Macar kavmine olan tesiri Batı - Türklerin hâkimiyetiyle de sona ermedi. Batı Türklerin hâkimiyetinden sonra Macarlar Kazar Türklerinin hâkimiyetleri altında uzun bir zaman geçirdiler ve Kazar kağanının Macar işlerine olan tesiri, Macarlar Kazar devletini terk edip Etelköz'e göçtükten sonra da devam etti. Bilindiği gibi Macar kavimleri tam bu Kazar kağanının Öğüdü ve dileği üzerine Arpad'ın şahsında kendilerine müşterek bir hükümdar seçmişlerdi. Yahudi dinine o sıralarda dönmüş olan Kazarların Yahudi dinli Kazar kağanından memnun olmıyan, ona karşı ayaklanan bir Kazar kabilesi, yani Kabar ise Macarlara katılmış ve yurt kuruluşuna da iştirak ettiği gibi yurt kuruluşundan sonra da öteki kabilelerle birlikte elde edi'jn yeni yurda yerleşmişti. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Türklükle sıkı bağları olan ve müttefik halinde yaşıyan Finugor dilli Macarlık, yaşayış tarzı ve kılığı bakımından o kadar türkleşmişti ki, eski Doğu ve Batı kaynakları onları hep Türk kavimlerinden sayarlardı. Hele yurt kuruluş zamanında Macarlığı idare eden, îlerigelen tabakanın (anata-rihle uğraşanların çoğunun düşündüğü gibi) asılları bakımından da Türk oldukları ve her ne kadar tebaalarının Finugor dillerini öğrenmislerdiyse de kendi Türk lehçelerini de unutmamış bulunduklarını göz önüne getirirsek tabiî yurt kuran Macarlığın Türk karakteri daha fazla çöze çarpabilirdi. Macarların anatarihini araştıranların kanaatlerinde ufak tefek bazı ayrılıklar bulunmakla beraber genel olarak herkes bu açıklamayı kabul etmişti. Büyük bir ihtiyatla, sıkı bir tenkidle Ve bir-
546
BÎLtNMİYEN
İÇ-ASYA
çoklarının çalışmaları neticesi, Macar anatarihinin en esaslı meselesi, Finugor köklülüğü ile çok kuvvetli Türk tesirinin nasıl bir araya getirilebileceği noktasında toplandı. Macar anatarih araştırmalarında, bütün anatarih araştırmalarında olduğu gibi, bazı verintilerin geniş zaman boşluklariyle birbirinden ayrılmakta ve bu boşlukları faraziyelerle doldurmak lâzım geldiğinde tabiatiyle hayal ve mantık için de birçok farz etme imkânları çıkmaktadır. Macar anatarihinin bugün genel olarak kabul edilen şeklinde birtakım zorlayıcı delillerin şevkiyle, en esaslı mesele üzerinde, yani Macarlığın asıl dilinin bugün konuşulan, Finugor kökünden gelme bir dil olduğu noktasında herkes birleşmiştir. Macar anatarihçilerimizin en seçkin simalarından olan ve kendisi de bugüne kadar bu hâkim kanaatin taraftarlarından bulunan kont I. Zichy yakınlarda çıkardığı, kitle için yazılmış bir hulâsa eserinde kendisince kesin nitelikteki bazı kaynak - açıklamalarına dayanarak, Macarlık kökeninin anahtarını bugüne kadar kimse tarafından ortaya atılmamı; başka bir ihtimalde bulmaktadır. Bu yeni ve mantık üzerine yürütülen faraziye Macarlığın ırkça Türk kökünden, hattâ dil bakımından da Türk olduğunu ve bugünkü Finugor dilini ancak sonradan öğrendiğini ileri sürmektedir. Kont I. Zichy şimdiye kadarki araştırmalariyle Macar anata-rihi bilimini birçok değerli görüşle zenginleştirmiştir, ezcümle anayurdun tâyininde o kadar verimli olan nebat ve hayvan coğrafyası görüşlerinin ortaya çıkışını ona borçlu bulunmaktayız. Bu seferki nazariyesinin hareket noktası da mutlak olarak alındığından doğru olan genel bir prensip, dil değişimi prensibidir. Bu prensibin ruhu, Meillet'nin: "Dilini hiç olmazsa bir kere, fakat genel olarak birkaç kere değiştirmemiş kavim yok gibidir" sözünde ifadesini bulmaktadır. İmdi kont 1. Zichy Macarlığın, ille yurt kuran Macarların Türk kılıklarından ve yaşayış tarzlarından, Macar ana tarihinde de dil değişimi faraziyesinin yerinde olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Kanaatine göre Türk ırkından ve Türk dili topluluğundan olan Macarlık asıl dilini şu şekilde kaybetmiş ve bugün konuşmakta olduğu Finugor diline geçmiştir,
Bugünkü Macarlığın Türk aslından olan cetlerinin eski yurtlan
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
347
bugünkü Başkırt toprağının savanlarında ve bozkırlarında bulunmakta idi. Bu ülkenin kuzeyinde, sonradan Jugria adını almış olan toprakta Vogullarla Ostyakların ataları, yani Ob Ugorları otururlardı. Bu eski Ob Ugorları ormanda oturan balıkçı, avcı insanlardı. Onların güneyinde, bugünkü Başkırt toprağında oturan ve henüz Türk olan Macarlar, başka bir deyimle Onogurlar hayvan yetiştirmekle, çifçilikle ve kürk ticaretiyle uğraşırlardı. Kürk taciri Onogurlar zamanla, kendilerinin kuzeyinde oturup dağınık, yüksek bir topluluk teşkilâtından mahrum olarak yaşıyan Ob Ugorlarım idareleri altına geçirdiler ve onların Finugor dillerini, yani Ob Ugorca-sını öğrendiler. Fakat onun yanında kendi Türk dillerini de konuşuyorlardı ve böylece iki dilli kavim haline gelmişlerdi. Artık uzun zamandan beri iki dilli olan Onogurları ilerlemekte olan Sabırlar 460 tarihlerinde göç etmeğe zorladılar. Onogurların bir kısmı o zaman Kafkasya'dan kuzeye doğru uzanan ovaya göçtüğü gibi öteki kısmı da eski yurtta kalmıştı. Rahip Julianus'un XIII. yüzyılda yaptığı seyahatinde bularak kendileriyle kendi diliyle konuştuğu bu sonraki Onogur kırıntısı kavim Magna Hungaria'nın Macarları olmalıdır. Kont I. Zichy'ye göre böylece Finugor dilinden olan ve «Türklükle aynı zihniyet taşıyan Macarlık» daha t. s. V. yüzyıldan önce teşekkül etmiştir. Zichy'nin böyle geri bir tarih koyusuna şunun için lüzum vardır ki, islâm kaynakları, fakat rahip Julianus da, Macarlığın her iki kolunun müşterek kökten oluş geleneğini muhafaza etmişlerdi. Şu halde Macarlıkta dil ve medeniyet teşekkülü bu iki kolun ayrılışından önce olması lâzımdı. Şimdi burada Zichy'nin, esas itibariyle pek ihtiyatlı bir şekilde ifade ettiği yeni ve hayret verici nazariyesinin ayrıntılarını a-ıiklamak amacımız değildir. Faraziyeler üzerine kurulan bu nazariyenin öyle açıklanamaz, ortadan kaldırılamaz güçlükleri vardır ki, daha önceki kanaatten ayrılmağa hiçbir sebep bulamıyoruz. Z. Gombocz, B. Homan ve Gy. Nemeth'in ortaya koydukları bu kanaatin özü şudur: Macarlık hem dil, hem de etnik bakımdan Finugor kökenindendir, fakat anayurdu bıraktıktan sonra Türk cinsinden kavimlerin tesiri altında Türklere mahsus medeniyeti almıştır.
Asıl söylemek istediklerimizden zaten uzağa sapmış bulunuyoruz, fakat bu sapış da lüzumsuz değildi, çünkü bundan Macarlığın
548
OİLİNMİYEN
İÇ-A S YA
teşekkülünde, kendine has medeniyetine varışında Doğu'lu, birinci derecede Türk kavimlerin ne büyük rol oynamış oldukları açıkça görülmektedir. Asıl bunun için, iç - Asya'lı Türklük yoliyle — doğrudan doğruya olmasa bile, dolayısiyle — unutulmuş, tarihe karışmış eski iç- Asya'nın öğrenilmesinden Macar anatarihinin neler beklediğini anlamak zor değildir. Ve gerçekten, yeniden açılmış olan Îç-Asya'daki Türk kavimlerinin tarihlerinde bize yol gösterecek ne çok şey olduğunu görmek için Gy. Nemeth'in yurt kuran Macariı-ğın teşekkülü üzerine yazdığı değerli kitabı ele almak yetişir. iç - Asya'nın son zamanlarda öğrenilen eski tarihine dayanarak varabileceğimiz ilk sonuç, İç-Asya toprağında ne şimdi ne de tarihin bugün için ulaşılabilecek çağlarında Finugor dilli kavimler o-turmamış olduğudur. Şu halde Finugor kökeninden olan Macarhğı bu alanda sağduyu ile kimse arıyamaz. İkinci soru tabiatiyle şudur: Macarlığın meydana gelişinde o kadar büyük rolü olan Türk kavimlerinin iç - Asya tarihlerinden ne gibi yeni şeyler çıkarabiliriz? Bunun cevabı, doğruluğu şüphe götürmiyecek olduğu kadar da hayret vericidir: bugün ulaşılabilecek en eski tarih çağlarında, demek ki 1. ö. III - IV. yüzyılda iç - Asya'nın Tarım'dan batıya düşen kısımlarında Türklüğün hattâ izi bile yoktur, bu toprak o zamanlar Iran'lı kavimlerin ellerinde bulunmaktadır. İkinci soruya, yani öyleyse o vakitler Türkler nerelerde otururlardı? sorusuna verilecek cevap çok daha zordur. Bu alanda gerek tarih gerekse dil bakımından şüphe götürmez kesinlikte hiçbir tutamağımız yoktur. Türkçe, Altay dillerindendir. Onun en yakın hısımı Moğolca ile Tunguzcadır. imdi, öyle dilciler vardır ki (Ramstedt). onlara göre I. ö. IV - III. yüzyılda Türk veya Moğol dilinden söz açmak budalalıktır. Zira Ramstedt'e bakılırsa o zamanlar bu üç dil henüz birbirinden ayrılmamış, az çok birlik bir tek dil halinde Doğu - Asya'da Kh in garı dağının güney kollarında, Çin'in hemen bitişiğinde yaşamakta idi. Demek ki o Türkçeyi nihayet bir Doğu Asya dili saymaktadır. Ramstedt'in nazariyesine işaret edişimiz bunu doğru bir çözüm olarak kabul etmemizden değil belki de menşedeki silik yüzyıllarda durumun ne kadar belirsiz olduğunu ve meselelerin çözümünde hayalin hâlâ ne büyük bir rolü bulunduğunu misaliyle göstermek içindir. Çünkü sayısı az olan en eski kayıtları söyletecek plursak, o zaman, İç - Asya'da o çağlarda pekâlâ Türk, hiç olmazsa
BİLİNMİYKN
İÇ-A S YA
349
Türk oldukları sanılan kavimler bulunduğunu söyliyebiliriz. Ancak bu nevi tetkikler en eski göçebe yurdun Asya'lı Hunlar veya Hiunğ-nu'lar zamanında etnik bakımdan meçhul olan siyasi bir birlik oluşundan ve bu birliğin etnoğrafik ve dil bünyesinin şimdiye kadar girift ve içinden çıkılmaz meseleler arz edişinden dolayı oldukça güçtür. Gobi çölünün güneyinde Hiunğ-nu devletinin hangi unsurlarının oturduğunu tam olarak söylememiz imkânsız olduğu gibi, asıl hâkim olan Hiunğ-nu kabilesinin etnik ve dil bakımından nereye bağlı olduğu sorusuna da yatıştırıcı bir cevap bulunamıyor. Şüphe götürmiyecek doğruluktaki ilk Türk izlerini ancak Orkhon Kök Türk imparatorluğunun kuruluşundan önceki onyıllarda, VI. yüzyıl başında, V. yüzyılın sonunda bulmaktayız. Ancak bu Türk kavimleri Khingan'ın güney eteklerinde, Çin'in komşuluğunda değil, kuzeyde, Altay ve Sayan dağları bölgelerinde bulunuyorlardı ve yakındaki savanlardan ancak daha sonra bozkıra geçmişlerdir. Biz bu ilk şüphe götürmez doğruluktaki verintilerin hatırı için Türklerin anayurdunu aynı yerlerde arıyacak değiliz. Fakat V - VI. yüzyıl Türklüğünün Güney - Sibirya savanlarında bulunuşuna ehemmiyetle dikkati çekmeyi de ihmal edemeyiz. Daha başlangıçta hatırlattığımız gibi Kuzey - Moğolistan göçebeleri Avrupa'ya iki yoldan girmişlerdir: 1. Güney batıdan göç ederek Cungarya kapısından, Tarım havzasının kuzey tarafından, Kırgız bozkırından geçip Ural dağları ile Hazer denizi kıyısı arasındaki yoldan; göçebe akınlarının en sık takibettiği yön budur. 2. Kuzey - Altay, Sayan dağları boyundaki yurtlarından sessiz bir göçle Güney - Sibirya'dan geçerek ki, bu yol, dediğimiz gibi Başkırt toprağına gider. Macar anatarihi bakımından iki esaslı İç - Asya sorusunun karşılığı araştırılmalıdır: ilk Türk kavimleri Güney-Ural ve Hazer denizi arasındaki yoldan Avrupa'ya ne zaman gelmişlerdir? Bir de, Ö-teki eski göç yönünden, Altay ve Sayan dolaylarından Başkırt toprağına doğru Türklüğün yaptığı göçün izi nasıl bulunabilir? Her iki sorunun .esası, batıya akan kavimlerin hüviyetlerinin hem Asya'da hem de Avrupa'da tesbit edilebilmesine dayanır. Durum bugün için henüz kolay değildir. Şimdi burada, Avrupa tarafiyle ilgili Batı kaynaklarının bildirdiklerinin ne kadar az ve onların yardımiyle kendimize çizebildiğimiz manzaranın ne kadar silik olduğundan, bu azıcık bilginin, Doğu kavimlerinin Doğu - Av-
350
BİLİNMİYEN
tÇ-ASYA
rupa toprağında geçmiş olan hareketlerinde, tarihi rollerinin gelişiminde hayale ne kadar yer vermiş bulunduğundan söz açacak değiliz. Burada sade Asya tarafının Asya'lı kaynaklarından neler bek-liyebileceğimizi inceliyeceğiz. Yazık ki, şimdilik bu da fazla bir şey değildir ve hele durumu tam bir kesinlikle aydınlatabilmek için herhalde azdır. iç-Asya tarihi üzerine olan bilgilerimizin iki önemli kaynağı olduğunu biliyoruz. Bunlardan birini Çin kaynakları teşkil etmekte, ötekini ise topraklarındaki yazılı veya eşyaya mütaallik eserleriyle İç-Asya kendisi sağlamaktadır. îmdi bizi daha yakından ilgilendiren bölgeler hep Çin dünyasının kenarına düştüğüne göre, onlardan edineceğimiz bilginin Çin'in komşuluklarında bulunup da onlarla sıkı bağlan olan kavimler hakkında verdikleri bilgiden çok daha az olacağı meydandadır. İşin daha kötüsü, bu az bilgilerde de Çin tarihçiliğinin en büyük meziyetinin, devamlılığın eksik oluşudur. Ne zaman göçebe kavimlerden biri kudretiyle ve silâhının zoriyle göçebe komşulara ve Çin'lilere kendini saydırmışsa o zaman Çin tarihçilerinin ağzından lâf su gibi boşanır. Fakat aynı göçebe kavmin güneşi batmağa yüz tutunca tarihçinin ilgisi ondan kesilerek hemen arkasından gelen öteki göçebeye yönelir. Buna ne kadar yanşak yeridir. Zira Kuzey -Moğolya ve Tarım havzası göçebe-belerini, hızla ötelere göç etmeğe zorlıyan şartlar, büyük yenilgiler, bitkinliklerdir. Bu göçebeler batıya doğru yolculuklarına o zaman çıkmakta, Doğu - Avrupa'da birtakım Finugor ve Türk kavimleriyle o zaman temasa geçmektedirler. Macar anatarihinin en önemli olaylarını ve dönüm noktalarını anlamak ancak bu doğudan gelen göçebe dalgalarını yakından ve bütün ayrıntılariyle incelemekle mümkündür. Cungarya kapısı yoliyle Kuzey- Moğolya'dan gelen ve Hazer gölüne doğru yönelen göçleri, hiç olmazsa belli bir yere kadar, Çin kayıtlarının yardımiyle de takibedebiliriz. Sayan dağından başlıyan Sibirya yolu üzerinde —ki Macarlık bakımından bu yolun önemi nispeten daha fazladır — artık Çinlilerden de hiçbir şey bekliye-meyiz. Bir tç-Asya araştırıcısı sıfatiyle söyliyebiliriz ki, Sibirya yolu, İç - Asya araştırıcıları için de incelenebilecek durumda değildir. Bu mesele üzerine söyliyeceğimiz az bir şey varsa o da Sibirya yolunun doğu başlangıç noktası ile ilgilidir.
BtLtNMİYEN
tÇ-ASYA
ssı
Arkeolojik eserlere gelince, şimdiye kadar bunlar ancak Altay'-lardan doğuya düşen alanın en kuzey bölgesinde ele geçmiştir. Bunlar da bize etnik ve hele dilcilik bakımından fayda sağlıyacak şeyler değildir. Burada şunu da kaydetmemiz yerinde olur ki, şimdiye kadar göz önüne aldığımız İç-Asya tarih kaynakları hep Macar anatarihi araştırmalarının başlangıç noktası saydığımız çağa, yani İsa'nın doğumundan sonraki IV. yüzyılın sonuna ve V. yüzyılın başlarına kadar olan zamana aittirler. Bu çağ Macarlığın özel etnik ve dil çehresinin teşekkül ettiği ve sonunda da, herhalde Türk kavimlerinin beraberinde olarak, göçlerine başladığı çağdır. Bilindiği gibi, Macar anatarihi Hunların, Batı - Türklerin, Sabırların, Onogurların, Kazarların ve Peçeneklerin tarihlerinden ayrılamaz. İç-Asya tarihinde, Türk oldukları şüphesiz olan kavimler hakkındaki bilgilerimiz V. yüzyılın sonunda, VI. yüzyılın başında başladığına göre, şimdi burada söyliyeceklerimizi de elimizdeki İç - Asya kaynaklarının Macarlıkla bağlar kurmuş olan Türk kavimleri hakkında V. yüzyıldan önce ve V. yüzyıldan sonra neler kaydettiklerine göre iki bölüme ayıracağız. İlk bölümün başlangıç noktası olarak biz de İsa'nın doğumu yıllarını alıyoruz; ikinci bölüm ise yurt kuruluş çağiyle, yani IX. yüzyılla kapanmaktadır. Bu işe hangi tarafından bakarsak bakalım, Macar anatarihi araştırmalarının en önemli bir çıkış noktası dilimizde, bugün ve eskiden bilinen birçok Türk dillerinden ses özelliği bakımından ancak biriyle, bugünkü Çuvaşça ile birleşen eski, yurt kuruluştan önceye ait Türkçe ödünç sözler bulunduğudur. İmdi bu, Kazan yakınlarında, Çeboksari bölgesinde konuşulan Çuvaş dili, yabancı ve Macar dilcilerle tarihçilerin kanaatlerine göre, bir zamanlar Türklüğün pek büyük, medeni fakat çoktan tükenmiş olan bir kolunun, Volga boylu Batı - Türklerin dili idi. Batı - Türkler Türklüğün öteki, doğu kollarından (yalnız dil değil, medeniyet bakımından da) kesin olarak ayrılıyordu. Çeşitli Ogur kavimleri, Onogurlar, Şara-gurlar ve Utigurlar güya hep onlardandı. Bu bilginlere göre bütün Batı-Türk kavimleri Attilâ'nın Hun imparatorluğu içinde kalıyordu. Mamafih bizce muhakkak olan ancak Batı - Türklerin Bulgar adiyle Avrupa'da ilk defa, Avrupa Hun imparatorluğunun yıkılışından sonra gözükmüş olmalarıdır. Bu mesele aşırı derecede karışık olduğu için gerek dilcilik, ge-
352
Btr.tNMİYEN
İÇ-ASYA
rekse tarih alanında görünen zorlukların yerini bolca faraziyelerle doldurmak zorunda kalındı. Şüphe ve münakaşa götürmiyecek bir şey varsa o da Macar dilindeki en eski ödünç sözlerin, Türk dillerinin bugün yalnız Çuvaşça ile temsil olunan kümesinden çıkma olduğudur. Bizde benimsenmiş olan genel bir görüşe göre Türk dillerinin bugün yalnız Çuvaşça tarafından temsil olunan kümesi sonradan, daha eski doğu kümesinden ayrıldıktan sonra meydana gelmiştir. Yabancı memleketlerde ise, başta Finlandiyalı Ramstedt olduğu halde başkaları, Türk dillerinin eski özelliklerini muhafaza edenin bu Çuvaş kümesi olduğunu ve doğu kolunun sonradan tü-rediğini ileri sürmektedirler. Ve bu kanaat ayrılığı sade dilcilik tas-lıyanların kılı kırk yarması olmayıp, pek önemli tarihî neticelere de yol açmaktadır. Eğer Çuvaş - kümesi, bizim düşündüğümüz gibi, sahiden sonradan meydana gelmişse, o zaman bir vakitler bu dili konuşmuş olanları muhtemel Türk kavimlerinin sayısını kendiliğinden dar bir çerçeve içine sıkıştırmış oluyoruz. Yok eğer Ramstedt'in haklı olduğu meydana çıkacak olursa o zaman bu, î. s. IV. yüzyılda bütün Türk kavimlerinin bu dili konuşmuş olduklarını gösterir, çünkü ona göre, Türk dillerinin Çuvaşçadan ayrılan büyük, bugün âdeta genelleşmiş kümesi bu tarihten sonra şekillenmiştir, Macaristan'da hüküm süren, biraz önce de söylediğimiz kanaat üzerine dil bakımından Batı - Türklere bağlanan Ogur dediğimiz kavimlerin, yani Onogurlar, Şaragurlar ve Utigurlar Çuvaşça tipinden olan Türkçeyi konuştukları görüşü meydana gelmiştir. Doğu -ve Batı - Türklerin dilleri arasındaki farkı ogur sözünün kendisi de mükemmel göstermektedir. Aynı kelimeyi Batı-Türkler ogur, Doğu - Türkler ise oğuz diye söylerler. Bu iki kelimedeki z - r değişikliği iki dil tipini en özel bir surette birbirinden ayıran bir criterium olarak belirmektedir. Bize daha yakın olan bir misal de vermek için öküz anlamına gelen ökör sözünü alabiliriz. Bu söz Macarcada en eski ödünç kelimelerden biridir. Öteki birçoklariyle beraber bu kelimemiz Türk dillerinin bugün yalnız Çuvaşça ile temsil edilen batı kümesinden çıkmadır. Bu kelime yalnız Çuvaşça ile Macarcada r ile söylenir, bütün öteki Türk dillerinde onun yerine z sesini buluruz. Dilciliğe dayanan Macar anatarihinin çekirdeği sayılabilecek o-lan bu lesbit sarih ve açık olup Budenz'ten beri bugüne kadar bundan şüphe etmek kimsenin aklından geçmemiştir.
BİLINMİYEN İÇ—ASYA
353
Fakat meselenin asıl çetin tarafı bundan sonra geliyordu: Macar diline ödünç sözler verdiği sırada yukarda sözü geçen ve kendine göre özellikler arz eden Türk dilini acaba kimler konuşuyordu? Bugünkü Çuvaşların cetleri kimlerdi? Çuvaş cetlerden maada başka Türk kavimleri de bu dili konuşmuşlar mıdır, konuşmuşlarsa bunlar hangileridir? İşte buraya gelince kararsızlık yüzünden faraziyeler alanına girmek zorunda kalıyoruz. Bu dilin Volga Bulgar -Türkleri arasında yaşamış olduğu gerçekten doğruya benziyor, fakat öyle verintilerimiz de var ki, bunlar Volga Bulgar - Türklerinin bazı kabileleri arasında Doğu - Türkçe denilebilecek öteki Türkçe tipinin de bilindiğini göstermektedir. Buna karşılık Kazarları Doğu - Türkçe konuşan Türklerden sayarlar. Böyle olmakla beraber Kazarların, hiç olmazsa bunların bazı kabilelerinin dahi bugünkü Çuvaşların Ogurca denilebilecek dillerini bildikleri şekli de ortaya atıldı. Onogurların, Şaragurların, Utigurların Batı Türk dili denilen dille konuştukları keyfiyeti daha zayıf temellere dayanmaktadır. Meselenin pek de kesin olmıyan değerdeki bu çözümünde en büyük rolü sadece kavim adının r - si oynamıştır. Bunun ne kıymeti olduğunu ise, tamamiyle Doğu - Türkçe tipi bir dil konuşan Türk kavmine Uygur denmesi açıkça ispat eder. Eğer tesadüfen İç - Asya araştırmalarından, kazılarından Uygur kavminin dilini öğrenmiş olmasaydık, sade adına bakarak onu da «Batı-Türk» sanılan Onogurların, Şaragurların, Utigurların arasına katardık. Meselenin bu kısmı şimdilik tam bir kanaat verecek şekilde çözümlenemez ve ister bu ister şu çözüm tarzına baş vuralım, ancak faraziyeler arasında bocalarız. Bununla beraber başta Onogur olmak üzere Ogur kavimlerinden biriyle her hangi bir tarihî bağımız olduğu şüphesizdir. Ama bu temasın mahiyetinin nasıl olduğunu söylemek daha zordur. Bazılarının hatırına müttefiklik veya vasallık geliyordu, başkaları ise bütün bu bağların, Macarların Rusya'daki göçleri sırasında Onogurların yerlerine yerleşmiş olmaları faraziyesinden ileri gidemediler. Macar kavminin, kendisi tarafından hiçbir zaman kullanılmamış o-lan, fakat komşuları ve onlar vasıtasiyle daha uzaktaki yabancılarca bugüne kadar hep onunla anılmakta bulunan adı, güya bu Onogur yurduna yerleşmenin hâtırası olarak kalmıştır. Bu ad, yani Hun-garus, Ungar, Hongrois...gerçekten o eski Onogur sözünün aksinF. 23
354
B İ L î N M İ Y F. N İ Ç - A S YA
den başka bir şey değildir ve yukarda sözü geçen faraziye yerinde ise bu adlandırma tıpkı kuzey göçebelerinin, To - ba kavmi ortadan kalktıktan sonra onun yerine tekrar yerleşen Çin'lilere To - ba adım, Tabgaçı verdiğine, yahut da yine bir kuzey göçebesinin. Ki-tayın izi çoktan kaybolduğu halde Çin'liye Kitay adını vermekte devam edişine benzemektedir. Tabii Çin'liler de Macarlar gibi, bu Tabgaç veya Kitay adını hiçbir zaman benimsememişlerdir. Araştırmalar sonunda bilhassa Batı kaynaklarına dayanarak şa dikkate değer sonuç da çıkarılmıştır ki, VI. yüzyılda Kafkasya dolaylarında görülen Ogurlarla Onogurlar ve Şaragurlar daha güneylere birkaç yüzyıl önce kuzeyden, muhtemel olarak Başkırt ülkesindeki yurtlarından inmişlerdir. Bu kavimler Başkırt toprağındaki yurtlarını, üzerlerine doğudan kuvvetli bir kavmin, Sabırların yüklenmesiyle bırakmak zorunda kalmışlardır. Sabırlar, yurtlarından çıkardıkları Ogurların, Onogurların ve Şaragurların ardından daha sonra Kafkasya'ya da gitmişlerdir. Ancak biz şimdilik ilkin Başkırt toprağındaki olayları ele alalım. Tıpkı Ogurlar, Onogurlar ve Şaragurlar gibi Sabırlar da Başkırt toprağındaki yurtlarına Asya'dan gelmişlerdi. Asıl çıkış noktalarını daha tam olarak da belirtebiliriz: bu alan îrtiş bölgesidir. Yani bütün bu kavimlerin, Türklerin eski batı kolundan oldukları faraziyesini kabul* edecek olursak, o zaman bunların anayurtlarının Irliş bölgesi olduğuna inanılabilir. Fakat eğer tesadüfen Sabırların dil bakımından Doğu - Türkler arasından türedikleri meydana çıkarsa, o zaman ikinci bir faraziyeyi, yani İrtiş bölgesine Kuzey Al-tay ve Sayan dolaylarından, önemini yeteri kadar belirtemediğimiz Sibirya yolu boyundan göçmüş oldukları faraziyesini kabul edebiliriz. Bazıları, (Deguignes'e dayanarak) birtakım Çin verintilerinden deliller göstermek suretiyle Sabırların İe-Asya'da oturdukları zi-habına kapılmaktadırlar. Bu görüşe göre Asya'lı A varları, yani Juan-juan'ları 458-de yenmişler, onun üzerine bunlar göçlerine devam ederek Turfan'ı, Sabırlar ülkesini 460-ta zaptetmişlerdi. Güya Şaragurlar ve Onogurlar üzerine yürüyenler buradan çıkarılan Sabırlardı. Hâdiselerin bu şekildeki anlatılışında Juan-juan'ların yenilmesine kadar olan kısma bir diyecek yoktur. Eğer Juanjuan'lar 460 - ta Turfan vahasında gerçekten Sabırları bulmuşlarsa ve bun-
BİLÎNMİYFN
İÇ — ASYA
355
lar oraları Juan-juan'lar1 ».«ski?! altında terk etmiş iseler, o zaman Sabırların iki yolu olabilirdi. Ya Cungarya kapısından geçerek Al-tay'lann doğusuna dönerler ve Sayan boyundaki Sibirya yolunu orada ararlar, yahut da Turfan'dan batıya doğru Ural nehrinden geçerek Avrupa'ya girerlerdi. Fakat bu iki faraziyenin ikfei de imkânsızdır. Kuzeyden gelen Juan-juan'lar yüzünden kendileri de kolay kolay kuzeye doğru gidemezlerdi, yok eğer Onogurların yanına Hazer gölü tarafından gelmiş olsalardı, o zaman da Başkırt toprağına varmış, Onogurlarla Şaragurlan kendi güney taraflarına doğru değil kuzeye itmiş olacaklardı. Aynı zamanda asıl İç - Asya keşiflerinden şunu da öğrenmiş bulunuyoruz ki, İ. s. 460 - ta Turfan'da öyle fazla Türk iskânları yoktur, zira o çağlarda orada Tokharlar tam gelişme halinde idiler. Şimdiye kadar yapılan araştırmalara dayana-ık kesin bir şekilde ileri sürebiliriz ki, I. s. V. yüzyıla kadar süren devrede Asya'dan gelen. Macarlarla münasebet kuran Türk kavimlerinin bir kısmı Başkırt toprağına İç - Asya'nın dışına düşen Sibirya yolundan gelmiştir. Fakat bu zaman içinde Hazer golünün kuzey kıyısından geçen güney yolu dediğimiz yoldan da Doğu Avrupa'ya birtakım Türk kabileleri gelmiştir ki, bunlar sonraları Macarlıkla her hangi bir temasa geçmiş olabilirler. Güney yoliyle gelmiş olan Türkler meselesi bizi. İç-Asya'nın en Önemli devresine, Hiunğ-nu çağına götürür. Bilindiği gibi büyük Hiunğ-nu devleti İsa'nın doğumu sıralarında yıkılmış ve bu çağda Cı-cı hükümdarlığı altında Cungarya kapısının batısına düşen yerlerde gelip geçici bir batı devleti ortaya çıkmıştı. Çinlilerin vuruşu üzerine bu batı devleti de çabucak yok oluyor ve dağılan halkı daha İ. s. I. yüzyılda Avrupa'ya doğru göçmeğe başlıyor. IV. yüzyılda olan büyük Hun göçünün herhalde daha başkalariyle de kuvvetlendirdiği Türk kavim unsurlarını Avrupa'ya bu küçük ölçüdeki ilk göç getirmiş olacaktır. Bizi en ziyade ilgilendiren mesele üzerine, yani bu iki kavimler göçünün Avrupa'ya ne gibi Türk kavimleri sürüklemiş olduğuna dair bugün yazık ki pek az bir şey söyli-yebiliyoruz. Macar anatarihinin V ■ IX. yüzyıla kadar olan ikinci çağına ait İç - Asya kaynaklarına gelince, bu alanda çok daha bahtlı bir durumda bulunmaktayız.
356
BİLİNMİYEN
İÇ-ASYA
1. s. 552-de kurulan Kök Türk devletinin çabucak Doğu ve Batı olarak ikiye bölündüğünü görmüştük. Bu ikisini ayıran çizgi, yahut onları birleştiren bağ Altay dağları ve Cungarya kapısı idi. Doğuda Uygur ilerleyişi, batıda (Turfan!) Çin'lilerin istilâsı ile son saati yaklaşan Kök Türk imparatorluğunun en göze çarpacak olayları, Juan-juan'ların yenilişi, Eftalitaların istilâları, sonra kısa bir zaman için Kök Türk istiklâlinin kaybolmasiyle ortaya çıkan Çin va-salhğı, istiklâlin geri alınması üzerine doğu ve batı yönlerinde yayılmalarıdır. Macar anatarihi bakımından bizi ilgilendiren, Batı - Kök Türk devletinin hayatıdır. Bu hususta kaynak bakımından sıkıntımız yoktur. Batı - Kök Türk imparatorluğunun geçirdiği başlıca olayları canlandırmak için yığınlarla Çin kaydına, islâm, Bizans v.s. kaynaklarına dayanabiliriz. Sonra işin asıl önemli tarafı, yabancı kaynakların dediklerini Kök Türklerin kendi yazılı eserleriyle kontrol edebilmemiz, tamamlıyabilmemizdir. Bu yazılı eserler arasında tabiatiylc ilk hatırımıza gelen, büyük Orkhon yazıtlarıdır. Batı - Kök Türk devleti üzerine yazılmış kaynaklar çok boldur ve bunlar sadece siyasi olayların başlıca dönümlerini .göstermekle kalmayıp Kök Türk kavminin medeniyetini, din şartlarını, devlet teşkilâtını, içtimai kuruluşunu da canlı bir şekilde anlatmaktadır. Bu kaynaklar Macar anatarihiyle ilgili iki önemli mesele kümesine de ışık serper. Bunlardan biri tarihî ve siyasi mahiyette olup Macarlığın. VI. yüzyılın ikinci yarısında ve belki VII. yüzyılın başlarında da. o vakitler ta Kırım yarımadasına kadar yayılan Batı - Kök Türk devleti içinde bulunmasiyle ilgilidir. (576 tarihlerinde Kök Türklerin. Kırım'ın Bosforus şehrini aldıklarını Valentinus'un elçilik raporunda görmüştük.) İkinci mesele kümesi bundan aşağı önemde olmayıp yurt kuruluş zamanındaki Macarlığın Türk medeniyetini açıklamada son derece önem taşımaktadır. Bu ikinci mesele kümesinin yardımiyle görüyoruz ki, Macarların kabile teşkilâtlan ve harb usulleri Gy. Nemeth'in eserinde en yeni malzemeyi göz önünde bulundurarak meydana koyduğu gibi, tamamiyle Türk-lerinkine benzemektedir. Bu alanda en ziyade Türk ve onun aynı olan Moğol içtimai ve devlet kuruluşlarının incelenmesinden çok şey bekliyebiliriz. Çünkü, belki söylemeğe de lüzum yoktur ki,
BİLİNMİYEN
İÇ —ASYA
557
kaynakların bir araya getirilmesi ve açıklanması işi bugüne kadar henüz sona ermiş değildir. Eski İç - Asya'nın meydana çıkarılması işinin yüzyılın başındaki büyük gayret ve başarılardan sonra bugün haylice yavaşlamış olduğunu görmekteyiz. Fakat bu hiçbir zaman oradaki eski eserlerin tükenmiş olduğunu ve artık bir şey bekliyemiyeceğimiz anlamına gelmez. Tersine olarak, ilk keşiflerin şerefli neticelerine lâyık yeni yeni, dikkate değer buluşların ortaya çıkışı ancak uygun bir durumun gelmesini, bahtlı şartların araya girmesini beklemektedir. Bundan sonraki İç - Asya keşiflerinden bir şey bekliyen varsa bu, herkesten ziyade Macar anatarihinin araştırıcısıdır.
BİL İ N M İ Y E N
BİBLİYOGRAFYA I. — F. Machatschek, Innerasien. E. von Seydlitz'sche Geographie, Hundertjahr - Ausgabe. Breslau, 1927 adlı eserde. — P. Pelliot, La Haute Asie. Paris, 1931. — R. Grousset, L'empire des steppes. Pa ris, 1939. — A. Herrmann, Historical and Commercial Atlas of China. Cambridge Mass., 1935. II. — J. J. M. de Groot, Chinesische Urkunden zur Geschichte Asiens. I-II. Berlin - Leipzig, 1921, 1926. — L. Aprily, Ts'ai Yen kinai költönö tizennyolc verse IÇin kadın şairi Tsay Yen'in on se kiz şiiri]. Budapesti Szemle 248. C. 1938. — A. Berthelot. L'Asie ancienne centrale et sud - orientale d'apres Ptolemee. Paris, 1930. III. — C. de Boor, Excerpta de legationibus. I. Berlin, 1903. 170. s. v. s. — Dr. Lukinich I., Menander Protector törteneti müve-nek fennmaradt töredekei. Közepkori kronikasok | Menander Pro-tector'un tarihî eserinden kalma parçalar. Ortaçağ kronikacılarıl. Brasso, 1905. — E. Chavannes, Documents, bak. XI. IV. — Çin'li hacılar hakkında: R. Grousset, Histoire de l'Extreme Orient. I. Paris, 1929, 291. s. v. s; 255. s. v. s. — St. Julien, Vie et voyages du pelerin Hiouen Thsang. Paris, 1853 - 58. — S. Beal, Huen Thsang, Si yu ki, Buddhist Record of the Western World. London, 1906. V. — A. von den Wyngaert, Sinica Franciscana. I. Quaracchi -Firenze, 1929. — F. Risch, Johann de Plano Carpini. Leipzig, 1930. — A. C. Moule-P. Pelliot, Marco Polo. I-II. (Öteki ciltler daha çıkacaktır.) London, 1938. VI. — A. Waley, The Travels of an Alchemist. the Journey of the Taoist Ch'ang-ch'un from China to the Hindukush at the Som-mons of Chingiz Khan. Broadvvay Travellers. London, 1931. — E. Bretschneider, Mediaeval Researches from Eastern Asiatic Sources. 1,35. London. VII. — W. Barthold, Turkestan Down to the Mongol Invasions,
İÇ —ASYA
S59
2. baskı. London, 1928.— V. Minorsky, Hudud al-'alam. «The Regions of the World». London, 1937. — Defremery - Sanguinetti, Voyages d' lbn Batoutah. I - IV. 3. baskı. Paris, 18S3 -1922. VIII. — H. Yule-H. Cordier, Cathay and the Way Thither. Hakluyt Society. I - IV. London, 1913 -16. — C.Wessels, Early Jesuit Travellers in Central Asia. La Haye, 1924. — E. Huc, Souvenirs d'un voyage dans la Tartarie et le Thibet. Nouvelle edition par J. M. Planchet. I - II. Pekin, 1924. — H. Bernard, Le Frere Bento de Goes. Chez les Musulmans de la Haute Asie (1603 -1607). Tientsin, 1934. IX. — W. Barthold, Die geographische und historische Erforschung des Orients mit besonderer Berücksichtigung der russischen Arbeiten. Leipzig, 1913. — Cholnoky J., Europa, Kis- Azsia, Belsö - es Kelet - Azsia felfedezese es meghoditasa fJ. Cholnoky'nin Budapeşte'de 1938-de çıkan a Dünya keşifçileri ve fatihleri» adlı eserinden I. c.: Avrupa, Küçük - Asya, İç - ve Doğu • Asya'nın keşfi ve fethi]. — N. M. Prjevalski, Zajzanbol Khamin at Tibetbe [Zayzan'dan Khami yoliyle Tibet'e]. Budapest, 1884. — Hedin Sven, Transzhimalaja [TranshimalayaJ. Budapest, 1910. X. — Halasz Gy., Öt vilagresz magyar vandorai [Beş; kıta üze rinde Macar seyyahları]. Budapest, 19.J6. — Grof Szechenyi Bela, keletazsiai utjanak tudomanyos eredmenye [Kont B. Szechenyi'nin Doğu-Asya seyahatinin ilmî başarıları]. I-III. Budapest, 1890-97. — Zichy Jenö groj harmadik azsiai utazasa [Kont J. Zichy'nin üçüncü Asya yolculuğu]. I-V. Budapest, 1900-1905. [Macarca, Al manca.] — Almassy Gy., Vandorutam Azsia szivebe [Asya'nın kal bine yolculuğum]. Budapest, 1903. — Prim Gy., Utazasaim BelsöAzsiaban [İç-Asya'da seyahatlerim]. Budapest, 1911. XI. — E. Chavannes, Documents sur les Tou - kiue (Turcs) occidentaux. St. Pbg., 1903. — V. Thomsen, Inscriptions de l'Orkhon. Memoires de la Soc. Finno-Ougrienne V. —V.Thomsen, Alttürkische Inschriften aus der Mongolei. Zeitschr. d. Deutschen Morgenl. Ges. 1924. — W. Radloff, Die alttürkischen Inschriften der Mongolei. Erste Lieferung. St. Pbg., 1894; Neue Folge. 1897. XII. — H. Cordier, Melanges d'histoire et de geographie orir entales. I - IV. Paris, 1914 - 23. — Stein Aurel, ösi ösvenyeken
3tf)
BİLİNMEYEN
JÇ- ASYA
Azsiaban [Asya'da eski izler üzerinde]. Budapest, 1924. — A. v. Le Coq, Die vierte deutsche Turfan - Expedition. Turan 1918. XIII. — A. Stein, Ancient Khotan. MI. Oxford, 1907. — A. Stein, Sand - buried Ruins of Khotan. London, 1903. — Stein Aurel, Homokba temetett varosok [Kuma gömülü şehirler]. Budapest. — A. Foucher, L'Art greco-bouddhique de Gandhâra. Paris: I. 1905.; II, 1. 1918; II, 2. 1922. XIV. — W. Fuchs, Das Turfangebiet. Ostasiat. Zeitschr. N. F. III. — J. Marquart, Guwaini's Bericht über die Bekehrung der Uiguren. Sitzungsberichte d. Pr. Ak. d. Wiss. 1912. — E. Chavannes -P. Pelltot, Un traite manicheen retrouve en Chine. Journal Asiatique, 1911, 1913. — P. Alfaric, Les Ecritures manicheennes. Paris, 1918. XV. — A. Stein, The Thousand Buddhas. Ancient Buddhist Paintings from the Cave - temple of Tun - Huang on the Western Frontier of China. London, 1921. — P. Pelltot, Les grottes de Touen houang. I - IV. Paris, 1914 - 24. — P. Pelliot, La version ouigoure de l'histore des princes Kalyanamkara et Papamkara. T'oung Pao 1914. XVI. — Ch. Bell, Tibet. Past and Present. Oxford, 1924. — Ch. Bell, The Religion of Tibet. Oxford, 1931. — J. Bacot-J. Hackin, L'Art tibetain. Paris, 1911. — Ligeti L., Tibeti forrasok KözepAzsia törtenetehez [Orta-Asya tarihi için Tibet kaynakları]. Körösi Csoma - Archivum I. Ergânzungsband. Budapest, 1936. XVII. — P.Y. Saeki, The Nestorian Documents and Relics in China. Tokyo, 1937. — P. Pelltot, Chretiens d'Asie Centrale et d'Extreme - Orient. T'oung Pao 1914. — W. Barthold, Zur Geschichte des Christentums in Mittelasien. Tübingen - Leipzig, 1901. — J. B. Chabot, Histoire de Mar Jabalaha III et du moine Rabban Cauma. Paris, 1895. — Homan - Szekfü, Magyar törtenet [Macar tarihi]. 3. baskı. I, 523 ve daha sonraki sayfalar. XVIII. — P. K. Kozlov, Mongolei, Amdo und die Tote Stadt Chara - Choto. Berlin, 1925. — N. Nevskiy, Oçerk istorii tanguto vedeniya. Izvestiya Akademii Nauk 1931. — B. Laufer, The Si - hia Language. T'oung Pao 1916. — K. Donner, Beitrâge zur Frage nach
B i i.! N y i ■•. r N iç-i. s v \
361
dem Ursprung der Jenissei - Ostjaken. Journ. de la Soc. F. - Ougr. XXXVII. XIX. — Uno Harva, Die religiösen Vorstellungen der altaischen Völker. Helsinki, 1938 (bilhassa 292 - 321. s.). — A. M. Tullgren. Sur les antiquites trouvees depuis la guerre dans l'Asie septentrionale. Journ. de la Soc. F. - Ougr. XLIX. — A. Alföldi, Die geistigen Grundlagen der hochasiatischen Tierstiels. Forschungen und Fortschritte VII. c. 1931. — Z. de Takacs. L'art des grandes n;it;rations en Hongrie et en Extreme - Orient. Revue des Arts Asiatiques VII. c. 1932. XX. — Homan - Szekfü, Magyar törtenet LMacar tarihi]. 3. bas kı. I. c.— Nemeth Gyula, A honfoglalo magyarsag kialakulasa | Yurt kuran Macarların teşekkülü]. Budapest, 1930. — Zicîıy Istvan grof, A magyarsag östörtenete es müveltsege a honfoglalasig. A Magyar Nyelvtudomany Kezikönyve [Yurt kurmaya kadar Macarlığın anatarihi ve medeniyeti. Macar Lisaniyat El Kitabı]. Budapest, 1923. — Zichy Istvan grof, Magyar östörtenet | Macar anatarihi]. Kinesestar 5. c. 1938.
İÇİNDEKİLER Önsöz ....................................................................................................
5
I. Iç-Asya .............................................<....................................
13
II. Büyük Çin seddi'nin ötesinde................................................
40
III. Altındağ .................................................................................
59
IV. Batı nöbet kulelerinden Demirkapı'ya kadar ....................
74
V. Tatar hanının sarayında ........................................................
91
VI. Bir Çin'li papaz Cengiz hanın peşinde..................................
108
VII. İslâm dünyası habercileri.......................................................
125
VIII. Hıristiyan dünyası keşifçileri .................................................
143
IX. Batı coğrafyacılarının yola çıkışları .....................................
160
X. iç- Asya'da Macar araştırıcıları.............................................
177
XI. Orkhon ve Yenisey kıyılarında esrarlı yazıtlar ...................
195
XII. Eski kavimlerin izinde............................................................
209
XIII. Khotan.....................................................................................
228
XIV. Turfan.....................................................................................
244
XV. Bin Buddha mağaraları .......................................................
261
XVI. Eski Tibet ................................................................................
278
XVII. Papaz Johannes ve Hıristiyan Tatarlar.................................
295
XVIII. ölü şehir: Kara Khoto ............................................................
311
XIX. Göçebe hükümdarların gömüldükleri yerler.......................
327
XX. Iç-Asya ve Macar anatarihi ...................................................
341
Bibliyografya........................................................................................
358
İçindekiler ...........................................................................................
362