9 772149 640409
ISSN :2149-6404
Fiyat : 4 TL ( KDV Dahil) Say覺 : 2016/6 - Haziran No: 11
/LamaMizahDergisi @LamaDergisi @lamadergi
www.lamadergi.com
Bir Garip Pazartesi... ** Uzun zamandır aklımdaydı fakat bir türlü cesaret edip yanına gidememiştim. Onu hep arka sıralarda otururken görüyor ve ne kadar yalnız olduğunu fark edip acısına bir nebze de olsa ortak oluyordum. Bahsettiğim gün Pazartesi. İnsanların sendrom olarak nitelendirdiği, bir türlü sevip benimseyemediği o kara gün. Damgalanmış ve bu damgadan yıllardır kurtulamamış bir gün. Okulda kimse onunla konuşmuyor, kimse yanına oturmuyor ve kantinde kimse ona bir şeyler ısmarlamıyordu. Gidip selam verdim, aldı selamımı. Yalnızlığını paylaşmak ve biraz olsun onu rahatlatmak adına konuşmaya başladım. Çok doluydu. Ben mi istedim Pazar’ın tatil olmasını, ben mi istedim Pazar’ın arkasından gelen iş günü olmayı, bu benim tercihim mi? diye isyan etti. ** Neden insanlar sürekli üzerime geliyor, neden tek suçlu benim derken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sarıldım Pazartesi’ye ve ben de ağlamaya başladım. Aslında sözelci olduğunu ancak aile baskısı nedeniyle sayısala geçip yanlış tercih yaptığını ve hafta içine hemen Pazar’dan sonra yerleştiğini söyledi. Evet Pazartesi yanlış tercih kurbanıydı ve o da haftanın ilk günü olacağını bilmiyordu. Tatil sonrası insanların sıkıcı bulduğu bir gün olmak ve sürekli sendrom diye nitelendirilmek canını çok fazla yakıyordu. Çarşamba çok mu iyiydi yani? Ya da Perşembe çok mu dürüsttü? Bu günler gizli gizli iş çevirirken Pazartesi dürüst olduğu için mi insanlar tarafından
2
sevilmiyordu? Peki ya Cuma gününün Cumartesi günü ile ormanlık alanda arabada sevişirken yakalanması, bu ahlaksızlık hiç mi önemli değildi insanlar için? Ama tabi sonuçta birisi haftasonunun başlangıcı, diğeri de haftasonunun ta kendisi, bu yüzden yaptıkları ahlaksızlık insanlar için önem taşımıyor ve bu iki ahlaksız güne göz yumuluyordu. ** Pazartesi gerçekten dürüst, naif ve şahsına münhasır bir gündü ancak üzerine yıllardır yapışmış bir damga vardı ve bu damga onu insanların gözünde kirli hale getiriyordu. Kantine götürdüm onu, çay ve simit ısmarladım. Elini benden önce cebine atarak hesabı ödedi. Bu hareketi hoşuma gitmiş ve kendimi ona daha yakın hissetmiştim. Yıllarca itilip kakılan ve örselenen bir gün olmanın verdiği acıyla bir yandan göz yaşlarını siliyor, bir yandan çayını yudumlamaya çalışıyordu. O esnada Cumartesi ve Pazar belirdi kantinde. Alaycı bir bakış attılar Pazartesi’ye. Kibirli, agresif ve ahlaksız haftasonları, Pazartesi’yi ezmek için ellerinden geleni yapıyor ve insanlık dışı hareketleriyle onu üzüyorlardı. Sarıldım Pazartesi’ye ve dirayetli olmasını söyledim. ** Anlatmaya devam etti… Ben de çok istedim haftasonu olmayı ya da ne bileyim en azından hafta ortası olup dikey geçişle haftasonu olabilir-
dim ama dedim ya ailem istemedi. En yakın arkadaşı Salı bile sırtını dönmüş ona ve şimdilerde konuşmuyor. Kötü Pazartesi diyorlarmış ona; kirli, lanetli. Yahu bu Pazartesi size ne etti? Adam mı öldürdü, tecavüzden mi yargılandı, ananıza mı küfretti? Kendi halinde bir gün fakat içinde büyük bir yangın var, hiç sönmeyecek olan… İnsanlar onu iple çekmiyor ya da o gün mutluluktan uçmuyor ve bu da haliyle Pazartesi’yi üzüyor. Ben de isterdim diyor İstiklal Marşı sonrası çocukların evlere dağılış anındaki mutluluğa ortak olmak, ben de isterdim Beden’in son iki saatini bünyeme dahil etmek ama olmadı… Ne zaman iki saat üst üste Matematik koysalar içim burkulur, çocukların yüzündeki mutsuzluğu gördükçe kahrolurum diyor. ** Memurların sabah 9 sularında ettiği küfürleri unutmadığını söylüyor. Pazar günü insanlara yaşattığım buhran ve ertesi günün Pazartesi olması nedeniyle içlerine salınan huzursuzluğun sorumlusu ben miyim abi? Diye bağırdı ve kalktı masadan. Gözyaşları sel oldu aktı, koştum arkasından fakat yetişemedim. Cumartesi ve Pazar sinsi sinsi sırıtıyordu. Bir dönem haftasonları ile de takılmış ve onlarla da sohbet etmiştim. Esnafa 50 lira borcum vardı, rica ettim Cumartesi’den, türlü bahaneler uydurup vermemişti. Pazartesi’nin ise yanımdan ayrılırken bıraktığı not takdire şayandı: Hoşçakal abi. Numaramı yazdım. Bi eksiğin, ihtiyacın olursa hiç düşünmeden arayabilirsin. İşte sevmediğiniz Pazartesi böyle bir gün. Evine misafir olduğunuzda yer yatağı serip domatesleri, salatalıkları bütün bütün doğrayıp köy sofrası kuracak kadar samimi bir gün.
c端neyt
3
KİTABI OLMAYANA KIZ BİLE VERMEZLER “Gökhan Tosun“ 2016 yılının Haziran ayı itibariyle Türkiye’de kitap
yazan insan sayısı, kitap okuyan insan sayısını geçmiş durumda. Hâl böyle olunca da henüz kitap yazmamış olan o küçücük grubu silkelemek ve kitap yazmaya teşvik etmek hepimizin görevidir diye düşünüyor, elimi taşın altına koyuyorum. Eğer bir kadınsanız yapmanız gereken şey çok kolay. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri önceden belirlenmiş olan taslak konunuzu alıp karakter isimlerini değiştirin yeter. Peki bu konu nedir? 30 yaşına basmak üzere bekar bir kadınım. Bütün arkadaşlarım evlenirken ben evde kaldım: İlkokul 5. sınıfta yazdığınız kompozisyonları sakladıysanız ortaya çıkarın, bugünler için yazdınız onları. Elinizde onlar yoksa birbirinden başarısız aşk hikayelerini sıralamanız yeterli olacaktır. Bü türü yazmak istiyorsanız eğer gözden kaçırmamanız gereken en önemli nokta; finalde yakışıklı, zengin, kusursuz bir erkekle evlenmek zorundasınız. Ki bu kişi büyük ihtimalle patronunuz olacaktır. Şimdilik konu diye geçiştirmiş olmama rağmen 2-3 asır sonra “30 yaşında evde kalmış kız edebiyatı” diye bir edebiyat türü olacak ve Divan Edebiyatı’ndan daha fazla esere sahip olacak. Erkekler için ise bu iş biraz daha yorucu ne yazık ki. Ancak siz de kitap yazmak ve cool tavırlarınızla kız tavlamak istiyorsanız bu yola kendinizi adamalısınız. Bütün adımları doğru bir şekilde yaparsanız, siz de Selinler’i görebilirsiniz. Bu türün adı: Kız Götürme Garantili Yeraltı Edebiyatı! Uymanız gereken 6 madde var. 1- SİGARA: Kitabın kapağından itibaren her yerde “Ben sigara içiyorum!” mesajını vermelisiniz. Kapakta sigara söndürülmüş, sayfalar arasında küller, arka kapakta izmaritler olabilir. Dilerseniz kitabın yanında kül tablası da hediye edebilirsiniz. Yeter ki orada sigara içtiğiniz belli olsun. Yeraltı edebiyatını duman altı edebiyatına çevireceksiniz böylelikle. Hemen örnek bir cümle ile konuyu pekiştirelim. “Keşke üzerinde ‘Onu sevmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verebilir’ yazsaydı, sigaramın üzerinde yazdığı gibi. Ondan vazgeçmedim hâlâ günde 3 paket içiyorum, ya sen? Neyse bir sigara daha yakayım ben. Bir sigara daha. Bir sigara. Sigara.” 2- BEŞİKTAŞ/ÇARŞI: Kitabı yazmaya başladığınız andan itibaren bir Beşiktaş taraftarı olmalısınız.
8
En azından Çarşı’ya sempati duyun ama tuttuğunuz takımı kimselere söylemeyin. Eğer Çarşı’ya sempatinizi belli ederseniz, profiline “Çarşı’dan damat alacağım!” yazan milyonlarca kadın üzerinde olumlu bir etki bırakacaksınız. Konu buraya geldiğinde “O zaman maçı birlikte mi izliyoruz bu hafta?” yazmanız fazlasıyla yetecek. 10-15 sayfa arayla Beşiktaş ya da Çarşı yazsanız kâfi ancak pilav gibi bu. Siz göz kararı ayarlamaya çalışın. Hemen cümle içinde yer veriyoruz. “Kazan’dan çıkıp İnönü’ye yürümek gibiydi gülüşün. Ve bir tek seni sevmeme karşı değildi Çarşı. Beşiktaş kadar sevemesem de seni.” 3- OĞUZ ATAY: Yeraltı edebiyatında sürekli adını anmadan geçmemeniz gereken bir isim Oğuz Atay. Adeta bir aspirin, adeta bir Atiba, adeta bir İsviçre çakısı. Nerede ihtiyacınız varsa oradadır, neye ihtiyacınız varsa o ta kendisidir. “Ama ben hiç Oğuz Atay okumadım ki?” demeyin. Gerek yok. İsmini yazmayı biliyorsanız -ki topu topu 8 harf. Ancak bu gözler “Oğuz Altay” yazanları da gördü. Neyse ismini doğru yazmanız ve bir cümle içinde gereksiz yere geçirmeniz yeterli. Tavsiyem arka kapakta da onun isminin geçmesi. Adamın adını ondan çok kullandık ama yetmez! Albay ve Tutunamayanlar’ı da ondan çok kullanmalıyız. Ekmek varsa yemeliyiz. Sıra örnek cümlemizde. “Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı gibiydik albayım. O gitti ben elini tutamadım. Tutunamadık...” 4- ÇOCUKLUK: İçinizdeki çocuğu ortaya çıkartmaktan korkmayın. Kızlara sevimli gelecek, edebiyatınızı bir adım ileriye taşıyacaktır. Google’a “90’lar” yazın ve aratın. Bulduklarınızı bir yere not ettikten sonra “Annem kızardı.” kalıbıyla birlikte cümle içinde kullanın. Bunu ardışık hale getirirseniz eğer o cümleler Instagram post’u haline de gelecektir. En duygusal anların finaline koyduğunuz bu cümleler sizi romantik serseri formuna sokacak
“Ay ne sevimli yaaa” nidalarıyla karşılanmanıza neden olacaktır. Örnek cümlemiz de var tabi. “Bütün okul harçlığımı sulugöz sakızlarına verirdim okulda ve annem kızardı. Şimdi de tüm sevgimi sana veriyorum ama gözlerim yine sulu. Kızsana bana annem gibi.” 5- X olmuş Y gibiyim: Final için en uygun kalıp budur. Fazla düşünmenize de gerek yok, etrafınıza bakmanız yeterli. Kitabınızı yazarken ne görürseniz, onun içerisinden bir aforizma çıkartabilirsiniz. Oturduğum yerden görebildiğim eşyalardan bir aforizma yazacağım şimdi. “Bittiği halde atılmayan turşu kavanozu gibiyim. Belki bir işe yararım diye yaşıyorum hayatı...” 6- SEKS: Yeraltı edebiyatının temeli seks denebilir. O yüzden temeli doğru atmalısınız ki zemin sağlam olsun. Yeri ya da değil, konuyla alakası var ya da yok hiç önemli değil aralara serpiştirin. Çünkü siz bazı şeyleri aşmış, modern, kadınları cinsel obje olarak görmeyen birisiniz. Unutmayın seks her zaman sattırır. En sıkıştığınız anda yardımınıza koşacaktır. Şimdi cümle içinde kullanıyoruz. “Bugün eve gelirken seks gördüm.” NOT: Bazı durumlarda “sevişmek” olarak da kullanabilirsiniz. Neler yapmamız gerektiğini hep birlikte öğrendik. Yeraltı edebiyatında fenomen bir yazar olmak için gerekli tüm donanıma sahipsiniz artık. Şimdi öğrendiklerimizi gözden geçirerek kendi yazımızı yazalım. Bol şans.
tin Örnek Me
mu ranlık. Yolu a k r e y r e h garalar. Bir nden beri Gittiğin gü rdı ardına yaktığım si ktaş maçı tan a tek aydınla düğümde, bir de Beşi eti şün arayı. 3 pak g si r a gidişini dü d a k m. iyorum bu k bitiriyoru ire e y le k izlerken iç e b ömrü seni orum kend Çarşı’da, bir romanında buluveriy rum, bi’ tay Olric oluyo i’ B Bir Oğuz A . e ’t 5 :2 05.00 karşı 03 iyor... Saat tm e rk mi, sabaha a F . sin de Selim ıyorum. Bir m a n tu tu Albay, baze ıp, âlâ re ve ben h bah odamı havalandır e z ü k a lm o . Sa ehri” yakıyorum “Bırak şu z n e rk e gara daha id g a hsediı yıkamay garadan ba si i lk e kültablasın B . ızardı eskiiyor annem diye söylen nden. Çocukken de k eriyip e se rme oğlum e v yor belki d ra a p a z sana, da. “Bu veriyorum ü m ü r mo aldığım m ö labirdi. Şimdi okusunu a K . .. n u rs gidiyor.” de o iy emlenene um, sen gid zere. Çay d dik, ü ben eriyor k e m n le y dem n sevişir liyorum, ça er. En azında e şk e k ın d y tlerde. Saatl kadar kalsa ğı koymadığımız saa mış anlı ı yeni bırak y a tm a r e ocağa çayd k e . Herkese mdi, çaya ş ce... Oysa şi atik öğretmeni gibiyim zaten.” tem eksin emekli ma ekersiz içec ş ı. Ve ı y a ç i, iy a kalmadığın m u z tu “Böyle dah ım d a... liyorum ta yokluğund in in n te , diyerek giz um ara yakıyor son bir sig
5
@oz_an_ak
UZAYLI YEŞİL AHTAPOT
Atalarımızın “eşşek kadar” dediği yaş aralığındayım. Muadilleri çoktan evlenmiş, hatta abartıp ikinci çocuk için kolları sıvamış , hani muhabbet arası hep adı geçen “arkadaşınızın halen evlenmemiş olan arkadaşı” rolünü tüm içtenliğimle devam ettirdiğim bir dönemdeyim. Aslına bakarsanız normal zamanlar da pek de kafamı kurcalayan bir konu değil. Sadece, evlerine yemeğe davet edildiğim ya da dışarda bir yerde buluşacağımız zaman yanında eşleriyle gelen arkadaşlara ,yalnızca o ortamda bulunduğum süre içerisinde, çok pis özeniyorum hepsi bu kadar. Çünkü “eş” olmak, “eşini bulmak” gibi kavramlar bana ölümcül derecede zor bir zanaat olarak geliyor. El emeği göz nuru bir ilişki pek de zaat-ı şahaneme yakışır bir olgu olmadı hiçbir zaman. Yoksa istemez miydim sanıyorsunuz “Hanım hadi giyin de çıkalım bizimkilerin yanına , bak Ahmet’ler de geliyor” demeyi ? Cengiz Han zamanında “Ben sizin Hanınızım, bu da benim Han’ım” diyerek karısını göstermemiş mi tebaasına ? Peki hani benim “Han’ım” ? Bana da yazık değil mi ? Yazık. Bu tarz hüzün verici durumlarda kendimi ,enazından, yeterince büyümediğime inandırmak için farklı bir yola soktum. Neticemi sığdırabildiğim her salıncakta sallandım. İnsanlar kocaman kocaman hamburgerler alırken, ben hep çük kadar oyuncaklı küçücük menülerden yedim. Nerede bir ufaklığa denk gelsem, ömrümün en az yirmi yılını yere atıp çocukla çocuk oldum. Derken günlerden bir gün, rafta kalan son oyuncak için ufak bir çocukla karşı karşıya geldim. O oyuncak benim olmak zorundaydı. Çünkü bir kere vazgeçersem, eğer kalkıp da “sen al hadi paşam” dersem o çocuğa, ben de yetişkin gibi hissetmeye başlayacaktım. Benim yaşımda ki insanların ne çeşit hayat gaileleriyle uğraştığını şöyle bir düşününce , o gün içine düştüğüm bu fındık kabuğunu doldurmayacak ikilem için bu gün halen utanırım. Velhasıl kelam , Clint Eastwood’dan üç kat daha hızlı çektiğimi hatırlıyorum cüzdanımı. Sonrası çocuk için göz yaşı, benim için de elimde oyuncakla devasa bir ayıplanma. Alışveriş merkezinden dalgın dalgın çıkıp metroya kadar yürüdüm, bir elimde sigara, diğer elimde saçma sapan bir uzaylıyla. Değmiş miydi küçücük sabiyi ağlatmaya diye düşündüm elimde ki oyuncağa bakarak ve aslında uzaylı değil yeşil bir ahtapot olduğunu gördüm. Yeşil ahtapot mu olur diye en az on dakika düşündüğümü de itiraf ediyorum. Metroya binip oturduğumda tam karşımda ki kadın ağlayan çocuğunun , içinden yol geçeceği için istimlak edilen pancar tarlasına dönmüş suratını ıslak mendille silerek susturmaya çalışıyordu. Az önce ki günahımı örtbas etmek için bundan daha güzel bir fırsat olamaz diye düşünerek elimdeki ahtapotu kadına uzattım . Kadın daha çocuğa yaklaştırır yaklaştırmaz kızılca kıyamet koptu. Garibim artık nasıl korktuysa oyuncaktan , ağlamaktan ciğerleri sökülecekti. Kadın direk geri verdi oyuncağı . Metrodan inince oyuncağı çöpe attım. Çünkü avmde ki gidinin oğlu tarafından lanetlenmişti artık. Hiç kimse o ahtapottan bir daha asla hayır göremeyecekti. İçimde ki çocuğu öldürmemek için elimden gelen herşeyi yaptım. Çünkü bizim han’ım her nerelerdeyse , sırf onun yüzünden küçücük bir çocukla bile kavga ettim . Bu gün halen parklar, bahçeler ve bana kendimi halen büyümemiş hissettirecek her mecrada ve minvalde harcadığım zamanın suçlusu sensin kadın ve daha fazla çocuğun kalbi kırılsın istemiyorsan , öğlen saat tam iki de Kuğulu Park’ta ol. Polise haber verirsen ÇOCUK ÖLÜR !
6
İbrahim Altun
7
facebook.com/EndiseUzmani
9
oguzhantumkaya
10
11
EMRAH KAMAN (ya şu ahmet kurala benzeyen)
CEMİL ŞAHİN ya o işte)
(kartal var
CİHAN ERCAN (google a
yaz görünce hatırlarsın)
(GÜLÜŞMELER) Kaçma Birader filminde ilk kez bir arada izlediğimiz Emrah Kaman, Cihan Ercan ve Cemil Şahin, bu kez de Lama Dergi için bir araya geldi. Onlar bir aradaydı biz yanlarına geldik de denebilir. Konuklarımız yakın dönem mizahının güçlü isimleri olunca haliyle tüm röportaj kahkahalarla geçti. Biz de her cümleden sonra (Gülüşmeler) yazıp mürekkep israfı yapmaktansa, başlığa koyalım ucuza kaçalım dedik. Lama Dergi gururla sunar: Emrah Kaman, Cihan Ercan, Cemil Şahin ve gülüşmeler! - Hızlı bir şekilde başlayalım; Tanındıktan sonra hayatınızda ne gibi değişiklikler olmadı? EMRAH: Hâlâ çok uyuyorum ben ya. O hiç değişmedi. Dur ben değişenleri söyleyeyim öyle daha kolay olacak. Şey değişti... Şey... Iıı kem küm... Cihan ne değişti ya? CİHAN: Saçlara bi’ özen göstermeye başladın sanki. EMRAH: Evet evet saça sakala özen göstermeye başladım ama malzeme bu. En fazla bu kadar oldum. Cemil? CEMİL: Bende hiç değişiklik olmadı ya. - Daha yakışıklı da mı olmadın? CEMİL: Yok daha çirkin oldum. EMRAH: Instagram takipçin de arttı. Cihan? CİHAN: Karakterimde hiçbir değişiklik olmadı. Oldu diyen varsa da gelsin beni bulsun! Kendimi de hiç geliştirmedim. Değişmedi yani. EMRAH: Cihan küpe takmaya başladı artık. CİHAN: Bir proje için küpe takmaya başladım. Sanatın gereği dediler, ben de bahane olarak deldirdim gitti. Hep bunu bekliyormuşum. CEMİL: Ben de Kaçma Birader filminde “tipim değişecek” dedim öyle aldım ailemden izin. Hep bahane arıyormuşuz ya biz de. - Emrah sen niye takmıyorsun küpe? EMRAH: Ya benim şeyim yok... Kulağım yok diyormuşum (Gülüşmeler. Çok gülüşmeler. Kahkahalarla gülüşmeler.) Evet benim müzik kulağım yok. Bence güzel cevap, yaz bunu. - Yalnız kaldığınızda burnunuzu karıştırmak dışında ne yapıyorsunuz? CEMİL: Ben burnumu kalabalıkta karıştırıyorum. Yalnızlık falan sorun olmuyor yani. EMRAH: Cemil ayıp şeyler yapmak için kalabalık istiyor. Ben yalnız kalınca Cihan’la Cemil’i arıyorum yalnız kalmamak için. (Cihan Ercan’ın bu soruya verdiği uzun, sıkıcı ve aşırı derecede geniş cevabı yayınlamıyoruz. Hiçbir şey kaybetmediniz “İnsan yalnızken her şeyi yapar yaa” diye başlayıp “Yapar yani, yapılır abi.” diye bitirdi.) - Fotoğrafçılık sanatı sinemadan önce bulundu ama 7 sanatın içinde yer almıyor. Neden? EMRAH: Bence olmalı. (Uzun bir sessizlik) Yani
12 16
bence 7 değil 8 sanat. (Daha uzun bir sessizlik) Olmalı yani. Olsun bence. CEMİL: Emrah gayet doğru konuştu. Bence artık “Fotoğrafçılık da bir sanattır!” diyelim ya. Diyelim mi? (Yükselmeler) CİHAN: Diyelim. Fotoğrafçılık da bir sanattır! - Bir gün kendine rastlasan, ona ne söylemek isterdin? CİHAN: Ama nerede rastlasam? Bence bu nokta çok önemli. Olmak istediğim bir yerde rastlasam “Helal olsun, koçum benim.” derim. Ama öyle sokakta kendime rastlasam bir şey demem herhalde ya. Bi’ bakarım uzaktan, “ne yakışıklı çocuk” derim. CEMİL: Ben önce “Nereye gidiyon?” derim ya. Otokontrolüm yerinde sonuçta. O da bana “Nereye gidiyon?” diye sorar zaten. EMRAH: Çünkü kendin de kendinle karşılaşıyorsun. CEMİL: Aynen. Muhtemelen dönerciye gider, oturup döner yeriz başbaşa. Ama ben bir şey sorayım. Dönerciye gidip döneri yedin, kendi kendine hesap takmaya çalışır mısın? CİHAN: Ben full kendime kitlerdim zaten hesabı. CEMİL: Ben bi’ kendime hesap takmayı denerdim. EMRAH: Ben kendime bir yerde rastlasam muhatap olmazdım diye düşünüyorum. Ne konuşacağım ya, deli miyim ben?! ----------Siyasi mizah illa meclisteki ya da siyasettekileri eleştirmek midir? Siyasi mizah nedir? Olmalı mıdır? CEMİL: Kahvede bile siyaset konuşuluyor. Siyasi mizahın her alanda olması gerektiğine inanıyorum ben. Biz fındık tarlasında fındık toplarken bile babamların siyaset konuştuğunu duyardık. Bence siyasi mizah, hakaret olmadığı sürece, olmalı. CİHAN: Bizde o siyasi mizah denen şey ‘politikacıyı eleştirmek’… CEMİL: Toplum sonuçta kendi siyasetini oluşturduğu için bence siyaseti eleştirirken toplumu, kendinizi eleştiriyorsunuz diyerek de Van Gogh gibi olayı başka bir yere bağlıyorum. CİHAN: Orda bir de şöyle bir şey var, seyirciye ‘sen böylesin, şöylesin’ diye yapılan mizahın bir süre sonra bizim seyircimizde bir karşılığı olmayabilir. Çünkü bizde özeleştiri mekanizması yok. O yüzden ‘sen bunları seçiyorsun seni bunlar yönetiyor’ gibi daha kolay, daha hedefe yönelik bir mizah var. Politik mizah her türlü yapılır. Devekuşu Kabare politik mizahtır. Kız isteme sahnesi üzerinden de bir politik mizah yapılır. Sadece siyaset ve siyasetçiyi eleştirmek gerekmez. EMRAH: Siyasi mizah diye kategori var, evet. Doksanlarda rahmetli Levent Kırca’nın yaptığı mesela… Olacak O Kadar’da “benzine zam geldi” deyip kazık götürüp memurlara vermenin biraz çiğ olduğunu düşünüyorum. Komik de gelmiyor bana. Mesela kanser hastalarının ilaç masrafları SSK tarafından karşılanmıyorsa bu gülünecek bir şey değil, bu ciddi bir şey. Hadi mizah yapalım, komiklik olsun diye bu konularda bir şey yazmak da bana meseleyi yu-
muşatmakmış gibi geliyor. Bu kadar ciddi niye cevap verdim onu da bilmiyorum. CİHAN: Her şeyi mizahçıdan bekleme durumu var, “Cem Yılmaz politik bir mizah yapsın artık!” falan gibi beklenti var. Yani mizahtan o kadar da şey beklememek lazım. - Madem adı geçti öyleyse soralım, Cem Yılmaz’ı nasıl buluyorsunuz? CEMİL: Bence “Cem Yılmaz olmasaydı Türkiye’de mizah nasıl olurdu?” diye değerlendirmek gerekiyor. Çok güzel bir köşesi var Cem Yılmaz’ın. CİHAN: Cem Yılmaz hiç o taraftan bakılacak bir gösteri yapmıyor bir kere. Cem Yılmaz kendi malzemesini ortaya koyuyor. Yani Cem Yılmaz bütününde bir gösteri zaten. CEMİL: Özellikle çocukluk ve gençliğimde Cem Yılmaz’ı izlediğim için Cem Yılmaz bende ayrı bir güzelliğe sahiptir. Onun o Doritos, Telsim reklamları çıktığında babama ‘Değiştirmeyelim.” dediğim zamanlar oluyordu. Gerçi ‘Bir zamanlar rakipleri var şimdiki gibi değiller’ deyip, ilk batan firmanın Telsim olması biraz acayip bir durum oldu. EMRAH: Hayatta kime hayransın diye sorsan Cem Yılmaz’a hayranım. CEMİL: Mizah köşelerinin olması gerektiğine inanıyorum. Cem Yılmaz ayrı bir köşedir, benim için Selçuk Aydemir’in köşesi inanılmaz bir köşededir. Baktığımızda Burak Aksak’ın mizah köşesi var, Emrah ve Murat Kaman’ın köşesi var. Tek bir şeymiş gibi değerlendirmemek gerekiyor. EMRAH: Ben çocukken evde Cem Yılmaz kasetleri vardı. Bir Tat Bir Doku’yu ben o kasetlerden dinleyerek uyurdum. Gülüp gülüp öyle geçerdim uykuya. Kaçma Birader’in galasında Cem Yılmaz tam arkamızda oturuyordu. O’nun, filmin sonunda gülerek ‘Siz ne yaptınız’ demesi
hayatımda en mutlu olduğum andır. Orda şunu görüyorsun, Selçuk Aydemir’de, Ahmet Kural’da, Murat Cemcir’de, Burak Aksak’ta, Cem Yılmaz’da ve diğer abilerimizde de bu var. Yani mizah içinde hırs barındırmayan bir şey. - Peki oyunculuk? Eğitim ister mi yoksa içten gelen bir şey midir? CİHAN: Oyunculuk dediğimiz şeyin oyun oynayabilme olduğunu düşünüyorum. Hani çocukken de böyle doktorculuk falan… Doktorculuk da kötü bir örnek oldu. Cemil sen devam et. CEMİL: Ben alaylıyım. Metodları öğrenip, oyunculuk eğitimini almayı çok isterdim. Gece oyunculuk hayali kurup, sabah muhasebe sınavına giriyordum. Keşke eğitimimi konservatuar, güzel sanatlar üzerine alsaydım diyorum. Maalesef öyle olmadığı için biraz daha çocukluk arkadaşlarımdan, kardeşim Cahit’ten çala çala bi şeyler yaptım. EMRAH: Keşke çocukluk arkadaşın Stanislavski olsaydı. - Asgari ücretle çalışan insanların tiyatroya gitmesi zor değil mi? Bilet fiyatlarının yüksek olması çok büyük bir haksızlık değil mi? CİHAN: Ya bir taraftan da o bilet fiyatlarıyla anca dönüyor tiyatrolar. Tiyatro yapan insanlar bir kahramanlık yapıyorlar. EMRAH: Maslow bir piramit yapmış. Bu piramidin en altında barınma güvenlik gibi ilkel güdüler var. 1 adım sonra işte cinsel yönelimler açısından kendini tatmin etme, fiziksel ihtiyaçlar falan. Bu piramidin en sonunda da kendini gerçekleştirme var. Manevi tatmin. Şimdi bizim memleketimizde barınmak, doymak, güvenlik zaten sıkıntı. Yani bu piramidin hiçbir bölümünü hayatımızda doymuş bir şekilde yaşamıyoruz. Yaşamayan insanlar için sanat bir gereklilik değildir. Bizim için gereklilik şu anda Survivor. CEMİL: Şöyle bir durum var abi televizyon insanlara daha huzurlu gelmeye başladı çünkü tiyatroya gidip , fazla para harcamak yerine evinde televizyon izlemek daha kolay. İnternetin etkisi de çok fazla. Artık insanlar evlerinde oturup her şeyin kendi ayağına gelmesini bekliyor, alışverişi bile evde oturup yapmak, yemekle-
ri eve söylemek istiyoruz artık. Evimizde oturalım konser de bana gelsin, tiyatro da bana gelsin, maç da evime gelsin, yemek de buraya gelsin. Evimizde semirelim, geberelim, gidelim durumundayız. -Kardeş Payı’ndaki oyunculuğunuzu izleyince ‘Bunlar gerçekten böyle adamlar’ diyoruz. Öyle misiniz? EMRAH: Biz arkadaş grubu olduğumuz için o dediğin şey doğru aslında. Yani bu arkadaş grubu burada nasılsa sette de öyleyiz. Sette de oynarken yine gülüyoruz eğleniyoruz böyle. - Cemil sen de baya yakışıklı adammışsın be abi. CEMİL: İşte benim için de o biraz şey oldu. Hala “ben”imle gezdiğimi zannediyorlar. Gerçek sanıyorlar.. Daha Kardeş Payı yeni yazılmıştı. Çekimlere de 1-2 ay falan var. Ben birinci bölümü okudum. Hocamız bana Kartal’ı öyle bir anlattı ki… Şöyle olacak, şurada olacak, şu şekilde olacak, şuradan şu evreye kırılmalar olacak. Bir buçuk ay öncesinden, daha benim oyunumu görmeden o kadar güzel anlattı olayı. Hakikaten Kartal karakterinde %98’dir senaristlerin ve yönetmenlerin payı. O %2’nin içinde de ‘Hı ne didin?’’ var. O da kardeşim Cahit’in lafı. - Abi niye bu kadar mutevazısınız? CEMİL: Mütevazılık değil işte, gerçekten değil. EMRAH: Mütevazı olacaksın tabi, ne yapıyoruz ki? Neticede yaptığımız şey dizi, film. Yani dünyanın en acayip işlerini yapmıyoruz, yani ne bileyim hasta bir insanı hayata döndürmüyoruz. Eğer dizi yapıyorsak insanlar 7080 dakika izleyip gülüyor, film yapıyorsak bir buçuk saat izleyip gülüyorlar. (Cihan Ercan bu kısımlarda hayranlarıyla fotoğraf çektirmekle meşgul olduğu için konudan haberdar bile değil. Sevgili Cihan, sen bu satırları okurken “Bunu ne ara sordular ya? En mutevazı benim. Ben de cevap verseydim, ben de!” diyeceksin.) - Emrah, Mahşerin dört atlısında ‘mahşerim’ demişsin abi? EMRAH: Abi o çok büyük bir ayıp. Çok özür diliyorum. Öyle bir şey demedim. - Charlie’nin meleklerinde nesin peki?
EMRAH: Charlie’yim ama maymun olan Charlie. O konuya da bir açıklık getirmek istiyorum. Milliyet’te çıktı bu röportaj. Öyle bir şey demedim. Ama çok acayip bir mevzu. Ben Kaçma Birader için röportaj verirken yine böyle normal konuşuyordum ve şöyle bir manşet attılar: ‘Arkamdan kibirli diyeceklerine ezik desinler.’ - Son olarak, kusursuz yerde mizah olmaz derler. Öyleyse cennette mizah var mıdır? CEMİL: Vardır. CİHAN: Olmaz mı ya? Cem Yılmaz’ın sözü var hatta ‘Siz şu ortamı bir düzeltin de ben yapacak şaka bulurum’ diyor Bizim içinde bulunduğumuz cehennemi adlandırmamıza yarayan bir şey o. EMRAH: Cennette de mizah vardır ama cehennemdekiler daha çok gülüyor bence. -Ya kayıt cihazını çalıştırmayı unutmuşum. Röportajı baştan almamız mümkün mü? (KÜFÜRLEŞMELER)
13
YAZAN : AZER ERDAĞ - ÇİZEN : EFECAN SEZER
14
YAŞASIN MOBİL DEMOKRASİ Alman imparatoru III.Konrad kendine isyan eden Weinsberg kasabasını cezalandırmak için Kasabayı yakıp yıkacağını ve bütün erkekleri de öldürüleceğini duyurmuştu kasabalıya. Daha sonra imparator kadınların en değerli mallarını alıp kasabayı acil terketmelerini istemişti. bütün kadınlar kocalarının elinden tutup kasabayı terketmek isteyince çok duygulanan imparator, emri geri almış ve tüm kasabayı affetmişti. Hikaye bu aga..Şimdi bizim ülkede İmparator ( ki bizde imparator var mı? Sen anladın onu..) en değerli malınızı alın gidin dese siz neyi alır giderdiniz diye aynı mahallede yaşadığım bayanlara sordum. Çocuklu bayanların hemen hepsi çocuğumu ve akıllı telefonumu demesin mi? Ulan arkadaş bir kişide Alman bayanlar gibi düşünmemişti. Acaba hikaye mi çakmaydı Alman kadınlar mı eşlerini çok seviyordu. İlkokulda aklımıza gelen bir konu hakkında hayal gücümüzü zorlayarak bir kompozisyon yazmamızı istedi öğretmenimiz. Başladım büyük bir hevesle yazmaya… Sene 1977 :) Eskiden her evde telefon olmazdı. Koca mahallede sadece bir evde vardı telefon ve çok kutsal bir komşumuzdu bu şahıs. Bu komşumuzla kimse küsemezdi. Küstüğünüz an dünya ile olan tek iletişiminiz kopardı. Odun satan bu komşumuzdan tüm mahalleli ıslanmış odunları almak zorundaydı. Ağır gelsin diye sulanan odunlar kazık bir fiyata satılıyor, almazsanız telefon etme şansınız ya da acil telefonları öğrenme şansınız yok oluyordu. Bir ablamızın kocası tır şoförü idi ve adam ülke ülke gezer bir sefere çıktığında ortalama iki ay eve
gelemezdi. Kadıncağızın kocasından, ancak telefonu olan mendebur komşumuz ararsa haberi olurdu. Ülkeler arası saat farkı olduğu içinde oduncunun karısı bu kadıncağıza “gene kocan aradı” diye kızardı. Bu komşumuzun durumu içimi parçalardı. O gün öğretmenimizin verdiği ödev kompozisyonunu yazmaya başladım. Benim projem şuydu; her evde bir telefon olacaktı ve herkesin konuşma özgürlüğü olacaktı. Hatta bu telefonların kilometrelerce kabloları olacak ve istediğin yere götürülebilecektin. Sevenler hiç ayrılmayacak, herkes eşiyle, çocuğuyla doya doya konuşacaktı ve bir sistem düzenleyici sayesinde kimsenin kablosu kimseye takılmayacaktı. “Neden olmasın ki?” diye düşündüm. Hem bu sistem parayla olmayacaktı; güneş enerjisi ile çalışacaktı. Gündüz, sistem enerjiyi depolayacak ve akşam hava karardığında gündüz depoladığı enerjiyle çalışacaktı. Herkes sevdikleri ile sabaha kadar ücretsiz konuşacaktı. Büyük bir heyecanla kocası tır şoförü olan komşumuza gidip yazdığım yazıyı okumak istemiştim. İçeri girdiğimde canavar oduncunun cadı karısını kek yer ve çay içerken buldum. Komşumuzun rengi kaçmıştı, üzgün olduğu her halinden belliydi. Diğeri ise kasım kasım kasılıyor, ağzından salyaları akarak çayını içiyordu. “Bak komşum, yıllardır yüz yüze bakıyoruz. Kocan gelsin, şu borcu ödesin. Aldığın odunu yaktın bitirdin. Birde yenisini istiyorsun. Ne olacak böyle? Hem de zırt pırt telefon!” diyordu. Kadıncağız; “Tamam ablam, söz, gelecekmiş zaten. Geçen aradıydı ya… Sizin evden konuşmuştuk.” diye yanıtlamaya çalıştı. Kadın suratını buruşturdu; “Heee, tam uyuyacaktık zevzek kocan aradı.” dedi. Uyuyacağız dediği saat 21.00… Onlar karı koca pijamalarını giyer ve ne zaman bir komşu telefon etmeye gitse; ya da birine telefon gelse hep aynı numarayı yaparlardı; “Tam da uyuyacaktık” diye. Bu da eve telefona gidenin iki kat ezilmesine
neden olurdu. Telefon üç kuruş tutar; ama telefonun yanındaki kutuya beş katını atardınız. Sonunda beni dinlemelerini istedim. Başladım kompozisyonumu yüksek sesle okumaya… Oduncunun karısı suratını buruşturuyor ve bana aşağılık bir yaratıkmışım gibi bakıyordu. Ben de bağıra bağıra okumaya devam ediyor, kendimden geçiyordum. O ise; “Saçma. He... Kablolar ne olacak? Neyle çalışacak bu telefon? Ücretsiz mi?” diye konuşuyordu. Ben sistemi büyük bir ciddiyetle anlatmaya devam ettim. Tır şoförünün karısı olan komşumuzun gözünden yaşlar süzüldü. Ona “Bu sistemi sana ithaf ediyorum canım teyzem!” diyerek koşup sarılıp ağladım. Oduncunun karısı hızla toparlandı, “Benim böyle saçma sapan şeylere ayıracak vaktim yok; işim gücüm var. Seni velet seni! Size telefon gelirse anan bakar artık, güneş sistemi ile çalışan, kablosu dolaşmayan telefonla eşşoğlusu…” diyerek enseme bir tane patlatıp gitti… Evet; oduncunun karısı resmen inanmıştı benim projeye ‘ya tutarsa’ diye… Yaşasın iletişim özgürlüğü… Yaşasın mobil devrim… Yaşasın Mobil Demokrasi…Kocalarının elinden tutup giden Weinsberg’li Kadınlar…
15
Hello’lar... Yine güneşin küçük dağları ben yarattım edası ile doğduğu bir günden herkese saygı, sevgi ve bol umutlar... Bir sabah uyanıyorsunuz ve ben artık bu şehirde kalamam diyorsunuz... Düşündüm de başlarda bu fikir biraz zor geldi ama sonra alıştım... Hatta ben gitmeden nasıl olur diye kurgusunu kafamda tasarladım. Yanıma umutlarım dışında alabileceğim birkaç eşya dışında hiçbir şeyim yokmuş... Vae ardından başladı hikayem: Otuz iki yıllık hayatını üç bavula sığdırıp umutları ile birlikte çıktı yollara... Ardında ailesini ve tüm sevdiklerini bırakarak hayallerinin peşinden gitti adam... Gözü yaşlı anasının hayır dualarıydı hayat sigortası... Hiç bilmediği bir şehir, hiç bilmediği insanlar... (Gerçi insanlar son zamanlarda hep aynı ama) Yeşilçam modunda bir hayatı vardı. Her sabah ‘İş bulurum’ düşüncesiyle çıktığı evden cebinde parası olmadığı için eli boş dönüyordu damı akan, tuvaleti olmayan kulübesine... Geceleri çok sıkıştığında pet şişeye işiyordu, gündüzleri de camii tuvaletine... Her gün iş bulabilmek için neredeyse 20 km yol yürüyordu, dönüşte de yürüdüğü için yol artık Çin işkencesi gibi katlanıyordu gün be gün... Kışın o ayazında açan güneş gibi tükeniyordu adam... Sıla özlemi sarıyordu arada, ama hayalleri aklına gelince kardan adam gibi buz kesiyordu. Hislerini -40 derecede muhafaza ediyordu sanki... Dost dediği niceleri tek tek otobüs durağına bırakır gibi ayrılıyordu hayatından... Hangi kapıyı çalsa kapı duvar oluyordu. Bazen kendi kendine konuşuyor ve sesi duvardan yüzüne vuruyordu. Aslında yalnızlık bir yerden sonra koymamaya başladı ona... Sadece dost kavramını yanlış anlamıştı. Kötü gün dostu olduğu kim varsa , hepsi bir anda yok olmuştu sanki sihirbazın parmaklarında... Değer miydi düzenini bozup, gurbet ellerde bu kadar bu kadar sıkıntı çekmeye? Biraz düşündü ve
‘Değer anasını satıyım değer’ dedi homurdanarak... İnsanlardan umudunu keseli o kadar çok oldu ki, biri iyilik yapacağını söylese hiç inanmıyordu. Zaten yapılacak iyilik söylenmezdi ona göre... Günler birbirini liseli sevgililer gibi kovalarken o hala umutlarının peşinde uygun adım önce yürüyor fırsatını buldukça da koşuyordu. Sigara içmese daha çok koşardı ama ciğerler falan hep pert olmuştu... Hayal ettiği hayatı pandalar çünkü... Bir de Arap kralları ve sayısını bilmediği Arap krallarının erkek çocukları... Kaçmak özgürlük değildir hiçbir zaman, çünkü dert ecel gibidir peşinden gelir sürekli... Ayrıca kaçan yorgun ölür. (Bunu da bir filmde duymuştum. Adını vermiyim reklama girer.) Geçmişin karanlık izlerini olay yeri inceleme bile takip etse sonuca ulaşamazdı. Çünkü yaşadığı buhranları kendisi bile bilmiyordu, kaldı ki başkası bilsin... Konu ile alakası yok ama aklıma geldi. Paralel evrende de analar ağlıyor mu acaba? Bir de iki Cihan bir araya gelse eşcinsel ilişki olabilir. Bu yüzden bir araya gelemiyor bence, belki de sence ya da bizce... Bu kadar drama ne gerek var diyorsanız 1’e, yürü ya kulum Abdurrahman diyorsanız 2’ye, bu neyin kafası diyorsanız 3’e, la bit iline diyorsanız operatöre bağlanınız... Lütfen hatta kalın sizi operatöre bağlıyorum. 10 dk. ittihat molası veriyorum... Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Haziran ayı içerisinde doğum günü olan ablamın ve yeğenimin ve de sizlerin doğum gününü kutlarım. ‘Bu da nerden çıktı?’ Demeyin aklıma geldi yazdım... Velhasıl hayallerimin peşinden koşmaya karar verdim ağır ve tempolu... Ve geçen ay doğu’nun Paris’i sayılan İzmir’e taşındım. Şimdi diyebilirsiniz ‘İzmir’in doğu ile ne alakası var?’ Fransa’dan, İspanya’dan hatta Yunanistan’dan bakınca İzmir doğuda kalıyor, onçün öyle... Eski yaşadığım şehirde ailemle olduğum için çok fazla sorumluluk sahibi değildim. O yüzden ekmek elden, su koca gölden geliyordu. İnşallah o göle işememişlerdir, çok suyunu içtim çünkü... Bu kararımda pişman mıyım? Elbette değilim... Bu hayata bir kez gelip pişman olacaksam ne diye yaşıyorum? Hatta bazen işi abartıp o kadar spermin arasından öne geçip ‘Neden ben Allah’ım?’ diye soruyorum ama cevap yok tabi... Eminim içinden ‘Yaşa ve gör’ diyordur, belki de demiyor ben kendim uyduruyorum... Neyse yine kelimelere pileli etek giydirip ip atlatmışım... Öpüyorum sizi en sendromlu yerinizden... Hadi gidelim hemşire hanım...
Direkten Dönmek Kemal: Sizin çadırlar ne tarafta pekiyi? Neşe: Hemen şu ağaç evin arkasında. Birlikte gideriz zaten. Günden: Kemal, ne yapıyorsun; iniyor muyuz sahile? Kemal: Yok, biz Neşe’yle biraz konuşacağız. Ha, bu arada, Neşe, bu arkadaşım Günden. Neşe: Ne ilginç bir isminiz var, ne anlama geliyor? Günden: Şey... Ender: Oğlum, gelmiyor musunuz sahile? Kemal: Abi biz... Günden: Kemal, Neşe’yle kalacakmış. İyi o zaman abi bize müsaade. size iyi eğlenceler. Ender: Kemalcim bir saniye bakar mısın? Günden: Ne var oğlum, rahatsız etmeyelim elemanı. Öyle anlaşmadık mı? Karı kız olaylarında sonsuz saygı. Ender: Siktirtme lan saygını. Baksana karıya. Kemal!! Kemal: Bir saniye abi. Neşe: Git, sen; ben burdayım. Kemal: Ha!!!.... Ben, biraz dans edeyim. Neşe: Dans mı, ne dansı? Kemal: Bu benim en sevdiğim parça. Ender: N’apıyor lan bu? Dans ne alaka şimdi? Günden: Kemal işte oğlum, gaza gelmiş. Kıza numaralarını gösterecek. Ender: Ananı, ne yapıyor lan bu! Deli gibi tepiniyor. Günden: Hem de bu şarkıyla! Ender: Ananı, herif ağaca çarptı. Günden: Ona bir şey olmaz! Ender: Yürü lan, herif yere yuvarlandı. Kalk oğlum kalk. Günden: Abicim ne yaptın, çizdin karizmayı. Kemal: Hiçbir şey demeyin, beni taşıyın. Usulca ayrılalım buradan. Ender: Ne çeviriyo’n o’lum. Kaymayacak mıydın hatuna? Kemal: Ne kayması abicim, ben boş bulunmuşum... Ulan fark etmesem resmen yatıyordum hatunla. Günden: Ne diyo’n oğlum, bir saattir, kur yapıyo’dun kıza. Kemal: Abi, karanlıkta bir kere bakmamıştım kızın yüzüne. Daha yeni gördüm. Günden: Ne yani, dansta kendini bilerek mi yere bıraktın? Kemal: Tabii ki abicim, yoksa resmen kayacaktı hatun bana. Ender: Oha! tabii lan, Kemal’in dans ederken düştüğü nerede görülmüş! Hadi yürüyün sahile. Ben de ne işin var o hatunla demek için... Vay be... Afferin. Kemal: Ben mayosuz gireceğim oğlum denize. Günden: Valla’ ay da yok, ben de girerim arkadaş. Ender: Hay s*kiyim, sizin `tıyniyet`inizi. Ne bok yerseniz yiyin. Hadi.
17
EDİP TÜFEKÇİ “HASTASIYIM” İlk cümle önemlidir. Günlerdir düşünüyorum kafamdaki yazıya nasıl bir giriş yapayım diye. En sonunda “hasta” olduğuma karar verdim/anladım. Evet itiraf ediyorum ben hastayım. Mesela “dünyanın en bi güçlü, gürültülü egzozunu takmış gibi” ortalıkta gezen arabalara hastayım.Yanınızdan geçerken gürültüye boğuluyorsunuz işte ona hastayım. Hastasıyım şiirin, tiyatronun;DTCF’nin binasının. Şu giyenleri daha “göbel” gösteren popodan düşecekmiş gibi duran düşük bel pantalonlara hastayım. (Gerçi şimdilerde pek görmüyoruz.)Yeni moda olan ve insanı hipnotize edip başka yöne bakmanızı engelleyen pantolanlara hastayım. Hastasıyım çayın, kahvenin. Her tarafta bir sakal modasıdır gidiyor,işte ona hastayım. Kafelerde sanki evindeymiş gibi kafasına göre takılan, ayakta gezen, bağırarak konuşan tipler peydâ oldu onlara hastayım. Hastasıyım hoşsohbetin, zekânın, temiz ahlâkın, üretmenin. Arkadaşlarım Fatih’e, Salih’e, Mertkan’a ve Yeşil’e hastayım.(Niye onlarla takılıyorum ben de bilmiyorum.) Ha bir de Soner var ama ona hasta değilim. Fakat bizim editör Cem’e hastayım. (Bir şey diyecektim ama boşver neyse şimdi, zaten yazıyı geç verdim.) Kapıya bir türlü girmeyen anahtara, bayat ekmeğe, kırık cama, paslı demire, boş konuşuna hastayım. Hastasıyım mizahın. Yeni Ankara’ya hastayım meselâ.Niye hasta olmayım ki? Meselâ tıransfomırs heykellerimiz var, dinozor heykellerimiz var onlara hastayım. Saatin kaç olduğunu bize hiç yorulmadan söyleyen, yüz metrede bir karşımıza çıkan saat kulelerimiz var (Gerçi bazıları biraz bakım istiyor ama olsun.)onlara hastayım. Ankara kedisi gözünden logomuz var bayılıyorum ona. Meselâ Kızılay’ın tam ortasında bir “lâle”miz var ki!(Yani sanırım bir lâledir kendisi, yani tam da lâle değil de işte öyle;anlamak zor biraz.) “Ne lâlesi ya!” diyenleri duyar gibiyim. Hemen söyleyeyim o aklınıza gelenin lâlesi değil o. Kendisi ışıklı bir reklam panosudur aslında. İşte bu lâlenin tanıtımı yapılsa dünyanın her tarafından turist yağar Ankara’ya. Bir bu lâleyi, bir de saat ondan sonra sokaklarda sessiz bir huzurun olduğunu görünce onlar da benim gibi hasta olacaklardır eminim. Buradan yetkililerimizi bu lâlemizin ve varsa başka lâlelerimizin tanıtımını yapmak için göreve dâvet ediyorum. Ve şehrimizin, hatta şehirlerimizin her tarafının, tıpkı saat kulelerimiz de olduğu gibi, bu lâlelerle doldurulmasını talep ediyorum.(Evet hastayım.)Hatta vatandaşlarımızı da sorumluluk almaya dâvet ediyorum. Her şeyi devletten beklemeyin. Ülkemizin tanıtımına ve kalkınmasına yardımcı olun! Gördüğünüz gibi az hasta değilim. Bayâ bi hastayım. Aklıma gelmişken bir de soru sorayım: Bildiğiniz gibi elimizdeki parmaklarımızın her birinin bir adı var. İşte baş parmak diyoruz, işaret parmağı diyoruz, orta parmak, yüzük parmağı, serçe parmak diyoruz. Peki ya ayak parmakları. Yani baş parmak, orta parmak, serçe parmak tamam. Ya diğerleri? Herkesi düşünmeye davet ediyorum.
18
19
20
21
22
23