İ
BİTTİ
İ
editörre
LİMAN NAZMİ CİHAN MEHMETCİHAT BEKEN
yayın kuru
RAHMAN MÜNİR YILDIZ YENİGÜL
katılanlar
DERYAVURALZEYNEPARKANMEHMET MÜMTAZ TUZCU SALİM NACAR HAYRİYE ÜNAL OSMAN ÖZBAHÇE ÜMİT GÜÇLÜ ŞAKİR ÖZÜDOĞRU ÖZCAN TÜRKMEN MÜNİR YENİGÜL RAHMAN YILDIZ DENGE ESENTERK İDRİS AKTUZ NAZLI HAMURCUOĞLU ARAS KESER LİMAN MEHMETCİHAT NAZMİ CİHAN BEKEN GİZEM OKTAY AHMET GÜNTAN SAMİ BAYDAR Anti-tasarım: Liman Maketbıçak
ZEYNEP ARKAN Geceyi Duvarın Ötesine Bakan Merdivende Geçirmek
Bu evrende sözcüğün gerçek anlamında kendi gölgesinden kurtulan (kendi kendini aşıp geçen) gerçek, saydamlaşarak gözden kaybolmaktadır. Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğubatı yay., s.155 “Kitleyi, kitle iletişim araçlarının dışında bir yerde aramak boşunadır. Sessiz Yığınların Gölgesinde, J. B., Doğubatı, S. 33
1974’te internet henüz icat edilmişken Altman ve Taylor, öne sürdükleri Sosyal Penetrasyon Teorisi’(1)nde insanları derinliği ve genişliği olan soğan katmanlarına benzetir. Buradaki derinlik, bireyin bir konudaki bilgisinin çokluğu, genişlik ise bireyin hayatına dâhil edilen konuların çeşitliliği anlamına gelir. Sosyal penetrasyon teorisi kısaca der ki, başkalarıyla daha çok vakit geçirmek istiyorsan onlara kendinle ilgili daha çok bilgi vermelisin. Fakat insanlar arasında bir filtre olmalıdır; patronuna bir dostuna açıldığın gibi açılmamalısın. Mahrem alanına dâhil ettiğin insan senin hakkında daha fazla bilgi sahibi olma hakkını da alır. Bu bilimsel teori, maliyet-ödül bağlamı içerisinde ifşa düzeyinin, ilişkinin geleceğini belirlediğini savunur. Süreklilik teminatı olmadan karşılıklılık esastır. Kazanımı veya tahribatı üzerine gerçek deneyimler göz ardı edilmiş olacak ki, daha sonra kendini ifşa (self-disclosure) faktörünü öne çıkarmamış ve kendini ifşayı daha çok cinsiyet, ırk ve kökenin etkili bir biçimde engelleyebileceğini açıklamışlar. Bu geri çekilme
her önünüze gelene kendinizi açmayın anlamına da gelmekte. Bir terapistiniz varsa ne âlâ. Tam olarak kırk yıl sonra internet sayesinde Kendini İfşa, insanın kendini görünür kılmak adına sahip olduğu tüm yöntem ve imkânlar dâhilinde çok farklı bir boyuta taşındı. Bireyin kendini açmak istediği kitleyi, kendini ifşa biçimini, samimiyet derecesini, kimliğini, vereceği tüm görsel ipuçlarını özgürce seçebildiği bir teknolojik gelişme açığa çıktı. İnternetsiz iletişimin, mikrofonu kendi seçtiği insana uzatma lüksü sona erdi. Radyo ve televizyon nesli edilgenliğin anahtar teslimini yeni nesillere aktaramadı. İnternetle birlikte iletişimi belirleyen alıcı ve gönderici artık herkesti. “GÜNÜMÜZDE HERKES ÜRETMEKTEDİR.” İnternet sayesinde mesaj hızla alıcısına ulaşır, eşzamanlı bir karşılık açığa çıkar. İçerik tamamen insanın kendisidir. Erişilebilir bir varlık olarak insan şimdi’den ve şimdi’ye denk düşürülen geçmiş örneklerden ibarettir. Aynı zamanda sıkça kontrol edilemez, akılcı
olduğu şüphe götüren bir diyalog yönteminin içine dalıvermiştir. Kısaca sosyal medya diyeceğimiz bu ortam, kullanıcının tüm sermayesinin kendisi olduğu bir deneyim sağlar. Sosyal medya eşzamanlı, sürekli ve etkileşimli iletişim demektir. Sosyal medya insanı, geleneksel medyanın tüm kısıtlayıcılığından arınmış durumdadır. Herhangi bir marka veya şirket geleneksel anlamda reklam veya haberler sayesinde var olma savaşı verirken sosyal medyada herkes kendini temsil etme fırsatı bulur. İnsan veya marka, artık reklamın kendisidir. Bu bir ilerleme değildir, bu bir gerileme de değildir. Bu bir değişimdir. Kendini açma, kendi üretimini veya üretilmiş olanı paylaşma imkânı insanın kendini gösterme, var kılma çabasına dönüştü. Görünür oldukça sosyal bilimcilerin deyimiyle “Çevresel farkındalık” geliştiren insanoğlu sosyal medyayı çabucak sindirdi
Mesajlar, ortam ve seyirciler tamamlandığında sosyal medya insanını kimse tutamaz oldu. Sosyal fobilerle bezenmiş kullanıcılar bile kendine yer bulma, öznelliğini ulaşılabilir kılma arzusuyla doldu. Çünkü her istek bir ihtiyaçtan doğuyordu. Herkes sonunu hazırlayacak olan arzuya şiddetle yaklaşma ihtiyacındadır. Gerçeğe ait sıradanlığımızı silmek için ihtiyacımız olan ne varsa ona özgünlüğümüzü katmaya hazırız. Kendi sahnemizde anlam üretme imkânı, bizi diğerinden ayrı kılacak o “anlam”ın peşinde olmak; bize “YARATICILIĞINIZ VE ARZULARINIZ BİZİ İLGİLENDİRİYOR” diyen her şeyi meşru kıldı. Sosyal medya tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öncelikle Facebook ve Twitter ile tanımlanıyor. Kişisel blog kullanıcıları da azımsanacak bir düzeyde değil. Türkiye’de 30 milyon Facebook, 7 milyon Twitter kullanıcısı olduğu açıklandı. Twitter kullanıcısının daha az olmasının sebebi, Twitter’da kullanıcıdan beklenen üretimin çok çeşitli, hızla yön değiştirmeye açık, daha özgün performanslar gerektirmesi olabilir. (24 bin takipçili @TheMime gibi hesapları içine katarak söylüyorum.) Kurumsallaşmış bir “stalking” ortamı olarak tanımlayabileceğimiz Facebook, gösteri toplumunun temel işaretlerini taşıyor. Türkiye’de ilk kullanıcıları ilgi duyduğu cinsle tanışmak ve mezun olduğu okuldan arkadaşlarını bulmak şeklinde amaçları olan iki gruptan oluşuyordu. Zamanla kullanıcı ağı genişleyen Facebook, ilkokul arkadaşlarımızı bulup ilk nostaljik heyecanı atlattıktan sonra onlara ne “göstereceğimizi” bize öğretti. Mutlaka “paylaşmak” zorunda olduğumuz hayatımızda bize ait olduğunu düşünmek istediğimiz ne varsa gösterdik. Yer yer parasosyal ilişkilere de dönüşen yapısıyla Twitter gibi Facebook da hızlı değişimlere yol açtı. “HAYALETİN YENİDEN OLUŞTURULMASI GEREKMEKTEDİR.”
“350 milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir ülke olsaydı Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın en kalabalık 3. Ülkesi olurdu.” Facebook sayesinde en mutlu, sorunsuz çiftler, en pürüzsüz anlar, en mükellef sofralar bizi bir oyuna davet ediyor. Yaşadığımız hayatı temsilen seçilen o gösteri unsurları Guy Debord’un gösteri mesajı hakkındaki yorumuna tıpatıp uyuyor: “Görünen şey iyidir; iyi olan görünür.” Oysa hiçbir şey göründüğü ka-
dar iyi değildir. Facebook, bizi görünür kılmak için bizi değiştiren ne varsa onların sahibi olmaya kararlıdır. Teknolojinin toplumun her kesiminin kullanımına sunulması, artık o toplumu eski toplum olmaktan çıkarır. Kendini istediği biçimde gösterme fırsatı bulmuş insanlara bu fırsat ne hissettirmiş olabilir? Dünyanın büyüklüğüyle karşılaşıp kendi küçük dünyasına döndüğü anda mesela? Yine de bir ilkokul öğrencisiyle bir profesörün Facebook’ta kendini gösteri unsuruna dönüştürme çabası temelde aynıdır. Facebook sayesinde çok hızlı giden bir trende etrafı görmesi imkânsızlaşan yolcular gibi koltuklarımıza yapışıp kaldık. Ölüm ilanlarını “Beğen” tuşuyla okunmuş kıldık mesela. Bize sıradanlığımızı unutturacak tüm seçenekleri tüketmek üzere üretmeye devam ederek kurtuluşa ereceğimiz ümidiyle yaşadık. Her ne kadar, Guy Debord “gösteri toplumunda, kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür” demiş olsa da. Twitter ise, Türkiye’de pek de heyecanla karşılanmamıştı. “Ne yaptığımı neden yazayım ki” sorusuyla şüphe uyandırdı ve üye olan herkes ilk anda “ben ne arıyorum burada” duygusunu mutlaka tattı. İlk kullanıcıları tarafından geleceği olmayan bir yenilik olarak tanımlandı. Yıllar geçtikçe insanlar şaşkınlıkla Twitter’ın gücünü izlediler. Kitleleri harekete geçirme etkisini kabullendiler. Türkiye’de 7 milyon kişi Twitter’ı nasıl kullanacağına dair ikna olmuş duruma geldi. Nasıl ki Facebook ilkokul arkadaşını bulmaktan ibaret değilse, Twitter da ne yaptığını yazmaktan ibaret değildi. Geniş kitlelere hızlı ve kolay ulaşmanın bir yolu oluverdi. İnsanlar arasındaki sosyal, kültürel, ekonomik biçimde kurulan mesafeyi ortadan kaldırdığı için tatlı bir heyecan yarattı. İlk denemede kısıtlayıcıydı. 140 karakter sınırı çok
“
tepki çekse de “ping –pong mesajlaşma” adı verilen hızlı iletişim keyif vermeye başladı. İnsanlar kısa ve etkili cümleler kurmanın, uzun uzadıya e-mail’ler yazmak yerine birkaç cümlelik mesajlarla hızlı dönütler almanın hazzını sevdiler. Çünkü hepimizin çok acelesi vardı. Twitter, ilk önce hayranı olunan insana ulaşma, onun paylaştığı her şeye her an şahit olma gibi içinde hayal kırıklığı da barındıran bir lükse kavuşturdu insanları. Daha sonra gazetecilere, yazarlara, oyunculara, devlet başkanlarına, siyasetçilere, meslektaşlara, troll’lere… İlgimizi çeken kim varsa kolayca ulaşabileceğimiz bir yerde bizi buluşturdu. Bu kadar geniş, katmanlı, akışkan, hızlı, değişken bilgi doğal olarak dezenformasyonu da yanında getirdi. Kurgu, montaj, yalan içerikli haberler, manipülasyon, anonim hesaplarla girişilen hesaplaşmalar… Mikrofon yerine hoparlör kullanmak isteyenler gibi kriz anlarında kendini ifşa modunu arttıran kullanıcılar sayesinde yer yer kaos ortamına da filiz vermeye başladı. Şimdi ise televizyondaki bir haber programının altyazıyla haber aktaran hızından
Edebiyat dergileri de hızlı ve etkili yayılımın gücünü keşfedip dergilerini satın alıp okuyan insan sayısından daha fazla yani daha tembel bir kitleye Twitter sayesinde hitap etmeye başladılar.
daha yavaş olmayan bir gündem tazeliğine sahip Twitter. Takip ettiğimiz kullanıcılar ne kadar objektifse o kadar objektif olabilme seçeneği var. Bu yüzden fikirlerinden hoşlanmadığımız insanları da takip etme, fikirlerine ulaşabilme kolaylığı sunarak bilgiye dört koldan ulaştıran, insanın sinirlerini çelikleştiren, yer yer laçkalaştıran bir yönü de mevcut. Yayınevleri, yazarlar, editörler, şairler de kendilerini temsil etme fırsatını sosyal medyada buldular. Okurla karşılaşma, tanışma, kaynaşma, hesaplaşma, uzlaşma gibi ulaşılabilir olmanın tüm yönlerini sosyal medya sayesinde deneyimlemiş oldular. Eski iletişim biçimlerindeki haliyle okur ve yazar, yazar olmak isteyen okur ve yazar arasındaki mesafe hızla kapatılmış oldu. Hiyerarşiyi yok eden bir hız ve doğrudanlık sayesinde eser de bir tüketim nesnesine dönüştürüldü. Tüm sosyal medya kullanıcısının temel ihtiyaçlarının başına WiFi geldi oturdu. Edebiyat dergileri de hızlı ve etkili yayılımın gücünü keşfedip dergilerini satın alıp okuyan insan sayısından daha fazla yani daha tembel bir kitleye Twitter sayesinde hitap etmeye başladılar. Twitter dönüştürülebilir yapısıyla tam olarak yanlış denemese de amacından sapmış kullanımlara da yol açtı. Edebiyat ve şiir heveslisi olan bazı insanlar şiirin yalnızca internette üretilir, sosyal ilişkilerle geliştirilebilir bir şey olduğunu düşünmüş
olacaklar ki çok kolay görünür olmanın şiirle bağlantısını kurcaladılar. Bu bakış açısıyla Dunbar sayısına riayet eden herkes şair olabilirdi. Bio yazmayı bilmek ve matematik… “ESKİDEN DELİLER DİLSİZDİ.”
Şiir, Twitter’da gökten yere indi. Burada bir sorun yoktu aslında. Sonrasında koca ciltli kitaplar, yüzlerce mısraa sahip ölü veya diri şairler birkaç kelimelik mısralarla dolaşıma sokuldu. Çoğunlukla da eksik veya yanlış biçimde yayıldılar. RT denen eylem ile bir eseri okuma zahmetinde bulunmadan Googling veya yazılmış bir
tweet aracılığıyla görülen şiiri yayma girişimleri sıkıntı verici hale geldi. Roman, hikâye ve şiiri öğrenmek için, bir şairi veya yazarı tanımak için Twitter doğru bir yer sayılmaz. Twitter, birden çok amaca hizmet eden, bu sebeple neredeyse amaçsız bir yerdir. Her tweet, bir haber düzeyinde kitlelere ulaşırken farklı bir tarz, bir imaj ve bakış açısı edinmiş kullanıcılar, ünlüler ve troll’ler takipçi sayılarını hızla arttırdılar. Troll’ler, anonim hesaplar ve olmak istediği kişi gibi görünen tiplemeler gündeme hakim, paylaşımcı, sürekli online ve aktif kaldıkça Twitter kullanmanın temel esaslarını yerine getirmiş oldular. Diğerlerine göre daha pasif olan kullanıcılar ise çemberin bir tık ötesine çıktıkları anda gördükleri manzara karşısında ne yapacaklarını düşünüyor halde olabilirler. “BU MUAZZAM BİR İÇİNE GÖMÜLME SÜRECİDİR.” İnternette yayınlanan bir araştırmaya göre narsistler ve düşük benlik saygısı olanlar sosyal medyada çok daha fazla vakit geçiriyor. Aynı zamanda sosyal medyada fazla vakit geçirenler diğerlerinin kendisinden daha iyi bir hayat yaşadığını düşünüyormuş. Gerçek bir mutluluk veren hayatın sanal dünyaya sırtını dönmesi durumu. Twitter’daki anonim hesaplara değinmek gerekirse; çoğunlukla gizemli, eyvallahsız, sözünü sakınmayan, cesur ve patavatsız bir imajı var anonimin. Çünkü bilinmeyen kimliği bizi ondan uzakta, güvende tutuyor. Bazen nefret söyleminin yılmaz bir neferi haline gelebilecek kadar gözü kara olabilen anonim bazen de doğruyu söyleyebilmenin ancak maskeyle mümkün olabildiğinin ispatı. Sakin yaradılışlı, kendi halinde insanların da tercihi olan anonimlik, muhalefette kararlı ve samimi olan bireyin kendini içine attığı kaygan bir zemin de olabiliyor. Düşmanlık beslediği insanlara karşı, itibarsızlaştırmak, karalamak için açılan hesaplar da mevcut.
Anonim hesaplarla meselesi olanlar için şunu söyleyebiliriz: yüz yüze iletişim kurmanın imkânsızlaşması üzerine, yüz yüze iken söylenmesi mümkün olmayan sözlerin sarf edilmesine sebebiyet verebilirler.
Sosyal medya kimsenin ahlakını değiştirmez. Herkes sahip olduğu ahlak anlayışı içinde kendini nasıl göstermek istiyorsa o şekilde
var olmanın yolunu bulur. Her kullanıcı kendi oluşturduğu imgeler dünyasında canlandırdığı kimlikle, vermek istediği haberlerin kaynağıdır. İnsanları Twitter’dan doğruya, iyiliğe, ahlaklı olmaya çağırmak kadar doğru, iyi ve ahlaklı davranmak da önemlidir. İyi biri olmak, üzerinde sürekli konuşulması gerekecek kadar gizemli bir şey değildir. İyi, ahlaklı, düzgün biri olmak dayatılamaz, reklamı yapılamaz, dolayısıyla satılamaz bir şeydir. İyilik bir politik malzeme olamaz. İyilik gizli bir işbirliği içermez, iyiliğin kuşatıcılığı yok etmek üzerine kurulamaz. İyi sadece iyidir. Mutlaka görünmeye ihtiyaç duyan şey iyilik değildir. Sosyal medyanın gösteriye dönüşen “duyarlılık” evrilmesi ile başı belaya girmiş durumdadır. Örneğin Twitter, kan bağışı, ilik bağışı duyurularına en az ilgi gösterilen bir yere dönüşmüştür. Bir kan bağışı duyurusu binlerce kez RT edilmesine rağmen, “hiç kan bağışı yapılmadı” şeklinde açıklama yapılmıştı. Çünkü kitleler RT yaparak kan bağışını duyurmanın gereğini yerine getirmiştir. Herkes gidip gerekli kanı verecek olan o “son” insana ulaşana dek RT yapar gibidir. Kimse “o insan benim” diye düşünecek durumda değildir. “KİTLE
BÜTÜN
TOPLUMSAL
ENERJİYİ YUTTUĞU GİBİ, ONU YANSITMAMAKTADIR.” Sosyal medyada açığa çıkan çok yönlü enerji yıldırıcı ve pasifize edici yönüyle tehlike arz ediyor. Diğer yandan linç kültürü gelişen insan kalabalıkları üretmeye de devam etmekte. Karşıt görüşteki muhatabını alt etmek adına eline ne geçerse kullanan internet kullanıcıları müthiş bir dezenformasyona ve bıktırıcı tekrarlara düşüyor. Bu haliyle sosyal medyaya ara vermek, ara vermeyi düşünmek, hesapları bir süreliğine dondurmak vb gibi davranışlar son derece normal insan tavırlarına dönüşüyor. “Normalleşme” kaygısı taşıyan kullanıcılar bir yana, “İnternet” tıp dünyasına yeni yeni hastalıklar kazandırmaya devam ediyor. Çoğu henüz bilimsel hastalık listesine girmemiş olan bu hastalıklar bilhassa toplu
taşıma araçlarındaki insanlarda bariz semptomlar gösteriyor. Bu hastalıkların en yaygını telefonunu elinden bırakamama, telefondan uzak kalamama durumu olan Crackberry. Anlaşıldığı üzere Blackberry’den türeme olan bu bağımlılık, telefondan uzak kalınca endişe, bunaltı ve aşırı d e p r e s i f tavırlar sergileme şeklinde özetlenebilir. Photolurking, bu kelime internette tanımadığı insanların fotoğraflarına saatlerce bakma durumunu tanımlıyor. İnternette rastladığımız ve hiç tanımadığımız insanların fotoğraflarına merak duyarak bakmışızdır. Fakat yabancıların fotoğraflarına
bakma işini abartıp saatlerce b a k m a d a n duramıyorsanız siz bir Photolurking bağımlısısınız. Cheesepodding, müzik tutkusunu abartmış insanların dinleyemeyeceği kadar çok müziği sürekli indirmesi ve dinlemese bile müzik indirmeden duramaması hali. Bu bağımlılık belki de Youtube’dan sıkılma belirtisiyle başlamış ve önü alınamaz hale
gelmiştir. Hikikomori, Japonya kökenli bir bağımlılık olduğu için Japonca bir kelimeyle ifade edilen Hikikomori, birçok ailenin ocağını neredeyse s ö n d ü r m ü ş durumda. İnternet yüzünden odadan bile çıkamama halini anlatan bu kelime ayrıca yemek yeme vb gibi temel ihtiyaçları erteleyecek duruma gelmeyi de kapsıyor. Sosyal dışlanma, yaşanan başarısızlık veya ayrılık gibi etkenler söz konusu olsa da bazen nedensiz biçimde ortaya çıkan sosyal çekilme, internet dışında hiçbir şeyle ilgilenmeme durumu çok ciddi bir bağımlılık olarak tıbbın ilgi alanına girmiş durumda. Hikikomori’ye göre daha hafif bir
bağımlılık seviyesi Siberhondrik, hastalık hastası kişilerin hastalığını doktora gitmek yerine Google’a sormasını içeriyor. Google sayesinde Siberhondrik’ler baş ağrısından yola çıkarak uzun bir araştırmadan sonra kendilerini kanser olarak teşhis edebiliyorlar. Bu bağımlılıkların y a n ı n a ekleyebileceğimiz Ego Sörfü, yani arama motorlarına kendi adını yazarak sürekli kendini internette arama hali; Youtube Narsisizmi, kendini videoya çekerek sürekli Youtube’da paylaşma hali, Google Alerts’i sadece kendi adını vererek kullanmak gibi şair ve yazarlara uzak olmayan egosantrik bağımlılıklar da bulunmakta.
Son olarak “Sosyal medya (Facebook, Twitter) yakınlarınızla ilişkilerinizde kötü, fakat uzaktan ilişki kurduklarınız için iyi sonuçlar doğuracaktır” diyen New York Times ‘tan Clive Thompson’ın 5. Eylül.2008’te yayınlanan yazısını ilgilisinin dikkatine sunmak istiyorum. (Yazıyı Google’da Brave New World of Digital Intimacy başlığıyla arayabilirsiniz.)
http://www.nytimes.com/2008/09/07/magazine/07awareness-t. html?pagewanted=all&_r=0 “Sosyal medyaya katılım büyük bir öz-farkındalık yaratır” diyor Thompson. Şunu da ekleyelim: “Duygu ya da düşünce konumunu gözden geçirmek için sosyal medyaya birkaç gün mola vermek modern çağın felsefi hareketi haline gelecektir.” http://en.wikipedia.org/wiki/Social_penetration_theory (Metnin içindeki büyük harfle alıntılanan her cümle Jean Baudrillard’a aittir.)
Sami Baydar’ın Ahmet Güntan’a Emanet Ettiği Resim
10
Liman Mehmetcihat Epik Fail Manifestosu
yeter vurmayın, ironi öldü: Epik failin temelinde ironi bulunur. Fakat, eski yunandan bugüne zilyon çeşit kılığa giren ironiler arasında, semantik çerçevesi en muğlak ve bununla birlikte en politik olanı epik faildir. İroninin öldüğü savı, sanatsal bir teknik olmaktan çıkıp gündeliğe karışması üzerine kurulsa da kiçliğin kiçleştiği fraktal girdap, bize ironinin sırasıyla bir post-nesne, bir form, bir tür ve sonunda bir dil olacağını müjdelemektedir. Epik fail, yakın geleceğin yegâne iletişim aracı ve biçimi olacaktır. Epik fail, retoriğin, siyasetin, bağlamın ve tasvirin sonu demektir.
foucault’nun panoptiğine karşı screenshot kültürü: Panoptikon benzetmesi görme ve iktidar ilişkilerini açıklamada yetersiz kalıyor. Mimari analojilere dayalı teoriler bir gün çökmek zorundadır. Mimari demek, tuğla demektir. Tuğladan yapılan şey de çöker. Ya binadan ya zinadan. Bentham’ın hapishanesinde gardiyanlar görünmez fakat geçen gün Başbakan, İzmir’e bir hologram olarak nazil oldu. Semaviyatta yeni bir boyut elbette ve uzaya uydu gönderip bina doğrultan evrensel tepegözün bu arz-sema dengesinde ters giden bişeyler var. Siber-uzayda beden yitimi filan derken milyon dolar para verip gerçek uzayda ebesini görmeye gidiyor millet, ayağı kaysa sonsuza çakılıcak. Epik fail, 1 saniyede yaratılabilen tek sanat eseridir. Doğru zamanda print screen’e bastığın an, gözetlemek için görünmek zorunda olan - siber uzayın anti-mimarisi gereği- evrensel tepegözün bittiği an olabilir.
kültür/doğa ayrımında bullshit: Kültürün insan ürünü olduğu tartışmasız, insan ürünü her şeyin kültür ya da sanat olup olmadığı, işemeli sıçmalı sanatlar bağlamında tartışmalı. Epik fail, insanbiçimci sanata bir tepkidir. Ekranla kurulan empatinin sonucu, epik failde öznenin muğlak konumu, onu dramatik bir ironi haline getirmektedir. Çünkü çoğu zaman, kazanın ya da hatanın farkında olan, okuyucudur.
Bir anti-tasarım ve barbarca bir soyutlama olarak epik fail: Epik fail, görsel sanatlarla ilgili asgari bir teknik bilgi bile gerektirmez. Estetik ve politik manasıyla dandiktir, güzelliği buradan gelir (bkz: dandy). Bununla birlikte içeriği ön plana taşıyan minimalist temayüllerden de ayrılır. Görünümü geleneksel ya da modern değildir. Epik fail sadece kaza anına tanıklık eder. Vahşi hayvanlar, bulutlar ve korkunç ormanlar tarafından gözetlenen barbar atalarımızın paranoid gen mirası, epik failde soyutlama olarak ortaya çıkar. Buna karşın, uygar adam, manzara resimlerini, kafeslenmiş bir aslanı izler gibi emniyet duygusuyla izlemektedir. Epik fail, katliamların pitoreskleştiği bir dünyaya sikko-realist bir itirazdır.
Bir nesneden daha nesnel bir Ĺ&#x;ey varsa: o da epik faildir.
Mimesisten “Meme”sis’e yeniden üretim ve capslerle konuşmak, kinik aklın estetiğine karşı bir deli taklidi olarak epik fail: Hayırlısı be gülüm, şekilsiniz ya, ben gülüyor muyum, çocukları pistten alalım.
Dada ve Epik Fail: Dada metnin irrasyonelliği ve rastlantısallığıdır. Epik Fail ise yaşamın irrasyonelliği ve rastlantısallığıdır. Epik fail dadayı kapsar.
Epik şiir: Pants shitter and proud of it ya da cafer sıçtı bez getir: Epik şiir ancak epik fail olarak kabul edildiği ölçüde başarılıdır.
İnsanlığa ve hayvanlığa bir faydası dokunabilecek tek bilim, troll bilimidir.
“
ÖZCAN TÜRKMEN Büyük Sıçış mı Diyelim Tam Iska mı?
“
İletişim açısından tarihi kabaca sözlü, yazılı, görsel diye üç döneme ayırabiliyorsak bu dönemlere sırasıyla epic, failed epic ve epic fail başlıkları cuk oturacaktır. Ne demek istiyoruz, somutlaştıralım: Başlangıçta söz vardı, malum ve söz uçardı (verba volant). Uçucu sözün kalıcı olabilmesi için hikayeyi türlü abartılarla ilginç kılmak gerekiyordu. İşte epik kelimesinin kökeni, Eski Yunanca epos da efsanevi kahramanların başlarından geçen olağanüstü olayları dillendiren destan ozanının ölümsüz kılmak istediği, ahenkli, şiirli söze karşılık geliyordu. Özellikle matbaanın icadıyla birlikte, mevcut deneyim ve birikimin aktarımı misyonu iyiden iyiye yazıya havale edilince büyük ve kadim sözün, eşdeyişle epos’un yaldızı pul pul dökülmeye başladı.
epic ile fail’in yan yana gelişi yeni değildir, moderniteye özgüdür.
Aydınlanma’ya doğru, söz, kalıcı yazı (scripta manent) karşısında, iyiden iyiye hurafe ve dedikodu demek oldu. Yazının yeni gözdesi roman, tarih sahnesine burjuva sınıfıyla el ele çıktığında epiğin çoktan “failed epic”e, yani negatifine evrilmiş olduğunu görüyoruz; örneğin “modern epik” olarak tabir edilen, Milton’un Kayıp Cennet’inde. Yine de “failed epic”i asıl temsil edenin, ta Don Kişot’tan bu yana, roman olduğunu söyleyebiliriz. Tutunamayanlar’da, Ulysses’te, Godot’ta, Kafka’da, Camus’de, Karamazovlar’da okuduğumuz, bir bakıma tamamen “failed epic” değil mi? O halde epic ile fail’in yan yana gelişi yeni değildir, moderniteye özgüdür. Her şey baş döndürücü bir hızla eskiyip bildik değerler yerinden oynamaya başladığı zaman, insanlık adına yeni anlamlandırma krizlerinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Thomas Mann, insanın yeni ve şimdi karşısındaki savrulmuşluğuna odaklanan romanın esasen bir ironi sanatı olduğunu söylerken gerçekliğe dair bu modern bilinci ifade eder.
Joyce’un Ulysses’i “failed epic”le “epic fail” arasındaki kırılma noktasında durur. Postmodern sapağına varmış modernin son(uç)suz anlamlandırma uğraşını nihayet bir kahkaha efektiyle değiş tokuş etmek üzere olduğu, tarihsel bir yol ayrımında Joyce, Homeros’u modern Dublin kentinde beraberce bir gezintiye davet eder. Bu bir günlük gezintiyle yazarın yegane amacı, ozana yanıldığını göstermek ve onu biraz eğlendirmek gibi görünür. Roman, baştan sona, Marx’ın “katı olan her şey buharlaşıyor” sözünü tasdik eder, ama ironik ve olumsuz anlamıyla. İyi güzel de bu “epic fail” meselesini, varılan bu uğrağı nasıl değerlendirmeli? Hegelyan bir “mutsuz bilinç” midir, nihilizm midir, şizofreni midir, bir başarı kültü olan kapitalizmin arabesk bir öğretisi midir, en bir hakiki, öz aydınlanma mıdır, çaresizlik midir, inançsızlık mıdır, boşvermişlik midir, nedir? Neresinden bakarsak bakalım, postmodern bir fenomen olarak “epic fail”, özü itibarı ile “büyük anlatıların sonu” önermesine bağlanır. Bir oksimoron olduğu için tehlikelidir, çünkü çelişkinin dili hakikatin dili ile akrabadır. “Büyük sıçış” desek “epic fail”e mesela, “tam isabet” der gibi, “tam ıska” desek... Kendilerince çeşitli rekor denemeleri yaparken Youtube vb. mecralarda sazanlaştıklarıyla kalan bu “amatör”ler, garantili “sıçış”larını yere çakılmadan çok önce, simulacrum’la hakikat arasındaki boşluğa yuvarlanmış olmalarına borçlular. Ha onlar ha biz. Göstergelerin boşluğunda medya güdümlü birer simülasyon halinde devinip-debelenip her birimiz ayrı bir serabın üzerine atlamıyor muyuz? Hayalet her seferinde elden kaçıyor, biz sadece lanetlenmişliğimizle kalıyoruz.
NAZLI HAMURCUOĞLU Olduğu Kader
Platon’un sanattan anlamayan öküzün teki olduğunu düşünenler yok değil; çünkü kendisi sanatçılarla o biçim dalga geçer. Ne der peki? Platon’a göre sanatçı taklitçidir. İsterse en kral sanatı yapsın, yaptığı şey hakikat değildir. Hakikat; Platon’un defterinde “idea” olarak yazılır ve bu işin başı Tanrı’dır. İdealardan sonra görünen nesneler, yani yaşadığımız ve algıladığımız dünya gelir. Yani biz insanlar baştan kaybetmişiz, adam kaç yıl önce söylemiş “hiçbir şey göründüğü gibi değil” diye. İşte bu nesneler ideaların, yani hakikatin yansıması, bir nevi gölgesidir. Gelelim sanatçıya. Sanatçı bu nesneleri taklit ederek gölgenin gölgesini yapar. Ve Platon’a göre ne gerek vardır, hatta bu durum tam bir saçmalıktır. Platon müzik dışında-ki o da biraz zorlamaözellikle görsel sanatları küçümser de küçümser. Sıkıntı burada başlıyor. “Gerçek” dediğimiz şey ne zaman mükemmel oldu ki? (Bknz. Metallica- Sad but True, adamlar yıllardır bas bas bağırıyorlar “gerçeği”.) “Hakikat” denen şey madem Tanrı’nın işi, biz de kendi işimize bakalım. Ve ama şunu unutmadan: İşler hiçbir zaman yolunda gitmez adamım (çünkü söyle sen hiç mutlu oldun mu?) * * İster hiperrealist heykel yap, ister soyut sanat de, ister “yaşama sanatı” diye çok satanlar listesine gir, kaytaramazsın. İş yine Platon’un dediğine geliyor: Algıladığımız kadar saçmalayabiliriz. Ama illa saçmalarız. Çünkü çok saçma. Baksana ne yapsak olmuyor.
Olmayınca olmuyor. Aşk bu mu, epic fail bu mu? Özdemir Asaf, “Ne derseniz deyin/ Heykellerin saçı yoktur” demiş mesela. İstersen çık meydana, “üç boyutluyum, hem saçım da var, o zaman ben heykelim” diye bağır. Olur mu? Olmaz. Ama olur da bir yandan. Olduğu kadar işte. Çok sefiliz ve bunu kabul etmek zorundayız. Bence epic fail bu ve bu durumu savunmak da ayrıca saçma. Epic faili savunan bir sanat nasıl mesela? Olan biten her şey epic fail ki zaten, neyi savunuyorsun? En fazla kabul edersin. Etmezsen daha büyük göt; daha iyi bir epic fail örneği olursun. Bana kalırsa doğduğumuz güne lanet olsun ama bana kalmıyor işte. Yeterince “iyi” ya da yeterince “güzel” ya da yeterince “doğru” ya da yeterince “işte bu!” değilse işte o epic fail’dir çünkü bir yandan da umutlu bir şey biliyor musun, her an her şey olabilir. Ayrıca döngüyü görmek lazım, olmayanla yetinmemek ve “yeterince” olamamak... Kısacası birisi bana görsel sanatlar ve epic fail hakkında “lütfen bir şeyler yap” dese, “git aynaya bak, anan baban benden önce davranmış” derim. İdea(l) olmayan yerde iddiayla hayatta ve sanatta kalmaktan başka bir şey değil çünkü epic fail. Not. Bu yazıda görsel falan kullanıp Platon’un canını daha fazla sıkmak istemiyorum.
MEHMET MÜMTAZ TUZCU Kurusıkı Namenin Tannandır Tamburası
Sevgili Ercü, ‘yolun yarısını doldurmak üzereyim, galiba çok geciktim, sizin deyişinizle: durum vahim,içler acısı! Gerçekten o halde miyim? ‘ demişsin şaka yollu. Öğütsevmezlerin Öğüt Taleplerine Yanıt başlıklı tozlanmış bir yazımı hatırlatıyorsun bu arada. Çok az yazıyorum, biliyorsun. Tersinelemenin belleğinde yer ettiğini fark edince dönüp okudum hepsini. Acemi desek, ortalıkta usta varmış gibi olacak. Lafı bur’dan alanlar, alınırlar mutlaka. Genç sözünü doğum tarihiyle ilişkili okuyanları yatıştırmak daha kolay oluyor. Birikimi iki yaprak çolpa çocuklar, yazın tarihine not düşüyor olmayı da umarak, hakem heyetlerine yerleşiyorlar. Şiltleri, beratları paçasına bağlayıp, çıngarcı güvercine koordinat göstermeyi
ödev sayıyorlar sanki. Böyle bir garipliği, ne siz bekliyordunuz herhalde ne de biz. Yutulmuş zokaların şakasını yaparak teselli bulacağız galiba bundan böyle. Yazık ki uyarılar, gereksizlikleriyle geriye düşmüyorlar. Döndön kuyruk tilkiyi sipsivri kafesliyor. Ezeli dubaralar, yeni programlarda tastamam eski yerinde. Dişliler muhabbetle kucaklaşıyor. Yağdanlık vıcırvıcık; kuruma yok çarklarda. Bilirsin, neşem, takılganlığım, burcumla uyumludur, aile içidir yani. Öznur, benim yeğenim; çiziktirir durur çocukluğundan beri. ‘ Dev yapıtın hazır mı ? Göster taslaklarını! dediysem, gülmek içindir. Neşem, sokağa da çıkıveriyor bazan ; Latifeci Latif Bey olmadığımdan, çok fazla ciddiye alan oluyor. Tanıtmalık gibi, broşür, tarife türünden eşantiyonlar var kitaplığımda; sende de vardır. ‘Denemeler’ , ‘ öyküler’, ‘şiirler’ yazıyor üstünde. Yarım tutam, bir çiltim. Kaşığı doldur-muyor; gurme işi de değil. Bunların yele yüpüre hazırlanışını, telaş telaş basılıp yayınlanışını düşün. ‘ Gecikmeyin, patlatın betiklerinizi!’ demişsem o yüzdendir. Biriktirir, demlendirir, olgunlaştırırsanız, ayda alemde bir, zar zor geçer adınız. Oysa ses yükselticilere isim bağırtmak, her satırın ilk harfidir yomsuz tünelde.
Genç değil misin, sana da söylerim elbet! Sık sık söz al, açık otur, aklına geleni söyle. Oturum aç, oturum yönet. Hiç sevmediğin şiircilerin hiç sevmediğin şiirlerini seslendir. ‘Çok keyifli’ sohbetler yap. Tanas yazıp vampir aynasında sanat diye okuyanlar oluyor; peşlerini bırakma; aidiyetin, mensubiyetin vurgulansın. Karıncayız, arıyız, tecim kolonisiyiz; bir güzel aileyiz; yeller savursa bile biz ayrılamayız’ havasında götür işi. Aile dümeni tutarsa, çamura bas çalıya as yapma imkanı doğar : pişirmeden şişirir, terlemeden satarsın. Öğle paydosundan önce künyeyi sicile yazdırdın mı, işin iştir şairim. Fırka mensuplarının adını an durmadan. Her şiirin, her öykün bir duayene ithaf edilmiş olsun. Karlı İnkar Tanas Fuarı’nda, Kadirşinas Tiyatro ne müşteri topluyor bak gör de şaşmadım de. Yaşamın düzgünse, düz geçerler üstünden; duygu, üslup duraklarına uğramadan. Minör bir taşeron kadar cirmin olur ya olmaz. Genç heveslileri dürtüver: boy’na bölüm değiştirip, çaka çaka gitsinler. Kavga çıkarıp kovulsunlar. Yazar listelerinde kapladıkları yeri görünce kanat takarlar sevinçten. Ehliyetsiz sözlükçüler, yazarın yazdıklarını sökemeyince, yolundaki kasisleri sayıp dökerek haşiv çekiyorlar zira.
Görünmez eller, yollarda ruhsat dağıtıp, geleni geçeni yetkili kılmış galiba, biz evde çalışırken. Yazın tarihçiliğinde, eşmeden eleştirmede, ellere eştirmede, bülbül feste lüpçüm usta hünerlerinde birbirini azdıran öyle gümbürtüler var ki, kulağını katla yat duymuşsundur mutlaka. Yaşadıklarımdan sonra ‘aferin! ‘diyecek halim yok; ‘otur oturduğun yerde!’ derim olsa olsa. Bir yıldızdan beş yıldıza tek taklada geçenlere, bunun haksızlık olduğunu söylemeye kalkma sakın. Perendeci oymağının kindarlığı keskindir. Ayrıca , muhabbeti eksik etmediyseniz, gaspedilmiş koltuktan torpil de geçerler belki sizlere. Ölçeksiz haritalar böyle çiziliyor işte! Habbelendi filan derken bak nasıl fokurdayıp hopluyor kara kazan. Bir an önce gir kuyruğa, yapıver kaynağını. ‘Zaman zaman kısa notlar iletebilirim belki…’ dediğimi yazmışsın. O sözü de tutmuş oluyorum bu şekilde. Yeni çalışmalarınızı nasıl görebiliriz, diyorsun. Desenler, karikatürümsü bir şeyler veriyorum bazı dergilere. Sinema notlarını değişik adlarla yayınlıyorum. İlgililer bu dergileri rahatça bulabiliyorlar mı,
dergi sahipleri okura ulaşmak için neler yapıyorlar, neler yapılmalı… oraları ben pek bilemiyorum. Şiirde ilk yıllara dönmek ilginç ve zevkli olabilir ama bunu bellekten yürütmeyelim bence ; kayıtlara bakalım. Başlangıç çizgisi çekilecekse, ’71 yayın için doğru bir tarih sayılabilir. Evet! Kağıt üzerinde tutundurabildiklerimin bir kısmını sergilemeye başladım; sonra da alıştım buna. Teşhircilerin ne kadar utangaç, utangaçların ne kadar teşhirci olabildiklerine ne kadar hayret etsek az gelir. Eksilerine karşın, sergilemenin azımsanmayacak katkıları oluyor üretkenliğe. Hem zaten asabi bir tik haline geliyor o da ne yazık ki, tıpkı yazmak gibi. Şükür, kötü alışkanlıklarım bunlarla sınırlı bu alanda. Malum felaketleri saymazsak, yaşlılık, minik minik yararları da olabilen bir süreç; nankör olmamak lazım. Şiirimi değiştirdim mi? Şüphesiz! Değiştiğini farkettim daha doğrusu. Koşup giden kalem, eli sürüklerken, fırlak alnın sivriliklerine itaati aksatmayabiliyor.
Şiirinin yayınlandığı dergiyi alınca, orada şiirini görmekten korku duyman; şiirlerdeki bitmemişliği sıkıntıyla fark etmen; panayırda kolay kolay vezir olamayacağının işaretleri bence. Görüyorsun, birine gerçek bir saygıyla ağabey deyiverdin mi, o ağabey, boy’na diskur geçen bir lalaya dönüşüyor, mentor kesiliveriyor insanın başına. Tekrar, tekrar…ve tekrar okuma isteği uyandıran şiirlerine devam et bence. Ölçüsüz, ölçeksiz haritalara aldırma!
Dileyelim, yılık imbat baht taşısın sizlere şu pasaklı körfezden.
Osman Özbahçe ile söyleşi: ŞİİRİMİZ DEĞİŞİM SÜREÇLERİNİ KAYBETTİ Konuşan: Hayriye Ünal Osman, peş peşe bazı cümleler sormak istiyorum. “Modern şiir modernizme karşı çıkan şiirdir” diyorsun. Şiirin asli ödevlerinden biri, içinde olduğu zamanın verilerini reddetmek diyebilir miyiz? İkinci olarak, “Türkiye’de edebiyat, gücünü, modernleştikçe kaybeden bir edebiyattır” diyorsun. “Kopuş ve Devam Fikri” başlıklı yazının ilk cümlesi bu. Yine bu konuya devam edeceğim. “Modern şiir, karşı çıktığı dünyadan bir” kopuş öngörmemektedir. Yeni bir dünya fikri geliştirmemektedir.” Analiz’in ilk yazısında geçiyor bu cümle de. Bu üç cümleyi bağdaştıramıyorum fazla. Modern sıfatıyla modernizmi hem ayrıştırıyor, hem de yer yer aynı kabul ediyorsun, etkileşimin yönünü çok iyi algılayamadım. Ne dersin?
Cümle cümle gidelim: Bence şiir içinde bulunduğun zamanın verileriyle yazılabilir ancak. Şiirin içinde bulunduğu zamanı, verilerini reddetmek değil de eleştirmek, aslında görev kelimesi bile doğru değil. Modern şiir doğrudan eleştiridir. Böyle doğmuştur ve yapısı budur. Sanayileşme ve insanların fabrikalara ve şehirlere yığılmasıyla ortaya çıkan yeni hayatın, büyük şehir hayatının eleştirisidir. Aynı zamanda bu eleştiri, modern sanat ve edebiyatla birlikte, eleştirilen hususun hayata yerleşmesini de sağlamıştır. Bizim modern şiirle en önemli kontağımız bence bu şiirdeki modernizm eleştirisidir. Ayrıca esas mesele: Modern şiir modernizm içinde karşıt düşüncedir. Şiirin karşıt düşünce olmaktan çıkması şiirin de, modernizmin de kaybınadır. Şiirdeki karşıt düşünce özelliği hem şiiri, hem modernizmi üreten temel dinamiktir. Klâsik dönemde şiir kültür ve medeniyetin sonucu olarak hazır kalıpları üretiyor. Onları çoğaltıyor. Karşıt düşünce geliştirmiyor. Paralel yapı, kültür ve medeniyet söz konusu olduğunda.
Modern dönemdeyse şiir haklı bulmadığı bir yapıyı yıkmaya dönük bir eleştiri getiriyor. Bizi çeken bu. Sorunuzun ikinci basamağında dönüp geriye bakmak lâzım. Türkiye’de modern şiir yüksek sınıfın lüksü olarak doğmuştur. Batı’da gerçeğe saldırı, Türkiye’deyse lüks olarak yaşanan şiir? Soru bu. Şiirin gerçeğe, yani hayata ve insana bir saldırı yöneltmesi, yani sahicileşmesi, kopuştan, yani İkinci Yeniden sonradır. Bu ayrı bir tartışma konusu. Sorduğunuz cümleyi ben demokrasi paralelliğiyle kurdum: Türkiye demokratikleştikçe şiir devre dışı kalmıştır. Geçmişe gittikçe şairin önemi artıyor, bugüne geldikçe önemi azalıyor. Ben 1850’den 1950’ye şiirimizin 100 yıllık yenileşme çabalarının sonucu olarak görüyorum İkinci Yeniyi. Yani kopuşu. İkinci Yeni 100 yıllık sonuçtur. Türk şiirinde “bütünüyle” modern şiirin başlangıcıdır. Fakat olay tek başına kopuş değil. Şiirde kopuş ve devam iç içe tek fikirdir bence, yani paralel süreçler bile değil. Şiirde sistemi işleten, birbirini döndüren dişlilerin içinde eski de vardır, yeni de. Şiir tek dişli
“
modern şiir, roman, hikâye, sinema, resim... yani sanat, hepsi modern hayatın en rafine biçimleridir. O zaman bu hayata yöneltilen eleştiri nedir?
“
bir mekanizma değildir. İkinci Yeni öncesi Necip Fazıl’a kadar modernleşme bağlamında kopuşlar var; fakat İkinci Yeni tarzında kökten kopuş ilk defa Necip Fazıl’la yaşanmıştır. Necip Fazıl, kuşağı ve dönemi içinde tek adamdır. Necip Fazıl’da mesele yenidir, İkinci Yenide mesele de, şiir de yenidir. İkinci Yeni, Demokrat Parti iktidarında doğmuştur. Yani tek parti rejimini düşündüğümüzde serbest ortamda. 1950’lerden bugüne değin de şiirimizde tayin edici unsurdur. Günümüze değin mesele bir teknik olarak şiirin iç meselesidir. Yani bugün şiir nasıl yazılmalıdır meselesi. Diğer taraftan, 1950 öncesi şairin her hareketi olaydır. Mehmet Âkif, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl ayrıca siyasi olaydır. Yani Hâşim demeç veriyorsa bu bir gazetenin birinci sayfasından girer. Şiir kitabı o zaman da az satıyordur. Ama şair tek başına bir güçtür. Güçten ne zaman düşüyor? Türkiye modernleştikçe, demokratikleştikçe. Bu durum demokrasi kelimesi kadar, modernleşme kelimesiyle de, kapitalizm kelimesiyle de okunabilir. 1950 sonrası şiire duyulan ilgi sahtedir.
Sahte demeyelim de sınırlıdır. Özü itibariyle bugünkü ilgi kadardır. 1960’lı ve 1970’li yıllardaysa ideolojik kampların argümanıdır şiir de, şair de. Bu süreçte şiir de, şair de saygındır, meşhurdur; ama kampın unsuru olarak. 80 darbesi siyaseti ortadan kaldırdığında yapay ilgi de ortadan kalktı. Gerçek durum ortaya çıktı. Gerçek durum nedir? Şiir dergileri, şiir kitapları satmıyor. İstanbul piyasasında şiir kitaplarının baskısı 250’ye düşmüş. Peki mesele bu mu? Yani satış mı? Evet. Çünkü bugün başka bir mesele kalmadı.
Hatırlatmak için söyleyeyim: “Modern şiir, karşı çıktığı dünyadan bir kopuş öngörmemektedir. Yeni bir dünya fikri geliştirmemektedir” cümlesi. Şiir bizatihi sistem değildir. Ahlâki, ideolojik ilkeleri, bizatihi bir özü yoktur. Şair olarak benim ilkelerim vardır ve bunlar yazdığım şiire girer. Modern şiirin karşı çıktığı bir dünya var ve şiir bu dünyaya karşı bir sistem kurmamıştır demek istemiyorum. Ben, modern şiir, eleştirisinde
içten değil demek istiyorum. Sistemle arasında danışıklı dövüş var diyorum. Klâsik şiir nasıl kültürün hazır kalıpları içinde deviniyorsa bugün modern şiir de o pozisyondadır. Ayrıca modern şiir, roman, hikâye, sinema, resim... yani sanat, hepsi modern hayatın en rafine biçimleridir. O zaman bu hayata yöneltilen eleştiri nedir? Modern şiir modernizmle gelen hayatın damarlarında akarak yaşayabiliyor ancak. Karşı çıktığı hayat onu var kılıyor. Bunun dışına çıktığında yok. Meselâ, sanat için sanat demek, sanatın sanat dışı kullanımına karşı çıkmaktır. Meselâ sanatın satışına karşı çıkmaktır. Para düzenine girmeyen tek sanat şiir. Ama bunun sebebi insanların şiire ayıracak vaktinin olmaması? Şiirden gelen bir güçle bu böyle olmalı. Oysa mesele basit bir zorunluluk.
Peki, tekrar en başa dönersek, bu üç cümleyi nasıl bağdaştırıyorsun? Ben modernizm kelimesini bazen bir sistem, bazen çağdaş durumun ideolojisi, bazen kapitalizmin ideolojisi, bazen
çağdaş durum, bazen günümüz, bazen şiirde yenilik anlamında kullanıyorum. Bence modern böyle bir kelime. Sabit değil, değişken. Modern kelimesini ancak böyle tutabiliyorum. Şiir modern bir sanattır. Her çağda.
Yine, “modern şiirin modernizmi üreten en temel argümanlardan birisi” olduğunu söylüyorsun. Modern şiirin modernizmi nasıl ürettiğini sormak istiyorum. Bu düşünceye nasıl ve nerden vardığını merak ediyorum. Buradaki üreten çoğaltan demek. Güncelleyip aktüel hâle getiren demek. Belirli kalıpları tekrar önümüze getirmekten bıkmayan demek. Ben yabancı kelimesini hep sevmişimdir. Yabancı yerleşememiş, oraya uymayan demektir. Hayat ve insanlar karşısında kendimi böyle görüyorum. Bir ideoloji olarak modernizm, yarattığı büyük şehirle, bunu doğuran kapitalizmle insanı hayattan kopardı; sanayinin, üretimin, tüketimin bir unsuruna indirgedi. Yabancılaştırdı. Makineye dönüştürdü. Keşke şiir bu sistemin hiçbir şekilde nüfuz edemeyeceği bir yapı
üretebilseydi. Modern veya kapitalist egemen ideolojiye nazaran şiir yabancı kalabilseydi. Oysa şiir egemen yapının bünyesinde asalak hayatına fit. Eleştiri gücünü bırakıyor. Bu, şiiri, eski şiirin sorunlarının ve sonuçlarının içine atmaktır. Bence modernizm şiiri kişisel deneyimine dönüştürdü. Bunun için modern şiir modernizmi üreten bir argümana dönüştü. En başta modern şiir, modernizm dediğimiz hususun bir ürünü olarak doğdu. Bu aşamada artık şiir, modern şiir değildir. Eski şiir, modern şiirle eski şiir olmuştur. Bugün modern şiir hayat ve insan bağlamında yeni hayata eleştiri getirdikçe modernizm reklâmları çeşitlendiriyor. İnsana yeni yaşantı alanları açıyor. Yaşam Merkezleri açıyor. Yani yaşam merkezi süper isim. Tam bunlara göre... Benim kafamda şiirde modern tavır değişimden yana olmaktır. Dinamik yapıdır. Bunun şartı da eleştiridir. Eleştiri derken şiirin getirdiği eleştiriyi kastediyorum. Değişim eleştiriye borçludur. Bugün Türk şiirinin en temel sorunu dinamik değişim süreçlerini kaybetmesidir.
Dinamik işleyiştir.
değişim
kesintisiz
Birçok yazında Türk şiirini belli şairlerden hareketle yorumluyorsun ve bunun neredeyse bir zorunluluk olduğunu da yazıyorsun. Gençler hakkındaki yazılarını saymadan konuşalım, şair seçimlerin toplumsal kabul görmüş şairler. Böyle seçimler şiirin kıyıda kalmış şairlerini iyice kıyıda bırakmaya da yöneliyor. Bu çabanda bir iktidar kurma biçimi, bir dayatma olduğu rahatça iddia edilebilir. Kendini nasıl savunursun? Türk şiiri akımlarla değil, şairlerle ilerleyen bir şiirdir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Bence Türk şiirinde hakkı yenmiş, dolayısıyla kıyıda kalmış bir şair yok. Asıl olarak tanınmış, meşhur şairlerin hakkının yenildiğini düşünüyorum ben. Yoksa bu şairlerimiz hakkında meseleyi aslıyla ortaya koyan bir ton kitabımız olurdu. Örneğin Nâmık Kemal vatan meselesine, Tevfik Fikret Batıcılık meselesine, Âkif İslâmcılık meselesine, Nâzım Hikmet solculuğa, Necip Fazıl hece şiirine, Orhan Veli garip
kelimesine âdeta hapsedilmiştir. Klişe budur. Bense ele aldığım her şairde klişeyi kırarım. İspatı Modern Şiirin Kökleri’dir. Orda Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Turgut Uyar, İsmet Özel var. Hepsi tanınmış şair. Ama haklarındaki yazılarım pek tanınmış değildir.
Dergicilik, yayıncılık, şairlik, eleştirmenlik, hepsiyle ilgilisin. Bu nedenle konuşacak çok şey var. Dergicilik yönüne dair bir sorum var. TYB yıllığı için dergileri incelerken çok dergi açılıp kapandığını bir kere daha fark ettim. Sen de bilfiil dergicilik yapıyorsun. Dergicilikte en çok zorlayan neydi seni? Ve elbette ulvi amaçlarını kastetmeden, pratik olarak istediğin verimi aldığını söyleyebilir misin? Dergi dışı işler. Yani dergiyle alâkası olmayan işler. Beni en çok zorlayan husus hep bu olmuştur. Özellikle 2003-2013, 10 yıldır fiilî olarak dergi işlerinin içindeyim. Hiçbir zaman al kardeşim bu şiirim, bu yazım yapamadım. Bir dergi çıkarmanın havasını atmaya fırsatım olmadı. Baştan sona bir derginin her aşamasında olmak, postalamak dahil, beni yordu. Artık ilgilenmiyorum yapmak istiyorum. 40 yaşını çoktan geçtim. Eve defalarca söz verdim bu işleri bırakacağım diye, hiçbirini de tutamadım. İçinde bulunduğum her iki dergi de, hem Kökler, hem Karagöz sürekli saldırı altında, ucuz iş isteyen piyasa saldırısı altında yayın yaptı.
90 kuşağı olarak geçiyor içinde olduğumuz kuşak. Olanın çok üzerinde bir potansiyele sahipti, anımsarsın. Birbirimizi övmedik önceki kuşaklar gibi. Öncekiler ve sonrakiler birbirlerini yüzeyde tutmak için çok çaba sarf ettiler, ediyorlar. İtiraf etmeliyim, ben şair dayanışmasını gençlerde daha çok görüyorum bugün. Bu minvalde kuşağın için yaktığın bir ağıt var mı? Yok. Açıkçası kuşağımı, kuşağımla övünebilecek kadar sevmiyorum. Hakkında üzüntü de, sevinç de duymuyorum. Şiir, yani metin açısından kadri bilinmeyen arkadaşlar var ve yazdıkları
şiirin önemi zamanla daha iyi anlaşılacak; ama bu bile bana aidiyet duyabileceğim bir kuşak fikri vermiyor. Ben kuşak fikrine de, arkadaş fikrine de ilk başlarda emek vermeye çalıştım. Hatta günümüz şiirinin içinde bulunduğu güçsüzlüğü ancak birlikte hareket ederek aşabileceğini ileri sürdüm. Olmadı. Çünkü Türk şiiri tek kişilik bir şiirdir. Şiirde birlikte aşılabilecek her husus tek başına da aşılabilir. Karagöz’de “90 Kuşağı” diyerek özel sayı yapmamıza rağmen bu isimlendirme, daha doğrusu nasıl anılacağımızla pek ilgilenmedim. Edebiyat ortamları, klikler hakkında olumsuz düşündüğünü biliyorum. Dönen dolapların farkındasın ve buna rağmen tuhaf biçimde müsterihsin. Oysa algı da önemli. Özellikle sosyal medyada hesaplar açılıyor, bir kısmı o kişinin bilgisinde, bir kısmı değil. Bir yazarın kamusal yüzünü, adının etrafında oluşan şüpheleri kontrol etmesi neredeyse imkânsız. Bu minvalde sosyal medya hakkında fikirlerini öğrenmek istiyorum. Uzak durmanın nedeni nedir? Edebiyatçılarımızın buna atfettiği aşırı değer konusunda ne düşünüyorsun? Aşırı değerin sebebi iktidardır. Ama millet yanlış anlıyor. Örneğin bizim kuşak iktidar kurmayı çok istediği için iktidar kuramadı. Ayrıca bizim kuşak bir meseleyi atladı. Yanlış anlayarak, yanlış yaparak atladı. Şair siyasi parti, kurumsal kimlik değildir. Herkes iktidar kurmak için şiir yerine siyaset üretti. Yaptıkları siyasete dedikodu, entrika da denilebilir. Şiirde iktidar şiirle kurulur. Bu benim en kesin kuralım. Hayriye Hanım, ben kuşağımı tanıyorum. Kâmilen tanıyorum. Yani hem insan ve ilişkiler, hem de metin olarak tanıyorum. Kendimi de tanıyorum. Buna güvendiğim için müsterihim. Şiirimizin bir meselesi olarak genel yapıyı esas aldığımızda da bugün şair de, eleştirmen de boş bir alanda geçerliliğini ispatlamaya çalışıyor. Bunun yöntemi de daha çok görünmek. İnternet imkânları görünmeye dönük kullanılıyor. Görününce de şair olduk zannediyorlar. Yazarsan şairsin, yazamazsan değil.
Yazamadıkça görünmek tutkusu şiddetleniyor. Her dakka alo ben burdayım beni de görün. Görün görün nereye kadar kardeşim. Bunların hepsi hikâye. Hem de ne biçim hikâye. İşin şahsi kısmı, yani internet âleminde benimle ilgili mevsimlik kampanyalar için söyleyecek sözüm yok. Öcüyüm ben. Adamlar ne yapsın.
Kendi kuşağı hakkında en çok yazan şairlerden birisin. Doğrusu ben kuşağını iyi anladığını, doğru yerlere koyduğunu da görüyorum, izliyorum. Aynı şeyi, kendi açından söyleyebilir misin? Şiirin yeterince anlaşıldı mı, yapmaya çalıştığın şeyler konusunda doğru muhataplarla karşılaştığını düşünüyor musun? Tespitiniz, yaklaşımınız için teşekkür ederim. Eğer yapabilirsem “kuşağını doğru değerlendirmek” dediğiniz hususu daha da ilerletip keskinleştireceğim. Yapabilirsem diyorum; çünkü ben yapıp ettiğim işlere baktığımda bazen düpedüz bataklıkta yaşadığımı hissediyorum. Kıpırdadıkça batıyorum. Örneğin günlük hayatımı olabildiğince boşaltmak istiyorum. İlişkilerimi, işlerimi iyice sadeleştirmek istiyorum, tam tersi oluyor. Battıkça batıyorum. Buna dur diyemezsem mahvolacağım. Çünkü ben yazdığım şiirden ibaretim. Yazdığım yazıdan ibaretim. Günlük hayatım buraya bir saldırıya dönüştü... Kendi şiirime gelince, yazdığım şiirin yeterince ve doğru değerlendirildiğini düşünmüyorum. Kesinlikle çok kıymetli tespitler, yazılar yazıldı. Ben bu yazıların hepsine çok değer veriyorum.
Yeniye vurgu yapıyorsun sık sık, ama yeniden çok, eskiyi sevdiğine dair bir kanaatim oluşuyor düzyazılarını okuduğumda. Analiz kitabın hakkında şu an bir yazı yazan genç şair arkadaşım Ömer Avcı ile konuştuk bunu, aynı şeyi o da hissettiğini söyledi. Ömer, “yeniyle eski arasına sıkışma” olarak niteledi bunu. Ömer’in sana gönderdiği soruyu sorayım evvelâ: “İmge, ses güzelliği, farklı ses denemeleri, hatta görsel şiirden bahsederek şiirin yenilenme sürecine sürekli vurgu yaparken eskiye özlem ve eskinin o görkemli dönemlerine bir
övgü var yazılarınızda. Bana öyle geliyor ki günümüz şiirini anlatırken kendinizi ona ait hissetmiyor onu yeni olarak görmüyorsunuz. Bu ikilemin sebebi nedir?”
şairleri hayalî bir zincirle bağlıyorsun, geleneği önemsediğin her aşamada ortaya çıkıyor. “Türkiye’nin Damarları”nın ilk paragrafı bunun kanıtı: Şinasi’den İsmet Özel’e çekiyorsun hattı. “Yeninin şartı kökleri özümsemek” diyorsun. Çıkardığın dergilerden birinin adı da Kökler’di. Eleştiri kitabının adı ise Sağlam Şiir. Şimdi, ne demek istediğini anlıyorum tabi; ama Yeni olan her zaman ucubedir bir parça. Kabul edilemez olandır. Kabul edilebilirliğini ve köklerle olan bağını genelde anlayamaz geniş kitleler. Yazanın kendisinde bile yıkıcılık savlarıyla gelişir yeni. O bahsettiğin bağlantıları önvarsayarak, eklemlenme hissiyle yapılacak hiçbir iş, “yıkıcı” ve “yeni” boyutu bulamaz gibime geliyor. Bu biraz, atlayayım ama düşmeyeyim, demek gibi, tutuna tutuna düşmekten bahsetmek gibi. Ne dersin?
Kendini bugüne ait hissetmeyen şiir yazamaz. Bırakın modern şiiri, şiir bile yazamaz. Modern şiirin diğer adı bugün demektir. Bence şiir şimdinin sanatıdır. Bütün şiir hayatım boyunca buna inandım. Bugün de inancım bu. Bütünüyle şimdinin sanatıdır. Yani çağ ve dönem kelimelerini bile eski addedecek derecede şimdinin sanatıdır. Bence arkadaşların atladığı husus şu: Şiirde bütünüyle eski ve bütünüyle yeni arasında fark yoktur. İkisi de aynıdır. Bir kopuş olduğuna inandığım İkinci Yeniyi hem Sezai Karakoç, hem Ece Ayhan büyük sentez kabul etmiştir. Analiz’de şiirimizin köklerine ilişkin çok yazı, çok fikir var. Bundan dolayı böyle bir izlenim edinilmiş olabilir. Meselâ Sağlam Şiir’de de sadece günümüz şiiri var. Hiç Benim kafam kronolojiktir. eski yok. Fakat henüz ilk kitabını çıkarmış Emre Öztürk’e, henüz Sen zincirleri birbirine ilk kitabını çıkarmamış Musab bağlamayı çok önemsiyorsun, Kırca’ya, Yunus Emre Altuntaş’a
kadar kronolojiktir. Ben hem bu kronoloji içinde karşılaştırmalar yaparak anlamaya, anladığım noktalardan sıçramalar yapmaya, hem de kendi örgüsü içinde anlamaya önem veririm. Bunlardan sonra varabilirsem bir sonuca varırım. Vardığım sonuç, aynen dediğiniz husustur: Atlamak ve kesinlikle düşmemek. Ben hem atladım, hem düşmedim. Bunun için müsterihim. Düşerseniz yapamazsınız. Yapamadığınız için düşersiniz. Takdir edersiniz ki bunu yapabilmek için ayrıntılı okumalar şarttır. Sürekli tetikte durmak şarttır. Ancak sürekli tetikte duran yeni şiir yazabilir. Aynen soruda belirttiğiniz gibi, bence yeninin şartı eskiyi bilmektir. Eskinin ne olduğunu bilen ancak yenisini yapabilir.
Devrimci yenilikler yapan isimlerin geçmişi çok iyi biliyor olmaları bu konularda ortamı -ve belki de seni de- yanıltıyor olabilir mi? Gelenekle Yeniyi bağdaştırma çabasının altında bu da yok mu sence? Her zaman en yenisini yazmaya çalıştım. İnandığım şiirin doğası bu. Ben gelenekle yeniyi bağdaştırma çabası içinde değilim. Hiç olmadım. Yani bu nasıl yapılır bilmiyorum. Bildiğim, şiirin doğası kolayca değişmez. Mısra dediğiniz vakit milâttan öncesine kadar gidersiniz. Mısradan çıktığınızda da doğa değişir farklı bir alana geçersiniz. Şiirde işleyiş hızlıdır. Türk şiirinde istediğimiz kadar devrimden bahsedelim, üç defa devrim vardır. Birincisi, Abdülhak Hâmit’ten başlatılarak 1910’lu yıllara kadar gelen değişik ve gerçekten yeni şiir; ikinci Necip Fazıl; üçüncüsü İkinci Yeni. Hepsi bu. Ben yazdığım şiirde birbirini yıkarak, ortadan kaldırarak giden bir şiir, bir işleyiş kurmak istemişimdir hep. Şiirde birbirini yıkan düşünceler dahil, düz, doğrusal bir ilerleme söz konusu değildir. Birbirini çalıştıran birçok dişli aynı anda işler ve büyük bir dünya kurar. Ben bu dünyanın canına ot tıkamak için yanıp tutuşurum. Düzgün işleyişi bozabilmek için elimden geleni ardıma koymam. Ama bu da o büyük işleyişin içindedir. Hayatta devrim varsa şiirde de vardır. Yoksa yoktur. Çünkü bence şiir bütünüyle hayatın içinde geçer. Yoksa uzay şiirleri yazmak icap ederdi. Hayır abi.
Türkiye Kitabı’nda tümüyle bir erkek konuşuyor. Maskulen bir ses hâkim şiire. Savaşçı bir erkek hem de. “Osman geldim aslan göründüm” dediğin şiirde Osman olmak bir toplumun tümünü
imliyor. Açtım kapılarını tarihin birdir bir Çaktım dört bir tarafa Türkiye’nin Dağları denizleri Kat kat ovaları İndirin de görelim Birbirinden güzel Şehirleri Halbuki benim tanıdığım Osman Özbahçe merhametli birisi. Daha yumuşak, nazik bir dünyası var. Türk olmak, bayrak vb. ulusal sembollere de göndermelerin var. Sert bir söylem bu toplamda bakınca. Ben daha önce Karagöz dergisindeki bir dosyaya binaen Türklükle sınırlı olmak üzere buna eleştiri de getirmiştim. Hatırlarsın. Türkiye aidiyetini bunlara indirgiyor musun? Kendisini bu aidiyetle sınırlı hissetmeyenler için Türkiye tanımı ne olacak? Farklılıklarımızla bir arada olamaz mıyız, hepimizi toparlayıcı şemsiye kavramını aramızdan birisi -bu örnekte sen- önermeden olmaz mı? Bir başka deyişle, bunları şiirle ilişkilendirdiğimizde problem baş gösteriyor; şiir son derece bireysel bir yaratımken bu kadar tartışmalı, bu kadar netameli bir konuyla şair kimliği çizmek şaire / şiire aldığından fazlasını yüklemek olmuyor mu? Benim şiir algımda bireysel tecrübe önemli bir yer tutuyor. Bence modern şiirin temel özelliklerinden birisi şiirin bireysel tecrübeyi esas alması. Dolayısıyla ben Türkiye Kitabı’nda da, nasıl desem, tartışma yapmadım. İçimdekini yazdım. Meydan okudum. Sadece babama ve Türkiye’ye meydan okumadım. İşin özü Hayriye Hanım, ben Türkiye derken yerimde duramıyorum. Ülen ülen üleeen oluyorum. Lâkin bu kitabın, Türkiye Kitabı’nın, bugün yazılan “en modern” kitaplardan birisi olduğunu “modern şiiri” takibe güç yetirenler görebilecek ancak.
Karagöz var. Arkadaşların var. Çok güzel kitapların çıkmasında yayıncı olarak rol oynadın. Bazılarında birlikte çalıştığımız çok güzel dosyalar yaptı Karagöz. Eşinin desteğini biliyorum, çocuklarını çok seviyorsun. Ama bu güzel tabloyla çelişkili bir şey var, giderilemeyen bir yalnızlık. Şiirlerine baktığımda yalnız ve kocaman bir adam var. Gücünü sanki kendi içinden alıyor. Ortamda o kadar kirli oyun dönerken tek bir kere muhatap sayıp yanıtlamadın bile. Tek tek ibareler de bu tekilliğe değişik bağlamlarda işaret ediyor: Kral, Düşmanlık, Katil, Dargınlık, Arkadaşlık Bitti, Cesaret, Demir Bulgur... Bunu nasıl sürdürüyorsun, gücünün kaynağı nedir? Giderilemeyen yalnızlık konusunda haklısınız. Dışardan değil, içerden geliyor bu. Ölünce geçecek... Bendeki yalnızlık ırsi. Babadan oğla geçen bir yalnızlık. Durağan değil, işleyen, canlı bir yalnızlık. Dolayısıyla ancak ölünce geçecek türden. Burası biraz karanlık ve ancak şiirle kavranılabilecek türden bir karanlık. Modern şiirin doğasında da bir karanlık var. Varlığı hissedilen bir karanlık var. Öyle sanıyorum ki ben şiire bu yalnızlık sebebiyle geldim. Bu çağ, bu insan her zamankinden daha karanlık, daha yalnız. Bu çağda, modernizmde veya, kim neyle ilişki kurarsa kursun, ilişki kurduğu anda nesneleşiyor. Herkesi nesneleştiren bir iktidar özü var modernizmde. Ben şiiri bu öze direnebildiğim seçtim. Daha doğrusu bu özü şiirle bozabileceğime inandıkça şiir yazdım. Gücüm bu yalnızlıktan, bu karanlıktan, iktidar özüne direnmekten geliyordur belki de.
“Türkiye’nin benim için anlamı babam” diyorsun. Toprağı atanla bağdaştırmanda reddedilme / kabul edilme paradoksu rol oynuyor mu? Yine senin mısraların: “Ölüm sessizliği babam evde,” “İnsan / Babası üzerinden ülkesini yaşar”. Babanın (olumlu / olumsuz) şiddetini anneler göğüsler önce. Oğulların babayla çarpışması bu yüzden hep ertelenir. Ertelenen bir kavga mıydı bu senin için? Şiirde hesabı görmenin sebebi ne? Şiirde “Nefret koleksiyonu”, kimseye güvenmemek de var. Türkiye’ye ait misin? Babanla barıştın mı? Babanla dargın
mıydın? Şiirle ediyorsun?
neyi
telâfi / Bir anne etkisi.” Bu çok hoşuma gitti. Yine özgürlükle tanımlı bir Arzu var. Arzu Şiir bende hayati ve zihinsel kim? Somut bir kadından / bir sürecin sonucudur. Şiirin sevgiliden ziyade, bir masal sınırları içinde yazabildiğim kişisi veya senin muhayyel kadarıyla bütün hikâye orda. (ideal) muhatabın gibi. Baba İnsan hislerini ne kadar ve erkeklik daha çok iktidar saklamak isterse o kadar açığa dolaylı tanımlanabilirken, çıkarır. Şiir de böyledir. En çok, özgürlüğün bu dişilliğini en çok sakladıklarınız öne çıkar. şiirinle vurguladığını Bu kitapta iki unsur özellikle söyleyebilir miyiz? Bilinçli bir öne çıktı: Türkiye ve babam. Ve vurgu mu bu? benim algım. Ben bu algıyım. Bu düşünceyim. Benim için Türkiye bir itiraf değil. Tabudur. Babam da tabu. Demokratik ilişki değil bunlar. Yani sevmek değil, çok sevmek söz konusu benim için. Şiir zihinsel bir sürecin, zihnî hayatın devamıdır ve özü beşerîdir. Tam ifade edemedim. Yani bir şiirin özü beşerî bir özdür. Fikir, ideoloji, işte her neyse onlar bu özün etrafında belirginleşir. Fakat bir bütün olarak olay nihayetinde zihinsel bir süreçtir. Dolayısıyla Türkiye de, babam da benim için şiirimdeki beşerî özdür.
Türkiye Kitabı’nda anne de var, yaşamaya seni zorlayan bir etki olarak. Ve özgürlüğü de anneyle tanımlıyorsun. “Özgürlük üzerimde koyu
Evet, özgürlüğü anneyle tanımlıyorum; çünkü annem benim için sorumluluk demektir. En kıymetli en kıymetliyle tanımlanır. Hayatıma o yön verdi. Sorumluluklarım yön verdi. Özgürlük talebi yön verdi. Sonra baba terbiyesi almadım ben, anne terbiyesi aldım. Öyle sanıyorum ki sahip olduğum kişisel özelliklerin birçoğu annemden geçme... Fakat vurgu bilinçli değil, gayri ihtiyari. Zaten bende şiir gayri ihtiyaridir. Yani ben şiiri tırnak içinde bilinçle değil, tutkuyla yazarım. Şiir bazen ideolojik bir tercihi, kültürel bir seçimi yansıtabilir; ama böyle olmadıkça, tutkuyla yazılmadıkça yazılamaz gibi
geliyor bana. Bütünüyle orda olmak meselesi başka türlü başarılamaz. Yani şiir benim devamımdır. Bunun için ben odur, o bendir. Arzu meselesine gelince o arzu işte. İnsanın arzusu. Çünkü şiir aynı zamanda gayri şahsidir. Yani somut bir kişilik olsa bile şiirde o artık somut bir kişilik değildir. Bunun için şiir dahil, bütün sanat yapıntıdır. Fakat sanatlar içinde yapıntıyı en çok bozan sanat şiirdir.
1999’da “ben şimdi Kerbela’da açan çiçeğin / en uzak kokusuyum” diyen bir şairden Türkiye Kitabı’nda dosdoğru konuşan, lafını eğip bükmeden, uzatmadan; ama vura vura söyleyen bir şaire geliyoruz. Öte yandan ilk kitabındaki bağdaştırmalar şiirsellik açısından yabana atılmamalı kanısındayım. Ben etrafında dönen ve bütün unsurları ya kendiliğinden ya da zorla ben’e benzeyen bir dünya var Uzun Yürekli Nehir’de. Örneğin Ben’in uzuvları hayati önem taşıyor. “Kalk ve yaralarından / fışkıran Tanrı’ya tap” diyecek kadar kendi merkezinde. Düşmanlık’ta bu Ben benzeme açısından törpülenirken, büyüme, bilenme ve taşkınlık ifadeleriyle desteklenmiş. Dünyayı darp etmek isteyen bir Ben henüz bu. Kral’da ise Ben’in sınırlarına dayandığını müşahede ettim. Ben’in güçleri konusundaki yanılsamalı tablo, şunu kullanmamda sakınca yoksa, “nevrotik bir gurur”a sahip bir şiirsel özne ile karşılaştırıyor okuru: Binlerce yıl uyuyan, zamanla ve mekânla bile mukayyet olmayan bir tür “tarihsel aşırı insan”. Nitekim Türkiye Kitabı’nda da bunun bir sonucu olarak “kırıklar”, “zaaflar” teşhis ediyoruz. Daha yaralanabilir birisi artık şiirin kişisi. Klâsik okuyucu, şiirde kurmaca yazınsal türlerde olduğu gibi personalar tasarlamaz. Duyduğu her mısraı birebir şairi anlatıyor olarak algılar. Sorum şöyle: Şiirsel öznenle seni ne kadar çakışık düşünmeliyiz? Şiirde mübalağalı güce sahip, diğer fanilerden üstün tasarlanan, başta demir olmak üzere sert madenleri seven, savaşçı bu özneyi ne kadarıyla benimsiyorsun? Mahrem alana girmek istemem; ama fıtraten bir “yabancılaşma” olabilir mi bu? Dünyanın kahpeliğine karşı bir savunma mekanizması mı?
Var. Bu dediklerinizin hepsi var şiirimde. Hatta yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Eğer mekanik bir şiir yazsaydım yabancılaşmadan söz edebilirdik. Ben, şiirimde cereyan edenin fıtrat içinde cereyan ettiği kanaatindeyim. Ben böyleyim ve şiir insan sözüdür. Bunu biliyorum. Yani öyle ruhani, ilhami filân, böyle değil. İnsan sözü. Bendeki benin gücü özgürlük talebiyle açıklanabilir belki. Haksızlıktan kendini koruma, savunma değil, saldırı. Bendeki ben saldırgan. Adalet isteyen. Ama aklım ilk kitapla ilgili söylediklerinizde kaldı. Hatta bunun için teşekkür ederim. Cevdet Karal da bir defasında ilk kitabımı önemli bulduğunu söylemişti... Nevrotik meselesini de kabul ediyorum. Fakat böyle der demez elektrikler çalışmaya başlıyor: Ben aksi kanaatteyim; nevrotik olan toplum, ben değilim ve ben buradaki düzeni yenmek istiyorum. Bu ne kadar güçlüyse ben ondan daha güçlü olmak istiyorum... Diğer mesele, Sezai Karakoç, şair eninde sonunda yazdığı şiirdedir diyor. Buna katılıyorum. Ama hiçbir zaman bir şaire şiiriyle özdeşlik yöneltilemeyeceğini de düşünüyorum. Çünkü şiir bizim dışımızdadır. Yani şiir, şiir olduktan sonra orda kendini görenindir.
DERYA VURAL Katlanmak Zorunda Bırakıldığımız Yoksunluklardan Dolayı
SALİM NACAR
Düpedüz Türk Şiirinde Kelimelerin İrtifak Hakkına Sahip Bir Şair: Osman Erkan “Tentürdiyot akşam. yelesine ıslak kül figürleri çizen kömür.” (Giz Atı) Bu dize kurulumu Osman Erkan¹’ın şiir evreninde sıradan şiir okuyucusunun tam da görmek istemeyeceği bir dize kurulumudur. Okumanın aynı zamanda bir anlamlandırma uğraşı olduğu, kesik, sarkan, bütünlenmeyen kelime arazlarının arasında, Erkan’ın şiirinde tek bir ifadenin bile yine bu evrende aslında hem toplumsal hem de şahsi bir meseleye dokunduğunu belirtmem gerekecek.² Bu yönüyle Erkan’ın şiir evreni bazı yönleriyle Zarifoğlu’nun şiir evrenine benziyor. Erkan’ın bütün şiirlerine karışan ve varlık sebebini sadece kelimelerin gücünden alan duygu, birdenbire gündelik hayata tutunan bir şiir parçasına dönüşebiliyor. Zarifoğlu’nun Stad şiiri ile Anılar Defterinde Gül Yaprağı’nı düşünelim ve arasında gidip gelen sarkacı, tasarımı, hayata ve ölüme tutunup gelen iradeyi. Erkan’ın özellikle ilk kitabında (Bende Hüzün Şeker Nasıl Öyle) bu tip gerilimlere sıkça rastlamak mümkün. “Ağlama gül yasaklı çocuk ağlama” (Ceviz Kütüğü) dizesinden sonra gelen “şokkenar / ibik / an kırma / iv.” (Haz) dizeleri arasındaki dalgalanmanın Erkan’ın
şiirinin genel tabiatı olduğu söylenebilir. Kitabın adından kaynaklanan daha bir sıradanlığa yatkın havanın, kitabın ilk sayfalarından itibaren yerini, ilk kitabını 46 yaşında yayımlamış bir şairin bütün geç kalmışlığına rağmen şiir ortamındaki genel geçer bilgisinin bir hamle üstüne çıktığı gerçeğine bıraktığı açıkca görülür; gecikmiş olması kitabına seçtiği isimle daha manidar hale gelir: Beni Nereye Sakladın (1995 - Kendi Yayını). Ancak ben bu ilk kitaptan ziyade şairin Bende Hüzün Şeker Nasıl Öyle (2004 – Ceylan), Diltozu (2009 – Karahan – Karayazı/ şiir), Anlayan Anladı (2013 Şiirden) isimli kitaplarından referansla konuşmaya çalışacağım. Osman Erkan’ın şiiri h a k k ı n d a konuşmak
genel tecrübelerden ve teknik donanımdan daha başka bir hissiyat gerektiriyor. Erkan’ın şiiri tamamen alımlanmaya ait bir şiir, onu alımlayanın çevresel yeterliliğine, düşüncesini kaç parçaya ayırıp yeniden aynı kelimelerde uzlaştırabilme yeteneği üzerine kurulu bir şiir. Onun şiirini girebilmek için bir bakıma şairle ünsiyet kesbetmek gerekiyor. O yüzden şiirini hiçbir okuyucu ilgisi ve tabanına dayamadığı ve şiirin çevresindeki hiçbir ilişkiye doğrudan katılmadığı için verimsiz bir alanda şiir macerasını sürdürüyor izlenimi yaratıyor. Tabii verimsiz alan diye tabir ettiğim şey onun şiirinin yetindiği kaynaklar değil; şiirini içinde, etkileşimde sürdürdüğü alanlar, yani bir anlamda herkesin bir çeşit ilgiyi hak ettiğini düşündüğü ve bu bir şekilde hak
“
Erkan’ın şiiri, buluşları, kelimeleri sıraya dizişindeki yetkinlik ve şiirinin genel havasına yayılan bir toplumsal duyarlılıkla beraber, şiirde bir nitelik emaresi olarak anılmaya değer bir şiir.
ettiğini düşündüğü ilgiyi aslında hak etmediğini anlamasıyla şiirden değil başka dolayımlardan kendini şair kıldığı günümüz şiir ortamı. Osman Erkan hem şairliği hem şiiriyle bu ortamın doğrudan katılımcısı olmadığı için Adana gibi büyükşehirliğine rağmen aslında Türkiye’nin en büyük taşrası olan bir şehirde olduğundan yerel ve anonim bir şair izlenimi bırakıyor. Halbuki Erkan’ın şiiri, buluşları, kelimeleri sıraya dizişindeki yetkinlik ve şiirinin genel havasına yayılan bir toplumsal duyarlılıkla beraber, şiirde bir nitelik emaresi olarak anılmaya değer bir şiir. Ancak günümüzde reklamı ve klavyeyi kutsayan bir şiir ortamının şiirlerini hâlâ kurşun kalemle çizgili kağıtlara yazan bir şairi çok da pazarlanmaya müsait bulmadığı görülüyor. Bu şairin değil şiir ortamındaki sahteciliğin ve çürümenin bir uzantısıdır ve bu uzantıya eklemlenmemiş olması şüphesiz şairi, şiirin meseleleri üzerine gerçek anlamda kafa yoranlar için daha anlamlı bir konuma getiriyor. Osman Erkan’ın ilk şiirleri bildiğimiz anlamda şiirden anladığımız şeye daha benzer şiirler. Belirli bir niteliği ve yazıldıkları dönem olan 90’lar hesaba katıldığında ne lirik ne epik, hem lirik hem epik –kısa epikler!- denebilir bu şiirlere. Bu şiirler daha çok sol eğilimli ancak bunu açıktan açığa hiçbir zaman belli etmeyen ve daha çok bir kasabalı erotizminin –yani bu anlamıyla daha imgesel, dışavurumculuğunda nesneleri daha bir önemseyen ve kullanan diyelim– etkisi altında yazılmış şiirler. Çoğunluğu bir sevda meselesi’ni kısa kesmekle ilgilenen şiirler de denebilir bunlara. Zaten kitaptaki şiirlerin genel kurgusuna baktığımızda teması aşk olan şiirlerin başka temalı şiirlere göre daha kısa olduğu söylenebilir. Şairin aşk temalı şiirlerde bir toptancılığa ve bir kısa kesmişliğe girmesinin nedenini de bahsettiğim kasabalı mahcubiyetine bağlamak mümkün görünüyor. 40’lı yılların sonunda Şanlıurfa’da doğan şairin duruşunda da ne bir köylü sıradanlığı ne de bir şehirli kibirliliği görmek mümkün. Bu nedenle, Osman Erkan hem şiiriyle hem şairliğiyle bana herşeyin ortasında, herşeyin birdenbire şiire dönüştüğü ve konuşulmadığı bir dünyanın içinde yaşıyor ve sesleniyormuş gibi geliyor. Bu
dünyada, zekanın yalnızca şiire aitliğini ve hatta söylemek istediklerini sadece şiirde söyleyebileceğini bilmenin rahatlığını görmek mümkün. Kitaptaki -Bende Hüzün Şeker Nasıl Öyle- ilk şiir Kopça-I’den son şiir Kadın Terazisi’ne kadar bu içsel devinimin ve monolog parçalarının her türlüsüne rastlamak mümkün. İki şiir arasındaki tutkulu gerilimi de hesaba katmak gerekiyor burada. Çıplaklığı başlatmaktan onun kaynağını bir dengede tutmaya çalışmanın bütün telaşını iki şiirin adındaki ilişkiye bağlayabiliriz kolaylıkla. Sonlandırmak ve dengede tutmak, Erkan şiirinin bu kitapta genel eğilimi olarak düşünülmelidir. Kopça’dan başlayıp, telden, bıçaktan, mumdan, delibaltadan, ceviz kütüğünden, dudaktan, kandırılmış meydanlardan, hazdan, perdeden, pastan, balkondan, mevsimlerden, kirazdan geçerek teraziye gelen bu şiirin yol boyunca adeta yaşamak için bir envanter yoklaması yaptığı anlaşılıyor. Kitaptaki genel havadan ve Osman Erkan’ın bu ilk iki kitaptan sonraki şiir çevrimi açısından bakıldığında bu ilk
kitaptaki kelime benzerliklerine ve harflerin o an orada olmalarından kaynaklanan ritme indirgenmiş bir şiir sürekliliğinin Osman Erkan şiirinin bir başlangıç haritasını bize sunduğu söylenebilir. Bu ritmin şiirlerin genel yapısını asla bozmadıklarını da belirtmem gerekiyor ki zaten bunlar şairin sonraki şiirlerinin aksine genellikle nesne isimleri üstlenmiş ve daha kısa şiirler. Osman Erkan’ın tam olarak kendi sesini bulması ‘Diltozu’ kitabıyla olmuştur. Diltozu, şiir enflasyonun uğramadığı kitaplardan. Aceleye getirilmemiş ve yayınevi seçiciliğine ve dolayısıyla gadrine uğramamış geniş, rahat bir kitap. Bende Hüzün Şeker Nasıl Öyle’ye kıyasla artık sevda meseleleri’nin daha dipte kaldığı, siyasanın kara ayrıntılarının ve toplumsal olayların daha ön plana çıktığı görülüyor bu kitapta. Yani en genel manasıyla şairin değil ama şiirinin daha siyasallaştığı bir kitap izlenimi yaratıyor Diltozu. Adından da anlaşılacağı üzere dilin üzerinde yatan, dilin artıklarını toplayan ve esas şiirinin malzemesini de
söylenenden ziyade bu atıl durumdaki sözcüklerde bulan şiirler yer alıyor Diltozu’nda. Şairin siyaseti şiire malzeme ederken dümdüz bir içerikten yoksunluğa düşmediği de söylenebilir. Osman Erkan’ın siyasi meseleleri ele alışı bu meselelerin insan hayatına değdiği, kastettiği yerden oluyor. Misal kitabın en çarpıcı şiiri olan kesirli kıvam’da yer alan herkes herkese leitmotifi, aslında şairin baktığı yerden gördüğü yere kadar aradaki bütün toplumsal ve siyasal tarihimizi şiirin zeminine özenle iliştirdiğini hissettiriyor. Bu durum, ikinci sınıf şairler elinde kolaylıkla siyasal bir manipilasyona dönebilecekken Erkan’ın şiirinde –özellikle üçüncü kitap olan Anlayan Anladı’da- dünyanın kapılarında şiiri bekleyen bir adamın büyük duyarlılıklar karşısında sıradan gerçeklere bağlanışını daha anlamlı kılıyor. Bu kitaptaki şiirlerin daha uzun ve dolayısıyla bir şiirin kapsaması gereken şeyler bakımından daha nitelikli olduğu belirtilebilir. Şairin üçüncü kitabı Anlayan Anladı, 2013 senesi içinde Şiirden Yayıncılık’tan çıktı. Bu kitap Diltozu’nun bir
devamı niteliğinde; ancak ona kıyasla daha düzyazıya dayanan şiirler yer alıyor bu kitapta. Deneye en çok yer veren Osman Erkan kitabı da bu son kitap oldu. Anlayan Anladı bu anlamda Erkan’ın şiirsel evreninden ziyade şiirsel uğraşını ve şiirini kurarken geçirdiği başkalaşımları, özetle şiirinin atelyesini göstermesi bakımından da önemli bir kitap. Bu kitapla beraber Osman Erkan’ın hem şiir isimleri hem de şiirleri büyüyor ve uzuyor sanki. Türkiye’nin –özellikle son beş yılı daha yoğun olmak üzere- son on yıldır geçirdiği toplumsal evrimin ve iktidarın toplumsal yaşayış üzerindeki etkilerinin, kültürel ilişkilerin genel tanımı üzerinde yarattığı dezanformasyonun bir şairin zihninde nasıl işlenip ham kelimeden şiir düzlemine çıkarıldığı bu kitapta açıkca görülüyor. Bu kitabı Osman Erkan’ın şiiri dünya üzerindeki bütün kötülüklerin kaynağının, insanın kötü yazgısının iktidarlarca kontrol ediliyor olmasınının karşısında kullanılabilecek yegane dil olabileceği düşüncesini barındırması bakımından şairin esas anlatabileceği şeyi
anlatma kudretine erişeceği bir sonraki kitap için bir ara geçiş metni olarak düşünüyorum. Osman Erkan şiiri bugün için genel şiir beğenilerinin aksi yönünde gelişen bir şiir. Birçok büyük şair şiir hayatı ilerledikçe –Fazıl Hüsnü’de, Cahit Zarifoğlu’da, Turgut Uyar’da bu açıkca görülür- daha kolay ve anlaşılır metinler yazmışlardır. Osman Erkan’ın şiirini merakla beklenir kılan unsur gittiği yerin nispeten belli olmamasıdır. Şairin ileride ne yazacağından ziyade nasıl ve hangi kelimeleri bir düzene sokarak yazacağının merakıdır bu. Bu anlamda Osman Erkan şiirini ayakta ve sürekli zinde tutan da büyük oranda bu yenilik ve süreklilik duygusudur. Notlar ¹ Osman Erkan, 1 Mart 1949 Şanlıurfa doğumlu. İlkokulu ve Ticaret Lisesini Urfa’da bitirdi. 1976 senesinde Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümünden mezun oldu. Evli ve 4 çocuk babası olan şair bir kamu kuruluşundan emekli ve Adana’da yaşıyor. İlk şiiri lise yıllarında Yeni Tanin Gazetesi’nde yayımlandı. İlk şiir kitabı “BENİ NEREYE SAKLADIN”ı 1995 Kasım’ında kendisi yayımladı. İkinci kitabı “BENDE HÜZÜN ŞEKER NASIL ÖYLE”, Eylül 2004’te Ceylan Yayınlarından basıldı. Şairin üçüncü kitabı “DİLTOZU”, Mart 2009’da Karahan-Karayazı/şiir’den, son kitabı “ANLAYAN ANLADI” ise Mart 2013’de Şiirden Yayıncılık aracılığıyla yayımlandı. Yeni çalışmalarını özellikle Karayazı dergisinde sürdüren Osman Erkan’ın şiirleri ulusal ve yerel birçok dergide yayımlanmaya devam ediyor. ² Osman Erkan’la son kitabının dizgisi için çalıştığımızda, onun şiirin bütün imkanları ve kaynakları ile karşılaşma imkanı buldum ve şunu açıkca tecrübe ettim: Osman Erkan kendi şiirinin düşkünü bir şair. Kitaplarında bazen rasgele yanyana geldiği düşünülebilecek kelime dizilimleri şair için hiç de öyle rastlantsal dizilimler değil. Her kelime kendi yerinin sahibi bu şiirlerde. Neredeyse anlamsız bulunabilecek şiir birimlerinin tamamının şairin dünyasında bir karşılığı var bu karşılık çoğu zaman karşılığını toplumsal bir meselenin şairdeki izlenimine denk düşen bir karşılık. Bu nedenle Erkan’ın her bir şiirini tamamen bitmiş ve üzerinde şairinden başkasının söz hakkı olmayacak şiirler olarak düşünmek mümkün görünüyor.
RAHMAN YILDIZ Paraglaflar
1
bilgi seni belli sınırlar içinde düşünmeye mecbur bırakan bir amfidir, şiir (sel olan) ise vasfı etikten ve kıdem kültüründen ayrıştırır.
2 3 4 5
bilginin şiirde direkt aktarılması doğruluğuna yönelik bir dekonstrüksiyondur, şiir içine dahil ettiği her şeyi sınırsızlaştırır. kendi fikri yapısını insanların nihai klişelerine majezik sanan bulgur, ben yanlış bilenleri değil, yanlış anlayanları savunurum. türkiye’de aktivist kavramı ‘ötekileştiren’ olarak tanımlanır. aşırı samimi ve üzülgen tavırlarınız, sözde duyarlı ah-vahınız, sahtekarlığınız, sikimsonik politik doğrularınız, ölü seviciliğiniz..
6 7
tez yazmaktan beynim durdu, harfler birbirine giriyor, bilgi iğrenç birşehasdsaj, kim bulduysa bitskjaoıajsd, yaşasın avustur şiiriadsa velvet revolver’ın psyhcho killer şarkısını onbirdir sarıyorum, ruh halimin ne durumda olduğunu anlayabilenler ey.. deparing.
8 9 10 11 12 13 14 15
bir son cümle için 5 gece, 8 paket sigara, 10 bardak ıhlamur, 6 ayrı kitap, 4 saat günyüzü, 40 dk tıraş, 4 kez duş ve parçalanan tırnaklar. ahmet güntan saçlarında bir david lynch taşıyor.
erns jandl ile necmi zeka arasındaki fiziki benzerlik.
hak savunuculuğu ile hayvan katli aynı mertebededir..
aşırı duyarlı olmak hümanist saksosudur.
mecburi yapıbozum. algı, yazıdan öncedir. yazı insandan.
görüntünün beyne gözden daha önce ulaşması durumu.
modernite bir köylü tribidir, buradaki köylü niçin öldürmeliyiz sorusuna çünkü olan köylülerdir.
16 17 18 19 20
site büfesine gelmeyen artnews’i ne yapayım ben.
linklerarası iletişim çağı, diye bir şey varsa, caps kültürü onun dinamiğidir. seviniz.
sanat galerilerine gitmeden evvel, galerideki seçkin kürk mantolu ve smokinli insanlar için, öncesinde sexshop’a uğrayıp birkaç özel hediye alın. bu sexomaniac fuar alanından ayrılma vakti geldi, insanı birey olduğuna inandıran bu toplu intihar odası bi gün umuyorum götê giring.. adorno’nun auschwitz’den sonra şiir yazılamaz tiradına karşıt tez olarak mikhail’in tasarladığı kalaşnikof diyorum, şiirde son noktaydı.
ARAS KESER
Şiire Yeni Dostlar Lazım Bir Giriş
“Kriz” Bir Bergman Filmi Olmayabilir Yeni bir dil arayışı içinde olan ya da yeni denen şeyi sadece dil ile ilgili bir problem sayan şairler bazı tuzaklara düştüler. Yapılan dilbilimsel çalışmaların sonunda gelinen nokta “Dil yalan. Bu sözcükler anlamsız.” gibi bir şey olduğu için elimizde kalan şey yeni olandan ziyade, süslenmiş bir klişe oldu. Çünkü dilin problemli bir şey olduğu ve kelimelerin gerçekten de bazı anlamlara gelmediği zaten bilinen şeylerdi. Bana kalırsa bütün göstergebilim yahut dilbilim çalışmaları sadece bu bilinen şeyi yeniden hatırlatmış, bu durumu kuram-
sallaştırmış oldular. Şiir deneyimi ya da bilişsel deneyimin bir kriz halinde olduğu uzun zamandır söyleniyor. Bunun ne demek olduğunu ben tam olarak anlayamıyorum. Ama bu krizi genel olarak “sanatın krizi” olarak aldığımızda durum biraz daha netleşebilir. Zira yeni biçim ve standartların icadına tanık olan 20.yüzyıl sanat deneyimi bugün yeniden güncelleniyor. Bu az çok bilinen bir şey. Fakat bu güncelleme yine kriz içinde olan siyaset, tarih ya da dil üzerinden yapıldığı için ortaya yepyeni bir kriz çıkıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.
Bir Ayrılık Şiir-dilbilim ilişkisinin sonlarına yaklaşmış durumdayız. Bunu iddia edebilirim. Bütün araştırma alanları artık tanımlanmış durumda. Evet, Derrida birçok konuda haklıydı belki. Ya da Deleuze’ün “Kekeme” şiiri bize bazı şeyler ifade etmişti. Ama bunun, bu “Kekeme” düşüncenin şiiri nasıl olacaktı ya da olabilir miydi? Bu durumlar neredeyse hiç tartışılmadan şiire sokulduğu için “Deleuzeyen şiir” yazmaya çalışan ve kısa zamanda ortadan kaybolan bazı genç şiir ilgilileri de oldu. Oysa Deleuze’ün bahsettiğinin biçimsel değil de içeriğe, içkinliğe yönelik bir hamle olduğu pek konuşulmadı. Alman Sinemasının aktüel auterlerinden Christian Petzold, bir röportajında şöyle diyordu: Evet Deleuze ya da diğer filozofların üzerimde etkisi oldu. Onları okuduğumda düşünme biçimlerimin değiştiğini de söyleyebilirim. Ama dürüst olmak gerekirse, sete gelip kameranın başına geçtiğimde “Haydi Deleuzeyen bir şey yapayım” diye hiç düşünmedim. Çünkü kameranın arkasında Deleuze biter, sinema başlar. Sinemada da “Deleuzeyen” bir biçim yoktur. Deleuze etkisi çıksa çıksa içerikte, içkin bir durumda ortaya çıkar. İşte bu durumu şairler henüz anlayamadıkları için dilbilimsel ya da postyapısal arayışları şiir içi bir tartışmanın bitmeyen malzemesi haline getirdiler. Oysa düşünce bazında işleyen bir durumu biçim haline getirmenin, hele ki şiirde mümkün olamayacağı kimsenin aklına gelmedi. Düşüncedeki içkinlik yerine, düşüncede bahsedilenlına gelmedi. Düşüncedeki içkinlik yerine, düşüncede bahsedilen biçi
biçimin kelimeler üzerinden şiire yedirilmesi hamlesi kesin bir başarısızlıkla sonuçlandı. Neyse ki görsel şiir bu başarısızlığı bir nebze de olsa ortadan kaldıran yeni bir biçim olarak etkinlik kazandı ve şiirde yeni bir standart, yeni bir duygulanım oluşmasını sağladı.
Avangart Geldi Babama Dayandı Avangart sanat eski standartların yetersizliğini ve acizliğini apaçık ortaya koymuştu. Bunun üzerinden neredeyse 100 yıl aklına gelmedi. Düşüncedeki içkinlik yerine, düşüncede bahsedigeçti. Neoavangart durumda ise avangardın ortaya koyduğu len biçimin kelimeler üzerinden şiire yedirilmesi hamlesi kesin bir “Biçimsel bir işleyişle yeni standartlar ortaya koyma gerekliliği” başarısızlıkla sonuçlandı. Neyse ki görsel şiir bu başarısızlığı bir bir kez daha gerekli hale geldi. nebze de olsa ortadan kaldıran yeni bir biçim olarak etkinlik kaAvangart sanat, toplumsal direniş hareketleriyle doğrudan zandı ve şiirde yeni bir standart, yeni bir duygulanım oluşmasını temas halindeydi. Fakat bu temas içerikteki bir ortaklıktan sağladı. ziyade biçimsel bir ortaklığa işaret ediyordu. Buna “Direnme biçimlerindeki bir biçimsel ortaklık” demek mümkün. Aynı şekilde sanatlar arası bir ortak zeminin de içerikten ziyade biçimsel bir sorgulayış üzerinden kurulması da avangart düşüncenin ortaya koyduğu bir durumdu. Bugün bu düşünceyi –şiir özelinde- pratik ve anlamlı hale getirmenin yolu ise dilbilim ya da göstergebilimi b i r kenara bırakıp yeni dostlar edinmekten geçiyor. Radikal hareketler 20.yüzyılda Marksist bir motivasyondan hareket etse de avangardın kendi anarşist yapısı çoğu zaman baskın olmuştur. Bugün yapılacak, yaratılacak yeni biçimsel sorgulama reel sosyalizm düşüncesinden
ziyade, yeni yaşama ve hissetme biçimlerine yönlendiren ve yine anarşizan olandan beslenen bir sorgulama olarak değer kazanıyor. Sanat, siyaset ve tarih arasındaki ilişkiyi hiyerarşik bir konumlandırmadan uzaklaştırıp biçimsel anlamda ortak bir zemine kavuşturma mitosu gün geçtikçe realiteye dönüşüyor. Ama dediğim gibi içerikten ziyade biçimsel bir ortaklık bu. Ölçme birimi ve duygulanım biçimlerindeki krizi, dolayısıyla sanatın krizini aşmanın yolu –şiir özelinde- diğer sanat dallarıyla kurulacak olan biçimsel ortak zeminde yatıyor.
Antonioni’nin Hastaları Sanatın krizi diyorduk. Bu krizin iki yönü var. Biri insan-hayat ilişkisinde, diğeri ise sanat- hayat ilişkisinde ortaya çıkıyor. İnsan ile hayat arasındaki mesafe artıyor. Bu mesafe, bir aralıkta olduğu gibi yakınlaşmayı değil, kelimenin gerçek anlamını, yani uzaklığı temsil ediyor. Mesafenin örneğin bir şiire dönüşme noktası ise sanathayat ilişkisinin bir problemi haline geliyor. Mesafeyi kapatmanın yolu daha çok dilbilim vs. gibi alanlarda arandı. Ama yukarıda dediğimiz gibi, gelinen n o k t a d a elimizde kalan yeni bir şey yok. Görsel şiir kendini bir eleştiri hamlesi olarak konumlandırdığında, harflerin
ve kelimelerin kıskacından şiiri kurtardığında ise yeni bir aralık ilişkisi için uygun zemin oluştu. görsel şiirin Çağdaş Sanat ile flörtü bu “aralık” ilişkisi için biçilmiş kaftandı. Ama ileride bu ilişki de bir problem yaratacak gibi görünüyor. Modern sanat müzelerinde ya da neoliberal sistemin paragöz işadamlarının sadece sanattan da anladıklarını ilan etmek için kurdukları müzelerde görsel şiir sergileri de yapılacak gibi görünüyor. Ama şiir, kelimelerle yaptığımız ve bazı insanların “konvansiyonel” dediği şiirin çıkış yolu diğer sanat dallarında, özellikle de sinemada gibi görünüyor. Örneğin insan-hayat arasındaki mesafeyi hiçbir sanatçı Michelangelo Antonioni kadar net ortaya koymamıştır. Bugün şiirin de problemi olan insan ve hayat arasındaki mesafenin ne olduğunu Antonioni’nin Kızıl Çöl (Il Deserto Rosso) filminde net bir şekilde görebiliriz. Ultra kapitalizm çağında, insanın tanımını “Hastalık” olarak yapan Antonioni, bunu bir estetiğe çevirip, sanatın bir meselesi haline getirebilen ender sanatçılardan biridir. Kızıl Çöl’ün bütün dramatik yapısı, etrafında olup biten her şeye aynı şaşkınlıkla bakan ve bir türlü olan biteni anlayamayan Giuliana karakteri üzerine kurulmuştur. Giuliana, modern (“Modern” “kapitalist batılı” anlamına da gelebilir. O bulmuştur zaten bu sözcüğü.) insanın bir örneğidir. “Olan biteni anlayamayan”dan kastım ise çok basit. Giuliana, bir fabrikanın bacasından çıkan dumanı, bir kuşun neden öyle uçtuğunu ya da insanların bahsettikleri herhangi bir şeyi “anlamıyor”. Bunu da tıbbi bir hastalıktan dolayı değil -her ne kadar filmde bir kaza geçirdiğinden sık sık bahsedilse de-, yeni ve modern insanın tanımı olan (Antonioni’nin koyduğu tanım) hastalık nedeniyle anlayamıyor. Her şeye aynı mesafeden bir hasta gözüyle bakan ve bu hastalık durumu gün geçtikçe somutlaşan Giuliana’nın durumu sanat-hayat ilişkisinin problemli noktasını da ortaya koyar. Antonioni, sanayileşme nedeniyle, kendi yarattıklarına en başta kendisi yabancılaşan ve bu işin içinden çıkamayan insanı Giuliana’da somutlaştırarak bir hamlede bulunur. Bu hamleyi yaparken de biçimsel anlamda yeni bir standart, yeni bir konum
belirler. Bir anlamda insan-hayat arasındaki mesafenin nedenini sanayileşen dünyaya bağlar. Bunu da sanat-hayat arasındaki mesafeyi kapatacak kudrette, olağanüstü stilize bir sinema eseri ortaya koyarak yapar.
Alain Bey Şairin problemi diğer sanat dallarında da şiirsel bir şeyler aramasıdır. “Şair Tarkovski” “Kieslowski’nin o şiirselliği” gibi laflar ederek, sinemada da şiir görmeye çalışır. Hâlbuki şiirsel olanın şiirle bağlantılı olması gerekmez. Bir şiirsellik varsa o sanatın kendi içindeki şiirselliktir. Chantal Akerman’daki şiirsellik böyledir mesela. Yazılan, öğretilen şiirden ziyade sinemadaki şiirseli yakalamıştır Akerman. Neredeyse hiçbir olayın olmadığı filmleri Akerman’ın zaman ile kurduğu ilişkinin de bir yönüdür. Akerman’ın yavaşlığı yepyeni bir biçimdir. Çok az kesmenin olduğu, uzun plansekanslardan oluşan Chantal Akerman filmlerinin bu yavaşlığı biçimsel bir ortaklığın zeminlerinden biridir. Mesela bir Ergin Günçe ya da Ahmet Murat şiirinde de aynı sakinliği bulabiliriz. Ama tekrar ediyorum, bu içerikle ilgili değil tamamen biçimsel bir ortaklık. Görüntüdeki sakinlik, Günçe ve Murat’ın “Pastoral” diyebileceğimiz şiirlerindeki sakinliğe yakınlaşır. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yasujiro Ozu’nun ya da Wim Wenders’in yavaşlığı da bu örnekler içindedir. Ama mesela Wenders’in yavaşlığı bütünüyle “zaman” üzerinden kurulan bir ilişkiye denk düşerken (Bkz: Zamanın Akışında), Ozu’nun yavaşlığı zamanın üstünde ya da zamanın dışında, geçmeyen bir zamanla alakalıdır (Bkz. Tokyo Hikâyeleri ya da Bir Güz Öğleden Sonrası). Ozu felsefede Bergson, şiirde ise uykuları ve rüyalarıyla Zafer Ekin Karabay’a dönüşebilir. Zafer Ekin’de de hep zamanın dışında, uyku ve rüyalara sığınıp, geçen zamandan kurtulmaya yönelik hamleler vardır. Yine, Godard’ı bir Mustafa Irgat ya da Ece Ayhan’da görebiliriz. Üçünde de birbirine çok benzeyen yeni biçim arayışları, kırıp dökmeler vardır.
Bütün bu ilişkileri şiir ve sinemanın arasında bir farkın kalmadığı düzlemlerde oluşturmak en önemli durumdur. Çünkü bir yönetmenin şiir yazması ya da şairin film yapmasından bahsetmiyoruz kesinlikle. Şiirde zaten var olan sinemanın ya da sinemada zaten var olan şiirin ortak bir biçimsel zeminde buluşup sonsuzlaşmasından bahsediyorum. Bunu yakalamak biraz da bir “fark-ediş” sezgisinin gelişmesiyle mümkün olacak. Bergman’ın karamsarlığının biraz da Turgut Uyar olduğunu sezdirecek bir fark ediş bu. İşte o zaman Giuliana ile Sami Baydar şiirleri arasında bir fark olmadığını ya da Alain Leroy’un Ruhi Bey olduğunu görebileceğiz. Not: Farkında olmadan epeyi geniş bir konuya girmiş bulundum. Bu yazıyla “Yeni Dostlar”a yalnızca “Bir Giriş” yaparak belirli çizgiler çekmeye çalıştım. Hacı Şair’in önümüzdeki sayısında aynı konu üzerinden bir ya da iki yazı daha yazacağım gibi görünüyor. Kısmet.
İDRİS AKTUZ
Femzemin Geçitte Düet Cemiyet hayatının Suriçi temsilcisi B.Beral Benönde’ nin nazik müsadeleriyle haftasonu yazısından önemli bir fragmanı paylaşıyoruz ekinoks’a girerken.
Gazetelerimi açtım. Şellafenin zulüm köşesine vurdum ki…sendeledi yüreğim: Rasist sisteme intisab etmiş. Ülgerimle ülserim aynı anda kamaştı. “ Cayırtıyla ödesinler, cızırdarken caysınlar! “ Gerçekten dehşet ötesi ! Ejderhalıkla ötekileştiriyor. Gözünü çir bürümüş, ‘ sen öbürüsün! ‘ diyor. Bir tosun…bir tosuncuk…nasıl ötekileşir? Tombulun hımbılla bir tutulması çok çirkin! “Anork saldırıları durdurulmalı !” derken, yan tutuyor değildik. Geçen gün bir bulimik , genç bir anorku ezmiş, kavşakta gövdesiyle. Kahrolduk ofiste. “Asitler madenlere saldırır.” derdi Berkay.( Dicle’nin babası- sevgili eski eşim) Keşke anorklar asit, filler maden olsa. Kırkkemik komandoları eritmeden siliyor. Oysa bizim tek tasamız erimek, değil mi sevgili Nisa? Pet-Şop-Görl, Evcillerin Cilvesi, Domestik Aşklara Tasallut başlıklı makalelerimi okumuşsunuzdur. Cemiyet hayatının bayrağı olan bizler, zoolatri,zoofili ve benzeri büyük sevgilerin savunucusu olageldik her vakit. Türkuaz Türkünü Ayıtsana Külkanat başlıklı çok sevilen öykümü, bir kuşa duyduğum derin aşkla yazmıştım. Zoofobi, zenofobi’dir derdi vurguyla Köktay ( ilk eşim). Varoluşçuydu. Kalınkısa bir yolcuydu. Karış vardı ekvatora, var olmayı durdurdu. Özbilincinin emriyle pek tabii. Yoksa ben onu yıpratmış falan değilim asla. Bianka’yla, Tekir’iyle şimdi akpak cennette. Şavk içinde elbette. Kelp demeyin Help deyin, o güzelin adı Kalpi! isimli çok satan kitabımı kime adadığımı herkes bilir Suriçi’nde. Ayda Aykanat gibi, Klitrop Zardo gibi müstesna dişilerden binlercesi gerekli. Böyle büyük kadınlar yetiştirebilseydik, BÖM’lere duyulan nefret sevgiye dönüşürdü. Ne derdi sevgili Berkay: kötüdür katı olmak! Empati, sempati, tolerans! Bu üçgenin üstüne kurulmalı tüm yaşam. Bobonfil bulamazsan stektartar’la dene! İncelik her durumda iyidır kabalıktan. Sebat gerekiyor ki fos çıkmasın sisifos. Haftanın Haftaymı’nda Brodkast Nimafesto tam üç çeyrek bizler için gürledi. Takdirle karşılıyoruz. Ancak, Lezize Mengüş’ün, “ heteroseksizme ölüm!” diye haykırmasını hoş karşılamamız
elbette olanaksız. Üç kez dünya evine girmiş otantik bir erarar ve ersever olarak, kimi yazılarını Lezzies diye imzalayan, Palaskalı Pervin namıyla maruf bir hemcinsimizin, koskoca bir doktrinin trampleninden tribad kurnasına sıçramaya kalkması…hem de o irtifada… pes desem pese ayıp! Buna karşılık, Libi Siberwo’nun Ters Köşe’sindeki yazı, gülsuyu serpti göğüslerime. “Ah o doymamış yağlar, önce onlar doysunlar! “ demiş canım kardeşim, mahir bir moderatris olarak. İtidalin önemine vurgu da yapmış oluyor böylece.
Mülayim Moryakı’nın Tazıya Döndü Tarzan yazısını çok beğendim. Ne artist… ne tarizan…diye başlamış ve mülayimliğini paralayan bir yeğinlikle, kudretli bir şamar indirmiş zırvalayan zevata. Pavkırmasın Artık Şu Hayasız Partizan diyerek ona destek verdim, gandigillerin lideri olan çöp hanımı kastederek. Akıl hocaları Rahşan Kaval’la da ayrıca he-saplaşacağımı belirttim sonunda. Biz de insanlıktan çıkıp, “Arıklara ölüm!” diye bağırsak, bağırsak uzattırmaktan, semen peyda etmekten söz açarak Evet, Elvan’ım dobiç, saldırsak, kaknem kurutsak, Dicle’m de öyle! Şimdi onlar, kadavra iğnelesek…yakışmazdı yirmiler, yüz binler tombiş değil mi bizlere? diye, O’nu, Onlar’ı, yüz binleri, BEN’i, ah evet BEN’i, özellikle Ceren Elseven Bözanson’dan BEN’i, ben olan tatlı Bennu’yu, yazmış. Güzel ellerine sağlık! Koskoca BENNU BENÖNDE’yi “Bözanson’da metriz yaptığınızı dışlamak mı gerekiyor? “Bize okuyunca heyecandan kendimi öteki diyen ördeğin teki…” kaybettim” diyor. Bu ne yüce diyerek mi başlayacağım ben de ruhtur, ne derstir insanlıkta. yazılarıma? Terbiyem, etiğim Pırıl pırıl, onurlu, haktanır bir çeker eteğimden…ayrılamam kızımız. Canım benim, bi tanem! nezaketten. Altimetre’yi bir “ İdol’ümüzsünüz” diyor. Şu an bile gözden kaçırmadığımı saygıya, şu sevgiye bakar farketmişsinizdir. mısınız. Tanrım seni korusun!
Avrupa ‘daki BÖM’ler üstünde detaylı çalışmalar yapıyoruz ofiste; ne var ki bugün için ülkemizin sorunları herşeyden önde geliyor. Unlu mamuller ustası Mahir Özeki’nin anıt mezarına dev bir pasta bıraktık geçen hafta. Dönüşte gandigiller kabristanı sardılar. “Anork takımının anteni var aramızda!“ dedim. Kornerlerin kıymetli muharriri Alten Alakok, “ ben Şişko Sevim’den şüpheleniyorum.” dedi. Geçen gece de Efser Ergökmen’e sataşmış bir grup anork. Önce laf daha sonra taş atmışlar. Yazıklar olsun! Son bir sözle kapatıyorum, her şeye karşın umudunu, güzelliğini korumuş olan bu haftayı. Bu sözüme inanmakta güçlük çekeceksiniz. Ben, Bennu Benönde, canım okurlarım benim, ben, düşmanımı da sevgiyle kucaklıyorum. Evet, anorkları çok seviyorum, seviyor ve bağışlıyorum. Hepsini hem de. Kendime çekiyorum, kendime çekiyorum…defetmiyorum, affediyorum. Solfej hocam Jan Fransua Morlis’in dediği gibi, bütün sapmışları bir
anda affederek, bütünüyle affettuoso…her an yumuşacık, her an duyguyla dolu. Yeter ki eprimesin, yarılmasın bu cennet; bu bolluk, bu sefa, bu şölen …ebedi olsun, bulimlerin geleceği garantiye alınsın. Suriçi’ne yapılan kadit süvarilerin atakları silinsin. Sevda temmuzlarında kızıl ısının sıtması titretsin bedenleri. Şar şar eriyip akalım. Birbirimize akalım. Libi Siberwo’nun dediği gibi, ekşınhop ve sakşınlöple kurulacak bu sevgi. Kürdan kırmayı tavsiye etmiyorum, beni mecbur etmesinler. Börkenek köprüleri kurulsun saunalarda. Kozmik meftuniyetin parafin kurnasında, coşkuyla, esriyerek halvet olalım.
ÜMİT GÜÇLÜ
“kuru dil basamaklarını, önce kırman gerekir tehlikeyle” Uzun süredir bir şiirle ilişki kurma biçimimi belirleyen şey, şairin “verili dil” ile olan ilişkisi oluyor. Şiir söz konusu olunca söyleyebileceği şeyleri (aslında kafadan attığı şeyleri) verili dil ile söyleyip muhatabını nesne konumuna düşüren şiirden uzaklaşmaya çalışıyorum. Bu bahsettiğim verili dil ile olan söylemin en belirgin özelliklerinden biri, şiirde birinci çoğul şahsı kendisine özne olarak belirleyip buyurgan bir dil ile herhangi bir konuda ahkam kesmeye çalışmak. Haliyle seçilen zamanın da geçmiş zaman olması bu tür şiir yazanlara cazip geliyor çünkü malzeme orada. “yapmıştık, yenmiştik, dövmüştük, kırıp geçirmiştik, ah o eski günlerdeydik” gibi kullanımlardan görebileceğimiz tavır. Tarihin içine gir, kendine bir kahraman bul, atabildiğin kadar at, anything goes; ne olsa gider, her şey mübah yani. Salim Nacar’ın şiirinde, bu bahsettiğim verili dil’i sürekli bir zor durumda bırakma uğraşı görüyorum. Dilin sınırlarını geliştirmek, onu esnetmek, estetize etmek için ilk kitabı olan Aralık’taki şiirlerinde ( Karayazı Şiir Yayınları, 2010) özneleri şiirin içerisinde değiştirerek kullanması, alışıldık
ifadelerin farklı tamlamaları ile farklı çağrışım güçlerinden yararlanması -“saçlarını sonraya tarıyor”, “ellerinle baktın ve bir göğü gördün”- karşımıza bir üslup çıkardı. Nacar’ın şiirini uzun yazarak kurması ve ilk dönem İsmet Özel okumalarının Aralık’taki üslubu belirlediğini düşünüyorum. Şiirdeki ben’in sürekli bir şeylerden rahatsızlık duyması ve şairin bunu “dil basamaklarını” kırarak aşmaya çalışmasındaki sıkıntı. Kırıp kıramadığından, kırsa da yeni bir “basamak” inşa edip etmediğinden, şiirini hece şiiri ile kurup kurmamaktan (şiirinin gelişimini Turgut Uyar’ın şiirinin gelişimine benzetsem sanırım yanlış bir benzetme olmaz) kendisi de emin değil, bu yüzden hep aralık’ta. Şiirdeki antikahramanlar da bu aralık halini sürekli besliyor. “masalın ortasında masadan kalkıyorum” Bu aralığın şiiri beslediğini düşünüyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatı boyunca bir türlü kurtulamadığı aralıkta, Cemil Meriç’in şairane cümleleri ile sıkışıp kaldığı yerlerde, Kafka’nın giremediği şatolarda, yargılanamadığı mahkemelerdeyiz. Nacar, bu aralıkta bazen “ ö z n e l a l a n l a r a” bazen de “nesnel alanlara” y a k l a ş ı y o r. Ö z n e l a l a n l a r a yaklaştıkça ve hikayesi
minimalleştikçe şiirinin derinliği artarken nesnel alanlara yaklaştıkça ifadelerinin mecburen sıradanlaştığını görüyoruz. “çünkü her türk asker doğar/ çünkü her türk öldüğünde/ şahadet söz konusudur/bu yüzden” , “ya yaşasaydı yılmaz güney çıkar mıydı ibo şov’a” 2013 yılını bitirdik, ilk kitabını çıkaran Nacar’ın bu 4 yıllık süre içerisinde (2010-2014) yayımladığı şiirlerden Nacar’ın velut bir şair olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda bir ipucu. Anlaşılan, şiir, Nacar’ın zihninde patlamalarla, anlık sıçramalarla, “kelimeleri çarmıha gere gere” yazılıyor. Daha sonraki şiirlerinden de gördüğümüz, şiirlerinin çoğunda tercih ettiği, şiiri uzun yazma tercihidir. Bu uzun yazma Nacar’ın şiirde atmosfer kurmasına yardımcı oluyor ve Nacar, bu uzun yazma tercihini her seferinde tekrarlayarak “daha özgün” bir dil kurmanın peşinde. ( İsmet Özel’in Of Not Being A Jew’ini hatırlayın.) Şiirlerinde özgün bir dil oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Önüme bir
şiiri çıksa “bu Salim Nacar’ın şiiridir” diyebilirim. Yavaş yavaş konturlar kalınlaşmaya başlıyor, aralığın dışına çıkar gibiyiz. Fakat şairin şiir üzerine yoğun mesai yaptığını bildiğimiz için her seferinde kendi şiirinin rotasını farklı adreslere çevirmesini de gözlemledik, gözlemliyoruz. Yani ne yazarsa yazsın kendisi de “başka bir kapı” açılmayacağının farkında, şatoya giremeyeceğinin. Hep yeni kapı, bir sonraki kapı, aynı kapıya çıkan başka bir kapı ; “dar kapılar.” Bu şiirde “makinalara” yer yok. Daha önceden zihnimizde olan her türlü anlam kırıntılarına bir tepki, bir isyan var. Nacar, burada da bir çatışma yaşıyor. Sezai Karakoç’un erken dönem yazılarında kullandığı bir tabir vardır;“anlam tatilleri”. Şiirde anlamın göz ardı edilemeyeceğini fakat en nihayetinde anlam dışına çıkmanın da şiirsel bir karşılığı olduğunu söyler. Yani anlam daha değerli şeyler uğruna tatile çıkabilir. Nacar, son birkaç yılda yayımladığı şiirlerden sonra anlamı tatile çıkarıp çıkarmaması gerektiği
Anlaşılan, şiir, Nacar’ın zihninde patlamalarla, anlık sıçramalarla, “kelimeleri çarmıha gere gere” yazılıyor.
“
konusunda bir karar vermeli. Tersten yaklaşalım bir Fazla tatil vücutta siyah lekeler müslüman bir hristiyanın oluşturabilir, buraya dikkat. yaptığı tablolara bakınca Hz. İsa’yı mı, Hz. Peygamberi Nacar’ın şiirleri bu tür mi görüyor? Hz. İsa’yı atmosferlerde kurulurken, görüyorsa bakışı bulanıktır, şairin kendi şiiri üzerine Hz. Peygamberi görüyorsa biz söylediği “müslümanca Nacar’ın şiirlerinden Hz.İsa’yı bir şiir yazmanın peşindeyim” nasıl göreceğiz?” Şair, ”kırgın ifadesinden devam edelim. kırgın bakma yüzüme Rosa” Bu çaba Nacar’ın son dönem dediğinde aklımıza Mona Lisa şiirlerinin iliklerine kadar mı geliyor, liseli sevgilimiz mi? sızdı. Yayımlanan son dönem Sanatın en temel ilkelerinden şiirlerinden birinin adı ; birine geldik, soyutlama. “BenMüslümanEvladıyımDa, Nacar daha çok soyutlamalı. DESENKİMSİNdemezlerMİ?”, Bu yüzden yazının başında yine son dönem şiirlerinden bir belirttiğim “öznel alanlara” dize ; “iki namaz arası, yeniden yaklaşmasını daha uygun. menüye dönüyorum”. Çünkü yaklaştıkça verili olanı da parçalayacak. Bir soru ile bitirelim. Acaba Nacar bu tür vurguların Aralık’ta kalmak tehlikeli değil yerine ( müslüman, namaz ) tehlikeli olan her seferinde başka kelimeler ya da başka seçim yapmak. seçimler yapsa bizatihi kendisi ya da şiirdeki öznesi “zaten müslüman” olduğu için ortaya yine müslümanca bir söyleyiş çıkmayacak mı? “ben evladım evlat da sen kimsen desen” ya da “iki kaşına bakarım sonra menüye” deseydi biz Nacar’a sen müslümanca bir şey söylemiyorsun mu diyecektik?
ŞAKİR ÖZÜDOĞRU bir iç sıkıntısı kesiti için topografya oluşturma denemeleri v
ve korku tünellerine açılan yolları bekleyenler onlar ki bir varken bir yok oluverenlerdir sadece kendi kendilerinesarılmayı dilendiklerinde; ı. hayat; söylendiğinde insanın dilini inciten, işitildiğinde kulağı delip geçen ağır kelime.boğucu bir hava.bir döşek.gündüzün geceden, sanki onu yeterince hırpalamamış, onun canını yeterince yakmamış gibi, her zamanki utanmazlığıyla günün içine yerleştiriverdiği darbe; akşamüstü. yapayalnızlık.teknolojik aygıtlar, kayıt yüzeyleri, gösterim cihazları, ruh mengeneleri; ötekinin imitasyonları.usun
eğrildiği, o başka dünyaya açılan kapının aralandığı tek imkan olan sarhoşlukla deri değiştirmeye, karanlık kıyafetini yırtmaya çalışırken yarısı kesilmiş ve işlemi tamamlayamadanengellenmiş kıl yumakları. uyanış, aydınlanma, neden; yalan. talan edilmiş bir tuhaf odada kendi talanını yerleştireceği bir boşluk arayan, arayış sürdükçe odanın darlaşmasından fenalara savrulan. ıı. kuşatma, her zamanki kuşatma.sadece bir beden olup onu üstündeki saydam yapışkan örtü yüzünden bile kendini saramamanın acizliğindeiç’e akıtılan gümüş; ki asla bir değeri olmamıştır.bütün düşsel kentler nasıl atmosferin en yumuşak tabakasından inşa edilmişse, her gün içinde paslı metal bir yılan kılığında süründüğümüz kentlerin yapı malzemesi kaldırımlar, betonarme binalar ve çakıl yani taş, yeryüzünün en hissiz madeninden mülhemdir. bu en ağır kelime, hayat diye işaret edilen şey, insanoğlunun onu sürdürebilmek için bulduğu son çarenin, taş ve metalin birbirine çarpışmasında çıkan bayat seslerin alaşımından örülür. gecenin iniltilerine kulaklarına kapatanlara açar sadece sabah kendini, Güneş onlar için her sabah geceyle kanlı bir savaş yürüten boktan kahramanlarının hala gücü elinde bulundurduklarına dair bıraktığı işarettir. kendini içinde kıstırıldığın gökyüzündeki dev kapandan yarı çıplak dışarıya, gecenin kendine sığınak olarak kullandığı akışına atarsın. üstünde sadece evde giydiğin bir tişört, bir eşofman altı ve spor ayakkabıların vardır. şans eseri rastladığın birkaç kişiden bir tek sigara istersin. her biri takımlarının içine gömüp başlarını hızlanarak geçer gider yanından. gece, karanlığın giysisini kesebilecek
güçtedir; herkes bunu bir içgüdü olarak taşır. gecede bu yüzden kendine büzülüp yürür insan, soğukta, yağmurda, sert bir rüzgarda. bütün olduğunu sandığı bedeninin bütünlüğünün ona bir soyutlama, onun karanlığın kalın abasından dokunmuş bir kefen olduğunu hatırlatan en küçük acı kırıntısında, her korku anında, her kaygı anında her endişe anında ve taşkında. “gel,” demenin bir ehemmiyeti olmadığını, sövmenin mağlubiyet göstergesi olarak bilindiğini, “git,” demenin iç organlarının geceyle kurduğu ince bağcıklardan birini koparacağını daha önce çok defa ezber etmişsindir. kapanın seni acizliğinden kurtaracak tek sığınağın ve acizliğini sana tekrar ve tekrar hatırlatacak senin için rezerve edilmiş mezarındır. karşında gördüğün tekini kaybetmiş o küçük çocuk ayakkabısı, dışındaki soğuğun içindeki taşkınla birleşmesinin görüntüsüdür; elini ona doğru uzattığında bileğinde beliren okşanma hissi, gecenin, kutsanmanın, korunmanın ve şefkatin ürpertisi: merakın canavar biçimli maskesini kuşanarak kapanının en nadide
köşesine yerleştirdiğin yegane eser. yastık ve gümüş.
ııı. havai fişekler: gecenin gökkuşakları; bir insan eğlencesi olarak belki de derin Çin bilgeliğinin, o duruluğun karanlığa misille olsun diye ürettiği ve zaman denen kasılmada bir acizliğe dönüşen sentetik meyveler. kapanlarımızın tetiklediği bir düş fışkırması bu: havai fişeklerin rengi ahenginden dev bir çadır kurup, onun çatısı altında boyut kapılarından konuşan balkabaklarının, dans eden yaşlı şaman kadınların ve bir olmayan olarak işaretlediğimiz enginliğin, çölün dünyasına gidip gelmeler. gecenin bir rahatlık olarak deneyimlendiği uğultu mağarası, bütün sesleri birbirine karıştıran ve onlardan anlamlı bütünler oluşturan, aklında durmadan dırdır eden, öncesini ve sonrasını tahayyül bile edemediğin dev dizge; dil, her yer göstericinin yutulduğu oyuk. sana geceyi hatırlatacak, kendini gece
olarak sunana hakiki bir karşılık olacak şeyi bulmak için, bir gıdım ışık almak için avuçlarının arasına, bir adım atarsın mağaranın derinine, bir adım daha ve bir adım daha. rahatlığın hantal bedeni gıcırdar, rahatlık bir mağara içi yaratığıdır. onun homurtularını bir an için gecenin gürültüsü sanırsın. bu homurtudan anladığın anlayabildin tek ses “ileri,” der sana, “biraz daha ileri.” Durursun, etrafını kuşatan duvarlara bakarsın, onların yüzyıllardır aynı kalan biçimini, karşındaki suyun sakilliğini, bedenini yapışan boşluğun bulaşıcılığını fark edersin. Ona ulaşmaya çalışana gece açılır ve varolduğundan bu yana beraberinde taşıdığın bir bilgiyi duyumsarsın: Gecenin yeri yoktur, gece konuşmaz, gece varolur, her yere uzanan ve her yerinde seninle birlikte olandır. Gördüğün şey seni dehşete düşürür: Her adımında görüntü değişiyordur sadece, uzayıp duran ve birbirinin tekrarı duvarlar; adımların seni hiçbir yere götürmüyordur. Düğümlenirsin, içine çekildiğin bu oyunda geceye dair kendi kendine kurduğun sadakat kalesinin tuğlaları birer birer çatlıyordur. “Biraz daha,” dersin, “biraz daha kal, bana biraz daha aç kendini”. Söz saçmadır, ama konuşursun; ikonaların önünde kendinden geçen keşişler gibi yakarışı sürdürüyor olmak sana inanılmaz bir haz veriyordur. Anlamların dünyasında bir kayadan bir kayaya sıçradıkça, gece yoğunlaşıyor, yoğunlaşıyor, kendi içine kapanıyordur. Geceyi var kılmak için, onun sahte karşıtının yerine dikeceğin hakikat gözlerini kör etmiştir; karanlığın büyüsüne daha çok batmışsındır, onun giysisi içinde sıkıştıkça hücrelerine ayrılacağını ve doğaya saçılacağını sanırsın. Hücrelerinle erotikleştireceğin doğadan aydınlanmış insanların önüne geceyi sereceksindir. Titreyerek daha derine doğru bir adım daha atarsın; kapanına sokaktan sürükleyerek getirdiğin totemdir karşında dikilen, içinden binlercesinin biri yerine karşına koyup yakardığın. Azalma pahasına da olsa alıp onu, kapanının kurulu olduğu gökyüzüne doğru uzanan parsellenmiş boşlukların birinden aşağı bırakırsın. Karanlığın küllerinin savruluşu kör eder gözlerini; gecenin göğü gerilir, orada asılı kalırsın. Ve uyanırsın, uyandığında kimse yoktur!
DENGE ESENTERK
Yirmi Yedi
Ne devlet ne iletişim asla olmadı sayın okuyan. Bunu bir geceyarısı (23.42) aldığım şu kısa mesajla farkettim. Gönderen: POLIS Kimlik fotokopinizi bir yere verdiniz mi? bahanesi ile arayip bankaya para yatirmanizi veya soylenen yere birakmanizi isteyenlere inanmayin. www.asayis.pol.tr Sonra düşündüm ki, zaten olaydı, tarih savaşlardan ve ihlal edilen barış anlaşmalarının kronolojisinden ibaret olmazdı. Biz hiç bilemedik yakınımız dahi olsa geceyarısı birine bir takım kısa mesajlar atmayı. Yalanın icadıyla insanlığın tarihi aynı günlere uzanıyor galiba. Benim tuvalete gittiğim saatlere. Böyle bakıldığında yemek yemek oldukça anlamsız bir davranış gibi geliyor. İçinden geçtiğimiz çağ sıkıntılı. Milletçe hassas bir dönemden geçiyoruz. Bakınca görülüyor ki, nasıl tarih katliamlardan
ibaretse, kasetler ve belgeler de birinci meşrutiyetten beri aynı. Onca darbeler geçmiş biz hala aynı öyküeri okuyoruz. Yazarlar, üsluplar değişiyor fakat hikaye temelde aynı hikaye. İster Leylâ vû Mecn’un olsun ister Karayılan, ister Romeo ve Jülyet ister Leyleğin geciken adımı. Siz beni dinlerken, daha doğrusu okurken rahatlıyorum sayın okuyan. Bu bir haz gibi, boşalma gibi değil de, bir paylaşım gibi de değil. Bir çeşit gözyaşı, bir ne bileyim işte ağlama duvarı gibisine... Şimdilik siz de ben de genç sayılırız. Yaş anlamında değil de... Arkol alıp, sigaralar olsun, dergiler bulmacalar olsun, en basitinden, ne bileyim işte, bir çay bir kahve olsun. Bu tip şeyler anlamında genciz. Yaştan sözetmiyorum. Misal çok çabuk yargılıyoruz. Çıkılan gezi parkları ne oldu misal. Seçimler, mahkeme kayıtları... Misal bir apartman yöneticiliği neyi değiştirdi şu ülkede. Bunları sormuyorum boş yere düşünmeyin sayın okuyan. Sana siz diyebilir miyim. İstersem
derim, buna kimse karşı çıkmaz. Muhabbetler hep içe doğru. Siz, sen’e dönüyor fakat sen, siz’e dönmüyor. Hep içe, hep içe içe. Yüksek Yargı’da da bu böyle. Yazdıklarımın okunması bazen mucize gibi geliyor. Aslında öyle değil. Aslında tamamen mucize. Ben neler yaşamış, neler yaşlanmış, nelere ağlamışım, sen nelere. Hayy... Terbiyemi yitiriyorum. Siz, efendim, siz. Sayın okuyan. Şekillere takılmak belki kötü ama ben de televizyoncu değilim. Alevi bir arkadaşımla “kızılbaş” diye dalga geçebilirim. O beni az çok bilir. Neyi ima ettiğimi, en kötü ikinci üçüncü seferde anlayabilir. Fakat sokaktan duyan olsa belki bana dalma ihtimali o adamın iç cebindedir. Yanlış olmasın. Biz de Bornova çocuğuyuz biyerde. Ama kim kabul ediyor bundan beş yüz yıl evvel (lütfen, beş yüzyıl değil, beş yüz yıl evvel) çoğumuzun alevi olduğunu? Mesele alevilik de değil, mesele kabul ya da ret de değil, mesele sen ben meselesi de değil, mesele ne devlet ne iletişim,
mesele insanlık da değil cülus da. Mesele ergenlik hatta biraz çocukluk meselesi. Anlamadıysanız açıklıyorum, anladıysanız bir alt paragraftan devam edin. Geçen yine arkadaşlarla psikolojik çözümlüyoruz. İkonografi gırla. Ne güldük o gün, allahım, var ya, bir an dedim ki çok güldük başımıza bir iş gelecek. Sonra klişe falan demedik, Yung’dan girdik, ordan Rohmer, Trufo’ya teğet geçip Buñuel benim için bir cümlenin noktası gibi birşeydir. Filmler gibi birşeyleri hayatta bitişik algılamanın vakti geldi. Nerede nasıl es vereceğimizi bilmeliyiz zira ben TDK’nın “toplumda herkes sağ elini kullandığı için, ihtiyaç üzerine kelime türetilemeyeceğinden, solak benzeri bir kelime Türkçe’de bulunmamaktadır.” açıklamasını mantıklı bulan insanlara biraz gıcık oluyorum. Benim ihtiyacım var ama. Sen bana eki ver sevgili TDK, gerisine karışma çünkü eğer o ek “SO(L)-LAK” ise “sağlak”, yok eğer “SOL-AK” ise “sağak” diyeceğim. Toplumsal hayatı etkilemiyor diyorsun da “faks” yerine “belgegeçer” demeyi biliyorsun. Belki ben her gün en az bir kez bu kelimeyi kullanmak istiyorum. O sırada sevgili-- ehem-sayın okuyan dilin ne kadar ayrımcı olduğunu anladım. Türkçe’de eril veya dişil sözcüklerin bulunmamasının sebebi eşitlikten falan değil, dili kullananın sağak, heteroseksüel, erk düşkünü bir erkek olması.
Bir alt paragraf: Bu bakımdan es vereceğimiz yerleri bilelim. Ben niye dile uyuyorum, dil bana uysun. Bunu megalomanik, egoistik karıncalanmaların ardından söylemiyorum. Aklıselim bir öneri olduğu kanısındayım. Bence alfabeye çokkültürlülük bağlamında Q, W, X harflerinin konması güzel fakat nerde diğer eksik harfler? Mesela açık e (bän gäldim, sän de), sonra “geniz” sözcüğü aslında “gengiz” diye telafüz edilmiyor mu be? Kalın K (Q), mb, nd, bu sessizler nerde ey devlet?
Öf ne uzattım değil mi? Bazen böyle çok konuşuyorum. Orda mısın? Hah. Ya böyle laf lafı açıyor sonra utanıyorum. Orion’un kemerinden bahsetmiş gibi hissediyorum kendimi. Onun hikayesini de artık başka zaman, yüzyüze görüştüğümüzde anlatırım. Öyle anlatırım ki bıkarsın. Fakat her yer bayrak. Siz ve ben dahil. Orda mısın? Özür dilerim. Sıktım biraz. Çok açmaz benim muhabbet. Hemen de böyle şey olurum. Mahcup değil de, kendi lafımı dinlemekten yorulmak gibisine...
MÜN
S B
Halil sezainin bi gün gelecek değerini anlcaz ama çok geç olmuş. bigü hayatı da birlikte, yalan söyleyemem, ya param yoksa düşünürüm, yani par de feyste atatürk hayranı olan konvers giyen taytlı bi kız arkadaşım ols km koşup birinci kata asansörle çıkan amerikalılar gibisin. kılçık. istanbul yedi saat ağlayan kızlar var. adanada vegan olmak zor 2 gözüm. hayatın olmamasıymış. heyecan yok. o öldü. belki o sıralarda bi kitap zihnimi f her şeyi irdelerken bu bakışla bakıyosun. geçecek hem her şey. madem yapmayı, yaşamayı seçmek, nasıl olsa hiçbişey değişmicek. yanlarında h ustasının fatoş kabasakalı tanıması nerden. meslekte elli yıl, yüz yıl beş 1950‘den beri. evren 13.8 milyaryıl yaşında ne diyosun sen ya. 50/1380 9. götümüze tıkılacak pamuklar aşkına. bi gün bile, bu kadar insan var, g da şaşırmıyoz. elli katlı, kırk-on katlı binalar nasıl oluyo da bi kat fazla kaldırıp bi baktığınızda görüntüsünden başınız dönen. bu binalar ne gökdelenler bu minareler. üniversite kavramını skip atan. yarrak gibi bi b
NİR YENİGÜL
Seri Eksi Oy Veren Bitirim Kezban
ün biyerde şiiri gördüğümde, ra, yani satınalmagücü. benim sun istiyorum dedi. sabah iki ldan izmire döndükten sonra n anlamı hayatın bi anlamının fena halde manipüle. ve sen hiç, ikisi de bir, bi seferliğine hapşıramıyosun. 28 yıllık tava ş yüz 80 yıl filan. since 1895. 00000000 = 3,62318841x10günleri bi gün bile nasıl oldu a ya da eksik inşa edilemiyo. e ya yarrak gibi dikilmiş bu bina dikip bi de tabela asınca.
kimin için dişlerimi fırçalayacam söyler misin. kimin dilbilgisi için. yazdıklarının herhangi bi blogda yazılanlardan daha kıymetli olmayacağını bilmiyor muyum. bunnar bazı kalıplar. tuvalete çıkıyorrum. varoluşu bi dezenformasyon olan mahluklar kalkıp dezenformasyon demiyo mu. varoluş sebebini, denk gelişini siktiklerim. kendi varlıkları yetmiyo gibi bi de ürüyollar ya. ben ona dijital kamera gösterdim o bana takma dişlerini. ikimiz de utanarak. sabah bu ne ya dediği cengiz’e „gece olunca“ ses veriyo. karanlık default değerimizdir, yetiştirdiğimiz y e g a n e değerlerimizdendir. yükselen kenar. 0 karanlık olağan, 1 sabah oluyo
bi elinde cımbız bi elinde ayna sikinde mi dünya. tabi koçum o amcık sende olsa seninde o l m a z d ı sikinde dünya. naabeer. sen naparsan yap atomu mu parçalıyon uzaya mı taşınıyon o’nun için taytının götünü nasıl gösterdiği daha daha ö n e m l i . m e t r o d a grinin elli tonu okuyan k a d ı n l a r var, var ya, işte yerinde domaltıp. fazla uzatmaya gerek yok insan bu dünyada bi paçavra. bi geri dönüşüm olarak doğaya kazandırıldım.
ö sesi gürcüler için bi eziyetti. özellik ile sigara kullanmayan tiplere nasıl sinir oluyom bilemen. ona göre erkeğin bütün hayatı dölleme, kadının döllenme üzerine kuruluydu. bütün bakışlar, arayışlar, yalnızlıklar, hüzünler, bi penis bi vajinaya girsin içindi. buna rağmen, hayat tahayyülleri, görüşleri, felsefe ve düşünceleri mevcuttu. o zamanlar sır değildi askeriyenin gay porno arşivi. ölüme çare bulunabilir ama yaşamaya bulunamayabilir. bi de horlamaya tabi. bu nasıl bi kibirdir ki ölüme çare arıyosn nesin olum sen ki ölümsüzlük istiyosn şeytana biat ediyosn. uyku kaçtığındaki kalpkırıklığı. hiçbi yerde bi sağnak olarak yaşamama. kaçtığında ya da gelmediğinde, aksatmadan yaptığı bi enerjisini olabildğnc azaltacak bi eylem. bu yüzden derhal peçetelere sarılıyo. teori ve pratiğin, söz ve dürtünün asla tam olarak örtüşememesini alabiliriz. verimin asla 1 olamaması, d e v r i d a i m makinalarının asla yapılamayacak o l m a s ı , sürtünmenin asla 0’a indirilememesi. ama mahkemeler var ve galiba belki bigün işimiz düşecek diye var. şimdi çok uzakta kişneyen atlar. çoğuz. gereksisiz. lokomotif, lokma, lokanta, kontrol, lokum, koltuk, lokal, lokavt,
lokman. seslerdeki bu tokluk. tokluk derken kendinde de var. kötü şiirin içinde bi iyi dize bulma korkusu güme gitmesine üzülme.
karşıdağı dumanaldı sisaldı uzunömrüm amyolunda kısaldı. biz nere gidiyoz bu arada. demişlik, yaşanmışlık, d i l l e n d i r m e , farkındalık, duruş. kim buldu ula bunnarı.
kaç. uza. dalga boyu küçüldükçe hareket de tembelleşiyo. o bonus ressam söylemişti bi keresinde. ışıkta ve seste hakkaten öyle mi. l sesinin de nedir
arkadaş bu şarkıcılardan çektiği. çok güzel. çok sevindim. şortum bal kokuyo. üzerime arılar sıçmış olmalı. ben bu dünyanın dünya oluşunu skyim beyler, ne diyosunuz. ben benim ben oluşumu. bu dünyanın dünya oluşunu. uzayın uzay, zamanın zaman, mekanın mekan oluşunu. evrenin evren, insanların insan, erkeklerin erkek, kadınların kadın oluşunu. fakirlerin fakir, zenginlerin zengin. bu kelimeleri. bu korkuların bütün bu sebeb. paylaşımlar paylaşımlar savaşlar . ulan hepiniz ağzından yiyip götünden çıkaran yaratıklarsınız be. ne.. ne.. den sonra ne olur sanki olumsuz kullansam fiili. kim diyo onu, kim demiş, kimsin lan sen, çık ortaya, adını söyle. yanlış yola girdik yine. boşver ne zaman doğru. lütfü bu iyilini nası öderim hesap no meylat lütfen. yurtta sulh cihanda barış istiyosan dünyadan amerikayı türkiyeden de istanbulu iptal edcn. uuuuuuuy
çocuklar kim bilir ne harikûlâdedir 160 kilometre giderken skşmesi. bi merkez belirsizliği. adını koyamamak. nerede isen orası değil. sürekli ıskalamak. giderek büyümesi belirsizliğin. istanbulun merkezi neresiymiş. merkezin dağılması. sorunu. dünyanın merkezi neresiymiş. roma. paris. berlin. batum. güzel şehirler olarak. hep bir diğerini merak. bi erkek için, mesela, hep kadınları merak ederek. bir çeşit libido parçalanması. her şeyin yazılabilir hale geldiğini gördüm. tarafımdan ya da taraflarından. şey her parçalanmaya
meyilleniyor. bütünlük aramanın yeri yok. duşta başımı sabunlayıp gözlerimi kapattığımda, işte o an dünya yıkılabilir ve benim haberim olmayabilir. bundan çok korkuyom olabildiğimce y a v a ş l a t ı r ı m hareketlerimi yalnızca suyun sesi. sonra klozette oturmuşken. g ö r e m e d i ğ i m uzuvlarımın başına ne geleceğini nerden bileceğm. uzun, pespembe bir dil uzanıp yalamaya kalkarsa. popomu kaşırken aslında odamda değil de ya kamudaysam. ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa aman abi dur yanma 3x2,5 nhxmh çekelim bi projektör
bağlayalım aydınlansın ortalık (rönesans aydınlatmacılık). şimdi al 3013’te öde. annemin şeytan olduğuna inanırdım. kapalı elbiselerinin doğal klimalı olduğuna. fıtrattan. hayatımı ilk yerinden yamultan kişiydi. büyük gülmeler donanmış keserleriyle. bundan önce hepi topu dört durak var bok gibi dolmuş anacım. bi beyazyaka çalışma sistemim çok karışık benim literatürdeki hiçbirşeye uymuyor diyo. bakıyom o sözcüğü kullanabilecek kapasitede mi. hay köpekler işesin sıfatına. koyayim o kafaya bi odun. hep güldüm. nasıl sevinçliydim. metrobüsle ulaşan bi peygamberdim. tolstoyevski’nin “birden” sözcüğünü kullanışına gücendiğim kadar. batarya dolu. ‘günümüzde’ kelimesiyle her defasında lafımı bölen bi bodrilart’a sinir olduğum kadar. elektronik kartımı göstermek işimden istirahata çekilip ağlamaya zaman ayırdım. ölecez lan ölecez neyin peşindesiniz
allahsızlar. ayırmaya karar verdim. ağlamak, çok sevindi kendileri. (kelime oyunlarına girme olum, mahsun
yapıyo artık onları, bar isimleri o yaptığın, başbakana düştü o işler). utanmak isterdim utançlar. kadının popo o kadar kocaman ki -çok güceniyom doğrusu, yani biz bu kadar yalnızken siz o kadar popoyu tek başınıza taşımaya hiç utanmıyonuz di mi-
nasıl tatmin oluyo ya bu, sormaktan kendimi almak –ne kadar lazım bunnara. lazımlık. allaam bunnar nerde yetişiyo bi tarlası bostanı filan mı var hep o danalar giriyo di mi bostana john lenon kılıklı herifler kılkuyruğun tekleri sevgi pıtırcıkları savaşma seviş falan ulan sevişmenin sıçmanın olduğu bi dünyada ve yaşamakta lirizmin yeri olabilir mi var mı böyle duygusallıklar. bunnarın kulakları delik, mal köpekleri gibi kesik. lağımlara giden döllerle yumurtaların birleşiminden vuku. bu ‘herkes’ herkesi kapsıyo. başımda ensenin bitip saçların başladığı yerde boruların üstünde bi çıban var yıllardır gitmiyo. daha yadırgamam gücenmem başlayacaktı. üç ihtimal var ya birbirimizin ölümünü görecez ya birlikte ölecez. seninle ankara sokaklarında bavul taşımak benim için bi onurdu. bulunduğum her otbs ylclğnda mutlak her sefernde osrk kokularının müsebbibi kimdi. pop. patlamak. popcorn. gündem. popüler kültür. popülizm. pompalamak. gözlerini periyodik kırparak da çok rahat yürüyebiliyosun sürekli bakmak da klişe. güzelliğin on para etmez bu bendeki testesteron olmasa (abaza veysel). bu minvalde söze başlayanlar “bu minvalde söze başlayanlar “bu
minvalde söze başlayanlar “...” diyeceklerdir” diyeceklerdir” diyeceklerdir. istanbul modern, değil. böylece daha gizemli, çekici olabileceğini sandığın hiçbişeyin gizemi çekicisi yol yardımı yok. eşcinsel kumalar. kadıköy bi erotic shop dükkanıymış. küçük ilcelerde büyük götler gördüm öyle çok korkuyorum ki.