KIRILIM 2 ____________________________________________
ŞEYTAN AVCISI
YAZAR Gökcan Şahin
EDĐTÖR Ozancan Demirışık & Onur Selamet
KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ Temmuz 2010
Bu e-kitap, Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ Buzul Dünya okurlarına bir kez daha selamlar… Kırılım adlı fantastik serimin ikinci öyküsü Şeytan Avcısı’na hoş geldiniz. Eğer ilk öyküyü okumadıysanız, şimdilik bu dosyayı kapatıp Şeytan Diyor Ki’yi okumanızı öneririm. Bu serüven aslen bir Serkan Koroğlu serüveni ve önce onu tanımanızı tavsiye ederim. Hatırlarsanız ilk öyküde, bir trafik kazasında sakat kalan genç bir adamı tanıdık. Kaza onun ruhunu almamış ama ona tuhaf bir yetenek vermişti: Bazı insanların omuzlarında yaşayan ve onları kötülüğe sevk eden minik yaratıkları görmek. Serkan ne yapacağını bilemez hâlde, sadece mahkûm olduğu balkondan olanları seyrederken o küçük şeytanlar annesine de musallat olmuştu. Ama annesinin iradesi ve Serkan’ın gücüyle şeytan alt edilebilmişti. Şimdi başka bir karakterin gözünden başka bir ‘küçük şeytanlar’ öyküsü okuyacaksınız. Uzman bir doktor olan Tuncay Erdağlı’nın iblislerle yapacağı mücadelenin okura hem gerilimli hem de keyifli dakikalar sunacağına inanıyorum.
***
Gökcan Şahin
Hastaneleri ve hastaneyle alakalı herhangi bir şeyi sevmem. Sırf ‘hastalık’ kelimesi bile benim için büyük ölçüde bir ‘korku’ unsurudur. Öcülerden,
yaratıklardan,
vampirlerden,
hayaletlerden
çok,
insana
pençesini geçirdi mi kolay kolay bırakmayan, adeta süründüren, hayattan alınan zevki minimuma düşüren ‘hastalık’ kavramı ödümü patlatıyor. Çocukluğumdan beri çokça sıkı fıkı olduğumdan belki de… Hastane ortamında geçen veya bir doktorun başkahraman olduğu bir öyküm yoktu Şeytan Avcısı’na kadar. (Ondan sonra da olmadı.) Belki de bu bilinçaltındaki korkum, öyle bir şey anlatmama izin vermiyordu. Ama bu kez yenmek zorundaydım ve yendiğimi düşünüyorum. Şimdi sizi bir beyin tümörü canavarının korkusunu iliklerinizde hissettirecek öykümle baş başa bırakıyorum. Đyi okumalar. Üçüncü bölümde görüşmek dileğiyle…
Gökcan Şahin
5
OPERASYON Hayatın eylemsizliği onun için sürseydi Doçent Doktor Tuncay Erdağlı, dünyanın en neşeli doktoru olarak tanınmaya devam edecekti. Hiçbir şeyi dert etmeyen ve arkadaşları tarafından bu yüzden oldukça kıskanılan gerçekten iyi bir doktor olarak kalacaktı. Hastanenin acil bölümünde çalışıyor ve en büyük stresi taşıyor olmasına rağmen bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Eli kopmuş bir hastayla bile şakalaşabiliyordu ve hâlâ dayak yememişti. Bir gün her şey değişti. Başı çatlayacak gibi ağrımaya başladı. Bırakın hastalarına neşe dağıtmayı, kendi yüzü bile gülmüyordu. Açıklanamayan bir sebeple sinirli bir adam olup çıktı. Arkadaşları onu tanıyamaz oldular. Ve bir gün bir hasta yakınıyla yaka paça kavga ederken buldular onu. “Ben senin gibi doktorun da, burası gibi hastanenin de…” diye bağırdı iri yarı, orta yaşlı bir adam. “Burası hastane mal herif!” dedi Doktor Tuncay. “Ne böğürüyorsun öküz gibi!” Acil’in kıdemli hemşirelerinden Ferda bunları duyunca baktığı hastanın odasından çıktı. Kavganın taraflarından birinin Tuncay olduğunu görünce
Gökcan Şahin
epey şaşırsa da belli etmeden, birbirlerine küfürleri sıralamaya hazır bekleyen iki adamı ayırmaya koştu. “Doktor bey, sakin olun lütfen!” dedi Tuncay’ın kolundan çekiştirerek. “Ben bu adamı gebertirim Ferda. Doktorluğuma laf edenin…” “Şş tamam, doktor bey, hastalar var…” “Kes lan, şerefsiz,” diye karıştı öteki adam Tuncay’a hitap ederek. “Sana da seni doktor yapana da iki çift sözüm var ama… Dua et ortam müsait değil.” Ve Tuncay kolunu hemşireden kurtardı. Dişlerini sonuna kadar sıkarak ileri doğru hamle yaptı. Doktor önlüğü arkasından salınırken iki uzun adımla adamın yanına vardı. Sıkmaktan ağrıyan yumruğunu suratına geçirdi. Adamın kafası sola dönerken ağzından fışkıran kan, Tuncay’ın önlüğünde minik kırmızı lekeler yarattı. Adam iki üç kez sendeledi ve küt diye yere yığıldı. Đşin tuhafı Tuncay da iyi görünmüyordu. Ferda yere düşen adamın yanına giderken Tuncay başının döndüğünü fark etti. Midesi de aniden bulanmaya başlamıştı. Görüşü bulanıklaştı, sendeledi ve kendini yerde buldu.
***
“Yapma ya,” dedi başhekim Kadim Gürsoy. Sıkıntıyla ofladı. “Tümör ha…” Tekrar ofladı. “Kendisi biliyor mu?” “Biliyor. Bütün bu tuhaf davranışlarının sebebinin tümör olduğu anlaşıldı. Zaten birkaç haftadır inanılmaz baş ağrısı çekiyormuş.” Konuşan Tuncay’ın hastanedeki en yakın arkadaşı Doçent Doktor Çiğdem Saraylı’ydı. Gözlerinde büyük bir keder okunuyordu.
7
Şeytan Avcısı
“Peki şimdi ne olacak?” “Tek şansı ameliyat. Daha bizim bir şey dememize gerek kalmadan kabul etti ameliyatı. Ne kadar neşesiz ve bezgin olduğunun kendisi de farkında ve böyle bir gün daha geçirmek istemiyor. Đki gün sonra yapmayı düşünüyoruz. Bizzat ben gireceğim operasyona.” “Kurtulma şansı ne?” “Aslına bakarsanız,” dedi Çiğdem ve başını yere eğdi. “Çok düşük.” “Ne kadar düşük?” “Tümör beyninin çok hassas bir bölgesinde. Ameliyat olmazsa birkaç ay içinde öleceği kesin. Ameliyat olursa masadan kalkamama olasılığı yüzde seksen.” Başhekim alışık olduğu üzere bir of daha çekti ve bunalmış gibi sandalyesinden kalktı. “Ne gerekiyorsa yapın. Tüm olanakları kullanın. Benim için dua etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.”
***
Đki gün sonsuzluk gibiydi. Hem Tuncay, hem de Çiğdem için. Tuncay yatakta seruma bağlı yaşarken Çiğdem onu hiç yalnız bırakmamaya çalışıyordu. “Ameliyata ben gireceğim biliyorsun…” Başıyla onayladı Tuncay. “Eğer başaramazsam… Bunu düşünmek bile istemiyorum ama… Masadan kalkmanı sağlayamazsam… Beni affeder misin?”
8
Gökcan Şahin
“O nasıl söz Çiğdem? Beni masaya dikmeye kalkmazsan tabii ki kalkacağım.” Çiğdem zoraki gülümsedi. “Bak buna söz verebilirim.” “Kendini
tüketiyorsun
Çiğdem.
Bunu
yapma.
Bu
hiçbir
işe
yaramayacak. Ameliyatın ortasında ağlamaya başlarsan ne olacak? Kafama düşecek bir damla tuzlu suyun ne kadar canımı acıtacağını düşün…” “Tuncay tamam sus. Espri yapmaya çalışırken son gücünü de kaybedeceksin.” “Haha sen öyle san. Şu an bilek güreşi turnuvası olsa rahat rahat katılabilirim. O kadar güçlü hissediyorum yani.” Sol kolunu kaldırdı ve pazılarını sıktı. Çok kaslı olmadığını kendi de kabul ederdi. “Çok az kaldı. Hazır hissediyor musun kendini?” “Hem de nasıl. Üç ameliyat bile kaldıracak durumdayım.” Đki hemşire içeri girdi ve Tuncay’ı götürmek için hazırlıklara başladılar. Çiğdem, arkadaşının elini bir an bile bırakmadı. Ameliyat masasına yatarken bile eli avucundaydı. Yüzde yirmi… Sadece yüzde yirmi şansı vardı. “Hey, beynimi yerine koymayı unutma!” dedi Tuncay, uyutulmadan hemen önce. Çiğdem gülümsedi.
9
ŞEYTAN AVCISI Bugün
beynimin
derinliklerinden
erik
büyüklüğünde
bir
ur
çıkarılmasının yıldönümü. Yüzde yirmi ihtimalle hayatta kalabileceğim ameliyattan sağlam çıkmamı kutluyorum bugün. Peki yaptığım kutlama ne? Söyleyeyim: Loş bir odada dizüstü bilgisayarımın başında oturup yeni bir Word belgesi açmak ve 40 cl’lik dev bira bardağını arada sırada ağzıma götürmek. Ne müthiş kutlama ama! Böyle söyleyince çok yalnız bir adam gibi göründüm ama işin aslı öyle değil. Đstemediğim kadar arkadaşım ve tanıdığım var. Eskiden olsa doldurup taşırırdım bu evi. Đçkiler gırla giderdi. Ama çok şey değişti artık. Belki de o değişimin yıldönümünü kutluyorum şu anda. Değişimin beynimdeki urun alınmasıyla başlayıp başlamadığından emin değilim aslında. Fakat öyle kabul ediyorum. O küçük yaratıkları görmeye başlamam ameliyatın hemen sonrasına denk geliyor çünkü. Uzun nekahet dönemim sırasında birkaç tanesini gördüğümü anımsıyorum. Ziyaretime gelen tanıdık ordusunun içinde iki kişi de vardı onlardan. Bu da ortalama bir hesapla yüzde bir gibi bir oran teşkil ediyor. Aman Allah’ım… Bu altmış milyon eder tüm dünyada. Gerçekten o kadarlar mı? Neyse, düşüncelerim çok dağıldı, biraz düzene koymam lazım.
Gökcan Şahin
***
Bahsettiğim şeyler, Küçük Şeytanlar dediğim minik tuhaf yaratıklar. Onları ilk görüşümü gayet iyi hatırlıyorum. Başımdaki kalın ve beyaz sargının verdiği rahatsızlık artık son bulmuştu. Sonuçta ameliyat olalı iki haftadan fazla vakit geçmişti. Alışmamam tuhaf olurdu. Đlk ziyaretçileri almaya başlamıştık. Çiğdem sağ olsun -kendisi harika bir doktor ve en iyi arkadaşımdır- tanıdık ordusunun galeyana gelmesini önlüyor, insanların tek tek girmelerini sağlıyordu. Doğrusu, bu durumdan şikâyetçi değildim. Doğal espri yeteneğim sayesinde -bu arada kendimle de hiç
övünmem-
insanları
güldüre
güldüre
gönderiyordum.
O
gün
güldürmediğim iki kişi vardı. Birisi büyük bir kavgayla ayrıldığımız inanmayacaksınız ama benim dayak yediğim- eski karım Aysu’ydu. Diğeri de, omzunda
o
küçük
kırmızı
şeytani
yaratığı
gördüğüm,
askerlik
arkadaşlarımdan Emir’di. Edebiyatçı değilim ve o an yaşadığım duyguyu tarif edebilecek kelimeleri bulmam beklenemez. En iyisi olayı anlatayım, duyguları siz çıkarın. Saat öğleden sonra dört olmuştu ve Çiğdem son ziyaretçileri gönderiyordu odama. Az önce halamın oğlu Zeki’yi kısa ama keyifli bir sohbetin ardından göndermiştim ve yüzümde bu sohbetten arta kalmış bir gülümseme vardı. Kapı açıldı ve haki gömleği, dimdik sarı saçlarıyla Emir girdi içeri. Askerdeki en iyi arkadaşlarımdan biriydi. Beni iki kez sivri dilim yüzünden dayak yemekten kurtarmıştı. Gelmesini beklemediğim için günün sürpriziydi bana. Ama keşke yalnız olsaydı…
11
Şeytan Avcısı
“Vay vay, Sarı Emir, yolun düşer miydi buralara?” dedim ve elimi uzattım. Emir elimi sıkıp cevabını verirken dinlemiyordum, çünkü sol omzunun arkasındaki şeyi görmüştüm. Kırmızı renkli, pörtlek gözlü, biraz maymuna biraz da fareye benzeyen ufak tefek yaratığı… Küçük şeytanı… “Efendim?” dedim Emir’in bir şey daha söylediğini duyunca. “Daldın gittin, hayırdır?” dedi. “Yok… Yok bir şey. Arada oluyor böyle. Ameliyatın yan etkisi herhâlde.” Doğrusu çok kolay yalan söylüyordum. “Ha, tamam o zaman. Aysu nerede bu arada?” “Boşandık,” dedim dalgınca. Şeytan kıvranıp duruyordu. Beni fark ettiğine dair bir işaret yoktu. Emir üzüldüğünü söyledi. Boşanmanın nedenini sormaya gerek görmedi. “Sen ne yapıyorsun bunca zamandır?” dedim. Şeytanı umursamamaya karar vermiştim. Beynimin bana oynadığı bir oyun olmalıydı. Bu tür ameliyatların halüsinasyona sebep olup olmayacağını merak ettim. Belki de aldığım ilaçlarla alakalı bir durumdu. Bir ara Çiğdem’e sormalıydım. “Selma vardı ya… Hani sana anlatmıştım, babası evlenmemize izin vermiyor diye.” “Evet, hatırlıyorum.” “Kaçırdım onu.” “Ne?” “Geçen sene buluşup kaçtık. Bursa’ya taşındık. Şimdi gül gibi geçinip gidiyoruz.” “Hadi ya, ben de diyorum nereye kayboldu bu çocuk.”
12
Gökcan Şahin
“Abi, yaş kırka yaklaştı… Bunca sene onunla bununla yatıp kalktım. Artık evleneyim dedim. Bu kez de kızın babası izin vermedi. Neymiş, arada on beş yaş varmış. Ulan geri zekâlı, bu devirde yaşın önemi mi kaldı? Neyse, kız zaten bana deli gibi âşıktı, biliyorsun. Đki sene uğraştım ama değdi valla.” “Çocuk var mı?” “Yok şimdilik. Uğraşıyoruz.” “Hayırlısı.” “Sağ olasın.” Olmuyordu, gözüm ikide bir şeytana kayıyordu. Şimdi de uyuklar gibiydi iblis. Havada asılı dururken uyuyabilen tek canlı olabileceğini düşündüm. “Neyse, ben kalkayım. Çok dalgınsın. Yorulmuşsundur herhâlde. Başka zaman yine uğrarım.” “Tamam kardeşim. Đyileşeyim, ben geleceğim ziyaretine. Yengeye de selam söyle.” “Aleykümselam. Hadi eyvallah.” Yatağın yanındaki sandalyeden kalktı ve gitti. Ondan sonra iki ziyaretçi daha alıp günü kapattım. Çiğdem akşam beni kontrole geldiğinde fena hâlde dalgındım. “Ne oldu?” diye sordu yanıma oturur oturmaz. “Bir şey yok.” “Ameliyattan önce bile bu kadar keyifsiz görünmüyordun.” “Bir şey soracağım,” dedim aniden gözlerine bakarak. “Benim türümden hastalarda hiç halüsinasyon vakasına rastlanmış mı?” “Nasıl yani?”
13
Şeytan Avcısı
“Tümör alındıktan sonra olmayan şeyleri görme gibi belirtiler oluşmuş mu hastalarda? Sen beyin cerrahısın, biliyorsundur.” “Hımm. Aslında bazı hastalarda optik sanrılara rastlanıyor ama tümör alındıktan sonra ortadan kalkıyor.” “Peki önceden yokken, ameliyattan sonra görmeye başlayan var mı?” “Ne? Halüsinasyonlar gördüğünü mü söylüyorsun?” “Şey… Bir arkadaş görüyormuş da,” dedim sevimli görünmeye çalışarak. “Bazen şaka mı yapıyorsun, gerçek mi söylüyorsun anlamakta güçlük çekiyorum Tuncay. Ciddi ciddi olmayan şeyler mi gördün?” “Gördüğüme eminim ama gerçek olup olmadığına emin değilim…” diye fısıldadım.
***
Omzunda o yaratığa sahip olan ikinci ziyaretçim lise arkadaşlarımdan ve eski sevgililerimden- Deren’di. Onu da yıllardır görmüyordum ve o zamandan beri inanılmaz kilo almıştı. Onunla birlikteyken elli kilodan fazla olmayan kız, şimdi en az seksendi; yine de bundan hiç rahatsız değilmiş gibi neşeyle geldi ziyaretime. Ama neşesi gittikçe söndü, çünkü onu beklediği gibi özlemle karşılamamış, sürekli dalgın dalgın başka yerlere bakmış ve bir an önce gitmesini istiyormuş gibi davranmıştım. Ne istiyordu bilmiyorum ama elde edemeden gitti. Ben de üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hafifledim. Đkinci defa o yaratıkları gördükten sonra allak bullaktım ve ses tellerim tek kelime muhabbet edecek durumda değillerdi.
14
Gökcan Şahin
Sonra ne mi yaptım? Hiçbir şey. Bir korku filminde olsak peşlerine takılır, sonra da bir şekilde onları yok etmenin yolunu bulur ve dünyayı kurtarırdım. Oysa ben baş ağrılarımla uğraşıyor, onların hâlâ birer sanrı olduğuna inanıyor -veya inanmak istiyor- ve Çiğdem odadan her çıkışında ardından kalçalarına bakıyordum. Ben buydum, bir kahraman değil…
***
Taburcu olduktan ve işime geri döndükten birkaç hafta sonrasına kadar her şey eski hâline dönmüş gibi görünüyordu. Hatta daha da iyiydi, çünkü hastanede benimle kavga etmek isteyen kimse kalmamıştı. Onlar için bir özürlü gibiydim. Beynimden bir ur alınmıştı ve iyi davranılmam gerekiyordu. Bazen ben bilerek kavga çıkarmaya çalışsam da hiçbiri oralı olmuyordu. Sonunda vazgeçtim ve hastanenin kralı gibi davranılmayı kabul ettim. Küçük Şeytanlar artık aklımın ucunda bile yoktu. Kimse bana halüsinasyon konusunda tatmin edici bir şey söylememiş olsa da, gayet açıktı ki onlar ameliyatın bir yan etkisiydi. Đyileşince de ortadan kaybolmuşlardı. Düşüncem tam olarak buydu ve ben bir şeye kafamı çok takan biri değildim. Anlık yaşardım, her şeyi dalgaya alırdım ve hayalet görsem, “Gel abi okeye dördüncü lazımdı,” diye karşılardım. Ta ki bir hafta sonu bir süpermarket kasiyerinin omzunun arkasında görene kadar... Kendimi marketten dışarı zor attığım o güne kadar…
15
Şeytan Avcısı
Ayrıntılı açıklamaya gerek görmüyorum ama bir doktordan çok, acilen doktora ihtiyacı olan birine benzediğim o an kalpten gitmediğime seviniyorum. Tümör beynimde kalıcı hasar mı bırakmıştı? Tekrar mı ameliyat olmam gerekecekti? En kötüsü, bu bir sanrı değil miydi yoksa? Ertesi
gün
hastanede
yapılabilecek
tüm
testleri
yapmam
ve
sapasağlam çıkmam geriye iki seçenek bıraktı. 1-Delirmiştim. 2-Onlar gerçekti.
***
Küçük şeytanları bir kez daha gördüğümde seçenekler teke indi. Onlar gerçekti.
***
Bir adam geldi acile. Bacağından bıçaklanmıştı ve başının yanında bir küçük
şeytan
taşıyordu.
Sedyeyle
ameliyathaneye
kaldırılırken,
ağza
alınmayacak küfürler ediyordu. Birini gebertmek istediği aşikârdı ve o küfürlerini sıralarken küçük şeytan kulağına sürekli bir şeyler fısıldıyordu. Onun arkasından kolundan yaralanmış başka bir adam geldi, onda da şeytan vardı. Sargılı kolunu tutarken bir yandan da koşa koşa sedyedeki adamın peşinden gidiyordu. Anlaşılan adamlar hınçlarını daha alamamışlardı ve yanında gelenler onu tutmasaydı, hastane içinde bir rezalet çıkabilirdi.
16
Gökcan Şahin
Şeytanları gözledim. Her küfürde, her öfke nöbetinde kızıl renkleri koyulaşıyordu.
Ve
bu
durumda
daha
da
güçlendikleri
gözlerinden
okunuyordu. Neyle karşı karşıya olduğum artık aşikârdı: Kötülükle beslenen yaratıklar. Günler, haftalar, aylar geçti. Şeytanları gittikçe daha sık görmeye başladım. Umursamamaya çalışıyordum; ama olmuyordu. Kötülük de onlarla beraber yayılmaktaydı ve ben hâlâ bir kahraman olmaktan uzaktım.
***
Beyin ameliyatımdan yaklaşık bir sene sonra, bir intihar vakasıyla durum çok daha farklı bir noktaya geldi. Serkan Koroğlu adında henüz yirmi iki yaşında sakat bir gençti intihara kalkışan. Bir trafik kazasında bacaklarını kaybetmişti ve sol tarafı da kısmen felç olmuştu. Fare zehriyle intihara kalkışmış, annesi durumu zamanında fark edince ambulansı aramıştı. Hastaneye getirilince zaman kaybetmeden midesini yıkayıp serum verdik. Hayati tehlikeyi atlatınca da bir süre misafir ettik. Ona bakan doktor bendim. Serkan’a başlarda soğuk davrandığımı kabul etmeliyim. Çünkü tiksindiğim küçük şeytanlardan onda da vardı. Rengi epey koyulaşmıştı, belli ki gencin intihara kalkışmasında büyük rolü olmuştu; yine de amacına tam ulaşamamış gibi bir hâli vardı. Belki de Serkan’a yaptırabileceği tek şey intihar etmesini sağlamaktı, ama başaramamıştı. Gördüğüm öteki şeytanların aksine gence hiçbir şey fısıldamıyordu. Belli ki buradan çıkmasını bekleyecekti. Đlk defa o yaratıklardan biri benim kontrolümdeki bir hastanın omzundaydı ve birkaç gün onu gözleme şansını bulacaktım. Pek umudum
17
Şeytan Avcısı
olmasa da, belki zayıf bir noktasını bulur ve genci onun elinden kurtarırdım. Ama Serkan benden önce davrandı. Midesinin yıkanışının iki gün sonrasıydı. Serkan o dalgın vaziyetten yavaş yavaş kurtulmuş, bu eksik bedeniyle ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi hâle gelmişti. Durumunu bir kez daha kontrol etmek için odasına girdim. Sadece Serkan’ın değil, küçük şeytanın da… Sol omzunun üstündeydi ve hemen hemen hiç kıpırdamıyordu. Gözleri donuktu ve hiçbir yere bakmıyor gibiydi. Belki de uyuyordu. Gözlerimi yaratıktan kaçırıp Serkan’a döndüğümde gözümün içine dik dik baktığını fark ettim. “Orada, değil mi?” diye sordu. Gözbebeği şeytanın durduğu tarafa hafifçe kaydı. Bir şey demedim ama şaşkınlığımı fark etmiş olmalıydı ki bunu “evet” olarak kabul etti. Çok hızlı bir hareketle sağlam olan sağ kolunu sol omzuna doğru savurdu. Şeytan ya uyuyor olduğundan ya da çok şaşırdığından kıpırdayamadı bile. Serkan’ın eli, yaratığın ince ve kıvrak kuyruğunu yakalayıverdi. Yaratık uyanmıştı ve beynimi inleten tiz çığlıklar atıyordu. Serkan yüzünü buruşturdu. Kulağını kapamak için büyük bir istek duyduğuna emindim, ama şeytanı bırakmadı. Kaçmaya çalışan yaratığı görüş alanına çekti. “Demek bana bunu yaptıran sendin,” dedi fısıltıyla. Şeytan inlemesini kesmişti ama hâlâ kaçmaya çalışıyordu. “Sen,” dedim kekelememeye çalışarak. “Sen de görüyor musun onu?” Anlamsız bir soruydu kabul ediyorum, ama o şaşkınlıkla aklıma başka bir şey gelmedi. Cevap alakasız oldu: “Kaçmak üzere! Sol kolumu kıpırdatamıyorum, yardım gerek.”
18
Gökcan Şahin
Bilinçsizce gittim yanına. “Ne yapabilirim ki?” diye sordum. “Onu gördüğünüze göre, siz de tutabilirsiniz. Ben tek elimle tutamıyorum.” Serkan benden on yaş gençti, ama kendimi çocuk gibi hissettim o anda. Ne yapacağımı bilemedim. O iğrenç yaratığı görmek bile istemiyorken ona
dokunacaktım
şimdi.
Ama
yaptım.
Serkan
kuyruğundan
tutup
çekiştirirken yaratığı gövdesinden yakaladım. Đki elimle sardım. Tuhaf bir duyguydu, tüysüz bir fareyi tutmak gibi. Canlıydı, kıpırdanıyordu ama bizden başkasına görünemiyordu. O sırada biri içeri girip bizi böyle görse ne düşünürdü acaba? “Đple falan mı bağlasak?” dedim. “Olmaz,” dedi. “Her şeyin içinden geçebiliyorlar. Onu görebilenler dışında. Tutmanız gerekiyor. Bir şey deneyeceğim şimdi. Kuyruğunu bırakacağım ve tamamen size vereceğim. Lütfen bırakmayın! Bu çok önemli.” Başımı salladım. “Yüzünü bana çevirin,” dedi Serkan. Çevirdim. Şimdi yaratığın sırtı ve kuyruğu bana dönüktü. O kapkara iğrenç gözleri görmediğim için memnun olmuştum. Serkan yatağında biraz daha doğruldu -zaten oturur vaziyetteydive gözlerini şeytanın gözlerine dikti. “Bana bak şeytan!” dedi. Şeytan homurdandı. “Gözlerime bak!” diye devam etti Serkan. “Sen bana emir veremezsin, ben sana veririm,” dedi yaratık. Đnanılmazdı ama bu fare büyüklüğünde yaratık bir insan gibi konuşabiliyordu. Đnsanların kulaklarına bir şeyler fısıldadıklarını görmüştüm ama gerçekten bir
19
Şeytan Avcısı
şeyler söylediklerine inanmamıştım. Sadece anlamsızca kulaklara üflüyorlar gibi gelmişti. Đnsanı kötülüğe sevk eden sihirli üfürükler… Düpedüz konuşuyordu işte. Erkek sesi miydi, kadın sesi mi, anlamamıştım. Đkisi de değildi muhtemelen. Onu elimde tutarken, bir cinsel organı olduğuna dair işaret de göremiyordum. Kuyruğunun altında anüsü bile yoktu. “Bak gözlerime,” diye tekrarladı Serkan. “Bakmayacağım. Bırak beni Tuncay… Ona güvenme. O şeytanın ta kendisi. Đnsanları zehirleyen bir uyuşturucu taciriyken Âlemlerin Rabbi tarafından cezalandırıldı. Ben Rabbin elçisiyim. Ben kötüleri cezalandıran bir görevliyim. Bırak beni Tuncay, çok büyük günaha giriyorsun.” Serkan kendini savunmaya kalkmadı. Gözleri bile titremedi. Israrla tekrarladı: “Gözlerime bak! Bak gözlerime… Sana emrediyorum, bak gözlerime!” Serkan bunları söylerken ses tonu beni bile korkuttu. Ama beni tek korkutan ses tonu değildi. Normalde kahverengi olan gözleri mavi bir şimşek gibi çaktı o anda. Karanlıktaki bir kedinin gözleri gibi… Çok daha şiddetli… Dışarı taşarcasına. Gözakını bile görünmez yapan gök mavisi ışık saçıyordu. Beyaz perdeli pencereden gelen güneş ışığını bile baskılıyordu bu mavilik. Ve iblis baktı o gözlere. Bu sonsuz ışığın kaynağına dikildi siyah boncuklar. O anda boşaldı ellerim. Bu ani boşlukla iki elim birbirine sertçe çarptı. Çat diye bir alkış sesi çıktı, iki parmağım çıtladı ve özellikle sol elimin serçe parmağımdan bir acı dalgası yayıldı.
20
Gökcan Şahin
Acının kesilmesiyle mavi ışığın kaybolması bir oldu. Serkan nefes nefese, ter içinde ve kanlı gözlerle bana bakıyordu. Dünyanın en yorgun insanıydı o anda. Sırtını yasladı ve yatakta aşağı kaydı. “Uyumam lazım doktor bey,” dedi fısıltıyla. Ve beyaz yorganını sağ eliyle iyice üzerine çekti. Gözlerini kapadı. Onunki kadar olmasa da benim kalbim de hızla atıyor, ellerim engelleyemediğim bir şekilde titriyordu. Kapıya doğru attığım adımla az kalsın düşecektim, çünkü dizlerimin bağı çözülmüştü. Böyle bir ana tanıklık etmek sıradan bir insana nasıl bir etki yaparsa bana da aynı etkiyi yapmıştı. Bir an önce odama gitmeli ve sakinleşmeliydim. Öyle de yaptım. Kimseye görünmemeye çalışarak -bu bembeyaz yüzün ve titreyen ellerin hesabını vermemek için- odama koştum ve kapıyı kilitledim. Yarım saat sonra halı saha maçında ayak bileği kırılmış bir genç gelene kadar odamda ellerimi şakaklarıma dayayıp oturdum.
***
Üç saat sonra yanına gittiğimde kendine gelmiş, eskisinden de güçlü olmuştu. “Hoş geldiniz,” dedi. “Nasıl yaptın onu?” dedim. Neyden bahsettiğimi anlamış olmalıydı. Başını iki yana salladı hafifçe. “Bilmiyorum. Bir an onu yok edebileceğimi düşündüm. Ve nedense bunun gözlerine bakmakla
bir ilgisi olduğu içime doğdu. Sonrası
21
Şeytan Avcısı
kendiliğinden oldu. Đstediğim zaman kesebilirdim ama devam etmesini istedim ve devam etti. O an yaratığın yok olacağını anlamıştım. Öyle de oldu.” Yanındaki koltuğa oturdum ve küçük şeytanlarla ilgili ne biliyorsa anlatmasını istedim. Đşin ilginci o da şimdiye kadar o yaratıklara “küçük şeytanlar” diyormuş. Balkonda oturup dışarıyı seyrederken fark etmiş onların varlığını. Hatta birinde bir genç kızın intihar ettiğine şahit olmuş. Ben de kendi yaşadıklarımı aynen aktardım. Bu konuşmalar bizi birbirimize iyice yakınlaştırdı. Yeryüzünde bu şeytan istilasını görebilen bir tek biz olabilirdik. Veya ikimiz de deliydik. Đki durumda da, anlaşamamamız için hiçbir sebep yoktu. “Yarın taburcu oluyorsun,” dedim, sevinçle karşılamasını bekleyerek. Ama öyle olmadı. Tam tersi üzülmüş gibi göründü. “Sevinmedin mi?” dedim. “Pek de sevinmedim,” dedi. “Şeytanları -en azından bir kısmını- yok edebilmek için buradan daha iyi fırsat olmazdı. Siz yakalayıp getirirdiniz ve ben yok ederdim.” “Bir nevi şeytan avcılığı,” dedim. “Bu arada adım Tuncay. Artık ‘siz’ demene gerek yok. Abi, amca, hala falan demene de gerek yok. Sadece Tuncay de.” Gülümsedi. “Peki,” dedi. “Haklısın, elinden geleni yapmak istiyorsun ama burada kalsaydın da yaptığın boşa kürek çekmek olacaktı,” dedim. “Birincisi onlardan milyonlarca olabilir, ikincisi bir tekini öldürürken bile ne kadar enerji harcadığını biliyorsun.”
22
Gökcan Şahin
“O ilkti, acemiceydi,” dedi. “Bundan sonra o kadar yorulmadan da hâlledebilirim. Denemem gerekiyor.” “Seni en fazla birkaç gün daha tutabilirim. Sonra yine taburcu olmak zorundasın, biliyorsun.” Başını düşünceli düşünceli iki yana salladı. “Bir şeyler yapmam lazım ama elimden bir şey gelmiyor,” dedi. “En azından kalabildiğim kadar kalmak istiyorum burada. Siz de… Yani sen de yardım edersen onlarca iblisi yok edebiliriz.” “Sen bilirsin,” dedim. “Ben elimden geleni yaparım. Gerçi onların o kaygan vücutlarını tutmak hiç hoşuma gitmedi.”
***
Karar alınmıştı. Elimden geldiği kadar Serkan’ı hastanede tutacaktım ve
şeytan
avcılığı
yapacaktık.
Başhekime,
Serkan’a
dair
bazı
komplikasyonlardan şüphelendiğimi söyleyerek taburcu olma süresini uzattım. Annesine de durumu -mümkün olduğunca karmaşık bir şekildeaçıkladım. Ama o da bir hemşireydi ve ikna olması pek kolay olmadı. Eğer Serkan gitmek isteseydi bir dakika bile tutamazdık doğrusu. Ve avcılık günleri başladı. Hastaneye gelen her hastanın omuzlarını kontrol ediyor, gördüğüm şeytanları tuttuğum gibi Serkan’a götürüyordum. Serkan’ın hastanede kaldığı sekiz gün boyunca toplam yirmi dokuz şeytanı bu şekilde yok ettik. Serkan bu işte her geçen gün profesyonelleşiyor ve kendini daha az yorarak daha çok iblisi yok ediyordu. Đkimiz de duruma o kadar alışmıştık ki böyle sonsuza kadar iblis avlayabilirdik.
23
Şeytan Avcısı
Sonsuzluk çok çabuk sona erdi. Sekiz gün sonunda Serkan’ı taburcu etmeye mecbur kaldım. Onu evine gönderirken annesine Serkan’la iyi bir arkadaşlık ilişkisi kurduğumuzu anlattım. Arada bir onu görmeye gelecektim. Annesi sevindiğini söyledi ama oğlunu hastanede uzun süre tuttuğum için bana biraz öfkeli olduğunu görebiliyordum. Haklıydı. Annesiydi sonuçta.
***
Avcılık bitmişti, ama bu bir nevi dünyadaki tüm sivrisinekleri öldürmeye çalışmak gibi bir gayret olduğundan çok da kötü hissetmedim kendimi. Böylesi daha iyiydi belki de. Çocuk daha az yorulacaktı ve boşa kürek çekmekten vazgeçmiş olacaktı. Bir yolunu bulabilseydik şeytanların üretimini durdurmak için bir şeyler yapabilirdik, ama bu konuda elimizde en küçük bir ipucu bile yoktu ki. Kimi zaman şeytanları sorgulamıştık av sırasında. Bir tanesi bile istediğimiz cevapları vermeye yanaşmadı. Sahibinin emrinden çıkamayan birer robot gibi susup kaldılar. Yine sivrisinek örneğine dönersek, onları öldüreceğimizi bir türlü akıllarından geçirmeden etrafımızda dönüp duran arsız sineklere benziyorlardı. Onlara bir şey yapamayacağımızı düşünüyor ve ukalaca davranıyorlardı. Bu davranışları da, bizim amacımıza ulaşmamızı engelliyordu. Annesine ziyaretine geleceğimi söylemiştim, bunu gerçekten de yaptım. Hemen hemen her hafta Avcılar’daki apartman dairesine ziyarete gittim. Annesinin soğuk davranacağını tahmin ediyordum ilk gidişimde, ama öyle olmadı. Tam tersi oğlunu iyileştirdiğim için minnettardı ve çok nazik
24
Gökcan Şahin
davranıyordu. Bu da Serkan’la sürekli iletişimde kalmamız adına olumlu bir şeydi. Ve bir gün Serkan bu iletişimimiz sayesinde belki de onlarca kişinin hayatını kurtaracaktı.
***
Serkan’la tanışalı birkaç ay olmuştu ve aynı hastanede acil serviste çalışmaya devam etmekteydim. Küçük şeytanları görmeye o kadar alışmıştım ki artık görmezden geliyordum. Onlar da beni görmezden geliyordu ve öyle geçinip gidiyorduk. Ama o gün başımıza büyük bir bela açtılar. Sisli bir pazartesi sabahıydı. Hatta yıllardır böyle bir sis görmemiştim. Hastane yolunda arabayla giderken beş metre ötesini göremiyordum. Radyodaki spikerler de sisli havaya dikkat çekiyor, sürücülerin dikkatli olmalarını istiyordu. Hatta feribot seferleri de hava koşulları sebebiyle yapılamamaktaydı. Hastane bahçesine girdiğim hâlde binanın sadece bir siluet olarak görünmesi gerçekten ilginçti. Az sonra hava ısındıkça bu görüntünün değişeceğini
biliyordum
ve
belki
de
yıllarca
böyle
bir
manzara
göremeyecektim. Acil Servis’e girer girmez Ferda Hemşire yanıma geldi ve ilgilenmem gereken üç kişi olduğunu söyledi. Bir trafik kazasından gelen iki hafif yaralı adam ile kulağına böcek kaçtığını söyleyen genç bir kız günün muhteşem (!) geçeceğini gösterir gibi beni bekliyorlardı. Đki adamdan biri sisli yolda direksiyon hâkimiyetini kaybetmiş ve başka bir araca yandan çarpmıştı. Şimdi iki arabanın şoförü de oradaydı. Neyse ki kavga gibi bir durumla uğraşmak
25
Şeytan Avcısı
zorunda kalmadım. Kulağına böcek kaçtığını söyleyen kız haklıydı. Đri bir böcek kızın kulağına tırmanmış ama bir türlü dışarı çıkamamıştı. Önce böceği öldürmesi için Lidocaine adlı anestetik sıvıyı damlattım, sonra da bir cımbızla aldım. Kız sanki ağır bir ameliyat geçiriyormuş gibi endişeliydi ve babası ikna etmese cımbızı kulağına sokturmayacaktı. Bu vakalardan sonra ortalık biraz sakinleşti. Diğer doktor arkadaşım Yusuf’un gelmesiyle rahatladım ve yarı uyanık hâlimden kurtulmak için bir bardak Nescafe aldım. Elimde bardakla pencere kenarına gelip dışarıdaki sisi kontrol edecekken bahçede kıyamet koptu. Đki el silah sesi ve hemen ardından gelen bağrışmalar birazdan içmeyi planladığım kahveden çok daha etkili bir şekilde kendime getirdi beni. Acil’in giriş kapısı hızla açıldı ve siyahlar giyinmiş silahlı altı adam içeri daldı. Kar maskeleri falan yoktu, kendilerini gizlemeye gerek görmüyorlardı. Đkisi kapının hemen yanında saf aldı. Diğer dördü etrafa dağıldı ve silahlarını bana ve yanımdaki iki hemşireye çevirdiler. Pek şaşırtıcı olmayacak ama adamların dördünün omzunda kızıl iblisler sahiplenmişti. “Đçeride kim varsa buraya gelsin!” diye bağırdı kirli sakallı adam. En iğrenç küçük şeytanın onunki olduğunu düşündüm. Odalardan birinde babasıyla beraber gelen ayağına cam girmiş bir genç, başka birinde koluna kaynar su dökülmüş bir kadın olduğunu biliyordum ve Yusuf ile Ferda Hemşire onların yanındaydı. Yanımdaki iki hemşireyle beraber sekiz kişi olacaktık. Yusuf ve Ferda hemen hemen aynı anda çıktılar dışarı. Ellerini kaldırıp oldukları yerde kaldılar. “Başka kimse yok mu lan içeride?” dedi aynı adam.
26
Gökcan Şahin
“Đki hasta var,” dedi Yusuf. “Onlar da çıksın!” “Ama…” “Çıksınlar lan, asabımı bozmayın sıkarım kafanıza!” Burnundan soluyordu ve gözleri irileşip küçülüyordu. Bu adamın ciddi psikolojik problemleri vardı. Her an her şey beklenirdi onun gibilerden. Yusuf odadan içeri seslendi ve ayağı kesilen genç tekerlekli sandalyeyle yüzü bembeyaz bir hâlde koridora çıktı. Sandalyenin ardında da babası göründü. Diğer tarafta da kolu sargıya alınmış başörtülü kadın çağrılmayı beklemeden geldi. “Bu kadar mısınız?” “Evet,” dedim. “Çiğdem Doktor nerede?” “Ne?” “Çiğdem Doktor diyorum, sağır mısın?” Anlaşılan adamlar ilk buldukları kapıdan girmişlerdi ve Çiğdem’in de burada olacağını sanıyorlardı. Oysa Çiğdem hastanede olsa bile eğer beni görmeye gelmemişse kendi bölümünde olurdu. “Çiğdem yok!” dedim. “Ne demek yok lan!” “Bugün hastanede değil demek.” “Sus lan ukala herif,” dedi. “Hemen ara, buraya çağır. Hepinizi gebertirim yoksa, hepinizi.” Son cümleyi söylerken gözlerini sekizimizin de üzerinde dolaştırdı ve kimi kırık, kimi çürük dişlerini vahşi bir köpek misali sergiledi.
27
Şeytan Avcısı
“Ne istiyorsunuz Çiğdem’den?” “Sana ne lan, sana ne! Ara gelsin, o kadar.” “Bir dakika… Siz o hastanın yakınlarısınız değil mi? Kürşat denen adamın…” Bir anda durumu anlamıştım.
***
Çiğdem bir beyin cerrahı olarak işini gayet iyi yapan bir doktordur, fakat çeşitli sebepler ve bazı şanssızlıklardan dolayı bir beyin ameliyatının iyi gitmeme olasılığı her zaman vardır. Kalp ameliyatlarıyla birlikte en ciddi cerrahi operasyonlar olduğundan başarı şansı da nispeten düşüktür ve hastanın masadan kalkamama olasılığı göz ardı edilemez. Bu durum Çiğdem’in başına da pek çok kez gelmişti. Böyle bir ölüm hastanın yakınından sonra en çok Çiğdem’i üzüyordu. Ağlaya ağlaya yanıma geldiği zamanları biliyordum. Bu durum en son dört gün önce yaşanmış ve Çiğdem o günden beri moral bozukluğundan hastaneye dahi uğramamıştı. Ve yokluğu onun hayatını kurtaracaktı. Bir beyin ameliyatındaki başarısızlıktan sonra hasta yakınları suçu doktora atmaya meyillidir, ama bu kısa bir süre için olur. Çünkü ameliyattan önce riskler hakkında iyice bilgilendirilmişlerdir. Đlk acıyla doktora sövüp saysalar bile çok geçmeden sakinleşirler. Oysa o gün fena hâlde psikopat bir aileye denk gelmişti Çiğdem. Ameliyat sonrasında yardımcılarından biri hasta yakınlarına ölüm haberini vermeye geldiklerinde ciddi bir saldırıya uğramışlardı. Hasta şiddet
28
Gökcan Şahin
eğilimli (ve sonradan öğrendiğimize göre pek çok suçtan sabıkalı) bir çevreye sahipti. Üç iri yarı adamın saldırısıyla hastane birden karışmış, güvenlik görevlileri onları zar zor dışarı çıkarmışlardı. Adamlar dışarı çıkarken bile tehditler savuruyordu. Çiğdem ise yanımda gözyaşlarını tutamadan bana yaslanmıştı. O an için avutmayı başarsam da kendine iyice gelmesi için zamana ihtiyacı olduğunu biliyordum. Dört gün geçti ve olay kısmen unutuldu. Ama bunun sadece bizim için geçerli olduğunu hastaneye yapılan silahlı saldırıyla öğrenecektik. Bu serseri ordusu hastaneyi bastığında ve güvenlik görevlilerini yaralayıp Acil’i birbirine kattıklarında, hastanın yakınlarının hiç de unutkan olmadıkları anlaşılacaktı.
***
Adam uzun adımlarla yanıma geldi ve silahını kafama dayadı. “Telefonunu çıkar ve kadını ara!” diye kükredi. Adamın bağırışıyla kulağım çınlarken cebimden telefonumu çıkardım ve Çiğdem’i aradım. “Ne diyeyim?” diye fısıldadım. “Sizi rehin aldığımızı söyle. Gerçekleri anlat. ‘Buraya gelmezse bizi öldürecekler’ de.” Başımı salladım hafifçe ve yorgun bir sesle, “Efendim Tuncay,” diyen Çiğdem’e cevap vermeye çalıştım. “Çiğdem, çok kötü bir şey oldu…” “Kötü bir şey mi –” “Geçen gün ameliyatta ölen adam vardı ya… Kürşat.” “Evet?”
29
Şeytan Avcısı
“Onun yakınları burada.” “Yakınları mı orada?” “Evet Çiğdem. Seni istiyorlar… Ama şey…” Adam elimden telefonu kaptı ve silahı başımdan çekmeden konuştu. “Çiğdem Doktor! Hemen hastaneye geleceksin. Hemen şimdi! Yoksa burada kim var kim yoksa geberteceğiz. Anlaşıldı mı?” “…” “Anlaşıldı mı lan!” “…” “Güzel… Acele et.” Çiğdem’in ne dediğini duymamıştım ama belli ki yola çıkıyordu. Bunu idrak etmem, hislerimde herhangi bir değişikliğe sebep olmadı. Üzülecek ya da sevinecek bir şey yoktu. Beklemek zorundaydım. Sadece beklemek.
***
Polisler ve haberciler hastanenin etrafını sarmış, amansız bir bekleyişe koyulmuşlardı. Bizi rehin alan adamlara her türlü uyarı yapılmış ve hiçbir sonuç alınamamıştı. Alınsa şaşardım, diye düşünüyordum. Bunlar polislerden korkup hemen teslim olacak olsalar neden bizi rehin alsınlar ki? Silahlı adamlar çıkageleli yirmi dakika olmuştu ve Çiğdem’in hastaneye ulaşması yarım saati bulurdu. Peki ne yapacaklardı bu adamlar Çiğdem’i? Elbette büyük ihtimalle kendi ölülerine karşılık kurşuna dizeceklerdi. Sonra da paşa paşa hapiste yatacaklardı. Peki gelmezse ne olacaktı Çiğdem? O zaman da bizi kurşuna dizerlerdi. Başka bir zaman da Çiğdem’in ölüsü bulunurdu bir
30
Gökcan Şahin
yerden… Ne yapmalıydım? Nasıl çıkabilirdim bu işin içinden? Şu küçük şeytanlar olmasa belki de yumuşayacaktı adamlar, çünkü belli ki onları bu yola teşvik edenler onlardı. Özellikle kirli sakallı elebaşlarının şeytanı. Serkan burada olsaydı bu şeytanları yok edebilir miydi acaba? Belki yeterince yaklaşabilirse olabilirdi. Dört tane üst üste yok edebilir miydi emin değildim; ama son zamanlarda çok kolay hâllettiğine göre mümkündü. Bir anda onun da yanımızda esir olmasını arzuladığımı fark ettim ve kendime kızdım. Ya bu işin şeytanlarla alakası yoksa? Onlar olmasa da Çiğdem’den kurtulmak istiyorlarsa? Đşte bunu bilemezdim. Şeytanlar Çiğdem’in gelmemesini istiyor, diye düşündüm. Çünkü o durumda sekiz kişi ölecek ve daha da büyüyecekler. Çiğdem sadece bahane… Aklım karmakarışıktı ama tek bir kurtuluş umudu görünüyordu bu karmaşada. O da şeytanların yok olması. Bir şekilde Serkan’ın buraya gelmesini sağlayabilseydim… Eğer televizyon izliyorsa olayı görmüş ve yola çıkmış da olabilirdi. Sakat hâliyle de olsa gelirdi, biliyordum. Annesini sağlık ocağından çağırır gene gelirdi. Ama haberi yoksa hiç umut yoktu. Aklıma bir fikir geldi o anda. Serkan’a mesaj atıp durumu bildirebilirdim. Telefonumu almışlardı ama Yusuf’unkini kullanabilirdim. Ama bana bakmadıkları bir an yapmalıydım bunu. Bir iş karıştırdığımı anlarlarsa tüm telefonları toplarlardı. Ayrıca acele etmeliydim, çünkü tahminen yirmi beş dakika sonra Çiğdem hastaneye varmış olacaktı. Tabii telefon ettiğim an yola çıktıysa. Serkan’ın buraya varmasıysa taksi tutarsa on beş dakikadan uzun sürmezdi. Ama annesini çağırmasıyla kaybedeceği zamanı da düşünmem gerekiyordu.
31
Şeytan Avcısı
***
Adamlar bizi cam kenarında bir yerde toplamışlardı ve dışarıdaki hengâmeyi görmemiz pek zor olmuyordu. Đnsanlar bir futbol maçı izliyorlarmış gibi hevesle bizim tarafımıza bakıyorlardı. Hastanenin hemen hemen bütün doktorları beyaz önlükleriyle olayı izliyor, onlarca kamera bizi çekiyor, mavi-kırmızı ışıkları döne döne yanan polis araçları sessizce pusuda bekliyorlardı. Kalabalığın uğultusu bize ulaşmasa da varlığını hissediyordum. Tıpkı boş bir dersteki öğrencilerin hışırtılı uğultusu gibi. “Yusuuuf,” diye fısıldadım. Sesim kısık bir ıslık gibi çıkmıştı ama Yusuf duydu ve bana baktı. Sağ elimi kulağıma götürüp telefon işareti yaptım. Yusuf hemen anladı, etrafa göz gezdirdi ve bakan kimsenin olmadığını görünce telefonunu yerden bana sürükledi. Yerden aldığım an berbat bir his üzerime çöreklendi. Çok önemli bir şeyi unutmuş olmanın verdiği his. Serkan’ın telefon numarasını ezbere bilmiyordum ki! Telefonu hemen cebime attım ve çaresizce gözlerimi yere diktim. “Nerde kaldı lan bu orospu karı!” diyen sesi duyunca beynimde mavi bir şimşek çaktı. “Bir daha arayayım isterseniz,” dedim. Kayıtsız görünmeye çalışmıştım ve başarmıştım da. “Ara bakalım,” dedi adam hiçbir şeyden şüphelenmeden ve cebine atmış olduğu telefonumu bana fırlattı. Zaten neden şüphelenecekti ki? Polisi mi arayacaktım?
32
Gökcan Şahin
Telefonu havada kaptım ve hemen mesaj kısmına girdim, Serkan’ın numarasını bulup mesaj kısmına “TV” yazıp gönderdim. Mesajı alır almaz televizyonu açmasını ve olayı görmesini umuyordum. Daha uzun bir mesaj atmak isterdim ama zamanım yoktu. Çiğdem’in numarasını bulmaya çalışıyor gibi gözükmeliydim, bu da bana sadece birkaç basımlık zaman veriyordu. Mesajı attıktan sonra Çiğdem’i aradım. Yoldaydı. Yarım saat sonra hastanede olacaktı. Lütfen bize bir şey yapmasınlardı.
***
Her saniye bir tel saçımın beyazladığını hissettiğim, aşırı stresle yüklenerek geçen bekleme süreci başlamıştı. Polis arada bir uyarılarını yineliyor, adamlara ne istediklerini soruyordu. “Partimize bir arkadaş bekliyoruz,” dedi elebaşı bir seferinde. “O gelince her şey çözülecek merak etmeyin.” “Kimin gelmesini istiyorsunuz?” diye sormuştu polis lafı kıçından anlayarak. “Sizden bir şey istediğim yok geri zekâlı!” diye kükremişti elebaşı. O an o durumda olmasaydım bu lafa gülerdim. Ama durum o kadar belirsizdi ki kendimi kaktüse oturmuş bir adam gibi hissediyordum. Çok rahatsızdım. Serkan mesajı almış mıydı? Aldıysa ne demek istediğimi anlamış mıydı? Anlamışsa televizyondaki haberi görmüş müydü? Haberi gördüyse ve
33
Şeytan Avcısı
benim rehin alındığımı öğrendiyse onu buraya çağırdığımı idrak etmiş miydi? Etmişse gelebilecek miydi? Yola koyulduysa zamanında yetişebilecek miydi? Sürekli kafamda dönüp duruyordu bu sorular. Bu zincirin bir halkasında en ufak bir aksaklık her şeyi mahvedebilirdi. Ya Serkan cep telefonunu salonda unutmuş, balkonda kitap okuyorsa? Düşünceler ciddi anlamda nefesimi kesiyordu. Bazen nefes almayı unuttuğumu fark ediyor, hızlı hızlı soluyarak telafi ediyordum. “Đçeridekiler! Hâlâ isteğinizin ne olduğunu öğrenmeyi bekliyoruz,” dedi polis megafonu. “Bunlar harbi lavuk ha,” dedi kapıdakilerden biri kedi gibi mırıldanarak. Elebaşı bağırdı: “Doktor Çiğdem…” Bana döndü: “Soyadı ne lan kadının?” “Canıtez. Çiğdem Canıtez.” Tekrar dışarı bağırdı: “Doktor Çiğdem Canıtez geldiğinde onu içeri bırakacaksınız. Anlaşıldı mı?” Polis bir süre cevap vermedi. Belli ki etraftaki doktorlardan Çiğdem Canıtez hakkında bilgi alıyorlardı. “Neden onu istiyorsunuz?” dedi megafon. “Siz karışmayın. Sadece o gelince içeri gönderin.” “Onu gönderince diğer rehineleri bırakacak mısınız?” “Evet!” Diyalog burada kesildi. Şimdi harıl harıl düşünüyor olmalıydılar. Ve tabii söz konusu doktorun yolunu gözlüyorlardı. Hadi be Serkan, hadi!
34
Gökcan Şahin
***
“Ya operasyon yaparlarsa?” diye fısıldadı Ferda. “Đşimiz şansa mı kalacak?” “Bence yapmazlar,” dedim. “Çiğdem gelmeden yapmazlar. Büyük ihtimalle onu gönderip bizi kurtaracaklar. Sekize karşı bir.” “Sonra ne olacak?” “Dilim varmıyor ama ya Çiğdem’i öldürürler ya da polisler erken davranıp operasyonla kurtarır.” Herkes önüne döndü. Yaşamlarının son nefesleriymişçesine derin derin soludular. “Yarım saat geçmedi mi lan?” dedi haydutlardan biri ötekine. “Yirmi beş dakika olmuş,” dedi diğeri saatine bakarak. “Beş dakikaya gelmezse,” dedi elebaşı, “tek tek öldürürüz bunları.” Elinde silahıyla volta atmaya devam etti. Omzundaki iblis de onunla birlikte bir sağa bir sola gidip geliyordu. Adamı bir adımında bile yalnız bırakmak istemiyordu sanki. Yaklaşık üç dakikalık mutlak bir sessizlikten sonra dışarıda bir hareketlenme oldu. Tüm dikkatler polislere çevrildi. Polislerin arasından uzun kahverengi saçlı, zayıf bir kadın göründü. Çiğdem gelmişti. Birazdan ne olacaksa olacaktı. Ölüm ve yaşamın birleştiği çizgideymişim gibi hissettim kendimi. Yarım saat ileriye bir yolculuk yapabilsem ne görecektim? Kan gölüne dönmüş bir oda mı olacaktı burası yoksa sevinç gözyaşlarının aktığı bir bayram yeri mi? Sadece yarım saat ileriyi görebilseydim çok şey görmüş
35
Şeytan Avcısı
olacaktım. Belki de ben ölecektim. Beynimdeki tümör beni öldürememişti ama küçük şeytanların gaza getirdiği öfkeli bir hasta yakını hayattan çekip alacaktı beni. Belki sis bombaları atılacaktı birazdan. Öksürük sesleri beyaz dumanın içine yayılacak, adamların silahından çıkan serseri kurşunlar dehşet saçacaktı. Şu ayağına cam battığı için gelen çocuk pisipisine gidecekti ya da koluna kaynar su döktüğü için koşa koşa gelen şu masum kadın. Ya da hâlâ hayatının baharındaki Ferda. Diğer iki hemşire belki de. Yusuf iki çocuğunu yetim bırakıp giderdi hayatın adaleti yoksa. Galiba en iyisi benim ölmemdi. Birisi ölecekse ben ölmeliydim. Ne bir çocuğum vardı, ne dünyaya verecek herhangi bir şeyim. Karımdan çoktan boşanmıştım, gelecek bu Acil Servis’in tuhaf kokusuydu benim için. Ben buraya aittim sanki ve burada ölmeliydim. Hadi polis abiler, atın şu gaz bombasını. Ben de atılayım şu herifin üstüne. Öleceksem de öleyim, diye düşündüm. Ve bunu düşünür düşünmez kendimi sakinleşmiş buldum. Bedenimi uyuşturan ölüm korkusu yitip gitmişti. Artık
kalbim
hızlı
çarpmıyordu,
nefesim
tıkanmıyordu
ve
dizlerim
titremiyordu. Adrenalin salgılamayı bırakmıştı böbreküstü bezlerim. Ölüm yakınsa yakındı. Kimin umurunda?
***
Çiğdem geliyordu. Elinde megafon olan polis onun kolundan tutmuş, güvenlik bandının bu tarafına geçirmişti.
36
Gökcan Şahin
“Doktor Çiğdem geldi!” diye hışırdadı megafon. “Onunla konuşmak istediğiniz neyse konuşun ve rehineleri bırakın!” “Gönderin onu!” dedi elebaşı. Mamasını isteyen bir köpek gibiydi. Verin mamamı! “Ne söyleyeceksen söyle, gelmesine gerek yok,” dedi polis. Elebaşı öfkelendi. Hızla yanımıza geldi ve hemşirelerden birini alıp kapıya yanaştı. Dışarıdakiler şeffaf kapıdan olanları görebiliyorlardı. “Doktoru göndermezsen hemşire ölür,” dedi. Hemen arkasındaki küçük şeytan, adama hararetle bir şeyler söylemeye başlamıştı. Yoksa kızı öldürmesini mi öğütlüyordu? Kapıda bekleyen adamlardan birini yanına çağırdı ve zar zor duyabildiğim şu cümleyi fısıldadı: “Doktora nişan al, öleceğinden emin olduğun mesafeye gelince kafasından vur.” Böbreküstü bezlerimin molası buraya kadarmış. Adamların Çiğdem’i öldüreceklerini anlayınca tekrar adrenalin üretmeye koyuldular. Üstelik bu seferki ağzımda tuhaf bir tat oluşturacak kadar güçlüydü. Bağırmak istedim. “Çiğdem gelme, kaç!” demek istedim. Ama sonuçlarını kestiremediğim bir şeydi bu. Hepimizi kurşuna dizebilirlerdi birkaç saniye içinde. Dört silah çevriliydi üzerimize. Đkişer atışta işimizi bitirirlerdi. Üstelik Çiğdem’e de ateş edeceklerdi can havliyle. Ve dışarıdaki masumların da canı tehlikeye girecekti. Çıkar yol bulamıyordum. Ve polisler Çiğdem’i göndermek üzereydiler. Çiğdem gitmek için yalvarıyordu. Polis şimdilik izin vermemeye çalışsa da sadece birkaç saniye sürecekti bu. Çiğdem ellerini kaldırıp bize doğru
37
Şeytan Avcısı
yürüyecekti ve yeterince yaklaşınca beynini kurşunu yiyecek oracıkta yere yığılacaktı. “Bırakın kadını gelsin!” diye bağırdı elebaşı dışarıya. “Önce rehineleri dışarı sal!” “Doktor geldiği an bırakacağız hepsini. Sekize karşı bir. Neyini düşünüyorsunuz hâlâ?” Küçük şeytan adamın kulağına haykırıyordu adeta. Ne yaptırmak istiyorsa ikna etmek üzereydi. “Size nasıl güveneceğiz?” dedi Polis. “Eeeh, gönder lan şu orospu karıyı! Ne uzatıyorsun!” “Sakin ol…” “Göndersene şu kadını artık!” diye tüm gücüyle bağırdı adam. Dişlerini öyle sıkıyordu ki gıcırtısı bana kadar geldi. “Anlaşmaya çalışıyoruz!” “Göndermiyor musun? Sen bilirsin!” dedi adam ve hemşirenin kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti. Etrafa önce silahın sesi, ardından genç hemşirenin beyin parçaları, onun ardından da bir şok dalgası yayıldı. Bana epey uzun gelen bir süre kimse bir şey yapmadı. Hemşirenin yere düşüşü dışında en ufak bir hareket olmadı. Gözkapakları bile kapanmadı bir süre. Sonra dışarıdan bir çığlık geldi. Ardından ikincisi. Đnsanlar kaçışmaya başladılar. Kimi kendini yere attı, kimi polis arabalarının ve ambulansların arkasına sığındı. Yanımdaki rehineler bağırmaya ve ağlamaya başladılar. Çiğdem yerinde donakalmış bakıyordu. “Gebert kadını,” diye kükredi elebaşı, kapıdaki adamına.
38
Gökcan Şahin
“Çiğdeeem!” diye bağırdım gırtlağımı yırtarcasına. Hareket etmeliydi, yoksa ölecekti. Büyük ihtimalle o kargaşada sesim ulaşmadı ona, ama beni duymuş gibi kendini polislerin arkasına attı. Kapıdaki haydut aynı anda tetiğe bastı ve polisin megafonu elinden düştü. Omzundan kan sızmaya başladı. Diğer polisler hemen onu arkaya taşıdılar. “Allah belanı versin!” dedi elebaşı adamına. Ve silahını çekip kafasına boşalttı mermileri. Kendi adamını bile rahatlıkla harcayabiliyordu artık. Omzundaki kızıl şeytan artık kara şeytandı ve kötülüklerin efendisi gibiydi. Adamı tamamen etkisi altına almıştı. Yusuf ayağa fırlayınca elebaşı koşarak yüzüne bir yumruk yapıştırdı ve yere indirdi. “Oturun oturduğunuz yerde,” diye hırıldadı. “Sıra size gelmedi daha.”
***
“Đçeridekiler, hemen teslim olun!” dedi megafon. Bu kez megafonun başında başka bir polis vardı. “Hadi lan ordan! Çiğdem’i gönderin yoksa diğerlerini de gözümü kırpmadan gebertirim. Đlk olarak da bu güzel hemşireyi!” Bu kez yanında Ferda Hemşire vardı. Bu gidişle hepimizi tek tek öldürecekti psikopat herif. “Tamam, geliyorum,” dedi polislerin arkasından ağlamaklı bir kadın sesi. “Benim yüzümden başkalarının ölmesine izin veremem.”
39
Şeytan Avcısı
Ve iki polisin arasından güvenlik şeridini aştı. Ellerini kaldırarak bize doğru yürümeye başladı. “Hazır mısın?” dedi elebaşı kapıdaki -ölü olmayan- adamına. “Hazırım. Birkaç adım daha attıktan sonra indireceğim.” “Güzel…” Artık biliyordum. Ne yapacağımı biliyordum. Yusuf’un telefonunu cebimden çıkardım. Başta elebaşının olmak üzere hepsinin dikkati Çiğdem’in üzerindeydi. “Net olarak görebiliyorum,” dedi elindeki silahı Çiğdem’e doğrultmuş ve kendini sadece o yuvarlak delikten görünen kafayı uçurmaya adamış adam. Kafasının yanındaki küçük şeytan da kendini aynı şeye adamış görünüyordu. Ve onu yok edebilecek tek kişi, Serkan Koroğlu ortalıkta görünmüyordu… “Tamam, indir gitsin,” dedi elebaşı. Nefesimi tutup Yusuf’un telefonunu kavradım ve tüm gücümle Çiğdem’i vurmak üzere olan adama fırlattım. Telefon havada süzülürken, Çiğdem bize doğru bir adım daha atıyor, elebaşı simsiyah şeytanıyla birlikte zevkle gülümsüyor, tetikçinin sağ işaret parmağı tabancanın tetiğine yeterli basıncı uygulamaya hazırlanıyordu. Telefon adamın sol kulağına çarptı ve yere düşerken çıkaracağı ses silah sesinin içinde boğuldu. Çiğdem yere atladı. Vurulup vurulmadığından emin olamadım ve iliklerime kadar hissettim korkuyu. Geç mi kalmıştım? Adam tetiğe bastıktan sonra mı çarpmıştı telefon ona? Çiğdem ölüyor muydu?
40
Gökcan Şahin
Tetikçi kulağını tutarak bağırdı. Elebaşı, Ferda Hemşire’yi unutup silahı bana doğrulttu. Ama tetiği çekemeden camı delip geçen bir kurşun alnından vurdu adamı. Aynı anda diğer haydutlardan biri de başka bir kurşunla yere yığıldı. Diğer üçü koşarak arkamıza saklandılar. Keskin nişancıların hedef şaşmayan kurşunlarından ancak böyle kurtulabilirlerdi. Silahın birinin buz gibi namlusu şakağıma dayandı. “Şerefsiz, sen attın değil mi onu?” dedi bir ses kulağıma. Bu, koşup arkamıza sığınan tetikçiydi. Đşte Çiğdem iki polis tarafından kaldırılmıştı. Yaralı değildi, ama çok kötü ağlıyordu. “Sabrımız taştı, beyler!” dedi polis megafondan. “Ya hemen teslim olursunuz, ya da canınızı ciddi şekilde tehlikeye atarsınız.” Üç saniye sustu. “Bu son uyarımızdır. Hemen teslim olun! Silahlarınızı bırakın, ellerinizi başınızın üzerine koyun ve dışarı çıkın. Yoksa sonuçlarına katlanırsınız!” “Seni öldürmeden teslim olmayacağım,” dedi Tetikçi kulağıma. “Çiğdem yerine senin kanını dökeceğim.” Evet dökecekti ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Belki de gerçekten ölmesi gereken bendim. Çiğdem yerine ben. Neden olmasın? Diğerleri de kurtulurdu belki. Yutkundum ve gözlerimi kapadım.
***
“Hasiktir ne oluyor lan?” “Sis bombası attılar abi… Ne yapıcaz?”
41
Şeytan Avcısı
“Oğlum nefes alamıyorum,” dedi tetikçi öksürerek. “Ama yerimizde kalalım. Kaçmaya çalışırsak anında enselerler.” “Abi göremiyoruz hiçbir şey!” “Onlar da göremiyor. Rehineler elimizde. Hiçbir bok yapamazlar.” Öksürük sesleri gırla gidiyordu şimdi. Ve nereden geldiği belli olmayan tıkırtılar. Belli ki polisler içeri girmişlerdi ve etrafa dağılıyorlardı. “Yaklaşan olursa rehineler ölür,” diye bağırdı kafama silahı dayamış olan adam. Artık beni öldürmekten çok kendini kurtarmayı düşünüyor olmalıydı. Etrafta o kadar çok ses vardı ki bir cevap geldi mi emin değilim. Bu ses, gaz ve kan karmaşasında boğulacak gibiydim. Birkaç dakika sonra sis dağılmaya başladığında rehinelerin ortadan kaybolduklarını fark ettim. Ben ve tetikçi dışında yakınımızda kimse yoktu. Ama az ileride siluetler belirmeye başlamıştı. Ayakta duran ve başımızda dikilen insanların siluetleri… Filmlerdeki gibi giyinmiş elleri tüfekli özel harekât timi olmalıydı bunlar. Etrafımız çevrilmişti ve iki kişiydik. “Teslim ol,” dedi boğuk bir ses. Ve adam silahı başımdan çekti. Kendimi fena hâlde boşlukta hissettim ve kendimi bir aksiyon filminin finalinde gibi hissettim. Đnanılmazdı ama kurtulmuştum. Tetikçi mucizevî bir şekilde hemen teslim olmuştu. Mucizevî kelimesi aklımdan geçtiği an, polislerin arasındaki adamın omzuna bakmaya çalıştım. Beni yerimden kaldıran bu çaba oldu. Yoksa orada öylece sonsuza kadar oturabilirdim.
42
Gökcan Şahin
Gerçekten de yoktu. Adamın omzu boştu, şeytan gitmişti. Bu da demek oluyordu ki…
***
“Kusura bakma, geç kaldım.” Bir şey diyemedim. O kadar karışık duygular besliyordum ki. Bir tarafım kafasını kırmak istiyordu Serkan’ın. Çünkü gerçekten çok geç kalmıştı. Ama bir yandan da o olmasaydı ölebilirdim. “Bir hemşire öldü,” dedim sonunda. “Duydum,” dedi. “Ömür boyu vicdan azabı çekebilirim bu yüzden.” “Neden? Neden daha erken gelemedin?” “Đnternette haberi görür görmez gelmeye çalıştım. Biliyorsun annemi çağırmam gerekti. Ama o gelemedi, ben de taksi çağırdım ve taksici sayesinde geldim.” “Tamam da mesajı almadın mı?” “Hangi mesajı?” “Yapma Serkan, o hengamenin içinde sana TV diye mesaj attım. Görüp televizyona bakarsın ve durumu anlarsın diye…” Serkan tekerlekli sandalyesinin cebe benzeyen bir bölmesinden telefonunu çıkardı. “Yoo, gelmemiş mesaj,” dedi. Kaşlarımın arasına ani bir ağrı girdi. Orayı ovalarken mesajın neden gitmemiş olabileceğini düşündüm. Telefonum yanımda olsaydı kontrol
43
Şeytan Avcısı
edecektim ama elebaşının cebinde kalmıştı. Onun cesedi de çoktan götürülmüştü. Ve o an olabilecek tek aksilik dank etti kafama. Serkan’ın cebi yerine ev telefonuna göndermiş olabilirdim mesajı. Đkisi de kayıtlıydı telefonda. Ve ben numarayı kontrol edecek zamanı bulamamıştım. “Galiba,” dedim “senden çok ben vicdan azabı çekeceğim.” “Nedenmiş o?” “Cep telefonun yerine eve göndermiş olabilirim mesajı. O panikle ne yaptığımı hiç bilmiyorum valla.” “Neyse, kader deyip geçelim en iyisi doktor…” “Evet, kader deyip geçelim.”
***
Kader dedik geçtik. Ben ve Serkan için pek bir şey fark etmese de kader bazılarının hayatlarını değiştirdi. Çok iyi tanıdığım biri olmasa da bir iş arkadaşımı, iyi bir hemşireyi kaybettik. Çiğdem beyin cerrahlığını bıraktı ve Đzmir’e ailesinin yanına döndü. Onu o günden beri çok seyrek görüyorum. Umarım orada daha mutludur. Altı saldırganın üçü ölü, üçü sağ olarak ele geçirildi. Bir hiç uğruna hayatları mahvoldu. Serkan yine balkonunda. Kitap okuyor, televizyon seyrediyor, kısa öyküler ve şiirler yazıyor durmadan. Hayatın karanlık yüzünü değil aydınlık
44
Gökcan Şahin
yüzünü görmeye çalışıyor. Küçük şeytanları elbet görüyor arada bir, ama umursamamaya gayret ediyor. Ben ise devam ediyorum işime. Acil’de çalışıyorum ve her gün onlarca hayat kurtarıyorum. Đster omuzlarında şeytan olsun, ister olmasın… Hayat sürüp gidiyor işte.
***
Güneş doğmak üzere. Yaza yaza sabahı etmişim. Güzel bir kutlama oldu doğrusu. Đçelim dostlar. Küçük şeytanlara…
45
KIRILIM 3 ____________________________________________
ŞEYTAN TABLOSU ÖN OKUMA
ÇIRPINMA Doğan Kılıçdar, hayatın eylemsizliğine kapılıp giden (halk arasında ‘yuvarlanıp gitmek’ de deniyordu) on sekiz yıllık yaşamından sonra ani bir kırılımla karşılaştı. Kırılım zamanı 21 Temmuz 2007, kırılım yeri Silivri Semizkumlar sahiliydi ve kırılım sebebi dalgaların öngörülemez çırpınışıydı. Doğan pek çok kez hayatını etkileyen şeylere şahit olmuştu. Dört yıl önce ikinci kardeşinin beşiğinde ateşler içinde öldüğünü gören oydu. (Ve bu olaydan sonra ilk kardeşi Cenk’e daha sıkı sarılmıştı.) Babasını üç yıl önce komşu kadınla yatakta basan oydu. (Okuldan erken gelmiş ve yatak odasındaki anlam veremediği çığlıkların o kadından ve babasından geldiğini görünce şok olmuştu.) Annesinin babasından ayrılmak için mahkemeye çıktığı gün şahitlik yapan oydu. (Hiç tereddüt etmemişti, çünkü babasından nefret ediyordu artık.) Evlerine hırsız girdiğinde onu fark eden ve ani hareketiyle hırsızın panikle balkondan atlamasına ve iki ayak bileğini birden kırmasına sebep olan yine oydu. Ve şimdi bir yaz günü, yüzmeyi çok iyi bildiği hâlde sanki onu almak için özel bir çaba gösteren dalgaların arasına sürüklenen de Doğan’ın ta kendisiydi.
***
Annesi her zamanki gibi, “Fazla açılma,” demişti ama Doğan da her zamanki gibi kana kana açılmıştı. Küçüklüğünden beri yüzme kurslarına gidiyor, denizle ve suyla sürekli haşır neşir oluyordu. Artık okyanusun ortasında bile kalsa hayatta kalabileceğine inanıyordu. Birçok konuda (özellikle sosyal konularda) kendine güveni düşük olan Doğan kendini bu sayede denizlerin efendisi olarak görüyor ve var olduğunu anımsıyordu. Bir kölenin efendisini yutacağını nereden bilebilirdi ki? Kabul ediyordu, deniz o gün epey dalgalıydı. Yağmur yağmasa da gökyüzünde kalın gri bulutlar kol geziyor, suyu koyu lacivert bir çarşafa benzetiyordu. Altında uykusu kaçmış bir devin dönüp durduğu koca bir çarşaf… Annesi ve Cenk denize gelmemeyi bile düşünmüşlerdi. Ama Doğan yazlığa gelmişken bir gün bile denize girmemeye tahammül edemezdi. Đsterse kar yağsın, yine de girecekti. Sonunda annesini de hiç olmazsa kumsalda oturması için ikna etmişti. Ağaçları bir o yana bir bu yana savuran sert rüzgâra rağmen inmişlerdi sahile. Doğan tereddüt etmeden açılmıştı yine. Cenk de iyi yüzücüydü ama abisi kadar açılmazdı. Yine kuralı bozmadı ve kıyıya yakın yüzdü. Doğan kendini denizin efendisi olarak hissettiği yere kadar açıldı ve sahile dönüp gülümsedi. Kilometrelerce uzunluktaki sahil görüş açısındaydı. Her şey onun hizmetindeydi sanki. Đstese denizi taşırır hepsini silip süpürürdü. Bu düşüncelerle egosunu tatmin ederken arkasından gelen devasa dalganın farkına bile varmadı. Önce suyun hışırtısı kulaklarını doldurdu, sonra
suyun kendisi. Nefes aldığı an gelen dalga burnundan ve ağzından ciğerlerine doldu. Kendini alt üst olmuş bir şekilde suyun pençesinde buldu. Bembeyaz köpüklerin arasında neresinin aşağı neresinin yukarı olduğunu anlayamadı. Yüzeye çıkmak istese de hangi tarafa yüzeceğini bilemedi. Döndü, döndü ve döndü. Bir türlü nefes alamadı. Bir türlü oksijeni bulamadı. Hep suyun altındaydı. Ne yaparsa yapsın su onu ele geçirmişti. Kölesi onu alaşağı etmişti. Öksürmek istiyordu, kusmak istiyordu. Ciğerlerini yakan tuzlu sudan kurtulmak istiyordu. Ama nefes de alması gerekiyordu. Hem de hemen. Dayanamadı ve nefes aldı. Ilık ve tuzlu sıvı burnundan geçip tüm bedenini yakarak ciğerlerine indi.
YAZAR HAKKINDA Gökcan Şahin,
3 Eylül 1988’de
Sivas’ta doğdu. Đlköğrenim ve liseyi Đstanbul’da tamamladı. 2006 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi
Elektronik
ve
Haberleşme
Mühendisliği'ne devam ediyor. Her ne kadar ömrü boyunca sayısal bölümlerde öğrenim görse de edebiyat, tarih, felsefe gibi sözel alanlara da ilgi duydu. Yazarlığa 2007’de başlayıp kısa zamanda elliden fazla öykü yazdı. Öyküleri ve yazıları Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü'nün internet sitesinde, Xasiork Dergi’de ve Gölge e-dergi'de yayınlandı. Henüz bir roman bitirememiş olsa da en yakın zamanda yazıp yayınevlerinin kapısını çalmayı düşünüyor. Şu sıralar Ozancan Demirışık’la birlikte, Buzul Dünya adlı sanal yayınevi üzerinden yayınlanan SIFIR serisini yazıyor.