TOZLUTA Kadınca Bilimkurgu Öyküleri 2
YAZAR Sadık Yemni
EDĐTÖR Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ Haziran 2010
Bu e-kitap Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
ÖNSÖZ İKİNCİ ADIM Kadınlara bilimkurgu, paranormal (iyi saatte olsunlar titreşimli) ve fantastik çatımlı öyküleri sevdirmek için attığımız ikinci adımın adı Tozluta. Buzul Dünya yayınları geçen yıl bir ilke imzasını atmıştı. K2rik ve Gece başlıklı Kadınca Bilimkurgu Öyküleri seçkisi, edebiyat dünyamızın nadide bir goncası olarak dijital ortamda gül vermişti. Tozluta birinci seçkide olduğu gibi bağrında altı öykü barındırıyor. Bu öyküler kadın merkezli bir serüven yumağıdır. Komşu kızı, teyzemiz, annemiz, ninemiz ya da sevgilimizin başından geçenler sağlam bir kurgu ve keyifli bir üslupla beğeninize sunulmuştur. Bilim toplumu olma özlemini taşıyan ve sıradan hayatları ansızın kapsayan tekinsiz serüvenleri seven zihinleri, keyifli ve tirildemeli anlar bekliyor. Kadınları hem bu türde yazmaya, hem de okumaya teşvik edecek bu minik adımı bana attırdığı için Ozancan Demirışık’a teşekkür ederim. Hayal Tozu Gölgecisi
Sadık Yemni
İÇİNDEKİLER BEDTEFSİRCİ Sayfa 6
ARAFOR Sayfa 18
TOZLUTA Sayfa 32
DÜŞEN UÇAK MEMURESİ Sayfa 44
İLHAM POLİSİ Sayfa 55
İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU Sayfa 67
BEDTEFSİRCİ Neşe Apartman’ın kapısının önünde duran iki karaltı, bir kahve telvesindeki bedbelirti gibiydi. ’Bir röntgen filmindeki beyin uru izleri’ dense bile yeriydi. “Bayağı dakiksiniz Gülay Hanım.” Orta boylu, keçisakallı, kırk başlarında biriydi bunu diyen. Sağ elinde naylon torba içindeki bir paketi tutmaktaydı. Üç hafta önce falıma bakmış ve hayatım tümden yeni bir mecraya sürüklenmişti. Şimdi bu yeni yolun henüz kat edilmemiş bölgelerini gezecektik. “Bir şey mi var Sıtkı Bey?” “Her şeyi izah edeceğim Gülay Hanım.” Yanında duran genç kadın, her şeyi başlatan kimseydi. Üniversite yıllarından arkadaşım Meral. Yüzünde biraz huzursuz bir ifadeyle bana gülümsedi. Sarıldık, öpüştük. Rosense Dewy parfümünü soludum. Eski kocam Barış biterdi bu kokuya. Apartman kapısını açan elim nedense biraz titremekteydi. Sıtkı Bey’in beni ve Meral’i görmek istemesi hayra alamet bir şey değildi. Đçimden hiç istemememe rağmen bu akşamki randevuyu kabul etmiştim. Akıl kefesinin birkaç gramcık farkla ağır basmasıydı.
Sadık Yemni
Asansörle yedinci kata çıktık. Sıtkı Bey’in keçisakallı yüzü, koyu kahverengi gözleri, ağır ve geri dönüşsüz bir meselenin yakınında durduğumu açıkça belli etmekteydi. Misafirlerimi içeri davet ettim. Sıtkı Bey dün akşam acilen görüşmemizin iyi olacağını söyleyince eve biraz çeki düzen vermiştim. “Yeni koltukların her görüşte gözüme daha güzel görünüyor. Güle güle otur.” Meral uçuk mavi kot kumaştan pantolon, vücudunu sımsıkı saran bordo tişörtün üstüne bordonun tonu ceket giymişti. Uzun bacakları, kumral saçları, duru teni ve simsiyah gözleriyle bir afet değildi asla, ama cazibeli bir kadındı. Gittiğimiz her yerde dikkati çekerdi. “Sağ ol canım.” Meral ve Barış’la burada son kez birlikte oturup konuştuğumuz zamanı hatırladım. O anları hiç özlememiştim. Barış’la boşanmak üzereydik. Kadının yanında epey tartışmıştık. “Ne içersiniz?” “Pasta getirdim. Đnşallah tadını beğenirsiniz.” Saat dokuz buçuğu beş geçmekteydi. Yemek sonrası randevusuydu. “Neli?” diye sordu Meral. Bu işe bulaşmaktan ve şu anda burada olmaktan memnun değildi. Yüzünden açıkça okunmaktaydı. Ama pasta hastasıydı. “Çikolata ve vişneli,” dedi Sıtkı Bey. Lacivert ince yazlık ceket, siyah tişört, krem rengi pantolon giymişti. Yüzünde saygılı, kadınlara mesafeli bir tavır vardı. Bakışları kadınlara has yuvarlak çıkıntılarda hiç oyalanmıyordu.
7
Tozluta
“Viyana usulü,” dedi Meral. Yüzü şenlenmişti birden. O kadar pasta yiyip de bu ince endamında kalması haksızlıktı doğrusu. “Ben kahve içerim. Varsa yanına Tia Maria.” “Ben sadece kahve rica edeyim lütfen.” Pasta paketini yanıma alıp mutfağa gittim. Nazaneli Pastanesi’nden alınmıştı. Đnce, beyaz karton kutuyu açtım. Pastanın görünüşü nefisti. Ben Meral gibi şanslı bir yapıya sahip değildim. Metabolizmam stratejik yerlere yığınak yapmaya çok meraklıydı. Tek parçayla yetinecektim. Giderken, kalan pastayı Meral’e verirdim. Evde cazip kalori bombası tutmayı istemiyordum. Şimdilik iyi giden hafif çekimli diyet programımı bozabilirdi. Filtre kahvenin kokusu çıkmaya başlamıştı. Đçeriden misafirlerimin konuşmaları geliyordu. Meral, adamın randevu isteme nedenini çok merak etmekteydi. Cep telefonumla bir numaraya mesaj yolladım. Birkaç saniye sonra geri cevap geldi. Telefonu mutfak masasının üzerinde bıraktım. Pasta kutusu, bıçak, şeker, süt tozu, tia maria dolu iki kadeh ve fincanları büyükçe bir tepsiye koyarak içeri gittim.
Meral balkondan serinlik gelmesine
rağmen ceketini çıkarmıştı. Arkadaşımın dümdüz beline imrenerek baktım. Đkimiz de yirmi dokuz yaşındaydık. Aynı boydaydık, ama ben on bir kilo daha ağırdım ondan. Tabaklara birer parça pasta koyarak servisi yaptım. Kahve fincanlarında kaşıkların çıkardığı sesler bitince sanki anlaşmışız gibi Meral’le adamın yüzüne baktık. “Đlkeler önemlidir,” dedi Sıtkı Bey. “Size bu nedenle daha önceden söyleyemedim.”
8
Sadık Yemni
Bu defaki sessizlik bir fırtına öncesi işaretiydi. Adamın yüzü ciddileşmişti. Đki dakika içinde pastasının tamamını silip süpürmüş olan Meralle bakıştık. Sıtkı
Bey’i
onun
vesilesiyle
tanımıştım.
Kendi
tabiriyle
bir
Bedtefsirci’ydi. Yakın gelecekte gerçekleşebilecek olumsuzlukları görme yetisine sahipti. Meral bir yakının tavsiyesiyle adamın yaptığı bir seansa katılmıştı iki ay kadar önce. Adam ona ufuktaki bir sorundan söz etmişti. Ateş yakınına gelecekti. Falda ateş çıkmıştı. Üç gün sonra, Pazar günü, çamaşırları yıkarken elektrikler kısa devre yapmış ve evde yangın çıkmıştı. Meral panikle apartmanı ayağa kaldırınca soğukkanlı üst kat komşusu evindeki tüplü söndürücüyle gelerek yangının büyümesini engellemişti. Adam sayesinde zarar çok sınırlı kalmıştı. “Bir bedtefsirci asla yaklaşmakta olan bir ölümü engellemeye kalkmaz. Ecele karşı çıkmaz. Bunu yaparsa Allah ona verdiği hassayı geri alır.” Birden içim iyice soğudu. Bütün bedbelirtilerin gerçek anlamı olduğunu idrak etmenin şokundaydım. Meral tabağına ikinci pastayı koymuş ve ilk lokmasını çiğnemekteydi. Đki şeyi ihtirasla bir arada yapmaktaydı. Anlatılanların bir kelimesini kaçırmadan dinlemekteydi. Bu arada ağzındaki tat yoğunluğunu sabit tutmak için uğraşmaktaydı. Likörünü bir hüplemede içmişti. “Bu tür bir sorun mu var Sıtkı Bey?” dedim. Adam içini çekerek başını salladı. Ciddi, anlayışlı, üst katlarla ilişkisi sağlam olan kimselere has huzur dolu yüzünde minicik bir aykırılık belirip
9
Tozluta
kaybolmuştu. Gözlerinin sathında beliren bir ince hesaplılık cilası ya da yeniden ölçüp biçme diyebileceği bir şey. Yanılıyor da olabilirdim tabii. “O gün geldiğinizde, size bir yakınınızla ilgili kötü bir gelişmeden söz etmiştim. Böyle bir şey gerçekleşti mi?” “Annesi,” dedi Meral benim yerime. “Annesine kanser teşhisi kondu.” Sonra bana bakıp gülümsedi: “Đyi ama şimdi değil mi?” Meral’in ballandırmasıyla Sıtkı Bey’e gitmiş ve bir yakınım hakkında kötü bir haber alacağımı duymuştum. Meral’le çikolatalı pasta sevmek dışında birçok ortak yanımız vardır. Birlikte işletmeyi bitirdik. O birinci oldu, ben de ikinci. Sinemaya gitmeyi daima çok sevdik. Satranç oynamayı da. Falın her türüne düşkün olmak da bunlardan biriydi. Hâlâ aynı firmada çalışmaktayız. Đkimiz de bekârız. Çocuğumuz yok henüz. Benim ondan tek farkım bir buçuk yıl süren bir evlilik denemesi geçirmiş olmamdı. Bu yönde dahi bazı müşterek hallerimizin olduğunu düşünülürse Meral’le hayat boyu arkadaş kalacağım söylenebilirdi. Bu akşamı atlatabilirsek tabii. “Kemoterapi geçirdi. Şu anda iyi,” dedim. “Geçmiş olsun Gülay Hanım.” “Teşekkür ederim. Sorun nedir Sıtkı Bey?” Adam bir lokma alıp gerisine el sürmediğim pastaya baktı. “Beğenmediniz mi yoksa?” dedi. Başımı olumsuz anlamda salladım. “Çok lezzetli.” Pastamdan iri bir lokma alıp ağzıma attım. Tadı nefisti sahiden. “Sizi dinliyorum.” “O gün falınızda iki tekinsiz belirti vardı. Birincisi çıktı. Annenize teşhis konmuş. Đkincisi ecelle ilgiliydi. Bunu söylemeye yetkim yoktu.” “Benimle mi ilgili?” dedim.
10
Sadık Yemni
Meral’le bakışlarımız karşılaştı. Yüzünde yorgun bir ifade belirmişti. Sanki ne dendiğini tam anlamamış gibiydi. “Evet. Birisi sizi öldürmeye azimli. Bunu yakın bir zamanda gerçekleştirecek.” “Bunu niye şimdi söylüyorsunuz?” “Bir bedtefsirci ecele karşı çıkamaz demiştim. Bu kesin bir kuraldır. Bir sınır, son vardır ama. Bedtefsirci rüyasında üç kertenkele görürse en son tefsir yaptığı kimsenin meselesine müdahil olur. Mesleğine böyle veda eder. Dün gece rüyamda üç kertenkele gördüm. Son tefsir yaptığım kimse sizdiniz. Böylelikle...” “Kim?” dedim korkuyla. “Adını bilmiyorum. Bir erkek. Uzun boylu. Kel kafalı. Şişmanca biri. Beyaz takım elbiseli. Böyle birini tanıdınız mı?” Hem de nasıl tanımaktaydım... Đsmet Özbay. Anneme babasından kalan arsayı satın almak için tehdit de dâhil otuz altı takla atmış adi herifin tekiydi. Meral’e baktım. Arkadaşım sol tarafına yığılmış kalmıştı. Bayılmış gibiydi. Hırıltılı bir şekilde ağzından nefes almaktaydı. Panik nedeniyle yerimden doğrulmak üzereyken, adamın ceketinin içindeki kılıfından çektiği ucu susturuculu tabanca nedeniyle durakladım. Popom tekrar koltuğun zeminine değdi. “Siz onun nesi oluyorsunuz?” “Bravo, çok işlek bir zekânız var. Meseleyi hemen çaktınız.” Başımda hafif bir ağırlaşma belirmişti. Pastanın içine bir şey konmuştu. Tertibatın bu kadarını tahmin etmem mümkün değildi.
11
Tozluta
“Ben Đsmet’in kardeşiyim. Aynı baba farklı annelerden olduğumuz için soyadlarımız farklıdır. Annenizin arsasını verilen çok iyi fiyata rağmen satmamanız çok büyük hataydı Gülay Hanım.” “Şarlatan bir tefsirci olarak bazı şeyleri iyi tahmin ettiniz.” Adam bu şartlar altındaki rahat konuşma şeklimden şüphelenmişti. Gözleri, beynimin içine girmek istercesine suretimi tarıyordu. “Kısa devre kontağını biz ayarladık,” dedi. “Arkadaşınız fal doğru çıkınca bir falkeş olan size ballandıra ballandıra benden söz etmesi kaçınılmazdı.” “Ona sizi kim tavsiye etti?” “Karım.” Meral bir ara sözünü etmişti. Saunada tanıştığı bir kadındı. Demek o da oyundu. “Peki annem?” “Anneniz sizden habersiz bazı testler yaptırmıştı. Orada, ince barsak kanserinin o sırada kesin olmayan belirtileri vardı. Bunu biliyordu. Hem sizi üzmemek, hem de ’üzerine konuşmazsa gerçekleşmez’ beklentisiyle sustu. Hastane kayıtları nerelere servis ediliyor bir bilseniz...” Meral’e baktım, ağzından hırıltılar yükselmeye devam ediyordu. Başımın ağırlaşması artmıyordu. Demek ki yeterli miktarda pasta yememiştim. “Bu kadar tertibat niye? Bu şekilde arsayı mı ele geçirmeyi planladınız?” “Ben gerçek bir medyumum Gülay Hanım. Bazı şeyleri hissederim. Bu nedenle size bu yoldan yaklaştım. Üstünüzden bir araba geçirmek ya da bir kapkaççıya kurban etmek çok daha basit bir işti, ama...”
12
Sadık Yemni
Tabancanın karnıma çevrik namlusuna baktım ve, “Sağ kalmam daha elverişliydi,” dedim. Eğer ben de pastadan yeterli miktarda yeseydim şimdi koltukta yığılmış kalmış olacaktım. Bu tarafta da soru işareti yüklüydü. “Đki şey yapabilirsiniz Gülay Hanım. Yanımda kontrat var. Onu imzalar, araziyi en son verilen miktara satarsınız. Ben çeker giderim.” “Ya da?” “Bu silahla biricik arkadaşınızı vurur ve ömür boyu hapse girersiniz.” “Meral çok yakın arkadaşımdır. Bunu yapacağıma kim inanır?” Keçisakallı adam sırıttı. “Ahir zamanda cinayet işlemek için sebepler çok çeşitlendi. Barış Bey’le ilişkisi vardı. Bunu duyunca çok sinirlendiniz ve kendinizi kaybedip onu vurdunuz.” “Barış Bey’le neredeyse iki yıldır ayrıyım.” “Meral öyle bir şey yapmaz demiyorsunuz yani?” Barış cinsinden dar beyinli, maymun iştahlı biriyle evlenmem hayatımın en büyük hatası, ilk arızasının akabinde tüm yalvarmalarına rağmen hemencecik boşanmam da en akıllıca davranışımdı. Meral’e Barış’la yatıp yatmadığını açıkça sormuştum. Bundan bir yıl önce. Bodrum’a iki bekâr genç kadın olarak tatile gittiğimizde. Çakır keyifti. Gözümün içine bakarak aralarında flörtist cilveleşmelerden öteye gitmediğini söylemişti. Doğru söylediğini iliklerimde hissetmiştim. “Yapmadı.” “Buna inanmanız mümkün değildi. Önceden de pastasına yüklü miktarda Seraquel koyup bayılttınız.” “Hem tabanca hem de Seraquel bulabildim yani?”
13
Tozluta
“Seraquel çok kolay elde edilebilen bir ilaç. Eczacı bir tanıdıkla hiç zor değil. Kırmızı reçete ama çoluk çocuğun bile elinde. Tabancaya gelince: Rahmetli amcanızın size tabanca kullanmasını öğrettiğini, çok nişancı olduğunuzu şimdiye kadar kaç kişiye anlattınız?” Dedikleri doğruydu. Babam ben iki yaşındayken ölünce amcamın himayesine girmiştik. Silahları çok seven, zengin bir koleksiyonu olan biriydi. Meral kalbinde bir kurşunla bulunduğunda silahın üzerinde benim parmak izlerim olursa, öyküdeki garip yanlar fazla dikkati çekmezdi. “Hapse girersem araziyi elde edemezsiniz.” “Zaman alır. Doğru. Hesabımız, sizin hapis hayatını ve arkadaşınızın ölümünü istemeyeceğiniz üzerine kurulmuştur. Ne diyorsunuz?” Eğer kontratı imzalayınca adamın peşimizi bırakacağını bilsem, bütün nefretime rağmen bunu yapardım, ama bu kumpası kuranların bizi sağ bırakmak isteyeceklerini hiç sanmıyordum. “Đmzalamayacağım,” dedim kendimden emin. Adamın yüzü asılmıştı. Tepkimi çok beklenmedik bulmaktaydı kuşkusuz. Ben şimdi sersemlemiş, ağlamaklı bir vaziyette bizi bağışlaması için yalvarıyor olmalıydım. Tabii önce kontratı imzaladıktan sonra. Ayağa kalkınca, hareketleri bana endeksliymiş gibi o da doğruldu. Tabancanın namlusu kalbime yirmi santim kadar yakındı. “Üç kertenkele dediniz. Bu uydurma bir öykü müydü?” Adamın tereddüdü hoşuma gitmişti. Tavırlarıma anlam veremiyordu. Parmağı tetiği çekerse işim bitikti. Saniyeler aktı. “Doğruydu. Niye sordunuz?”
14
Sadık Yemni
“Benim hakkımda araştırma yaptınız. Silah seven amcam, çapkın ve sabık kocam Barış falan. Đlk erkek arkadaşımla altı yıl birlikte olduk. Onun ne iş yaptığını biliyor musunuz?” Sıtkı Bey’in sessiz kalması karanlık bir bölge işaretiydi açıkça. “Her çeşit gözetleme kamerası. Şu sıralar en popüler olanları, bir telefon hattıyla görüntüyü bir yere nakleden kameralar. Đki kilometre çaplı bir alanda sorunsuz çalışıyor. Bu arada videoda hiç sinyal yitimine neden olmuyor. Dome kamera adını duydunuz m? Minik bir kubbecik.” Elimle oturma odasının aynasının kıvrımlı süslerinden birini işaret ettim. “Biri şurada. Diğeri hole girişte kapıya çevrik. Bir saattir online. Söylediğiniz her şey, yaptığınız hareket, şu anda Allah bilir kaç kişi tarafından izleniyor ve kaydediliyor. Kasetle gündem değiştirme devrindeyiz. Youtube devrimi var. Erişimi dolaylı da olsa. Telefonumla eve girerken sistemi etkinleştirdim. Dün siz beni arayıp önemli bir şey için görüşmek isteyince eski sevgilimden rica ettim. Sağ olsun kırmadı. Eli öyle alışık ki, sistemi kurması bir saat sürmedi. Şu divanda teşekkürlerimi sundum ona.” “Blöf yapıyorsun.” Karşılıklı duruyorduk. Adamın yüzü allak bullaktı. Her an sıcak bir kurşun tenime değebilirdi. “Telefonum mutfakta. Neden orada durduğunu merak ediyor olmalısınız. Bir şey daha... Erkek arkadaşım dükkânını ilk açtığında ismini ne koymuştu biliyor musunuz? Üç timsah. Üç erkek kardeşlerdir. Babaları onlara ’Timsahlarım’ der hâlâ. Sonra tanınınca ismini değiştirdi. Timsah kertenkele değil, ama çok andıran bir hemcinsi. Rüyanız gerçekleşti Sıtkı Bey.”
15
Tozluta
Sıtkı gidip aynanın üzerindeki minik kamerayı izledi. Açısını kontrol etti. Bana dönmeden önce, tabancasını kılıfına yerleştirdi. Bu hareketi çok aşamalı bir büyü gibiydi. Meral oturduğu yerde kımıldandı ve hafifçe ıhladı. Ayılıyordu. “Şimdi ne olacak Gülay Hanım?” Şu anki yayını kimsenin izlediği falan yoktu. Eski erkek arkadaşımın ana hard diskine depolanan çok ciddi bir delildi yalnız. “Hemen giderseniz, yarın öğleden sonra yazıhanenize gelip kontratı imzalayacağım. Yüzde yirmi fazla ödeyeceksiniz. Şu son bir saat içinde bana çektirdikleriniz için. Anlaştık mı?” “Size nasıl güvenebilirim?” “Hislerinize danışın.” Hayati saniyeler aktı geçti. Sıtkı Bey kararını vermişti. “Tamam. Yarın 14.00’de yazıhanemizde. Dediğiniz koşullarla bu işi halledeceğiz. Ben şimdi gidiyorum. Siz arkadaşınıza bir öykü uydurun.” Adamı hole kadar geçirdim. Kapıyı açıp gitti. Ön camdan dışarı baktım. Sarı BMW’sine binerek çekti gitti. Meral ayılmak üzereydi. Hemen pastayı alarak tuvalete attım. Sifonu çektim. Kâğıdını buruşturarak çöp tenekesine tıktım. Geri döndüm. “Ne oldu bana ya?” “Alerji haplarınla pasta bir arada dokundu herhalde.” “Đlk defa başıma geliyor. Sıtkı Bey nerede?” “Gitti.” “Mesele neymiş?”
16
Sadık Yemni
“Bir kötücül şey daha varmış falımda, ama benimle ilgili değil. Birini tarif etti. Bir erkek. Barış sandım önce. Ama tipi, özellikleri falan tam tutmuyor.” Meral’in haklı olarak alnı kırışmıştı. Bir minik test için tam zamandı. “Sana bir şey soracağım. Bu konu... kapandı gitti, ama bu gece falda ayrıntılı bir şekilde bahsi geçince şey yapayım dedim. Sen gerçekten yatmadın Barış’la, değil mi?” Meral eliyle midesini tutarak yüzünü buruşturdu. “Onu da nereden çıkardın şimdi Allah aşkına?” Đlk kez yüzde yüz emin oldum doğru söylediğine. Aklı tam yerinde değildi. Kurnazlık ve rol kesme kapasitesi iyice kısıktı. “Sence o pasta mı dokundu bana?” Başımı salladım ve gülümsedim. Yarın gidip o baş belası kontratı gerçekten imzalayacaktım. Meral’e beş, yok on yıl sonra anlatırdım olan biteni. Đnanacağını hiç sanmıyorum. Bazen gerçeğin algısı insana ağır gelir ve başını kurgudan yana çevirir.
Amsterdam, Haziran 2010
17
ARAFOR Koridorun damarlarıma zerk ettiği sıvı gerilimin kıvamını tasvir etmem imkânsız. Kurumuş kan rengi badanalı, dar ve alçak tavanlı yerde ayak seslerim tuhaf bir yankı yapmakta. Sanki hemen önümde ve arkamda aynı anda atılan iki çift adım daha var. Arkama bakmamak için kendimi güç tutuyorum. Bana verilen teknik tavsiyelerden en birincisine uymaktayım. Arkaya bakmak pişmanlıktır. Pişmanlara burada geçit yoktu. Korkuyorum, heyecan midemde vakum, ama asla pişman değilim. Adımlarımı seve seve atıyorum. Yapmaya kalkıştığım şeyi candan benimsemiş durumdayım. Sol tarafta şu ana kadar rastladığım yegâne kapı belirdiğinde, koridorun sonuna varmama iki metre kalmıştı. Penceresiz çıplak duvara bakarak içimi çektim. Önünde durduğum koyu kahverengi kapının üzerinde bir isim etiketi yok, ama doğru yerde olduğumu derinliğine hissediyorum. Parmaklarım kapının tahtasına vurduktan birkaç saniye sonra kapı aralandı. Lacivert pantolonlu, beyaz gömlekli, orta yaşlı bir adam kapıyı açtı. Bembeyaz gür saçlı, orta boylu, enerjik bakışlı biriydi. Kalbim büyümüştü sanki birden. Göğüs kafesimi zorlamaktaydı. “Hoş geldin. Seni beklemiyordum.”
Sadık Yemni
Adam kollarını açınca ona sarıldım. Bunu yaparken sol elimde turuncu renkli bir şemsiye tuttuğumu fark ettim. Holde yürürken ayırtında değildim. Hiçbir zaman bu renk bir şemsiyem olmamıştı. Bu koridorda yürümenin azizliklerinden biri olmalı. Kapının iç tarafındaki duvara dayadım. “Arafor’u kolay buldun mu?” “Neyi?” “Đneceğin doğru durağı?” Gözlerim dolmuştu. Az kalsın hüngür hüngür ağlayacaktım. Kendimi güçlükle tuttum ve, “Evet,” dedim. “Metroyla geldin, değil mi?” “Evet.” “Bu saatte tenhadır.” “Öyle.” “Gel şöyle oturalım.” Đçinde bulunduğumuz mekân, eski usul iki beyaz vapur koltuk ve küçük bir sehpadan ibaret eşyaya sahipti. Tabanı beyaz mermer döşeli, sekiz metreye sekiz metre ebatlarında bir stüdyoydu burası. Mutfak olarak kullanılan bölümdeki evyenin üzerinde kocaman bir semaver durmaktaydı. Đlkel bir uzay aracı maketi gibi ışımaktaydı bulunduğu yerden. Koltuklardan birine oturdum. Beyaz saçlı, iri kahverengi gözlü adam sevecenlikle beni süzdü ve, “Çay içiyoruz değil mi?” diye sordu. Başımla onaylayınca semaverin yanına gitti. Ve pirinç musluğundan kız belli iki bardağa çay doldurdu. Çay bardağının sıcaklığın parmaklarımda hissedince bana verilen teknik tavsiyelerden en başta gelenini hatırladım ve
19
Tozluta
bardağımı sehpanın üzerine koydum. Buradaki ikramları reddetmeyecek, ama bedenime yabancılaşmış molekülleri de dâhil etmeyecektim. “Annen niye gelmedi?” “Son anda çok önemli bir işi çıktı da.” Adam bunu normal buluyormuş gibi başını salladı ve çayından bir yudum aldı. Bir şey söylemesini boşuna bekledim. Tiril tiril beyaz gömleği, diri duruşu ve enerjik bakışlarıyla çok sıhhatli bir görünümü vardı. Altmışı sollamış olmasına rağmen elli başlarında görünüyordu. Bu adam benim babam. Öleli otuz sekiz dakika oldu. Ben onun biricik kızıyım. Şu anda hastanede cesetleşen bedeninin bulunduğu yatağın yanındaki diğer yatakta uzanmış durumdayım. Đkimiz de karmaşık yapılı nöro holografik ölçüm aparatlarına bağlıyız. Bu sayede Arafor Durağı denen yeri bulabildim. Sessizlik sünmekteydi. Tam bir şey söylemek üzerken kapı çalındı. “Birisini mi bekliyorsun?” Babam enerjik bir şekilde yerinden doğruldu. “Komşular. Çok iyiler, ama biraz fazla insan canlısı takılıyorlar.” Kapıya doğru yürüdü. Az önce ölmüş biri için çok diri bir görünümü vardı. Kapıyı on santim kadar araladı. Đçeriye soğuk bir dalga şeklinde bedbelirti rüzgârı esmiş gibiydi. Holde yürürken bir ara hissettiğim gerilimi hatırladım. Fısıltı şeklinde konuşmalar duyuyordum, ama tek bir kelimeyi bile sökememekteydim. Bilmediğim bir dilden konuşuyorlardı sanki. Babam Đngilizceyi iyi bilirdi. Fransızcası da fena değildi. Burada konuşulan dil bunlardan hiçbiri değildi. Araforcaydı belki. Bu da teknik olarak öngörülmüş bir durumdu.
20
Sadık Yemni
Birden bir kelime beynimin içine süzüldü. Sonra diğeri. “Gönder onu.” Babam bu kelimeler sarf edildikten bir saniye sonra dönüp bana baktı. Bakışlarında beni yeniden görüyor, tartıyor gibi bir şeyler vardı. Alnı hafifçe kırışmıştı. Kapıyı örttü ve yanıma geldi. Hiç içmediğim çay bardağına ve yüzüme baktı. Bu konuda da uyarılmıştım. Reset zamanı. Kaldığımız yeri hatırlatacak sözler edilecek. “Metroyla geldim. Kalabalık değildi.” Babam tereddütlü halinden şaşılacak kadar hızla sıyrıldı ve, “Bizim durağı bilenler çoktu,” dedi. Aynı uyumlu hâline kavuşmuştu yeniden. Karşıma oturduğunda yüzü gülüyordu. “Sen Nimet’sin.” Başımı salladım. Gözyaşı bezlerim gıdıklanmaktaydı yeniden. “Çocukken... Seni okula almaya gelirdim. On beş-yirmi kızın içinde yüzü üstü başı kir içinde olan tek kız sen olurdun. Her tarafın yara bere içindeydi sürekli. Çok zeki ve enerjiktin.” “Annem daha çok kızardı.” “Annen...” Babamın alnı kırışmıştı. Az önce son nefesini verdiğinde annemle başucundaydık. Babam içinde bulunduğu komadan bir anlığına sıyrılmış, bize bakmış, bize gülümsemeye çalışmıştı. Dudakları bunu tamamlamaya vakit bulamadan, bakışları donmuştu. Annem
şimdi
burada
olduğumu
bilmiyor.
Ben
babamın
öleceği
kesinleştiğinde Arafor geçişi için gerekli başvuruyu yapmıştım. Haftalar önce. Yapılan testlerden başarıyla çıkınca, anneme belli etmeden bu işe giriştim. Annemin haberi olsa asla izin vermezdi. Bunu iyi bildiğim için
21
Tozluta
kendisine isteğimi açmamıştım. Babamın cesedi yattığı hastane odasından alınırken onu, sağ olsunlar bizi hiç desteksiz bırakmayan iki ablasına emanet ettim ve deneyin yapılacağı bölüme gittim. Annem morgla ilgili bazı belgelerin ayarı için gittiğimi sanmaktaydı. Bugün salıydı. Babamın arzusu üzerine kendisini Cuma günü defnedecektik. “Annen yıkıyordu çamaşırları tabii. Kadın haklıydı yani.” “Doğru. Sen de yaralara iyi pansuman yapardın.” Ölümün düşünceleri
hemen
dört
sonrası
boyutlu
zihin
olarak
bedenden
kaydeden
sıyrılırken
sistem
oluşan
2014’den
beri
bilinmekteydi. Bazı bilim insanları biri çözülen, diğeri normal seyrinde olan iki zihni interaktif olarak birbirine bağlayan şeyin beşinci boyut, bilinç boyutu olduğunu iddia etmekteydi. Ölüm Esnasındaki Zihinsel Đlişki teknolojisi henüz emekleme çağındaydı, ama küresel ölçekte büyük bir heyecan yaratmıştı. Đki yıl sonra, şu anda bütün dünyada bilinen sekiz yüz kırk sekiz başarılı kayıt vardı. Başarı oranı sofistike aparatlara rağmen on binde ikiydi. Bu içinde bulunduğum seyrin kaydı sekiz yüz kırk dokuzuncu olacaktı inşallah. Başarılı seansların kayıtları belli işlemlerden geçtikten sonra sıradan bir DVD oynatıcısında bile izlenebilmekteydi. Youtube’da da dolanmaktaydı bazıları. “Yaralı keçi deyince kızardın bana.” “Öyle.” Bu deneylere karşı çıkanların sayısı az değildi. En başta din âlimleri ve dindar kimseler bu deneylerin yapılmasına karşıydı. Ruhun bedeni terk etmesi işlemini zedeleyeceği ve ruhun doğal evrimini bozacağı görüşü hâkimdi. Deneyleri yaratıcının iradesine karşı gelmek olarak görenler de
22
Sadık Yemni
vardı. Goethe’nin en ünlü eserinde Doktor Faust güç ve teknolojiye sahip olmak için şeytanla anlaşıyor ve ruhunu şeytana satıyordu. Bu durum hatırlatılarak, GDO’ların ardından insanlığın en büyük ruh satışının Ölüm Esnasındaki Zihinsel Đlişki teknolojisi olduğu söylenmekteydi. Ama çamurunda yaratıcının nefesini barındıran insanın bu adımları atmaması mümkün değildi. Đlk sonuçlar açıklandıktan sonra din âlimlerinin bir kısmı fikir değiştirmişti. Yavaşça hâkim olmaya başlayan yeni görüş şöyleydi: Tanrı istemese bunların hiçbirini gerçekleştiremezdik. Yapılan testler ölüme yeni adım atmış kimseyle ilişki kuracak kimsenin mutlaka ruhun ölümsüzlüğüne inanan biri olması gerektiğini ortaya koymuştu. Bunun din ya da kuantum fiziği çıkışlı bilimsel inanç olması pek bir fark yaratmıyor gibiydi. Önemli olan ruhun bitimsizliğine olan inançtı. Ben iki bakışı da içtenlikle benimsemiş bir kimseydim. Koridora besmele eşliğinde ilk olarak sağ adımımı atmış ve bu aşamaya kadar varmıştım. On binde ikiye dâhildim artık. Muazzam bir şeydi. “Hepsi hayal gibi şimdi, değil mi?” Başımla onayladım. Yıllar önce Holografik Evren adlı bir kitap okumuştum. 'Zaman ve mekâna bağlı olmayan elektron bulutları, mini meteorlar, kar tanelerinden ibaret bir hayal âleminde yaşıyor olabiliriz' görüşünü sezgilerim reddetmiyordu. Babam gibi mistik yapılı biriydim. Varlığımın muhteşem bir zihnin bileşeni olduğuna çok samimiyetle inanırdım. Bu bakışa göre, ölüm bilincin bir holografik boyuttan diğerine geçişiydi. Bir âlemden diğerine yani.
23
Tozluta
“Bana çocukken rüyalarını anlatırdın. Yeniden çocuk rüyalarını keşfetmek şey gibiydi... Şey... Đnsana hayatın bitimliliğini unutturan bir yanı vardı.” Rüyalarda da bilinç başka boyutlara yolculuk yapabilmekteydi. Babam bir keresinde sözü edildiğinde buna 'tülden parmaklarımızın uykuda dokunduğu yıldızsal yakınlık' demişti. On iki yaşında falandım. Aklıma kazınmıştı. “Kim kimi rüyasında görüyor diye saatlerce konuşurduk.” Sözlerim, babamı memnun etmişti. Đçinde bir neşe kaynadığında sıkça yaptığı gibi derin bir nefes alıp alt dudağını ısırdı. “Biliyor musun, sen kapıyı
çalınca
varlığını
hissettim.
Buraya
varabileceğini
pek
şey
yapmamıştım. Tahmin yani.” Babam düşüncelerimi okuyordu sanki. Yapılan kayıt denemelerinde, deneklerin çoğu koridora adım attıklarında kopuyorlardı bu âlemden. Doku uyuşmazlığına benzetilen bir ret söz konusuydu. "Çıkış işin en zor yanı," denmişti defalarca. Hiçbir holo-kayıt şu ana kadar giriş ve çıkışın yapıldığı koridoru görüntüleyememişti. Đki holografik âlem arasındaki kayıt dışı boşluk deniyordu buraya. Ünlü bir fizikçinin ‘Tanrının mahrem yolu’ sözcüğü çok popüler olmuştu. Sonuçtan umutluydum. Kendimi tutamayıp yasak olan sorulardan birini yönelttim. “Burası neresi baba?” Sorum, babamı rahatsız etmemişti. Gülümseyerek biraz düşündü. Aklını topluyor gibi bir hali vardı. O sırada yine kapı çaldı. Bana 'bir dakika' işareti yaparak kapıya doğru yürüdü. Bu defa yığılmayı çok açıkça hissetmiştim. Ani bir kararla yerimden doğruldum. “Baba açma kapıyı.”
24
Sadık Yemni
Adamın eli kapının kulpuna birkaç santim kala durakladı. Dönüp bana baktı. “Komşularım... Ziyaretçi sevmezler de pek.” “Kim onlar?” Adamın yüzünde bir şey saklayan ya da endişelenen bir ifade yoktu. “Senin benim gibiler. Sadece dadanıklar biraz.” “Nasıl yani?” “Buradaki her şeye talipler. Daha çok şey gibi... Gemileri söküp parçalara ayıran işçiler var ya. Demiri ergitip başka eşyalar yapıyorlar." Babam mimardı. Ben de onu takip etmiş ve mimar olmuştum. Beraber çalıştırdığımız bir büromuz vardı bir ay öncesine kadar. Bazen gemilerin söküldüğü yerleri ziyarete gider ve çıkan malzemenin işimize yarayan kısımlarını satın alırdık. Đnsanın zihni de böyle bir işlemden mi geçmekteydi ölüm sonrasında? Sökücüler kimdi? Alıcılar peki? “Seninle birlikte Dalgalandım da Duruldum’u söylerdik.” Kafamdaki soruları erteleyip gülümsedim. Babam hem Nilüfer’i, hem de Müzeyyen Senar’ı sevdiği için bu parçayı çok hevesle söylerdi. Annem bize katılmaz, ama gözleriyle bu seanstan mutlu olduğunu belli ederdi. Aile denen nesli tehlikede olan üniteyi pekiştiren nağmelerdi icra ettiğimiz. Yılların ağır ceza avukatıydı. Hislerini asla bu kelimelerle ifade etmemişti haliyle. “Yıllar önce.” “Dün gibi.” Babam hâlâ kapının önünde durmaktaydı. Kapının tekrar çalınmasını bekliyor gibi bir hali vardı. Daha önceki başarılı kayıtlarda, dadanıklara ait
25
Tozluta
kanıtlar vardı. Onların ne olduğu bilinmiyordu. Şu ana kadar tekini bile görüntüleyememişlerdi, ama istisnasız ölen herkes bu şeylerle ilişki kurmuştu. Onlarla bire bir ilişki kurmam yasaklanmıştı. Merakson motorum had devirde çalışmasına rağmen böyle bir fikre sahip değildim zaten. “Buradaki neye talipler baba?” Babam iki elini yana açarak odayı işaret etti. “Gördüğün her şeye.” “Eşya mı yani sadece?” “Buradaki eşyanın tamamı sonradan kurulma. Yapı olarak farklı. Bilmem anlatabildim mi?” Adamın son cümleyi kendine has mizah duygusuyla söylemesi ve sakin duruşundan etkilenmiştim. Korkmuyordu dadanıklardan. Bu çok açıktı. Beynindeki tümör yüzünden ikinci kez ameliyatı ertesinde eve geldiği günü hatırlamıştım. Kesin ölüm teşhisi konmuştu. Biz biliyorduk, o hissediyordu. Sakinlikle karşılıyordu. Altmış üç yaşındaydı daha ve mesleğinin doruğundaydı. Bir yığın parlak fikri vardı. Bunlar şimdi bana miras kalmıştı. Yüzlerce sayfalık çizimler, yarısı okunamayan, aceleci el yazısıyla alınmış notlar... Đlk günler göreceli sorunsuz geçmiş ve mucize bekleyen yanımız güçlenir gibi olmuştu. Ardından zihninin bulanması, hareket etme yeteneğini kaybetmesi ve komaya girme zamanları gelmişti. Aklıma buradaki eşyanın tümünün zihin ürünü olduğu gelince ürperdim. Bedenim bir laboratuar odasında babamınkinin yanında yatmaktaydı. Maddi bedenlerimiz oradaydı. O hâlde dadanıkların talip oldukları şeylere babam ve benim buradaki şekillenmemiz de dâhildi. Turuncu şemsiyeye baktım. Bizden belki de tek farkı konuşamamasıydı sadece.
26
Sadık Yemni
“Neden beni istemiyorlar o zaman?” Babam kapıya kaçamak bir bakış attı. “Kesin bilmiyorum. Sanırım seninle ilgili bir hususiyet nedeniyle olmalı.” Yüz ifadesi çok normaldi babamın. Sanki iyi günlerinde karşılıklı konuşuyor gibiydik. Birden bir şeye ayıktım. Babam öldüğünü bilmiyordu. Bilse üzerine bir laf ederdi. Benim gibi hislenirdi. Hayata çok bağlı, canlı kanlı biriydi sağlığında. Şimdi ne olacak diye endişelenirdi birazcık. Merak ederdi en azından ve bundan söz ederdi. Şimdi niye babamla hastalığı ve ölümü hakkında konuşmamamın tembih edildiğini anlamıştım. Şu anda Đstanbul’daki yegâne Ölüm Esnasındaki Zihinsel Đlişki ekibi tarafından gözlenmekteydim. Nöro holografi bölümü başkanı nöro fizyolog Profesör Hilmi Bezircioğlu ve üç yardımcısının burayı benim yaptığım gibi deneyimleyip deneyimlemediklerini çok merak etmekteydim. “Nasıl bir hususiyet yani?” “Bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok.” Yüzünün sakinliği ve endişesizliği vargımı doğrulamaktaydı. Babam öldüğünü henüz bilmiyordu. Sol bileğimdeki saatime baktım. Rakamları, akrebi ve yelkovanı tek tek seçebiliyor, ama toplamının ifade ettiği manayı sökemiyordum. Beni bu seansa hazırlarlarken daha önceki testlerin ışığında Arafor ortamında en fazla yirmi üç dakika bulunabileceğimi söylemişlerdi. Ben şu anda, duygu olarak en az üç çeyrektir bu odada oturduğum hissine sahiptim. Beşinci boyutun zaman telakkisi normal dünyanınkinden farklı olmalıydı. Burada kalabileceğim zamanın sonuna geldiğimi hissediyordum yalnız.
27
Tozluta
Ayağa kalkıp babama sarıldım. Ben de ömrümü tamamlayıp bilincim bu taraflara geçişlendiğinde kendisiyle tekrar karşılaşabilir miydik acaba? Bunu ne çok istediğimi düşündüm. Holografik evren ve güçlü isteklerin manyetik alanı bir arada kim bilir nelere kadirdi. Manevi ihtiyaçların maddi kazançları hiçlediği noktaydı. Tasavvuf ehli kimselerin yüzyıllardır dedikleri şey belki de buydu. Kâinattaki dalgalardan oluşan senfoninin ruhumuzu kuran nağmeleri. Birden kapı tarafındaki uçuk mavi badanalı duvarlarda irili ufaklı yumrular belirince telaşla irkildim. Babam bakışlarımın yöneldiği yere baktı ve “Dedim sana: Misafir sevmezler.” Gitme anının geldiğini fena halde hissetmekteydim. Tekrar sarıldım babama. Teni, kokusu, bakışları ve konuşmasında en ufak bir garabet yoktu. Tamamıyla kendisiydi. Arafor durağında misafir olan ben değildim. O’ydu. “Gidiyor musun Nimet?” “Evet. Yine gelirim.” Gözlerimin içine sevgiyle baktı. “Aynı durak bulunmaz artık.” Gözlerim yaşlı başımı salladım. “Biliyorum. Hoşça kal baba.” “Hoşça kal kızım.” Duvarda nefes alıp veriyor gibi irileşen küçülen bombelere bakarak kapıya doğru yürüdüm. Kapının kulpuna elim deyince bütün bombeler yok oluverdi. Deli gibi, arkama dönüp sessizleşen babamı görmek istiyordum. Kendimi güçlükle engelleyip kapıyı araladım. Hol geldiğim gibiydi. Nereden ışıklandırıldığı belirsiz, tenha ve tekinsiz. Kapıyı ardımdan örtmeden öylecene aralık bırakıp dışarıya adımı attım ve geldiği yöne
28
Sadık Yemni
doğru yürümeye başladım. Dönüş yolu için aldığım direktifi mırıldanarak yinelemekteydim. “Arkaya bakmak yok. Korkup koşmak ve panik yapmak yok. Allah'ım sen benim aklımı koru.” Koridor bir zıt komutlar alanı gibiydi. Gelişimde hissettiğim şeyler kat kat şiddetlenmişti. Đki ayaklı, soluk alıp veren vehim içi bir ünite gibiydim. Üç adet on yıla sığdırdığım bütün kâbuslarım, travmalarım, korkularım, gelecek endişelerim resmigeçit yapmaktaydı. Her an koridorda bir delik belirip beni yutacak, kıllı, uzun tırnaklı şeytanımsı parmaklar tarafından
saçlarımdan
yakalanacağım
cinsinden
fantezilerle
sarsılmaktaydım. Midem on santimetreküplük bir alana sığışmak için çabalamaktaydı. Dizlerim titriyordu. Neyse ki, bu resmigeçit alayına paralel ilerleyen diğer bir kortej de mevcuttu. Babamın beni küçük çocukken bir yerde salıncakta sallarken attığım kahkahalar, uyumak üzereyken anlattığı öykülerin içimde yarattığı sevildiğim güvenli bir yerdeyim duygusu, dizime pansuman için tentürdiyot sürmeden önce, ‘azcık yakacak, ama sen güleceksin’ demesi cinsinden hoş, insanın içini burkan anılar dizlerimin çözülmesini ve yere yığılmamı engellemekteydi. Adımlarım
ilerliyordu,
ama
holde
çıkabileceğim
bir
kapı
göremiyordum. Kayıt odasındaki ekibin gözleminde de değildim. Bana hiçbir şekilde ulaşamazlardı. Đçimden bildiğim tüm duaları okuyordum. Yol sonlanmıyordu. Koridor sonsuza kadar uzuyor gibiydi. Kayıt odasındaki aparatların ekranında kar tanecikleri olarak belirecek ve sonra dağılıp gideceğim düşüncesi çok berbattı. Neşeli kortejin sesini kısıyordu.
29
Tozluta
Umutsuzca yürümeye devam ettim. Hissedilir bir şekilde takatten kesilmekteydim. Bayılıp kalırsam asla geri dönemeyeceğimi çok iyi bilmekteydim. Gözüm ufkunda hiçbir şey olmayan koridorda, adımlarım ekolu bir vaziyette yürümeye devam ettim.
Saniyeler dakika gibi
ağırlaşmaya başlamıştı. Buralarda bir yerde bitip kalacaktım. Kalbim pişmanlık gülü dikenleriyle çizilmeye başlamıştı ki, beş metre kadar karşımda birisi belirdi. Erkekti. Üniformalıydı. Başında şapkası vardı. “Bilet kontrol bayan.” Az kalsın geri dönüp olanca gücümle koşacaktım. Sesini tanıdım. Babamdı bu.
Yaklaşınca şapkasına rağmen o
olduğunu
anladım.
Fotoğraflarından tanıdığım gençlikteydi. Yirmi başları falan. Lacivert üniforma, uçuk mavi gömlek giymiş ve siyah kravat takmıştı. Filinta gibi bir delikanlıydı. Sol elinde elektronik bir kontrol aparatı tutmaktaydı. “Yolcu musunuz?” Boyun kaslarım irademin dışında hareket etti ve başım 'evet' anlamında sallandı. “Esas ineceğiniz durak neresiydi?” Babamın yüzünde beni tanıdığına değin tek bir işaret yoktu. Đzlediğim korku filmlerinden kalma mirasla maskesini sıyırıp öcü olduğunu belli edecek beklentisi içimde kıpır kıpırdı. “Arafor," dedim ölgün bir sesle. Her an şekil değiştirerek hayatımın en sonuncu kâbusuna dönüşmesini beklemekteydim. Genç adamın yüzü ciddileşti. “Orayı çok geçmişsiniz. Bu kesinlikle yasaktır. Özür dilerim ama size kaçak muamelesi yapmak zorundayım.”
30
Sadık Yemni
Koluma sertçe girip adeta sürüklercesine gittiğim yöne doğru yürümeye başladı. Dilim tutulmuştu. Bir şey diyemiyordum. Çok güçlüydü. Birkaç metre sonra durduk. Duvar renginde bir kapının önündeydik. “Özür dilerim bayan. Bu cezayı hak ettiniz.” Birden mesanelerimin iyice dolu olduğunu hissettim. Altıma kaçıracak kadar korkmaktaydım. Bu adam babam falan değildi. Deney sırasında ölmüştüm belki de. Beni sökücülere teslim edecekti. Adam
kapıyı
aralayınca
hastane
koridorunu
gördüm.
Yeri
tanımıştım. Babamın cesediyle yan yana yattığımız oda az ilerideydi. Çok uzaktan gelen konuşma seslerini duyuyordum. Hol tenhaydı. Kimsecikler yoktu. Hayretle babama baktım. Bir gözünü kırptı ve kolumu çözdü. Kaba etlerimde hafif tekmesini hissettim. Đleriki yaşlarımda bile ara sıra yaptığı bir şeydi. Beni mutlu ederdi. Sevinçle arkama döndüm. Beyaz badanalı hastane duvarından başka bir şey yoktu. Başımı çevirip test odası tarafına baktım. Hâlâ algı televizyonlarındaki karlı bir görüntüydüm. Đçim içime sığmıyordu. Acelesiz adımlarla bedenimle buluşmaya doğru yürüdüm.
Amsterdam, Haziran 2010
31
TOZLUTA Đsmet Berdemir beş gün önce öldü. Bedeni bir buçuk saattir toprağın altında. Katili benim. Hırslı, aşırı kıskanç, acımasız, kötücül ve kendini beğenmiş biriydi. On sekiz yıl önce babamın ölümüne neden olmuştu. ‘Đntikam soğuk yenmesi gereken bir yemektir’ derler. Öyle yaptım. Dindar değilim, ama tanrının varlığına ve onun zihninin bir bileşeni olduğuma inanırım. Sabrımın geçen zamana yaptığı basınç karşıma akıl almaz nitelikte bir imkân çıkardı. Onu kullandım ve babamın katilinin soluğunu kestim. Polisin modern araştırma laboratuarları için tek bir iz bile bırakmadım. Kendisine beslediğim kin herkes tarafından bilinmekteydi. Buna rağmen kimse benden şüphelenmedi. Az önce cenazesinde de bulundum. Dostu azdı. Sevmeyenleri, yüzümde kendi düşüncelerini okumak için beni sık sık süzdüler. Onları hayal kırıklığına uğrattım istemeden. Sakindim. Rahatlamıştım. Sonunda derimin altında tenimi yakan ve kaşındıran zehirli dikenlerden yapılma alt deriyi söküp atmıştım. Mutluydum ve değişimin tadını çıkarmaya hazırdım. Kızlarağası Hanı’nın Cevahir Bedesteni bölümüne girince cenaze nedeniyle kapattığım dükkânımın önünde limon sarısı bir döpiyes, aynı renkte topuklu ayakkabı, takmış takıştırmış orta yaşlı bir kadının
Sadık Yemni
durduğunu
gördüm.
Vitrindeki
eski
parfüm
şişesi
koleksiyonuna
vurulmuştu. Beş yıldır bu mesleğin içindeyim. Nesnelere vurulmanın ne olduğunu iyi bilirim. Hem kendimden, hem de müşterilerimden. “Merhaba, ben de tam gitmek üzereydim.” ‘O nesneden sıyrılma gücüm var’ temennisi sözleri. Đsteğine vites küçülterek fiyatı kırma taktiği. “Tam vaktinde geldim desenize.” Kadının bol fondötenli yüzünde bir gülümseme belirirken, ela gözleri bir tedbirlilik hâliyle ışımaktaydı. Yenilenen algı sistemimle kadının her bir azasına ayrı ayrı bakabilmekte, hepsini bir arada görebilmekteydim. “Hava bulutlu. Yanıma da şemsiye almamışım.” Elimle holün bitimindeki kapıyı işaret ederek, “Daha bir-iki saat yağmaz merak etmeyin,” dedim. Kadın gözlerini yüzümden ayırmadan başını salladı. “Belki...” Kapıyı açıp müşterimi içeri buyur ettim. Çocukluğunu altmışlıyetmişli yıllarda yaşayanlar dükkânımda nostalji zerreleri solurlardı. O sıralarda kullanılan ve çok büyük bir kısmı çoktan çöpü boylamış eşyaları bir arada görenler minik bir gençleşme şokuyla sarsılır, ama talip oldukları nesnenin aslında pek makul olan fiyatını duyduklarında, “Kırk küsur yıl önce beş liraydı ayol,” demeden duramazlardı. Nimet Hanım’ın çantasında sekiz yüz yirmi altı lira vardı. Đstediği şeyin fiyatı sekiz yüzdü. Mümkün olduğu kadar fiyatı kıracak ve sonunda şu elli parçalık parfüm koleksiyonunu alıp evine götürecekti. Sadece çantasındaki paranın miktarını değil, düşünce ekranında kıpırdaşan şeyleri de sezebiliyordum. Geliniyle çok sıkı kapışmışlardı geçen hafta. Pişmandı.
33
Tozluta
Biricik oğlu sevmiyordu böyle şeyleri. Belki buradan artacak parayla kadına da bir şeyler alıp havayı yumuşatmayı deneyebilirdi. Evet. Öyle yapacaktı. Bunları nasıl mı biliyorum? Çünkü Đsmet Berdemir’den ölesiye nefret ediyordum ve onu bertaraf edecek olanla her türlü paktı imzalamaya hazırdım. Tabii böylesini hayal bile etmem mümkün değildi. Sabah uyanınca gözlerimi bir parmak şaklatmasıyla uçuşuverecek bir gerçekliğe açıyorum duygum hâlâ yatışmadı. Aynada eski yüzümün tıpatıp aynısını bulmanın şaşkınlığını yaşıyorum durmadan. Çocukken, evdeki Tokalon marka pudra kutusunun üzerindeki bir resimden korkardım: Tokalon Petalia pudraları kutusunun üzerindeki gülümseyen, saçları siyah küçük bone altında gizli duran, cinsiyetini kestiremediğim kimseden... 1930’larda bir Fransız firma tarafından üretilen pudra kutusunun üzerindeki Pierrot’nun siması rüyalarıma girer ve uykularımın içine kâbus tohumları ekerdi. Sürekli bu kutuyu yok etme hayalleri kurardım. Her şeyi kökten değiştirecek olan çözüm bu kutulardan biriyle geldi. Üç ay kadar önceydi. Meral adında, Alsancak’tan tanıdığım yaşlı bir müşterim, ablası vefat edince ondan kalan bazı eşyaları görmem için bir kısmını dükkânıma getirmişti. Bu kutuyu hayatımdan çıktıktan bunca yıl sonra
tekrar
gördüğümde
eski
korkularım
depreşmedi.
Çocukluk
duygularım travmatik değildi. Unutmuştum hatta. Sadece şaşkınlık. Şaşkınlık ve ‘bir şeyler olacak’ sezgisi. Beynin ücra köşelerindeki bir kaşıntı. Getirdiklerini tümüyle birlikte satın aldım. Karton kutu haftalarca vitrinde durdu. Kimse ne olduğunu bile sormadı. Bol bol bakıyor, ama
34
Sadık Yemni
üzerine konuşmuyorlar gibi bir duygu edinmiştim. Bir gün, seksenine merdiven dayamış bir kadın geldi. Kutunun fiyatını sordu ve paketlememi rica etti. Pierrot resimli kutu gidince kendimi bir garip hissettim. Kızını gelin veren bir anne gibiydim sanki. Dükkânda kapağını açtığım an canlanıyordu sık sık gözümde. Đçinde uçuk kahverengi toz vardı. Bir tutamcık toz. Đçimden gelen bir hisle, tozları çöpe dökmedim. Yıllarca gıda mühendisi olarak çalıştım. Yarım yüzyılda kimyasının, özellikle renginin değiştiğini, biraz topaklandığını düşündüğüm pudrayı görmekten ve dokunmaktan haz duymaktaydım. Evet. O gün ilk kez dokundum. Parmağımın ucunda beliren minik elektrik şoku, bedenim tarafından soğuruluverdi. Hoş bir duyguydu. Susuzken ilk yudum serin suyun boğazdan aşağı inmesi gibi. Aramızda bir bağ oluşmuştu. Travmatik yerden değildi. Zamanında bu kutudan korkmuş ve bunu atlatmıştım. Daha derin, gönle nakışlanmış bir bağ gibiydi. Özlemeye başlamıştım. Bazen sabahları kapıyı açarken o kutuyu masamın üzerinde görebileceğimi hayal ederdim. Đki hafta sonra dükkânıma genç bir bayan geldi. Yanında, kendisi gibi kızıl saçlı olan beş yaşlarındaki oğlu vardı. Đki hafta önce gelen yaşlı kadının torunuydu. Kadın adını söylemişti, ama unutmuştum. Meliha Hanım’ın iki gün önce vefat ettiğini, evde ondan kalan bazı eşyalar olduğunu, istersem gidip bakabileceğimi söyledi. Genellikle eşyalar buraya, ayağıma gelir. Çok özel durumlarda evlere giderdim. O kutunun hatırına, dükkânı kapatıp kadınla beraber gittim. Meliha Hanım, Fuar’ın Lozan kapısına yakın oturuyordu. Hava güzeldi. Yolda sohbet ederek yürüdük. Kadın Meral Hanım’ın ablasını da
35
Tozluta
tanıyordu. Bahsi açıldığında, “Anneannem gibi o da uykusunda öldü. Nefes tıkanması,” dedi. Đkisi de seksenini devirmiş insanlardı. O yaşlarda ölüm her an çat kapı içeri girebilirdi. Çatı katı odasında, Meliha Hanım’dan kalan iki mukavva kutu dolusu eşya vardı. Kadın öldükten sonra torunu ve kocası buraya kaldırmışlardı. Eski takılar, 45’lik plaklar, üstleri kristal cam süslemeli düğmeler ve kozmetik malzemesi kutularından ibaret küçük, zevkli ve para eder bir koleksiyondu. Özellikle de parfüm şişeleri. Kadın bir ara aşağıya indiğinde, yukarıda yalnız kaldım. Üzerinde Pierrot’nun olduğu kutuyu alıp eski ve tozlu bir masanın üstüne koydum. Kapağı açtım. Đçinde o tozları bulamayacağımdan korkmuştum. Duruyordu. Meliha Hanım kutuyu satın aldığında açıp içine bakmamıştı. Ağırlığından boş olduğu belliydi, ama bunu biraz garip bulmuştum. Acelesi var gibiydi. Kadının sonradan bu kehribar rengi granüle tozları görmüş olduğunu düşünmekteydim. Đnsanın yüz elli lira verdiği kutunun içine bakmaması mümkün müydü? Bu tür eşyalara meraklı birinin hele. Parmağımla tozlara dokundum. O tanıdık şokla birden içimde yabansıl bir dirilme hissettim. Aklım ve bedenim hızlı bir değişiklik geçirmekteydi. Đlkinden çok farklıydı. Zihnim, kedinin sırtını kabartması gibi bir teyakkuz haline geçmişti sanki. Kapalı ya da yapışık duran kompartımanlar açılıyordu idrak odamın içinde. Algı gücüm evren gibi hızla genişlemekteydi. Bunu çok açıkça hissetmekteydim. Kendi iddiasız kadın bedenimin içine sığamaz hale gelmiştim. Bedenimin genişleyip büyüyerek çatı katı odasına sığmaz hale geleceğini hayal etmekteydim ki, onu gördüm.
36
Sadık Yemni
Tozun içinden dışarıya süzüldü. Daha doğrusu hep öyleydi, ben bunu görebilir duruma gelmiştim. Đnsan şekilli değildi. Bütün odayı dolduran, her hücreme dokunan bulutumsu bir yaratık gibi algılıyordum. “Gene beraberiz.” “Kimsin sen?” “Bir hayat nüshasıyım. Bu dünyanın mamulâtıyım, merak etmeyin. Evrim eğrisindeki minik sıçramalardan biri.
Kendimle varım. Zihin
etkinliğimin tesirindesin şu anda.” “O iki yaşlı kadın?” “Rüyalarında ahret yolculuğu yaptılar.” “Onları sen mi..?” Zihnimin içinde tozun sesini dinlerken, aşağıya giden kadını hatırlayıp basamaklara baktım. Geldiği yoktu. Keskinleşmiş algılarımla, iki kat aşağıda kadının telefonla konuştuğunu duyabilmekteydim. “Çok yaşlı ve hastaydılar. Beni hissediyorlardı ama ruh kapları çok eskimişti.” “Yani?” “Seni dinledim. Düşüncelerini, hayallerini, gönlünün en kapalı kapılarının arkasındaki paslı sürgülerin çekilme sesini.” Anlattıklarında varlığıma yönelik bir tehdit algılamıyordum. Benden bir şey istediği kesindi yalnız. “Sonra?” “Sana en çok istediğin iki şeyi de verebilirim.” “Neymiş onlar?”
37
Tozluta
“Soğuk ama leziz mi leziz bir intikam yemeği. Bu küçük isteğin. Ve yepyeni bir algıyla zamanın aşındırıcı sürtünmesinden azade olmak.” Bu şeylerden biri bile ruhumu satmam için yeterdi. Körün istediği bir gözdü, vaat edilen bin. Kabul ettim tabii ki. Đki mukavva kutu eşyayı arabama yükleyip dükkânıma götürdüm. Pierrot resimli kutu ise vitrindeki yerini almıştı yeniden. Mazmoz olarak. Đsmet
Berdemir
ara
sıra
dükkânıma
gelir
ve
koleksiyon
malzemeleriyle ilgilenirmiş gibi yapardı. Esas niyeti, hislerimin şiddetini ölçmekti. Çay ikramımı kırmaz, havadan sudan sohbet eder ve çeker giderdi. Gözlerimde ona karşı duyduğum kini okumaktan zevk alan yanı çok belirgindi. Çaresizliğimden keyfi yağ bağlıyordu adeta. Ona olan öfkemin çıkışsızlığından bal yapan bir arı gibiydi. Bundan yapmaktaydı.
on Đnşaat
sekiz
yıl
mühendisi
önce olan
babamla babam,
birlikte
müteahhitlik
ortağından
ayrılmak
niyetindeydi. Đsmet Bey bunu biliyordu. Birlikte yaptıkları son projede inşa edilecek binaları az göstererek, fiyatı kırarak aldıkları bir işi babamın sırtına yükleyerek ortaklıktan çekilivermişti. Babam bu işten inanılmaz zarar etmiş ve o ana kadar sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. Đsmet Bey belgelerde sahtecilik yapmıştı. Đyi bir avukat bunu mahkemede kanıtlayabilirdi, ama zaten kalbi zayıf olan babam daha ilk celsede bulunamadan ölüp gitmişti. Ben o sırada on sekiz yaşındaydım. Tek çocuk olarak mahkemede davayı savunacak en uygun avukatı bulmam mümkün değildi. Annem de bu işlerden anlamazdı. Sonuçta babamın üzerine olan üç daire ve bankadaki parası elimizden gidivermişti. Neyse ki, annemin ailesinden kalan küçük bir geliri vardı da, sokaklarda kalmamıştık.
38
Sadık Yemni
Đsmet Bey’in hislerimin şiddetinden zevk alan yanı takip eden yıllarda
benimle
ilişkiyi
sürdürmesine
neden
olmuştu.
Alsancak’ta
karşılaştıkça benimle babacan bir şekilde konuşurdu. Dükkân açınca, elinde bir buket çiçekle hayırlı olsun ziyaretine gelmişti. Mutluydu. Artık sabit bir yerim vardı. Đstediği zaman gelip hiddetimden ve çaresizliğimden bal üretebilirdi. Sadece bu değildi: Bana bakışlarında şehvetin de izini görebiliyordum zaman zaman. Hayalinde kim bilir hangi hizmetleri vermekteydim. Bunu da belli ederek tiksintimi körüklüyordu haliyle. Tokalon kutusu, cıvayla parlatılmış zokanın ucundaki kıvır kıvır karides gibi baştan çıkarıcıydı. Birçok müşterinin dikkatini çekiyordu. Satın almak isteyenlere, satıldığını bildiriyordum. Sıkça gelen müşterilerimden biri, ‘O halde niye hâlâ vitrinde tutuyorsun?’ deyince alıcının yurt dışında olduğu mavalını uydurmuştum. Sonunda beklediğim şey oldu. Đsmet Beyin bir doksanlık iri yarı kalıbı kapımın önünde beliriverdi. Heyecanımı belli etmemek için onu görmezden geldim ve okuduğum şeye dalmış numarası yaptım. “Tünaydın efendim.” “Đsmet Bey, siz misiniz?” Adamın bembeyaz takma dişleri pırıldadı. “Ta kendisi. Nasılsınız görmeyeli?” Alaycı, kendinden aşırı emin halleri asfalyalarımı attırmalıydı, ama öyle olmadı. Koca göbekli, kart, kurnaz ve kötücül torik, zokanın etrafında dolanıyordu. Kendinden emin görünümümü gizlemek için masamın üzerindeki birkaç şeyi düzelttim ve, “Çay içer misiniz?” diye sordum.
39
Tozluta
Đri mavi gözleri, hâlimde bir yenilik ve başkalık saptamıştı. Merakla parlamaktaydı. “Bugün tıpkı rahmetli babana benziyorsun.” Bu sözleri beni tahrik etmek için kullanırdı ve her zaman başarılı olurdu. Yüreğim kanar, öfkeden yüzüm kızarırdı ve kekelerdim. Bu defa öyle olmadı. Dükkânda başka müşteri yoktu. Vitrinden Tokalon kutusunu alıp masanın üstüne koydum. “Bakın burada sizin için bir şey var.” Đsmet Bey bendeki şiddetli değişimin niteliğinden etkilenmişti. Gözlerinde ilk kez korku dalgasının öncüsü olan bedbeklenti zerrelerini gördüm. Yüz kiloluk bedeninin heybeti sönen bir körük gibi biraz büzülmüştü. “Nedir?” Karton kutunun kapağını açarak içindeki tozu gösterdim. Bir tutam tozda kaderini seyretti saniyeler boyunca. Sonra beklediğim şeyi yaptı. Sol elinin işaret parmağıyla toza dokundu. “Kaç... kaç para bu?” “Yüz elli. Ama satıldı. Sahibi şu anda yurt dışında. Đki gün sonra gelip alacak.” Kutunun kapağını kapattım ve vitrine koydum. Arsız bir çocuğun önünden çikolata kutusunu kaçırıyor gibiydim. Đsmet Bey elini bana doğru uzatmıştı. Toparlanarak kendine çekidüzen verdi. Saatine baktı. Acil bir işi olduğunu hatırlayarak çekti gitti. Çaydan maydan vazgeçmişti. O akşam dükkânı kapatıp giderken Tokalon’u yanımda götürdüm. Dükkândaki işi bitmişti. Onu bir banka kasası beklemekteydi. Bundan önce bir-iki şey yapmam gerekmekteydi. Ertesi gün veteriner bir dostumla
40
Sadık Yemni
buluştum. Lisedeyken, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlardık. Hep iyi dostlar olarak kalmıştık. Uyuşan tiplerdik. Đkimiz de kitapları, filmleri seviyorduk. Hayalciydik, bekârdık ve çocuk sahibi değildik. Ona sebebini sormadan bir şey yapmasını rica ettim. Ne istediğimi duyunca küçük bir şok geçirdi haliyle. Ama çok iyi dostumdu. Đstediğimi yaptı ve sol ayak parmaklarımdan en küçüğünü dibinden kesti. Cebimde parmağım, ağrı kesici haplarım, taksiyle eve geldim. Ertesi gün dükkânı açmadım. Küçük parmak demeyin, ağrısı müthişti. Ağrı kesicilerin şiddeti hafiflediğinde gözlerim doluyordu. Üçüncü gün ağrılarım bayağı hafiflemişti, ama yürürken ansızın çakan bir şimşek şeklinde belirebiliyordu. O gün evde kuyumcu bir tanıdığımdan ödünç aldığım bir hamlaçla kesik parmağımı yakarak küle çevirdim. Camlar açık olmasına rağmen evin içi yanık et kokusuyla dolmuştu. Ayak parmağımın külüyle Tokalon kutusundaki tozları karıştırıp, kutuyu kiraladığım banka kasasına koydum. Dördüncü gün dükkânımı açtım. Gelen çaycıya bir ada çayı söyledim. Đlk yudumumu alırken haber geldi. Đsmet Bey gece uykusunda ölmüştü. Telefon eden uzak bir arkadaşımdı. Đsmet Bey’e olan duygularımı biliyordu. Herkes biliyordu. Đsmet Bey yetmiş iki yaşındaydı. Maşallah yüz ikiyi bulur gibi görünmekteydi. Maalesef bu mümkün olmayacaktı. Varislerinden hiçbiri otopsi yapılsın istememişti, ama gene de düşmanı çok olduğundan cesedi adli tıbbın masasını boyladı. Bir şey bulamadılar. Ciğerlerinden bolca ev tozu çıktığı rivayet edildi. Đsmet Bey bir tutam tozda kaderini bulmuştu. Google’a Tokalon Petalia yazmam yetmişti. Đtalya’da adı Pedrolino olan halk masalı kahramanı Pierrot’nun Columbine’e aşkı dillere destandı.
41
Tozluta
Kökü Anadolu’ya dayanan dört bin yıllık bir öyküydü. Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı şeklinde çeşitli öykülere de model olmuştu. Youtube’den bulduğum şarkının ilk satırları zihnimde dans etti durdu bir süre. Sonunda dayanamayıp Türkçeye çevirdim ve yeniden besteledim.
Ay ışığının altında, dostum Pierrot, Kalemini ödünç ver, böylelikle bir kelime yazabilirim. Mumum yandı bitti, ışığım namevcut artık
Tokalon kutusunun içindeki yaşam şekli bu öyküler kadar eskiydi. Bu öyküleri esinleten zihindi belki de. Homo Sapiens’den daha yaşlıydı. Đki yüz sekiz yıl önce Đzmir’e Libertà adlı bir Đspanyol gemisiyle gelmişti. O zamandan beri bir sürü yer değiştirmiş, kutulardan yuvaların içinde ev ev gezmişti. Şimdi bana talip olmuştu. Columbine rolünü teklif ettiği ilk kimseydim kendi deyişiyle. Bunu kabul etmiş ve bedenime ait tozlarla birleşmeyi gerçekleştirmiştim. Şu ana kadar yüzlerce sıfatla anılmıştı haliyle. Tozdan ve Đspanyol gemisinden esinlenerek ona Tozluto adını takınca, çok beğendiğini söyledi. Yeni bir aşk masalı yapımdaydı. Tozluto ve Tozluta. Her zaman hayalci, dar mekânlara, sıradan yaşamlara sığmayan biriydim. Annem sık sık, “Yıldızın çok oynak kızım,” derdi. Yıldızımın son kıpırtısı muhteşem. O şey benim bedenimde yeniden diriliyor. Birlikte kim bilir nelere tanık olacağız. Đçimde korkunun zerresi yok. Aşk hikâyelerine esin kaynağı olan bir şeyin kötücül yanı asla ağır basamaz.
42
Sadık Yemni
“Nimet Hanım,” dedim sarı döpiyesli kadına. Adını hiç söylememişti, ama bunu unutmuştu haliyle. “Bugün şanslı gününüz. O eşsiz parfüm şişesi koleksiyonunu size yedi yüz liraya bırakmaya karar verdim.” Kadının yüzü gülmüştü. “Ah, sağ olun, ben de...” Nimet Hanım parfüm şişeleri ve gelini için aldığı kırmızı vazoyla kapıdan çıkarken, gözlerinde mutluluk kelebekleri kıpır kıpır, bana el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Bu arada kesik sol ayak parmağım tatlı tatlı kaşınmaktaydı. Yeni hayatım da belki böyle bir şeydi. Kopan gidenin yerini dolduran latif bir hayal...
Çeşme, Temmuz 2009
43
DÜŞEN UÇAK MEMURESİ “Korkuyorsun.” Arzu başını çevirerek, 25 D’de oturan kadına baktı. Kumral, krem rengi kot pantolon ve beyaz kazak giymiş, otuz sonlarında hoş bir kadındı. Sesi yumuşak ve sarmalayıcıydı. Söylediği şeyin samimiyet duvarını aştığını farkındaymışçasına anlayışlı, özür dileyen bakışlara sahipti. “Pardon ne dediniz?” “Emareleri tespih tanesi gibi kuşku misinasına dizdin.” “Hangi emareler?” dedi Arzu riyakârca. Kadını terslemek isteyen yanı, tırsan yanının kontrolü altındaydı. Ağzından çıkacak kelimeleri filtreden geçiriyordu. “Bildiğin şeyleri niye bana söyletmek istiyorsun?” “Hodri meydan.” Bu, ona ait bir sözcük değildi. Bu deyimi hep erkekçe bulmuştu. Kadınlar daha çok ‘Hadi bakalım’ demeyi severlerdi. “Korkman normal. Sakinleş. Her şey hızla olup bitecek.”
Sadık Yemni
Arzu Akçay ömrü boyunca uçmaktan korkmamıştı. Çocukken uçakla bir yere gidileceğinde gece sevinçten uyku tutmazdı. Havaalanları beklenmedik tehirlere, iç bayıltıcı kontrollere rağmen enerji bulduğu yerlerdi. Bir keresinde Londra’daki bir arkadaşına gideceğinde meydana gelen tehir nedeniyle bütün geceyi havaalanında geçirmeleri gerekmişti. Herkes şikâyet eder, oflar puflarken, Arzu neşeyle fıkralar anlatıp milleti eğlendirmişti. Jetlag denen şey onun kitabında mevcut değildi. Gittiği yerde bir duş aldığında, uçak yolculuğunun ve değişik zaman diliminde bulunmanın izlerini üzerinden kir gibi atardı. Bu defa farklıydı yalnız. Korkusu çok derin bir kökten ansızın serpilmiş bir çınar ağacı gölgesi gibiydi. Büyük, yerinden kıpırdatılamaz ve soğuk. Çünkü belirtiler gerçekten vardı. “Ne demek istiyorsun?” “Üç mor buldun. Đki saat içinde üstelik.” Arzu hayretle kadına baktı. Dediği doğruydu. Arzu deist yapılı biriydi. Batıl itikatları çok güçlü değildi, ama ömrü boyunca test ettiği için doğruluğundan kuşkulanmadığı bazı işaretler vardı. Bunlar renklerdi. Örneğin sarı akılla, mantıkla alınması gerekli karardı. Siyah ve beyaz onun için nötraldı. Đyi ya da kötü değildi. Kahverengiyle kırmızı bir arada olumsuzluktu. Yeşil yoldu, mavi sahip olduğu ve hoşuna giden bir şeyin üzerine ihtimam, özen gösterme gereğiydi. Mor renk ise kökten değişiklikti. Ani bir kararla evden taşınma, erkek arkadaşından tek celsede ayrılma, artık iyi çalışmayan bir şubeyi kapatma kararları hep böyle mor sinyallerin ardından ansızın alınmıştı. Sayısız kereler test ettiği ve varlığından kuşku duymadığı anlamlı bir işaretti.
45
Tozluta
“Evden çıkarken paspasın üstünde mor bir zarf vardı. Üst kattaki komşunun nişan davetiyesi.” “Devam et.” Arzu havaalanına gitmek için çağırdığı taksinin şoförünün mor tişörtlü olduğunu görünce nasıl irkildiğini hatırladı. Havaalanında bavulunu verip uçağa biniş kartını aldıktan sonra, kahve içmek için kafeteryaya doğru giderken; mor bir elbise, mor ayakkabılar giymiş ve atkuyruğu yapılmış saçlarına mor kurdeleler takılmış beş yaşlarında bir kız çocuğu yanına gelerek, “Hava bozulmuş. Uçaklar öksürüyor,” demişti. Arzu’nun gözleri dolmuştu elinde olmadan. Üç acil mor bulmuştu. Ani ve kökten değişiklik yoldaydı. “Bütün bunlar ne demek oluyor?” Kadının ela gözleri, anlayış ve sevgiyle Arzu’yu süzdü. Ardından yüzü ciddileşti. “Dinle Arzu. Sen sandığın kimse değilsin. Birazdan esas yüzüne kavuşacaksın.” Arzu
bir
kaçığın
yanına
oturduğunu
düşünebilse
içi
çok
rahatlayacaktı, ama yapamıyordu. Kadının bakışlarında hipnotize edici bir şeyler vardı. Sezgileri kadını iyi dinle diyordu. “Birazdan bu uçak düşecek. Yolcuların tamamı ölecek. Sen ise kabuktan sıyrılacaksın sadece.” “Düşecek mi?” Kadın başını çevirip yan sırada üç yolcuya baktı. Kırklarında anne baba ve alnında sivilceler olan on dörtlük bir delikanlı. Yemek sonrası çöken rehavetin yörüngesinde uyuklamaktaydı. “Biraz alçak sesle lütfen. Benimle diğer türlü konuşmayı dene.”
46
Sadık Yemni
“Diğer türlü mü?” “Đç sesle. Doğru frekanstasın şu anda.” “Uçak düşecek dedin.” “Gayret et. Oluyor.” Arzu düşüncelerini zihniyle ittirirken, kadının ciddi olduğunu, uçağın gerçekten düşeceğini iliklerinde hissetti. “Anlatın: Ne oluyor?” “Bu uçak bir saat on beş dakika kadar sonra inişe geçecek. ILS’de aletli iniş sisteminde- belirecek bir arıza nedeniyle piste çakılacak. Herkes ölecek. Sen hariç. Kabuğundan sıyrılacaksın sadece.” “Kabuğum?” “Bu beden yani. Kaza meydana gelmeden önce seni çekip alacağım oradan.” Hava bitmiş. Uçaklar öksürüyor. Arzu’nun sezgileri ‘Anlatılanların hepsi doğru’ demeye devam ediyordu. Sağduyu diyebileceği yansa, bütün bunları deli saçması bulmaktaydı. Korkusunu bu taraf körüklüyordu. Anlatılanlar saçmaysa neden korkuyordu o halde? “Sadede gelin lütfen.” Genç kadın dostça gülümsedi. “Peki. Sen Arzu Akçay olarak diğer insanlar gibi birisin. Ama genetiğinde eski kadim bir medeniyete ve o medeniyetin yaratıcılarına ait bilgiler var. Bütün dünyada senin cinsinden yirmi bin kadar kimse olduğunu tahmin etmekteyiz. Son bir yıldır, dünya bir foton kuşağının etkisi altında. Yeryüzünde pek fark edilmiyor, ama uzun vadeli etkileri orada da etkin. Örneğin insanlar arasında telepatik bağ
47
Tozluta
birazcık artmış durumda. Neyse, biz şu anda 11 kilometre yüksekteyiz. Hava filtresi incelince, bu foton yağmuru uçağın yapıldığı duraluminyum gövdeyi belli bir kıvama getiriyor. Fotoelektriksel manyetik alan oluşuyor. Mu-Bütün çözülme için ideal bir ortam.” Arzu dev bir tiyatro perdesi gibi olan korkusunun yanlara doğru aralandığını hissediyordu.
Mu-Bütün şifre sözcük gibi olmuştu. Kadının
sözlerine devam etmesi için sessiz kaldı. “Bir Mu-Bütün olarak fizik bedene gereksinimimiz yok. Mesela şu anda ben senin iki koltuk yanında oturmuyorum.” “Neredesin peki?” Kumral kadın sol elinin işaret parmağıyla şakağına dokunarak gülümsedi. Arzu’nun otomatik olarak uzanan eli ete, kemiğe değmeden kadının içinden geçti. “Kimsin sen yani?” “Ben bir düşen uçak memuresiyim. Sen de benim stajyer öğrencimsin. Önce seni kabuğundan sıyırmamız gerekiyor. Beni bir tirbuşon gibi hayal et. Mantar senin anlatılanlara karşı olan direncin. Đnanmayan yanın. Şişe de otuz iki yıllık bedenin. Đçindeki sıvı geçmişin. Sıvının dibindeki tortular, Mu-Bütün bilincin. Onları etkinleştireceğiz beraberce.” “Nedir bu Mu-Bütün?” “Bundan on binlerce yıl önce yeryüzünde büyük medeniyet kurmuş türün astral kalıntılarıyız. Mısır ve daha bir sürü piramidin esas yapıcıları, çemberi 360 dereceye bölenler ve gökbilimi geliştirenler. Bilinci bedenden azade kılanlar. Astral bedenlerle uzayın dört bir yanına yayılan atalarımız.
48
Sadık Yemni
Bedeni astrallaşmayanlar, diğer ırklarla karışıp melezleştiler. Senin gibi bazıları, benzerleriyle çift kurarak esas genetik malzemeyi korudu. Benim görevim son yıllarda artan foton yağmurundan yararlanarak hemcinslerimi etkinleştirmek. Tabii rıza çok önemli.” Arzu ‘Rızamın uçağa binmeden önce sorulması gerekmez mi’ diyecekken durakladı. Kalbinde istek gürlüyordu. Đstiyordu. Hem de deli gibi istiyordu. Rüyaları, günlük hayatı sanal gibi gören hayalciliği ve tabii ki üç mor birlikteliği bunun işaretiydi. Ömrü boyunca beklediği bir şeydi. Şimdi bütün bunların bir düş olduğunu keşfetmekten korkar durumdaydı. Bilinen
dünya
yaşamı
içinde
taşıdığı
kapasite
için
yetersizdi.
Kötürümleştiriciydi. Hımbıllaştırıcıydı. Rızası doğuştan verilmişti. Đş kadını yanı pratik tarafa eğiliverdi. “Bunun için uçağın düşmesi mi gerekiyor?” “En hassas noktaya değindin. Seni bedeninden sıyırmak için bu yüksekliğe ihtiyaç var. Uçak düşmese bedenini kalp krizi, beyin kanaması cinsi bir nedenle iptal etmemiz gerekecekti. Eskisi sonlanmadan yeni hayata geçilemiyor. Çünkü bilincine tümüyle sahip kalacaksın. Binlerce kişiye bu yöntemi uygulasak hemen gizli servislerin dikkatini çekerdi. Bu seçilmiş bedenleri kılı kırk yararak araştırırlarsa Mu-Bütün’ü keşfetmeleri uzun sürmez. Uçak düşünce; yanan, parçalanan bedenlere sıradan otopsi yapılıyor. Hepsine de değil ayrıca. Bu nedenle düşecek uçakları durugörü yetimizle
önceden
tespit
edip
hemcinslerimizin
bunlarla
yolculuk
yapmasını sağlıyoruz. Düşen uçak memuresinin görevi budur. Bu uçağa binmeni ben sağladım. New York’a gitmek için başka bir firmayı kullanacaktın. Sana internet aracılığıyla promosyonlu bilet reklamı
49
Tozluta
yolladım. Bu indirimli bilet gerçekti. Đki yüz on dört dolar daha ucuza gitmek cazip bir şeydi. Hem de daha itibarlı bir firmayla. Üzerine atladın hemen.” Reklamı bilgisayar ekranımda gördüğü günü hatırlayarak içini çekti. Daha otuz iki yaşındaydı. Bekârdı. Ne çoluğu vardı, ne de çocuğu. Annesi sekiz yaşındayken ölmüştü. Babasını tanımıyordu. “Doğumdan önce sıvıştı gitti hergele,” derdi teyzesinin kocası. Teyze yanında büyümüş zeki ama çekingen bir kadındı. Birkaç sevgilisi olmuştu. Sonuncuyla sekiz yıl beraber yaşamışlardı. Sonra adam bir bahaneyle arazi olmuştu. Teyzeden kalan bir manifatura mağazası vardı. Son yıllarda bu tür dükkânlar eski kârlılıklarını yitirmişti. Neyse ki, kenarda köşede birikmiş parası vardı. Kendi evinde oturuyordu. Geleceğe karamsar bakmazdı bu nedenle. Şimdi o gelecek burada iptal edilecek ve şişmanlamasın, hamlamasın diye bayağı gayret ettiği bu beden yanıp parçalanacaktı. “Ne olacak şimdi yani?” “Çıkış noktanı bulacaksın. Senin bilincine bir düşle girdim. Ucuz bileti mutlaka alman için içeriden de biraz ittirilmen gerekmekteydi. Ayrıca o sıralarda tek başına New York’a gitme fikri ilk cazibesini de yitirmeye başlamıştı. New York’ta geçen birkaç hayal şırıngalamam gerekti. Yakışıklı bir erkekle tanışıyordun havaalanında. Sonra aynı otelde kaldığınızı keşfediyordunuz. Bu sahneleri iki kez değiştirdim. Đlkinde son erkek arkadaşını model almıştım. Ondan soğumuştun. Đşe yaramadı. Sonra çok beğendiğin film aktörü olan Jude Law ile ilk sevgilini hibritledim. Bu tuttu. New York yolculuğu için hevesin arttı. Ucuz bilet reklamıyla da bu sonuca ulaştık.”
50
Sadık Yemni
Bileti almaya karar veriş sürecimi hatırlayınca kadına hak verdim. Nerdeyse vazgeçmiştim. Birkaç rüya ve ucuz bir bilet niyetimi ateşlemişti yeniden. “Nasıl bulacağım o giriş yerini?” “Hatırla. Yeşil çimenlik bir yerde yürüyordun. Yazdı. Gökyüzü masmaviydi. Birden sol ayağın bir şeye bastı.” Arzu kadının sözünü ettiği rüyayı hemen hatırlamıştı. Huzur vaat eden kırlarda yürürken yerde, toprağın üstünde duran bir kapı görmüştü. Eğilip kapının kolunu çevirince bulunduğu yere doksan derece açı yapan, ama kuyu gibi görünmeyen eşyasız bir holle karşılaşmıştı. Kapısı gökyüzüne çevrik bir evin girişi gibiydi. “Evet. Bir kapı vardı. Ardında da bir hol.” Kadın gülümsedi. “Buldun. Burası sana giriş yaptığım yer. Kapıyı ben geleyim diye açtın. Şimdi o boş holü düşün.” Arzu boş holü düşünürken kendini orada buluverdi. “Buldun.” “Şimdi ne olacak?” “Oldu bile. Bak.” Arzu sol taraftaki üç koltukluk sırada cam kenarında tek başına oturan genç kadına baktı. Ellerini karnında kavuşturmuş, gözleri kapalı uyukluyor gibiydi. Kendini uzaktan seyretmek garip bir histi. “Uyuyor mu?” “Derin bir uykuda. Mu-Bütün çıkarımı için bu şart. Uçak yere çakıldığında bu halde olacak. Her şey saniyeler içinde olup bitecek merak etme.”
51
Tozluta
Arzu iki sıra önde bebeğini göğsüne yatırmış kadına, onun yanında kucağında beyaz bir oyuncak tavşan oturan üç yaşlarındaki cimcime kıza baktı. Đçinde derin bir acıma duygusu belirmişti. Yarısı uyuklayan iki yüz küsur kişi biraz sonra yanıp parçalanacaktı. Kendisini New York’ta kimsenin karşılamaya gelmeyeceğine sevindi. Đyice yaşlı bir teyze, onun daha da yaşlı ve sağır kocası, kendisini hâlâ sevdiğini söyleyen eski, uyuz sevgilisi, Üç-beş hafif çekimli arkadaş. Bu dünyayla hissiyat bağı bundan ibaretti. Ama diğerleri... “Uçakların önceden düşeceğini biliyoruz demiştin. Bunca insanın ölüme gitmelerine izin verilmesi normal mi?” “Vicdanının sesi haklı, ama bazı fiziki zorunluluklar var. Bir uçağın hangi nedenden saat kaçta düşeceğini otoritelere birkaç kez bildirsek yakayı ele veririz. Bizim varlığımızdan kuşkulanıyorlar üstelik. Bunun normalüstü bir durum olduğunu hemen anlarlar. O zaman atom bombaları, yapay virüsler, dünya savaşları, GDO’lu yiyecek bombaları yapanların eline yeni bir silah veririz. Mu-Bütün molekül yapısını silaha çevirip birbirlerine karşı kullanırlar. Bu birinci risk. Đkincisi de kaderde, yani karmaşık matematik denklemler birliğinde değişiklikler yaparsak, bir an gelir geleceğe bakamaz hale geliriz. Daha önce tarihimizde böyle periyotlar yaşanmış. Kamaşma, körleşme yılları deniyor. Onlarca yıl sürdüğü olmuş. Elimizden fazla bir şey gelmiyor gördüğün gibi. “Sen de benim gibi bir uçak kazasında mı şey oldun?” “Evet. On bir ay önce. O havada infilak eden Arjantin uçağındaydım. Birden Buanes Aires’i görmek arzusuyla yanmaya başlamıştım. Bekârdım senin gibi. Çoluksuz çocuksuz. Kırk üç yaşında sıyrıldım bedenimden. Mu-
52
Sadık Yemni
Bütün genleri taşıyanlar çok çocuklu aileler kurmuyor. Yalnız yaşayan, içine
kapanık kimseler oluyor genellikle. Hayal güçleri güçlü, genelde yüksek tahsilli, kendi işini kuran, politikaya falan bulaşmayan, zeki, duyarlı ve kenarda durmayı yeğleyen tipleriz.” “O zaman bu foton yağmurundan önce de vardılar.” “Her zaman vardık şekerim. Sayımız yüz bini geçiyor şu anda. Son buzul çağı ertesinde üç yüz binden fazlaymışız, ama zamanla göçenler olmuş. Ay’a, Mars’a ve daha ötelere.” Arzu sessiz kaldı. Bakışları yine o beyaz tavşanlı kıza takılmıştı. “Sana küçük ve telafi kabilinden bir sürprizim olacak,” dedi türdeşi. “Birazdan. Haydi şimdi çıkalım buradan.” Arzu’nun otuz iki yıllık kalıbına sarılarak vedalaşmak isteyen hüzünlü yanı, uçağın dışına çıkınca hızla yok olup gitti. Uçak önlerinde yoluna devam ederken binlerce kilometre yüksekten dünyayı görmenin büyüsüne kapıldı. Etrafına bakınırken, alacalı renklerde, dev su damlası gibi şeffaf ve devingen cisimleri fark etti. Yirmi otuz adet falandı. “Bunlar da ne?” “Hemcinslerimiz. O ön sıradaki kadın, bebeği ve kızı da dâhil bu uçuşta tam yirmi yedi adet şişe mantarı açıldı. Düşecek uçak bulmak kolay değil. Foton yağmuru ise daha bir buçuk yıl sürecek ve sonra gücü azalacak. Kaç canımızı kurtarsak kârdır. On iki gün sonra bir başka uçak düşecek. Boeing 747. Dört yüz elli bir yolcusuyla Hint okyanusuna gömülecek. Bu uçak için çok sıkı bir çalışma içindeyiz. Yüzü geçmeyi hedefliyoruz. Senin ilk işin de orada olacak. Beraberiz.”
53
Tozluta
Arzu’nun aklına bazı kimselerin çok canı gönülden ‘Ben kendimi buraya ait hissetmiyorum’ demeleri geldi. Kendi de bunu sıkça düşünür, ama pek dışa vurmazdı. Dünyalıydı ve orijin olarak başka bir türe aitti. Bu donanımın içinde farklı aidiyet duyguları uyandırması normaldi. Birden içinde diğer türdeşleriyle tanışma arzusu belirdi. Alacalı renklerdeki Mi-Bütün’lere baktı ve, “Bir evimiz olacak mı?” dedi. “Bak aşağıya. Her yer evin artık.” Genç kadın mavi gökyüzüne, Batı yönünde yaklaşan karanlığa, kirli kahverengi karalara bakarken bilinci yeni merhalelere ulaştı. Fizikten anlamazdı, ama şu anda dışarısının çok soğuk olması gerektiğini biliyordu. Sürekli, ayaklarım nerede, başım ne yana çevrik, diye düşünmekten hızla vazgeçti. Soğuktan donup kaskatı kesilecek kasları, oksijen yetersizliğiyle kıvranacak akciğerleri, yerçekiminden etkilenecek kadar büyük bir kütlesi yoktu artık. Yeni halini kabullenmişti bile. Bunları hissetmemek, ama eski bilincine tümüyle sahip olmak harika bir duyguydu. Đlkokuldaki numarasını bile hatırlıyordu. Yeni durumuna uyarlanış hızı muazzamdı. Sabık işkadını Arzu Akçay Hanım, çiçeği burnunda bir Düşen Uçak Memuresi’ydi artık.
Amsterdam, Mart 2010
54
İLHAM POLİSİ Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil yazgısının zaferi görmeden ölmek olduğunu bilir. ... Đkincisi ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan sonra Đthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü. Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. Đason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan öylesine yoksunuz
ki,
bundan
böyle
happy-ending
bir
reklam
dalkavukluğundan öte değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da, olsa olsa Cehenneme belki. Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak,
Tozluta
kendi kendine dokuz gece boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; Đsa’yı insanlar çarmıha gererler. Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek. J. L. Borges – Dört Çevrim Gölgeye Övgü kitabından – Đletişim Yayınları – 1994
Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri yanaştırdı. Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim Tahlisiye Yayınları – 2006
“Sayın yazar, iddianameyi okudunuz mu?” Bilgisayarımın duvara yansımış olan dev ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip, sol alt kenarından rengârenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.” “Kaynakları kullanmada sahtecilikle suçlanmaktasınız.” Bu, on bir buçuk yıldır er ya da geç olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği bildirilen biri olarak, bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. Bu, iniş esnasında çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi tabii ki. “Anlıyorum.”
56
Sadık Yemni
“Size sanatçıyı ve sanat ürünü tüketenleri koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.” Dediğim gibi, çok uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp vermekteydim yıllardır. “Çok usta işi yazılımlar sayesinde yirmi üç değişik kimse gibi yaparak, gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte bir dolandırıcılık suçu işlediniz.” “Milyonlarca okurumu on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.” “Kapınızı açın lütfen.” Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi. Kapıda duran, yirmi başlarında kumral bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. Đnce deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin yakasında Dış Kaynaklı Đlham Bürosu’nun kırmızı renkli minik rozeti vardı. Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim. “Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri davet etmeyecek misiniz?” “Buyurun. Sizi birden böyle...”
57
Tozluta
Bugün olağandışı bir gündü. Hiç yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan giderdi. Đlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava motosikleti kazasında ölerek beni terk eden karımdı. Üç-beş yakın arkadaşım ve geçen yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi. “Demek burası?” Karşımda oturan kadının ne yüzünde ne de sesinde alaycı bir ifade vardı. Tam tersine, takdir hali diyeceğim bir ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin ekran açabilen optik bilgisayarımı, kâğıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Her gün böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi alışık bir hâle sahipti. “Size ne ikram edebilirim?” “Çok kalmayacağım. Bir başka zaman belki.” Belki kelimesi, Bach’ın re minör tocatta ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Fettancaydı çünkü. “Anlıyorum.” Aslında bir şey anladığım yoktu. Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.
58
Sadık Yemni
“Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası, mevcut kaynağın on milyonda biridir.” “Ama loncaya kayıtlı üç milyon yazar var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de, aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden on milyonda bir? Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de yüzde sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.” “Siz yılda ortalama 514 puanlık malzeme kullandınız,” dedi genç kadın, teknik verilerime aldırışsız. Kaç yaşındaydı acaba? Taş çatlasa yirmi iki falan görünmekteydi. “Đzin verilen azami miktarın 26 puan olduğu düşünülürse… Neredeyse yirmi misli fazla kapasite kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve nüfuzlarını istismar ettiniz.” “Ne uğruna ama? Para mı? Tek kişilik şöhret için mi? Yirmi üç değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse her biri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.” Oluşan sessizlikte, bu kadar üst düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına ziyaretime gelmesini hayra
yormama
yol
açacak
bir
şeyler
vardı.
Sözlerim
gerçeği
yansıtmaktaydı. Yedi milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. Đnternet 2000’li yılların ilk on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın deyimiyle, ‘Yarı sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler’. Bunda bir derece haklıydı.
59
Tozluta
Đnsanları
internetten
soğutan
nedenler
çeşitliydi.
Giderek
artan
enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerek göstermeyen telepati çiplerinin de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş yoktu yani. “Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.” Đçimi çekerek başımı salladım. “Öyle.” ‘Dış kaynaklı’ sözü aslında yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen yayınları kullanarak, sanatımıza boğum
kazandırıyorduk.
Đnsanlar
her
zaman
gelecekten
ekolar
almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç, kimse üzerime yağan malzemeden bir sonuç çıkaramazdı. 2020’de, dünya yüzeyinde insan yapımı manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince, bu yayınlar şiddetini artırmış ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale gelmişti. Benim yaptığım, sahte isimlerle kayıt dışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan azami istifade etmekti. Gelecekle Sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur olmuştu. 2024’de Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana antenle toplanarak kabloya
bağlandı.
Kontrol
altına
alındı.
Gelecek
ekoları
filtreden
geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri, ekoların neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım
60
Sadık Yemni
planları ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı muzır bulunmaktaydı. “Milyonlarca hayranınızın hayal gücünü beslediniz yıllarca. Özellikle yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikoanalistinin celselerini anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.” “Bunları duymak benim için büyük bir zevk haliyle. Ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.” “Kanunlara karşı geldiniz ve cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum,” dedi Remir, sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Bir efsane anlatıcı olmak sizi avutuyor.” Yanağında hafif bir kızarıklık kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikâyeler de yazmıştım. “Neden gelecek ekolarına kota konuyor ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?” “Đnsanlar meraklı yaratıklardır.” “Yani?” “Yani,” dedi Remir beni süzmeye devam ederek, “anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini çekebilir.” Kadının buraya geliş nedenini birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu. Oturduğum yerde dikleştim ve, “Sizi dinliyorum,” dedim.
61
Tozluta
“Dört yıldır bu mesleği yapıyorum. Rozetimden fark ettiğiniz gibi, birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak etmektesiniz.” Bu Suratla Gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla yayımlamıştım korka korka. Deli gibi sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü
halde
gelecekten
mesaj
yollayan
bir
kadın
şeklinde
canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı. “Sizi dinliyorum Remir Hanım.” “Đşe başladığımın ikinci gününde izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.” Şaşkınlıkla kadına bakakaldım. “Yani..?” Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet. Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma yaklaşınca, parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, elâ gözleri ve kiraz dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı. Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.” Beynim hafif bir elektrik şokuyla sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti. Korkmaktaydım da. Parmak tenimden çekilince şok sona erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.
62
Sadık Yemni
“Siz bir autonsunuz.” Remir’in gülümsemesi genişledi. “Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.” “Öyle. Bana ne yaptınız?” “Sizi basit bir liyakat testinden geçirdim.” Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. Đnanılmaz bir şeydi. Hiçbir ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum. “Bütün fizik yapım organik zekâ formatındadır. En ince ayrıntısına kadar,” dedi bakışlarımdaki aşikâr soru işaretlerini değerlendirerek. “Bu denli yetkin autonların varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum,” dedim. “Hemen hemen herkes öyle sanıyor.” “Đnanılmaz bir şey.” “Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya devam edeceğim. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizinle bir başka zaman... Arzu ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için. Kadın yürüyünce arkasından seğirttim. Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var mı?” “Neden?” “Çok basit. Gelecekten ekoları yollayanlar, yapay zekâ sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik
63
Tozluta
hikâyeler anlatıyorlar yani. Dünya parlamentosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota getirdiler.” “Auton imalatına izin var ama?” “Sağ elle silip, sol elle yazmak gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton kullanmanın avantajlarını terk edemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet modülüyüz sizler için.” Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi büyümekteydi. Yeni Đstanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım, bu nedenle olacak, çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık görünüşe bakılırsa. “Bayağı iyi yazan başkaları da var.” “Sadece yazım gücü değil. Siz bu ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken, bazen sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltiyorsunuz. Çok heyecan verici bir şey. Geçiş anı kayıtları gibisiniz. Đnsan anne, auton babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi okuyanlar, yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına
64
Sadık Yemni
hizmet ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi tutuklamadım.” Remir beni sandığımdan çok iyi etüt etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi uzaktan idare edebilirdi. “Liyakat testi neydi peki?” “Đçinden
komutayı
tümüyle
bizim
almamızı
gerçekten
arzu
ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.” Doğru teşhis koymuştu. Bu düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren? Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı? “Öyküleri kimin anlattığının ne önemi var?” dedim. Kadının gözlerinin içi güldü ve uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi. “Hoşça kalın. En yeni öykünüzü merakla bekleyeceğim.” “Hazırlığım tamam,” dedim sesimin normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.” “Bakalım.” Kadın sokakta küçük bir servet değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına baktım. Araba sahibesinin
65
Tozluta
geldiğini fark edince yerden otuz santim kadar yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaat yüklü bir gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti ‘sana kaybettiğin kadınını geri verebilirim’ ışıyordu. Đstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama mahsus yapmamıştı. Đçimdeki
arzunun
şiddetini
kadınımı
ancak
yarım
yamalak
bulup
kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. Đki saniye içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı. Yarın gece. Senin evde. 22.37’de. Bu gece öykü kurma gecesiydi. Bekleyecekti.
Öykülerin sayısı aslında altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda yapay zekânın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı, tünelleri su bastı. Zamanla eski yaratıcıların izleri solmakta, ama bunların kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ mevcut. Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim Holodisk yayınları - 2113
Amsterdam, Eylül 2009
66
İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU Videotekin kapısı kilitliydi. Kapısının camına içerden uçuk mavi harflerle PEK YAKINDA AÇILIYORUZ yazan beyaz bezden bir pankart asmışlardı. Camekâna çoğunun adını ilk kez duyduğum yerli ve yabancı filmlere ait küçük afişler yapıştırılmıştı. Đçerisi görünüyordu. Tamamen boştu. Daha raflar, satış tezgâhı falan gelmemişti. Sokaktan gelen geçenler vardı. Üç dükkân sağdaki fırından nefis ekmek kokuları geliyordu. Çapraz karşıdaki bankamatikte şişman eflatun gömlek, siyah pantolon giymiş bir kadın işlem yapmaktaydı. Sol elimin işaret parmağıyla kapının camına dokundum. Elimin camın içine batmasını bekleyen yanım hayal kırıklığına uğramıştı. Başımı kaldırıp üst katlara baktım. Dar cepheli Fidan Apartmanı daha önceden hatırladığım binadan farklıydı. Binanın dış badanası kimyon rengiydi. Başımı sola çevirip sokak tabelasına baktım. ĐKĐNCĐ AŞKBAZ YOKUŞU. Đkinci? Bu nasıl olabilirdi? Birden ağzım açık kaldı. Niye şu anda çılgınca korkmadığımı kavradım.
Tozluta
Eskiden rüyalarda bir ara uğradığım Film Yeri adlı DVD filmler satan ve kiralayan bir dükkân vardı. Bu sokağa benzeyen bir sokaktaydı. Şimdi bakınca çok benzemediklerini hemen görüyorum. Öbür sokakta fırın yoktu örneğin. Yolun daha bakımsız bir hâli vardı. Asfaltı yama yamaydı. Đkinci Aşkbaz’ın asfaltı bir hafta önce dökülmüş gibi yeni görünümlüydü. Film Yeri’nin üstünde kocaman sekiz katlı çift daireli bir apartman vardı. Bu DVD kiralatan dükkânın ise henüz bir adı yoktu. Sadece yakında açılacağını bildiriyordu. Tam burnumun hizasındaki afiş Postacı Kapıyı Đki Defa Çalar adlı bir filme aitti. Sinemadan pek anlamam ama bundan yirmi-beş otuz yıl önce yapılan bir Amerikan filmi olduğunu bilmekteydim. Eski kocam Fehmi bir film hastasıydı. Onun sayesinde bir sürü film izlemiştim. Afişten, filmin Türk versiyonu olduğu belliydi. Arka planda Boğaz görünüyordu. Yalnız oyuncuların ve rejisörün ismi yoktu. Sadece başlık ve sarışın bir kadına arkadan sarılmış yakışıklı bir adam… Çiftin yüzü bana bir yerden tanıdık geliyordu, ama nereden olduğunu çıkartamıyordum. Đşaret parmağımla camın üzerinden afişteki sarışın kadının burnuna dokundum. Rüyadan sıyrılma düğmesine basmış gibiydim. Kendimi yatakta buldum. Kalbim dik yokuşlara tırmanmış gibi telaşla atmaktaydı. Sağ yanına kıvrılmış uyuyan adama bakıp içimi çektim ve yataktan usulca kalktım. Holde kapalı duran bir kapıyı aralayıp, yatağında yatan oğluma bir göz attım. Tespih böceği gibi kıvrılmış uyuyordu. Ev, kocam, beş buçuk yaşındaki oğlum, ucu timsahlaşmaya başlamış olan sol terliğim de dahil hepsi gerçekti.
68
Sadık Yemni
Mutfağa gidip kocaman bir bardak su içtim. Đkinci Aşkbaz Yokuşu’na yaptığım astral ziyaret; korkularımı, kronik kâbus motorumu pek az etkilemişti. Bir başka durum -ritim diyeceğim geliyor- söz konusuydu. Sokak tabelasında yazmıyordu, ama ikincisi var olduğuna göre birinci diyebileceğimiz Aşkbaz Yokuşu sokağını rüyamda ilk kez bundan sekiz yıl önce gördüm. Dört aylık kocam Fehmi’nin bir trafik kazasında ölmesinin üzerinden birkaç ay geçmişti. Evde tekrar yalnız yatmaya başlamıştım. Sağ olsun yakın arkadaşlar, ablam ve annem hiç yalnız bırakmıyordu. Bir gece Aşkbaz Yokuşu tabelasına bakıyor buldum kendimi. Güneşli bir öğle üzeriydi. Sonra Film Yeri’ne doğru yürüdüm. Ayaklarım yolu bilen sütçü atı gibiydi. Kısa siyah saçlı, yirmi ortalarında genç bir delikanlı, kendi yaşlarındaki bir gencin kiraladığı filmleri paketliyordu. DVD filmlerin rengârenk hediye kâğıtlarıyla ambalajlanmasına şaşkınlıkla bakmaktaydım. Bunu çok garip bulmuştum haliyle. “Nasıl bir film arzu ediyorsunuz?” “Bilmem ki... Buraya ilk kez şey yaptım da.” Buğday tenli, iri kahverengi gözlü delikanlı gülümsedi. “Daha yeni açıldık. Filmlerimiz çok özeldir. Bilinen sinema filmlerinin Seyirci Kıtırı nüshalarını kiralıyoruz.” “Nasıl yani?” “Director’s
Cut
deniyor
ya,
rejisörün
kendince
montajladığı
versiyonlar var. Tıpkı bunun gibi belli sayıda seyirci izledikten sonra yeniden montajlanan filmler var.
Bunlara yarı argo tabirle Seyirci Kıtırı
diyoruz. Normal kesimlerden daha uzun oluyorlar.”
69
Tozluta
Rahat tavırlı, içten konuşan, beni beğendiğini yanaklarını azıcık allandırarak
belli
eden
delikanlıya
hemen
kanım
ısınıvermişti.
Đlk
karşılaşmamızda adama duyduğum yakınlığın nedenini anlayamamıştım. Kendini kısmıştı mahsustan. Beni ürkütmemek için. “Kaça kiralanıyor peki?” “Đlk on film bedava. Promosyon olarak. Sonrasında standart tarife söz konusu. Keseye uygundur. Sürümden kazanmak amacındayız. Seyirci Kıtırı kesimli filmler eşsizdir. En uyduruk film bile hizaya girer. Neyse, kendiniz hemen fark edeceksiniz zaten.” “Anlıyorum.” “Aklınızda bir film var mı?” Birden ani bir ilhamla, “Solaris,” dedim. Fehmi’yle beraber izlediğimiz ilk filmdi. “Đlkini mi, ikincisini mi?” Hiçbir zaman bilimkurgu filmlerini çok sevmedim. Fehmi, “Aşk hikâyesi zaten,” demişti. Öyleydi de gerçekten. Fehmi’yle gördüğüm yeni yapımdı. Acaba daha sonra bir tane daha mı yapılmıştı? “2002 yılı aralığı olduğunu hatırlıyorum sadece,” dedim dürüstçe. Delikanlı filmlerin durduğu raflara doğru yürüdü içlerinden birini alıp geri geldi. Afişteki resmi görünce tanımıştım. George Clooney hiçbir zaman bittiğim bir erkek olmamıştır. Filmi sıkılmadan izlemiştim ama. Adamın intihar eden karısı tekrar tekrar var olmaktaydı. Baştan bir uyarlanma içindeydim. Yavaşça kurulmakta olan mekanik bir çalar saat gibiydim yani Allah kahretsin. Ben idrak edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçecekti.
70
Sadık Yemni
“Bu olmalı?” Başımı salladım. Delikanlı hiç üşenmeden DVD’yi alacalı bulacalı kâğıtla ambalajladı, mor plastik şeritle bağladı ve beni kapıya kadar uğurladı. Kendimi içimde garip duygularla sokakta ve sonra da evde buldum. Ortalama düş süresini çok aşan bir durumdu. Düş ya da vizyon her neyse, eve gelip televizyonda filmi izlemeye başladım. Sonradan neredeyse her ayrıntısını hatırlayabildiğim bir süreçti. Filme ara verip tuvalete gidiyor ya da mutfakta kendime leziz sandviçler hazırlıyordum. Film ilk seyrettiğim hâline göre daha uzundu. Bir sürü hatırlamadığım sahneler eklenmişti. Bazı diyaloglar anlaşılmazdı. Teknik ayrıntılar. Ama heyecanla ve büyük bir dikkatle izlemekteydim. Sona doğru çok geçmeden uzay istasyonundaki bilim adamlarına kendini imha ettirecek olan başrol oyuncusu,
Rheya
rolündeki kadın aynada yüzünü seyrederken birden benimle konuşmaya başladı. “Özlem dinle. Çok önemli. Vakit dar. Fener Yolu’nda çok kötü şeyler olacak. Bunu engelleyebilirsin. Bir adam karısını öldürecek. Zaman dar. Unutma. Bir felaketi önleyebilirsin.” Apışıp kaldığım için kadına tek bir söz edemedim. Zaten onun da böyle bir şey beklediği yoktu. Film kaldığı yerden devam edip, bilinen şekilde bitti. Sonradan araştırdım. Natacha McElhone adlı aktristin birkaç başka filmini de izledim. Bunlar çok sonraydı. Suçluluk duygusunun ve endişenin içimi yiyip kemirdiği zamanlardı. Kadının bana yönelik konuşması ilk ve tekle sınırlı kaldı. Kiraladığım ilk DVD’yi geri götürüp, ambalajlanmış kâğıtların içinden çıkan başka filmleri izledim. Đkinci ve üçüncüler sıradan izlemelerdi. Bir
71
Tozluta
olağanüstülük yoktu. Dördüncü film, trafik kazasında kaybettiğim kocamı andıran o yakışıklı delikanlının önerdiği Minority Report/Azınlık Raporu adlı filmdi. “Bilimkurgu filmi sevmem,” dememe rağmen adam ısrar edince kıramamıştım. Film ilginçti. Daha da ilginç olan emniyet kuvvetlerinden kaçan Tom Cruise’un o kadar telaş içindeyken Türkçe olarak, “Özlem, Fener Yolu’nda, Gazi Muhtar Paşa sokağı, Rahimoğlu Apartmanı’nın 15 numaralı dairesinde cinayet işlenecek. Bunu engelleyebilirsin,” demesiydi. Bununla da kalmamış bana saçlarının boyama olduğunu tahmin ettiğim sarışın, güzelce bir kadının fotoğrafını göstermişti. “Bu kadın kocası tarafından öldürülecek. Vahşi bir şekilde. Bıçakla. Behnan ise suç ortağı. Her şeyi o planlıyor. Unutma, Behnan Denizci. 26 Nisan günü.” Bu arada sekiz film izlemiş, sadece ikisinde ünlü oyuncular tarafından uyarılmıştım. Artık düşlerimde film kiralamamaktaydım, ama havaya girmiştim fena halde. Geçen zamanda Đstanbul’da Aşkbaz Yokuşu adlı bir sokağın gerçekte olmadığına kani olmuştum. Ne taksiciler, ne tapu dairesindeki memurlar, ne de şehri çok iyi bilen tanıdıklarım bu adı duymuşlardı. Gazi Muhtar Paşa Sokağı’nı ise Kadıköy’de oturduğum için kolaylıkla buldum. Apartmanı da öyle. 15 numaralı dairenin zilinin etiketinde Aysel – Sinan Bakırcı yazmaktaydı. Ablamla birlikte işlettiğimiz küçük bir konfeksiyon atölyemiz vardı. O sıralarda daha konfeksiyon sektörü şimdiki dar boğaza girmemişti. Kazancımız fena değildi. Ara sıra işi asarak, soluğu Gazi Muhtar Paşa sokağında almaktaydım. Bir gün daha sokağa Bağdat Caddesi tarafından yeni girmişken, bulunduğum kaldırımdan karşıdan gelmekte olan sarışın
72
Sadık Yemni
kadını görünce yüreğim hopladı. Bay Cruise’un gösterdiği fotoğrafın tıpatıp aynısıydı. Otuz başlarında hoş bir kadındı. Kendisiyle konuşmak istediğimi, hayati bir mesele olduğunu söyleyince Aysel Hanım önce biraz ürktü. Az kalsın yürüyüp gidecekti. Sonra durakladı ve, “Beni size kim önerdi?” diye sordu. “Natacha McElhone ve Tom Cruise,” desem iş baştan kopardı. Kadın kaçık olduğumu düşünür ve çeker giderdi. Ben de böylesine ağır bir yükü taşımıyor olurdum şimdi. Ama daha akılcı görünebilmek için, “Adınız Aysel Bakırcı. Tehlikedesiniz. Biraz konuşsak iyi olur,” dedim.
Filmlerde ve
romanlarda gaipten haber alıp kötü şeyleri engellemeye çalışan iki bacaklı saftirik meleklere özenmiştim. Tekdüze yaşamımda bir heyecan doruğu belirmişti. Kim kapılmazdı böyle bir yele? Kadının meraklı ve kurnaz bakışları beni tepeden tırnağa süzdü. Kıyafetimde ve tipimde sakıncalı sinyaller bulamamıştı. Yüzümde, çok sevdiği eşini ansızın kaybetmiş birine ait hüzün vardı. Tek lüksüm olan Louis Vuitton el çantama takılan bakışları yumuşadı ve, “Şurada bildiğim bir kafe var,” dedi. Kiraz Tepesi adlı kafede sütlü kakao içerken, kadına medyum olmadığımı ama rüyalarım aracılığıyla ona bağlandığımı, olan bitenleri anlattım. “Behnan Denizci mi dedi?” “Evet. ” Kadını söylediklerime ikna eden kilit isimdi bu. Arkadan sorduğu ikinci soru sıradan görünmüştü o sıralarda. “Nasıl biri bu Film Yeri’ndeki adam?”
73
Tozluta
Az kalsın ‘Rahmetli kocama benziyor’ diyecektim. Adam gerçekten de Fehmi’yi andırmaktaydı. ‘Neresi?’ deseler tek tek saymak zordu, ama genel andırtı söz konusuydu. Kalbimde ağrılı bir heyecan uyandırıyordu. Bu benim hevesimi kuran en güçlü etkendi. Yoksa Aşkbaz Yokuşu’ndaki Film Yeri’ne defalarca bağlanamazdım. Bunu sonradan idrak ettim. Kadına satıcıyı tarif ettim. Đlki Behnan Denizci adını telaffuz ettiğimde olmak üzere, gözlerinde ikinci büyük duygu değişimi meydana gelmişti. Yüzünün ifadesini analiz edebilmekten acizdim haklı olarak. Taşıdığım mesajın içeriğinden habersizdim. DVD kiralayan zatın kim olduğunu o sıralarda bilmem mümkün değildi. Kiraz Tepesi’nden çıktığımızda kadın biraz dalgındı. Zihni planlarıyla meşguldü. Güneşli bir öğle üzeriydi. Bağdat Caddesi tam kapasiteyle devinmekteydi. Tam ayrılırken birden aklıma Tom Cruise’un bir tarih de söylediği geldi. “26 Nisan günü olacakmış,” dedim. Kadının yüzünde yeni bir emosyon kıpırdaşması yaşandı, ama bir şey demedi. Mayıs ayındaydık. Daha çok zamanı vardı kumpası engellemek için. Ayrılırken elimi sıktı. Yüzündeki şükran ve minnet çizgileri pek zayıftı. Melanet ışıyordu, ama o şartlarda bunu algılayabilmem neredeyse mümkün değildi. Korku, endişe, kararsızlık gibi görünmüştü gözüme. Aysel Hanım’ın uzun topuklu ayakkabılarıyla gidişini izlerken bir garabetin farkındaydım. Kadın söylediklerime inanmıştı, ama bana sıradan bir şekilde teşekkür etmesi, benim hakkımda bilgi kopartacak sorular sorması falan rahatsızlık vericiydi.
74
Sadık Yemni
Bir daha düşlerimde yolum o Film Yeri’ne düşmedi. Aradan aylar geçti. Kocamın yokluğuna olduğu gibi buna da alıştım. Kendimi işe verdim. On gün Bodrum’da tatil yaptım. Dönüşümün ikinci günüydü. Kapıcının her sabah paspasımın üzerine bıraktığı gazetede Aysel hanımın fotoğrafını gördüm. Yıllardır tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşayan Sinan Bakırcı apartmanın merdivenlerinden yuvarlanarak ölmüştü. Adamın noter olan en yakın arkadaşı Behnan Keskin bunun kaza olmadığını, arkadaşının cinayete kurban gitmiş olabileceğini söylemişti. Sinan Bakırcı’ya otopsi yapılacaktı. Yazının en altında Aysel Denizci’nin evlenmeden önceki bir sabıkasından söz edilmekteydi. 1998 yılının martında şeytana tapanlar ayinine yapılan bir polis baskınında göz altına alınmıştı. Uyuşturucu kullanmakla suçlanıyordu. Fotoğrafını da basmışlardı. Yanında uzun boylu, ince yapılı bir delikanlı vardı. Ansızın toparlandığı için dağınık bir görünümü vardı, ama onu hemen tanımıştım. Film Yeri’ndeki delikanlıydı. Birkaç gazete arşivi gezince o baskınla ilgili daha ayrıntılı bilgiye ulaştım. Delikanlının adı Đsmet Denizci’ydi. Satanistlerin Şeyhi lakabıyla anılmaktaydı. Aysel’in bir yaş büyük abisiydi. Aralarında ensest ilişki olduğundan şüphelenilmekteydi. En basit bir akıl yürütmeyle bile bu işe alet edildiğim açıktı. Yalnız anlayamadığım bazı noktalar vardı. Đsmet Denizci bana düşlerim kanalıyla nasıl sokulabilmişti? Belki bende bir yetenek, bir duyarlılık vardı, ama niye ben? Bir de kendinin kolayca iletebileceği bir mesaj için Tom Cruise’u araya sokmasına ne gerek vardı.
75
Tozluta
Tekrar gazete arşivlerine gitmeye başladım. 1998, 1999, 2000 ve 2001 yılı gazetelerinden bir şey çıkmadı. 2002’de bulduğum şeyse tüylerimi diken diken etti. Đsmet Denizci aşırı doz eroin nedeniyle Fatih’teki evinde ölü bulunmuştu. Tarih 26 Nisan’dı. Ölü ağabey beni kullanarak kız kardeşine bir mesaj yollamış ve kadının kocası kaza geçirip ölmüştü. Mesajını ustaca kurmuştu. Behnan Denizci, 26 Nisan, aslında kötürüm olan kocanın işleyeceği cinayet gibi bir kurmaca bilgiyle kadını uyarmıştı. Behnan
Keskin
noterdi.
Sanırım
adamın
vasiyetnamesini
falan
değiştireceklerdi. “Her şeyi Behnan planlıyor,” lafı başka ne anlama gelebilirdi. O kadar aradıysam da Aysel Bakırcı hakkında başka haber bulamadım. Adli tıp herhalde kaza demişti adamın ölümü için. Mesele açıktı. Kocamın ölümü nedeniyle hassaslaşan zihnim, satanistlerin şeyhine bir kapı aralamıştı. Adam duyarlı ve saftirik birini arıyordu. Ben olmasam başkasını da bulurdu herhalde. Đçimden çok gelmesine rağmen Gazi Muhtar Paşa Sokağı’na bir daha gitmedim. Bilmeden de olsa bir cinayete alet edilmenin rahatsızlığını içimden atamıyordum. Soğukkanlı katil Aysel Denizci’nin beni sağ koymak istemeyeceği fikri de yavaş atımlı bir nabız gibi her dakika zihnimde kıpırdanmaktaydı. O yıl eski bir tanıdığımla yakınlaştık. Evlendik. Bir oğlumuz oldu. Ailem vardı, iş çevrem genişti, ama içimdeki korkuyu atamıyordum. Sürekli Aysel ve zebani abisi tarafından izlendiğimi düşünmekteydim. Birkaç kez gidip kadınla konuşmayı düşündüm, ama her defasında vazgeçtim. Đyi ki de öyle yapmışım.
76
Sadık Yemni
Belli aralarla gazete arşivlerini ziyarete devam etmekteydim. Bu arada internetle de samimiyeti ilerletmiştim. 2004 yılının on bir ocağında Behnan Keskin kendini yedinci kattaki dairesinin balkonundan aşağıya atıverdi. Đntihar başlığı vardı haberde. Kanında yüksek miktarda alkol vardı. Arkada mektup bırakmamıştı. Yalnız yaşayan orta yaşlı bir adamdı. Đnternet aracılığıyla bilgileri derledim. Gidip adamın birlikte çalıştığı ortağını ziyaret ettim. Merhum Sinan Bakırcı’yı ve Behnan Keskin’i babam kanalıyla tanıdığımı ve Aktüel Dergisi için çalıştığımı söyledim. Gazete arşivlerinde geçirdiğim bunca saat nedeniyle, uydurma kimlik kılıfımın içinde çok rahat oturmaktaydım. Adam ortağının intiharına hiçbir neden bulamamaktaydı. Laf lafı açtı. Behnan Bey’in Aysel Denizci aleyhine bir miras davası açma hazırlığında olduğunu öğrendim. Sinan Bey’in akrabalarıyla görüşmüştü bu konuda. Sonra da balkondan aşağı atlamıştı. Bu için arkasında şeytani planlar vardı. Pustum. Kendimi aileme ve çocuğuma vererek olan biteni unutmaya çalıştım. Korkularım azalar çoğalarak hep var oldu. Filmlerde ya da dizilerde genç bir kadının takip edildiği sahneleri izlerken içimde zehirli dikenli korkular serpiliyordu. Kimseye tek kelime bile etmedim. Konuşmazsam, hatta düşünmezsem o kötü ruhlu kadının peşimi bırakacağını düşündüm. Bazen kalabalıkta onu görür gibi oluyordum. Şeytan ruhlu abisi nedeniyle eski kocamın fotoğraflarına bile bakamamaktaydım. Adamın her an benimle astral bir ilişki kurmasını bekleyen yanım nedeniyle bazen en sıradan bir düşte bile gerilim hissetmeye başlamıştım.
77
Tozluta
Altı yıl böyle geçti. Kimseye sırrımı açmadım. Bir cinayete alet edildiğimin bilinmesini istemiyordum. Aşkbaz Yokuşu adlı sokak, Film Yeri videoteği, ölü kocamı andıran yakışıklı satanist tezgâhtar, ambalajlanan DVD’ler, Seyirci Kıtırı film versiyonları ve de ünlü oyuncuların benimle konuşmaları. Bunları anlattığım kimse, başta kocam olmak üzere, annem, babam, herkes iyice tırlattığım sonucuna varırdı zaten. Gidip yatağa uzandım. Sandığımın aksine uyku perileri üzerime mışıl mışıl tozları serpiştirdi. Derin bir uykuyla sabahı buldum. Oğlumu anaokuluna bırakıp The Postman Always Rings Twice adlı filmin DVD’sini satın aldım. 1981 yapımıydı. Đşi mişi bırakıp oturdum filmi izledim. Amerika’da, 1930’lardaki mali kriz sırasında genç bir adam, kendisini yardım olsun diye işe almış birisinin karısını baştan çıkartıyor, birlikte kadının kocasını öldürüp hayat sigortasına konuyorlardı. Ama sonunda kapıları ikinci kez çalınıyordu. Birden kendimi bunca zaman sonra ilk kez gerçek anlamda ferahlamış hissettim. Afişteki sarışın kadını andıran Aysel Denizci’nin kapısını postacı bir kez daha çalacaktı. Bu çok açıktı. Birinci de kötücül yan kazanmıştı. Đkincisi fatura ödemek olacaktı. Belki bu gece, belki de yarın gece, çok yakındaydı hissediyordum, Đkinci Aşkbaz Yokuşu’nda bir film kiralayacaktım. Sonra da Aysel Denizci Hanım’ın hayatı yokuş aşağı yönünde değişecekti. Aradan sekiz yıl geçti. Boşuna, “Tanrının değirmenleri yavaş ama ince öğütür,” demiyorlar.
Amsterdam, Mart 2010
78
“Türk edebiyatında K2rik ve Gece kadın kahramanların bilimkurgu ve fantezi türünde başat rol oynadığı bir öykü seçkisi olarak bir yeniliktir. Hoş bir esintidir. Bu seçkinin dünyamızda insan bekasını üstlenmiş olan kadınları giderek hem okuyucu hem de yazar olarak bilimkurgu-fantezi alanına davet edecek mütevazı bir örnek olacağını düşünmekteyim.”
www.buzuldunya.com
Zamanı kısa bir süre durdurma imkânınız olsaydı ne yapardınız? On yedi yaşındaki Metin Civerek’in elinde zamanı kırk üç saniye durdurabilen bir topçuk vardı. Önce her şey sınıfta, partilerde yapılan çocuksu şakalarla başladı. Sonra birden bütün dünyanın ilgisi Đstanbul’a çekiliverdi.
Usta yazar Sadık Yemni’nin Zaman Tozları adlı romanı Buzul Dünya’da.
www.buzuldunya.com
YAZAR HAKKINDA Sadık Yemni, 1951 yılında Đstanbul’da doğdu. Çocukluğu ve ilk gençliği Đzmir’de geçti. 1975 yılından beri Amsterdam’da yaşıyor. Romanları ve öykülerinin yanı sıra; denemeleri, roman çevirileri, film senaryoları ve tiyatro oyunları bulunuyor. Genellikle paranormal, gerilim, polisiye, bilimkurgu, fantastik türlerinin edebiyat tadı veren karışımı şeklinde, yani TekinsizX türünde yazıyor. Yapıtları:
Muska
(1996),
Amsterdam’ın Gülü (1997), Öte Yer (2002), Metros (2003), Çözücü (2004), Ölümsüz (2004), Yatır (2005), Muhabbet Evi (2006), Durum 429 (2007), Hayal Tozu Gölgecisi (2008), Zaman Tozları (2009), E-Kitapları: Zaman Tozları (2009), K2rik ve Gece – Kadınca Bilimkurgu Öyküleri (2009), Seb7a (2009) Yakında: Akisfer, Ahir@, Ağrıyan
www.sadikyemni.net