match-up mag // issue 5

Page 1

match - up

mag

Bahar 2015

Bu derg i keşfet mek üzerine kurg u la nmışt ır.

1




match - up Bu derg i ke şfet mek ü z er i ne k u rg u la n m ı ş t ı r.

mag

Hafif bir rüzgar esiyor. Başımı kaldırıyorum, dışarıda hayat akıyor. İnsanlar yürüyor, konuşuyor, koşar adımlarla ilerliyor. Arabalar birbirinin ardından hızla yol almaya çalışıyor. Pencereyi kapatıyorum. Evime bahar gelmiş. Pencere önüne dizdiğim saksılardaki tüm çiçekler açmış. Yeni fark ediyorum. Hayattaki her detayı yakalayamadığım hızla geçen aylara inat, biraz yavaşlıyorum bu ay. Kelimelerim yavaşlıyor, düşüncelerim de… “An”a dönüyorum, kendime dönüyorum. Sakinleşiyorum. Bundan birkaç ay öncesi geliyor aklıma. Koşuşturmalar içinde geçen, baharı özlediğim günlerin birinde, içimden gelen bir sesle bu temaya karar vermiştim. Anın biraz olsun farkına varabilmek, akıp giden her şeyle sürüklenmemek, tüm sorumluluklara rağmen kendime vakit ayırıp, zamana direnmek için. Doğaya hak ettiği ilgiyi, zamanı ve özveriyi verebilmek için. “Çözülen bir yün yumağı” olan “akıp giden günlerimizi” biraz olsun yavaşlatabilmek için… Arkaya bahar playlistimizi* açıp, tüm gürültülerden uzaklaşıyorum. Yakında yeni başlangıçlarla, yeniden karşılacağımız güne kadar biraz da olsa yavaşlayabilmeyi diliyorum. İyi okumalar.

Deniz Yılmaz * www.mixcloud.com/matchupmagmusic

n

Genel Yayın Yönetmeni: Deniz Yılmaz Kreatif Direktör: Türker Akman Editörler: Deniz Özdağ, Emre Eminoğlu

Katkıda Bulunanlar: Ahu Aydemir, Arda Hasbioğlu, Cansu Uras, Ceren Baskı, Denef Huvaj, Doğa Bursalı, Eda İldam, Ekin Büyükşahin, Erre Galvez, Fatoş Tatlı, Melike Yelkenci, Melis Şen, Merve Koçak, Nihan Betül Arıcı, Recep Türkmen, Seda Brown, Selen Baycan Patır, Taner Turna, Tuğçe Uluurgun, Yiğittan Demiralp, Yunus Çetin, Zeynep Dinç Yayın Türü: Süresiz Yayın Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. A.Ş. Reklam ve İletişim: info@matchupmag.com

@matchupmag

matchupmag

www.matchupmag.com Tüm hakları saklıdır. Dergideki yazılar ve görseller yayıncının izni olmadan kullanılamaz. - ücretsizdir -


09

01

29

25

içinde neler var? 01 05 09 11 13 15 17 25

27

29 31 33 35 37 39 41 43 45 47 49 51 52 53 57 59

Can Ağaoğlu Mehmet Ali Uysal Self Discovery Odun Design Yunus Çetin Der-liebling As Nature Awakens Recep Türkmen (Photo Essay) Biraz Yavaşlamaya Ne Dersin? Erre Galvez Plumon NYKS Galata Bite’n Joy Çay İçin Bir Tapınak Yavaşlık Barselona About Arianne Octaevo Barbaros Bağ Evi Nicole Islandman Merve Koçak İstanbul Müzik Rotaları Film İç Ses

insan / stil / keşif / mekan / müzik / film / iç ses

17

33

05

37


(

(

DOGAYA DOGRU )

)

Can Agaoglu Röportaj : Deniz Yılmaz Fotoğraf : Can Ağaoğlu

i Bazı insanlar, yaşamlarının büyük bir kısmını kalabalık şehirlerde geçirseler de, bir yanları daima doğaya aittir. Doğada buldukları huzuru başka çok az şeyde bulabildiklerinden; sık sık doğal hayata sığınır, beden ve zihinlerini doğanın içinde dinlendirirler. Can Ağaoğlu da böyle bir insan. New York gibi karmaşık bir kentte yaşaması, O’nun doğa kaçamaklarına engel değil. Hatta aksine içindeki arzuyu tetikleyen cinsten. Bazı insanları yakından tanımak istersiniz, maceralarını duymak, hikayelerini dinlemek… Böyle röportajlar da güzel bir bahane sunar ve -belki bütünüyle tanımak değil ama- en azından o kişi hakkında fikir sahibi olmanız için güzel kapılar açar. Şimdi sizi, araladığım o kapıdan içeri davet edip; “yavaş yaşam ve doğa” denilince aklıma ilk gelen insanlardan biri olan Can’ın fotoğrafları ve kelimeleri ile baş başa bırakıyorum.

i

1


Bildiğim kadarıyla uzun zamandır New York’ta yaşıyorsun. Bu şehre taşınmaya nasıl karar verdin? Üniversitenin iki senesini burada okudum. Gittiğim şehrin New York olup olmaması çok da önemli değildi başlarda. Doğduğum ülkeden başka bir yerde yaşamanın yeni bakış açıları kazandırması umuduyla Türkiye’den ayrılmıştım. Hayatının nasıl bir temposu var? Çalışma şeklin nasıl? 50’ye yakın web sitesinin tasarım ve geliştirmesini idare ediyorum. Hızlı ve stresli günlerim olsa da zamanı ve müşterilerin beklentilerini iyi planladığım sürece üzerimdeki baskı kaldırılabilir oluyor. Peki en çok içine sinen işin hangisi? Grammy ödüllü Iggy Azalea için yaptığım tasarım son zamanlarda en çok özen gösterdiğim işlerden. Önümüzdeki bir iki ay içinde onaylanıp yayında olmasını umuyorum.

Günlük tempo içinde, çalışırken ya da bir yerden bir yere yetişirken zamanı yavaşlatacak, seni rahatlatacak bir yol buluyor musun? Neredeyse her yere bisikletle ulaşıyorum, artık metronun kalabalığı ve gürültüsü fazla geliyor. İşe farklı rotalardan gidiyorum, her zaman aynı ve en kısa yolu kullanmıyorum. Bu şekilde dikkatimi günlük baskılar yerine etrafımda olup bitene verip anın içinde olabiliyorum.

Doğayla iç içe olmak istediğinde yalnız olmayı mı, birileriyle olmayı mı tercih ediyorsun? Doğa utangaçtır derler, bence bu güzel bir tespit. Olan biteni fark edebilmek için dikkatinizin çevrenizde olması gerekiyor. Yanımda birileri varken bunu yapabilmek pek kolay değil. Bu yüzden yalnız olmak ilk tercihim fakat birlikteyken sessiz kalabildiğim insanlarla çıktığım geziler de beni mutlu ediyor.

Bize doğa kaçamaklarından bahseder misin? Nerelere gidiyorsun hafta sonları? Şehrin içinde geçirdiğim zamanı, doğayla dengede tutmak benim için çok önemli. Bu yüzden kamp eşyalarım perşembeden hazır oluyor. Nereye gideceğim büyük bir önem taşımıyor, hava durumuna göre son anda karar veriyorum. Gürültü ve kalabalıktan uzaklaşmak temel amacım. New York’tan bir saat uzakta ormanlar, tertemiz tutulmuş nehirler ve göller var. Keşfedilecek yerler sonsuz ve şehirden kaçmak için arabaya ihtiyacınız yok.

Bugüne kadar gezdiğin yerler arasında, zamanın en yavaş aktığı yer neresiydi? Dünyanın en huzurlu yerinde de olsam, eğer aklım şehirde veya sosyal yükümlülüklerimdeyse zaman aynı hızıyla akmaya devam ediyor. O yüzden kafa olarak nerede olduğum, bedenen nerede olduğumdan çok daha önemli. Verdiğim yanlış kararlar, ¬kırdığım kalpler dağda da, ormanda da hep benimle. Zamanı yavaşlatabilmek için öncelikle kendimle problemlerimi çözmem gerekiyor; bunu başarırsam arka bahçem bile bana yeter.

Önce yüzü, sonra kelimeleri geldi aklıma...

2


Doğadayken, etrafına baktığında seni en çok cezbeden şey ne? İnsan elinin değmediği doğadaki denge beni cezbediyor. İnsanoğlunun egosu ve kendini ekosistemin bir parçası değilmiş gibi görüp, onu kontrol etme çabası beni çok düşündürüyor ve üzüyor. Bunun dışında doğadayken ne kadar küçük ve geçici olduğumu hatırlıyorum. Bu da hem günlük hayatımdaki egomu törpülüyor hem de kendi üstümde kurduğum baskıları azaltıyor. Dağin tepesindeyken, yaptığım web sitelerini kaç kişinin ziyaret ettiğinin pek bir önemi kalmıyor mesela. Yaşıyor olmanın mucizesi birincil, geri kalan her şey ikincil oluveriyor. Doğa tutkusu genellikle çocukluktan gelir derler… Sen çocukken nasıldın? Küçükken kendi başıma keşiflere çıkardım, aksam yemeği için eve dönerdim. Hayvan belgeselleri, çizgi filmlerden daha cazipti. Annem hep zoolog olacağımı düşünürmüş. Arkadaşlarım sokakta futbol oynarken ben bahçede saatlerce böcek ararmışım. Kamp yaparken beklenmedik bir olayla karşılaştın mı hiç? Neredeyse her gezide beklenmedik bir olay oluyor. Gece gelip yemeklerimizi çalan rakunlar, neredeyse üzerine bastığımız çıngı-

3

raklı yılanlar, vücudumdan teker teker ayıkladığım keneler artık bu gezilerin bir parçası oldu. Fakat geçtiğimiz ay gölün ortasında donmuş bir ceylan ve ona doğru yaklaşan bir çakal ve iki kartal manzarası kanımı dondurdu diyebilirim. Fotoğraflarında en çok neyi yakalamaya çalışıyorsun? Şu sıralar üzerinde yoğunlaştığım iki konu var. Biri şehirdeki karmaşanın ve doğada bulduğum huzurun karşılaştırması. Diğeri ise yalnızlık. Amacım, bu konuları işlerken inandırıcı ve samimi olabilmek. Bolivya fotoğraf serin çok güzel. Bize biraz Bolivya seyahatinden bahseder misin? Teşekkür ederim, bunu duymak güzel çünkü benim için çok özel bir geziydi. Bolivya’ya iki haftalığına gittim. İlk hafta yalnız başıma pek bilinmeyen bir yolda 4 günlük bir dağ yürüyüşüne çıktım. Pek bir tecrübem olmamasına rağmen elimde bir pusulayla yön bulmaya çalıştım. İkinci gün yolda benim gibi yalnız başka insanlarla karşılaşıp onlarla günlerimi paylaştım. Gezinin ikinci yarısı Uyuni’den 3 kişilik grupla bir cip kiralayıp yola çıktık. İlk gün tuz çölüne gidip geceyi orada geçirdik. Gece yarısı çölün ortasında yere yatıp yıldızları

seyretmek unutulmazdı. Sonraki 3 gün, en az orası kadar etkileyici doğa harikası yerleri ziyaret ettik. Eğer Güney Amerika’ya yolunuz düşerse buraları görmeniz gerekiyor. Kelimelerle anlatmak zor. İleride doğanın içinde yaşamak gibi hayallerin var mı? Hiç kafanda kuruyor musun bu tip şeyler? Var evet, fakat henüz zihnimin bana yıllarca yetecek kadar zengin olduğunu düşünmüyorum. O gün gelene kadar şehir ve doğa arasında sağlıklı bir denge yakalamaya çalışacağım gibi görünüyor. Diyelim ki, seni şehir hayatına bağlayan bir şey kalmadı nereye gider yaşarsın? Denize ve ormana yakın bir yerlerde mutlu olurum gibi geliyor. Kolombiya sahilleri belki, ya da Vietnam, Doğu Karadeniz de olur; otobanlarla mahvetmezlerse. Doğaya dair sana ilham veren film/filmler var mı? Alone in the Wilderness, Grizzly Man, Chasing Ice ve tabii ki Into the Wild. Bir de atlamadan geçemeyeyim, Daniel Quinn’in Ishmael adlı romanı içinde yaşadığımız modern uygarlığın temel problemleriyle ilgili okuduğum en etkileyici kitap.


www.canagaoglu.com


. MEHMET ALI UYSAL Röportaj : Emre Eminoğlu

i

“Skin / Ten”, “Peel / Kabuk” gibi isimleri olması tesadüf değil... Toprağa tutturulmuş dev mandalını ya da bir galerinin duvarlarını soyduğu sergisini – kendilerini değil üstelik, fotoğraflarını – ilk gördüğümde, kendi tenimde, etimde bir şeylerin çekildiğini, kazındığını hissetmiştim. Bazı durumları ‘insanileştirmeye’ çalıştığını söylerken, O da bundan bahsediyor sanırım. Ankara’da çalışan ve yaşayan, her türlü ‘tanımlamadan’ uzak durmak isteyen Mehmet Ali Uysal’a, kendisi ve eserleriyle ilgili merak ettiklerimi sordum.

i

5

Görseller Mehmet Ali Uysal ve Pi Artworks izniyle kullanılmıştır.


Skin 2 // Belçika

Kendinizi heykeltıraş olarak mı, yerleştirme sanatçısı olarak mı tanımlamayı daha doğru buluyorsunuz? Aslında “tanımlamayı” doğru bulmuyorum. Sadece kendim için değil; sanatla ilgili ne varsa mümkünse tanımlama denen şeyden uzak olsun. İlk heykelim bir büsttü. O zamanki naifliğimden olsa gerek, kendimi heykeltıraş ve sanatçı sanmıştım. İtiraf etmem gerekirse o andan itibaren bu his hep azaldı. Niye azaldı derseniz, o zaman heykelin; yaptığım ve yapılmış büstlerden ve figürlerden oluşan bir şey olduğunu düşünüyordum. Şimdi hissettiğimse sanatın her şeyden oluşabildiği, her şeyin sanat olabildiği... Bu durumda yaptığım işleri bu tanımlamada hep eksik bulurum. Dolayısıyla kendimi ne sanatçı olarak ne de heykeltıraş olarak hissediyorum. Elbette sanatçı tanımlamasını benim gözümde dolduran insanlar var, Matta Clark gibi mesela. Hayatını incelerseniz, bitmemiştir işi; aslında işi, bitmemişlik üzerinedir.

Doğadan ne ölçüde ve hangi bağlamda ilham alıyorsunuz? Yaptığım işlerin en büyük kaynağı bir önceki yaptığım iştir. Onun üstüne kurguluyorum. Bir önceki soruda bahsettiğim büstle bugün yaptığım işler arasında kesintisiz bir bağ var. Bu süreçte işlerin biçimlenmesine doğanın da etkisi büyüktür sanırım. “Doğal” olarak. Bana sorarsanız bir iş yapıyorum, sadece tek bir iş. Hala da o yaptığım iş bitmedi. Umarım bitmez, umarım ömrüm bu işi bitirmeye yetmez. Arafta olan, belirsiz olan beni devam etmeye zorluyor. Varmaktansa yolda olmak güzel. Bir de varamayıp geri dönmek. Çerçeveler duvarın içinde-ymiş gibi, duvarın kabuğu soyuluyor-muş gibi, toprak mandalla tutturul-muş gibi... Bu –mış/-muş gibileri sağlayan illüzyonlar sizce doğanın bir parçası mı? Doğanın bir parçası değil elbette. Ama sanat ve bilim denen şey ikinci doğadır bir açıdan. Var olandan yola çıkarak başka bir doğa yaratmaktır. –mış/-muş gibi şeyler bildiğimiz doğa

www.piartworks.com

değildir, başka bir doğadır ve duyularımızla algıladığımız doğadan başka bir şeydir. “Skin / Ten” toprakla iç içe çalışmanızı gerektiren bir iş, bunun zorlayıcı bir etkisi oldu mu? Zor olan malzeme değildi aslında, o işi bi yerlere yerleştirebilmek için birilerini ikna etmekti. Teknik sorunlar illaki çözülüyor. En uzun uygulamasını 20 günde yaptım. Ancak birilerinin bu işi algılaması ve ikna olup bir yere yerleştirmeye karar verilmesi yıllar aldı. Projeyi 2005 yılında, ilk uygulamasını ise 2008’in sonunda Fransa’da yaptım. Türkiye’ye gelişi projenin oluşumundan 9 yıl sonra oldu. Nedir Fransa’daki ya da dünyada uygulandığı diğer şehirleri Türkiye’deki şehirlere göre farklı kılan, kamusal alanda sanat algısı mı? O şehirleri farklı kılan şey evlerinden, mimarisinden, zenginliğinden öte içinde yaşayanlardır. Duyarlılıklarıdır. Bizim evlerimizin içi çok temiz. Dışı, yani kamusal olan bölüm çok kirlidir. Bu birçok şeyi açıklar sanırım.

6


Uluslararası sanat çevrelerince İstanbul’a kıyasla daha geri planda olan Ankara’da çalışıyor olmanın faydasını ya da zararını görüyor musunuz? Şehirle olan ilişkim içindeki insandan bağımsız değil. Bir şehirde sevdiğim bir arkadaşım yoksa o şehir boştur ve boş evlerden de şehir olmaz. Şimdiye kadar gördüğüm en çirkin şehir Ankara... Ama bu çirkin şehrin içindeki bazı evlerde sevdiğim insanlar yaşıyor. Diğer yandan Ankara’da üretim için gerekli koşullara diğer şehirlere göre çok daha kolay ulaşabiliyorum. Ayrıca bahsettiğiniz gibi sanat çevresinden uzak olmak benim işime geliyor. Sanat çevresi dediğiniz şeyin insanı var eden bir tarafı olduğu gibi bitiren, içini boşaltan bir yanı da vardır. Peel // 2015 // Nesrin Esirtgen Koleksiyonu

“Peel / Kabuk” serginiz hakkındaki bir yazıda kullanılan “disinstallation” sözcüğü dikkatimi çekti. Bu sergideki eserlerinizle, ya da genel olarak eserlerinizle ilgili olarak bu sözcük hakkında ne düşünürsünüz? Ben nasıl bir ağaca bakıp, ağaç üstüne istediğimi düşünmekte özgürsem, o yazan kişi de benim yaptığım işe bakıp istediğini düşünmek ve istediği biçimde yorumlama özgürlüğüne sahiptir. Bir işe bakıp, o işten olabildiğine farklı çıkarımlar yapmak, o işin zenginliğini ve derinliğini gösterir. Ben nasıl bakıyorum derseniz bu işlere; ben çok temiz ve hijyenik sembol bir mekanın arkasını gösterdim. Öyle bir mekan paradan tutun da, varoluşuyla modern hayatı, insansızlaştırılmış hayatı vurgulayan bir şeydi. İnsanileştirmeye çalıştım.

Peel // 2015 // Nesrin Esirtgen Koleksiyonu

Suspended Series // 2014 // 150 x 150 x 35 cm // Polyester

7

www.piartworks.com


Mamut Art Project Hazırlayan : Emre Eminoğlu

“Ulaşılabilir sanat alternatifi” Mamut Art Project, bu yıl üçüncü yaşını kutladı. Uzman bir jüri tarafından seçilen sanatçıların eserlerini bir araya getiren serginin mekanı ise geçtiğimiz yıl olduğu gibi KüçükÇiftlik Park’tı. İşte 57 sanatçının eserleri arasından bazıları…

IŞIK ÖZÇELİK // EĞRETİLMELER Işık Özçelik’in Eğretilemeler serisinin bir parçası olan iki eseri, üst üste konmuş doğal taşlardan oluşuyor ve her ikisi de ortaya koyduğu fiziksel durum aracılığıyla farklı duyguları harekete geçiriyor. Eğreti / Substitution’da üst üste konmuş taşlarla yaratılmış tedirginlik, adımınızı atarken dikkatli olmaya zorluyor sizi. Öteki / Other ise bakışlarınızı görece alçak bir başka taş kulenin üzerinde serbestçe salınan tek bir taşın farklılığına çekiyor. Doğanın dengesi hem gerçekten hem mecazen karşımızda duruyor. Doğal olmayanların, eğretiliklerin yarattığı tedirginlik ve farklı olanın bir süre salınıp çırpındıktan sonra diğerleri ile hizalanması; birkaç parça taşla somutlaşıyor

REZZAN HASOĞLU // SAHAFLAR Rezzan Hasoğlu’nun Sahaflar projesinin sonuçlarını incele fırsatı bulduğumuz serisi, teknoloji ve hızlı-yaşamın kurbanı olmaya başlayan kartpostal kültürünü başrole yerleştiriyor. Serinin hikayesi, bu kültüre özenle yapılmış bir yoğun bakımı andırıyor: Sanatçı Beyazıt‘taki Sahaflar Çarşısı’nda farklı hikayeler dinlemiş, sahafların fotoğraflarını çekmiş, bunları birer kartpostala bastırmış ve onlara geri götürerek üzerlerine bir hikaye yazmalarını ya da bir şey çizmelerini istemiş. Ortaya çıkan sonuç, bir yüzleri birbirine benzese de diğer yüzlerindeki farklı el yazıları ve farklı hikayelerle başkalaşan kartpostalların güzelliğini taşıyor.

SERCAN GÜNDOĞAR // EVCİL DOĞA Sercan Gündoğar’ın Evcil Doğa başlıklı fotoğraf serisi, insan ve doğanın -çoğunlukla kaybeden tarafın doğa olduğu- ilişkisine odaklanıyor. Her gün etrafımızda onlarcasına tanık olduğumuz, insanın doğayı günbegün yok ettiğine dair kanıtlardan bir demet sunuyor aslında sanatçı. Fakat medeniyetin merkezinden, şehir yaşamından değil daha izole gibi gözüken yerlerden görüntülerle yapıyor bunu. Böylece bize de, insanın doğaya müdahale etmediği, izlerini bırakmadığı alanların ne kadar az olduğunu bir kez daha fark etmek düşüyor. www.mamutartproject.com


Self Discovery Jimmy Marble // Mart 2015

Jimmy Marble, Los Angeles’ta yaşayan fotoğraf ve video üzerine çalışmalar yapan bir sanatçı. Jimmy’nin mural sanata ve tasarıma da yakından ilgisi var. New York’ta bir ajans tarafından temsil ediliyor ve iç açıcı işler üretmeye devam ediyor. Konsept seriler üzerine yaptığı fotoğraf çalışmalarından; “Self Discovery”i temamıza uygun gördüğü için bizimle paylaştı. New Mexico’ya giden üç yakın arkadaşın, kişisel bir yolucluğu... Onlara, kumdaki ayak izleri, kameraları ve kendi seslerinden başka eşlik eden hiçbir şey yok.


Modeller: Bethany Toews Georgia Stockwell Yer: New Mexico

www.jimmymarble.com

10


ODUN DESIGN )

Ezgi Köroglu Röportaj: Serra Duran Fotoğraf: DenizYılmaz

i

Odun, hiç hafife alınmaması gereken bir kimsedir. Kimsedir çünkü insandan hallicedir. Ancak insanın aksine doğar, büyür fakat ölmez. Ölümsüzdür. Okudukça, izledikçe, dünyaya nasıl bakılacağını öğrenen bir insan misali; odun da olgunlaşır, bilgeleşir. Yıllar geçtikçe aldığı yolu, biriktirdiği yaşanmışlıkları unutmaz. Ona dokunduğunuzda sizinle konuşmaya başlar, hikayesini anlatır. Yağmurla ıslanıp güneşle kurumasından, kazara üzerine dökülen envai çeşit kahveden sonra, o kahvenin çatlakları arasında usulca süzülüp içine karışmasından bahseder. “Odun”la konuşabilmeyi başarabilmiş nadir kimselerden Ezgi Köroğlu ile kurucusu ve tasarımcısı olduğu ODUN Design markası hakkında konuştuk...

i

11


Kısaca seni ve markanı tanıyabilir miyiz? Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirip Milano IED’de moda ve tekstil yüksek lisansı yaptıktan sonra ürün ve mobilya tasarlamaya başlayan, sürekli seyahat halinde bir tasarımcıyım. ODUN Design, size ihtiyacınız olan her şeyi doğada bulabileceğinizi farkettirip, anınızı kaliteli yaşatmak adına tasarlanmış bir marka.

Tasarımlarında hangi ağacı kullanıcağına nasıl karar veriyorsun? Yaşamak istediğim hikaye ne ise ona göre sanırım… Bunun bir matematiği yok. Her dönem yaşanmışlıklarımdan edindiğim farkındalıkla değişiyorum. Her değişim başka bir hikaye demek. Geçen yaz Milano’ya geri dönme kararı aldığım evrede İtalya’nın can damarı, mitolojik zeytin ağacına sarılmam ya da Datça’da Knidos’u ziODUN Design’ın arkasında yatan hikaye- yaret ederken duymak istediğim kokunun yi kısaca bizlerle paylaşır mısın? “ıhlamur ağacı kokusu” olması gibi… TaAslında için her zaman neye ihtiyacın oldu- mamen o döneme ait hissiyatlar. ğunu söyler. Yeter ki sen onu duyabil. İşte ben, iç sesimi duyamadığım günleri çok yo- Kendini “globetrotter designer” olarak ğun yaşadığım bir zamanda zeytin ağacıy- tanımlıyorsun, bunu biraz açar mısın? la tanıştım. İç sesimle beraber doğaya geri Buradaki “tasarımcı” algısının benim yapdöndüm. Zeytin ağacından kendime mo- tığım işle ilgisi yok. Diğer bir sebep de; bir del çıkartmak için her gün tornacıya gidip yere yerleşemedim, daha doğrusu yerleşegelmeye başladım. Milano’ya tekrar dönüş miyorum. Yıllar oldu hala evimi, ofisimi kararı aldığım zamanlardı. Farkettim ki ben belirleyemedim. Demek ki istemiyorum. ahşap ile kendime dönebiliyorum. Hiç masaya oturup hadi şunu çizeyim diyeOdundan masa sandalye değil de bardak, rek bir iş yapamadım, olmadı. Ya uçaktaytabak tasarlıyorum. Geçmiş yıllarda ano- ken bir kağıda, ya yürürken elime, ya da bir reksia ve bulumia hastasıydım. Hayatımın oteldeyken not defterime karalarım. İstanodak noktasında hep yeme içme ile ilgili bul’a döndüğümdeyse gün içerisinde yaklaşeyler vardı. Şimdi bu hastalıklarım devam şık 15 km yürüyüp ustalar arasında mekik etmiyor. Fakat anksiyetem arttıkça başvur- dokuyarak tasarımlarım üstüne çalışırım. duğum şey yine yeme bozukluğu. “Odun” Sanırım bu nedenlerden dolayı “globetrotbenim kendime dönüşümle, kendimi fark ter” (seyyah) kavramını uygun gördüm. etmeye çalıştığım evrede doğdu. O yüzden bugün odundan kahve fincanı tasarlıyor ol- ODUN Design’ı ileride nerede görüyormam hiç de tesadüf değil! sun? Geleceğe yönelik başka plan, projelerin var mi? Kendini nasıl tanımlarsın peki? İlerisi ile ilgilenmiyorum, görmek de isteMeraklı, düzensiz, hayalperest, sabırsız, mem doğrusu. ODUN Design bulunduğuseyyah. muz şu an ile ilgileniyor. Bulunduğumuz anın tadını almak ile… Dolayısıyla bir he-

Ağaçla arandaki ilişkiyi nasıl tarif edersin? Malzeme olarak neden ahşabı seçtin? Kokusu, hikayesi, dokusu… Bunlar beni hayal ettiğim dünyaya doğrudan götürebiliyor. Ben doğanın içimizle tamamen aynı etki tepkileri taşıdığını düşünüyorum. Çürüyen bir bitkinin toprağa karışmasıyla, yaşlanmış bir bedenin ölüp toprağa karışmasını bir görüyorum. Ahşap ise dokusu itibariyle doğadan bir hikayeyi destekleyen en güçlü şey.

defi yok. Şu anki ihtiyacı neyse onu doğada buluyor, yaşadığı anı keyifle yaşıyor ve geçiyor. Şu sıra ekolojik tekstil ile anı daha keyifli hale getirmek üzerine çalışıyorum. Doğu Karadeniz’de el dokuması, ekolojik kumaşlar dokutuyorum. Ortaya çıkacak işler onlarla şekillenecek.

Olmazsa olmaz diyemem ama “kahve” masamda hep vardır. Bakış açılarını kendine yakın bulduğun veya çalışmalarıyla zihninde ışık yakan sanatçılar/tasarımcılar kimler? Marcel Wanders, Philippe Starck ve Mehmet Ali Uysal… Tasarım açısından en çekici bulduğun şehir hangisi peki? Amsterdam. Eğlenceli, yaratıcı, açık fikirli insanlarla dolu bir şehir. Dolayısıyla orada olduğunda sen de öyle oluyorsun. Her bir köşesi estetik dolu. Binaların kanala bakan yüzlerindeki taşlarla, pencere pervazlarının renk uyumu, birlikte ortaya çıkan görüntüsü tebessümle dolaşmanızı sağlıyor. Birçok hikaye yan yana duruyor ve ilham veriyor. Sayımızın konusu “yavaş yaşam ve doğa”. Sen kendi hayatını nasıl buluyorsun? Genel olarak yaşamım içerisinde hızlıyım maalesef. Aslında bu öğrenilmişliklerle alakalı. İtalya’da yaşadıktan sonra yavaşlamayı öğrendim. İstanbul’a döndüğüm zaman ise; en fazla bir ay o rutinimi koruyabiliyorum daha sonra yeniden eskisi gibi hızlanıyorum, diğer insanlar gibi koşmaya başlıyorum. Çünkü zihnim çok fazla çalışmaya başlıyor. Bu da kaygılarımın arttığı ve iç sesimi duyamadığım anlamına geliyor. Anda kalmayı engelleyen bir şey bu. O yüzden mümkün olduğunca farkındalığımı arttırmaya çalışıyorum. Gestalt terapistimden ve bir de kahveden destek alıyorum… Gün içerisinde beni yavaşlatan şeylerden biri de; bir parka gidip havayı koklamak.

Her iki şehirde de yaşamış biri olarak Floransa mı Istanbul mu, kendini hangisine daha ait hissediyorsun?

İstanbul ile hiçbir zaman barışamadım. Floransa ise yaşamak istediğim o masalsı hayatı bana hissettiren tek yer. Yine de döÇalışma masanda (zeytin ağacından ol- nüp baktığımda, henüz kendimi ait hisseduğu duyumunu aldık) olmazsa olmazın debileceğim bir şehir yok. nedir?

www.odundesign.com

12


Çiçeklerle Büyüyen “KARMA” Yunus Çetin Röportaj : Nihan Betül Arıcı Fotoğraf : Türker Akman

i Beşiktaş’ın karmaşasından uzak, huzurlu bir sokakta, bir çiçek atölyesi… İçeri girdiğiniz ilk andan itibaren sizi çiçeklerin, otların, yosunların kokusu ve büyülü bir dünya karşılıyor. Bu büyülü dünyanın mimarı ise; Yunus Çetin. “Kendimi bildim bileli çiçeklerin arasındayım. Başka bir şey yaparken kendimi hayal bile edemiyorum” diyor Yunus. Ve bir de doğa ve toprak olmadan yaşayamayacağını ekliyor. Ben de Yunus’un doğayla ve çiçekle olan ilişkisine dair birkaç soru sorup, hikayesini bir de O’ndan dinliyorum.

i

13


Çiçek tasarımı yapmaya nasıl başladın? Bize biraz hikayeni anlatır mısın? Mahalle kültürü ile büyüdüğümden sürekli mahallede top oynardık. Mahalleden de Atakan isimli bir arkadaşım vardı. Abisi çiçekçiydi ve sürekli nerelere gittiğinden bahseder dururdu. Biz de hep imrenerek dinlerdik ve içimizde bir kaçma hissi oluşurdu. Bir gün babamın karşısına geçip “Baba ben çiçekçi olmak istiyorum” dedim. Tabii ki en başta bu fikre sıcak bakmadı. O gün bu gündür de, yani 22 yıldır çiçeklerin arasındayım ve sevdiğim işi yapıyorum.

gibi birçok kriteri göz önünde bulunduruyorum. Kısacası öncelikle kişiyi tanımaya çalışıyorum. Sonrası ise büyük çoğunlukla benim tercihime bırakılıyor ve kişiye/mekana en uygun kompozisyonu tasarlıyorum. Ayrıca oluşturacağım kompozisyon içerisindeki çiçekleri seçerken hangi mevsimde olduğumuz da önemli rol oynuyor.

Yaz ve kış aylarında kullanılan çiçeklerin renklerinde nasıl farklılık oluyor? Mevsime göre renkler ve tonlar değişiyor. Bahar aylarında daha renkli çiçekler, kış aylarında daha tarçın tonları ve kahveye “Karma” ismi nereden geliyor? yakın renkte çiçekler kullanıyorum. Bir de Felsefe olarak, “karma felsefesinin” benim- genellikle geri dönüşümlü çiçekleri tercih senmesinden geliyor. Yani “Ne ekersen, onu etmeye çalışıyorum. biçersin”. Bilindiği gibi bitkiler tohumlarını bırakarak çoğalır. Yapılan iyi işler ise ken- Türkiye içerisinde yetiştirilen ve senin de dilerini çoğaltan tohumlar gibidir. Tek bir sık tercih ettiğin çiçek hangisi? filiz ekersiniz ve büyük bir şükran ormanı Çiçek kategorisinde değerlendirilmese de biçersiniz. kekiği çok kullanıyorum. Daha önce de söylediğim gibi geri dönüşümlü çiçekleri Bu atölyeyi nasıl buldun? Bulduğun o kullanmaya özen gösteriyorum. Sümbülü günü anlatır mısın? kullanmayı da çok seviyorum. Çiçeksiz haİlk atölyem Teşvikiye’deydi daha sonra Ga- liyle bile bir kompozisyon yaratılabileceğini lata’ya geçtim. Şimdi Beşiktaş’tayım. Sık yer düşünüyorum. değiştirmeyi seviyorum sanırım. Buranın lokasyonu beni çok cezbetti çünkü her yere Çiçek tasarımları birçok sektörde kullayakın ve Beşiktaş’ın keşmekeşinden uzak, nılıyor. Senin de dahil olmak istediğin sessiz bir sokak. alanlar var mı? Farklı şeyler yapmak hoşuma gidiyor ve Çiçeklerle oluşturduğun kompozisyonla- çiçeği kullanabileceğim her alanda olmak rın nasıl şekilleniyor? istiyorum. Düğün sezonu bittikten sonra Her şey anlık gelişiyor aslında. Kimi zaman işin biraz da eğitim tarafına yoğunlaşmak mekana, kimi zaman insana göre şekillene- istiyorum. Sosyal sorumluluk projeleri, geri biliyor. Mesela bir gelin için el buketi yapa- dönüşüm projeleri gibi bir çok projeye de caksam mekan, gelinin gelinliği, ten rengi dahil olmak istiyorum aslında. Mesela ma-

Cihannüma Mahallesi, İsmailiye Sokak, No:12, Abbasağa // Beşiktaş

yıs ayında bir üniversite ile bir projemiz var. Tüm eski objeleri ve oranın doğasını kullanarak çiçeklerle birlikte bir ay sürecek bir sergi yapacağız. Daha çok doğal ve ömrü uzun çiçekler kullanılacak. Doğaya, toprağa değmek stresi azaltır derler. Bu durumda senin hayatının temposu nasıl? Stressiz bir yaşam mı seninkisi? Stressiz bir yaşam diyebilirim. Şu sıralar çok yoğunum fakat bu yoğunluk içerisinde bile stressiz yaşayabildiğimi düşünüyorum. Çiçekler ve doğa bana huzur veriyor. Doğada olduğumda veya çiçeklere dokunduğumda her şey iyiye gidiyor. İstanbul ve doğa aynı cümle içinde pek kullanılan kavramlar değil. Böyle bir mesleği İstanbul’da icra etmek nasıl bir his? İstanbul denilince doğa aklıma çok nadiren geliyor. Gelebiliyor. Bense insanların daha çok doğayla ve çiçekle iç içe olmasını istiyorum. Yaptığım tasarımlarla ve çalışmalarla buna daha çok imkan vermeye çalışıyorum. Hayatında doğa ve çiçek olmasaydı ne olurdu? Kendimi bildim bileli çiçeklerin arasındayım ve çiçeksiz bir hayat düşünemiyorum. Arada alıp başını nerelere gidersin? Anadolu Kavağı’na hem kafa dinlemek için, hem de çiçek toplamak için çok sık giderim. Antalya Akseki ve Cevizli de huzur bulmak istediğim zamanlarda en çok gittiğim yerlerden.

14


der-liebling Banu Kent

Röportaj: Nihan Betül Arıcı Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i

Galata’nın arka sokaklarında, İstanbul’un karmaşasından biraz olsun uzak bir hanın içinde, ufak ve sevimli bir atölyede der-liebling. Hem üretimini gerçekleştirdiği, hem de ürünlerinin sergilendiği bir alan olarak kullanıyor Banu Kent burayı. Tüketime dayalı olmayı ve her sezon eskileri unutup yeni şeylere yönelmeyi sevmiyor. Her birinin eşsiz olduğu aksesuarlarının hikayesini bir de Banu’dan dinleyelim.

i

15


Biraz kendinden bahseder misin? Almanya’da doğdum ve İstanbul’da büyüdüm. Üniversiteyi moda işletmeceliği bölümünde okumak için Amsterdam’a taşındım ve 8 yılımı orada geçirdim. Bu 8 sene benim için çok güzeldi. Mezun olduktan sonra uluslararası markalarda satın alma pozisyonunda çalıştım. 2011 yılında ise İstanbul’a geri döndüm.

ten sonra kafamda tasarlamaya başlıyorum. Tezgahın üstüne koyuyorum ve taş üzerinde oynamaya başlıyorum. Beğenmezsem tekrar bozup, tekrar yapıyorum. Süreç aslında biraz da taşa ve benim kafamdaki tasarıma bağlı olarak değişiyor. Ammonit, Ametist, Florit, Kuartz ve Turkuaz çok sık kullandığım taşlar. Fakat Turkuaz ve Florit benim favori taşlarım.

“der-liebling” nasıl başladı? Aslında İstanbul’a geri döndüğümde aklımda takı tasarlamak gibi bir fikir yoktu. Annem de tekstilci ve bir buçuk sene gibi bir süre boyunca onunla birlikte çalıştım. Fakat o tempo yavaş yavaş hoşuma gitmemeye başladı. Küçüklüğümden beri de ellerimle bir iş üzerinde çalışmayı ve yaratmayı çok sevdim. der-liebling serüveni ise çok doğal gelişti. Bir gün kolye ucu yaptırmak için Kapalıçarşı’ya gittim. Gittiğim de orada bir usta ile tanıştım ve bana kuyumculuğu öğretmeye başladı. O tezgahın başına oturduğum gün yaptığım işe aşık oldum ve bir daha da kalkamadım. İşte o günden beri bu işin içindeyim.

Insects koleksiyonunda gerçek böceklerden yararlandığını biliyorum. Süreci anlatır mısın? Böcekler bence inanılmaz yaratıklar. Böceğin yapısı ve anatomisi bana çok estetik ve mükemmel geliyor. Okul yıllarında da böcekler üzerine araştırmalar yapıyordum ve takı işlerine başlarken de neden böcekler de olmasın dedim. Bu koleksiyona başlarken dışarıdan gelecek yorumları dikkate almadım aslında biraz kendi kafamın dikine gittim. Zaten insanlar ya sevecek ya da nefret edeceklerdi. Süreç ise biraz ilginç oldu. Yurtdışı seyahatlerimde aldığım böcekler vardı. İlk önce onları bir kaplama yöntemiyle tasarlamaya çalıştım fakat bu şekilde kullanmak bana çok etik

Neden “der-liebling”? Yarı Alman, yarı Türk’üm. Fakat Alman tarafımı kendi içimde hiçbir zaman baskın hissetmedim. O yüzden Alman ismi olsun istedim ve sevilen kişi, sevgili anlamına gelen “der-liebling” ismini koydum.

gelmedi. Sonra onların kalıbını aldırmaya karar verdim. Böylelikle böcekleri dolaylı olarak koleksiyonumda kullanmaya başladım. “Stag” ve “Rhino” ise bu koleksiyonun önemli böcekleri.

Koleksiyonlarında hangi taşları kullanıyorsun? Bu taşları hangi kriterlere göre seçiyorsun? Koleksiyonumda yarı değerli ve doğal taşları kullanıyorum. Öncelikle taşlar renkleri ve şekillerinden dolayı beni çok cezbediyor. Bazı taşlar var; “Amorf ” kullanılması çok zor mesela. Ama onu öyle bir şeyle birleştiriyorsun ki muhteşem bir yüzük oluyor. Demek istediğim doğal taşlarda her zaman istediğin şekli ve büyüklüğü bulamıyorsun. O yüzden tasarlarken taşın geometrisini ve büyüklüğünü dikkate alıyorum. Bir de ben taşı gördük-

Gerçek hayatta böcekleri seviyor musun? Yoksa korkuların üzerine gitmenin farklı bir yolu mu bu? Tabii gerçek hayatta görsem gidip sevmem ama anatomik olarak ilgimi çekiyorlar. Böcekli koleksiyonuna dair ilginç sorular alıyor musun? Bununla ilgili başından geçen bir hikaye var mı? Aslında bu koleksiyona ait en ilginç hikaye çarşıda başlıyor. Ustaların tepkileri her seferinde ilginç oluyor çünkü onlar asla alışkın olmadıkları materyaller ile çalışmak durumunda kalıyorlar. Fakat ürünler ortaya

www.der-liebling.com

çıktıktan sonra onlara da güzel ve ilginç geliyor. Hatta çarşıda uzun bir zaman dilimi boyunca “böcekçi kız” olarak çağırıldım. İstanbul’da doğada olmak için nerelere gidiyorsun? İstanbul her ne kadar karmaşık bir şehir olsa da dilediğin zaman çıkıp boğaz havası alabiliyorsun ya da Belgrad Ormanı’na gidip temiz hava alıp, yürüyüş yapabiliyorsun. Yani aslında İstanbul’da her şeyi yapabiliyorsun. Biraz da kendinle alakalı bir durum. Yaşamak istediğin alanı sen yaratıyorsun. Fakat benim için olmazsa olmaz şey “deniz” diyebilirim. Atölyen Galata’da, çok sakin bir avlunun ortasında, bir handa... Burayı ilk kafana koyduğun günü anlatır mısın, hikayesi nedir? Ben oraya geçmeden önce orası çiçekçi olarak kullanılıyormuş. İlk gördüğüm anda aşık oldum ve atölyemi oraya taşımak istediğime karar verdim. Bulunduğum Salti Pasajı çok eski, 1800’lerden kalma bir han. Küçük İtalya gibi geliyor bana. Ortasında küçük bir bahçe var. Galata’nın ortasında saklı bir köşe gibi.

Bir süre Amsterdam’da yaşadığını söyledin, oranın en çok nesini özlüyorsun? Amsterdam inanılmaz bir şehir. İnsanları komplekssiz ve yaşamları bisikletlerin üzerinde geçiyor. İnsanlar sürekli bir şeyler yaratıyor… Sanırım oranın en çok sessizliğini özlüyorum. Yeni koleksiyonda bizi neler bekliyor? Yine doğadan ilham alma durumu var mı? Tabii ki doğadan ilham alma durumu var. Doğa olmadan düşünemiyorum kendimi. Yine doğal taş ve böcekler devam edecek. Şunu belirtmek istiyorum; her sezon yeni koleksiyon yaparak eskileri bir kenara atıp, sürekleri yeni şeylere yönelmeyi çok sevmiyorum. Eskilere yeni şeyler katıp onları devam ettireceğim. Birkaç farklı parça da olacak tabii.

16


AS NATURE AWAKENS Fotoğrafçı - Denef Huvaj Stilist - Deniz Yılmaz Asistan - Seda Brown Model - Doğa Bursalı (option management) Saç - Yiğittan Demiralp (kum agency) Makyaj - Ahu Aydemir Çiçek Tasarımı - Yunus Çetin Sanat Direktörü - Türker Akman

17


Mayo- 5th Position Kimono - Selim Baklac覺 (Fashion Incube)


Mayo - 5th Position


Etek- Elif Domaniรง (Flesh)


Mayo- 5th Position Ceket- Giray Sepin (Fashion Incube) Kolye & Bilezik- Frey Wille


Bikini- 5th Position Etek- Maid in Love (Fashion Incube) Harness- Elif Domaniรง (Flesh)


Bikini- 5th Position Pantolon- Maid in Love (Fashion Incube)


Bikini- 5th Position Etek- Nazlı Bozdağ (Flesh) Kolye- Apres Ski


KUTSAL .BEYAZ. YOL SERITLERI . photo essay

RECEP TÜRKMEN “Bazı göçebeler her yerde kendilerini evinde hisseder, bazıları içinse hiçbir yer ev değildir. Ben de onlardan biriydim.” Robyn Davidson, Çöldeki İzler Kimi ruhlar için dünyadaki yaşam bazen ağır geliyor. Olduğu yerden gitmek, uzaklaşmak, kaybolmak istiyorlar. Kendine bir ev arıyor, kendi kabilesini, kendi insanlarını bulmak için yollara düşüyorlar. Dağların sesine kulak verip, çayırların sonsuzluğuna inanıyorlar. Kutsal olan bir şey var yolun kendisinde, bizim gibi insanlar yolun kutsal beyaz şeritlerine inanıyorlar. Esas meselenin gitmek olduğunu ve yolculuğun kendisi olduğunu biliyorlar. Yol bitsin diye gidilmiyor çünkü zaten yol da bitmiyor. Yolda hep bir arayış var. Kendini ararsın, huzuru, aşkı, macerayı, yeni insanları, göğü, şehirden uzakta yıldızları, sessizliği, dinginliği, ya da bazen hiçliği.. Kaçışları bundandır insanın. Şehrin gürültüsünden, ışıklardan, trafikten, insanlardan… Hani o boğulma hissi gelir ya boğazına kadar hissedersin. Öylesine köşeye sıkıştırılmış ruhlar gibi ne yaptığını, kim olduğunu, nereye gittiğini bilmeden dolanıp duran, günden güne solduğunu hisseden ruhlar. İnsan durup iç sesini dinleyince gerçekten orada kurtarılmayı bekleyen mavi bir ışık hissediyor. Yanıp sönüyor, bir imdat çağrısı gibi. Yağmurun sesini duymuyoruz, gökyüzünü görmüyoruz, Samanyolu’na hayret edemiyoruz, güneşi selamlamıyoruz, ya da ay ışığına aşık olup, saatlerce göğün maviliğini tartışmıyoruz. Ve bizler ‘medeniyet’ içinde yaşadığımızı söylüyoruz. Boşa geçen hapis yaşamlarımızı biraz olsun güzelleştirebilmek adına uzakları hayal ediyoruz. Şartlar izin vermiyor bazen. Bazen de kısacık anları değerlendirip, uyumadan belki atlayıp gidiyoruz bir yerlere. Gidişler hep güzel oluyor, umut pompalanıyor kana. Kalbe, yarından umutlu olmayı öğretiyor gidişler. Gülümseme eksik olmuyor yüzümüzden. O anın içinde kaybolmak istiyor insan, ya da zamanı durdurmak. Gitmek hep güzel de, dönüşler bir hüzünlü oluyor. Şehre inmek, kalabalığa karışmak, insanlara alışmak zor geliyor. Kafanı kaldırıp göğe baktığında sadece sonsuz bir siyahlık oluyor. Şehrin ışıkları uzak yıldızları engelliyor, olası yaşam belirtisi gösteren uzak güneşler de, başka yıldızlar da zihninin bir köşesinde kalıyor. Unutmuyorsun.

25

Herkesin çok istediği doğadaki o yaşam aslında çok uzak değil. Bir hafta sonu alıp çantanı hiç gittin mi bir yere plansız? Ya da birisi sana hadi! dedi ve nereye diye sormadan tamam! dedin mi? O hayalini kurduğun anların gerçek olabileceğini düşündün mü hiç? Başkalarının hayatlarını uzaktan izleyip iç geçirmekle, istemekle olmuyor. Gitmek gerek. Yola düşmek, cesur olmak gerek. Yolun kutsallığına, yolculuğun ışığına inanmak gerek. Durmak, iç sesine kulak vermek gerek. Yaraların varsa hayattan onları iyileştirmek gerek. Doğanın canlılığına, iyileştirici gücüne, ışığına kendini bırakmak gerek. Evrenin muhteşem tasarımına şahit olup, sonsuz uzay boşluğundaki yerini tanımak gerek. Sana bahşedilen yaşamın yüceliğini özümsemek gerek. Şehrin kaotik atmosferinde oradan oraya yetişmekle geçen hayatlarımızı frenlemekten bahsediyorum. Yavaş çocuk, yavaş. Ve ışıkla. O gitmediğin köyün, yaylan, büyüdüğün dağlar, çayırlar orada. Hep hayalini kurduğun ama bir türlü fırsat yaratamadığın, ya da sonraya ertelediğin yaşam orada. Gitmek gerek. Plansız, programsız yazın Ege’de mavi sulara atlayıp balıklarla yüzmek gerek, Karadeniz’de bulutlara değip, Tuz Gölü’nde güneşi batırıp, Toros Dağları’nda eski yörüklerin (göçebelerin) izlerini aramak gerek. Hayat asla dört duvar arasında değil, hayat o çalıştığımız bilgisayar ekranında da değil. Dışarıda. Gökyüzünün mavi tonlarının altında ve yeşil çayırların hemen üstünde. Bunu bilip, küçücük yaşamlarımıza sıkışıp kalmak ağır bir duygu gerçekten. İstemek ilk adım, ama o adımı atmak istemekten daha büyük cesaret gerektiriyor. Ve işte o cesareti insan, kendisi gibi diğer insanlarda buluyor bazen. Bazen bir şarkı, bir fotoğraf, ya da sıcak gülümsemede. Hadi! diyebilen, insanın hareket mekanizmasını tetikleyen o kıvılcımı keşfetmek belki de asıl mesele. Saati hatta günü unutup çadırını manzaraya karşı kurduğunda insan başka bir zamana, başka bir jenerasyona aitmiş gibi hissediyor. Hoş, hiç bir yere ait olmayıp, her yeri ev sanmak içindeki ayrı bir gelgit. Kendimizi ne kadar tanıyoruz ki? Esasen kimiz biz? Bu soruların cevaplarını bazıları yolda buluyor. Kendini yolda daha güvende hissediyor.


Kendiyle baş başa kalıp, iç hesaplarından arınıp saf bir şekilde kendini kutsal beyaz şeritlere bırakmak gerçekten de insanı tatmin eden, ruhunu doyuran bir Kızılderili ayini gibi. Zaten zor olan yaşamlarımızı daha da zorlaştırmaya gerek yok. Yüzlerce, binlerce duygular içinde bir sürü insan tanıyoruz. Herkes başka bir hikaye, başka bir dünya. Kendini kaybetmiş ve kendini arayan insanlar var bu hayatta. Olmak istediği insana inanan türden… Yolda bulabilirsin onu, dağda, ormanda, belki de bir kamp ateşinde. Ya da bir gün batımında giderken denizle güneşin birleştiği o noktada. Bir yerlerde bilmediğimiz muhteşem bir şey keşfedilmeyi bekliyor. Onu aramak gerek işte. Onun peşine düşmek.. Kendini yalnızlığına, yollara, yeni maceralara, insanlara adayan otostopçular tanıyacaksın. Deliliğin uç noktalarında gezinen özgür ruhlarla, sessiz sakin yolculuk eden tiplerle, kendi Nirvana’sını arayan asilerle, kızılın, mavinin, yeşilin tonlarının peşine düşen kaçıklarla, gecelerce yıldızları izleyen bilim insanlarıyla tanışacaksın belki. Hepsinden öğreneceğin tek bir şey var olacak. O da hayatın kendisinin bir yolculuk olduğu gerçeği. Bak şimdi, bir sırt çantası hazırla kendine, kısa dönem tek mal varlığın o çantada olsun. Hafifle, şehrin tüm yükünü, ağırlığını, kirliliğini orada bırak. Düş yola. Atla bir arabaya, trene ya da otobüse. Git bir yerlere. Yüksek dağlara doğru mesela, ya da çalkalanan denizlere… Kekik kokulu yolları duy, erimiş kar sularının aktığı bir çeşme var belki de orada. Yüzünü yıka, ıslat ellerini orada. Kışın yağan karın biçim değiştirmiş halini hissetsin ellerin. Köydeki el emeği ekmeklerin sıcaklığını, doğallığını duyumsa. Domateslere, yeşilliklere hayret et mesela. Çam sakızının ferah kokusunu çek içine. Çek ki tüm hücrelerin bilsin o kokuyu. Cırcır böceklerinin avareliğine gül sonra. Aklından tüm şehri sil. Kur çadırını manzaraya karşı, bak bakalım göğün altında çamların gölgesinde nasıl da uyuyor insan. Göğün altında yaşayan, orman ırkından ol bir kaç günlüğüne. Bırak kendini vahşi

bir rüzgara, götürsün içindekileri. Ormanlarda yankılanırsın belki, sonsuz olursun. Orman olur için, doğanın bir parçası olursun birden bire. Tam da orada olduğunu hisset, bilsin tüm hücrelerin. Herkesten uzakta. Hepsini geride bırakarak, öylesine bir macera işte. İnan böyle bir hikayeyi yaşamak hiç de zor değil, o kadar uzak da değil. Yaşamın yüceliği karşısında, tüm deneyimleri yaşayabileceğimiz, esasen kim olduğumuzu bulabileceğimiz, neye ya da kime inanırsan inan seni yaratan, var eden şey her ne ise bu hayat için minnettar olabileceğin doğada bir yaşam kurma fikri hiç de uzak değil çocuk. Medeniyetten uzakta, başka bir hayatın peşine düştüğünde yolda tek başına kalırsın. Fazla uzun sürmez. Yolda hayatın anlamına dair sorularla ve cevaplarla tanışırsın. Evrendeki yerimizi anlamaya çalışan, merak eden, özgürlük için yanıp tutuşan duygularınla karşı karşıya gelirsin. Bulamayışlar, vazgeçişler, inançlar, çılgın fikirler öğrenirsin. Düşersin çocuk. Ama kalkmayı da öğrenirsin. Çadırını alıp uzaklaştığın şehirlerin parıltılı ışıklarına yukarıdan bakıp, Allen Ginsberg gibi ulursun belki. Ya da Jon Krakauer’in dağlara kulak verdiği gibi sen de kulak kesilirsin yükseklere. İnsanı çağıran çayırlarda pırıl pırıl parlayan Patti Smith’i bulursun belki. Robyn Davidson’ın develeriyle çölü geçip okyanusa ulaştığı hikayeyi anlatırsın kamp ateşinde tanıştığın kaçıklara. Jack Kerouac nasıl sürüklendiyse ‘gece boyunca maytaplar gibi yanan, yanan ve yanan’ insanların ardından sen de sürüklenirsin yaşam denen bu nehirde. Hayat yolda, işte görüyorsun çocuk. Yolculuklar başlamaz ya da bitmezler, sadece şekil değiştirirler. Ve bizler doğadan geldik ve ona geri dönmeliyiz. Yavaş yavaş ama ışıkla çocuk...

Toros Dağları,2015

26


Biraz Yavaşlamaya Ne Dersin? i

Hazırlayan: Selen Baycan Patır Fotoğraf: Zeynep Dinç

i Eskilerin bir deyişi vardır, “yavaş ye, arkandan atlı mı kovalıyor” diye. İşte bu deyim artık dünya çapında en değerli felsefelerin başında geliyor. Günümüzde, “fast food” furyasının ortasında kaybolan biz fanileri artık ne yediğimiz konusunda uyanmaya davet eden dev bir hareket var, adı: “Slow Food”. İlk olarak 1986’da Carlos Petrini’nin Roma’da açılan ilk McDonald’s restoranını protesto etmesiyle başlayan hareket, dünya çapında üreticilerin yerel üretimlerine, kendi tohumlarına bağlı kalarak; geleneksel ve doğal üretim biçimlerini sürdürmeleri esasına dayanıyor. Bugün 150 ülkede sayısı milyonları bulan destekçisiyle Slow Food akımı, geleneksel lezzetlerin korunmasına öncülük ediyor. Akımın kurucusu Carlo Petrini “Slow Food sanıldığı gibi ağır ağır pişirilmiş bir yemeği, tadına vara vara, yavaş yavaş yemekten ibaret bir keyif anlayışı da değildir. Gelip geçici ‘zevk’ odaklı bir akım olmanın çok ötesindedir.” diye açıklıyor durumu.

i 27


Slow Food hareketinin simge olarak “salyangoz”u seçmesi de manidardır. Salyangoz’un yolculuğu, insanın yolculuğunu simgeler. Salyangoz da hayat içinde sürekli ama ağır ağır yiyerek çok uzun mesafeler kateder. Slow Food akımı da insanoğlunun, geleneksel, sürdürülebilir ve kaliteli gıdayı savunarak dünyaya bugüne kadar yaptığının aksine yararlı izler bırakmasını sağlamayı amaçlamakta. Temel felsefesi, yiyeceklerin iyi, temiz ve dürüst olmasının yanı sıra lezzetli de olması gerektiği esaslarına dayanan Slow Food, değişik içeriklere sahip projelerini, farklı başlıklar altında kurduğu oluşumlarla gerçekleştiriyor. 100 bine yakın üyesiyle Slow Food, Biyoçeşitlilik Vakfı, Terra Madre Vakfı ve Gastronomi Bilimleri Üniversitesi ile milyonlarca insanın katılımıyla dev bir toplumsal harekete dönüşmüş durumda. Slow Food’un en büyük oluşumu sayılan Terra Madre, dünya genelinde yerel ekonomileri ve üretimleri korumak, desteklemek amacıyla 2004 yılında kurulan açık bir network. Doğal dengeyi, köylü ve çiftçilerin emeğini korumak ve tüketicilerin sağlığını yok sayan gelişmelere karşı bir alternatif geliştirmek isteyenlerin sesi olan bu yerel projeler ağı, 2 yılda bir İtalya’nın Torino kentinde bir araya geliyor. Gıda sistemini temelden değiştirmek hedefiyle hareket eden ağ kapsamında oluşturulan projeler sayesinde, üretici ve tüketiciler için küresel değişimin tohumları atılıyor. 2004 yılında kurulan Gastronomi Bilimleri Üniversitesi (UNISG) ise, yemek kültürü üzerine çoklu disiplinli akademik programlar sunan ilk eğitim kurumudur. Slow Food’un bilim dünyasının yenilik ve araştırmalarını, geleneksel tarım bilgisiyle bir araya getirmesinin önemli bir örneğidir. Slow Food akımının temel esaslarından biri olan “iyi” ve “adil” yiyecek, bir süredir etkisi altına aldığı gastronomi dünyasında da artık geçerli bir yere sahip. Ancak Petrini tabağımıza koyduğumuz yiyeceklerin sadece “iyi” yani “lezzetli ve kaliteli” olmasına önem vermenin sorumsuzluk olduğunu söylüyor. “İyi, temiz ve dürüst” olma esası gözetilmeden yapılan yiyecek üretimlerinin etik sayılamayacağını savunuyor. Örneğin; Kaliforniya’da yetiştirilen mükemmel organik tarım ürünlerinin yarı-köle Meksikalı işçilerin koşulları düzelmedikçe etik sayılamayacağını, ormanları yok ederek açılan bağların şaraplarının kabul edilemez olduğunu, çevresel değerleri ve biyoçeşitliliği gözetmeyen hiçbir üretimin desteklenmemesi gerektiğini söylüyor. Kısacası etik üretim, daha tohum toprağa düşmeden başlıyor. Yerel üreticilerin desteklenmesi, geleneksel üretimin yanı sıra ürünlerin kaybolmaması için faaliyet gösteren Slow Food dünyanın geleceği gençleri de bu duyarlılığın dışında bırakmıyor. Onların da henüz tamamen kaybolmadan bu geleneğe dahil olabilmeleri ve yemek alışkanlıklarını geliştirebilmek için de projeler geliştiriyor. Slow Food hareketi kapsamında, okul bahçelerinde küçük bostanlar oluşturulması ve yemeklerin oradan toplanan ürünlerle hazırlanması gibi çalışmalar yürütülerek çocuklara toprağı yaşayarak öğrenme fırsatı sunuyor. Petrini üstüne basa basa şunu söylüyor: “İn-

sanoğlunun açgözlülüğü nedeniyle dünya ölüyor. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) raporlarına göre 800.000 kişi açlıktan ölme tehdidi altındayken, bu rakamın iki mislinden fazlası insan şişmanlık ve yanlış beslenmenin getirdiği hastalıklar yüzünden tedavi görüyor. Dünyada ihtiyacın çok üstünde, 12 milyar insana yetecek kadar yiyecek üretiliyor ancak israfın önü alınamıyor. Açlık ve yoksulluk en önemli sorun olmaya devam ederken ziyan edilen yiyecek miktarı inanılmaz boyutlara ulaşıyor.” 1980 yılında bir grup aktivistin bölgesel yerelliği, iyi yemeği, gastronomik keyfi savunmak ve hayatın hızını düşürmek amacıyla kurduğu Slow Food hareketi bugün binden fazla proje, sayısı günden güne artan katılımcılarıyla dev bir global hareketi ifade ediyor. Sofraya Gelen Her Lezzetin Bir Hikayesi Var Sebze ve meyvenin en doğru ve kirlenmemişine duyulan özlem, ünlü şefleri de Slow Food çatısı altında bir araya getiriyor. Mutfaklarında lezzetlerini doğru, kaliteli ve gerçek gıdalardan oluşturmak isteyen birçok şef, Slow Food Biyoçeşitlilik Vakfı’nın yerel biyoçeşitliliği korumak için oluşturduğu “Essedra - Nuh’un Ambarı” projesinden yararlanıyor. Slow Food’un biyoçeşitliliği araştırmak, sürdürmek ve korumak amacıyla kaliteli gıda ürünlerini araştıran Nuh’un Ambarı projesi bu anlamda lezzetin ustalarına dev bir kaynak oluşturuyor. 1996’da oluşturulan Nuh’un Ambarı, dünya çapında geleneksel ve artık nadir rastlanan tüm türlerin devamlılığını sağlamayı hedefliyor. Türkiye’nin Kars peynirlerinden pastırmasına, zeytinlerinden tarhanasına kadar toplam 46 yerel ürünü de Nuh’un ambarı katalogunda yer almış bulunuyor. Slow Food, Nuh’un Ambarı aracılığıyla kayıt altına almaya başladığı ürünlerle ilgili bir adım daha atarak 1999’da Presidia projesini hayata geçirdi. Bu proje ile; yok olma riski altındaki artizan gıda ürünleri, yerli hayvan ırkları, bitki çeşitleri, geleneksel çiftçilik ve balıkçılık gelenekleri, ekosistemleri ve küçük ölçekli üreticilerin ürünleri destekleniyor. Dünyanın birçok ülkesinde (İtalya, Hollanda ve yakında Fas) geniş şef ağları kuruluyor. Bu şefler Presidia ve diğer yerel üretici topluluklarıyla bir anlaşma imzalayıp, onların ürünlerini kullanmayı ve desteklemeyi taahhüt ediyor. Türkiye’de Presidia projesi kapsamında desteklenen 2 ürün bulunuyor. Kastamonu’nun Siyez bulguru ve Karaman’ın özel mağarada yaşlandırılan peyniri. Gelelim en heyecanlı kısma, Türkiye’de menüsünün tamamını “Nuh’un Ambarı” ve “Presidia” ürünlerinden oluşturan ve müşterilerine sadece bu ürünlerden hazırladığı lezzetleri sunan bir restoran var. Ülkesinin topraklarında yetişen nadir lezzetlerin izini süren şef Maksut Aşkar, Salt Galata’daki restoranı Neolokal’de bu özenle hazırladığı yemekleri sunuyor. “Biz sahip çıkmazsak, gelecek neslin sahip olacağı bir şey kalmayacak” diyen Maksut Aşkar, en az kendisi kadar meraklı ve dinamik ekibiyle, lokal mutfağın geleneksel tariflerini, modern teknikler ve yenilikçi bakış açısıyla sunuyor. Yemekler, tabakta öylece masaya gelmiyor, her yemeğin hikâyesi de beraberinde geliyor. Kulla-

nılan malzemelerin nereden geldiği, neden ve nasıl bu menüde olduğu anlatılıyor. Kısacası Neolokal’de her yemeğin bir hikâyesi var, tarladan sofraya gelişinden, yetiştiği topraklardaki varoluş nedenine kadar. Nadir ürünlerle oluşturulan menüdeki içerik mevsimine göre değişiklik gösteriyor. Mevsiminde taze olan ne varsa onlar bulunuyor Neolokal mutfağında. Ayrıca küçük ölçekli yerel üreticileri desteklemek amacıyla direkt üreticilerinden temin edilen lokal şaraplara yer verilen yaklaşık 108 çeşitten oluşan şarap menüsü olduğunu da belirtelim. Türkiye’nin dört bir yanından derlenen, bu özenli menüyü denemek isteyenler arasında yer almak, nadir bulunan bir keyif. O nedenle rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Herkesin Kendi Bostanı Olsa… Herkesin hayali vardır, “bir toprağım olsa, ekip biçip ordan yesem” diye. İşte artık o hayalleri gerçeğe dönüştürmenin zamanı. Şehrin ortasında kendi bahçenizi kurmak ve hatta ordan topladığınız gıdalarla yemek yapmak mümkün. Kısaca buna “Ek Biç Ye İç” diyebiliriz. Bir süredir ismi duyulan proje, herkesi kendi sebze-meyvesini yetiştirerek süpermarketlere gitmek yerine kendi bahçe, balkon ya da pencere önlerinde doğaya dönmelerini sağlamayı amaçlıyor. Yakın zamanda Gümüşsuyu’nda açılacak mekanlarında da, kentsel tarım yöntemleriyle ekip biçtikleri ürünlerle oluşturdukları bir menü ile hizmet vermeye hazılanıyorlar. Kısacası yakında sürdürülebilir yaşamın ortak noktası olacak Ek Biç Ye İç mekanında herkesin çorbada tuzu bulunacak. Türkiye’nin Yerel Lezzetleri Bu Dükkanda İstanbul’un önde gelen Slow Food istasyonlarından biri, İtalyan Yokuşu’nda yer alan Balya Organik. Türkiye’nin dört bir yanındaki yerel üreticilerden gelen ürünlerin bulunduğu dükkanda, farklı ülkelerden getirtilen ürünlere de yer veriliyor. Slow Food Türkiye’nin aktif bir üyesi olan Balya Organik, aynı zamanda birçok yerel üretim projesine de destek oluyor. Dükkanda tüm bu doğal ve yerel ürünlerle hazırlanan yiyecek ve içeceklerden tadarken, İstanbul’da bir ‘slow time’ anı yaşanabiliyor. Citta Slow Veya Sakin Şehir Slow Food hareketinin kentler boyutuna taşınması amacıyla 1999’da kurulan “Citta Slow”, bir uluslararası belediyeler birliği. Citta Slow ile; kentlerin kültüründen, mimarisine, yemeklerinden gelenek göreneklerine, toplumsal ve ticari alışkanlıklarını sürdürebilmeleri, kısacası özgün kimliklerini koruyarak teknolojik gelişmelere de ayak uydurabilmeleri ve kendilerine yetebilirliklerinin sağlanması amaçlanıyor. Slow Food gibi, İtalya’da 4 kentin bir araya gelmesiyle kurulan Citta Slow akımı, bugün dünya çapında 28 ülkeden 182 kentin üye olduğu bir organizasyona dönüşmüş durumda. Yaşamın, yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanması gerektiği felsefesinden yola çıkılarak oluşturulan hareket kapsamına Türkiye’de toplam 9 kentiyle katılabilmiş durumda. Türkiye’nin Citta Slow’ları şöyle; Akyaka, Gökçeada, Halfeti, Perşembe, Seferihisar, Vize, Taraklı, Yalvaç ve Yenipazar. En çok “sakin şehir”e sahip ülke ise 75 şehirle İtalya.

İlgili Linkler: slowfood.com // terramadre.info // unisg.it // neolokal.com // facebook.com/ekbicyeic // balyaorganic.com // cittaslowturkiye.org

28



Erre Gรกlvez

instagram.com/erregalvez


Plumon - Art of Writing Selin Sason Röportaj: Melis Şen Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i

O’nunla tanışmamın üzerinden iki seneden fazla zaman geçti. Günün geceye uzadığı bir bahar akşamıydı. Dünyanın en özel hediyesini bulmam gerektiğinden tavaf etmekle meşguldüm İstanbul’u. Sırılsıklam aşıktım. Bu arayış, gökte ararken evimin iki sokak altında bulduğum Hak Pasajı’nda sonlandı. Sanıyorum o gün de aynı şeydi beni içeri girmeye iten. Hayır, o çok güzel kapısı ya da dışarı taşan kırtasiye kokusu değil. Camında yazanı; “When writing the story of your life, don’t let anyone hold the pen.” Ben bu röportajı yaparken “Tesadüf, bu mağazanın olması tesadüf. Bu cümlenin burada olması da tesadüf.” dedi Selin. Oysa ben, beni buraya çeken şeyin tesadüf olduğunu hiç sanmıyorum...

i

31


Şubat ayında güneşin yüzümüze hiç olmadığı kadar erken güldüğü bir cuma sabahı. O mayıs akşamından bu yana defalarca girdiğim bu dükkanda, yüzünden hiç gitmez tebessümüyle karşılıyor beni Selin. Pasajın hakkını verircesine ıhlamur içiyoruz. Hayatının hatrı sayılır bir bölümü burada, pasajda geçmiş. Kırtasiye tutkunu babasının ısrarıyla başta sadece yardımcı olmak için başladığı hikayede Plumon artık hayatının baş köşesinde duruyor. Pluma İspanyolcada dolma kalem demek, Plumon ise tüy, kuş tüyü. Kendisinin bulmadığını ama duyduğu anda isminin konduğunu anlatıyor. Tabii ki sözü oraya getiriyorum. “Kendi hayat hikayemi kendim yazmıyorum” diyor. Akışa bırakma hali. “Kalemi sen tut ama hikayenin akışına bırak kendini. Eğer hikayeyi yazmak için kalemi elinde tutamıyorsan bile kalemin yazmasına izin ver.” Hikayenin başına gittiğimizde dahi hayatla hiç kontrol kavgasına girmediğini farkediyorum; büyük bir şaşkınlık ve gıpta ile. İşte böyle bir akışa bırakma öyküsü. Finans eğitimi, bankada başlayan kariyer, New York’ta aşçılık okulu, catering, yemek dergisi derken İstanbul’a dönüş ve yemek eğitmenliği… Sanki insanlarla birebir olamadığı her yerden uzaklaşma hali… Uzun vadede yemekle ilgili planları olsa da, bugüne dair Plumon; kendisi yazacak olsa ortaya çıkacak hikaye gibi duruyor. Plumon’u açmaya karar verdiklerinde arkadaşlarının bu fikirle pek de ilgilenmediklerinden söz ettiğinde ise, daha ileri giderek kardeşinin “Kırtasiye mi? Bu devirde?“ çıkışını atlamak mümkün değil. “Burası gündelik hayatımın dışında bir dünya. Hayatımın bu kısmı sanki bana ait başka bir hayat.”

Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz her şey tarafından ekranlar üzerinden kuşatıldığımız, dijitalin ötesinde ilişkinin dar boğaza girdiği, şişirilmiş bir balona evrilen ve kaçmanın mümkün olmadığı bir dünyada Plumon’un Instagram dışında hiçbir yerde olmaması da bana hep bu tesadüf sevgisinin dışavurumu gibi geliyor. Semtin kalanına inat, pasajın 50 senedir değişmemiş gümüşçü vitrinleri, deri terlik ustaları, kunduracıları, kuyumcu esnafı ve antikacıları arasında sadece yolu düşenlerin, tesadüfen bulanların ve ilgisini çekenlerin bilmesini istediği bir evren gibi. “Balon kelimesi çok doğru. Balon olmak istemediğime baştan karar verdim. İçi çok özenle büyüyen, az da olsa kuruluşlar var. Plumon’u da içi gerçekten dolu olduğu için görülsün, ben gösterdiğim için görmesinler istedim.” Yani Plumon; filtrelerle, süslü kelimelerle çok güzel denildiği için değil, gerçekten beğendikleri, kendilerine dokunduğu için bilsinler istedikleri bir yer. Sohbetimiz esnasında, Selin’den tek bir ürün seçmesini istediğimde küt bir sessizlikle “kurşun kalem” diyor. O kadar. Caran D’ache Swiss Wood kurşun kalem. Haşmetinden sual olmayan el yapımı kesici, delgeç ve puro kesme makasları, zımbalar, saatler, tekz deri tütün kılıfları, el boyaması defterler, boya kalemleri, dünya küreleri, çeşit çeşit dolma kalemler, dokunmaya kıyamayacağınız kaligrafi setleri, mektup açacakları, cam divitler, mühürler, antika metre ve pusulalar, renk renk mürekkepler, kartpostallar, eski usul kollu kalemtıraşlar ve hatta para klipsleri… arasından ahşap kokusundan dolayı kurşun kalemi seçiyor. “Çok severek aldığım defterler var. Tek tek de olsa alıp getirdiğim şeyler var. Seyahatlerimden topladığım ürünler var. En çok da onlar ilgi çekiyor. Ama benim için, tek bir ürün seçmem gerekse; ahşap kurşun kalem alırdım.” Teşvikiye Caddesi Hak Pasajı No:22/B Dükkan No:32 // Nişantaşı

“Plumon’a kimler gelir?” diye sorduğumda kendi hikayemin de başına dönmüş oluyorum; Plumon’a güzel hediye almak isteyen insanların geldiğini söylediğinde Selin. O gün de sevgilime El Casco’nun el yapımı puro makasını almıştım. Bizi her zaman bu dükkanda karşılayan Üzeyir Bey, altın kaplama olanını bulabilmek için çok uğraşmıştı. Gördüğünde gözleri yaşaran sevgilimin hatırına, o günden beri ne hediye alacağım diye soran herkesi Plumon’a gönderdim. Ben de bu hediye pınarından nasibimi fazlasıyla aldım. Plumon’a dair hayalini sorduğumda ise; “insanlara isimsiz mektuplar yazdırmak” olduğunu söylüyor Selin. Kime yazıldığının ya da kimin yazdığının bir önemi dahi olmayacak. “Plumon, hiçbir planı olmayan bir yerdi. Benim için keyif alacağım bir yaşam alanı olarak açıldı. Bu yüzden manevi tatmine sonuna kadar ulaştığımı hissediyorum.” Bu sözlerden sonra şunu anlıyorum; bu dükkanın biraz da rehabilitasyon merkezi gibi olması, sahibinin tatmininden sebep. Bir nevi yazma motivasyonunu hayata geçirme terapisi… Ya da bir kollu kalemtıraşın sesinde çocukluğa tek gidişlik bir bilet. Yakın gelecekte kağıda veda edeceğimize inananların aksine, kağıt hep var olacak. Bugün en ufak dükkanlardan, hazır giyim mağazalarına kadar çok yerde defter ve kalem görüyor olmamızı da bunun bir işareti olarak görmeyi tercih ediyorum. Belki giderek azalacak, ulaşımı kolay olmayacak. Seyrekleştikçe kalitesi de artacak belki. Ama dünsüz ve yarınsız, kalem ve kağıt hep var olacak. Birileri nefes aldıkça ve galiba en çok da Plumon ve Plumon gibi yerler var oldukça...

32


NYKS

Deniz Yurtkuran & Merve Tatari Röportaj: Tuğçe Uluurgun Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Doğanın ürettiği kokular, zeytinyağı ve farklı zanaatkarlık alanlarında yıllarını geçirmiş ustalar. Tüm bu güzellikler ve insanlar nasıl bir avuca sığar ve burnunuza hitap eder? Daha fazlası için NYKS ile tanışın.

i Galata’da Serdar-ı Ekrem Caddesi’nde bir akşamüstü. Deniz ve Merve ile görüşmeye gidiyorum. Yanlarına vardığımda, dükkanlarının hemen oradaki küçük bir kafede oturduklarını görüyorum. Bir yandan röportaj yaparken, bir yandan da yanımıza uğrayıp hal hatır soran arkadaşlarına da merhaba demiş oluyorum. Zaten o kadar pozitif bir enerjileri var ki çoğu kişi de ilgisiz kalamıyor onlara. Merve ve Deniz on küsür senedir arkadaşlar. İkisi de Bilgi Üniversitesi mezunu. Merve, sahne ve gösteri sanatları yönetimi okuduktan sonra reklamcılığa adım atmış. Deniz ise televizyon programcılığı okuyup mezun olduktan sonra, aile meslekleri turizm ve arkasından Adatepe zeytinyağları fabrika

33

ve müzelerinde çalışmış. İkisi de işleriani bırakıp, bir şeyler üretmekten keyif aldıklarını fark ettiklerinde imdatlarına fikrin çıkış noktası olarak Adatepe yetişmiş. Deniz’in aile mesleği olan zeytinyağcılıkta; çalıştıkları otellere zeytinyağının yanı sıra farklı ürünleri de bir paket olarak sunma fikri, “neden mumu da bu pakete eklemeyelim” şeklinde devam etmiş. Bu noktada 1 sene süren araştırma döneminden sonra en büyük kaynak ve çıkış noktası olarak kullandıkları Adatepe zeytinyağlarını kullanarak mum işine girmeye karar vermişler. Yarattıkları markaya Yunan mitolojisinde “gece tanrıçası” anlamına gelen NYKS adını koyduktan sonra asıl serüven başlamış. Zeytinyağından

mum yapma fikri bir ilk olduğundan bu konuda çok fazla emek ve zaman vermişler. Hatta şu an üretimleriyle ilgili patent başvuru sürecindeler. NYKS mumlarının sıfırdan mağazadaki halini alıncaya kadar geçirdiği emek ve el emeği dolu süreç ise oldukça etkileyici. Beynimizdeki koku arşivimizin hayatımızda inanılmaz bir hafızaya sahip olduğu yadsınamaz. NYKS de sahip olduğu doğal esanslı mumlarla bizi hafızamızın en dip köşelerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Öyle ki mağazaya gelip çam kokulu mumları kokladığında ananesinin köydeki evinde hissedenler de olmuş, kekik kokusuyla Ege’ye giden de.


Mumların kokuları doğaya endeksli olmasından ötürü tamamen mevsimsel ve doğanın sunduğu miktarlarda üretiliyor. Lavanta, biberiye, limon otu, defne yaprağı, çam, tarçın, bergamot, sedir, portakal resmen mum haline gelip, sizi bambaşka yerlere götürüyor. Deniz evdeyken en çok yaktığı kokunun biberiye olduğunu söylüyor, bu yüzden son zamanlardaki favorisi oymuş. Merve’nin ise defne yaprağı. Tüm mumlar zeytinyağından yapıldığı için mumun yanma süresi de çok daha uzun oluyor. Mumun tarihine indiklerinde de Osmanlı’da insanların gaz yağları için zeytinyağı kullandıklarını öğrenmeleri parçaları geleceğe doğru güzel bir şekilde birleştiriyor aslında. Mumları döktükleri kapları bakır, cam, mermer, seramik gibi materyallerden seçiyorlar. Bakırı şu an kullandıkları forma getirmek, istedikleri format ve boyutta cam bulmak, camların üzerine tamamen organik boya kullanmak başlangıçta çok da kolay olmamış. Bu aşamalar için de alanında en iyi ustaları aramışlar, sonunda bulmuşlar da. Öyle ki cam konusunda bilinen en iyi ve en eski ustalardan biriyle çalıştıklarını söylüyorlar. Mumun dökülmesinden, kaplarının temin edilmesine, istenilen formata getirilmesi, cilalanmasına, logosunun yerleştirilmesine kadar her aşamanın farklı bir ustanın el emeğinden çıkması ve tüm bu aşamaların sadece ikisi tarafından yürütülmesi NYKS’i daha bir özel kılıyor. Üstelik bütün mumlar el dökümü olduğundan bir anlamda aldığınız ürünün bir benzeri olmadığını da biliyorsunuz. Mumların hiçbir şekilde parafin, parfüm veya kimyasal boya içermemesi yaktığınızda aldığınız efsane doğa kokularını daha bir güçlü içinize çekmenize sebep oluyor. Hatta dükkana giderseniz bu kapların içine çiçek ektiklerini de görebilirsiniz. Ama siz büyük ihtimalle kokulardan çok etkilendiğiniz için hakkınızı boş kabı NYKS’den tekrar doldurtmadan yana kullanacaksınız. Merve ve Deniz, ürünlerine talebin özellikle yurt dışından fazla olduğunu söylüyor. Turistlerin doğal esanslarına hayran oldukları NYKS mumları, Serdar-ı Ekrem gibi bir yerde konumlandırmak bölgenin potansiyeli açısından da fazlasıyla yerinde olmuş. Bunu tek cümleyle “Hayal ettiğimiz markayı hayal ettiğimiz yerde kurduk.” şeklinde açıklıyor Deniz. Kullandıkları malzemelerin tamamen yerel ve doğal olması, Osmanlı motifini andıran logoları ve en önemlisi hiçbiri birbirine benzemeyen el yapımı kapları sayesinde yurt içinde ve yurt

dışında kolayca yayılmaya başlamışlar. Bazı kokuları hiç bilmeyen yabancı müşterileri var; mesela defne kokusu. Sırf bu yüzden Deniz, dükkana göstermek için bir defne yaprağı bile getirmiş. Dükkanda mumlara ek olarak; biberiye ve lavantalı doğal sabunlar ile mum söndürücü, şamdan ve tepsiler de var. En iyi marka elçileri ise Türkiye’ye gelip kendilerini ziyaret eden ve akılları geride kalan turistler olmuş. Böyle böyle kulaktan kulağa yayılma sonucu yurt dışında birçok farklı ve başarılı dergilerde çıkmışlar. Aslında kendilerinin hayranı olan kitle sadece turistlerden ibaret değil; çünkü rö-

Serdar-ı Ekrem Caddesi No:49/1-A // Galata

portajı yaparken daha önce aldıkları mumları tekrar doldurtmak isteyen ve “mumumu bekliyorum” diyen insanlar da vardı. Haksız da değiller aslında; çünkü hem iç rahatlığıyla koklayabileceğiniz doğadan bir kokuyu, hem de en ince ayrıntısına kadar el emeğinden geçmiş başka bir benzeri olmayan bir kabı evinize götürüyorsunuz. İş kaliteye, orijinalliğe ve iç rahatlığına gelince hiçbir şeyin yerini el yapımı ve emeği tutamıyor. Bunu doğadan kokular ile birleştirip NYKS mum haline getiren Deniz ve Merve’yi görünce, geriye sadece ortaya çıkan ürünü evimize taşımak kalıyor.

34


Bite’n Joy

Keyifli Lezzetler Kulübü Zeynep Kassas & Nihan Aksu Röportaj: Cansu Uras Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i Bite’n Joy, Zeynep Kassas ve Nihan Aksu’nun kurduğu ve alıştığımız “catering” kavramının ötesine geçmiş kendi felsefesi olan bir marka. En son match-up mag gathering’in de leziz ikramlarını hazırlayan ikili, yemek için yaşayan veya yaşamak için yiyenlerden ve de yemek yapanlardan değil; anı en keyifli şekilde yaşamak için yiyen ve de mutfağa girenlerden. Isırdıkları her lokmadan, kattıkları her baharattan ve kullandıkları her malzemeden keyif alan ikilinin hikayesini bir de onlardan dinleyelim.

i

35


Bite’n Joy’u kurma serüveninizden bahsedebilir misiniz? Bite’n Joy aslında uzun süren bir hayalin, saatlerce, gece yarılarına kadar süren “Olur mu acaba?” sohbetlerinin, “Nasıl olur?” veya “Nasıl başarırız?” planlamalarının, denenen yüzlerce tarifin, alınan ve verilen onlarca kilonun, bazen “Tabii ki yaparız biz bu işi” diye gelen bir deli cesaretinin ama sonuçta büyük bir aşkın ve tutkunun sonucu. Peki, kaç kişilik bir ekip var? Ekipte görünürde iki kişi var: Zeynep Kassas ve Nihan Aksu. Yollarımız ve hayallerimizin kesiştiği Mutfak Sanatları Akademisi’nden sonra stajlarımızı sektörde yaptık ve çalıştık. Bu arada sürekli olarak araştırmalar ve yeni malzemeler, yemekler peşinde dere tepe gezdik. Tabii ki, bir de yanımızda bize muhteşem bir destek veren eşlerimiz ve dostlarımız var. Felsefeniz nedir? Bite’n Joy, biz okullu şeflerin eseri. Bu yola çıkarken de bazı ortak değerler belirledik. Bunlar Bite’n Joy’un manifestosu aslında. Öncelikle doğaya, kaynaklarımıza ve malzememize saygılıyız. Kullandığımız her ürünü, her malzemeyi tanıdığımız, güvendiğimiz üreticilerden mevsiminde alıyoruz. Pazar pazar gezmek de var hayatımızda, kasaba köy ziyaret edip yerel üreticilerle kendi çiftliklerinde tanışmak da. Hiçbir şekilde mevsimi olmayan ürünleri sunmuyoruz. Israr etseniz de maalesef size yazın enginar konfi, kışın da çilek servis edemiyoruz. Bu bizim tüm inanç sistemimize aykırı.

lanıyoruz. İlkbahar menülerimizde hep üst sırada oluyor. Meyve olarak da kırmızı meyveler vazgeçilmezimiz. Böğürtlen, frambuaz ve vişne favorilerimiz arasında.

rek. Aslında yavaş yeme bir şükran süreci gibi; ürüne, doğaya, yetiştiriciye, sofraya ulaştırana ve pişirip hazır edene bir teşekkür.

Tom Robbins’in ‘Parfümün Dansı’ adlı romanında pancara bir karakter yüklenir. Size de belli başlı sebze, meyve ve baharatları sorsak; onlara nasıl karakterler yüklerdiniz? Domates, son derece yardımsever, sevecen, komik, matrak, renkli, şakacı ve her işi yapabilen biri. Çilek, sofistike, şık, seçkin, mükemmeliyetçi, kendini beğenen ve bir parça da kibirli bir kadın. Nar, akıllı, fonksiyonel, hoşsohbet, güleryüzlü ve profesyonel. Maydanoz, her ortama uyum sağlayan, arkadaş canlısı ve olduğu ortama tat katan. Enginar, sert gibi görünen ama kalbi yumuşak, açık sözlü ve sohbeti çok keyifli biri. Patlıcan, biraz sert, kararlı, kolay sinirlenebilen, açık ama az konuşan biri. Portakal, canlı, neşeli, güleç, her ortama uyan ve eğlenceli. Tarçın, uysal, sakin, sevimli, tatlı ve iyiliksever biri.

Yavaş yaşam ve yavaş yemenin en iyi uygulanabileceği ülke ve şehir sizce hangisi? Türkiye’de Ege Bölgesi ve buradaki kasabalarla Bozcaada ve Gökçeada gibi adalarda üretim koşulları uygun. Yavaş yeme felsefesinde ürünün kilometrelerce seyahat etmemesi gerekiyor aslında, kendi bölgesinde olmalı. Bu sebepten de arazinin tarıma ve üretime uygun olması çok önemli. Adil, temiz, etik gıdaya ulaşma, üreticinin hak ettiği değeri alması, toprağa saygı duyulması, bu saygının ürüne ve yemeğe yansıması aslında bu felsefeyi yaşatmak isteyen her bölgede uygulanabilir. Ülke deyince tabii akla ilk olarak İtalya geliyor. Ancak İskandinav ülkelerinden ABD’ye, Avustralya’dan İspanya ve Fransa’ya kadar her ülkede “yavaş yaşam” ve “yavaş yemeğe” inananlar artıyor.

Peki, Türkiye’de mevsiminde bile iyi sebze-meyve elde etmek zorken bunu nasıl başarıyorsunuz? Bizimle aynı bakış açısında olan kişilerle çalışıyoruz. Peki, bunu nasıl sağlıyoruz? Öncelikle İstanbul’da tüm mahalle pazarlarını köşe bucak biliyoruz. İstanbul çevresinde bulunan çiftlikleri, eve gönderim yapan üreticileri tanıyoruz. Genele gönderim yapmayan ama çok az üretim yaparak, bir avuç müşteriye ürün gönderen az sayıda üretici var. Onlarla bir dostluk ilişkimiz oluştu. Çoğu ürünü de bu şekilde tedarik Peki, özel hayatınızda sizin için “yavaş ediyoruz. yaşam” ve “yavaş yeme” ne ifade ediyor? “Yemek için yaşamak” felsefesi mi sizce Yavaş yaşam bize göre hayatın her anını insanları hızlı tüketici konumuna getirdi? özümsemek, keyfini yaşamak ve şükretİnsanları hızlı tüketici konumuna “kullan- mek demek. Anın içinde kalmak, düne at” felsefesi getirdi. Çok eskiye gitmeye pişmanlık duymadan, yarına da stres ve gerek yok aslında, çocukluğumuzu hatır- heyecan yapmadan bulunduğumuz anı dulamak yeterli. Her şeyimiz tekrar kullanılır, yumsamak. O kadar zor ki aslında. Özellikdeğerlendirilir, paylaşılır ve emek harcanır- le İstanbul gibi bir metropolde, hayatınız dı. El örgüsü kıyafetler, el açması börekler, ‘hayatı’ kovalayarak geçerken. Ama bizim göz nuru işlemeler, evladiyelik araç gereç- bulduğumuz çare kendimize ve ailemize ler. Ancak artık her şey hızla tüketiliyor. Bir bir koza örmek ve o kozanın içinde birbiüst modeli çıkınca hemen yenisi geliyor. rimizin ve yaşamın keyfine varmak. Bunu Sürekli bir açlık mevcut günümüz insanın- en güzel seyahatlerde yapıyoruz. Kendi yoda. Bu açlığı da farklı şekillerde doyurmaya ğun ortamından soyutlanıp farklı bir yerde uyandığında hayat sanki ağır çekimde geçalışıyoruz. çiyor. Size göre en güzel aroma veren sebze ve Yavaş yeme ise gerçekten gıdanın değerine varmak. Doymak için değil, yemek için meyve hangisi? En güzel aroma kesinlikle açık ara sarım- yemek. O ürünün, sebzenin ve meyvenin sakta. Kış mevsiminde kereviz ve balka- nasıl oluştuğunu, hangi güneş altında bübağını çok tercih ediyoruz. Baharatlardan yüdüğünü, hangi rüzgârlara dayandığını fesleğeni aroma katması için çok sık kul- bilerek ve buna değer verip, teşekkür ede-

Fransız gastronom Anthelme Brillat-Savarin’in “Ülkelerin kaderi kendilerini doyurma şekline bağlıdır” diye bir sözü var. Türkiye’nin sizce nasıl bir kaderi var? Aslında Türkiye’de çok özel bir yemek kültürü ve geleneği var. Tencere yemeği gibi dünyada benzerine rastlanmayan bir kültürümüz var. Tüm aileyi masa başına toplayan, paylaşımın ön plana çıktığı, mevsim ürünlerini masaya taşıyan bir kültür. Zaten halk olarak aslında sohbeti, uzun yemek keyiflerini seviyoruz. Mutfağımızın çeşitli kolları buna cevap veriyor. Sizden bir “yavaş yaşam” tanımı istesek ne olurdu bu? Yavaş yaşam bize göre ilk olarak durup nefes almak, aldığın nefesin farkındalığına varmak. Yaşamında adil, etik, temiz üretilen ürünleri tercih etmek; mümkün olduğu kadarıyla yerel ve tanıdık üreticiyle çalışmak. İhtiyacından fazlasını doğadan almamak, kullanabileceğinden fazlasını evine, dolabına istiflememek. Kararında yaşamak ve her anından da keyif almak. Yürüyebildiğinde yürümek, bisikleti tercih etmek, hayatın tüm kaynaklarına değer vermek ve bunu aile ve arkadaşlarınla paylaşmak.

instagram.com/bitenjoy_catering

36


Çay İçin Bir Tapınak:

Bir Zen Seremonisi i

Yazı: Tuğçe Uluurgun İllüstrasyon: Ekin Büyükşahin

“An’dan an’a, hayatın olağanüstü sıradanlığının tadını çıkararak yaşayabilirsin. Ufak şeylerden zevk alırsın. Sabah sıcak çayını yudumlamayı, her yudumun ve kendinin farkında olarak da yapabilirsin, farkında olmayarak da. Eğer sabah çayını yudumlarken başka şeyler düşünüyorsan, o zaman çayı da o an’ı da kaçırmışsındır. Ve unutma eğer bu senin alışkanlığınsa, hayatı da kaçırırsın. Çünkü bu da, bir bardak çaydan farklı bir şey değildir.”

Artık hepimiz çok yoğunuz, çok yorgunuz. Takip etmemiz, öğrenmemiz, kaçırmamamız, halletmemiz gereken çok iş, çok kitap, çok tweet var. Şu anda durup bu yazıyı okurken bile, beyniniz henüz yazının başındayken küçük bir fizibilite raporu çıkarıyor. “Zamanımı alacak kadar önemli mi bu yazı?” veya “ben ileride kullanabileceğim yeni bir şey öğrenebilecek miyim?”. Artık öyle ki, somut olarak sonuçlarını anında göremeyeceğimiz bir şeyi yapmak dahi istemiyoruz. Uzun dönemli veya elle tutulamayan ama içimize iyi gelen şeyler için de zaten zamanımız yok. Sanki “meşgul olmak” yeni trend. Herhangi bir sosyal ortamda insanlara “nasıl gidiyor?” diye sorduğunuzda ya “çok meşguller”, ya “inanılmaz koşturuyorlar” ya da “deli gibi işleri var”; kimse artık “sadece iyi” değil. Peki size her gün mutlaka yaptığınız eylemlerden biri olan “çay içmek” üzerine bir seremoniden bahsetsem ve onu eski Kızılderililerin söylediği gibi; ruhunuzun bedeninizi yakalayabilmesi için yavaşlayabileceğiniz bir an’a dönüştürebileceğinizi söylesem ne derdiniz? Çay içme eylemi üzerine ne kadar kafa yordunuz bilmem ama Zen masterlarının ve Japonların bu eylemi bir ritüele dönüştürmeleri boşuna değil. Üzerine meditasyon dahi yapılan bu kavram farklı bir açıdan bakınca o değeri fazlasıyla hak ediyor. Bu özelliğiyle uygulandığında ise günlük hayatınıza adeta küçük bir tapınak molası veriyor gibi hissediyorsunuz. İlk olarak Çin’de bulunan ve ismini Çin’deki Tha dağından alan çay, her dilde kendisine küçük farklılıklarla yer edinmiş. Kökenleri yaklaşık 400 yıl öncesine ve Zen budizmine dayanan çay seremonileri, Japonya’da “sadou-chadou” isimleriyle biliniyor. Anlam olarak “çay” ve “yol” sözcüklerinden oluşup “çaya giden yol” anlamına gelen seremoniler öğrenilmesi ve uygulanması gereken birçok ince ayrıntı ve detaya sahip. Hem çayı sunan hem de misafir olan kişi için geçerli olan ayrıntılar; kaseyi tutuştan, çayı karıştırmaya, peçete kullanımından, çay içişe kadar bir dizi ritüeli kapsıyor. Her ayrıntının özünde derin bir felsefi anlam var. Örneğin;

37


seremonide konukların çay evine girdikleri kapı, alçakgönüllülüğü hatırlatmak adına eğilerek girilebilecek sekilde küçük yapılıyor. Seremoniler, insanların bütün maddi ve manevi her şeyini kapı dışında bıraktığı ve bütün dünyevi sorunlardan uzaklaştıkları bir alan olarak görülüyor. Bu yüzden de çay evleri tam olarak Zen kültürünün bir yansıması olacak şekilde sade ve yalın olarak dekore ediliyor. Çay evine veya tapınağına girerken düşünceler ve sözlerin ayakkabılar ile birlikte dışarıda bırakılması kuralı ise, önemsiz bir ayrıntıdan daha çok seremoninin en önemli kilit noktası. Çayın hazırlanma aşamasında; çayı hazırlayan kişi semaverde çayı dans eder gibi öyle zarif ve dikkatli hareketlerle hazırlıyor ki, kaynayan çayın müziği ve çayın hazırlanışını izlemek başlı başına bir eylem olarak “Zen an’ı” haline geliyor. Herkesin önce çayın semaverde kaynarken çıkardığı müziğe benzer sesi dinlemesi ise seremoninin bir parçası. Daha önce bu gözle hiç bakmadığımız çay demleme aşaması, dünyanın dinlemesini bilenler için bir müziğe sahip olduğunun en sıcak kanıtı adeta. Hazır olan çay, misafir olarak önüne fincanlar içinde bir tanrıymışsın gibi saygıyla konuluyor ve sen de bu selamı aynı saygıyla karşılıyorsun. Bu yüzden bir Zen masterının birine verebileceği en güzel karşılamanın da, bir fincan çay olduğu söylenir. Sana sunulan çayı ise başka yerlerde olduğu gibi içmemen gerekiyor. Onu sanki öteden gelmiş gibi yudumlamalı, adeta kim olduğunu bilmeden o çayı toplayan kişiye ve yetiştiren toprağa teşekkür etmelisin. Yavaşça hareket etmelisin, acelen yok. Böylece sıradan bir şeyi, -sıradan bir çayı- güzel bir festivale, bir “Zen anı’na” dönüştürüyorsun. Üstelik Himalayalar’a çıkmana veya bir spa merkezine kadar gitmene bile gerek kalmadı artık. Çünkü bu şekilde kendi “Zen an’ını” yarattığın seremonideki çay içme eylemi, seni festivalden tazelenmiş ve beslenmiş olarak gönderiyor. Belki de bu kadar basit olduğu için ruhunuza hafifçe dokunmasını biliyor.

38


Playlist Heavenly Shower - Lisa Ekdahl

If The Stars Were Mine - Melody Gardot

Yavaşlık

Eyes - Rogue Wave

Misread - Kings of Convenience Heartbeats - José Gonzales

Hazırlayan : Deniz Özdağ Fotoğraf: Türker Akman Food Styling: Eda İldam

Gatekeeper - Feist

Should Have Known Better - Sufjan Stevens To Whom It May Concern - The Civil Wars Invisible Empire - KT Tunstall Tin Foiled - Andrew Bird

T

Bazı anlar gereğinden fazla hız kazandığında, aklıma hep Milan Kundera’nın “Yavaşlık” kitabındaki “Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle?” sözü düşer. Günün akışına kapılıp gittiğimizde ne yazık ki yemek yeme ritüellerimiz de bundan nasibini alır. Halbuki özenle hazırlanmış bir yemeği yemek; yavaşlığın tadının en güzel çıkarılacağı anlardan biridir. Yalnız bile yense o yemek, her lokması saygıyı hak etmeli, tüm bileşenlerinin tadına varılmalıdır. Yemek yapmak zor bir iş değildir ama emek ve özen ister. Hızlıca ve güzelliğinin farkına varılmadan tüketildiğinde tabağa gelene kadar harcanan saatler de yok olup gider. Bu sadece dışarıda şık bir mekanda yediğimiz yemekler için değil evimizin mutfağından çıkan her lokma için geçerli. Biz de evde iki kişilik bir sofra kurduk; yavaşlığın keyfini yeniden kazanalım diye. Şarabı damağımızda yavaşça gezdirelim, arkada çalan müziğin her notasına kulak verelim diye. Her dakikası hafızamıza kazınsın ki sonradan hep hatırlayalım diye…

T Karamelize Cevizli ve Büş Peynirli Endive Yaprakları

Fırında Somon Fileto ve Izgara Kuşkonmaz

Malzemeler:

Malzemeler:

8-10 adet endive yaprağı 1 su bardağı ceviz 1/3 su bardağı süt 4 yemek kaşığı bal Toz kırmızı biber, deniz tuzu, değirmen karabiber (1-2 tutam) 4 dal frenk soğanı 3 yemek kaşığı büş peyniri

Yaklaşık 250 gr somon fileto (2 adet) 10-12 dal taze kuşkonmaz 1 misket limonu Deniz tuzu, zeytinyağı, değirmen karabiber

• Yüksek ateşte ısıtılmış teflon bir tavada cevizleri 2-3 dakika çevirin. • Bir kasenin içinde süt, bal ve baharatları karıştırın.

• Misket limonunun suyu ve kabuklarını (rendenin en ince tarafı ile alınmış) da ekleyip ısıtılmış bir tavada 3-4 veya 200 dereceye alınmış fırında hafifçe pişirin.

• Süt karışımını yavaşça cevizlerin üzerine dökün ve cevizler karışımı çekene kadar pişirin.

• Somonların üzerine birkaç tutam deniz tuzu serpin ve önceden ısıtılmış 200 derece fırında yaklaşık 20-25 dk üzeri kızarıncaya kadar pişirin.

• Cevizler hafif suluyken yağlı kağıt sarılmış bir tepsi üzerine birbirlerine yapıştırmadan yayın ve kurumaya bırakın.

• Kuşkonmazlar ile birlikte somonu servis edebilirsiniz.

• Kuşkonmazları 1-2 yemek kaşığı zeytinyağı ve bir tutam deniz tuzu ile karıştırın.

• Endive yapraklarını temizledikten sonra içlerine istediğiniz miktarda peynir ufalayın ve cevizleri ekleyin. • Klasik bir zeytinyağı ve limon sosunu hafifçe üzerine gezdirip frenk soğan dalları ile servis edebilirsiniz.

39

www.mixcloud.com/matchupmagmusic


Earl Grey Çaylı ve Bitter Çikolatalı Mousse Malzemeler: 200 ml krema 1 yemek kaşığı earl grey çay 125 gr doğranmış bitter çikolata (%70 kakao oranı) 50 gr oda sıcaklığında tereyağı 5 yemek kaşığı kakao 5 yumurta (sarısı ve akı ayrılmış) 2 yemek kaşığı pudra şekeri • Bir sos tenceresinde süt ve toz çayı karıştırıp orta ateşe alın ve kaynama noktasına gelinceye kadar ısıtın. Ocak üzerinden alıp 15-20 dk kadar çayın aromasını vermesi için kenarda bekletin. • Çayı süzdükten sonra kremayı aynı şekilde tekrar ısıtıp kakaoyu içine eleyerek karıştırın ve sos tenceresini kenara alın. • Çikolata ve tereyağını birlikte bain-marie usulü eritin. • Krema ve kakao karışımını erimiş çikolataya ekleyin ve karışım soğuyunca yumurta sarılarını ekleyin. Homojen olarak karışana kadar çırpın. • Yumurta aklarını mikserin en yüksek devrine hafifçe köpürene kadar çırpın. Ardından pudra şekerini ekleyip mikserde yaklaşık 2-3 dk daha çırpın (karışım mikseri kaldırdığınızda bembeyaz bir tepe şeklinde tutunabilmeli). • Yumurta aklarını çikolata karışımına bir spatula yardımıyla ve akları söndürmeden yedirin. En az 6 saat buzdolabında bekledikten sonra servise hazır olacaktır.

40


Barselona: Ağır Ağır Yürünen Sokaklar Yazı & Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Bir şehirde kaç saat, kaç gün, kaç ay geçirsem yavaşlar zaman? Bir şehri ne zaman benimser, ne zaman ağır ağır yürümeye çalışırım? Detaylarını ne zaman hafızama kazır, ne zaman unutamayacağım anılara sahip olmaya başlarım? Bundan birkaç sene önce Barselona’ya ilk kez geldiğimde havanın fazla sıcak olması ve tahmin ettiğimden de daha fazla turistin sokakları doldurması bende biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Şunu anladım: Bir Avrupa şehrini yaşamanın en güzel yolu; seyahate yaz sezonunda değil, baharda gitmek. Bu gidişimde tam da hayalimdeki gibi bir atmosferle karşılaştım; sakin sokaklar, az turist, yerel insanlarla tanışma olanağı ve tabii gezmeye daha elverişli bir hava. Barselona için her şey olması gereken gibiydi. Saatlerce sokaklarında yürüyüp, tarihlerinin çok eskilere dayandığı mekanlarında yavaş yavaş akan zamanı kontrol etmeye çalışmadan, anı yaşayarak vakit geçirdim. Sohbetlere eşlik eden kahkahaları büyük bir keyifle dinledim. Diyaloglar birbiri ardına akıp giderken, bu şehrin enerjisini git gide benimsiyordum. Oturduğum bir barın, sıvası dökülmüş duvarlarında resimler asılıydı. Resimlerdeki karakterlere bakıp, nasıl bir hayata sahip olduklarını hayal ettim. Elime kalem ve defterimi alabildiğim her yer benimdi ve o anda kimse yabancı değildi. Barselona’nın ara sokaklarında dolaşırken, binaların arasında kalan gölgede içim hafif ürperiyor, güneşe çıkınca da ısınıyordu. Placa Reial en çok güneş alan meydanlardan biriydi. El Raval, Barseloneta, Barri Gothic ve El Born’un sokakları da hep gölgede kaldığından biraz serindi. Yeni açılan atölye/butikler hariç, restoran ve barların yıllardan beri el değiştirmediğini öğrendim. Nasıl bir duyguydu acaba yıllardır değişmeyen bir mekana her gittiğinde benzer duygular yaşayarak, oranın geçmiş halini gözünün önüne getirmek, eski müdavimleriyle karşılaşmak… En hızlı şehirlerden birindeydim fakat zaman ağır bir tempoda seyrediyordu. Telaşsız insanlar arasında sokaklarda kayboluyor, kendimi aniden bir meydanda buluyordum. Yıllardır aynı yerinde olan Bar Centric yaşlanmayan ama git gide büyüyen mekanlardan sadece bir tanesi. İsminin “bar” olması sizi yanıltmasın; sabahları kahve-

41

sini yudumlayıp, kruvasanından bir ısırık alırken, bir yandan da gazete sayfalarına göz atan insanlarla dolup taşıyor. Gündüzleri çay-kahve ve kahvaltı için gelen insanlar, akşam da bu tarihi bara tapas yemeye ve biralarını yudumlamaya geliyor. Hatta bazı geceler müzik grupları ufak çapta canlı performanslar düzenliyor. El Raval’da yer alan bir sokağa bakan penceresinin önünde yer kapmak için erken saatlerde gittiğim, bitki çayımı içip, fırından yeni çıkmış bagellerinden yerken, bir yandan da duvarlarındaki siyah beyaz resimlerine baktığım, bana huzur veren mekanlardan biri burası. İçeri giren fötr şapkalı yaşlı adamların belki de gençliklerinde geldikleri bar. Bu mekanda, pencere önüne oturup, hiçbir şey düşünmeden, sokaktan geçen insanları izlemek bile başlı başına keyif verici. Kay kayı ile sokaklarda dolaşan şapkalı çocuk, tam karşıda yer alan kırtasiyenin her gün belirli saatte pencerelerini silen amca, bastonuyla bir yönü işaret eden teyze, siyah vatkalı deri ceketi ve uzun saçlarıyla 80’lerden fırlamış gibi gözüken bir grup genç, hepsi penceremin önünden gelip geçiyor ve arkada ismini bilmediğim ama melodisine aşina olduğum bir parça çalmaya başlıyor. Bar Centric’den çıkınca, güneşin çiçek dizili balkonlar arasında yaptığı ışık oyunlarını izliyorum. Balkonlara takılmış perdeler yaz geldiğinde kapatılıyor böylelikle balkonun ve odaların serin kalmasını sağlıyormuş. Bu perdelerin renkli şeritleri, duvarlara yüzyıllar önce yapılmış, tarihi anlatan seramikler, bazı sokakların girişinde yer alan kabartma desenli sunaklar, İstanbul’a döner dönmez çizip boyayacağım o suluboya resmi hakkında bana fikir veriyor. Küçücük balkonlara sığdırılmış kocaman hayatlar görüyorum. Saksılar, rengarenk bayraklar, belki yaz gelince açılacak olan katlanmış şemsiyeler, balkonlarda renk cümbüşü oluşturuyor. Barselona’da her yer birbirine o kadar yakın ki, metroya bile ihtiyaç duymuyorum. Sokaklarda yürüyüp, saatlerce dolaşmak

istiyorum. Bu esnada yıllar önce ziyaret ettiğim Sant Felip Neri Meydanı geliyor aklıma. Sabahın erken saatleri olduğundan Barri Gothic bölgesinin normale oranla daha sakin olacağını tahmin ediyorum ve yola koyuluyorum. Felip Neri’nin arka sokaklarında yer alan antikacılar yavaş yavaş kepenklerini açmaya başlamış. Tek tek antikacıları geziyorum, pastanelerden gelen churros kokularını takip ediyorum. Bir dükkanın kapıları kilitli, içeride heyecanlı bir şekilde konuşan ve ellerinde çok değerli olduğunu tahmin ettiğim mücevherler tutan Asyalı birkaç adam var. Kasada duran kadına ellerindekileri gösterip, kağıtta bir şeyler imzalıyorlar. Film karesi gibi gelen bu sahneyi birkaç dakika izleyip, bir başka antikacıya doğru yürüyorum. Bir vitrinde, birkaç renkte dönem televizyonları yan yana sıralanmış; sarı, mavi, kırmızı. Bir tanesinde de Godard’ın bir filmi dönüyor. Biraz izledikten sonra çeşme sesinin geldiği yöne, yani Felip Neri’ye doğru gidiyorum. Yosunlanmış zemin taşlarının üzerinde duruyorum. Yalnızca kuş seslerinin ve burada yer alan okuldan gelen çocuk seslerinin yankılandığı bir meydandayım şu anda. Büyüklüğü itibariyle gösterişsiz ama hikayesiyle etkileyen bu meydan 1938 yılındaki iç savaş sırasında bombalanmış. Duvarlarına baktığınızda mermi izlerini hala görebiliyorsunuz. Barselona’nın insan dolu, palmiyeli diğer meydanlarından çok farklı. Biraz yalnız, biraz da hüzünlü bir meydan. Felip Neri’den sonra El Born taraflarına gitmeye karar veriyorum. Yan yana sıralanmış tüm butiklerin içinde bir de asma kat bulunuyor. Sanatçılar o katlarda tasarımlarını yapıyor, alt kısımda da sergileme ve satış alanları yer alıyor. Tanıştığım her tasarımcı o sokakta bulunan diğer tasarımcıyı tanıyor. Aralarında müthiş bir dayanışma ve komşuluk ilişkisinin de olduğunu öğrendiğim bu tasarımcılar belirli günlerde toplanıp atölyelerinde etkinlikler de düzenliyor. Sayfaları çevirdiğinizde içlerinden biriyle yaptığım röportajı okuyabilirsiniz.


Bar Cenrtic

Plaça Sant Felip Neri

Meneghina

El Born Bar

Akşama doğru işini bitiren herkes yavaş yavaş meydanlara yürüyor. Siestalarını geç bitirip hala çalışanlar da Barselona akşamları için geri sayıma başlıyor. Carrer Tiradors’a doğru gidiyorum. Bu sokak ve bu sokağın paralelindeki meydan Katalan yemekleri dışında da alternatifler sunan restoranlardan oluşuyor. Birkaç adet tarihi restorana bakıyorum. Bu mekanlarda yer olmadığı için bir arkadaşımın önerdiği Meneghina’ya geliyorum. Çok şık, tipik bir İtalyan Restoranı havasında. Beyaz tuğlalı duvarları, loş ışığı ve steril havasıyla tam istediğim gibi bir moda sokuyor beni. Minimal sunumuyla gözümü okşayan makarnasından yerken, bir yandan da şarabımı yavaş yavaş yudumluyorum. Birçok mekanda olduğu gibi burada da gelenlerin çoğu mekan sahibi Marianna’yı tanıyor. Barselona herkesin arkadaş olduğu sıcacık,

kocaman bir ev gibi. Bu mekan da bunun bir kanıtı adeta. Sokaklarda insanların alıştığımdan yüksek sesle konuşması bile rahatsız etmiyor. Enerjileri hoşuma gidiyor. Akdeniz’i taşıyorlar kanlarında. Kokteyl barlar, restoranlar, tapas barlar, churros’cular iyice dolmaya başlıyor. Kaykaycılar, patenciler sokak aralarında aniden karşıma çıkıyor. Akan ritme inat içimde yavaşlama arzusu… Yine uzun yollarda yürüyüp, acelem olmadan bir noktadan diğerine doğru yol alırken geçirdiğim zamanın tadına varıyorum. Passeig del Born’a geliyorum. Bu sokak her zaman çok canlı… Sabah gözüme kestirdiğim küçük balkonlardan birine, yeniden bakıyorum. Bu defa sabah güneşin kavurduğu saksıların yanında, sohbet eden birkaç kişi var. Balkon gözüme

şimdi daha canlı gözüküyor. Bu balkonun hemen karşısındaki binanın girişinde, El Born Bar’a giriyorum. Bu mekanda beni bir şeyler çekiyor. Yerdeki siyah beyaz karo seramikler mi, duvarda asılı olan nostaljik resimler mi, ikinci kata çıkan spiral ferforje merdiven mi, herkesin sanki sözleşmiş gibi kapağı siyah beyaz kitaplar okumaları mı… Beni çeken nedir bilemiyorum. Bar kısmında oturan insanları izleyip, arkada çalan ağır tempolu müziğe kendimi bırakıyorum. Buz gibi bir “cerveza” içip, mermer masaya kolumu yaslıyorum. Dışarıdaki kalabalığı içine çekiyor bu karolar, mermer masalar ve o demir merdiven. Git gide içerisi doluyor. Fotoğraflarına bakınca tarihi mekanlardan biri olduğunu anladığım El Born Bar’da bazı duyguları yaşamak için 50 yıl geriye gitmeye gerek kalmıyor. Zaman akıyor ve en güzel yerinde yavaşlıyor.

42


ABOUT Ezgi Bozkurt ARIANNE Röportaj: Deniz Yılmaz Fotoğraf: Türker Akman

“Bende ODTÜ’lü ukalalığı var” diyen; ama ego nedir bilmeyen biri El Born’un en beyaz dükkanlarından biri o. Balkonunda biberini, kekiğini yetiştiriyor ve henüz 29 yaşında AboutolArianne. İçi ayakkabı, bitki ve ilham dolu. Ariadna’nın çocukluğundan gelen masına rağmen şehirden hızlı adımlarla kaçmayı planlıyor. Ezgi Bozbir isim olan “Arianne” hakkında bir sürü kurt’u sadece ‘model’ sıfatıyla tanımlamak oldukça yetersiz. Çünkü şey anlatıyor. Ernest’in grafik çizimleri, Ariadna’nın da tasarımlarıyla hayat bulan O, büyük hayallerden kaçan, sürekli evrilen, “hayatımın işi” ve “ha- ayakkabıların sergilendiği yer. yatımın merkezi” gibi beylik tanımlardan çok uzak genç bir kadın.

i

Röportaj: Cansu Uras Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Bir sabah, uzaktan uzağa koleksiyonlarını beğendiğim ve fotoğraflarına büyük bir ilhamla baktığım About Arianne markasının kurucuları Ariadna ve Ernest ile tanışmak için El Born’a geliyorum. Tasarım butiklerinin yer aldığı bir sokaktayım. Bembeyaz, çok sade, küçük bir dükkanla karşılaşıyorum. Ayakkabıların dizildiği raflara göz atıp kafamı kaldırıyorum; üst katta Ariadna kendini kaptırmış bir şekilde çalışıyor, alt katta ise Ernest bir işe konsantre olmuş müzik dinliyor. Geldiğimi fark edince, beni karşılamaya geliyor Ernest, sonra da Ariadna merdivenlerden aşağıya iniyor. İkisi de büyük bir heyecanla ellerine tutuşturduğum dergiye bakıyorlar. Sonra Ariadna beni uzun zamandır tanıyormuş gibi hissettiğini söylüyor. Ben de aynen öyle hissediyorum; çünkü tanışmamızdan 3 ay önce Ariadna ile mailleşmiştik. Sosyal medya sayesinde de hayatlarımıza çok da yabancı değiliz yani… Müziğin sesini kısıp oturuyoruz. Raflardaki şık ayakkabılardan gözümü alabildiğim anda, sohbete koyuluyoruz. Öncelikle nasıl tanıştıklarını soruyorum. Yıllar önce tasarım departmanında beraber çalıştıkları marka sayesinde tanışmışlar. Orada çalışırken kafalarında; günün birinde, beraber bir şey yapacakları hemen belirivermiş. Hani bazen biriyle tanışırsınız ve sanki yıllardır arkadaşmışsınız hissine kapılırsınız ya, öyle bir his yakalamışlar. Ariadna moda tasarımı okumuş, Ernest ise grafik. Çalıştıkları dönemde, Ariadna, giyi-

43

min diğer parçalarından öte ayakkabıya yakın hissetmiş kendini. İşini de, ayakkabı tasarımı üzerine master yapmak için bırakmış. Bu esnada birkaç örnek çizim yapıp Ernest’e göstermiş. Sonra Ernest ile ileriye dönük hayaller kurmaya başlamışlar. Ariadna ilk koleksiyon üzerinde çalışmaya başladığında, Ernest de tüm detaylarda yardımcı olmuş. Sonunda markalarını kurmuşlar. “İlk başta arkadaşlarım için ufak tefek tasarımlar yaparken, birden kendimi daha fazla sayıda tasarım yaparken ve işi ciddileştirmek isterken buldum. Bu noktada tabii ki Ernest de çok destek oldu. Benim eksik olduğum markalaşma, photoshop, tipografi, logo tasarımı gibi konularda bana yardım etti. Ayrıca arkadaşlarım da yaptığım tasarımları çok beğenince daha da büyümeye karar verdik.” Bu sözleri dinlerken, birbirlerini tamamlayan bu iki arkadaşın hayallerinin ürünü olan ayakkabılar gözüme daha da güzel gözüküyor. Her şeyin aylar, yıllar süren bir birikimin sonucunda ortaya çıktığını ve o noktaya gelebilmek için ne kadar çok emek verildiğini anlıyorum. Peki birlikte çalışmak nasıl bir duygu dediğimde aynı anda cevap veriyorlar: “Awesome!”. “Birbirimizi her şekilde tamamladığımızdan ve estetik değerlerimizin çok benzer olduğundan genelde anlaşmazlığa düşmüyoruz. Açık fikirliyiz, birbirimize bir şeyi kabul ettirmek çok da zor olmuyor. Bir de yıllar geçtikçe daha da tanımaya başladık kendimizi, zevklerimizi…” Dört yıldır beraber çalıştıklarını ve aralarında oluşturdukları

güven sayesinde devam edebildiklerini ekliyor Ernest. Sohbet sırasında da, aralarındaki o bağı, elektriği hissetmem zor olmuyor zaten. Bazı şeyleri söze aktarılmasına gerek kalmadan da anlarsınız, tam olarak böyle hissediyorum bu iki güzel insanın cümlelerini dinlerken. About Arianne marka isminin çıkış noktasına geliyoruz. Ariadna’nın vaftiz edilirken aldığı isimmiş, sonra ailesi bu isimden vazgeçmiş. Çocukluğundan gelen bir anısı olduğu için bu ismi seçmiş. “About” kısmı da Godard filminden; “A Bout de Souffle’den” geliyor. Markanın karakterini anlatırken, trendleri takmamasına, biraz daha kişisel bir tavrı olmasına vurgu yapıyorlar. Kadınlar baktığında, konseptini, çizgisini sevsin, sadece trend olduğu için almasınlar istiyorlar. Ariadna şöyle açıklıyor; “mesela ayakkabılara bakınca bir hikaye gelsin aklına, bir şeyler hisset, kişisel bir şey olsun bu.” - O çizgiyi nasıl belirliyorsunuz peki? Ortaya çıkacak ayakkabının görselini kafanda nasıl canlandırıyorsun? Önce çizimlere yansıyor, sonra prototip oluşturup denemeler yapıyoruz. Örnek model ile kafamızdaki görseli önce fotoğraflarda vermeye çalışıyoruz. Konsept belirlendikten sonra fotoğraf çekimleri yapılıyor, detayları o şekilde daha iyi görüyoruz. Tüm ayakkabılar birbirinden farklı olsa da, hepsinin ortak bir çizgisi var. O çizgi de, insanların gördüklerinde “bak, About Arianne ayakkabısı” demelerine sebep oluyor. Zaten amacımız da bunu dedirtmek.


About Arianne markasının ayakkabıları, Barselona dışında bir yerde, küçük bir atölyede el emeğiyle üretiliyor. Koleksiyona yeni modeller ekleniyor fakat bazı klasik modeller her sezon dükkanda yerini alıyor. Onlar vazgeçilmez ve düzenli olarak satılan modeller. En çok deri, süet, mantar ve mikrofil malzemeleri kullanılıyor. Bir ayakkabının tasarımı ve üretim süreci en az 6 ayı buluyor. Deneme sürecindeki modelleri Ariadna önce kendisi test edip, rahatlığından emin oluyor sonra üretime devam ediliyor. “Safari” modeli Ariadna’nın en sevdiği model. Aynı zamanda müşterilerin de en çok tercih ettiği ve her rengini almak istediği model. New York’taki “Capsule Fair”e katılmaları, American Apparel markasına özel olarak küçük bir koleksiyon yapmaları ve sonra o koleksiyonun Barselona ve Paris’te satılması daha da çok tanınmalarını sağlamış. Önceden Barselonalıların çok talep etmedikleri markaları bir anda çok tercih edilen bir marka olmuş. “Genelde buralarda işler böyle yürür. Önce yurt dışında değerlenir markan,

sonra da kendi ülkende” diyor Ernest. Bu de soruyorum, çünkü Ariadna’nın tavsiye dedikleri bana çok tanıdık geliyor ve ben de ettiği Satan’s Cafe’nin son günlerde Barseloaynı durumdan yakınıyorum. na’nın en hip kafesi olduğunu öğreniyorum. Tabii sevmemdeki asıl sebep, çok leziz Japon El Born’u seçmelerindeki sebep de, diğer yemekleri. İçinde kahve çekirdeklerinin çetasarımcılarla iç içe olmak. Bu bölge Barse- kildiği, taze donut, kruvasan ve bir de açık lona’da hem turistlerin uğradığı bir yer, hem mutfağında pişen Japon yemeklerinin yenilde diğer sokaklara göre sakin. Yıllar önce diği, geceleri de bar kısmında kokteyllerin, Paris’de bir fuarda tanıştıkları arkadaşları şu şarapların içildiği bir kafe düşünün. Üstelik anda “Iriarte Iriarte” adlı deri çanta markası- İstanbul’daki gibi üçüncü dalga kahvecilerle nın kurucusu. O, bu dükkanı gösterdiğinde, dolup taşmayan Barselona’da açılan ilk konhemen kafalarında şu anki hali canlanmış. sept “coffee shop”. Bu dükkanı seçerek diğer arkadaşlarına da yakın olmak istemişler. İçerideki mobilyala- Barselona’ya dair birkaç tavsiye daha alıp, üst rı Ariadna’nın babası yapmış, hepsi hareket kata çıkıyoruz. Eski fotoğraflara, ayakkabı esedilebilir olduğundan etkinliklerde de kolay- kizlerine göz atıyoruz. Ernest müziğin sesini lıkla taşıyıp, yer açabiliyorlar. O kadar mini- biraz daha arttırıyor. Başka defterler, dergimal bir dükkan ki burası, birkaç bitki dışında lerden kesilerek oluşturulmuş ilham kolajları neredeyse hiç süs, göz yoran bir şey yok. Üst ve not defterleri arasında kendimi kaybedikatta çizimler yapılıyor, işler hallediliyor, alt yorum. İlhamla iyice dolup taştıktan sonra, katta da ürünler sergileniyor. Ernest’in mini Ariadna ve Ernest’e veda ediyorum. Dışarıya ofisi de alt katta yer alıyor. çıktığımda yüzümde huzurlu bir gülümseme, biraz ilerideki -sözlerini ettikleri- Iriarte Sohbet esnasında, yakınlarda gidebileceğim Iriarte dükkanına doğru yürüyorum. güzel bir kafe var mı diye soruyorum. İyiki

www.aboutarianne.com

44


OCTAEVO Marcel Baer

Röportaj & Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i Tasarımlarının temelinde Akdeniz kültürünü ve yavaşlığı vurgulayan Marcel Baer ile Barselona’da buluştum. Signed by the Mediterranean mottosuyla tasarlanmış, hepsi el yapımı olan defterlerinin, kitap ayraçlarının, zarflarının ve ajandalarının hikayesini dinledim. Kahve sevmediğimi duyunca önce şaşırıp, sonra da kırık Türkçe’siyle “iki küçük çay” dedi. Sohbet sırasında zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, çayımı masada soğumuş bir halde buldum… Sonra da, Marcel rehberliğinde Gracia sokaklarına doğru yola koyuldum.

i 45


Barselona’nın en sevdiğim bölgelerinden biri olan Gracia’ya gidiyorum. Octaevo markasının yaratıcısı ve kreatif direktörü, benim de çizgisini sevdiğim tasarımcılardan biri olan Marcel Baer ile buluşacağız. Bugüne kadar hiç yüz yüze görüşmediğimizden, ismimin de “Deniz” olmasından dolayı “Dennis” ile bağlantı kurmuş ve karşısında bir erkek bekliyormuş. Bu yüzden, beni görünce önce biraz afallıyor, sonra çok sıcak bir karşılamayla içeri giriyoruz. Çalışma arkadaşları ile tanışıyorum. Rafları, masaların üzerini dilediğim gibi karıştırabileceğimi söylediğinde bu teklif hoşuma gidiyor ve her şeyi incelemeye başlıyorum. Öncelikle dikkatimi, Marcel’in üzerine giydiği giysilerden, ofisinde kullandığı en küçük eşyaya kadar her şeyin çok minimal ve yalın olması dikkatimi çekiyor. Biraz yüzeysel bir yorumda bulunup; “Anlaşılan görüntüye önem veriyorsun” diyorum, gülümsüyor ve “tasarıma önem veriyorum tabii ki” diyor. Eşyalar üzerinde detaylı incelemelerim ve fotoğraf çekimlerim bittikten sonra nihayet oturuyoruz ve sohbet etmeye başlıyoruz. Bir anda kendimi sanki Marcel’in arkadaşıymışım ve atölyesine geçerken uğramışım hissine kapılıyorum. O kadar sıcak ve esprili biri ki… Octaevo markasının nasıl ortaya çıktığını anlatıyor. Central Saint Martins’den mezun olduktan sonra birçok markanın tasarım bölümünde aktif olarak rol amış. Sanat direktörlüğü yanı sıra; paket tasarımı, advertoryal, dijital tasarım konularında da yaptığı işleri, getirdiği kocaman bir kutunun içinden çıkardığı örneklerle gösteriyor. “Bu bir nevi portfolyo mu?” diyorum “daha çok geçmişimi sakladığım bir kutu” diyor. Şu anda da sıkça Dubai’ye gidip geldiğini, oradaki bir hotelde kreatif direktörlük yaptığını öğreniyorum. “Peki Octaevo markası nasıl ortaya çıktı? Kendi hayalim olsun istedim. Bundan birkaç yıl önce çok yakın arkadaşım Olga ile Kamboçya sahillerinde hayal kuruyorduk. O, şimdilerde sahibi olduğu seramik atölyesini ilk o anda dillendirdi, ben de kağıtla ve el emeği ile ilgili bir şeyler yapacağım dedim. O andan sonra da markayı nasıl oluştururum, lifestyle çizgisini nasıl kurgularım diye aylar

harcadım. Aslında mini bir “business plan” ve ev eşyası ürünlerinin de yer alacağı yeni bile hazırlamıştım o tatilde. Her şey böyle koleksiyonundan bahsediyor. Tam o esnada başladı.” gözüme masasında duran prototip kağıttan vazo çarpıyor. Tasarımını biraz daha geliştiMarcel bunları anlatırken O’nu, birkaç saat rip onu da koleksiyona katacağını söylüyor. sonra iki sokak ötedeki atölyesine gidip Ayrıca Kamboçya’da beraber hayal kurduktanışacağım arkadaşı Olga ile Kamboçya ları arkadaşı Olga’nın, seramik atölyesinde sahillerinde hayal ediyorum. Bu hayalleri Octaevo markası için özel olarak tasarlankurarken kafasında kesin hasır bir şapka mış saksı ve kaplar da yer alacakmış. vardır diye geçiriyorum içimden. Bu bahsettiği günün üzerinden çok uzun zaman Sohbetimiz bittikten sonra, kendimizi Grageçse de, heyecanının hala o günkü gibi cia sokaklarında buluyoruz. Önce bahsettaze olduğunu ürünlerine dokunurken, on- tiği seramik kaplara bakmak için Olga’nın ların hikayelerini anlatırken görebiliyorum. atölyesi Atuell’e uğrayıp biraz laflıyoruz. En Defterlerinin hepsinin tek tek elde dikildiği az Marcel kadar eğlenceli kendisi. Kamboçküçük bir atölyeden söz ediyor. Her ince ya’daki kurdukları hayale değiniyor, “Marayrıntısına kadar her şeyin kusursuz olması cel de bahsetmişti” demem üzerine “benim gerektiğini, bu yüzden de bazı defterlerin hakkımda başka şeylerden de söz etti mi?” birkaç kez gidip geri geldiğini, en iyi hale diye soruyor. Biraz ipucu veriyorum. Bu erişinceye kadarki geçen süreyi anlatıyor. El atölyede düzenli olarak workshop yapılemeğine, kağıda, Akdeniz dokusuna verdi- dığını duyunca, vitrinde ve raflarda duran ği önemden bahsediyor. Yazının başlığında seramiklerin de kimlerin elinden çıktığını da belirttiğim gibi Octaevo’da bulunan her öğrenmiş oluyorum. şey Akdeniz kültüründen geliyor. Gözlük şeklindeki metal kitap ayraçları 60’ların Bu atölyeden de çıkıp Marcel’in portre foAkdeniz Riveralarında erkeklerin taktı- toğraf çekimi için palmiyeli bir meydan ğı gözlüklerden, mermer desenli defterler arıyoruz. Neden palmiye, ben de O da bilAkdeniz mimarisinde kullanılan mermer miyor… Gracia palmiye bakımından çok dokularından, mini defterler Yunan filozof- zengin olmasa da, yine de güzel bir köşe larının sözlerinden alıntılarla; bu kültürden bulup fotoğraf çekiyoruz. Tabii Marcel’in esinlenerek oluşturulmuş. “çantam ters çıkmış”, “saçlarımı sevmedim bu karede”, “sanki yan mı dönsem biraz” Marcel Zürih doğumlu olmasına rağmen, gibi ufak müdahaleleri ile… Sonra da bir tasarımlarında İspanyol olan annesinin meydanda oturup, İstanbul’a, İspanya’ya ve ve çocukken aile albümlerinde gördüğü daha birçok şeye dair konuşuyoruz. “Peki resimlerin etkisinin büyük olduğunu söy- bazen ben n’apıyorum dediğin olmuyor mu?” lüyor: “Teknelerde çekilmiş o eski resimlere diyorum. Biliyorum ki, her kendi işini yabakardım ve Akdeniz’e büyük bir aşk duyar- pan, diğer bir deyişle “freelance” olan insadım.” Anneannesinin yazlığına gittiğinde nın ara ara kendine sorduğu bir soru bu… gördüğü o mavinin, tekne zeminlerinde “Tabii ki de” diyor ve ekliyor; “bazen sadece kullanılan o dokunun, babasının denize başka markalar için çalışıp daha kolay yolaçıldığı zamanlarda çekmiş olduğu fotoğ- dan para kazanma zevki ağır basıyor ama rafların, her şeyin etkisi çok fazla. Hatta o sonra yine dönüp dolaşıp, her ayrıntısına kakadar etkili ki, tasarımlarının hikayelerine dar kendimin oluşturduğu, “benim markam” de yansımış durumda. dediğim alana geri dönüyorum”. Bu son söz her şeyi özetliyor. Güneş batıyor, etraf tuMarcel şu anda ürünlerinin sınırlı sayıda runcuya bürünüyor. Gracia sokaklarında olduğunu ve sadece Avrupa’da, İngiltere’de, son bir kez dolaşıp, Marcel’le vedalaşıyoÇin ve Kore’de belirli şehirlerde satıldığını rum. Octaevo’nun hikayesini O’ndan dinlesöylese de çok yakında daha fazla şehirde dikten sonra biliyorum ki yeni koleksiyonu yer almayı hedeflediğini ekliyor. Ayrıca kır- daha büyük bir merakla bekleyeceğim. tasiye malzemelerinin yanı sıra, dekorasyon

www.octaevo.com

46


)

BARBAROS . BAG EVI Yazı: DenizYılmaz Fotoğraf: Türker Akman

i Üzüm bağlarıyla çevrili, çevresinde gözü yoran hiçbir şeyin olmadığı, sakin huzurlu bir yer Barbaros Bağ Evi. Sadece görüntüsüyle bile çok şey anlatsa da; bu bağ evinin kuruluşunu, geçmişini ve bugününü detaylarıyla dinlemek bu yeri daha da anlamlı kılıyor. Öyle ki; bir an önce yaz gelsin de kanola çiçeklerinin sarısını, şarabın kırmızısını ve Barbaros’un o huzurlu havasını bir daha yaşamaya gelelim diye gün sayarken buluyorum kendimi.

i 47


Yola koyulduğumuz ilk anda; Meg Ryan’ın oynadığı “French Kiss”i, Ridley Scott’ın “A Good Year”ı, Kaliforniya bağlarına keşfe çıkan iki arkadaşı anlatan “Sideways”i ve daha birçok şarap filmini üst üste izlediğim günler geliyor aklıma. Bana hep, hayatı büyük bir özveriyle yaşayan insanların içkisi gibi gelmiştir şarap. Onu üretenlerin de, azme ve yine aynı özveriye sahip olduklarını bildiğimden; yola çıkış hikayelerini merak etmişimdir. Üstelik göreceklerim de bir filmden alıntı değil bu defa. Tekirdağ’ın Barbaros bölgesinde yer alan Barbaros Bağ Evi’ne ilk kez geliyorum. Uzaktan baktığımda, yemyeşil bir tepede yer alan bağ evi hemen gözüme çarpıyor ve “kesin burası olmalı” diyorum. Yaklaştıkça, üzüm bağlarının yakınına konumlanmış sevimli bir bağ evi ve çevresinde heyecanla koşturan köpeklerle karşılaşıyorum. Çevrede başka hiçbir evin, hotelin olmayışı o kadar bakir kılmış ki burayı… Arabadan dışarı adımımı attığım ilk anda, İstanbul’da edindiğim tüm yorgunluklardan uzaklaşıp, bambaşka bir ruh haline bürünüyorum. Barbaros Bağ Evi’nin yöneticisi Özcan Bey bizi güler yüzüyle karşılıyor. Ön tarafta yer alan geniş terasa geçiyoruz. Peynir tabakları ve Roze ile başlıyoruz güne. Etrafı izlerken, daha tam canlanmamış olmasına rağmen doğanın ne kadar güzel gözüktüğünü fark ediyorum. Barbaros Bağ Evi’nin hikayesini çok merak ettiğimden ve işin heyecanını bozmak istemediğimden buraya gelmeden önce hiçbir araştırma yapmıyorum. İlk açıldığı günden bugüne buranın yöneticiliğini yapan ve haliyle hikayesine de bizzat tanık olmuş Özcan Bey’e aklımdaki bütün soruları art arda yöneltiyorum. Nerede, nasıl başladı bu hikaye

diye sorduğumda; 2000 yılında ilk olarak şarap üretme niyetiyle yola çıktıklarını, bu araziyi bulduklarını ve sonra buranın 2007 yılında ev ve şaraphane olarak şekillendiğini öğreniyorum. Daha sonra da, şu anki gibi butik hotel haline geliyor. Adını ise bir zamanlar Bizanslıların yaşadığı Bisanthe şehrinin kurulu olduğu beldeden; yani şu an bulunduğumuz “Barbaros”tan alıyor. Kurucusu Can Topsakal bundan seneler önce, Marsilya’da restoran işletirken şato sahibi Fransızlarla arkadaş olmuş. Şaraba da daha fazla ilgi duymaya başlamış. Şu anda Barbaros Bağ Evi’nin danışmanlığını yapan Xavier Vignon ile de yine yolları Marsilya’da kesişmiş. Xavier 400 yıldır şarapçılıkla uğraşan bir aileden geliyor; haliyle Barbaros Bağ Evi’nde hissedilen Fransız dokunuşlarının altında Xavier Vignon’un parmağı var. Marsilya’da başlayan bu dostluk, ilk meyvelerini 2007’de Barbaros Bağ Evi’nde vermeye başlıyor. 230 dönümlük bu alana bakıp, arkasındaki emeği ve yıllar süren çalışmaları hissediyorum. “Peki bu nasıl bir süreçti?” diyorum Özcan Bey’e: “Bu alanı uzun araştırmaları sonucunda buluyor Can, sonra da kafasındakileri hayata geçiriyor adım adım. 2002-2003 yıllarında fidan daha burada gördüğünüz üzüm bağları. 2007 yılında da inşaat bitiyor ve ilk üretim Xavier’in danışmanlığında gerçekleşiyor. Üzümlerden anlamak, şarapçılığı iyice öğrenmek sanıldığı kadar kolay değil, aksine yıllar gerektiriyor. 100 yıl da geçse, hala öğreneceğiniz çok şey var… Bir de Fransızların çok güzel bir sözü vardır: “Şarap üretmek, para kaybetmenin en asil yoludur” derler. Gerçekten de öyle. Çok emek ve yatırım gerekiyor belli bir noktaya gelebilmek için.”

Etraftaki daha açmamış üzüm bağlarına baktığımda, kaç çeşit üzüm yetiştirdiklerini merak ediyorum. “5 çeşit üzüm” diyor Özcan Bey: Syrah, Cabarnet Sauvignon, Merlot (Bordeaux bölgesinden ithal) ve Mourvedre (Güney Fransa) ile Grenache. Altını çizdiği bir nokta da; daima organik tarımdan yana oldukları; sadece kükürt/ bakır bazlı gübreler kullandıkları ve böcek ilacından kesinlikle kaçındıkları. Barbaros Bağ Evi’nde, manzaranın size verdiği huzurun yanında başka şeyler de var elbette. Her şeyin organik olduğu sabah kahvaltısıyla güne başlıyor, öğle yemeği ve akşam yemeğinde ise burada üretilen çeşitli şaraplardan deneyebiliyorsunuz. Öğlen menüsünde sunulan leziz Tekirdağ köftesinin, mercimek çorbasının ve zeytinyağlı sarmanın ise yöreye özel olması açısından tercih edildiğini öğreniyorum. Yani böyle bir yere geldiğinizde de, gözleriniz Ratatouille değil, kendi bağının asmalarından yapılmış zeytinyağlı dolmayı arıyor. Bu yemeğimize Barbaros Bağ Evi’nden çıkma Cabarnet Sauvignon, Merlot’su eşlik ediyor. Akşam ise Karides çorbası, Tekirdağ eriştesi ardından gelen pekmez soslu kırmızı etimize, Elegance’ın Syrah Grenache, Mourverde’si eşlik ediyor. Ne yemeğin, ne de şarabın lezzetini kelimelerle anlatmak zor. Gün batımına doğru öyle güzel bir turuncuya bürünüyor ki bu bağ evinin çevresi, günün bitmesini hiç istemiyorum. Aklımda huzur veren gün batımı ve damağımda içtiğim şarapların tatlı burukluğu var. Kendimi, yaza doğru kanola çiçeklerini görmeye bir daha geleceğim diye teselli ederek, bu güzel bağ evinden ayrılıyorum.

Dip Not: İstanbul’dan çok uzaklaşmadan, kafanızı dinlemek, arkadaşlarınızla keyifli vakit geçirmek veya tüm gün şaraba doymak isteyenler için Barbaros Bağ Evi çok ideal bir tercih. Mayıs ayı ve bağ bozumu (Eylül sonu, Ekim başı) ise en güzel ve en yoğun zamanlar. Bu yüzden gitmeden yer ayırtmanız gerekiyor. Eğer günü birlik gelmek isterseniz; köy kahvaltısına, konuk şeflerin özel yemek tadımlarına ve günlük bağ gezilerine katılabilirsiniz. Websitesinde yer alan “aktiviteler” bölümünden detaylı bilgi alabilirsiniz.

www.barbarosbagevi.com

48


Nicole

Kaan Sakarya & Aylin Yazıcıoğlu Röportaj: Fatoş Tatlı Fotoğraf: Deniz Yılmaz

diğiniz bir şey, hele ki doktora gibi bir süreç içinde çok zor. O yüzden çok önemsemedim, çok ciddiye almadım” derken, akademik kariyeri arkasında bırakıp kendini Cordon Bleu’de pastacılık kursunda buluyor. 3 kurdan oluşan kursun ilk kurundan sonra “Dean and Deluca’ya girince oradaki atmos- Kolombiya’ya gidiyor Aylin. Bogata’da iki ay ferden çok etkilendim ve ben bu işi yapma- çalıştıktan sonra ikinci kurda “çikolata” ile Şefler de pek tatlı, her masayı gezip misa- lıyım dedim. O anı dün gibi hatırlıyorum.” tanışınca “işte budur” diyor. firlerle tanışıyorlar. Kaan ve Aylin, ikisi de Paris’te eğitim görmüş, Michelin yıldızlı Türkiye’de 5 yıldızlı bir otelin mutfağında iş “Çikolatanın kendisinden etkileniyor insan, şeflerle çalışıp, Türkiye’ye dönüp Nicole’u bulduktan sonra Ecole Ferrandi’ye giriyor. etkilenmemek mümkün değil. Pastacılığın açmışlar. Şeflerin Galatasaray Lisesi me- Sabahları 07:45’te okul, akşamları geceya- mutfaktan çok ayrı bir havası var. Fırına zunu olduğunu öğrenince muhabbetimize rılarına kadar staj. İnanılmaz bir tempoyla koyduğunuz anda kek bitmiştir. Pastacılığın muhabbet katılıyor, sohbete doyum olmu- Arpege’de ve Taillevent‘te staj yapıyor. beni en çok tatmin eden tarafı, her şeyin keyor. Konuştukça, birbirlerini ne kadar güzel sin olması. Aranızda müşterek bir ilişki var, tamamladıklarını fark ediyorum. Aylin de mesleğe geç ama iyi ki girenleden. dikkat etmediğiniz zaman pasta size küser. Boğaziçi’ni bitirdikten sonra Cambridge’de Çikolatada bu üst noktada, çikolata şarap Kaan iletişim fakültesinden sonra reklam- akademik kariyer yapıyor. “Boş zamanımda gibi moleküler yapısı en karmaşık maddelercılık yapmaya başlıyor. “Yemek yapmak” baktım, hep yemek yapıyorum. Boyum fırına den bir tanesi. Çalıştığınız, malzeme değil; aslında çocukluğundan beri hayatında yetiştiğinden beri mutfaktayım, dinlenme- çalıştığınız bir partner gibi. Ona bir şey verivar: Tek çocuk, e bir de Kadıköylü. Salı ve nin yerine mutfakta daha fazla vakit geçir- yorsunuz, siz de ondan alıyorsunuz. Detaylı Cuma pazarlarını da çok severmiş. Üniver- diğimi gördüm, artık iş reçete kitaplarından bir kontrat. Düzgün ilgilendiğiniz zaman sitedeyken çöp şiş partileri, meyhane gece- teknik kısma döndü. Önce çok yüz verme- yüzünüze gülüyor, parlıyor.” Nisan 2015. Nicole’deyiz. Manzara eşsiz, İtalyan Konsolosluğu bahçesinden Adalar’a kadar uzanan eski İstanbul. Uzun tadım menüsü ve şaraplardan öyle mest olmuşuz ki artık tartışmamız “Yemek zanaat mı, sanat mı? Bundan evvelkiler zanaatsa bizce bu sanat” noktasına geliyor.

49

leri, Arman Kırım’ın yazılarına hayranlığı derken yeme içme sektörüne girmeye karar veriyor. Hollywood etkisi katmak istersek de esas dönüm noktası New York’taki “Dean and Deluca”.


Gerçekten de çikolatadan bahsederken gözleri parlıyor Aylin’in. Çikolata yapımının bir laboratuvar ortamı gibi olması gerektiği için, Aylin mutfakçılar mutfaktan çıkınca işe koyuluyor. Yaptığı çikolataların da eşi benzeri yok doğrusu. Kaan ile Aylin, Kaan daha Ecole Ferrandi’ye gitmeden tanışıyorlar. İkisi de Fransa’dan İstanbul’a dönünce “Gastroloft İstanbul” ile Chef at Home konseptini hayata geçiriyorlar. Daha sonra, Avrupa’ya geri dönüp seçkin restoranlarda çalışıyorlar. Öyle bir an geliyor ki kendilerini İstanbul’da kendi restaurantlarının başında görmeye hazır hissediyorlar. 2013’ün Şubat ayında Tomtom Suites’den de teklif gelince, Nicole’u kurmaya karar veriyorlar. Nicole adını Fransisken rahibelerinin hastalara şifa dağıttığı tarihi binanın (Tomtom Suites) yöneticisi Agnès Marthe Nicole’den alıyor. Mutfak, filmlerin de etkisiyle çoğumuz için pembe bir hayal, ancak restoran işletmeciliği işin içine girince; hakikat olan endüstriyel bir yer. “Beklentiler ile gerçeklik arasındaki fark nedir? Böylesine bir başarının sırrı nedir?” diye soruyorum.

mutfaklarda çalışmak olabilir… Devir insanların kendi kendini gazladığı bir devir, selfie devri, Instagram kafası. Görselliğin ön planda olup “öz”ün geri planda kaldığı bir devir. Tabak yapmak diye bir kavram var örneğin, sunum olmadan olmuyor tabii ama Nicole’de her zaman ikinci plandadır.” Aylin: “Filmlerden etkilenmesinler” diye cevap veriyor. “Mutfak bir tiyatro sahnesi gibidir, tek kurşununuz var. O perde açılacak. Anneni kaybedersin, eğer senin yerine sahneye çıkacak kimse yoksa, sen sahnedesin. Bu, seni izlemeye gelmiş 250 kişinin sorunu değil. “Sabah kalktım, boğazım acıyor”. Al bir Teraflu gel. “Ateşim var”, 40 derece değilse gel. Servis üzerine bir kontrat var. O bileti alıyor ve sen oynuyorsun. “Bugün havamda değilim eti iyi pişiremedim”. Böyle bir şey kabul edilemez. Siz insanların sadece parasını değil zamanını da alıyorsunuz ki “zaman” bu devirde paradan çok daha önemli.” Biraz da Nicole’den bahsediyoruz. Nicole’de yerli malzemenin en iyisi kullanılıyor. Protein bazlı yiyeceklerde kesinlikle donmuş ürün kullanmıyorlar. İlk açıldığı günden itibaren sebze ve meyveyi Feriköy Pazarı’ndan ve organik üreticilerden alıyorlar. Kaan, “bu bize dürüst ekolojik şartlarda üretilmiş ürünleri kullanma olanağı tanıyor” diye ekliyor. Yerli üreticileri, yeni ürünler ve yeni teknikler üretmeleri için teşvik etmeleri de takdire şayan.

Kaan: “No pain no gain” diyor gülerek. “Eğer bedel ödemeyi göze alırsan, karşılığını alıyorsun. Bu en iyi restauranlarda en azından 1-2 sene geçirerek oluyor. Şef okullarından çıkıp sadece 3 ay stajda salata ayıklayıp başarılı olmak kolay değil. Farklı kaynaklardan beslenmek gerekiyor, internet olabilir, değişik Bu kadar güzel yemek yapınca insan herhalTomtom Kaptan Sok. No: 18 Beyoğlu www.nicole.com.tr

de başka yerde yiyemez diye düşünüyorum ama fazlasıyla yanılmışım doğrusu. Aylin ve Kaan “sokak lezzetleri” hayranı, Aylin “Beyoğlu’nda kokoreçle büyüdük” diyor, kokoreçin de kömürde pişenini tercih ediyorlar. Yakın oldukları için “Dürümzade”, kalkan ızgara için “Kahraman”, ocak başı için de “Zübeyir”i tercih ediyorlar. “Kantin” ve “Yeni Lokanta” şef lokantaları arasında tercihleri, “Gümrük”ü de anlata anlata bitiremiyorlar. Bu yoğun çalışma temposunda tatilleri neredeyse yok denecek kadar az. Bir fırsat bulduklarında gurme bir yolculuk planı yapıp, değişik ülkelerde yeni tatlar peşinde koşuyorlar. Yemeğin felsefesinden bahsediyoruz. İkisi için de yemek bir bütün olarak mutluluk kaynağı. Sevdiklerinle beraber bir masa etrafında zaman geçirmek, bir festival hali. Aylin, “Geçen Pazar kuzu çevirdik, yediğim en lezzetli et oydu. Bunun ne kuzuyla, ne de nasıl pişirildiği ile alakası var. saat sabah 10:30 şaraplar açılmış. Kuzu pişmeye başlamış, üzerinden almaya başlıyorsunuz. Yemeğin ötesinde bu, grup halinde bir zevk. Daha ne istersiniz ki?” diyor. Projelerinde de yemeğin samimi ve şölensel etkisinden yola çıkıyorlar. Kaan’ın caz gitar, Aylin’in tango sevdasından konuşuyoruz. Hatta Türkiye’nin yemek sosyolojisinden de… Daha yazacak çok şey var, onları da başka bir yazıma saklıyorum. Nicole’e gidip güzel bir yemek yiyip şeflerle tanışmanızı öneriyorum.

50


MÜZİK

Kendini tüm müzik türlerine eşit uzaklıkta konumlandırıp bilinçli müzik tüketicisi yaratmak için özgün içerikler üreten , bir sanatçı söyleşisi ve farklı konsepteki iki yazısı ile müzik bölümümüze konuk oldu.

Islandman Tolga Böyük

Yaşadığımız zamana boyut kazandıran müziğin geçmişten günümüze olan ve aynı şekilde geleceğe doğru yol alan esrarengiz yolcuğuna 90’lı yıllarda giriş yapan Tolga Böyük, çocukluk arkadaşı Farfara ve müzisyen kimliğinin olgunluk meyvesi Islandman projesi ile karşımıza çıkıyor. Hikayesi olan şarkıları sevdiğimiz gibi bize bu hikayeyi en sade duruşu ve içtenliği ile anlatan müzisyenleri de seviyoruz. Şimdi Tolga’nın yanına oturalım söyleyeceklerine kulak verelim.

i

Hazırlayan: Taner Turna

Ses çok güçlü bir iletişim sistemi. İlkokul yıllarında saz çalarak müzikle ilgilenmeye başladım. Sanırım bir enstrüman çalmaya başladığınız ilk yıllarda, müziği bu enstrümanla ilişkilendiriyosunuz. Aklınızdaki melodileri ve hisleri aktarabileceğiniz bir araca dönüşüyor enstrüman. 90’lı yıllarda saz ve klasik gitarla bu aktarım üzerine içgüdüsel olarak çalıştığımı söyleyebilirim. 2000’li yıllarda ise bu aktarımın imkanları, sınırları - sınırsızlıklarını deneyimleyerek kayıtlı müzik üzerine düşünmeye ve çalışmaya başladım. Elimdeki enstrümanlara başka boyutlar kazandırabiliyordum artık. Birbirleriyle nasıl konuştuklarını, bir sahil kenarında veya bir uzay gemisinin içinden geliyormuş gibi seslere zaman ve mekan yüklenebildiğini keşfetmeye başladım. Bu yaklaşımla ‘kayıtlı müzik’ aslında bir resme benziyor. Işığın nereden geldiğine, hangi bölümlerin karanlık olduğuna, çekildiği andaki kadrajdaki harekete karar verip tasarlayabildiğiniz ve sonrasında bir araya getirip daha geniş bir hikayeyi anlatabildiğiniz bir resim. Sanırım prodüktörlük işte bu resmin estetiği ile ilgili bir kavram. Bunu 2010 yılından beridir iki yakın dostumla birlikte sürdürdüğümüz Farfara ile keşfetme şansım oldu. Bir araya gelip emprovize çaldığımız zaman bazı anlar geldi ki; 3’ümüzün arasında seslerle olan iletişim sanki zamanı titreştiriyor, zaman müzik oluyor ve ‘an’ başlıyor hissine kapıldık. Ve son iki yıldır bu ‘an’ı nasıl kaydedebiliriz sorusu bizi oldukça meşgul etti. Üç kişilik bir müzik gurubu olmanın geometrik

51

olarak ta bir özelliği var; kapalı bir düzlem oluşturmak için en az 3 nokta gerektiği gibi. Çalarken bu 3 noktanın çıkan müzik üzerindeki etkisi hem çok kırılgan hem de çok baskın. Bu denge, kişisel müzikal yolculuklarımızda bizi her geçen gün besliyor. Islandman projesi de yine 2010 yılında Farfara olarak bir araya gelemediğimiz bir dönemde müzik yapmaya susamışlıktan doğdu. Bu güne kadar yayınladığım müziklerin tümüne verebileceğim bir müzik türü adı yada tek bir tanım vermem çok zor. Yalnızca bir bağlama ezgisinden oluşan parçalar da var, ‘İkaru’lardan esinlenilmiş dans parçaları da. Her an değişen, -hareket eden- , birleşen yada ayrılan bir çok ilhamın yalnız kaldığımda toprağa attığım tohumları ve çiçekleri. Islandman adı da bu çiçekçi dükkanın adı. Şu anda müziğimi soundcloud’dan yayınlıyorum. Müzisyenlik gelecek ile ilgili plan yapması oldukça zor ama planlarından ve hayallerinden ötesini yaşamanı sağlayabilen bir meslek. Bir ‘iç ses’. Dünyevi ve ruhani boyutların arasında sabit ince bir ipin üzerinde yolculuk yapmak gibi. Bu ip üzerinde sakince yürümeyi diliyorum, iki boyutun üst üste binip tek bir manzaraya dönüşünü izlemeyi. Farfara ile kaydettiğimiz albüm ve konserler sebebiyle sık sık Berlin’de vakit geçirme ve burada müziğe olan bakışla ilgili kendimce çıkarımlar yapma imkanı buldum. Son iki yıldır burada etnik dünya müziğiyle birlikte 80’ler öncesi Türk müziği; neredeyse en

www.soundcloud.com/tolgabuyuk www.theravemag.com

çok hayranlık duyulan, araştırılan ve çalınan müzik türü. Çocukluğumdan beridir kulaklarımın bir yerlerinde asılı duran, bir şekilde birlikte büyüdüğüm tınıları, başka bir mimari yapı ve farklı bir kültürel yapı ortamında duymak her defasında farklı bir deneyim yaşatıyor. Anadolu’ya ait müziğin derinine inme arzumun, burada geçirdiğim her gün arttığını hissediyorum. Saz müziğinin kırılgan ama mutlak güçlü etkisini kendi iç müziğimle birleştirmek ve bunu yaparken ilham aldığım bu hazineye, bir sandık dolusu altın değil de dedelerimizden kalma bir masal değeri yüklemeye gayret ediyorum. Canlı performanslarda çaldığım müzik konser mekanına göre değişiyor. Sabit bir ekipman ve set yerine performansın mekana ve insanlara göre şekillenmesinden zevk alıyorum. 20-30 kişilik küçük, herkesin oturup sakince kendine dönebileceği ortamlarda çalmak çok mutluluk verici ve iyileştirici özelliğe sahip. Kadıköy’de, Radyo Fil Mekan’da verdiğim konserde, gelen seyirciler ile birlikte buna benzer bir ses deneyimi yaşadık. Konser sırasında cep telefonumu ses sistemine bağlayıp bir bankayı aradım ve operatörün sesini de müziğin içinde kullandım. Bunun gibi rastlantısal sesler konser sırasında insanları müzisyen veya dinleyici gibi ayrımlardan ayırıp hep birlikte bir mekan ve zamanı deneyimlememizi sağlıyor. Hayatın içinden geldiğini hatırlatıyor.


Merve Koรงak

52


İstanbul

Müzik Rotaları Hazırlayan: Taner Turna

“yürümek; yürekten gülerekten yürümek.” – Nazım Hikmet Ran Telaş, var olma ve ayakta kalma, saniye saniye işleyen zamanın en büyük tüketicileri. Hayatta ivmeyi tersine çevirmek her zaman bir seçenek olsa da bir şeylerin peşine takılmak belki de en büyük zaaflarımızdan biri. Artık bir yerden bir yere ulaşma yöntemi olarak pek kullanılmayan ayaklarımızı rotası belli bir yolculuğa çıkartıyoruz.

Anadolu Wild Nothing - Summar Holiday Casa del Mirto - Killer Haze Tape Waves - Slow Days Nick Hill - Know This Moby - Porcelain Toro Y Moi - Talamak alt-J - Left Hand Free Passion Pit - Take a Walk Foals - My Number Phoenix - If I ever feel better The Do - Too Insistent (Trentemoller Remix) Kwabs - Walk Kavinsky & The Weeknd - Odd Look Love Inks - Skeleton Key Mr Litte Jeans - Rescue Song (RAC Remix) Electric Guest - American Daydream Twin Shadow - Slow Empire Of The Sun - Half Mast Cat Power - Cherokee Röyksopp - Sordid Affair

53

Günlük hayatta ruhsal durumumuzun en sadık takipçisi olan bedenimiz, bu sefer ipleri eline alıyor ve Anadolu Yakası yürüyüş rotamız Kadıköy İskelesi’nden Wild Nothing’in her zaman yazı yaşayan şarkısı ‘Summer Holiday’ ile başlıyor. Bahariye Caddesi’ne çıkarken tutarsız ruh halimizi Foals’un dalgasına kaptıyoruz. Daha sonra Havuzlu Park’ta Kwabs bize neden yürüyüşe çıktığımızı hatırlatıyor. Anlam kazanan adımlarımız önce Kavinsky’in heyecanlandıran ritimleriyle Moda Burnu’ndan denize kavuşuyor. Ardından kulaklarımız Röyksopp ile buluştuğunda sadece rotayı tamamladığımızı değil bir kez daha kendimize vardığımızı hissediyoruz.

www.mixcloud.com/matchupmagmusic www.theravemag.com


Avrupa Future Islands - Before the Bridge Blood Orange - Chamakay

Unknow Mortal Orchestra - So Good at Being in Trou Tünel Meydanı’nda sesiyle güven veren Future Islands eşliğinde başlayan rotamız, enerjimizi yukarı çıkarıp adımlarımızı hızlandıran KT Tunstall ile Galipdede Caddesi üzerinden şehrin kalabalığına ulaşıyor. Bibio’nun elektronik tınıları ve doğa sesleri eşliğinde Galata Köprüsü’nden geçiyoruz. İstanbul’a tersten bakmamızı sağlayan Eminönü Sahili’ndeki adımlarımızın müzikal dostu FKA twigs oluyor. Gülhane Parkı’na geldiğimizde ‘Nevergreen’ ile parkta yaşanan her hikaye tekrardan anlam kazamakta. Artık durmaya yaklaşırken Pretty Ligths’ın sihirli piyano dokunuşları Tarihi Yarımada’nın ortasındaki At Meydanı’nda bizi bırakıyor.

The Maccabees - Toothpaste Kisses The Babies - Run Me Over KT Tunstall - Sunddenly I See Tycho - Specre (Bibio Remix) FKA twigs - Two Weeks Emancipator - Nevergreen Foals - Spanish Sahara Garden City Movement - Move On Editors - Sugar Flume, Chet Faker - Drop the Game Pretty Lights - Down The Line

54




FİLM

Hazırlayan : Emre Eminoğlu

ZAMANIN DURDUĞU ANLAR Hayatta, zamanın durduğu anlar vardır. Zamanı ölçen birimler aynı olsa da, saatin dişlileri aynı hızda dönse de zamanın göreceli aktığı anlar… Hayatın bir yansıması olan sinemada da böyledir bu. Salondaki makara aynı hızda döner, DVD oynatıcınızın panelindeki sayılar aynı hızda ilerler; oysa ekranda gördükleriniz aksini iddia eder ısrarla. Birkaç dakikayla ölçülebilen bir sahnedir izlediğiniz; fakat ekrandaki oyuncunun yaşadıkları, hissettikleri ve düşündükleri kadar size yaşattıkları, hissettirdikleri ve düşündürdükleri de yıllara bedeldir. Sinemada, zamanın durduğu anlar vardır.

Antichrist Lars von Trier // 2009

Plemya Miroslav Slaboshpitsky // 2014

Rahatsız edici filmler yapmaya ve hikayelerini bölüm bölüm anlatmaya bayılan Lars von Trier’in 2009’daki filmi Antichrist, oldukça ateşli bir cinsel ilişkiye yer veriyor prolog bölümünde. Adını bilmediğimiz kadın ve adam rolünde Charlotte Gainsbourg ile Willem Dafoe banyoda tutkuyla sevişirken, yan odadaki bebekleri açık pencereye doğru adım adım ilerliyor. Fonda Handel’in muhteşem aryası Lascia ch’io pianga, görüntülerin yüzümüze tokat gibi çarptığı şehvetin sonsuz bir yasa dönüşeceğinin, havada uçuşurken birbirine karışan su ve ter damlalarının yerini kasvetli bir yasa bırakacağının habercisi gibi: Bırakın ağlayayım / Zalim kaderime / Ve hasret kaldığım özgürlüğüme. Çiftin bu sevişmenin yol açacağı kaybın üstesinden gelmek için baş başa kalmayı seçtikleri orman kulübesinde yaşanacak gerilimden habersiziz henüz. Her şey göz göre göre, her şey ağır ağır ilerliyor. Üstelik bu seçkide yer alan diğer filmlerin aksine, gerçekten de ağır çekimde…

130 dakikalık bir sessizlikle cezalandırıyor geçtiğimiz yılın en etkileyici filmlerinden Plemya izleyenleri. Ukrayna’daki fazlasıyla yozlaşmış, işitme engellilere özel bir yatılı okula gelen yeni bir öğrenciyi takip ediyor, onunla giriyoruz içeriye. Hiçbir kelime duymadan, üstelik işaret dili bilmeye gerek duymadan anlayabiliyoruz yaşananları. Çeteleşmiş, kurdukları vahşi düzende fuhuştan hırsızlığa her şeyi normalleştirmiş öğrencileri tanıyıp, peşi sıra bu bataklığa adım attığımız isimsiz kahramanımızın da onlardan birine dönüştüğünü gördükçe içimiz acıyor. Anbean psikolojik ve fiziksel olarak daha güçlü bir şekilde hissettiriyor yönetmen acıyı. Görkemli bir sessizlik ve karanlığın hükmettiği filmde duyduğumuz ilk anlamlı ses de acının sesi oluyor. Filmin herhangi bir sahnesinden daha uzun değil bu sahne, fakat katlanılamayacak kadar uzun belki… Asıl acı verici olan ise, her şeyin mutlu sonla bitmeyeceğini bilecek kadar gerçeğin farkında oluşumuz.

57

Rosetta Jean-Pierre & Luc Dardenne // 1999

Rosetta’yı izlemeye başladığımızda, filme adını veren genç kadından önce çaresizliğiyle tanışıyoruz. Çığlık çığlığa bağırıyor, çırpınıyor. Alkolik annesiyle bir karavanda yaşayan Rosetta’nın kabusu işten çıkarılmak ve bu kabus gerçek oluyor filmin ilk sahnesinde. İşçi sınıfı dendiğinde akla ilk gelen yönetmen-senaristlerden Dardenne kardeşlerin Altın Palmiye ödüllü Rosetta’sı, ülkeleri Belçika’da işçi haklarına dair yasaların değişmesine neden olacak denli ses getirmeyi başarmış bir film. 18 yaşındaki Émilie Dequenne’in performansı filmin en güçlü yanı. En çok ihtiyacı olan şeyi, çalışacak bir işi elde etmeyi o denli istiyor ki Rosetta, birçok kez ahlaki ve etik değerlerle çatışmasına neden olacak kararlar vermek zorunda kalıyor. O kadarını yapar mı diye soruyoruz. Fakat öylece donup kalıyor ki anlıyoruz; o da aynı soruyu soruyor kendine. Zaman duruyor, biz Rosetta’nın içinde kopan fırtınalarla yüzleşiyoruz.


Take This Waltz Sarah Polley // 2012

Birth Jonathan Glazer // 2004

Kusursuzlar Ramin Matin // 2014

Mutluluk ne kadar sürer; aşk ne kadar sürer? Lou ile mutlu bir evliliği olan Margot kendini kolayca açtığı ve üstelik komşusu olduğunu öğrendiği Daniel ile tanıştıktan sonra kocasına olan aşkını sorgulamaya başlar ve mutluluğun peşinden gitmeye karar verir. Oyuncu olarak tanıdığımız Kanadalı Sarah Polley’nin yönettiği, Michelle Williams, Seth Rogen ve Luke Kirby’nin aşk üçgeninin köşelerini canlandırdığı Take This Waltz aşkı, evliliği ve mutlulukla olan ilişkilerini derinlemesine analiz ediyor. Daniel’a doğru attığı her adım, Lou’dan bir adım uzaklaşması anlamına geliyor Margot’nun. Üzülüyor Margot, kolay değil çünkü; fark ediyor Lou, aptal değil çünkü. Konuşulmayanların apaçık ortada olduğu o an geldiğinde, yıllardır yuvaları olmuş evin penceresinin iki tarafında, yalnızca bakışarak anlaşıyorlar. Kelimelere ihtiyaç duymuyorlar. Birlikte geçirdikleri yıllar birkaç dakikaya, birkaç bakışmaya sıkışıyor, aralarındaki camdan perdeye yansıyor sanki.

Tam da yeni bir hayata başlamışken,10 yıl önce ölen eşiniz olduğunu iddia eden 10 yaşında bir çocuk kapınızı çalsa ne yaparsınız? Kariyerinin en başarılı performanslarından birini veren Nicole Kidman’ın canlandırdığı Birth’teki Anna, bu şoku yaşıyor ve yol açtığı psikolojik sorunlarla başa çıkmak durumunda kalıyor. Jonathan Glazer’ın filmi, aşkın ölümsüzlüğü, reenkarnasyonun varlığı ve yasın süresi konusunda düşünmeye itiyor izleyenleri. Ölen bedenlere karşın ruhun zamansızlığını sorgularken, bir noktada zamanın durduğuna tanık oluyoruz. Anna malum çocukla bir kez daha karşılaşmanın yarattığı ikinci şokun ardından müstakbel eşiyle operaya ucu ucuna yetişiyor; koltuğuna oturuyor. Fonda Wagner’in müziği, yalnızca yüzünü görüyoruz Anna’nın. Müzik yükselirken gözleri doluyor, dudakları titriyor. Bir damla gözyaşı, bir türlü akıp inemiyor yanaklarından aşağı. Odaklanamıyor Anna, başka bir şey düşünemiyor: O olabilir mi gerçekten?

Yazlık: Günün saatlerinin, haftanın günlerinin birbirine karıştığı, zaman kavramının ortadan kalktığı bir alt-kültür… Türk sinemasının son yıllardaki en özgün işlerinden Kusursuzlar bir yazlık kasabasına ve iki kız kardeşin sır dolu ilişkisine odaklanıyor. Ege’nin aydınlık yazına tezat oluşturan karanlık mı, çalıp da açılmayan telefonlar mı, söylenmeyen sözcükler mi… İzlemeye başladığınız anda sizi rahatsız eden gerilimin nedenini anlayamıyorsunuz, filmin şoka uğratan finaline dek de anlayamayacaksınız. Esra Bezen Bilgin ve İpek Türktan’ın hangisinin daha iyi olduğuna karar veremeyeceğiniz performanslarıyla hayat verdiği Lale ve Yasemin, adlarını aldığı çiçeklerin aksine kapalı, renksiz ve ürkütücü geliyor. Yazlıktayken sahilde uyuyakalıp uyandığınızda saatin kaç olduğunu bilemediğiniz gibi, o zamansızlık hissi tüm filme hakim oluyor. Özellikle de güneşin, denizin ve sıcağın başrolde olduğu sahnelerde zirveye çıkıyor.

58


İç ses:

Anlık

Yazı & Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Salzburg, Wolfgangsee - 2011

59


15:34, Çukurcuma // Nisan 2015 Kafamı dayadığım pencerenin ardından blender sesleri geliyor. Pancar, havuç, portakal ve zencefillerin ezildiğini hissedebiliyorum. Sağ tarafımda oturan kadınlar senaryo yazarlığı üzerine konuşuyorlar. Solumda oturan çocuk Fransızca bir şeyler anlatıyor. Onun çapraz masasında oturan sarışın aile ise güneşe yüzlerini dönmüş bir şekilde susmayı tercih ediyor. Bir süre daha izlemeye devam ediyorum. 15:52 Geçen yaz tanıştığım biri, hiçbir şey düşünmeden geçen o süreyi arttırabilmek için neler yapılabileceğini anlatmıştı. “Neden düşünmeden geçsin ki zaman?” demiştim. “Zihnin ve ruhun dinlenebilmesi, varlığımızın aydınlığa kavuşabilmesi” için dedi. Ben de, aynı anda bir sürü şey düşünmenin ve gözlemlemenin verdiği yorgunluk içindeydim. Plan yapmaktan, geleceği düşünmekten iyice puslu bir çıkmaza girmiştim. Şu anda da, sessizliğe teslim olduğumda görüntüler, gözlerimi kapadığımda ise birbirine geçmiş seslerden kendimi alamıyorum. Pür sessizlik ve pür düşüncesizlik haline ne zaman girmeye çalışsam, kafamın içinden en gereksiz ayrıntılar geçmeye başlıyor? “acaba ne olacak?”, “şuraya ne zaman gitsem”, “ne düşünür acaba?”, “hava güzel olsa biran önce”, “şimdi başka bir şehirde olmak vardı”… 16:00 “Hengameli bir iş” diyor karşımdaki masada oturanlar. Kulaklarımı tıkıyor, başımı havaya kaldırıyorum: “müzayede, kültür, 51” yazıları gözüme çarpıyor. Üzerinde yazı olmayan tek yer gökyüzü. Arada bir martılar geçiyor yalnızca. Telefonumu elime alıyorum, son koyduğum fotoğraf 39 beğeni almış, herhalde yeni koyduğumdandır diye düşünüyorum. Caminin minaresini teğet geçen martıyı takip edebildiğim kadar gözlerimle takip ediyorum. Çatıdaki antenlerin arasında dinlenme molası veriyor. Tam bu esnada, İstanbul’u eskimiş binalarıyla, antikacılarıyla, yürümesi zor kaldırımlarıyla ve sürpriz dolu çatılarıyla sevdiğimi fark ediyorum. 16:20 Son günlerde anlarımı takas yapmaktan hoşlanıyorum. Zamanımın büyük bir kısmını, o an içinde bulunmadığım bir yerde ve bir anda geçirdiğimi düşlerken buluyorum kendimi. “Farkında” olmadığım sürece bu takas oyununa devam ediyorum. Yemek yerken başka bir şeyi düşünüyor ve yazı yazarken başka bir yeri arzuluyorum. Bir anda, o anın içinden uzaklaşıp, düşüncelerim yemyeşil ağaçların ve kaktüslerin yol kenarlarını doldurduğu, hafif bir rüzgarı arkamıza alarak yol aldığımız motorlu bir yolculuğa gidiyor. Havaların ısınmasına sevinip, yazın geldiğini, Porto Cesario’nun turkuaz sularında yüzdüğümü hayal ediyorum. Bu düşüncemden biraz sonra, Fatih Akın’ın bir filmindeyim. Boğazkesen Caddesi’nden Çukurcuma’ya doğru yürüyorum. O sarışın kızın arkasından ilerliyorum ama tinerci çocuklar tarafından vurulduğu sahneyi es geçiyorum. “An”ıma geri dönüyorum. Bir süre sadece bu anın içinde kalabiliyorum. Şu anda Paris’teki Pont Marie köprüsü üzerinde, nehir kenarında oturan insanları ve üzerlerine ağaçlardan dökülen pempe çiçekleri, polenleri düşünmeyeceğim. Camambert kokusunu, şarabın kekremsi tadını ve Notre Dame Kilisesi’nin etrafındaki turuncu gün batımını da düşünmeyeceğim. 16:35 Elim ağrıyor. Keşke yanımda yumuşak uçlu kalemim olsaydı. Pancarlı havuçlu içeceğimden son yudumlarımı alıyorum. Önümden geçen insanları izlemeye kaldığım yerden devam ediyorum. Gördüğüm kadarıyla turistler İstanbul sezonunu açmış. Kafalarını 45

derece açıyla yukarı kaldırıyorlar. İstanbul sokaklarında böyle birini görürseniz büyük ihtimalle yabancı bir turisttir. Çünkü İstanbullular kafalarını genelde 45 derece açıyla havaya kaldırmazlar. Yamuk yumuk döşenmiş taş yoldan, yanlış dizilmiş karolardan, yağmurlu günlerde hasar görmüş kaldırımlardan, her an açılma ihtimali olan rögar kapaklarından korkarlar. Bütün bunlardan henüz bihaber olan turistler ise binaların üst kısımlarına, çatılarına, art nouveau detaylara bakarken ansızın ayakları takılır. İşte o anda, İstanbul’un sinsi yüzüyle ve tuzaklarla dolu sokaklarıyla yüzleşirler. 13:39, Şişli Giulia y los Tellarini şarkıları çalmaya başlıyor. Güneşli başladığımız güne neredeyse yağmurla devam edeceğiz. Öyle dengesiz havalar. Eskiden her şey ne kadar düzenliydi; sürpriz yağmurlar bile yok denecek kadar azdı. Mevsim yazsa güneşli, kışsa soğuk ve bazen karlıydı. Şimdi ise iç içe geçmiş durumda mevsimler. Aklıma üşütürüm diye korka korka girdiğim buz gibi, Wolfgangsee gölü geldi. Bir göl kenarında, sohbeti hoş birkaç insanla kamp yapma hayalleriyle yanıp tutuştuğum anla, gerçeğe dönüp yazıp yetiştirmem gereken bir sürü şeyi düşündüğüm an arasında geçen süre beş dakika, altı saniye. 13:51 Barselona fotoğraflarını düzenliyorum. Hepsi biterse yazdığım bir yazının arasına koyup sonra da onu websitesine yükleyeceğim. O esnada aklıma rahatlık geliyor. “İç rahatlığı”. İnsanların kafasının rahat olması ve sürekli bir şeyler yapma zorundalığı olmadan sadece andan keyif almaları. En son ne zaman suçluluk duymadan, sebepsiz yere andan keyif aldığımı düşünüyorum. Hani şu İtalyanların “dolce far niente”si; hiçbir şey yapmamanın mutluluğu... 13:57 Saat neredeyse iki olacak. Hava yine açtı. Araba seslerini dinliyorum. Biraz da kuş sesi çekiyor canım. Pencereyi açıyorum. Belki kuşları da duyabilirim istersem. Yapmak istediğim onca şey var. Onları düşünüyorum, uykum geliyor… “…daha görmem gereken çok şey var. Otlağın yanındaki ateş… küller içindeki patatesler… göldeki uzaktaki kayıkhane… uzak doğu büyük kuzey vahşi batı ve büyük ayı gölü. Tristan de Cunha adası. Mississippi deltası. Stromboli. Charlottenburg’un eski evleri. Albert Camus. Sabah güneşi. Bir çocuğun çift gözü. Bir şelalede yüzebilmek… Yağmurun ilk damlalarının lekeleri. Güneş. Ekmek ve şarap. Sek sek oyunu. Yaprakların damarları..” (Der Himmel über Berlin, 1987)

60


@matchupmag

@cizenbayan

@pinnarrr

@emre.eminoglu

@3dortgen

@burcuerim

@fidan_kandemir

@ kalplisekermoda

@ ygmrcbn

@meineetoile

@ denizozdag

@gugiko

@tunczeynep

@nazlieymen

@pagecafegallery

@sediary

@tugceuluurgun

Siz de #matchupmag hashtag’i ile derginin fotoğrafını paylaşın. Bir sonraki sayıda burada yayımlayalım.

match-up mag nerelerde? Cihangir // Cafe Firuz, Geyik Coffee, Journey, Kahve6, Kahvedan, Kiki, Kronotrop, Makas Bliss,Manuel Deli, Momo, Otto Cihangir, Smyrna, Social, Susam Cafe, Swedish Coffee Point Çukurcuma // 49 Çukurcuma, Bo Cafe, Corinne Hotel, Cafe Cuma, Cafe Lumiere, Holy Coffee, Civan Bay Moda Evi, Deform Müzik Galata // 290 sqm, Açık Mutfak, Aheste, Analog Kültür, Galata Kitchen, Cloud Nine

61

Patisserie, Lomography Store, Lunapark, Mavra, Magnolia Bookstore, Mini Coffee Shop, Nikol, Sntrl Dükkan

Mae Zae, Maya, Ma’na, Muhit, Mums Cafe, Naif, Nano, Tohum, Ops, Press Karaköy, Sub, Sumahan, Unter, Wom

Tünel ve Pera // 9 Ece Aksoy, CDA Projects, Flavio, House Cafe, Şimdi Cafe, Que Tal, Baylo, Gram, Milkbar, Mis Pizza, Otto

Nişantaşı // 400 Derece, Beymen Brasserie, Bread and Butter, Den Cafe, Delicatessen, Dirimart, Divinr, House Cafe, Juno, La Patisserie Lune, Limonata Apartment, Makas, Moc Istanbul, Sunday, Union 22

Karaköy // Alles, Balthazar, Bando, Bank, Bej, Bi Nevi, Dandin Bakery, Dem, Dof, Forneria, Fosil, Gakkı, Gran, Junk, Heisenberg, İlmisimya, Karabatak, Karaköy Lokantası,

Bebek ve Ortaköy // Cup of Joy, Dem Bebek, Happily Ever After, Lucca, Mangerie, House Cafe, Lotus United Club, Otto

Taksim // 7 GR Coffee, Ara Kafe, Cezayir Restaurant, Cochine, Coffee & Jazz, House Cafe, Kontraplak, Kumbaracı 50, Limonlu Bahçe, Mama Shelter, Pas Coffee House, Urban, Yeni Lokanta, Zencefil Kadıköy // 180 Coffee Bakery, Ayı, Arkaoda, Bant Mag Mekan, Çekirdek, Hera, Mambocino, Mitte, Munchies, Monochrom, Muaf, Naan, Nûn Vintage Cafe, Karga, Pappa Cafe, Tasarım Bookshop Cafe, Yer Cafe, Zeplin

Bağdat Caddesi // Bafetto Pizzeria, Cafe Drip İst, Kirpi, No:7 Coffee, Tatlı Huzur, The Crepe Escape, Zamane Kahvesi Ankara // Aylak Madam, Cafe Des Cafes, Cafe Lins, Cafemiz Sardunya, Cermodern, Coffee Lab, Gramafon Cafe, House Cafe James Cook, Ot, Siyah Beyaz Galeri, Tatbikat Sahnesi Ayrıca // Backyard, Corvus, Galerist, İstinye Park, Kanyon, Maçka Gmall, Minoa, Petra Roasting Co, Santralistanbul


Güncel içeriği ile

www.matchupmag.com yayında!


matchupmag.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.