FÜZYON Özgün adı: Fuse © Julianna Baggott, 2013 Yazan: Julianna Baggott Çeviri: Belgin Selen Haktanır Yayına hazırlayan: Senem Kale Grafik uygulama: Havva Alp Türkiye Yayın Hakları: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu kitabın yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. 1. Baskı / İstanbul, 2013 ISBN: 978-605-09-1447-4 Sertifika no: 11940 Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Yalçın Koreş Cad. Basın Sanayi Sit. No:13-14 Yenibosna-İstanbul Tel: (0212) 515 49 47 Sertifika no: 11965
Babam, Bill Baggott için. Dünyalar inşa etmeme yardım ettiğin için teşekkür ederim, özellikle de çocukluğuma ait ilk dünyayı.
ÖNSÖZ WILDA
Tüy gibi karın üstünde uzanırken, gri toprağın gri gökle buluştuğunu gördü ve geri döndüğünü anladı. Ufuk tırmalanmış gibi gözüküyordu ama tırmık izleri gibi gözükenler sadece üç bodur ağaçtı. Toprağı göğe mıhlıyorlarmış gibi yan yana dizilmişlerdi. Birisi adeta nefesini çalıyormuş da kendisi nefesini boğazına geri itmeye çalışıyormuş gibi geç kalmış bir tepki vererek ansızın ciğerlerini doldurmaya girişti. Doğruldu. Hâlâ küçük, hâlâ on yaşında bir kız çocuğuydu. Ona çok vakti varmış gibi gelmesine rağmen, aslında yoktu. Pek değil. Önünde seneler yoktu. Belki günler, belki haftalar vardı. Kalın paltosunu sıkıca göğsünün etrafına sardı. Bu palto bir kanıttı. Gümüş renkli düğmelerine dokundu. Boynuna iki kez sarılmış, paltonun içine sokulmuş olan bir fuları vardı. Onu kim giydirmişti? Kim fuları iki kez boynuna dolamıştı? Kalın bağcıklı, yeni lacivert çizmelerine ve her bir parmağını bir koza misali sımsıkı saran eldivenli ellerine baktı. Koyu kızıl saçlarından sarkan parlak bir lüle paltosuna düşmüştü. Saç tellerinin ucu yeni kesilmiş gibi kalın ve kusursuz görünüyordu Paltosunun yenini sıyırıp, kolunu açığa çıkardı. Parlak ışığın altında olduğu gibiydi, kemiği artık çarpık değildi. Derisinde kabarmış incecik plastik kıvrımlar da yoktu. Koluna saplanmış ufak ufak parçalar da yoktu. Ne bir beni vardı, ne de çili. Teni beyazdı; tıpkı kar gibi, hatta daha da beyazdı. Beyaz karı hiç kendi göz-
7
JULIANNA BAGGOTT
leriyle görmemişti. Beyaz teninin altında incecik, mavi renkli damarlar vardı. Dirseklerinden birinin yumuşak iç kısmını önce yanağına, sonra dudaklarına sürdü. Yumuşacık teni, yumuşacık dudaklarına değdi. Etrafına bakınınca, yaklaştıklarını anladı; bedenlerinden yayılan elektriğin havayı kapladığını hissedebiliyordu. Onu diğer kaçaklardan ayırdıklarında neler olduğunu da hatırlıyordu; annesiz, babasız olan kaçaklar pazarlara yakın bir yerde el yapımı şiltelerde uyuyorlardı. Neden seçilip havaya kaldırılarak yakalandığını bilmiyordu. Onlardan biri onu kollarına almış, diğerleri etraflarını sararken molozların üstünden çeke çeke götürmüştü. Nefesi kesik kesik ve mekanikti. Bacakları pompa gibi sallanıyordu. Küçük kızın gözleri rüzgârda sulandığı için, onun köşeli suratını bulanık görüyordu. O sırada korkmadığı halde, şimdi korkuyordu. Oradaydılar, güçlü bacakları dev arılar gibi vızıldıyordu ama ondan uzaklaşıyorlardı. Kendini bir masaldaki bir çocuk gibi hissetti. Annesinin öykülerinde –eskiden bir annesi vardı– bir kızın kalbini kötü yürekli kraliçeye götürmesi gereken keresteci vardı ama bunu bir türlü yapamıyordu. Bir diğer masal kahramanı, insanları yiyen bir kurttan kurtarmak için, kurdun karnını yarıyordu. Keresteciler güçlüydü ve iyi yürekliydi. Ama bazen kız çocuklarını ormanda tek başına bırakıyorlardı, çocuklar da kendilerini korumak zorunda kalıyorlardı. İnce ince kar yağmaya başladı. Yavaşça ayağa kalktı. Dünya ansızın ağırlaşmış gibi üstüne üstüne geldi. Dizlerinin üstüne düştü, sonra ormandan sesler geldiğini duydu. İki kişi ona doğru yürüyordu. O mesafeden bile, suratlarındaki kırmızı yara izlerini görebiliyordu. Biri topallayarak yürüyordu. Her ikisi de çuval taşıyorlardı. Küçük kız fularla burnunu ve ağzını örttü. Bulunması gerekiyordu. O, terk edilmişlerden biriydi; bu sözcüğün parlak ışıklı odada kullanıldığını hatırlıyordu. “Onun terk edilmesini istiyoruz.” Bir hoparlörden gelen titrek bir erkek sesi söylemişti bunu. Yetkili kişi oydu ama küçük kız onu hiç görmemişti. İnsanlar, Willux, Willux, diye fısıldıyorlardı; hiçbir şeyle karışmamış, füzyona uğramamış, pürüzsüz tenli insanlardı bunlar. Etrafı metal direklerle çevrili olan, şeffaf renkli sıvılarla dolu keselerin tüplere aktığı, bip sesleri çıkaran makinelerin ve kabloların bulunduğu yatağının yanında ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı. Bunu takip edemeyeceği kadar çok annesi ve babası olan bir çocuğun durumuna benzetmişti. Odadaki o geniş ışığı, göz kamaştırıcı ampulünün parlaklığını ve yakınlığını, onu nasıl ısıttığını hatırlıyordu. Göbeği –ki annesi buna göbek deliği ve odadakiler umbilicus diyorlardı– artık yoktu.
8
FÜZYON
Elini paltosunun ve gömleğinin içine sokup, karnını elledi. Önceki gibi, orada sadece deri ve daha fazla deri vardı. “İyileşti,” demişti beyaz maskeliler ama endişeliydiler. “Yine de başarı sayılır,” demişlerdi. Bazıları gözlem yapmak için onu orada tutmak istemişti. Uzakta gördüğü kişilere seslenmek için ağzını açmaya kalkıştı ama ağzı ardına kadar açılmıyordu. Dudakları her iki taraftan da hafifçe dikilmiş gibiydi; kenarları dikilmişti. Zaten ne diyecekti ki? Aklına diyecek bir şey gelmiyordu. Sözcükler zihninde dönüp duruyordu. Adeta ağzına yapışıyordu. Bunları ne birbiri ardına dizebiliyor, ne de söyleyebiliyordu. Nihayet, onlara seslendi ama ağzından çıkan sözcük sadece “İstiyoruz!” oldu. Neden bunu söylediğini bilmiyordu. Tekrar yardım istemek için seslenmeye çalıştı ama yine “İstiyoruz!” dedi. İki genç kadın yürümeye devam etti. Onlar toplayıcıydı; parmaklarındaki siğillerden ve yara izlerinden anlamıştı bunu. Yığınla zehirli çiçek soğanına, böğürtlene ve siyah mantara dokunmuşlardı. Bir tanesinin iki parmağının yerinde, eski bir yabanın dişlerini andıran gümüş renkli tırnakları vardı. Topallayan da oydu; suratıysa kıpkırmızı olduğu halde, tuhaf bir güzelliğe sahipti. Bunun en büyük nedeniyse, sıvı bir metal gibi turunculu altın renkli bir parıltı saçan gözleriydi bombaların parlaklığıyla lekelenmişti. Kördü. Diğer toplayıcının koluna yapıştı ve “Kimsin sen?” dedi. Sesi kuş şakımasını andırıyordu. Küçük kız parlak odada, nerede olduğunu göremediği hoparlörlerden gelen kayıt edilip çalınan kuş sesleri duymuştu. Cıvıldama sesi, demişti kendi kendine; sonra ormandaki diğer kuşların sesini duymuştu. Bu kuşların sesi büyürken duyduğu kuş seslerini andırıyordu; parlak odadaki tatlı sesler gibi pek net değillerdi, kulak tırmalayıcı ve hırıltılıydı. İki genç kadın ondan korkmuşlardı. Daha şimdiden onlardan farklı olduğunu anlayabiliyorlar mıydı? Onlara ismini söylemek istedi ama ismini hatırlayamadı. Aklından sadece iki sözcük geçiyordu: Ateş ve Çiçek. Annesi bazen ona böyle hitap ederdi: ateşte ve yıkımda dünyaya gelmişti, kök salıp büyümüştü. Babasını asla tanımamıştı ama onun ateşte ve yıkımda kaybolduğuna emindi. Derken, ismini hatırladı. Wilda. O, Wilda’ydı. Elini soğuk zemine dayadı. Onlara yeni olduğunu söylemek istedi. Dünyanın sonsuza dek değiştiğini söylemek istedi. Sonra, “Oğlumuzu istiyoruz,” dedi. Ağzından çıkan bu sözcükler onu irkiltti. Neden böyle demişti?
9
JULIANNA BAGGOTT
Kadınlar birbirlerine baktılar. Kör olan “Ne dedin? Kimin oğlu?” diye sordu. Diğer kadının suratının bir yanında ta boynuna kadar uzanan bir yara izi vardı; sanki saç örgülerinden biri suratıyla birleşmiş ve bir deri katmanıyla kaplanmıştı. “Aklı yerinde değil,” dedi. “Kimsin?” diye sordu kör kadın yine. Bu sefer, kız “Oğlumuzu istiyoruz,” diye yanıt verdi. Söyleyebildiği tek şey buydu. Toplayıcılar, hatta kör olan kadın bile birden etraflarına bakındılar. Havada çatırdayan elektrik dalgaları duydular. Kızı alan yaratıklar huzursuz olmuşlardı. “Sayıları çok fazla,” dedi suratında örgü gibi yara izi olan kadın gözlerini iri iri açarak. “Onu koruyorlar. Onları hissedebiliyor musun? Koruyucularımız tarafından onu korumak için yollanmışlar.” “Melekler,” dedi kör kadın. Sonra, geri geri uzaklaşmaya başladılar. Ama Wilda paltosunun yenini sıyırıp kolunu gösterdi; kolu öylesine beyazdı ki parlıyor gibiydi. Bir kez daha yavaşça “Oğlumuzu geri istiyoruz,” dedi.
10
I. BÖLÜM
PRESSIA GÜVELER
OKD merkezinin lobisi, yüksek tavanın kirişlerinden sarkan el yapımı birkaç gaz lambasının ışığıyla yer yer aydınlanmıştı. Hayatta kalanlar battaniyelerin ve paspasların üstüne yatırılmışlar, üşümesinler diye birbirlerine sokulmuşlardı. Bedenleri, uzun pencereler kapalı olmadığı halde nemli bir sıcağı tutuyordu. Sade pencere kanatlarında perdelerin incecik kumaş parçaları duruyordu. Kar taneleri, adeta kendilerini yanan ampullere çarpma vaadiyle içeri çağıran yüzlerce güve gibi kanat çırparak içeri savruluyordu. Dışarısı karanlıktı, neredeyse sabah olmuştu ve erkenden uyanmaya alışık olanlardan bazıları kalkıyordu. Pressia yine bütün gece uyumamıştı. Bazen kendini işine öylesine kaptırıyordu ki zaman mevhumunu kaybediyordu. El Capitan’ın ona getirdiği hurdalardan yaptığı mekanik bir kolu tutuyordu; gümüş renkli, rulmanlı kıskaçları sımsıkı saran eski bir elektrik kablosu ve amputenin incecik kol kaslarını saracak biçimde tasarlanmış deri kayışları vardı. Ampute, beş parmağı birbirine füzyonlanmış, neredeyse perdeli ve faydasız hale gelmiş dokuz yaşında bir erkek çocuğuydu. Pressia boğuk bir sesle çocuğun ismini fısıldadı. “Perlo! Burada mısın?” Kıpırdanan ve mırıldanan hayatta kalanların arasından geçerek ilerledi. Miyavlamayı andıran tiz bir ses duydu. “Sessiz ol!” dedi bir kadın.
13
JULIANNA BAGGOTT
Pressia kadının paltosunun altında bir şey kıpırdandığını gördü, sonra yakasının altında bir kedinin kapkara kafası belirdi. Bir bebek ağlamaya başladı. Birisi küfür savurdu. Bir adam bir şarkı, bir ninni söylemeye koyuldu... Hayalet kızlar, korkunç kızlar, hayalet kızlar. Onları bu dünyadan kim kurtarabilir? Bu dünyadan? Nehir engin, akıntı dönüyor, akıntı sesleniyor, akıntı dönüyor... Bebek sustu. Müzik hâlâ işe yarıyor, insanları sakinleştiriyor. Hepimiz berbat durumdayız ama hâlâ bunu yapabiliyoruz; içimizden şarkılar yükseliyor. Kubbe’deki insanların bunu bilmesini istiyordu. Vahşiyiz, evet ama aynı zamanda şaşırtıcı bir şefkate, iyiliğe ve güzelliğe de sahibiz. İnsanız, kusurluyuz ama hâlâ iyiyiz, değil mi? “Perlo?” dedi yine, protez kolu göğsüne bastırıp. Bazen, bu gibi kalabalık yerlerde artık babasını arıyordu; suratını hatırlayamadığı halde. Pressia’nın annesi, ölmeden önce ona göğsündeki nabız gibi atan dövmeleri göstermişti, bunlardan biri Pressia’nın babasına aitti, onun İnfilaklardan kurtulduğunun kanıtıydı. Tabii, orada değildi. Belki de bu kıtada –daha doğrusu, bu kıtadan geriye kalan yerde– değildi. Ama Pressia hayatta kalanların arasında birazcık bile ona benzeyen bir suratı aramaktan alamıyordu kendini: badem biçimli gözler, parlak siyah saçlar. Onu bulacağı ne kadar saçma gelse de onu aramaktan vazgeçemiyordu. Lobiyi aşmış, posterlerle kaplı bir duvara varmıştı. Bir zamanlar hayatta kalanları dehşete düşüren siyah pençe yerine, El Capitan’ın suratının bir posteri vardı artık: sert ifadeli ve güçlü çeneli El Capitan. Pressia posterlere baktı; her birinde El Capitan’ın gözlerini ve arkasında minnacık bir kütle gibi duran erkek kardeşi Helmud’u gördü. Kafasının üstünde,
ELİNİZ AYAĞINIZ TUTUYOR MU? GÜÇLÜ MÜSÜNÜZ? BİZE KATILIN, DAYANIŞMA BİZİ KURTARACAK, yazıyordu. Bu sloganı El Capitan bulmuştu ve bununla gurur duyuyordu. Posterin alt kısmında, Ölüm Çılgınlığı’nı –OKD askerlerinden oluşan timler güçsüzleri ve bir düşman bölgesindeki ölülerini toplamak üzere görevlendirilmişlerdi– ve on altı yaşında mecburi askerlik hizmetine son vereceğini vaat eden yazılar vardı. Gönüllü olanlar için, El Capitan Korkusuz Yiyecek vaat ediyordu. Neye karşı korku? OKD karanlık bir geçmişe sahipti. İnsanlar yakalanıp tutuklanıyor, okuma becerileri unutturuluyor ve canlı hedef olarak kullanılıyorlardı... Bunların hepsi sona ermişti. Posterler işe yaramıştı. Artık eskisinden daha çok gönüllü vardı. Rezil, aç, yanmış ve füzyona uğramış bir halde
14
FÜZYON
şehirden çekip gidiyorlardı. Bazen aile olarak gidiyorlardı. Pressia’ya bazılarını geri göndermeye başlaması gerektiğini söylemişti. “Burası bir refah devleti değil. Bir ordu oluşturmaya çalışıyorum.” Ama Pressia o zaman dek, hepsinin kalmasına izin vermesini sağlamıştı. “Perlo!” diye fısıldadı duvarın yanından ayrılmadan ve elini posterlerin yırtık kenarlarının üstünde gezdirerek. Neredeydi? Perdeler odanın içine doğru savruldu. Büyük oda derin bir nefes alıyormuş gibi, karlar içeri doldu. Ailelerden biri bir direğe bir battaniye bağlamış, rüzgârı kesmek için minnacık bir çadır yapmıştı. Pressia da küçükken yanan berber dükkânının arkasında bir sandalyeye ve büyükbabasının bastonuna bir çarşaf bağlayarak minicik çadırlar yapar, en iyi arkadaşı Fandra’yla evcilik oynardı. Büyükbabası bunlara yavru köpek çadırı derdi; o ve Fandra da köpek yavruları gibi havlarlardı. Büyükbabası o kadar çok gülerdi ki boğazından feci bir hırıltı yükselirdi. Pressia hem büyükbabası hem Fandra’nın ölümü için, ölen çocukluğu için, içinin sızladığını hissetti. Pencerelerin ardında, muhafızlar OKD merkezini çevreleyen alanda, elli adımlık aralıklarla nöbet tutarlardı, çünkü Kubbe tarafından salıverilen Özel Kuvvetler askerlerinin sayısı giderek artıyordu. Birkaç hafta önce, bazılarının ormanda ilerlediği görülmüştü; iri yarı bedenleri hayvani kaslarla kaplıydı, derileriyse sentetik bir şeyle kaplanıp gizlenmişti. Çevik, neredeyse hiç ses çıkarmayan, inanılmaz bir hıza ve güce sahip silahlı kişilerdi; silahları hep bedenlerine gömülü olurdu. Moloz Tarlaları’nda hızla ilerler, ağaçların arasından atlar, ara sokakları yakarlardı; bunu sessiz sedasızca yaparlar, şehri rutin bir biçimde tararlardı. En çok da Partridge’i –Pressia’nın üvey kardeşini– istiyorlardı. Partridge de Lyda gibi –Lyda da Partridge gibi Pür’dü ve bir piyon olarak Kubbe’den atılmıştı– ve OKD’nin en kıdemli lideriyle evlenip, kötü yürekli kocasını öldüren Illia gibi anneler tarafından korunurdu. Hepsi anneler için derin bir endişe duyan OKD askerlerinden bölük pörçük haberler alırlardı. Raporlardan biri annelerin Lyda’ya savaşmayı öğrettiğinden söz ediyordu. Lyda kül rengi vahşi bölgeye hazırlıklı olmadığı gibi, annelerle hayata da hazırlıklı olmayan, Kubbe’de yaşayan bir kızdı. Sevecen ve vefakâr olabilirdi ama aynı zamanda vahşiydi. Ne durumdaydı? Bir diğer rapor Illia’nın iyi durumda olmadığını söylüyordu. Senelerce çiftlik evinde korunmuştu ve şimdi ciğerleri havada dönüp duran küllerin saldırısıyla boğuşuyordu.
15
JULIANNA BAGGOTT
Pressia’nın annesi öldükten sonra, orada olan herkesin temkinli olması gerekiyordu. Willux’la ve Kubbe’yle ilgili gerçekleri bilenler onlardı ve belki de Willux’un istediği bir şeye sahiplerdi: ufak şişeler. Bradwell ve El Capitan, annesi öldükten sonra, onun sığınağından alabildiklerini almışlardı. Şişeler Partridge’deydi ve onları zarar görmeden geri getireceği umut ediliyordu. Şişelerin Willux için anlamı büyüktü; bu şişelerle, bir diğer malzemeyle ve bunları nasıl karıştıracağını anlatan formülle, kendi hayatını kurtarabilirdi. Annesinin şişelerindeki ilacın güçlü olduğu doğruydu, evet ama orası şişeleri kullanmak için fazlasıyla tehlikeliydi ve etkisi bilinmiyordu. Bunlar birer hatıraydı. Anneler Partridge’i ne kadar süre gizleyebilirlerdi? Partridge’in babasının ölmesine yetecek kadar mı? Beslenen en büyük umut buydu; Ellery Willux’un yakın zamanda öleceği ve Partridge’in Kubbe’nin içinden her şeyi ele geçireceği. Bazen Pressia hepsinin bir bekleme halini yaşadığını, bir şeylerin olacağını bildiğini ve geleceğin ancak o zaman şekilleneceğini hissediyordu. Kazağının cebinde Freedle’ın kanat çırptığını hissetti. Elini cebine sokup, parmağıyla robot ağustos böceğini okşadı. “Şşşş,” diye fısıldadı. “Her şey yolunda.” Onu ufak yatak odasında tek başına bırakmak istememişti. Yoksa asıl yalnız kalmak istemeyen kendisi miydi? “Perlo!” diye seslendi. “Perlo!” Nihayet, çocuğun sesini duydu. “Buradayım! Buradayım!” Perlo hayatta kalanların etrafından dolanarak hızla ona doğru ilerledi... “Bitirdin mi?” Pressia dizlerinin üstüne çöktü. “Bakalım uyacak mı?” Deri kayışı kolunun üst tarafına geçirip elektrik kablosu bağcıklarına sıkıca tutturdu. Perlo’nun füzyona uğramış eli bir vurma hareketi yapabiliyordu. Ona ufak kola biraz baskı uygulamasını söyledi. Perlo bunu denedi. Kıskaç açılıp kapandı. “İşe yarıyor.” Kıskacı hızla yine açıp kapadı. “Mükemmel değil,” dedi Pressia. “Ama galiba işe yarayacak.” “Teşekkür ederim!” Perlo bunu o kadar yüksek sesle söyledi ki, yakınlarda yerde yatan birisi onu uyardı. “Belki kendine de bir şey yapabilirsin,” dedi bebek kafasına bakıp. “Yani, belki bir şey...” Pressia bebeği gözlerini kırpacak biçimde eğdi; bebeğin gözlerinden biri külle kaplanmış olduğu için daha yavaş açılıp kapanıyor, diğerine
16
FÜZYON
uyum sağlayamıyordu. “Benim için yapılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum,” dedi Pressia. “Ama idare ediyorum.” Çocuğun annesi onu fısıldayarak yanına çağırdı. Çocuk hızla arkasına döndü, zafer kazanmış gibi kolunu havaya kaldırdı ve ona göstermek için o yöne doğru fırladı. Derken, uzaktan bir ateş sesi ve yankıları duyuldu. Pressia içgüdüsel bir hareketle yere çömelip, Freedle’ı korumak için elini cebine soktu. Onu alıp göğsüne bastırdı. Perlo’nun annesi onu yakınına çekti. Pressia sesin muhtemelen kımıldayan gölgelere ateş eden bir OKD askerinden geldiğini biliyordu. Bu tür serseri atışlar olağandı. Ama yine de göğsünün sıkışmasını engellemiyordu. Perlo, annesi ve ateş sesi –hepsinin karışımı– birden kollarındaki silahın ağırlığını, silahı kaldırdığını, nişan aldığını ve ateş ettiğini hatırlatmıştı ona. Kulakları hâlâ çınlıyordu, kanlı pusun yükseldiğini görüyordu. Görebildiği tek şey oydu. Kırmızı renk moloz tarlalarında açan çiçekler gibi tomurcuklandı gözlerinin önünde. Tetiği çekti ama bunun doğru şey olup olmadığını artık hatırlayamıyordu. Bu konuda bir türlü karar veremiyordu. Annesi ölmüştü. Ölmüştü. Pressia tetiği çekti. Hızlı adımlarla, lobinin kenarlarından uzaklaşmadan, uzayıp giden posterlerin önünde ilerledi. Freedle’ı nazikçe ellerinin arasında tutuyordu. Pencereye varınca, tereddütle dışarı baktı. Rüzgâr. Kar. Kül kümelerini andıran bulutlar gökyüzünde ilerlerken Pressia tek bir parlak yıldızı –ki bu, nadiren gerçekleşirdi– ve bunun altında ormanın dış çevresini, öbeklenmiş kırılgan ve eğrilmiş ağaçları görebiliyordu. Üniformalı askerleri ve arada parlayan bir silahı, askerlerin soğukta belirginleşen nefeslerini dik bir tepede görebiliyordu. Annesinin suratının ormanın zeminine yayıldığını ve silindiğini gördü. Yok olmuştu. Bakışları askerlerin ardına, ağaçların arasına kaydı. Dışarıda bir şey mi vardı, içeri girmek isteyen bir şey? Özel Kuvvetler’in karlarda çömeldiğini hayal etti. Uykuya ihtiyaçları mı vardı? Yarı soğukkanlı mıydılar, derileri ince buz tabakalarıyla mı kaplıydı? Dışarıda ürkütücü bir sessizlik vardı ama gizli bir enerjiyle de kaplıydı. Üç gün önce kar yağmaya başlamıştı; önceleri ince ince serpiştirmiş, sonra şiddetlenmişti. Bahçe o sırada buz tutmuştu, karanlık ve parlak gözüküyordu ve hâlâ kar yağıyordu. Birisinin dirseğini tuttuğunu hissetti. Arkasına döndü. Yanağında çift yara izi bulunan, koyu renkli kirpikleri olan ve dolgun dudakları soğuktan çatlamış Bradwell gelmişti. Kıpkırmızı kesilmiş ve çatlamış eline bak-
17
JULIANNA BAGGOTT
tı. Geniş parmak eklemleri yaralı ve güzeldi. Parmak eklemleri nasıl güzel olabilir? diye düşündü Pressia. Bunları Bradwell icat etmiş gibi gözüküyorlardı. Ama artık araları eskisi gibi değildi. “Sana seslendiğimi duydun mu?” diye sordu Bradwell. Pressia onun sesinin suyun altından geliyormuş gibi duyulduğunu düşündü. Çiftlik evi yandıktan sonra, ondan bir yuva bulacağına dair söz vermesini isteyecek cesareti toplamıştı ama bunun tek sebebi o anın sürmeyeceğine inanmasıydı. “Ne oldu?” “İyi misin? Dalgın görünüyorsun?” “Bir çocuğa protez bir kol verdim, tam o sırada dışarıdan ateş sesi geldi. Ama önemli bir şey değildi.” Ne gözlerinin önünde patlayan parlak kırmızıyı, ne de ona âşık olmaktan korktuğunu itiraf edebilirdi. Pressia’nın kesin olarak bildiği şey şuydu: Sevdiği herkes ölmüştü. Bu gerçeğin ışığı altında, Bradwell’i nasıl sevebilirdi? Ona bakınca, zihninde şu sözler döndü: Onu sevme. Onu sevme. “Bütün gece ayakta mıydın?” diye sordu Bradwell. “Evet.” Bradwell’in saçlarının dağınık olduğunu fark etti. Her ikisi de günlerce ortadan kaybolmak gibi bir beceriye sahipti. Bradwell kömürleşmiş parçaların ve çiftlik evinin kalıntılarının arasından çıkan Kara Kutular’a olan takıntısında, eski morgdaki deliklerde ve o sırada yaşadığı merkezin bodrum katında günlerce ortadan kaybolurdu. Pressia’ysa protez yaparak meşgul olurdu. Bradwell hâlâ geçmişte olanları anlamaya çalışırken, Pressia kendisini artık insanlara yardım etmeye adamıştı. “Sen de mi bütün gece ayaktaydın?” “Şey, evet. Sanırım. Sabah mı oldu?” “Olmak üzere.” “Evet, o halde bütün gece ayaktaydım. Kara Kutular’dan biriyle ilgili bir şey keşfettim. Bir tanesi beni ısırdı.” Başparmağındaki minik deliği gösterdi. “Sert ısırmadı. Beni sadece uyarır gibiydi. Sanırım artık benden hoşlanıyor. Morgda evcil bir köpek gibi beni izlemeye başladı.” Pressiz koridorda yürümeye, El Capitan’ın asker toplama posterlerinin önünden geçti, Bradwell de peşinden gitti. “Hepsini söküp tekrar birleştirdim. Görebildiğim kadarıyla, geçmişle ilgili bilgiler var ama bunları aktaracak biçimde bağlanmamışlar. Onlar, Kubbe’de ajanlık falan yapmıyorlar, bu seçeneği artık unutuyorum. Bu
18
FÜZYON
tür becerilere sahip olsalardı, kaybolurlardı.” Bradwell heyecanla bunları anlatıyordu ama Pressia Kara Kutular’la ilgilenmiyordu. Bradwell’in ailesinin Kubbe’yle ilgili komplo teorilerini doğrulamaya çalışmasından, kendi gerçeklik anlayışından, Karanlık Tarih’ten sıkılmıştı. “Ama bu... bu kutu farklı. Beni tanıyor gibi.” “Neden ısırdı seni? Ne yaptın?” “Konuşuyordum.” “Ne hakkında?” “Bilmek isteyeceğini sanmam.” Pressia durup ona baktı. Bradwell ellerini cebine soktu. Sırtında kuşlar tedirginlikle kanatlarını çırptılar. “Tabii ki bilmek isterim. Kutuyu öyle açtın, değil mi? Önemli bir şey bu.” Bradwell içine derin bir nefes çekti ve bir süre nefesini tuttu. Zemine bakıp omuzlarını silkti. “Peki,” dedi. “Seninle ilgili bir şeyler anlatıyordum.” O ve Bradwell çiftlik evinde olanlardan hiç konuşmamışlardı. Bradwell’in ona nasıl sarıldığını, dudaklarının dudaklarında yarattığı hissi hatırlıyordu. Ama bu tür bir aşk devam edemezdi, değil mi? Aşk bir lükstü. Bradwell ona baktı, başını önüne eğip gözlerini gözlerine dikti. Pressia tüm bedenine bir sıcaklığın yayıldığını hissetti. Onu sevme. Ona bakamıyordu. “Öyle mi?” dedi. “Anladım.” “Hayır, anlamıyorsun. Henüz anlamıyorsun. Benimle gel.” Onu bir başka koridora çıkarıp bir yere döndü. Kapının önünde sabırla bekleyen bir Kara Kutu duruyordu. Aslında, ufak bir köpek büyüklüğündeydi; büyükbabasının teriye dediği, fareleri öldürmekten hoşlanan türden bir köpek kadardı. “Ona beklemesini söyledim, o da dediğimi yaptı,” dedi Bradwell. “Bu, Fignan.” Freedle avucundan kafasını uzatıp kutuya baktı. “Oturmasını ve el sıkışmasını da biliyor mu?” diye sordu Pressia. “Bence bundan çok daha fazlasını biliyor.”
19