Mabet - Sarah Fine || Ön Okuma

Page 1


Warwick Lisesindeki ilk günümde bana, Warwick’in kraliçe arısı bir yana, öğrencilerden herhangi birisi için cehenneme gitmeyi seçeceğimi söyleseniz size güler geçerdim. Belki de size bir pilot kalem batırırdım (benim için zor bir gündü). Onu ilk kez okulun arka tarafında, deli gibi ihtiyaç duyduğum yemek sonrası sigaramı yakarken gördüm. Güzel bir sarışındı ve bir yıllık evlatlık bakımı çekinden daha pahalı bir şey giyiyordu. Soluk mavi gözleri tel örgüyü delip geçerek, yanımda duran kirli kot pantolonlu, uzun ve zayıf çocuğa bakıyordu. Ona doğru yürüyüp, “Angela sende OC olduğunu söyledi,” derken sesi titredi. Kirli Pantolon, yaslandığı telden kalktı. “Angela haklı olabilir ama karşılığında bana ne vereceğine bağlı.” Kız elini çantasına sokup birkaç banknot çıkardı ve uzattı. Kafasına bir şaplak atmak istedim. Kimse ona insanların arasında para çıkartmaması gerektiğini öğretmemiş miydi? Kirli Pantolon gülümserken şöyle bir etrafta dolandı ve onu tellere doğru götürdü. “Bence sende daha fazlası vardır. İlk kez mi yapıyorsun?” Peki, buna de diyorlar? Fransızca bir şey… Double entendre. Tam o anda sigaramı çocuğun gözüne sokmalıydım. Bu tür fanteziler kuran tek kız ben olamam. Sarışının suratı büzüldü. “İlk kez… Ha, buraya gelişim mi?” Bu serserinin ondan yararlanmak istediğini anlayamıyor muydu? Onun parasını alacağı kesindi ama bunu kendisi istemişti. Çocuğun ona bakışından, ona çifte tarife uygulayacağını söyleyebilirdim. Kız bunu istememişti. Umurumda olmamalıydı. Bu sabah, yeni bakıcı annem ve gözetmenimin eşliğinde okula ilk gelişimden beri, onun gibi kızların, dağınık saçlarım ve ucuz giyimimle ilgili çirkef yorumlarda bulunmalarını dinliyordum. Koridorda yürürken kızların geri çekilişlerini seyretmiştim. Nasıl cinayet işlediğimi konuştuklarını duymuştum ki bu tam bir uydurmaydı. Az kalsın cinayet işliyordum. Tüm bu söylentileri, tüm bu surat buruşturmaları da bekliyordum ve ne onları ne de ne düşündüklerini takmamam gerektiğine çoktan karar vermiştim. Yani bu tiki kızın şu torbacı özentisiyle gönülsüz bir yakınlaşmaya girmesinden ne çıkardı? Ama… Kızın zaten soluk olan suratındaki kanın çekildiğini görünce bunu yalnızca izlemekle kalamayacağımı anladım. Sigaramı yere atıp onlara birkaç adım yaklaştım. İri cüsseli olmasam da şu anoreksik bilekli pırasalardan da değilim. Erkek şınavı çekebiliyorum. RAIE’deyken3 ellerimi kullanacak zamanım olmuştu. Kendimi koruyabilmenin önemini de biliyordum. Rick Jenson’un evlatlıklarından olmanın yan etkilerinden biri işte… “Bakımı” altında geçen aylardan sonra kendimi öldürmeye çalışmıştım. Bunun aradığım kaçış olmadığı ortaya çıkınca da başka bir şekilde kaçmaya çalıştım: ağzını burnunu kırıp kendimi Kirli Pantolon gibi çocuklardan korkmamayı öğrendiğim yere, ıslahevine attırarak. Bir adım daha atarak, “Haydi ama” diye söylendim. “Bırak da haplarını alıp arkadaşlarının yanına uzasın. Kirli Pantolon kıza daha da yaklaşıp tepesine çıkarak, “Kes,” diye cevap verdi. Bana bakmamıştı bile. Benim bir tehdit oluşturduğumu düşünmüyordu. Harika.


Öğle yemeğinin bittiğini işaret eden çan çaldı. Her an RAIE’ne geri gönderilebilirdim ve sınıfa koşuyor olmam gerekirdi, ancak kendime söz geçirip kızı bırakamıyordum. Unutmak için ne kadar çabalasam da çaresiz bir hâlde köşeye sıkıştırılmanın ne demek olduğunu iyi biliyordum. “Parayı al,” diye sızlandı, “bırak da derse gideyim.” Kirli Pantolon bana gözünün ucuyla bakıverirken alçak sesle, “Ah, şimdi gidemezsin. Ödemeyi konuşmamız lazım,” dedi. Neredeyse küçük beyninin içinde dönen çarkları görebiliyordum. Benimle birlikte, bir taşla iki kuş vurabileceğini sanıyordu. Beklediğim gibi, konuşurken kolunu boynuma dolamaya başladı. “O tatlı dudaklarını neremde hissetmek istiyorum biliyor musun—” Karnına yumruğu geçiriverdim. İki büklüm oldu. Kusacakmış gibi duran kıza döndüm. “Ne duruyorsun? Defolup git—” Kirli Pantolon beni saçlarımdan tutup geriye çekti. Topuğumu ayağına geçirdim ve karnına bir dirsek attım. Soluğu kesilerek saçlarımı bıraktı. Arkasına geçip elimdeki tek silahı cebimden çıkardım: pilot kalemim. Dizinin arkasına sert bir tekme attım ve sarsıldığı sırada saçını avuçladım. Dizlerinin üstüne çöktü ve saçlarını tutmaya devam ederek kafasını geriye çektim. Kalemin ucunu boynuna dayadım. “Derse dönmeye hazır mısın?” Kalemi boynuna birazcık da olsa batırma lüksünü de kendime sundum. Boynunda mavi mürekkeple çevrelenmiş tatmin edici bir oyuk bıraktım. Elleri yandan yandan yukarı kalkmaya başladı, fakat kalem derisine daha çok batınca hemen indi. Suratını büzüştürüp, “Evet ama çıkışta seni bulup—” diye söylendi. Başımı ileri geri salladım. "Senin şu züppe mafya özentisi hareketlerin beni hiç mi hiç etkilemiyor karşıma çıkarsan ağzına sıçarım, bilmiş ol. Bana yardımcı olmaktan hoşlanacak birkaç Providencelı arkadaşım bile var. Onlarla tanışmak ister misin?" Aslında Providence'dan arkadaşlarım olduğu yoktu. Ama benim namıma sahipseniz ve bu cins bir çocuğa "Providencelı arkadaşlarınız" olduğunu söylerseniz tek bir şey düşünebilirler: Latin Kralları, tatlım. Madem Klişelerle uğraşıyorum, niçin arada sırada bunu kendi lehime kullanamayayım? Kirli pantolon kafasını salladı. Gözlerimin içine bakmadı ki bu pes etmediği ve bir dahaki sefere bana arkamdan saldıracağı anlamına geliyordu. Birden yorularak saçını bıraktım. "Seni duydum. Sen şu RAIE'den yeni çıkan kızsın, değil mi? Bu da göz hapsindesin demek." Ayağa kalkarken ağzından tükürük damlacıkları dökülüyordu. "Bil bakalım ne olacak? Oraya geri gidecek—" "Hayır, gitmeyecek." deyiverdi kız. Onun orada olduğunu neredeyse unutmuştum. "Eğer olanları birine anlatırsan o tatlı dudaklarımla dosdoğru müdürün odasına gider, beni taciz ettiğini söylerim. Sonra kim RAIE'ne düşüyormuş, görürüz." Bu kızı sevmeye başlıyordum.


Kirli pantolon sustu. Beni ona saldırmakla suçlarsa herkes inanacak olsa bile kız bana arka çıkarsa kimse ona arka almazdı. "Arkanı kollasan iyi edersin, kaltak." Arksını dönüp okula doğru hızlı hızlı uzaklaştı. Kız bana döndü. kadar rahatlamış görünüyordu ki yere düşecek sandım. Titreyen elini bana uzatarak, "Çok teşekkür ederim," dedi. "Ben Nadia Vetter." Bu öyle resmi bi hareketti ki neredeyse kahkaha atıp her şeyi mahvedecektim. Onun yerini elini sıktım. "Lela Santos," diye yanıtladım. "Önemli değil. Ben de sana teşekkür ederim." Zil yine çaldı ve ben bir of çektim. Nadia başını yana eğdi. "Ders ne?" "İngilizce. Bakayım—" Cebimden buruşuk ders programımı çıkardım. "Hoffstedler ile galiba." Kâğıda eğilip sınıf numarasına baktı.” Koridorun sonunda tarih 1 dersim var. Gel. Seni sınıfa götüreyim." Okulun kapısına doğru gitmeye başladı, sonra durup omzunun üzerinden geriye baktı. "Gelmiyor musun?" Seni ben götürürsem daha iyi olur. Geç kalışını benim üzerime atarız." Gülümseyişi içtendi. "Beni her zaman affederler." Bu tiki kızın bana şöyle bir üstünkörü teşekkür edip sonra yokmuşum gibi davranmasını beklerken, bana nasıl da gerçekten iyi davranıyor oluşunu anlamaya çalışarak ağzımı birkaç kere açıp kapadım. Sonunda doğru kelimeleri seçmeye çalışmayı bırakıp onu okula doğru takip ettim. Warwick Lisesindeki ikinci günümde okulun kraliçe arısı için cehenneme gideceğimi söyleseniz size inanırdım.

BİR Bir yıl sonra Kaslarım güçlü ve kontrollü bir şekilde kasılarak beni yere indirip kaldırıyordu. Tekrar ve tekrar, kollarım titreyip nefesim boğazımdan kesik kesik fışkırana kadar. Sonra birkaç kez daha, sadece yapabileceğimden emin olmak için. Şınavı bitirip mekiğe geçtim. Kapının çalınmasıyla aklım, bilinçsizce yaptığım tekrarlardan sıyrıldı. “Tatlım? Çok sessizsin.” Geriye yattım ve terden nemlenmiş kıvırcık saçlarımı kaşıyarak kafamı kapıya doğru eğdim. Bakıcı annem Diane kapıyı biraz aralayıp içeriyi süzdü. Doğruldum ve yüzümü koluma sildim. “Bitiriyorum. Gelebilirsin.” Kapıyı ardına kadar açtı. “Kendini çok zorluyorsun.” Komodinin üstündeki suyu aldım. “Yapmam gereken şey bu sanıyordum.”


Masama dağılmış olan kitaplara ve kâğıtlara baktı. “Nasıl bu kadar enerji buluyorsun, anlamıyorum. Çok geç yatıyorsun.” Kaşlarını çatmasıyla koyu kahverengi cildi kırıştı. “Yeteri kadar uyumadığını biliyorum.” Son birkaç senedir uykum çok dinlendirici geçmiyordu ama ona bundan bahsetmedim. “Yetiştirmem gereken çok şey var.” Diane’le geçirdiğim bir sene boyunca, zor da olsa ortalamamı sınırın iki puan üstüne geçirmeyi başarmıştım. “Bundan çok daha fazlasını yapıyorsun. Bugün posta kutusunu kontrol ettin mi?” “Evet. Boş.” Omuzlarını silkti. “Gelecek, canım. Hissediyorum.” Bazen gönderdiğim tek okul başvurusunun Diane’e, benden daha çok şey ifade ettiği hissine kapılıyordum. Bunu kabul etmekten ne kadar nefret etsem de mümkün olabileceğini hiç düşünmediğim bir gelecek için umutlanmaya başlamıştım. Diane, “Bu akşam Nadia’yla planınız var mı?” diye sordu. “Onda kalacağım. Annesi yeni erkek arkadaşıyla Seyşel Adaları’na gitti.” “Başını derde sokma.” Başımızı hiç derde sokmazdık. Diane bu yüzden Nadia’yı çok seviyordu. Nadia, sürekli mükemmel olma telaşı dışında, yani… mükemmeldi. Kaşlarımı çattım. Belki de değildi. Son zamanlarda çok gergin gözüküyordu. Hızlı bir duştan sonra eşyalarımı çantama atıp kapıya yöneldim. Nadialara gitmek kısa sürüyordu, ancak oturdukları sokağa girmek başka bir dünyaya adım atmak gibiydi. Komşuları geldiğimi görünce kapılarını kilitleyip perdelerini kapatıyorlar mı diye merak ederdim. Belki de bunu yapmaları için bile birilerine para veriyorlardı. Diane’in amcasının bana ödünç verdiği eski, külüstür Corolla, Nadiaların evinin önündeki garaj kapısı sıralarının önüne park ederken bana küçükmüş gibi geliyordu. Tegan’ın BMW’sinin yanına park ettim. Nadia’nın öbür arkadaşları geleceğimi duyduk larında, genellikle arabalarını çekerlerdi. Bir yıla yakındır takılıyor olsak da arkadaşları, özellikle de Tegan, benim gibi birisiyle zaman geçirdiği için sinir olmaya ve şaşırmaya devam ediyordu. Bir hafta kadar önce Nadia’ya artık gına gelmişti. Tegan’a, bir yere gitmediğimi ve onun en azından benimle konuşması gerektiğini söylemişti. Nadia’nın önce benim fikrimi almış olmasını isterdim. Nadia benden önce davranıp ön kapıyı açtı. “Siz ikinizin işleri yavaştan almanızı istemiştim ama öyle görünüyor ki Tegan’ın terapisti ona, seninle bir bağ kurması gerektiğini söylemiş.” “Bu bayağı… tatsız gibi.” Dudağını ısırıp biraz güldü, biraz da utandı. “Kızma.”


Çantamı sırtlayıp merdivenlerden dikkatle çıkmaya başladım. Tegan’ın kıçını tekmeleme isteğimi uzun süredir bastırıyordum. “Önemli değil. Aşırı makyajdan bahsetmediği sürece kavga çıkmaz.” Tegan, Nadia’nın omzunun üzerinden bana baktı. Kısa kahverengi saçları havalı biçimde yüzünün etrafından sivriliyordu. Nadia’ya bir şişe gazoz uzatırken, “Selam Lela. Gözetmeninin gelmene izin vermesine sevindim,” dedi. Tegan bağ kurma konusunda oldukça zayıftı. Nadia şişeyi alıp Tegan’ın kafasına hafifçe vurdu. “Yapma şunu. Bu akşam rahatlamak istiyorum.” Tegan Nadia’ya dil çıkarttıktan sonra bana döndü. “Baksana, bu hafta sonu bir Dominik festivali olduğunu okudum. Belki gidip senin kökenini kutlayabiliriz.” Gözlerimi kapayıp kafamı sallayarak, benimle konuşan bu yeni Tegan’dan azap duydum. Nadia, “Lela Dominik Cumhuriyeti’nden değil,” diye benim yerime cevap verdi. “Yakın sayılır ama, değil mi?” Tegan gerçekten kafası karışmış görünüyordu, çünkü muhtemelen şimdiye dek konuştuğu tek koyu tenli kişi bendim. «O zaman, nerelisin?» “Şey, buralıyım.” Gözlerini devirdi. “Hayır, yani köken olarak.” Çantamın kolunu öyle sıktım ki parmak boğumlarım bembeyaz oldu. “Buralıyım.” “Ah, haydi Lela, biraz ayrıntı ver. Belki sizin çullukların da bir festivali vardır.” İç çektim. «Sanırım Porto Rikalıyım.» “Sanırım mı? İnsan böyle bir şeyden emin olmaz mı?” Nadia ilerledi ve gazozu bana verdi. Yüksek sesle, “Onu öldürmediğin takdirde alabilirsin,” dedi. ‘Seni ölmekten beter ederim’ sesimle, “Bak, Tegan,” diye açıkladım. “Annemi dört yaşımdan beri görmedim ve o yaşta da ona bunu sormayı akıl edememiştim. Tegan sanki ona az önce The Bachelor’ı4 izlemekten çok keyif aldığımı söylemişim gibi kafasını salladı. “Çok kötü oldu bu. Kübalı olmanı isterdim. O sandviçleri yok mu, çok seviyorum.” Nadia gözlerini kapayıp kafasını salladı. “Ee, gidip pizza söylesen nasıl olur?” Tegan’a bir menü verdi. Tegan güzelce manikür yapılmış parmağıyla bizi işaret eti ve mutfağa geçti.


Çantamı oturma odasındaki masanın üstüne koyarken Rhode Adası Üniversitesinden gelen büyük ve kalın zarfı gördüm. “Aman Tanrım, bu yoksa düşündüğüm şey mi?” Nadia başını salladı. “Bugün geldi. Sana da geldi mi?” “Hayır. Yani, şimdilik.” Zarfı elime alıp gözlerimi üzerine diktim. Gülümseyerek, “Tebrikler, Nadia,” dedim. “Görünen o ki bu akşam kutlayacak bir şeylerimiz var.” Pek de sevinçli olmayan bir hâlde, hafifçe gülümsedi. “Sağ ol.” Döndü ve belli ki onu takip etmemi bekleyerek mutfağa doğru yürüdü. Bense elimde zarf, neyin değiştiğini anlamaya çalışarak öylece durdum. Altı ay önce başvuru yapmam için beni resmen zorlamıştı. O ana kadar gelecek hakkında hiç ciddi ciddi düşünmemiştim. Her an hayatta kalmakla öyle meşguldüm ki. Ne var ki Nadia’yla tanışmam her şeyi değiştirmişti. Böylece başvuruyu doldurup postaladım. Nadia önceleri son derece heyecanlıydı. Beni kampüsü gezdirmeye götürmüş, ikimiz de kabul edilirsek ne kadar güzel olacağı hakkında durmadan konuşmuştu, fakat son zamanlarda bu konu hakkında konuşmayı bırakmıştı. Zarfı yerine koyup mutfağa gittim. Birkaç saat sonra eğlence odasındaki dev plazmanın önünde yayılıyorduk. Tegan bayılacak gibiydi. Üçüncü Merlot şarabı kadehiyle birlikte kendinden geçmişti. Nadia sanki şarabı dökmeyeceğinden emin değilmiş gibi, kendi kadehini göğsünden yukarı sürükledi. “RAÜ’ne girişimi kutlayan ilk kişisin. Tegan pek etkilenmedi, çünkü Wellesley›ye gidiyor ve annem...» Gazozumu bardak altlığının üzerine koyup sesi kapadım. “Pek mutlu değil galiba.” Bayan Vetter çoğu şeyden mutlu değildi, özellikle de Nadia’yla arkadaş olmamdan. Nadia’nın babası ölmeden önce onu tanımıyordum. Bu yüzden ona şüphelenme fırsatını vermeye çalışmıştım. Nadia başını sallayıp bir yudum şarap aldı. “Teg’le birlikte Wellesley’ye gitmemi istiyor.” Hüzünle gülümsedi. “Burada kalmayı tercih ederim. RAÜ babama yeterdi...” Ayağa kalkıp pencereye yürüdüm ve kalın perdeleri aralayarak dışarıdaki Narragansett Körfezi’ne baktım. Okul fikrini ortaya atan oydu, ben de tüm bunları onunla birlikte yapmayı düşünüyordum. Arkamı döndüğümde, aklından geçenleri okuyabiliyorum dercesine bana baktı. “Ben de seni özlerim Lela. Ama çok kafana takma. Okula beraber gideceğiz, burada. Aklıma sahip çıkmak için sana ihtiyacım var.” Bana bunu bir kereden fazla söylemişti; onu dibe batmaktan kurtardığımı. “Bana gereğinden fazla güveniyorsun,” diye geveledim. “Sen kendine gereğinden az güveniyorsun. Haydi. Sana ihtiyacım var. Muhteşem ağız burun kırma yeteneklerini beni sabahları derse zamanında yetişeyim diye uyandırmak için kullanabilirsin.” Ellerini çenesinin altında birleştirip gözlerini kırpıştırdı. “Oda arkadaşı mıyız?” “Oda arkadaşı mı? Odamı hiç gördün mü sen?” Umutlanmayı reddederek güldüm. Daha kabul bile almamıştım.


Omuzlarını silkti. “Biraz dağınık. Bir de garip bir şekilde fotoğrafçılığa taktın. Ama idare ederim.” “Ya, fotoğraf makinesini bana veren sensin.” Güldü. “Hiçbir şeyden bu kadar pişman olmamıştım. Bir canavar yarattım.” Bütün yaşamımı başıma ne geldiğini unutmaya çalışarak geçirmiştim. Nadia’yla tanıştığımdan beri tekrar yaşamak, hissetmek istediğim anlar oluyordu. Bana on yedinci yaş günümde o fotoğraf makinesini verdiğinde, işte arkadaşlığımız gerçek dermişçesine, bana her şeyi fotoğraflama iznini de vermişti. “Doğum günün geldiğinde pek de şikâyet etmiyordun.” “Hayır. Bana verdiğin poz bir harikaydı.” Newport sahilindeki en sevdiği noktada onun kusursuz bir fotoğrafını çekmek için çok çabalamış, güneşin doğru yere gelmesini bekleyerek kayaların üstünde saatlerce oturmuştum. Nadia ne düşündüğümü biliyormuş gibi güldü. “Yeni bir poz yakaladım, evimize asabiliriz!” Kolunu bana doladı. İstemsiz bir refleksle irkildim. Bir yıldır arkadaştık ve hâlâ bir dokunuşla bile ürperiyordum. Birçok kişi iznim olmadan ellerini üzerime koymuştu ve her ne kadar kurtulmak istesem de bu içgüdüsel irkilme benim bir parçamdı. Kolunu üzerimden çekti ve bana özür diler gibi gülümsedi ki bu bana kendimi daha da kötü hissettiriyordu. Yanlış bir şey yapmamıştı. Rahatsız birisi olmam onun hatası değildi. Hafif bir kıpırdanmayla uyandım. Aslında iyi olmuştu, çünkü bir başka kabus daha görüyordum. Eski üvey babam Rick’in bana yaptıklarından sonra rüyalarıma girenin o olduğu düşünülebilirdi. Bununla bir alakası vardı da, kendimi öldürmeye çalıştığım gece beni hayata getiren oydu. Bunu yapmadan hemen önce, içeri sürüklenmek üzere cehennemin kapılarında durduğuma emindim. Ne yazık ki Rick beni uyandırdığında yanımda cehennemden bir parça getirmiştim. Düşüme giren şey buydu işte. Her gece. Kara, duvarlarla örülü bir şehir. Dolanıp duruyorum, kayıp ve kapana kısılmış bir halde. Bir ses bana Sen Kusursuzsun, geri gel, diye fısıldıyor. Burada kal. Silkindim ve rüyanın etkisinden kurtulup kulak kabartarak doğruldum. Odanın diğer tarafından Tagan’ın hafif horlamaları duyuluyordu. Nadia yatağında değildi. Karnımdaki kötü bir hisle ayağa kalktım ve banyoya doğru seslenip yürürken kapalı kapının altından sızan sarı ışık şeridine gözlerimi diktim. Sessiz bir ağlama sesi duyunca kapıyı çaldım. “Nadi?” “Çıkıyorum.” Elim çoktan kapı kulpunun üzerindeydi. “Geliyorum.” İçeri girip kapıyı kapadığım sırada banyo zemininde oturmuş, parmaklarının arkasıyla gözlerindeki yaşları siliyordu. Avcunda bir ilaç şişesi vardı. Önüne, fayansın üzerine çömeldim. «Uyuyamadım.» Uyuşuk ellerinde küçük, kahverengi ilaç kutusunu aldım. Kutunun etiketi sökülmüştü. Kapı üzerine bastırarak içine baktım. Yuvarlak yüzeyşerinde OC damgası bulunan küçük, yeşil haplar. Lanet olsun. “Bu şeyi bıraktım demiştin bana.” Aslında bunu bana birkaç kez söylemişti. Her seferinde de bu kez doğru olmasını ummuştum.


Bir hayalet gibi gülümsedi. “Bıraktım. Hala da öyle. Sadece son zamanlarda çok gerginim.” “Onu anladım ama ama bunun tek yaptığı seni sersemleştirmek ve uykunu getirmek.” Ne zaman hap alsa kendinde olmaz ve beni sinir ederdi. Hap almadığı zaman en iyi arkadaşımdı; kalkanlarımı aşan, ona güvenmeme neden olan, işlerin yoluna gireceğine beni inandıran kız. Böyleyken ise… O kız gidiyordu. Burnunu çekti. “Kaçıyorum sadece, Lela. Senin hiç kaçmak istediğin olmaz mı?” Dalga geçer gibi güldüm. “Evet. Bir kez denemiştim. Bence biraz abartılıyor.” “Bazen kendimi çok yorgun hissediyorum. Sadece uyumak istiyorum.” Dizlerini kendine doğru çekti ve bana tedirgin, tedirgin baktı. “Bazen de hiç uyanmak istemiyorum.” Sertçe nefes alıp sesimi alçak tutmaya çalışırken avuçlarım ve ensem soğuk soğuk terledi. “Ne dediğinin farkında değilsin. Gerçekten.” Kaşlarını çattı. Gözlerimi sıkıca kapayıp kendimi konuşmaya zorladım. “Birkaç yıl önce kendimi öldürmeye çalıştığımı bilmiyor muydun?” “Ne?” “Evet. Ben.. Zor zamanlardı. Bende kaçmak istedim. Boynuma bir ip bağlayıp sıkıca çektim. Kıpırdadığını duydum, elini bileğime koydu. “Tanrım, Lela. Ne oldu?” Gözlerimi açtım ve tenimin üzerine doladığı sıcak, nemli ve soluk parmaklarına baktım. Elini çekti. “Önce gerçekten bunu başardığımı sandım. Müthiş bir histi. Uçmak gibi.” Ona baktım. “Bu beynimdeki oksijen eksikliğiydi aslında.” Ürperdi. “Sonra düşmeye başladım. Ve yere çakıldım. Sertçe.” Kafama doluşan ve beni oraya, öldüğüm ana çeken hislerle birlikte dudaklarımı birbirine bastırdım. Kıvrılmış ellerimle çakıl taşlarını tırmalıyordum. Toprak tırnaklarımın altına doluyordu. Başımı kaldırınca kapıları gördüm. Dev bir böceğin uzuvları gibi açıldılar. Tepeleri siyah ve mor bir gökyüzüne doğru yükseliyor menteşeleri gıcırdıyor, gıcırdıyor, gıcırdıyordu. Ötesinde karanlığa boğulmuş bir şehir yatıyordu. Yeni evim. Karnıma gömülü bir kanca gibi bana uzanıyordu. Çıplak ayaklarım hoyrat taşların üzerinde, kendiliğinden hareket etmeye başladı. Beni itip kalkan omuzlar vardı. Birisi üzerime çullanıp geceliğimi avuçladı. Kendimi çekip kurtardım. Sonsuz, suratları olmayan bir kalabalığın içindeydim. Hepimiz zombiler gibi kapılara doğru gidiyorduk. Gözlerimi kırptım. Nadia’nın gözleri beni izlerken kocaman açılmıştı. “Yere çakıldım derken… Ne demek istiyorsun?” diye fısıldadı.


“Bilmiyorum. Belki de ölmek böyle bir şey. Dibe çakılmak.” Kelimelerimi tek tek seçerek, dikatlice konuşuyordum. Ona anlatmayı o kadar çok istiyordum ki.. Kendini öldürürsen canavarların olduğu bir yere gidiyorsun.Ama bu tür şeylerden bahseden insanların sonunun tımarhane olduğunu bilecek kadar tecrübem vardı. Bazen ait olduğum yer orası mı acaba diye düşünüyordum. Omuzlarımı silktim. Kapıların önünde insana benzeyen, fakat insan olmayan dev yaratıklar duruyordu. Orta çağ şövalyeleri gibi zırh giyiyorlardı ve kemerlerinden eğri kılıçlar sarkıyordu. Gaz lambaları gibi parlayan gözleriyle, gülü dalga geçerek insanları açık olan kapılara doğru itiyorlardı. Yaratıklardan biri, “İntihar Kapıları’na hoş geldiniz” diye kafamda kalp atışımı gibi yankılanana dek, tekrar tekrar bağırdı. Ayağa kalkıp lavabonun yanından bir bardak aldım. Titreyen ellerle, hala hatıralarımın arasına sıkışmış bir halde musluğu çevirdim. Nereye dönersem döneyim Kapılar önümdeydi; beni kendine çekiyor, beni istiyordu. Rick’in sesi bir ağ gibi etrafımı sardı. “Uyan seni sürtük.” Tokadıyla birlikte kafam yana savruldu. Odamdaki sarı kilimin pis yumrularını yanağımın altında hissettim. Kayış artık boynumda değildi. Tepemde dikilmiş üvey babam, kalın eliyle tuttuğu kayışı suratımın önünde sallıyordu. “Ne halt ettiğini zannediyorsun? Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun? Sana yeterince ilgi göstermiyor muyum?” Kalçamı havaya kaldırıp üzerime eğildi ve beni ağırlığıyla ezerek bira kokan nefesini yüzüme üfledi. Bu sefer kaçamayacak kadar sersemlemiş ve afallamıştım. Boynuma dokundum ve parmaklarımla şişik, soyulmuş kesikleri hissedince irkildim. Gözlerimi Rick’in suratına çevirdim. Öfke ve korkuyla çarpılmış suratı, aynı zamanda midemi kaldıran ve hemen ardından ne geleceğini açıkça bildiğim bir heyecan parıltısıyla aydınlanmıştı. Rick beni yatağa atarken o muhafız canavarların sesleri hala kulaklarımın arasındaki çınlayan boşlukta yankılanıyordu. Kalın parmaklarını enseme kapayıp terli ve birbirine dolanmış saçlarımı çekti, yüzümü çarşaflarla bastırdı. “Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim bebeğim.” Sesi şimdi daha nazikti ve bu beni dehşete düşürüyordu. Beni zamanında bulduğu için ne kadar şanslı olduğumu, tımarhaneye ya da sokaklara düşmeme izin vermeyeceğini, nasıl olsa kimsenin bana inanmayacağını ve bir daha hiç bu kadar zevk almayacağımı söyleyen hırıltılı sözcükleri kulağıma çarptıkça… Gözlerimi duvara diktim. Ne var ki tek gördüğüm, beni çağıran İntihar Kapıları’ydı. Bu beni ondan daha fazla incitmişti, çünkü artık ölümün bir kaçış olmadığını biliyordum. Zihnim beni tekrar ona çektiğinde gözlerimi kırptım. Musluk hala akıyor, ellerimde duran bardak taşıyordu. Suyu kapatırken Nadia’ya “Güven bana,” dedim. “Gidebileceğin daha iyi daha mutlu bir yer yok. Bundan kaçmak hiçbir şeyi düzeltmez. Kendini zombiye döndürmek de öyle. Derdini burada hallet, Nadia. Ayık kafayla.” “Senin için smylemesi kolay; ne içiyorsun ne de başka bir şey kullanıyorsun. Güçlüsün. Ben kendi anneme bile karşı gelemiyorum.” Sesi sanki ağlamak için çabalıyormuş gibi hırıltılı çıkıyordu.


Ona baktım. Ben güçlü değildim. Uyuşturucu kullanmamamın tek nedeni kontrolümü kaybetmekten korkmam, kendimi koruyamayacak hale gelmekti. Zaten kafam böyle bile yeterince korkunç bir haldeydi. Eğer güçlü olsaydım her şeyi atlatır ve devam ederdim. Ölmeye çalıştığımdan bu yana iki yıl geçmişti. Hayatım artık çok daha iyiydi, fakat ne zaman yaşayanların dünyasına dönsem o karanlık şehir, beni öyle kolay bırakmayacakmış gibi içine çekiyordu. O korkunç yer, sanki geri dönmemi bekliyormuş gibi başka zamanlarda da etrafımda beliriyordu. O karanlık, derinden gelen ses bana fısıldıyor, orada kalmamı söylüyordu. “Kusursuz”, diyordu görünmeyen yaratık, tiksinç nefesi ensemde. “Kusursuzsun.” Her seferinde nefes nefese uyanıyor ya da gerçek dünya tekrar görünür olana kadar gözlerimi ovuyor ve niçin beni yalnız bırakmadığını düşünüyordum. Artık uğrunda yaşayacak bir şeylerim vardı. Asla geri dönmeyecektim. Bardağı yerine koyup lavaboya yaslandım. “Düşündüğünden daha güçlüsün. Öyle olmasan benim arkadaşım olmaya tahammül edemezdin.” Mizaha, kafatasımın içinde çınlayan hafızaları uzaklaştıracak herhangi bir şeye odaklamaya çalışıyordum. Gülümsedi ve gözlerini çevirdi. “İşleri kolaylaştırdığın söylenemez.” Neşeli ses tonu kalp atışımın yavaşlamasını sağladı. Neredeyse kendisi gibi konuşmuştu. Bu bana cesaret verdi. Yerdeki ilaç kutusunu alıp ona verdim. “Hiçbir zaman da kolaylaştırmayacağım. Dök şunları.” Kutuyu benden alıp inceledi. Tartışmak istediğini görebiliyordum, ancak bir süre sonra bana bakıp başını salladı. Nadia, sersemleyecek kadar fazla hap almış olduğunu belli eden yavaş ve ağır hareketlerle pilleri tuvalete döküp sifonu çekti ve dönüp kaybolan yeşil haplara gözlerini kırparak baktı. Rahatlayarak iç çektim. “Bir daha böyle hissedersen, benimle konuşmaya ne dersin? Yani, bir torbacıyla konuşmadan önce?” Yanakları kızardı. “Tabi. İyiyim ama. Gerçekten.” Soluk mavi gözleri gözlerimle kesişti. “Kimseye söyleme, olur mu? Sadece stres işte.”Şüpheli bakışımı görünce güldü. “Haydi, Lela. İhtiyacım olan tek kaçık eski ve ucuz bir film. Van Wilder bizi çağrıyor.” Kafamı sallayıp gülümsedim ve omuzlarımdan büyük bir ağırlık kalkarken havam yerine geldi. “Ah, şu arkadaşlık uğruna yaptığım şeyler…”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.