BENNY IMURA HİÇBİR İŞTE TUTUNAMADI VE BU YÜZDEN KATİLLİĞE SOYUNDU. Bu bir aile mesleğiydi. Aslında ailesini –aileden kasıt, abisi Tom– pek sevmezdi ve kesin olarak ‘iş’ ya da çalışma fikrini de sevmiyordu. Bunun kulağa eğlenceli gelebilecek tek tarafı, gerçekten öldürebilmekti. Daha önce hiç yapmamıştı. Beden eğitimi dersinde ve izcilikte yüzlerce kez taklit etmişlerdi ama çocukların on beşine basana kadar gerçekten öldürmelerine izin verilmiyordu. “Neden?” diye sordu, bir zamanlar televizyonda hava durumunu sunan, Feeney isimli şişman oymakbaşına. Benny o zamanlarda on bir yaşındaydı ve zombi avcılığına kafayı takmıştı. “Neden bizim gerçekten birkaç zombi haklamamıza izin verilmiyor?” “Çünkü öldürmek daha çok babadan öğrenilen bir şeydir,” dedi Feeney. “Benim babam yok,” diye karşılık verdi Benny. “Annem ve babam İlk Gece’de öldüler.” “Ah Benny, affedersin, unutmuşum. Ama sonuçta bir ailen var değil mi?” “Var sayılır. Bay Her Şeyi Bilen Tom Imura benim abim olur ama ondan hiçbir şey öğrenmek niyetinde değilim.” Feeney gözlerini dikti. “Vay canına. Ona bu derece yakın olduğunu bilmiyordum. Tom senin abin demek. O zaman senin cevabın burada evlat. Sana öldürme sanatını, profesyonel katil Tom Imura’dan daha iyi kimse öğretemez.” Feeney durdu ve gergin bir şekilde dudaklarını yaladı. “Sanırım onun kardeşi olarak onu birçok zombiyi haklarken görmüş olmalısın.” “Hayır,” dedi Benny büyük bir rahatsızlıkla, “izlememe asla izin vermez.” “Sahiden mi? Bu çok garip. O zaman on üçüne girdiğinde bir daha sormayı dene.” Benny on üçüncü yaş gününde tekrar sordu ama Tom bir kez daha hayır dedi. Tartışmadı bile. Sadece, “Hayır.” Bu iki yıl önce olmuştu. Şimdi ise on beşinci yaş gününden bu yana altı hafta geçmiş ve Kasaba Kurulu, istihkakının yarısını kesmeden önce, ücretli bir iş bulmak için sadece dört haftası kalmıştı. Benny bu durumdan nefret ediyordu. Eğer bir kişi daha ona ‘on beş yaş’ konuşması yapacak olursa çığlık atacaktı. Bundan, insanların ağır çalışan birini görüp “Tanrım, sanki on beşinde ve parasız kalmış gibi çalışıyor,” gibi saçmalıklar söylemelerinden nefret ettiği kadar nefret ediyordu. Eğlencenin, bunun neresinde olduğunu anlamıyordu. Mutlu olunası, gurur duyulası bir şeymiş gibi, kalan tüm ömrünü kıçından ter akana kadar çalışarak geçirmek… Tamam, bundan sonra okulun yarım gün olacağı anlamına geliyordu bu ve belki bu açıdan iyi sayılabilirdi ama yine de berbattı. Kankası Lou Chong, bunun, kıyamet sonrası insanlığının, yeni kölelik düzenini kabullenmesinden kaynaklanan kültürel bir baskı biçimi olduğunu söylemişti. Chong’un ne demek istediği veya söylediği şeyin bir anlamı olup olmadığı konusunda en ufak bir fikri bile olmamış ama yine de onaylar biçimde kafa sallamıştı. Çünkü Chong’un yüzündeki ifade, ona, her zaman, neyin ne olduğunu tam olarak biliyormuş olduğunu düşündürürdü.
Bir akşam evde, henüz elindeki tatlıyı bitirmemişken, “Senin, aile işine katılmana dair konuşmak istersem yine kafamı şişirecek misin?” diye sordu Tom. Benny kin dolu gözlerini dikip çok açık ve net olarak, “Ben aile işinde filan çalışmak istemiyorum,” diye çıkıştı. “Bunu bir hayır olarak alıyorum, o hâlde.” “Bunun beni heyecanlandırması için biraz geç kaldığını düşünmüyor musun? Sana bunu daha önce milyon kez sormuştum zaten.“ “Öldürürken izlemek istemiştin beni.” “Doğru! Ve her soruşumda–” Tom sözünü kesti. “Benim yaptığım iş bunun çok daha fazlası, Benny.” “Eminim öyledir. Belki o geri kalanlar benim yapmamı isteyeceğin şeylerdir. Ama benim eğlenceli şeyleri görmeme asla izin vermezsin.” “Öldürmenin eğlenceli hiçbir tarafı yok!” dedi Tom sertçe. “Zombiler söz konusu olduğunda var!” diye karşılık verdi Benny. Konuşmaları bu şekilde bitti. Sonrasında Tom odadan dışarı çıkıp mutfağın etrafında bir süre gezindi, Benny de kendini kanepeye attı. Zombilerle ilgili asla konuşmazlardı. Bu konuya dair söyleyecekleri çoktu ama hiç konuşmazlardı. Benny, zombilerden nefret ediyordu. Herkes onlardan nefret ederdi ama onunki, ilk hatırasına kadar giden, kor hâlinde bir nefretti. Çünkü ilk hatırladığı şey, her gece gözlerini kapattığında beliren o kâbus, henüz küçücük bir çocuk olmasına rağmen beynine kazınmıştı. Babası ve annesi. Annesi haykırarak Tom’a doğru koşuyor ve daha on sekiz aylık olan Benny’yi Tom’un kollarına itiyordu. Çığlık çığlığa, kaçmasını söylüyordu ona. Bu sırada babası, annesinin koltuk, lamba ve bulabildiği diğer her şeyle kapatmaya çalıştığı yatak odasının kapısını açmaya çalışıyordu. Benny annesinin bazı kelimeler haykırdığını anımsıyordu. Ama hatıra çok eski ve o da henüz çok küçük olduğu için hiçbir şey net değildi. Belki de kelimeler yoktu. Belki de sadece çığlıktı. Benny, yatak odasının camından çıkarlarken Tom’un yüzünden düşen gözyaşlarının sıcaklığını hatırlıyordu. Ranch stilinde, tek katlı bir evde yaşıyorlardı. Pencere, kırmızı ve mavi polis ışıklarının yanıp söndüğü boş bir araziye açılıyordu. Başka gürültüler ve çığlıklar da vardı. Her yerden silah sesleri geliyordu. Komşular, polisler ve belki de askerler… Sonradan düşününce, Benny onların asker olduklarına karar vermişti. Ama bunların dışında, son bir görüntü daha hatırlıyordu. Tom onu göğsüne bastırınca, abisinin omzunun üstünden bakmış ve yatak odasının penceresinden sarkan annesinin onlara doğru haykırdığını, sonrasında da babasının soluk elinin odanın gölgesinden uzanıp onu geriye, görüntünün dışına sürüklediğini görmüştü.
Bu en eski hatırasıydı. Daha eskileri olduysa bile, bu, diğer hepsini yakıp kül etmişti. O sırada çok küçük olduğundan, tüm bunlar onun için görüntü ve sesten oluşan bir kolajdı sadece. Fakat yıllar boyunca her bir kareyi yeniden canlandırmak, hatırladığı her parçaya bir anlam ve duygu yüklemek için beynini epey zorlamıştı. Benny, Tom’un panikle atan kalbinin çekiç gibi vuran sesiyle, göğsündeki titreşimini ve annesiyle babası için kendi sessiz hıçkırıklarıyla yaktığı uzun ağıdını da hatırlıyordu. Kalıp annesine yardım etmek varken, kaçmayı tercih ettiği için Tom’dan nefret ediyordu. Yıllar önce, İlk Gece’de babalarının dönüştüğü şeyden de nefret ediyordu –tıpkı babasının annesini dönüştürdüğü şeyden nefret ettiği gibi. Zihninde babası ve annesi değillerdi artık. Onları öldüren şeye dönüşmüş ve birer zombi olmuşlardı. Güneşi bile soğuk ve küçük bırakacak denli nefret ediyordu onlardan. Chong bir keresinde, “Dostum, seninle zombiler arasında ne var böyle?” diye sormuş; “Sanki zombilerin sana kişisel bir garezi varmış gibi davranıyorsun,” demişti. “Ne yani, onlar için cici hisler mi beslemeliyim?” diye cevap vermişti Benny. “Hayır,” diyerek sinmişti Chong, “ama biraz perspektif fena olmaz. Yani… herkes zombilerden nefret eder.” “Sen pek etmiyorsun galiba.” Chong sıska omuzlarını silkip karanlık gözlerle bakmıştı ona. “Herkes zombilerden nefret eder.” Benny’ye göre, eğer ilk hatıran anne ve babanın zombiler tarafından öldürülmesiyse o zaman onlardan istediğin kadar nefret edebilmeliydin. Bunu Chong’a anlatmaya çalışmış, fakat arkadaşı konuşmaya devam etmek istememişti. Benny, birkaç yıl önce abisinin bir zombi avcısı olduğunu öğrendiğinde ondan hiç de öyle gurur filan duymamıştı. Ona göre, eğer abisi gerçekten zombi avcısı olabilecek olsaydı annesine yardım edecek cesareti de olurdu. Ama Tom kaçmış ve annesini ölmeye, onlardan biri olmaya terk etmişti. Tom, oturma odasına geri geldi; önce masadaki tatlıdan kalanlara, sonra da kanepede oturan Benny’ye baktı. “Teklifim hâlâ geçerli,” dedi. “Benim yaptığımı yapmak istersen seni çırak olarak alabilirim. Kâğıtlarını imzalarım, böylece tam istihkak alabilirsin.” Benny uzun, boş bir bakış attı. “Zombiler tarafından yenmeyi, senin patronum olmana tercih ederim.” Tom bir iç çekti ve dönüp ağır ağır üst kata çıktı. Ondan sonraki birkaç gün hiç konuşmadılar.
Benny ve Chong, ertesi hafta sonu Kasabanın Sesi gazetesinin cumartesi sayısını aldılar, çünkü en geniş iş ilanları sayfası onda vardı. Tezgâhtarlık gibi tüm kolay işler çoktan
kapılmıştı. Çiftlikte çalışmak istemiyorlardı. Çünkü bu, sabahın köründe kalkmaları anlamına gelirdi ki, bu durumda okulu da tamamen bırakmaları gerekirdi. Okula bayılıyor değillerdi ama çok da kötü sayılmazdı. Okulda beyzbol, bedava öğlen yemeği ve kızlar vardı. İdeal olanı; yarı zamanlı, parası iyi ve sırtlarını istihkaklarına yaslayabilecekleri bir işti. O yüzden, sonraki birkaç hafta boyunca bu özelliktekilerin hepsini denediler. Birçok iş ilanı seçtiler ve üzerlerinde tek tek kafa yorarak ilanları, “iyi ödemeli”, “havalı” ve “ne olduğunu bilmem ama iyi görünüyor” şeklinde kategorize ettiler. Kötü gibi duranların tümünü de en baştan elediler. Listenin en başında çilingir çıraklığı geliyordu. Başta fena değil gibiydi. Ama sonrasında, konuşurken bile zorlanan yaşlı bir Almanla çalışmak işkenceye dönüştü. O, kilitleri tamir edip şifreli yatak odası kilitlerinin yanlarına sürgü veya metal çubuk takarken, onun ağır alet çantalarını sabahın köründe evden eve sırtlamak gerekiyordu. Ama bazen bu yaşlı adamın, müşterilere kilit kombinasyonlarının nasıl kullanılacağını anlatmasını izlemek eğlenceli oluyordu. Chong ile konuşma sırasında müşterilerin kaç kez, “ne?”, “nasıl?” veya “bir daha söyler misin?” diyecekleri konusunda iddiaya giriyorlardı. Öte yandan iş çok önemliydi. Herkes geceleri kendisini yatak odasına kilitlemeliydi ve dışarı çıkmak için şifreli kilidi açmalıydı. Veya anahtar kullanılmalıydı. Bazı insanlar hâlâ anahtarı tercih ediyordu. Bu sayede, eğer uykularında ölüp zombi olarak tekrar dirilirlerse odadan çıkıp ailenin geri kalanına saldıramazlardı. Bu şekilde yok olan koskoca yerleşimler olmuştu. Öyle ki, ihtiyarın biri gecenin köründe nalları dikmiş, sonra da çocuklarını ve torunlarını yemişti. Birkaç dakikalığına yalnız kaldıkları bir ara Benny, “Bunu anlamıyorum,” dedi Chong’a. “Zombiler, şifreli kilidi açmayı bırak, kapı kolunu bile çeviremezler. Hatta anahtar dahi kullanamazlar. İnsanlar bu şeyleri neden satın alıyor ki?” Chong omuzlarını silkti. “Babam kilitlerin geleneksel olduğunu söyler. İnsanlar, kilitli kapıların kötü şeyleri dışarıda tuttuğunu düşünürmüş. Bu yüzden de kapılarına kilit takıyorlarmış.” “Bu aptalca. Kapalı kapılar zombileri dışarıda tutar zaten. Onların beyni yok ki. Hamsterlar bile onlardan daha zekidir.” Chong hiçbir şey söylemedi. Sadece ellerini iki yana açtı ve ‘ne yaparsın insanlar böyle işte’ şeklinde bir hareket yaptı. Alman adam kilitleri çift taraflı olarak takıyordu. Bu sayede kapılar, sadece zombiyi içeride tutmaya yaramıyordu; dışarıdan da açılarak onu haklamaya gelen kasaba güvenliğinin işini kolaylaştırıyordu. Veya zombiye dönüşmenin dışındaki durumlarda da acil müdahale imkânı sağlıyordu. Benny ve Chong, çilingire bu türden herhangi bir olay görüp görmediğini sordu. Ama yaşlı adam, şimdiye kadar bu işle bir şekilde bağlantılı olan tek bir yaşayan ölü dahi görmediğini söyledi. Bu çok sıkıcıydı.
Daha da kötüsü, adam, cep harçlığından sadece birazcık daha fazla ödeyeceğini ve esas işi öğrenebilmelerinin üç yıl alacağını söylüyordu. Bu, Benny’nin altı ay boyunca eline bir tornavida bile alamadan, eşya taşımaktan başka bir şey yapamayacağı anlamına geliyordu. Uğraşmaya değmezdi. Ertesi
sabah
geri
dönmeye
niyetleri
olmadan Alman
anahtarcının
yanından
ayrılırlarken, “Ben senin gerçek bir iş istemediğini sanıyordum,” dedi Chong. “İstemiyorum. Ama sıkıntıdan patlamak da değil derdim.” Listenin diğer sırasında çit denetleme işi vardı. Bu iş biraz daha ilginçti. Çünkü Mountainside kasabasını, büyük Çürük ve Harabe’den ayıran çitin diğer tarafında gerçek zombiler vardı. Çoğu uzakta, arazide dikiliyor veya hareket eden şeylere doğru hantal hantal yürüyorlardı. Arazinin ilerisinde sıra sıra, renkli bayrakların asılı olduğu direkler vardı. En ufak bir esintide bile dalgalanan bu bayraklar zombilerin dikkatini çekiyor ve onları çitten uzak tutuyordu. Rüzgâr dindiğinde ise yaratıklar, çitin kasaba tarafına doğru ağır ağır yürümeye başlıyorlardı. Benny zombilerden birine yaklaşmak istiyordu. Daha önce hiçbir zombinin yüz metreden daha fazla yakınında bulunmamıştı. Daha büyük çocuklar, bir zombinin gözlerine bakıldığında, oradaki yansımanın, zombiye dönüşeceğin zaman neye benzeyeceğini gösterdiğini söylemişlerdi. Kulağa çok heyecanlı geliyordu ama Benny’yi tüm vardiyası boyunca takip eden pompalı tüfekli adam, onu tamamen paranoyak bir hâle getirmişti. O yüzden, ölülerin gözlerinde bir anlam aramayı denemekten çok, omzunun üstünden bakmaya vakit ayırabilmişti ancak. Benny ve Chong, tüfekli adam bir atın üstünden onları izlerken, çit hattında yürümek ve her iki veya üç metrede bir tel örgüleri kavrayıp, ayrılmış veya paslanmış zayıf noktaların olmadığından emin olmak için onları sallamak zorundaydılar. İlk kilometrede sorun olmadı ama sonrasında gürültüler zombilerin dikkatini çekti. Ve artık dördüncü kilometrenin ortalarında Benny, parmaklarını ısırılmaktan korumak için tel örgüyü epey hızlı bir şekilde tutup, sallayıp, geri bırakmak zorunda kalıyordu. Daha detaylı bakmak istiyordu ama bu yüzden bir parmağını kaybetmeye de niyeti yoktu. Eğer ısırılırsa tüfekli adam onu anında uçururdu. Çünkü büyüklüğüne bağlı olarak bir zombi ısırığı, bir insanı birkaç dakikadan birkaç saate kadar değişen sürelerde sağlıklı durumdan, yaşayan ölü durumuna dönüştürürdü. O yüzden bilgilendirme sırasında, enfeksiyon hâlinde sıfır tolerans prensibi uyguladıklarını söylemişlerdi. “Eğer ki, silahlı muhafızlar ufak da olsa ısırıldığınızı düşünürlerse sizi cehenneme gönderirler. Bu yüzden dikkatli olun!” demişti eğitmen. Sabahın ilerleyen saatlerinde, Benny, yaşayan bir ölünün gözlerinde zombileşmiş yansımasını görme teorisini ilk kez test etme imkânı buldu. Söz konusu zombi, bir zamanlar postacı üniforması olan paçavralar içinde bodur bir adamdı. Benny, çitin güvenli olan tarafında, tel örgülere cesareti yettiği ölçüde yaklaşarak zombinin ona doğru ağır ağır yaklaşmasını bekledi. Ağzı sanki bir şey çiğniyormuş gibi hareket ediyor, yüzü kirlenmiş
kar gibi soluk duruyordu. Benny, zombinin bir zamanlar Latin Amerika kökenli olduğunu düşündü. Veya hâlâ Latin Amerika kökenliydi. Bunun yaşayan ölüler için tam olarak nasıl ifade edildiğini bilmiyordu. Çoğu zombi, Benny’nin bir ırkı diğerinden ayırabilmesine yetecek ölçüde, derilerinin orijinal renklerinde kalmıştı. Fakat güneş onları yıllar ve yıllar boyunca pişirdikçe, tümü birden, sanki “Yaşayan Ölüler” ırkı diye yeni bir etnik kategoriye dâhil oluyor, tek tip griliğe doğru gidiyorlardı. Benny, yaratığın gözlerinin içine baktı ama tek görebildiği toprak ve boşluktu. Hiçbir tür yansıma yoktu. Ne açlık ne nefret ne de kin. Hiçbir şey. Bir oyuncak bebeğin gözünde bile daha çok hayat vardı. İçinde bir şeylerin değiştiğini hissetti. Ölü postacı, beklediği kadar korkutucu değildi. Sadece oradaydı. Gözlerinden bir şeyler okumaya, onu bir canavara dönüştüren her neyse onunla bağlantı kurmaya çalıştı. Ama boş bir deliğe bakmaya benziyordu bu. Gerisinde kendisine bakan hiçbir şey yoktu. Sonra birden, zombi bir hamle yapıp tel örgünün üstünden ısırmayı denedi onu. Hareketi o kadar aniydi ki olduğundan çok daha hızlı sanılabilirdi. Hiçbir gerilim, yüz kaslarında hiçbir değişim, basketbol veya güreşte Benny’ye rakiplerinde araması öğretilen emarelerin hiçbiri görülmemişti oysaki. Zombi herhangi bir uyarı olmadan hareket etmişti. Benny bağırdı ve geriye doğru kaçtı. Üstü hâlâ tüten bir at pisliğine basıp sert bir şekilde kıçının üstüne düştü. Bütün muhafızlar birden kahkahaya boğuldular. Benny ve Chong öğle yemeğinde istifa etti. Ertesi sabah, çit teknisyenliğine başvurmak için kasabanın uzak bir köşesine gittiler. Çit yüzlerce kilometre uzanıyor, kasabayı ve hasat edilen arazileri çevreliyordu. Bu da çok fazla yürüyüş ve başka bir huysuz ihtiyarın alet çantalarını taşımak anlamına geliyordu. İlk üç saat boyunca çitin bir yerinden içeri kaçmış bir zombi tarafından kovalandılar. “Neden çite yaklaşan tüm zombiler direkt olarak vurulmuyor?” diye sordu Benny çit ustasına. “Çünkü bu insanları üzebilir,” diye cevap verdi pejmürde kılıklı, gür kaşlı adam. Ağzının köşesinde eskiden kalma bir yara izi vardı. “Bazı zombiler kasabada yaşayan halkın akrabası ve bu insanlar akrabalık ilişkileri dolayısıyla birtakım haklara sahipler. Daha önce bununla ilgili birçok problem çıktı, bu yüzden biz sadece çitleri iyi durumda tutarız. Ama arada sırada kasaba halkından cesareti olan biri, çit muhafızlarının gerekeni yapmaları hususunda izin çıkarılmasını ister.” “Bu çok aptalca,” dedi Benny. “İşte insanlar böyledir,” dedi çit ustası. O öğleden sonra Benny ve Chong bir milyon kilometre olduğunu düşündükleri bir yol boyunca yürüdüler. Atlar üzerlerine işedi, bir sürü zombi tarafından takip edildiler –ki
Benny hiçbirinin cansız gözlerinde bir şey göremedi– ve neredeyse herkes tarafından azarlandılar. Gün bitiminde, zonklayan ayaklarını sürüye sürüye eve döndüklerinde, “Bu iş ancak dayak yemek kadar zevkli,” dedi Chong. Sonra bir saniye bekleyip, “Yo yo… dayak yemek daha eğlenceli,” diye ekledi. Benny’nin buna itiraz edecek enerjisi yoktu. Bir sonraki iş olan, halı ceket satıcılığı için sadece bir açık pozisyon vardı ki, bu, evde kalıp ayaklarını dinlendirmek isteyen Chong için hiç sorun olmadı. Chong yürümekten nefret ederdi. Bu yüzden Benny en iyi pantolonu ile temiz bir tişört giydi ve saçlarını tutkalla yapıştırılmış gibi tarayarak çıkıp gitti. Halı ceket satma işinde fazla bir tehlike yoktu ama Benny çabuk konuşma konusunda yeterince usta sayılmazdı. Bunları satmanın bu kadar zor olduğuna çok şaşırdı ama bu çok normaldi; çünkü herkesin bir veya iki tane halı ceketi vardı. Eğer etrafta zombiler varsa ve ısırılacakmış gibi hissediyorsan dünyadaki en iyi şey bunlardan birini giyiyor olmandı. Ama görünen oydu ki, iğneden iplik geçirebilecek herkes bunlardan satmaya çalışıyordu. Bu yüzden rekabet çok, satışlar azdı. Kapı kapı dolaşan adamlar da komisyonla çalışıyordu. Baş satış danışmanı, Chick isminde yılışık, sırıtkan bir adamdı. Benny’ye uzun kollu bir halı ceket –yaz için kısa tüylü, kış için kürklü– giydirip üstünde yetişkin bir erkek zombinin ısırışını taklit eden bir alet kullanarak tanıtım yaptırdı. Chick konuşmasının arasına, birim kareye düşen basınç, koparma ve çürüme sonrası diş dokusunun kuvveti gibi laflar sıkıştırıyordu. Metal ısırıcı, ceketin üstünden deriye ulaşamıyordu ama çok sert bir şekilde çimdikliyordu. Ve ceket o kadar sıcak tutuyordu ki, giysilerinin altından ter boşanıyordu. O gece eve gittiğinde attığı terlerden dolayı ne kadar kilo kaybettiğini görmek istedi. Sadece yarım kilo gitmişti. Ama Benny’nin boşa harcayabileceği çok fazla kilosu da yoktu. Ertesi sabah kahvaltı esnasında, “Bu iyi görünüyor,” dedi Chong. Benny gazetenin ilan sayfasından seslice okudu. “Çukurcu. Bu da ne?” “Bilmiyorum,” dedi Chong ağzı tost ile dolu bir hâlde. “Barbekü yapma ile ilgili bir şey olsa gerek.” Değildi. Çukurculuk, takım hâlinde yapılan, ölmüş zombilerin el arabası ile taşınarak Brinkers Taşocağı’nın devamlı yanan ateşine fırlatıldığı bir işti. El arabalarındaki zombilerin çoğu parçalar hâlindeydi. Oryantasyonu sunan kadın, sürekli olarak parçalar ve ikincil enfeksiyonların riskleri hakkında konuştu. Sonra da Benny’nin o zamana kadar gördüğü en sahte gülüşü takınmış hâliyle başvuranlara, devamlı kaldırma, dönme ve fırlatma hareketleri yapmanın kazandıracağı fiziksel zindeliği pazarlamaya çalıştı. Hatta kollarını sıvayıp pazılarını şişirmiş, siyah çillerle dolu solgun derisini ve şişkin tümörlere benzeyen adalelerini göstermişti.
Chong yemek çantasını kaldırıp içine kusacakmış gibi yaptı. Taşocağında, çukur kazıcılığı veya kül yıkayıcılığı gibi başka işler de vardı. “Yanmış zombi küllerinin kasabanın üstüne yağmasını istemeyiz değil mi?” diye açıkladı çilli, kas yığını ucube. Benny ve Chong, oryantasyonun sonuna kadar dayanamadılar. El, ayak ve kafa parçaları tutmuş, gülümseyen çukurcuların pozlarından oluşan slayt şov esnasında sıvıştılar.