KÜN EDEBİYAT
’lük Merhaba İlk sayımızda ilkelerimizden bahsederken, hiçbir ideolojiye yaslanmayacağımızı beyan etmiş ve bunun gereği olarak da her görüşten yazara, şaire açık olduğumuzu belirtmiştik. Bu tavrımız kimi kesimlerce olumlu karşılanırken kimilerince eleştirildi. “Tarafınızı belli edin” ikazlarıyla karşılaştık bu süreçte. Oysa bizim tarafımız belli. Güzel söz söylemenin peşindeyiz ve güzel olan şeylerin tarafındayız. Güzellik algımız da daha evvel belirttiğimiz gibi sanat ve estetik merkezlidir, fikir ya da ideoloji merkezli değil. Edebiyat dergilerinin uzun süredir ideolojik kamplaşma merkezleri oldukları yadsınamaz bir gerçek. Kamplaşmak –ya da kamplaştırılmak- konusunda son derece mahir olan toplumumuz, siyasî tarafgirliklerini en geçerli kriter sayıp, bütün değerlendirmelerini bu kriterden hareketle yaptığı için, edebiyat sahası bugün muhtelif mahfillere bölünmüş durumda. Bu durum bir rekabet ortamı doğuruyor olsa, her mahfil edebî zevkin çıtasını yükseltmek için çalışıyor olsa mesele olmayacak. Ancak ne müessiftir ki, edebî sahanın kontrolünü elinde tutanların birçoğu eserlerin kalitesinden ziyade kendi dünya görüşüne yakınlığını ölçü aldığı için, beklenen rekabet oluşmuyor ve çıta bir türlü yükselmiyor.
Bu sayımızda, edebiyatın bu ve benzeri meselelerini ortaya koymak maksadıyla “Edebiyat ve İdeoloji” başlıklı bir dosya hazırladık. Konuyla ilgili birbirinden ilgi çekici yazıların yanında, günümüz Türk öykücülüğünün önemli isimlerinden olan Ethem Baran ile yaptığımız bir söyleşimiz var. *** Günümüz Türk edebiyatında, en çok rayiç bulan edebî türün öykü olduğu bir vakıa. Zaman algısının değiştiği, hayatın baş döndürücü bir hıza ulaştığı günümüzde, insanların günlük hayatlarında edebiyata ayırdıkları vakit son derece azalmış durumda. Bu durum, gerek okuyucunun gerek yazarın zamanı ekonomik kullanmasını icbar ediyor. O yüzden öykü revaç buluyor. Bu tespite müteallik olmak üzere bu sayımızda öykülere ağırlık verdik. Deniz Dengiz Şimşek, Ercan Köksal, Mustafa Çiftçi, Merve İlhan, İsmail Güleç, Celal Kapusuzoğlu, Mustafa Bilgücü, Samet Seferov, Ahmet Yozgat ve Üzeyir Süğümlü bu sayının öykücüleri. Keyifle okunacağını düşünüyoruz.. *** Bir sonraki sayıda buluşmak üzre…
1
KÜN EDEBİYAT
DOSYA:
Edebiyat ve İdeoloji Dç Ali Taşçı, Elif Sönmezışık, Mehmet Işık, Hüseyin Akbaş, Lütfi Bergen, Ali Tavşancıoğlu, Dr. Mehmet Güneş, Necati Mert, Yağmur Tunalı, Fahrettin Berber, Muhammet Erdevir
E
2
debiyatın yönelişlerini belirleyen unsurların başında ideoloji geliyor. Hayatın her alanıyla birebir ilişki içerisinde olmak gibi bir özelliği olan edebiyatın, yine hayatın her alanını kuşatma gücüne sahip olan ideolojiyle çoğu kez kesişmesi gayet normaldir. Ancak bu kesişmelerin ne ölçüde olması gerektiği ciddi bir tartışma konusudur.
Kökleri batıya yönelişimizin bir miladı kabul edilen Tanzimat’a kadar dayanan bu tartışma, günümüz edebiyat dünyasında hâlâ canlılığını koruyor. Toplumun uzun bir süredir bir ideolojiler havuzuna bırakıldığı ve ideolojilerin hâlâ belirleyiciliğini koruduğu düşünülürse, tartışmanın daha uzun yıllar devam edeceği öngörülebilir.
Bu tartışmanın hangi bağlamda ele alınması gerektiği ise edebî eser ve ideoloji arasındaki hakimiyet ilişkisine göre şekil almakta. Nihayetinde bir sanat eseri olan edebî eser, sanatın ne için icra edildiği sorusunun cevabına göre, ya ideolojiler üstü bir nitelik arz etmekte ya da ideolojinin propaganda aracı olmakta.
Biz bu sayımızda söz konusu tartışmaya bir kapı aralamak için dosya konumuzu “Edebiyat ve İdeoloji” olarak belirledik. İdeolojinin sanat, edebiyat ve dil üzerinde ne gibi tesirleri olduğunu ya da olması gerektiğini ortaya koymaya çalıştık.
KÜN EDEBİYAT
KÖKLÜ AĞAÇLAR MEYVE VERİR D. Ali TAŞÇI
E
debiyat ve ideoloji. Ruh ve ceset gibi birbirini tamamlayan iki kavram. Kitaplık çapta bir konu. Buna rağmen konu ile ilgili birkaç söz söylemek yerinde olur kanısındayım. Her iki kavramın önce sözlük anlamlarına bir bakalım. Edebiyat: “Düşünce, duygu ve hayallerin yazı veya sözle, dil vasıtasıyla güzel şekilde ifade edilmesi.” olarak tanımlanır sözlüklerde. Yani bir yerde taşıyıcı rol üstlenir; bir bakarsınız ağaçları döller, çiçek bahçeleri oluşturur. Edebiyatsız bir dünya, kıraç bir dünyadır ve yerleşime müsait değildir. Edebiyat, kelimenin kodlarını kullanma sanatıdır; sözle açılır zihin kapıları ve sözle kapanır. İdeolojiye gelince, o da şöyle tanımlanır: “Kendi içinde bütünlüğü olan siyasi, ekonomik, sosyal sistem düşüncesine sahip inanç, his ve fikir bütünü.” Kavramlar, yalnız sözlük anlamlarıyla anlaşılamaz, onların daha geniş yelpazeleri mevcuttur. Kültürel kodları sayesinde zihinlerde ürerler, hayata açılırlar, coğrafyalar katederler ve çok zengin bir yapıya kavuşurlar. Bu nedenledir ki, ideolojinin otuzdan fazla ve edebiyatın da bir o kadar tanımı vardır. Kavramsal olarak baktığımızda ideoloji için şunları söylemek mümkün: “Yerleşmiş bir değerler bütününe dayanan ve toplumun, zümrenin veya bireyin ilerlemesi için varılması düşünülen hedefleri tayin eden düşünceler sistemi.” olarak algılanabilir. Tarihi gelişim süreci içerisine baktığımız zaman sözün gücü tartışılmazdır; yazılı veya sözlü, beyinleri etkiler, kitleleri yürütür; savaşlar çıkarır veya barışlara hükmeder. Şiirlerle, roman, hikâye, tiyatro vb.lerle toplumları dizayn eder. Ve fakat bütün bunları tek başına yapmaz, ide-
oloji ile sarmaş dolaş bunu yapar. Bir roman düşünelim; içinde kelimeler adeta dans eder; fakat kelimelerin bu büyüsü bir amaç etrafında döner durur. Dünyada hiçbir roman, şiir veya edebi bir tür yoktur ki sadece kelimeleri uyumlu bir biçimde sıraya dizsin; onun bir amacı vardır ve onu insanlara ulaştırır; bu, ideolojidir. Cumhuriyet sonrası bu durumu ortaya koyan eserlerin yanında iki roman önemli yer tutar: Yakup Kadri’nin “Yaban”ıyla Reşat Nuri’nin “Yeşil Gece”si. Edebiyata sarılı ideolojik sunumun tipik örnekleridir bunlar. Bu ve benzeri eserlere bakıldığı zaman, ideolojinin kaypak yapısı adeta sırıtır; gücün taşıyıcısı olmak! Teknolojik gelişmeler zihnin ürünleridir. Zihniyet ise, sosyal bilimlerin konusu içine girer. İletişimin evrensel boyutlara ulaştığı bir zamanda ideolojik atraksiyonlar çok hızlı yer değiştirmeye başlamış gibi gözüküyor. Zihnin ürettiklerini, zihinlere ulaştırmak kolaylaşınca, sözün, yani edebiyatın işlevi de yeni boyutlara ulaştı. Sinema, TV ve İnternet özellikle bu taşıma sistemini hızlandırdı. Kimin söylediğini bilemediğim, fakat gerçeklik payı olan bir söz hatırlıyorum, şöyle diyordu: “ Atatürk devrimlerini Türkiye’ye Yeşilçam yerleştirdi.” Teknoloji somut bir gelişme ve zihnin ürünü. Soyut zihnin somut belirtisi ve çekici; kitleler beş duyusuyla düşünür çünkü. Düşünce ise bir zihniyet meselesi ve daha derin. Modern dünyada amaç, kafaların ve gönüllerin fethi, dünya çapında bir savaş, bir kalkışma. Kelimeler ve düşüncelerle savaşmak belki daha insani gelebilir, ama daha azgın ve vahşi; çünkü ruhu dejenere ediyor. Tanzimat sonrası zihin bulanıklığı yaşayan Osmanlı, zaman içinde kavramlarını kaybetme-
3
KÜN EDEBİYAT
ye başladı. Tabiat gibi, devletlerin de dört mevsimi vardır, kışı atlatamazlarsa, bahar gelince kış uykusuna yatanlara meydanı bırakmak zorunda kalırlar. 19. ve 20. Yüzyılın metafiziğe kapalı pozitivist algısı, dünyamızın has odasını dumanla doldurdu. Bu odanın içinde kalanlar dumanlı algılarını/ ideolojilerini insanlığa edebiyat vasıtasıyla pazarlamaya çalıştılar ve kısmen de başarılı oldular. Roman, öykü, şiir vd. bu dumanlı algının taşıyıcısı oldu. Ayrıca sinema ve TV bu noktada zirve yaptı. Müslümanlar bu dumandan boğulmamak için mağaralara kapandılar. (bunun hikâyesi uzun, kısa kesiyorum.) Son zamanlarda hızlıca bir şekilde meydana çıktılar ve fakat bu durumda da güneşin saldırısına uğradı gözleri. Yavaş yavaş ışığa alışılıyor. Mağarada yaşarlarken Müslümanlar, onlara meydanın hikâyelerini ve öteleri anlatanlar da çıktı. Mehmet Âkif ’ler, Necip Fazıl’lar, Said Nursi’ler, Nurettin Topçu’lar, Cemil Meriç’ler, Sezai Karakoç’lar… Bunlar ve diğer zihniyet taşıyıcıları, kışların sürekli olmadığını, baharların kapıda olduğunu insanlara hatırlatarak ümit aşıladılar. Bireysel kalkışmalar zaman içinde toplumsal kimlik kazanarak ortaya çıktı ve bugüne gelindi. Zihniyet devriminin yaşandığı dönemleri anlatan en güzel metinler, tarihin yazıldığı sayfalar değil, edebi metinlerdir. Edebiyat, kelimelerin kodlarını kullanma sanatıdır, dedik. Zihnin gıdası kelimelerdir. Edebi kodları iyi kullananlar zihniyetin oluşumunu sağlarlar. 20. Yüzyılın Türkiye’sinde Yakup Kadri’ler, Reşat Nuri’ler ve diğerleri resmi ideolojiyi edebi bir kimlikle sunarlarken, aynı çağın bir başka ideolojisi olan Komünizm’i Nazım Hikmet de edebi bir ürün olan şiirle insanlara sunuyordu. Bir diğer kulvarda Mehmet Âkif, Necip Fazıl ve diğerleri ise İslam’ı yine edebi ürünlerle ortaya koyuyorlardı. Bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur, sözün güzelliği olmadan gönüller fokurdamaz, beyinler harekete geçmezdi. Allah, Kur’an-ı Kerim’de İbrahim Sûresi 24, 25 ve 26. Ayetlerde şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetti.” “(O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.” “Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.” Kur’an’a ideoloji gözüyle bakılamaz; çünkü ideolojiler insan zihninin ürünleridir. Oysa Kur’an Külli İrade’nin tecellisidir ve mevsimlerin hegemonyasına bağlı değildir.
4
DAĞA BAKAN ADAMLAR Nurettin DURMAN Zamanın çelik kapısından sıyrılıp Dayanamadılar girdiler şehirden içeri Çünkü bir yalnızlık kuşu gibi özgür Dönüp duruyorlardı hayatın içinde. Pencereyi açsam iyi gelecek galiba Karşı yamaçlara bakıp iç geçirmek Bir gürültünün yanlışından çıkıp Kurtuluşa ermek için iyi gelecek Yazın yorgun akışını dalgalandırınca Çekebilsem menekşenin nazını iyi gelecek. Hani şurada burada çarşıda pazarda Sessizce hep bir ağızdan ağlayıp Sabahı sabah akşamı akşam ederken Öyle dalıp giderler ikindilerde Başlarını önlerine eğerler sonra Dağları çekerler içlerine hasretle. Onun için derim ki dünya bir divanedir Işıkta yanmak için tutuşan pervanedir.
KÜN EDEBİYAT
İZMLER, EDEBİYATIN AYAK BAĞI
Elif SÖNMEZIŞIK
H
er çağın gölgesini andıran izler, adımlar ve nefeslerle dolu sokakların devri. Ve dünya epey yaşlı… Yeryüzünün bütün ömrünce geride bıraktığı günlerin izahatı en zor yapılanları, zamanımıza en yakın olanlardı. Ham geçmişimizi henüz damıtmaya vakit bulamamış olmamızdan mı, hâlâ doğruluğunu tartıştığımızdan mı bilinmez, kıssadaki hisse payımızın sorgusundan vazgeçmiş görünüyoruz. Ya da damıtılmışlarda bugünkü karmaşayı seyreltecek denli girift hadiseler yok ve bizim reçetemizde bunlar yazmıyor diye… Genlerimizde ve etrafımızda gezinen izlere yabancılaşıp daha fazla nasıl mutlu olacağımızın endişeleri arasında sıkışmışken fark ediyoruz duvarları. Sonra da onları aşmakla yaslanmak düşünceleri arasında kararsız kalıyoruz. Bahaeddin Özkişi’nin devrin değişikliğini, yitirilenleri ve değişimin gölgesindeki inancı sorguladığı Sokakta adlı romanının son sayfalarından birinde şöyle bir cümle vardır: “Dine aç topluluklar yalancı memeler gibi ideolojilere dayadılar dudaklarını. Bir fikrin doğruluğu akla uygunluğu ile ölçülür oldu.” Özkişi bir gönül adamıydı ve siyasî olmaktan epey uzaktı. Şartlara rağmen bu iki cümlede ‘dışında’ olmanın getirdiği agresif bir zıtlaşmadan söz edilemez. Çağlara yayılan bir inanç bunalımına dair mesaj, satır arasında net bir halde duruyor. Benim içimdense akla uygunluğu ile sağlaması yapılan fikirler sanatı ne kadar besler veya tetikler diye sorgulamak geliyor. Hatta sanat ne içindir sorusunu bir daha, bir daha ve bir kez daha sormak… Çünkü mahiyetinden ve iddiasından ötürü sanat ve sanatın en mühim dallarından olan
edebiyat, aşikâr ideolojik metinleri veya şiirleri hayatımıza dâhil etmede en etkin aracılar oldu. Edebiyat bir nevî kusursuz anlatım arayışlarının sanat pratikleri gibidir. Sanatkârın (şairin-yazarın) yaşamı, hatta düşünme şekli son derece yoğundur ve bu yoğunluğu en ‘güzel’ haliyle ifade edebilmenin savaşını verir kendiyle… Zihninden, özünden, zamanından, gücünden sarf edebildiği ne varsa hayalini kurduğu güzellik için harcar. Dünyada tüm olup bitenler, eski söylenmişler veya hiç söylenmemişler; anlatmak için hangisini seçerse seçsin her defasında yeni bir dilin peşine düşer ve dış veriler iç dünyasında ‘ehlileşerek’ son merhaleyi belirler. Yani somut olarak hangi biçimde ifade bulacaksa onu… Bunca çaba kimi zaman sanatkârın delirmemesine hizmet ettiği gibi, bir hakikat seyrine de dönüşebilir. Çünkü sadece soruları aklıyla cevaplandırmak ona yetmeyecektir. Tüm kalbî deneyimlerini de eserinin ve dolayısıyla toplumun hizmetine sunar. Evet, toplumun hizmetine sunar. Çünkü bir yazar sadece kendisinin okuyabileceği metinleri yazmak bunalımına uzun süre katlanamaz. Sanatın faydalı olmak bakımından etkilerini, 19. yüzyıl Avrupa’sındaki Victoria dönemi burjuvazi ideolojisinin çıkarına hizmet eden romantik edebî akımla karıştırmamak yerinde olur. Çünkü ruhun gerçekliğini ortaya koyan ve bedene maddî dünyadaki manevî değerleri hatırlatarak bu noktadaki açlığını sezdiren sanat, modernize yaşamın çıkarcılığından epeyce uzaktadır ve ideolojilerin katı çerçevelerinde sanat iddiasını yitirmeye başlar. Bu durumda “Sanat sanat içindir” demek de zaten tüketim kültürünün karşısında kanatları çabuk yırtılan romantik ve zayıf
5
KÜN EDEBİYAT
bir duruş olmaktan öteye gidemez. Görünen o ki, birikimin, düşüncenin ve bir hayali dünyevî şartlara adapte etme çabasının uzantılarından biri olan edebiyat, ideolojiler için de en kesin, en kuvvetli, en parlak ve en pratik yoldur. Çünkü bu türden damıtma lüksüne tarih, bilim ve zaman zaman felsefe kitaplarında rastlamanız neredeyse imkânsızdır. Yüzyıllara yayılan edebiyat serüvenine nüfuz eden ideolojik kesişmelerin bilhassa Batı’dan yol bularak ilerleyişi karşısında, “Sanat ne içindir?” sorusunu sormak son derece yerindedir. Faydayı çıkar ile karıştıran sanat felsefecilerinin ağırlığını hissettirdiği bir dünya düzeninde ise sormak mecburidir. Hatta bu soruya bir cevap aramak bizi, ekonomi, siyaset ve inanç gibi gereksinimlerimizden hangisin üst ses olacağının tespiti mecburiyetine sürükler. Çünkü insanların neden yazdığı, neden resmettiği, neden nakşettiği sorularının cevabı da aynı çözümün içinden çıkar. Ya da birinin cevabı diğerini açıklar mahiyettedir. Öyleyse üst ses ne olmalıdır? Bu soruya “Ne olmamalıdır?” ile cevap verilecek olsa bunlardan biri ideoloji olur. Çünkü ideoloji, sistematik bir dönüştürme projesidir ve edebiyat da dâhil sanatın hiçbir dalı bu türden bir art niyetle gerçek bir inancı betimleyemez. Yazar ise inanç ile yol alan ve bu kuvvetle ilerleyen, gelişen, ifade edebilen ve güzeli yakalama kaygısını açıkça ortaya koyan kimsedir. Bir ideolojinin propaganda aracı olarak ‘kullanılan’ edebiyat, gerçek talibini aldatan ve güvenini zedeleyen bir saha olmakla ve kendi içinde küçülmekle cezalandırılır. Toplum için bütünleştirici olmaktan çok uzaktır ve taraflılık ilkesi üzerinden üretir. Sanatı ve sanatçıyı gölgesinde bırakır. Eseri üretenin şahsiyeti, ideolojik kimliğinin ötesinde bir yerde kalır ve mesafelidir. Sanatkâr, inancı olmadan kalemini konuşturamaz. İnanç, bir sürecin tarifinden çok, tecrübe edilmiş bir sonuç betimlemesi sunar ve tartışmasız her devrin, düzenin ve siyasanın üst sesi olabilecek niteliği taşır. Dünyanın asıl sorunu kesin bir inanç buhranı olmalıydı ki, neredeyse tüm edebiyat akımlarının kökenini bir ideolojiye bağlayan dünya düzeninin izahına karşılık gelebilsin. Modernize edilen hayat, geçmişteki birkaç ömürlük deneyimleri kısa anlara sığdırmamıza olanak sağladı. Varılabilecek son noktanın bulunduğumuz mu, yoksa varacağımız yer mi
6
olduğunu bilmediğimizden titrek ve tedirgin olmayı öğrendik. Öyle anlar vardı ki, hayatı anlamlandıran tek sebep olarak benimsediğimiz inançlarımızı kapı arkalarına ve herkesin göremeyeceği yerlere iteledik. Yaşamın şeklini ve prensiplerini belirleyen inançlarımız iken, ihtiyaçların gölgesinde ve damıtamadıklarımızdan oluşan büyük istifler arasında kaybolmayı seçtik. Bugün görünmezlik huzur, ideolojiler ise her dönüşümden kârlı çıkacağımızı vaat ettiğinden olsa gerek asıl sorunumuza yönelmemiz giderek güçleşiyor. Dili ve tavrı kılıçtan keskin ideolojilerin kavgalarla yonttuğu meydanlara, asfalt üstüne asfalt döküldü, taş üstüne taş dizildi. Hani şu mazisi kimi zaman zorbalık, kimi zaman tehdit, kimi zaman haykırışla dolan meydanlara işte… Hiçbir sevincin hatırası kalmadığı gibi, kavga cefasının soluğu da çoktan aldı başını gitti. Eski bir nefes kalıntısı, yeni her şeye aldırışsız çınarların zirvelerindeki dallarına asılı kaldı. Rüzgâr estikçe onlar da kopup havaya karışıyorlar. Onlar artık ya akşam pazarlarının yabancılığına teslim ya da yemek ve kahve kokularının rehavetiyle harmanlanmış. Ve kimsenin kimseyi tanımadığı sokaklara açılıyorlar. Arada bir hareketlilik peyda oluyor. Ama sanki zorakiymiş ya da aslında başka hiçbir işe yaramıyormuş gibi topluluklar gelip gidiyorlar. Sakinler… Peki neden? Çığlıklar söndü madem yazıya ne oldu? Onların her biri bir ‘taraf ’a savruldu. Faydasızlıklarına atfen şimdilerde gizli ya da aşikâr savunmalarını sürdürüyorlar. Bugünkü akla uygunluğun yeni kuralı sessizlik ve vurdumduymazlığı önerirken tüketim kültürünü yüceltiyor. Diğer ayak bağlarından kurtulmaya çalışırken bizi kıskıvrak yakalayarak tüm ideolojilerin pazarlanmasında yeni yüzyılın yeni vitrini olduğu için. Ama edebiyatın yakasını bıraktı mı dersek; ‘çoksatanlar’ın bir başka popülerlik yansıması olmasından dem vurabiliriz. Belki de son asrın ideolojisi olan ‘moda’ya kurban verdiğimiz için… Oysa bazı küçük zorunluluklarımız vardı; birkaç adım atıp yere kapaklanmamak için çok uğraşmalıydık. Onca gayrete rağmen Yakup Kadri; “Ey dost; şiire de mâsiva karıştı” diyordu zamanımızın az gerisinden gelen seçkin bir musikisiyle.
KÜN EDEBİYAT
İDEOLOJİ ve EDEBİYAT Mehmet IŞIK
E
n elle-même, toute idée est neutre, ou devrait l’être” diye başlıyor Çürümenin Kitabı’na Emil M. Cioran; “Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.” Yansız olan/olması gereken “fikr”e insan görüş libası giydirmek istediğinde bir tanım benimser ve bu, “fikr”i kimi zaman dışlayarak, kimi zaman yavanlaştırarak içini boşaltır, onu bir kadavra haline getirir. İçgüdüsel olarak tapmaya eğilimli olduğumuz için ideal bir görüşü kutsamanın paniği içindeyizdir. İşte ayrım buradan doğar. Aynı zamanda katliamlar, darağaçları, zindanlar, “biz ve diğerleri”, dayanışma, militan ruhlar ve toplum kurtarıcılarının da zuhur ettiği nokta burasıdır. Bunun elinden kurtulmanın en güçlü kalkanı olarak “ilgisizlik melekesi”ni tarif eder Cioran; öyle ki “Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı, “ilgisiz” biriydi…” Zekâ ve tapınma içgüdüsü işbirliği yaptığı takdirde, oklarıyla “ilgisizlik” kalkanını kalbura çevirir, “yansız olan fikr”in üzerine eğilir, ona ışık tutmaya, onu parlatmayı ve göz alıcı bir cazibeye büründürmeyi misyon edinir. Artık “ilgisiz” kalmak mümkün değildir. Ve bu ameliye harcıâlem bir kaygı edinip bir sistem haline getirildiğinde karşımıza ideolojiler çıkar. Estetik tat alışın mecra bulup yöneldiği taraf “görüş” olduğunda ise ideoloji ile sanatın ilişkisi de başlar. Sartre, L’imaginaire’de “çıplak gerçek hiçbir zaman güzel değildir” der, “güzellik sadece imgesel olana uygulanabilen bir değer“
dir ve güzelliğin temel yapısı, dünyanın hiçlenmesini (néantisation) gerektirir”. Bununla beraber sanat eseri, varolmak için bir muhatap aradığından, içinde bir isteyiş ve çağrı barındırır. Sartre, sanatın amacına dair yaptığı tanımlamada “dünyayı nasılsa öyle görünmesini sağlayarak yeniden ortaya koymak ama onu kökü insan özgürlüğünde bulunan bir şey gibi göstermektir” der. Sartre’ın cümleyi “göstermek” fiiliyle bitirmesi sanatçının da icraatında bir misyon yüklü olduğunu dile getirmektedir. Sanatçı açısından dünyayı tasvir etmek onu bir değiştirilebilirlik açısından açıklamak demektir. Çünkü Existentialist bir mantıkla, verilmiş nesnel ve ideal bir öz ve ya tabiat yoktur. Olması gerekeni, “değer”i bir örneği dahi olmaksızın seçimler yapar. Sanatçı açısından ise sanat eserine dair seçimler yapar bunu. Ve bu, kavramları tanımlamak kaygısıyla değil ideali fark etmekle belirir. Eksikliğini duyduğu bütünlüğe doğru yönelen bir tasarı… Bunun temelinde insanın, özellikle de sanatçının yaşanılan dünyanın anlamsız olduğuna dair yönelttiği başkaldırı yatmaktadır. Yaşanılan dünyanın ve bir noktada “gerçek”in eksikliğini kabul edip yoksun tarafına engin bir ruhun anormalliğine yakışır yabancı bir ek ilave etmeye kalkışır. Bu ek, aydınlanmaya da kapı açsa, kaosa bir halka daha da eklese düşüncenin ve sanatın gayri şahsi kaderi bir girdapta ve ya düzende yola devam eder. İdeal evreni oluşturma imkânsızlığının kokusuna tarihsel anlamda bir çıkış noktası tarif edilmese de bu koku hala burnumuzda ve hala tazedir. Çünkü “yokluğun bağrındaki skandalın meyvesi”ne paralel olarak düşünceye de bir tarih çizilememektedir. İnsanlık tarihinden daha da ötelere dayandırılmaktadır. Yuhanna İncili’nin, “önce kelam var-
7
KÜN EDEBİYAT
dı” ve daha sonra “kelam Tanrı idi” demesi kutsal metinlerin de tarihin hiçbir döneminde sözün ve dolayısıyla düşüncenin yokluğundan bahsedilemeyeceğini savunduğunu gösterir. Saint Paul, “Logos içinde yaparız, hareket ederiz, varız” der. Her sözün düşünceden ileri geldiğini kabul etmediğimiz gibi her düşüncenin de yalnızca söz ile ifade edilmediği izahtan varestedir. Düşünceden mahrum olan söz, ruhu çekilmiş ceset gibidir, öyle ki geviş getirmek, kokmakta gevşeklik gösteren cesedin ancak fevriliğidir. Düşüncenin yalnızca söz ile ifade edilmediğini söylemiştik, bu noktada başvurulan en önemli aygıt sanattır. Hakikati (gerçeği değil) açık bir şekilde ifade etmeyle beraber ima yoluyla ifade etmek sanata mahsustur. Sözle ziyadesiyle ilişkili sanat dalı olan edebiyatın ideoloji ile ilişkisine tekrar dönelim. Terry Eagleton, “Estetiğin İdeolojisi”nde “edebiyat ile ideolojiden karşılıklı ilişki kurulabilecek iki ayrı fenomenmiş gibi bahsetmek bir anlamda baya gereksiz bir şeydir” der. Althusser sanat ve edebiyatı kültürel anlamda “devletin ideolojik aygıtları”ndan biri olarak saymıştır. Fransız İhtilali ile başlayıp Sanayi Devrimine uzanan çizgideki gelişmeler sırasında devletin sanata dair değişen bakışı sanatı ve edebiyatı bir “devletin ideolojik aygıtı” haline getirse de sanatın ve edebiyatın, bütün insanları çevreleyen dil, kültür ve anlama dair pratikler bütünü olarak bir “ideolojik aygıt” olmasının tarihi çok daha gerilere uzanmaktadır. Platon, devletin ideolojisini yeniden oluşturmak için güvenilir olmayabilecekleri gerekçesiyle şairleri kendi ideal devletinin dışında tutmak istemiştir. Aristoteles, tragedyanın insanda acıma ve korku duygularını harekete geçirerek ruhu birtakım tutkulardan arındırdığından bahseder. Altıncı yüzyılda Papa Gregorius Magnus, “harfler okuma yazma bilenler için neyse, resimler de okuma yazma bilmeyenler için aynı şeydir” diyerek resimler, ikonalar ve plastik sanatlar yardımıyla okuma yazma bilmeyen halka İncil’i anlatmayı gaye edinmiştir. Kilise ve katedrallerin sunaklarına asılan ve kanatlı panellerinde “sarı saçlı, mavi gözlü İsa”nın resmedildiği poliptiklerin görevi budur. Okumaktan mahrum olanların kitab-ı mukaddesleri… Sanatın ve edebiyatın bir “öteki”nin alanına girmesi ideoloji ile ilişkisini başlatıyor. Edebi eser belli bir biçimde ifade ettiği özel bir muhatap kitlesini amaçlar ve onun haylini kapsar. İdeolojide de Althusser’in ifadesiyle, “insanların gerçek varoluş koşullarını hayali bir biçimde tasarladıklarını” görürüz. Böyle bir tasarım için edebi eserin rahatça kullanılmaya müsait
8
olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu noktada, edebiyatın ideolojiye araç yapıldığı noktada, eser niteliksizleşme ve şahsiyetten yoksun bırakılma tehlikesiyle karşılaşır. Belirli bir görüşü empoze etmek gibi dar bir ideolojik bakış, yapıta (esere değil) didaktik olmanın dışında çoğu zaman başka herhangi bir sanatsal nitelik bırakmaz. Çünkü burada amaç ve koşul çatışmaktadır. Böylesi dar anlamda bir ideolojinin amacı salt değiştirmek iken araç olarak kullanmak istediği edebiyatın koşulu estetik ve özgür olmaktır. Edebiyatın rolü estetiğe dair bireyde özel bir heyecan uyandırmak yolundaki kadim görüşle beraber, Sartre’ın “Qu’estce que la Littérature?” (Edebiyat Nedir?) metninde söylediği gibi, “yazmak seçerek, göstererek belli bir biçimde etkin olmaktır”. Seçimler yapmak ve etkin olmak, özgürlüğün de edebiyatın koşulu olduğuna işaret etmektedir. Mesele “sanat sanat içindir” ve “sanat toplum içindir” klişesinden öte bir anlamda. Edebiyatın toplumsal olanı işlemesiyle, ideolojik olana kayması arasında ince bir çizgi vardır. Tanpınar, “sanat eserinde sanat kaygısından başka endişe olmamalıdır” der, “ama bu, meselesiz olmak demek değildir. İnsan kendi meseleleridir. Ben herhangi bir devrenin açıkça müdafaasını yapan eserlerden hoşlanmam. İnsanı bütünü ile alan ve arasından meseleleri veren eseri tercih ederim”. Edebiyat Eagleton’ın ifadesiyle “diğer her şey gibi nesneleştirme yasasına tabi ise, bir çeşit fetişizmden sakınamaz demektir”. İşte bu taşeronlaşmadır ki edebiyatı, propagandacı ve bir zümrenin ortaklığına dair pragmatist bir tavra iter. Derinlikli eleştirel bakışı ve özgürlüğü, hakikati dava edinen sesi kilitlenir, duyguları okşayıp hakikati örtbas eden illüzyona, Adorno’nun dediği gibi “ucuz ve uyuşturucu bir eğlence”ye dönüşerek hakikat ve özgürlük adına hükümsüzleşir. Tıpkı Cumhuriyet tarihimizdeki resmi ideolojinin tarifini yaptığı edebiyat gibi: “eski rejimi mahkûm eden, milliyetçiliği, modernliği, cumhuriyeti, vatanseverliği savunan, toplum için ferdin kendisini feda etmesini vaaz eden” yapıtlar himaye edilecektir. Resmi ideolojiyi meşrulaştırma ameliyesi… Toplumsallığın alanına girmesi bakımından edebiyatın ideolojiden arınması beklenemez. Keza böyle bir durum edebi eserin hakikat ilkesinin de büyüsünü bozar. Çünkü yanılsama ile de olsa sonuçları itibarı ile de olsa, kurtuluş öğretileri, doktrinler, ideolojiler “değer” üretir. Bir yıkımlar ve kıyımlar çağı olan yirminci yüzyıldaki “izm”lerin korkunç savaşları geriye ağıtlar, şiirler, besteler, trajediler bıraktı. Nazi subayı-
KÜN EDEBİYAT
na “bunu ben değil siz yaptınız” diyen Picasso’nun “Guernica”sı, Soljenitsin’nin “Gulag Takımadaları”, Adorno deyince beraberinde zihnimizde beliren “Aushwitz”… Çünkü edebiyat ve sanat aynı zamanda karşıt ideoloji ile çatışma ve hesaplaşma zeminidir. Bu yönüyle tarihi ve toplumsal süreçleri incelemenin de önemli bir kaynağını teşkil etmektedir. Hatta bir takım eserler bazı tarihsel şartların dışında anlaşılmaz. Okurun ideolojisi ve önyargıları Edebi eserin muhatabı, eser üretilirken yazarın ortaya koyduğu imgesel faaliyeti ve onunla kendisi arasında tayin ettiği mesafeyi farkediş ile tat alır. Bu farkediş okurun heyecan ve amaçlarının rengi ile belirir. Aynı zamanda heyecan ve amaçlar yadsınmayı da gündeme getirir. Çünkü yazar bir yana, okurun takındığı tavra bağlı olarak misyon, ideoloji edebi eserdeki ezgiyi soluksuz bırakır. Oysa edebi eserde anlamı bir’e indirgeyen okuma yaklaşımına yüz verildiği takdirde eserin cömert yanı hükümsüzleşir, ufuklar açmasına köstek olur. Türkiye’de de hala okurun esere yaklaşımını eserin kendisi değil yazarının sahip olduğu ideoloji belirlemekte. Burada dikkat edilecek husus eserin anlattığı bir yana yazarın eserdeki niyetine (intentio auctoris) dahi itibar edilmeksizin yalnızca yazarın malum ideolojik görüşü ile eserin yargılanmasıdır. Bu tavır eseri, eserin niyetine başvurmaksızın yazarın, kişisel yazgısının kendisine özgü değeri olan ideolojik hayat görüşü –insan bütününün bir görünüşü olarak kabul eder. Bu sebeple eserin merkezine her şeyden önce yazarın dünyaya dair maksadı ve ya bir döneme dair taşıdığı malum misyonu tekrar bulmak önyargısı başat bir görünüm kazanır. Böyle bir yaklaşım esere salt bir bildiri ve propaganda metni işlevi yüklemektir. Oysa yazar her eserine zorunlu bir şekilde ideolojisini yayma misyonu ile yaklaşmamaktadır. Okurun ise her esere böyle bir önyargı ile yaklaşması sorunlu bir okuma yaklaşımıdır. Bununla beraber Hermanötik bir okuma yaklaşımı önyargıyı tümüyle reddetmez, eseri yorumlamada önyargıların işlevleri olduğunu onaylar fakat bir şartla: önyargıları eserle sınamak şartıyla! Sonuçta hangi durumla karşılaşılırsa karşılaşılsın artık önyargılar bir referans olmaktan çıkmıştır. Eser önyargıları doğruladığı takdirde artık önyargılar değil eserin içeriği yaklaşım tarzını belirlemektedir. Yine önyargıları doğrulamayan eserler gibi.
HÜZNÜN SON KAPISI Mehmet BAŞ saatler bir dansın ortasından seslenir akrebin yelkovana uzanırken elleri iki damla yaş akar güneşin gözlerinde başlar bir yürüyüş vakitlerden seherdir büyür hıncı gecenin korkunun beşiğinde kurşun gibi sözler çıkmaz olur ciğerden defterler dolusu hesap birikir başucuma bir ateş tufanında tutuşur gemilerim acı sözler yapışır gecenin dudağına yıldızlar yalnızlığın semada ki adıdır sükut boş bir sayfadır çığlıklar kitabında kalp harmanında boy verir aşk başağı parça parça olmuş bir resmin tablosunda yapışmaz kırık kalpler tüm uğraşlar boşuna beklerken ölümü hüznün son kapısında yalancı bir peygamber gibidir şairler yağmurlu caddelerde vahiy bekleyen hayali yorgan gibi mısralara bürüyen şairler mezarında sıralanmış kabirler ölümün kalburunda sonsuzluğu eleyen haram bir bakışın yılansı ıslığında yakar tüm anıları yalnızlığın ateşi paslı bir kurşunun açılan yarasında bu keskin sancıların yoktur elbet bir eşi tartılır iki cihan mahşerin tartısında kuytu bir sokağın sinesinde dönüyor rüzgarın nefesinde sonbahar yaprakları bir bodrum katında bir insan ölüyor kefenlenmiş bir bahar sarıyor toprakları insanlık oluk oluk son durağa yürüyor yıkılmış hayallerin enkazında yıllarım en çıplak acılara maskeler giydirirken tartılmamış sözlerin darasında baharım başıboş bir balon gibi rüzgara kapılırken rüyalar denizinde çırpınıyor kollarım bir kumardır bu dünya kazananı olmayan bunun için ağlama kaybetmek kazanmaktır yıldızların ninnisi uyutur çocukları son gemi çekilirken ölümün limanına hayat kısa bir rüya ölümse uyanmaktır
9
KÜN EDEBİYAT
KENDİNDE OLANIN KENDİNDEN OLMADIĞINI FARK ETMEK Hüseyin AKBAŞ
B
ir sebeple cennetten dünyaya gönderilen insan yaşadığı mekanın kalıcısı değildir. Bulundurulduğu bu yere ait değil, sahibi değil, emanetçisidir. Asıl yeri; dönmek üzere, kendi hatası ile ayrılmak mecburiyetinde kaldığı, hak etmiş olmak şartıyla tekrar gideceği yerdir. Unutkanlığı ile tartışmasız ciddi şöhret sahibi insan, kendisini unutarak ölüm ile döneceği yeri hatırlamaz. Ekseriyetle öyle bir hayat yaşar ki sanki kalıcıdır bu âlemde. Ya da bir geldik bir daha mı geleceğiz, ne varsa bizimdir, haydi kırıp dökelim tüketelim. Bu hâl üzere olan insandan sadır olan aczin, faniliğin ifadesidir. Kubbede kalacak iyi bir şey yoktur ondan geriye. İnsan kendinde olanı yansıtır eşyaya ya da kendinde olandan sirayet eder ömrüne, çevresine, eserlerine. Bu bağlamda yaratılışa iman edenler için insanın iki temel boyutu vardır. Birincisi yaratılıştaki çamur kısım, topraktan olan, topraktan var edilen, toprağa dönecek olan, diğeri ise Allah (c.c)‘ın ruhundan üflediği ruh cüzü. Bir bedende ikisi de mevcuttur elan. Sorumluluk, bilinç, idrak, idare, tecelli, tefekkür, insan olmak durumu da beşer olmak durumu da bu noktada belirginleşir. Doğduğumuzda yolun başındayız. İki yol, iki hal. Çamur kısmımız beslenince birinde, Yaradan’ın üflediği kısmımızı beslediğimizde diğerinde mesafe kat ederiz. Bazen öyle haller yaşarız ki dikey ve yatay geçişlerimiz kendisine bile gurbet olan insan neslini şaşırmaktan daha ziyade etkiler. Çok derin bir hayretle bakmaktan kendini alamaz. Dorukta hissederken tabana kadar indiğini de aynelyakin görür. Razı olmaz yaşadıklarına, faniliği kabul edemez. Aslında fani de olmayacaktır, fani olmayandan nefes, cüz taşır. Yaradan’ın subuti sıfatlarından bir parça da kendindedir. Kanmasa, kandırılmasa, kanmak istemese fani olmayacaktır. İnsan neslinin sanat-edebiyat diye adlandırdığı güzellikler, gerçek güzelliğin kuldaki tecellisidir.
10
Durumu böyle idrak eden aslında sadece kendinde olanı far etmekte, var olanı söylemekte, yazmakta, yapmakta, deşifre etmektedir. Zira o ölümsüz olmak isteğiyle cenneti kaybetmiş, ölümlü olmuştur. Cenneti gören göz ve gönül dünyaya nasıl razı ve nasıl mutmain olsun? Kendinde olanın kendinden olmadığını fark eden insan, yaşadığı dünyaya daha önce bulunduğu cennetten iz bırakma düşüncesindedir. Bu vesile ile şöyle söylemek mümkün müdür? Sanat bize, bizde olanın bizden olmadığını fark ettirebiliyorsa bu dünya ve sanatçısı için güzel bir iş yapmış demektir. Aksi durumda kendisini cennetten kovduran sebep ne ise aynı durum dünyası için de geçerli olacak, tekrar dönebileceği, dönmesi mümkün olan yere gitmek yerine gitmeyi hiç istemeyeceği bir yere gitmek durumunda kalacaktır. Sanat, sanatçısının yolculuğunu doğru istikamete yönlendirmeye muktedir değilse, gönül genişliği, idrak sunmuyorsa düşünmek lazım gelir. İdeoloji denilen şey dünyayı insanın, insandan neşet etmiş görüşlere göre, insan kafasına, çapına, anlayışına, kabiliyetine göre dizayn etme gayretini ifade ederken, sanat, âlemin içinde bulunduğu ince ve derin güzelliği, ahengi fark etme gayretinin adıdır. İdeoloji dünyayı çağrıştırırken sanat aşkın ve aşkın olanın peşindedir. Birinde eksik kabul edilen âlemin insan eliyle dizayn edilmesi söz konusu iken diğerinde eksikliğini, aczini, yetersizliğini fark etme gayreti vardır. İdeoloji dünya iken, dünyalık iken Nazan Bekiroğlu’nun dediği gibi “sanat ölüm içindir”. Sizden geriye bir şeydir, sonrada ses getirecek bir şey. Sanatla ideoloji arasında bir ilişki var mıdır, var mı edilir bilemem. Ancak eğer sanat ideolojiye tabi edilirse aşkın olan hafife alınıyor demektir. Sanatçıların belki ideolojileri olabilir. Sanatın ideolojisi, ideolojinin sanatı var mıdır onu da bilemem.
KÜN EDEBİYAT
DİLİN İDEOLOJİSİ VARDIR Lütfi BERGEN
E
debi Metinde Din- İktisat başlıklı çalışmamda bir yerde şu ifadeleri kullanmıştım: “Metnin başarısını tam da bu cümleden hareket ederek kritik etmek gerekmektedir. Edebî metnin ya da san’at eserinin kuşakları “doğuran ve şekillendiren” söylemler/ manalar içermesi meselesi bizi İDEOLOJİnin iki varoluşa sahip olduğu fikrine götürmelidir. Burada artık Mannheim’in ideoloji tanımından yavaş yavaş kopuyoruz. San’at eseri açısından iki ideolojik tutum vardır, demekle; a) İçinde yaşadığımız toplumsal zamanın ideolojisi, b) San’at eserinin/ metnin ideolojisi, ayrımından bahsetmiş oluyoruz. Dolayısıyla san’at eseri hangi ideolojiye hizmet ederek üretilmiş olursa olsun ancak kendine mahsus ideoloji ile geleceğe kalabilir. Suut Kemal Yetkin, bizim “büyük ideoloji” ile “metin ideolojisi” ayrımımızı temellendiriyor. “Ünlü Fransız şairi Jean Racine, şiirlerini yazmadan evvel planlarını hazırlar ve: ‘Faciam hazırdır, iş bunu yazmaya kaldı’ dermiş (…) Ressam Thêodore Rousseau, ‘Tablo evvela beynimizde yapılmış olmalıdır: ressam onu tuval üzerinde doğurtmaz, onu gizleyen örtüleri sırasıyla kaldırır’ derdi. Özet olarak, sanatçı başlamadan evvel, eserinin birçok hayallere genişletilebilen bir dinamik şemasına sahiptir. Dinamik şema denilen bu canlı izlenim ve teessür, yaratılacak eserin adeta bir nevi yoğunlaşmış özetidir”. Edebî metnin söylemi, söylemin ideolojisinden burada ayrışıyor. Edebî metin de bir söylem olmakla birlikte, san’ata ait olmayan söylemin bilgi/ güç/ iktidar doğurucu taraflığına katılmıyor. Edebiyatın doğası, insanın bizatihi kendisi olarak ortaya çıkmaz. Hâlbuki insandan bahsetmektedir. İnsanın kendisi olarak ortaya çıkmadığı için insanın aradığı şeye yönelmek zorundadır. Zaten edebiyat, adı üstünde “edeb” arayışıdır. Edep kavramının estetikle ilintisi kaçınılmazdır. Yine bu iki kavramın hikmetle ilgisinden bahsetmek gerekmektedir. Estetiğin maddi ve hikmetin ise müteal olana yönelmesi nedeniyle edebin bir anlamda insanın gölgesi olduğu da söylenebilir. Metnin ideolojisi hakikattır. Buna göre san’atın amacı bize aşkın değerlere, görünmezde kalmış idelere yaklaşmak için formlar
sunmaktır. Metinler bütünsel varlıklardır. Maddi görünülürlükleri vardır. Ama dışarıdaki dünyanın hakikatini de bize gösterirler. Ancak bu bir propaganda değildir. Dolayısıyla san’atçının hangi akım içinde yazdığı önem arz etmeyecektir. Metnin ideolojisi derken estetiğin içine gizlenmiş manadan ya da sırdan bahsetmiş oluyoruz. Eleştirinin amacı bu sırrı açıklamaktır. Yazar veya şair metnini ideolojik gerekçelerle yazdığında, sanatı ideolojinin aracı kıldığında sanatın bu giysiye sığmadığı gerçeğine tosladığını görecektir. Bu söylediklerimizi nasıl kanıtlayabiliriz? Aşık Veysel’e sormuşlar: “Sizce aşk nedir?” Aşık Veysel “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur” demiş. Ataol Behramoğlu’nun Aşk İki Kişiliktir başlıklı şiirindeki “Ölümdür yaşanan tek başına /Aşk iki kişiliktir/ Bir anı bile kalmamıştır / Geceler boyu sevişmelerden” dizeleri ile Veysel’in sözünü kıyasladığımızda Veysel’in haklı olduğunu görürüz. Ataol Behramoğlu, aşkı şehevi temasla karıştırmıştır. Dil, Aşk işinin iki kişilik olmadığını göstermiştir. İbn Hazm da, aşkı şöyle tanımlamış: “Cinsel arzunun ötesinde bir arzu olursa ve bu sınırı aşarsa, bu öteye geçme işinde ruhun ve doğal içgüdülerin de katıldığı manevî bir birleşme meydana gelirse o zaman buna aşk denir”. İbn Hazm’a göre karşı cinse değişik tutkular beslediklerini ileri süren kişiler yanılmaktadır. Çünkü bu duygu cinsel istekten başka bir şey değildir. “Gerçek anlamıyla seven kişiye gelince, tutkusu kendisini o denli sarar ki maddi ve manevî hiçbir çıkarını düşünmeye bile zaman bulamaz”. Bu nedenle madem aşk kelimesinden hareketle dilin ideolojisi konusunda ilerliyoruz, aşk’ı tarif etmemiz gerekmektedir. Aşk (ışk), sözlükte sarmaşık demektir. Bu duygu insanı sarınca, insan artık başkasını, gerçeği, reeli göremez olur. İhsan Fazlıoğlu, “Işk İmiş Her Ne Âlem’de İlim Bir Kîl ü Kâl İmiş Ancak- Fuzulî Ne Demek İstedi” kitabında bir tasnif yapıyor ve “Gizli bir hazine idim; bilinmeyi sevdim/ istedim ve beni bilmeleri/ tanımaları için var-olanları yarattım” hadis-i kutsîsi üzerinden İslam düşünürlerinin iki farklı kozmogoni-kozmoloji öğretisi geliştirdiklerini söylüyor. Fazlıoğlu, bu rivayette, “ahbebtu: sevdim, istedim” sözcüğüne ağırlık verenlerin Tanrı’nın önce muhabbeti, sevgiyi, ışk’ı önceleyerek ilk olarak bu sıfatların tecelligahı olan ruhu/nefsi yarattığı
11
KÜN EDEBİYAT
düşüncesinde olduklarını ifade ediyor. Diğer yandan “en-yuleme: bilinmeyi” sözcüğüne öncelik verenlerin de ilk önce bilginin tecelligahı aklın yaratıldığına vurgu yaptıklarını düşünmektedir. Horasan sûfîlerinin de ışk vurgusu içinde oldukları kanaatini ekliyor. Fazlıoğlu, Kayserî’nin yorumuyla “Varlık’ta hiçbir şey yoktur ki, ışk ve mahabetsiz olsun” der. Mahabbet, ruhanî bir manadır, seveni sevdiğinde ifna eder. Böylece O-luşmak’a gidiş, mahabetin sereyânıdır. İşte bu tek başına bu gidişattır. Attilâ ilhan, “Ben sana mecburum, bilemezsin” derken tek başınalığı verebilmiştir. Üstelik bu verim, geleneksel şiirimizdeki Leyla- Mecnun sembolizmine de uyumludur. Dil bize kendini kendine ait kavramlarla anlatma mecburiyeti getirmemektedir. Hatta olabildiğince kendini gizlemektedir. Bu nedenle şair- yazar “ben aşığım, devrimciyim, filanım” demeye ihtiyacı olmayan dili kullanmaktadır, kullanmalıdır. Çünkü estetize dil, politik bir metin değildir, bir sözleşme metni değildir. Kendisini muhatap ile bağıtlamaya ihtiyacı bulunmamaktadır. Böyle bir dille yazanlar metinlerini gelecek yüzyılda kaybederler. Sanatçı adam yazdığı metnin yüzyıl sonraki bir toplum tarafından nasıl karşılanacağını, onların his dünyasını ne ölçüde sarmalayacağını düşünmek zorundadır. Nazım Hikmet’in “trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum!” dizeleri politik dil evreninin içinden söylemektedir. Bu metin, hisleri bozan, fıtratı ifsad eden insanî olandan vazgeçip insanın elinin ürünü makinaya dönüşmeyi idealize eden son derece politik bir söylemle kurgulanmıştır: “Ve ben ancak bahtiyar olacağım / karnıma bir türbin oturtup / kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!” Tabii ki, böyle bir söylemin okuyucu nezdinde yansıması “bahtiyarlık” kavramı ekseninde olmayacaktır. Sanat eseri, ideolojik manada birbirine benzer karakterlerin diyalogları ve birbirleriyle ilişkilerinden ya da zıt karakterlerin çatışmasından kurulu değildir. Nitekim böyle düşünen İzzetbegoviç’e göre de sanat, şahsiyet problemine tutulmuştur. Onun özü dış dünyada değil, dahilde, ruhun içinde bir şeydir.Şairin bahsettiği ıhlamur ağacı asla botanikçinin tanıdığı umumi ıhlamur ağacı olmayacaktır. O’na göre sanat eseri, obje olarak dış dünyadan bir gerçek değildir; hatta sanatın gayesi de gerçekliğin tekrarı olmaz. O, sanatta yaratıcı meyyaliyete bakmaktadır. Gaye ibdanın, eserin eşsizlik vasfına haiz olmasının
12
içindedir. İzzetbegoviç’e göre materyalist felsefenin objektif dediği “gerçek”, sanat için sırf kulis, dekor ve put olabilir. Yani sanatın içindeki hakikati sökerseniz, elinizde kalan ancak “teknik” bir şey olur. Asıl insanın objektif denilen “gerçek” içinden kurtulmak, kaybolmamak üzere ebedî çabası, sanatın anladığı “hakikati” ifade eder. Bu nedenle görünen dünyanın gerçeği ile dinlerin söylediği “hakikat” arasında dinden yana taraf alır. Çünkü “din ruhtan, sanat ise karakterden bahseder”. Din sanatla o değin yakın durur ki, dramın menşei dahi dindir. “Dağlarda zambaklar gibi” veya “dağlarda kuşlar gibi yaşayınız” (İncil) diyen dinin bu inanılmaz talebinin kuvvetli aksisadası sanatkarlar arasında yer bulmuştur. İzzetbegoviç’e göre din, otoritatif olduğu Ortaçağ’da bile sanatı teşvik etmişti: “Sanatkarlar Ortaçağda, kilisenin mutlakiyetçi zihniyeti altında, ilim adamlarından farklı olarak hiç ızdırap çekmiyorlardı”. Sanatçı hakiki insanı tasvir etmeye yönelmelidir. Sanat, metafizik mahiyete sahiptir. Her portre-şuur, ferdiyet ve hürriyet demek olan ve tabiatdünya ile esas itibariyle muhalefet içinde olan hakiki insanı tasvir etmeye matuf bir çabadır. Sanat güzeli yaratmak da değildir. Tamamen başka bir oluştur. Sanat, sanatçının şuurlu istek ve kanaatları ne olursa olsun, ideolojik tutumu nasıl belirlenmişse belirlensin, insanın nisbi olduğu, mütenahi olduğu görüşüne karşı tanıklık, kozmik bir düzen hakkında haber, tanrısız- materyalist bir kainat vizyonuna bütün olarak ve her noktasında karşı koyan kozmik bir perspektif şeklinde düşünülmelidir. Ahlâk vaazı değil de ahlâkîlik (nefsin korku, kaygı, hırs, tembellik, elem, kibr, açgözlülük, şehvet, bencillik hastalıklarına direnme) sanatçının faziletidir. Suut Kemal Yetkin de Estetik adlı kitabında “Sanat ve ahlâk insanlığın iki karakteristik vasfıdır. Faal bir sentez olan insani bilinçte zaruri olarak ikisi de birbirine yaklaşıyorlar” derken aynı noktaya temas ediyor. Suut Kemal Yetkin’in,“Ahlâkî ülkü bir realitedir; ahlâkî hayat bir vakıadır: insanları karşılıksız bir tecessüsle seyreden kimse için, seyri ve gözlemi büyülüyen bir vakıa. Çünkü insanlıkta ve belki evrende, en esrarlı, en heyecanlı, en derin olan şeyler, ahlâkîlikte özetlenmiştir” sözleri sanata dini ya da ideolojik perspektiften bakmıyor. San’atı insanî varoluşun, Tanrı ile buluşmanın içinde görüyor. Bir anlamda amel şeklinde algılıyor. İzzetbegoviç, Kafka’dan bahsettiği bir pasajda, Kafka’nın metinlerinin
çoğu kişi tarafından dini metinler olarak anlaşıldığını, ancak Kafka’nın bizzat kendisinin, bu metinlere “bir nevi dua imiş gibi baktığın”dan sözettiğini belirtir. Bu son cümlede ideolojik- ahlâkî metin ile ahlâkîlik arasındaki farkı gördüğümüzü düşünüyorum. Dil kendini bu iki metin içinden yalnızca birinde açığa çıkaracaktır. Terry Eagleton’un “okumak, ideolojik bir ürünün ideolojik bir şifre çözümüdür; edebiyat eleştirisinin tarihi de metnin üretici ve tüketici anlarına ait ideolojiler arasındaki olası kesişimlerinin tarihidir” yargısı edebiyattan ideolojik olana hizmet etmenin beklendiğini gösteriyor. Eagleton, John Milton’un eseri hakkında “Şiirinin bizzat biçimleri ve dokuları, ideoloji içinde gerçekleşen bu dilsel, siyasal, ve dinsel kesişimin bir ürünüdür” değerlendirmesini de yapar. “İdeoloji içinde” kalan bir edebi yaklaşımın özellikle altını çiziyor. Bu bakış açısını ilk elde kabul etmemek için bir sebep de yok gibidir. Dünyayı değiştirmek entellektüelin derdidir. Eagleton, başka bir kitabında “insan yapıtı olarak dünya” başlığı açmıştır. O makalesinde “Nesnel bir araç olarak sanat, felsefe ile karşılaştırıldığında, zihinsel evrensel uygunlukta daha iyi bir örneğidir” demektedir. Yazara göre “Felsefe ise insanın bir parçasını alır ve o parçayı mağrur bir doruğa çıkarmayı hedefler. Felsefenin ötesine geçmek, bir anlamda gündelik olana dönmektir; sanat ise, ikisi arasında vazgeçilmez bir aracıdır.” Sanatı bir araç olarak görmek, sanatçıyı da araçla birlikte araçlaştıracakdır. Dil varlık’ın aracı olmak noktasında yeterlidir; dilin kendisi zaten ideoloji yüklüdür. Gündelik hayat; okul, medya, reklam panoları, ikaz tabelaları, iş sahaları politik (ideolojik) bir kavramlar dizgesi ile inşa edilmiştir. Sanat aslında bu “direktif dünya”dan kaçıştır. Gündelik dildeki politize ve ideolojik kodları çarpıtmadır. Bununla hakikatin “neliği” araştırılmaktadır. Sanatçı dili estetize ederek onun ideolojik yükünü sırtlanır, reeli çarpıtır- dönüştürür ve kendi hakikat arayışına dair bir yola koyulur. Bununla aşkınlığı arar. Onu yeniden propogandist bir dile yöneltmek kendine kapatmaktır. Böyle bir kapanma gerçekliğe hapsolur, hakikati keşfedemez. Hakikat, gerçeklikten farklıdır ve kendini ideoloji yüklü gündelik dili dönüştürerek “kılar.” Gerçeklikler değişir ama hakikat kalıcıdır. Dilin ideolojisi vardır, sanatın ise hakikati arayışı.
KÜN EDEBİYAT
EHL-İ DİL BİRBİRİNİ BİLMEMEK İNSÂF DEĞİL Ali TAVŞANCIOĞLU Konuya nasıl başlayacağımı kara kara düşünürken imdadıma Ahmet Hakan’ın bir yazısı yetişti. Yazıdan öğrendiğime göre, iyi bir sinema eleştirmeni, aydın, edip vesaire olan Atilla Dorsay, Uzun Hikaye filmine ilişkin bir değerlendirmesinde “Filme kaynaklık eden kitabı okumadım. Mustafa Kutlu’yu bilmiyorum” demiş. Bunu naklettikten sonra Ahmet Hakan şu can alıcı soruyu soruyor: “Nedir Atilla Dorsay’ın Mustafa Kutlu ile tanışmasının önündeki engel?” Elbette her aydının her yazar hakkında söyleyecek bir şeyinin olması beklenemez. Aydın olmakla malumatfürûş olmak arasında fark vardır çünkü. Kişi, kendi okuma ya da bilgilenme ihtiyacını gideren yazarları tespit edebiliyor ve okumalarındaki seçiciliğinde ihtiyaçlarını kıstas alıyorsa mesele yok. Mesele, okuma ihtiyacını belirleyen şeyin ne olduğu noktasında beliriyor. Atilla Dorsay, belli ki hikaye okumaları yapmak gibi bir ihtiyaç hissetmemiş. Mümkündür. Senaryo okumak hikaye okumaktan daha akıllıcadır onun için. Bundan ötürü Mustafa Kutlu gibi çağdaş Türk edebiyatının üslup sahibi yazarlarının başında gelen, hatta – moda tabiriyle- fenomene dönüşen bir ismi okumamış olması bir şekilde izah edilebilir. Ancak onu tanımamış olması, ismini duymamış olması izahı gayri kâbil bir garabettir. Ahmet Hakan’ın sorduğu soru işte tam bu noktada önemini izhar ediyor. Sahi, bazı aydınların, kitleleri etkileyecek güçte eserler ortaya koyan bir yazardan habersiz olmalarına sebep olan şey nedir? Bu sakın ideolojik bir tavır almanın, dünyaya kendi baktığı yerden bakmayan insanları yok saymak içgüdüsünün bir yansıması olmasın? Böyle olmalı, çünkü başka türlü Mustafa Kutlu’dan habersiz olmanın mantıklı bir açıklaması olamaz. Pekala, ideolojiler böyle davranmayı gerektirir mi? El cevap, gerektirir. Zira ideolojinin va’zettiği doğrular, yanlışlanma ihtimali bulunmayan, standartlaşmış, paketlenmiş doğrulardır. Tartışma götürmez, sorgu-
lanmaya gelmez. İdeolojinin gözü sadece iki renge duyarlıdır: Siyah ve beyaz. Ara renkleri algılayamaz, tarif edemez ve tabii olarak yok sayar. Hâliyle davranışlarını ideolojilerin belirlediği insanlar nazarında iki tip canlı türü vardır: Biz ve ötekiler! Asıl ve sûret, kendisi ve zıddı, dostu ve düşmanı… İdeolojik yaklaşımların algılayabildikleri ancak bu kadardır işte. Vaadettiği dünya her zaman iki renkli, iki kutuplu ve iki taraflıdır ideolojinin. Mevcut her şey bu ikiden birine irtibatlıdır, bu ikiden biriyle imtizaç eder. Başka türlüsü anlamsızdır, tanımlanamazdır. İmdi, yukarıdaki örneğimize dönersek… Atilla Dorsay niçin Mustafa Kutlu’dan habersizdir sorusunun cevabı az biraz netlik kazanmış oluyor. Habersizdir, çünkü Atilla Dorsay kendisini ideolojik bir konumlanma ile tarif eden aydınların tipik örneklerinden biridir. Gerçekten okumuştur, mürekkep yalamıştır, sinema ve tiyatro tenkitçiliğinin duayenidir, kuvvetle muhtemel batı edebiyatını derinlikli olarak tetebbu etmiştir, eyvallah. Türk edebiyatının bir çok ismini de avucunun içi gibi biliyordur, bunda kuşku yok. Sebahattin Ali’yi, Rıfat Ilgaz’ı, Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i, Cevat Şakir’i ve daha bir çoğunu, haklarında seminer verecek kadar iyi tanıyordur. İyi de, edebiyat dünyası bu isimlerden ibaret değil ki. Beri tarafta, Peyami Safa, Necip Fazıl, Tarık Buğra, gibi her biri ayrı bir kitlesel okuyucu oluşturmuş isimler var. Bir aydının, hele hele sanat ve edebiyatla içli dışlı olan bir aydının bunların künhüne vakıf olması gerekmez mi? Sanatın ve özellikle edebiyatın kemikleşmiş meselelerinin başında işte bu “kısmî vukûfiyet” hastalığı vardır erenler. Sanatçı duyarlılığı, müsbeti de menfiyi de hissî olarak değerlendirdiği için, ideolojik saplantılar sanatçıyı hastalıklı bir ruhla baş başa bırakıyor. Onun içindir ki, en fanatik, en tutucu ideoloji savunucuları, sanatçı duyarlılığı olan insanlar arasından çıkıyor. Siz hiç bir aile babasından, bir rençberden, bir duvar ustasından, bir şirket muhasebecisinden fanatizmin sadır olduğuna şahit oldunuz mu? Kendini –en kaba tarifiyle- sola yaslayan aydınlar böyledir de, diğerleri kısmî vukûfiyetten kurtulmuş-
13
KÜN EDEBİYAT
lar mıdır pekala? Ne münasebet!. Hatta denilebilir ki bu mahallede kendinden olmayanı yok sayma hastalığı daha da müzmin bir hâl almıştır. Öyle olmasaydı, Türkçenin en duru hâliyle yazan Nazım’a, yine Türkçeyi işlek bir roman diline dönüştüren Kemal Tahir’e, Türkiye’ye ilk Nobel ödülünü getiren Orhan Pamuk’a ve bunların muadili bir çok isme bigane kalınır mıydı? Durum budur da, böyle mi olmalıdır, onu tartışmak lazım. Sanatçı, özellikle edebiyatçı, bir ideolojiye mensubiyetini her fırsatta aşikar etmek zorunda mıdır? Daha açığı sanat, özellikle edebiyat, bir ideolojik mesele midir? Bu bir… İkinci olarak, farklı ideolojiye sahip sanatçılar, özellikle edebiyatçılar birbirinin düşmanı mı olmalılar? Farklı dünyalara kapalı olan bir edebî zevkten bahsedilebilir mi? Birinci sorunun cevabı, sanatın ne için olduğu meselesiyle irtibatlıdır. Eğer sanatın toplum için olduğuna inanmışsanız, evet, edebiyat bir ideolojik meseledir. Madem sanatçı toplumu ıslah etmek(!) gibi bir vazife üstlenmiştir, o hâlde eserlerini toplum menfaatine muvafık olarak tesis etmelidir ve bunu yaparken de eserinde ideolojisinden çok net izler barındırmak durumundadır. Yok eğer sanatın sanat için olduğuna inanmışsanız, hayır, edebiyat bir ideoloji meselesi değildir. Bu takdirde sanatçı ideolojisini yok farz etmeli ve eserini ortaya koyarken güdeceği tek kaygı, estetik kaygısı olmalıdır. Çünkü onun hitab ettiği mekanizmanın adı ruhtur ve ruhların ideolojik bağlantısı olamaz! İkinci soruya gelelim… Bu fakir, edebiyatı güzel söz söyleme sanatı olarak algılamak arzusundadır. Tüm güzelliklerin kaynağının tek olduğuna inanır. Sanatın her dalının o kaynaktan neşet ettiğini ve her sanat eserinin muhatabının ruh olduğunu iddia eder. Hâl böyle olunca, nevzuhur bir eğlence olan ideolojinin sanatı kuşatmasının, sınırlandırmasının ya da belirlemesinin mümkün olamayacağını bilir ve bunu söyler. Bundan hareketle denilebilir ki; farklı ideolojilere mensubiyeti olan sanatçılar, birbirlerini tamamlamak zorundadırlar. Her biri kendindeki eksiğin farkında olarak, diğerinin yapıp ettiklerinden aldığı edebî zevkle bütüncül bir zevk sahibi olmanın yolunu aramalıdır. Çünkü güzellik bir bütündür ve herkese ondan ancak bir parça düşmüştür. Ne zaman ki bezm-i cânda bölüşüldü kâle-i kâm Bize hıssa-i mahabbet dil-i pâre pâre düşdü diyen Şeyh Galib’i hatırlatalım. Ve sonuç olarak, her biri birer gönül insanı olmaları beklenen edebiyatçıların birbirlerine olan kayıtsızlığına da Nef ’î dilinden itiraz edelim: Ehl-i dildir diyemem sinesi sâf olmayana Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil.
14
BAHANEDİR HEPSİ BELKİ DE Yunus ÖZEL Yol boyu gizlice ağlardın / bütün hanlarda aynı türkü Sazlıkta tozlu yolda dağ yellerinde / izlerini sürerken hüznün Oysa daha sen yokken bu dünyada / kıvılcımlardan ateş alan Bir kuru ot yığınıydı sevda / zemheriye devredilmiş ağustostan Çoktan elenmişti ortalığa korlar / bütün hanlara uğrardın Kervanlar menziller ufuklar / yıldızların uzağında bir burçtan Senden önce de dönüp dururdu dünya / sönmedi ne ırmaktan ne deryadan Hepsi bahane biliyorum / çoktan çatılmış ocak Od nereden düşer bir yüreğe bilmiyorum / oysa ne var bilmeyecek Suya dökülen kurşun Hep o ateşte eritilip durdu / varolmamışken sen ve ben Bizden çok evvel başat meyveler / cevherini teslim etti karakıştan bahara Yaz güneşinden devraldığı gibi Yeşilden sarıya / biz ağlarken tutuştu hep Onun izleri sandığın / yürürken bir duraktan bir konağa Derinleşmişti şarkının manası oysa / gözyaşı ve iz Pınar başları ve gölgelikler ve kızgın çöl / ırmak deniz Bir yürek neden alev alır anlatamam / hepsi bahanedir belki de Evvelkiler sonrakiler ve biz Farksız birbirinden belki de su ve ateş Çakmak ve kav Kar ve güneş Bahanedir belki de hepsi
KÜN EDEBİYAT
EDEBİYATA NE OLDU? Celal KAPUSUZOĞLU
Y
Hürriyet olmayan bir memlekette hakikat riya, adalet boyadır. Bahtiyar Vahapzade
ozgat’ın sessiz münevverlerinden, kitap kurdu bir öğretmen arkadaşımdan dinledim. İnkılâp Tarihi profesörlerinden biri, Almanya’daki Türk öğretmenlere Atatürk konferansı verecektir. Olacak ya, konferans Cuma namazı saatine denk gelmiş, öğretmenlerin yarısından çoğu Cuma namazına gitmiştir. Öğretmenler salona girer. Profesör hop oturup hop kalkmaktadır. Bizim arkadaş, bunun anayasal bir hak olduğunu söyler. Profesör itiraz eder: “Hayır, Cumhuriyet projesinde öğretmenin Cuma namazına gideceği yoktu!” Herhalde kurgulanmış bir toplumsal hayatın tıkır tıkır işleyeceğini zannettiler. Hazırlıklıydılar aslında. Bütün siyasi rakipler bir şekilde susturulmuştu. 1341 (1925) kararnamesi, potansiyel muhalif toplum kesimlerini yok etmişti. Sıra edebiyat, sanat, tefekkür sahasına gelmişti. Muhalifler ya rejimle anlaşacaklar ya da bitmek bilmez bir sürek avında av olacaklardı. Bir düzine adam sayabiliriz sağcısından solcusuna. Görürüz ki rejim ne kadar kıyıcı davranmıştır bütün muhaliflerine. Mehmet Akif’in arkasında polis vardı ve Mısır’a kaçarak canını zor kurtardı. Sebahattin Ali o kadar da talihli değildi! Tek doğru, rejimin kültür politikalarıydı. Şu sözleri İsmet İnönü söylüyor: “Harf inkılâbı sadece okuyup yazma kolaylığı için yapılmamıştır. Harf inkılâbını biz kültürümüzü değiştirmek için yaptık. Arap kültüründen kurtulmak için yaptık. Artık eski yazıya dönülmeyecektir. Bunun manası, artık eski kültürümüzle bağımız kalmadı demektir.” Milli kültürümüz onlara göre Arap kül-
türüdür. Derhal terk edilmelidir. Aruza, divan şiirine, Türk müziğine saldırılar yıllar boyunca devam etti. Tercih belliydi. Avrupalı olacaktık. Çok sesli müzik dinleyeceğiz ve Arap kültüründen kurtulacağız. İlerleyeceğiz, çağda uygarlık seviyesine çıkacağız!… Nazım’ın, Atsız’ın, Osman Yüksel’in, Necip Fazıl’ın başına gelenlerden sonra hangi babayiğit rejimin kültür politikalarını tenkide cesaret edebilirdi? Karşılığı kan ve ölüm olan bir tenkide… Milli kültür kaynaklarından beslenmeyen bir edebiyatın hal-i pür-melali bugün ortaya çıktı. Edebiyatta devamlılığın olmaması sun’i akımları ortaya çıkardı. Sonuç; edebiyattan uzak bir toplumsal hayat! Sonra solun en lümpen, en kalitesiz örneklerinin edebiyat diye yutturulması… Ortaokul-lise tahsili sırasında solcu hocalarımızın zoruyla okuduğumuz yazarların bugün edebiyat sahasında adları var mı? Yeşilçam filmleri gibi bizim olmayan bir hayatı anlatan edebiyat-sanat… Sun’i, sanal bir edebiyatın da geldiği nokta burası. Zayıf ve hastalıklı… Rejim muhaliflerinden Vedat Türkali’nin (Abdülkadir Pirhasan) İstanbul şiiri var. Hani “Bekle bizi İstanbul” var ya, o işte. 1944 tevkifatında yazılmış. Şiirdeki öfkeyi bir görseniz… Karşı taraftakilere ne diyor? Harami. Harami ve hukuk yan yana gelebilir mi? Şöyle diyor Vedat Türkali o şiirin bir yerinde: et, tereyağı, şeker padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde yumurta masalıyla büyütülür çocukların hürriyet yok ekmek yok hak yok kolların ardından bağlandı kesildi yoldaşların haramilerin gayrısına yaşamak yok …. haramiler kesmiş sokak başlarını polisin kırbacı, cellâdın ipi, spikerin çenesi, baskı makinesi haramilerin elinde Bu şiir kadar dönemin özelliklerini anla-
tan başka bir şiir var mı? Milli Mücadele’nin kahraman komutanlarından Kazım Karabekir hatıralarını 1953’te ancak yayınlayabilmiştir. Daha önceden basılmış kitaplara matbaada el konulmuş ve bir çimento fabrikasının fırınında yakılmıştır. Tespit edilen resmi düşünceye herkes uymak mecburiyetindeydi. Karşı gelmek kimin haddine? Toplum mühendisliği her şeyi ayarlamıştı. Eskiyi unutacak, yeni yolu tutacaktık. “Trene bir makas değiştirildi ama bu makastan sonra ray yoktu!” Tıpkı büyük sanatçılardan sonra Rusya’nın, Sovyetler Birliği döneminde “büyük” şöyle dursun, sanatçı çıkaramaması gibi… (Aytmatov Türk olduğu için Rusya’ya dâhil etmiyorum.) Türkiye’de de yeni rejim kendi filozofunu, kendi edebiyatçısını yetiştirememiştir. Hürriyet vermediği, tenkit hakkı tanımadığı bir toplumdan filozoflar, edebiyatçılar nasıl çıkacaktı ki? Resmi dil politikalarına karşı çıkan bir dil âliminin Dolmabahçe Sarayı’nda bir sandalyenin üzerine çıkartılıp “Ben cahil bir eşeğim!” diye bağırtıldığı bir rejimden bahsediyoruz. Edebiyatımızın; kendi tabii kaynaklarından mahrum bırakılıp bu günkü toplumla neredeyse kültürel göbek bağını kopararak geldiği yeri düşündükçe, gelecek konusunda endişelenmekte haksız mıyız? “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetişecekti. Toplum mühendisliği böyle öngörmüştü. Sonuç; baskı, sansür, sürgünlerle dolu bir kültürel hayat… 1960 sonrası, resmi ideolojinin sultasından kurtulmakla (tenkit etme hakkına kavuşmakla) bir miktar kıpırdanma oldu. Kendi tabii ortamında, kendi toprağından beslenen yeni bir kültürel hayat belki bu kıpırdanışı anlı bir hale getirebilir. İdeolojilerin zehrini estetik ağacından uzaklaştırıp saf bir sanat hayatına kavuşturduğumuzda toplumun da zengin bir kültürel hayatı olacaktır diye düşünüyorum. Dünkü, rejimin boğan ideolojisinin tahribatı belli, bu günkü ideolojilerin de kültürel hayatımıza vereceği zararı peşinen kabul edip ona göre davranmalıyız.
15
KÜN EDEBİYAT
“Edebiyat ve İdeoloji” üstüne
NE DEDİLER? Necati MERT Edebiyat İdeolojisiz Olmaz
H
iç kem küm etmeden diyeyim: İdeolojiden ve siyasetten uzak tek bir mısra, tek bir cümle bile düşünemiyorum. Açayım: “İdeoloji” İngilizcede 1796’da kullanılır ilkin, “zihin felsefesi” anlamındadır. Sözcük Napoleon Bonaparte’ın 19. yüzyıl sonlarında Aydınlanma ilkelerine “ideoloji” diye saldırmasıyla olumsuz anlamını yüklenir, muhafazakârlar tarafından da o gün bugün demokratik yahut sosyalist politikaları kötülemek için kullanılır. Fakat Marx bir anlam daha yükler sözcüğe; buna göre, üretim koşullarının ifadesidir “ideoloji”. Yani, işçi sınıfının da burjuvazinin de ideolojisi vardır ve her ideoloji ait olduğu sınıfın düşünce sistemidir. Evet, aynen öyle. Şair ve yazar da bir sınıfa ait olmakla bir ideolojinin yanında kendiliğinden yahut bilinçli olarak ama mutlaka yer alır. Sanat, edebiyat ideolojisiz, siyasetsiz olmaz. Bunda mesele yok. Mesele, nasıl olacağı noktasında. Çünkü sanat adamı, ideolog değildir. İdeolog, didaktik dille konuşur. Açıklar. Tartışır. Örneklendirir. Belge sunar vb. Bilim adamı gibi çalışır. Oysa sanat sanatın diliyle yapılır. Edebiyattaki karşılığı da edebî dildir. Bu dil, 1) metaforiktir, 2) özgündür, üslubu vurgular. “Edebî” sözcüğüyle vurgulanan da edeptir, ahlaktır. Ancak İslam adabı olduğu gibi Hıristiyan adabı, Budist adabı, dahası literatüre “racon” diye girmiş bir kumar adabı, bir delikanlı terbiyesi, daha dahası bir malume namusu bile var. Görülüyor ki “âdâb” mekânla, grupla yakından ilgili bir kavram. Bir sisteme ait. Bu sistem bir din de olabilir, bir ideoloji de. Edebiyatçıdan beklenen, düşünceyi kendi ahlakıyla, kendi estetiğiyle buluşturmasıdır işte. Her ideoloji, gerçekliği anlatmak için genellemelerden yararlanır. Tasvir eder, bu tasvire göre nasıl davranılacağını dikte eder. Kendini kapatır. Karşıtını ötekileştirir. Böylesine köşeli duruş ideolog için bile sakıncalıdır. Çünkü gerçeklik hareketlidir, sürekli değişir; dolayısıyla gerçekliği anlatmak, kapalı olan ideolojiyle imkânsızlaşır. Edebiyat ideolojiye asla kapanmamalı. İdeolojiler arasında geçişkenlik vardır çünkü. Yahut şöyle: Hayat/gerçeklik, her ide-
16
olojiyi hem doğrulayacak hem yalanlayacak yaşantılarla lebaleptir, edebiyatçı bunu görmeli. Bunları yazmalı. İdeolojiden vazgeçilmiş olmuyor mu bu durumda? Hayır! Kerteriz alınacak tek pusula her zaman ideolojidir. Yeter ki hayatla buluşturulsun, üzerine abanılmasın.
Yağmur TUNALI İdeoloji Elbisesi Sanatkara Dar Geliyor
İdeal ve ideoloji çok zaman aynı mânâlarda kullanılmıyor. Öyle de olsa, söylenecek söz, her ikisinin de “iyi” ve “müsbet” kabul edilebileceğidir. En azından bir “değerler bütünü” olan insan ve hayâtı fikir ve duygu sistemleri üzerinden anlamak da bir yoldur. Böyle olmakla berâber, iş sanata gelince yollar çatallaşıyor. İdeolojilerin biçtiği elbise sanatkâra dar geliyor. Çünkü, ideolojiler, büyük filozoflarca konulsa da darlaşmak ve darlaştırmaktan kurtulamazlar. Açtıkları havuza girenlerin büyük çoğunluğu, cenneti garantilemek isteyen dînidarlar gibidir. Hadi misâli değiştirelim: Ucuz ve kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen kurnaz esnaf sınıfındandırlar. “İdeal”, ideolojide en çabuk aşınan değerdir. İdeolojinin kendisi de, insan da bu darlığı arar. Kalabalığın genişlik ve derinlikle alâkası kurnaz esnaf kadardır. Her ideoloji, bu mânâda kırpıla kırpıla geçmez akçe haline gelme potansiyeliyle doğar. Milletlerin ideali ve temel prensiplerini veren hayat görüşü, ideoloji içinde düşünmüyorum. O konu daha üst bir değerdir ve yüzyılların rengini, tadını, kokusunu taşır. Türk’ün cihan hâkimiyetini duyuran “Kızıl Elma”sı gibi. Orada, ideolojik darlığın aksine, ufukları aşan bir genişlik vardır. Sanatkâr, kabına ve darlığa sığmayandır. Bir ideolojiye bağlansa da aykırılıkları, taşkınlıkları kaçınılmazdır. Orada bir türlü rahat edemez. En keskin ideolojik tavır koyanlar bile böyledir. Meselâ, Nâzım’ın en büyük derdi Komünistliğin darlığı katılaştıran cenderesiydi. O ideoloji olmasa, başka bir kaynağa bağlansa, muhtemelen büyük bir şâir olabilirdi. Bunu ilk defa bu şekilde ifade edilmiş görenler
KÜN EDEBİYAT
şaşmamalıdır. Epeyce emin olduğum bir sanatkâr mizaç gerçekliği üzerinden fikir yürütüyorum. Bu noktada önemli bir noktayı işâret etmeliyim: Fikirsiz sanat belki mümkündür; çünkü fikri, duyuş ve düşünüşünde yaşadığı topluma ve dünyâya siner, yayılır, eklenir. Ancak, sanatsız ideoloji neredeyse mümkün değildir. Estetize edilmemiş fikrin insana ulaşması ve hayâtı mayalaması yaradılışa terstir. Böyle bir iç-içelik içinde, “angaje sanat” kritik bir meseledir. Büyük kâbiliyetler elinde, sanat seviyesine ulaşan ideolojik metinler, eserler çıkar. Büyük ekseriyet ise, slogan bağıranlara malzeme verir. Tehlike de oradan başlar. İdeolojiler olacaktır; ama sanatı ve sanatkârı sadece istediği şeyleri yüksek sesle ileten bir hoparlör gibi görerek ne kendine, ne de insana hizmet etmesi mümkündür. Şurası muhakkak ki, sanat bir sarf malzemesi değildir ve sanatkâr da bir ideolojinin işine yaradığı müddetçe varlığına müsaade edilecek bir meyve veren ağaç değildir. Bu duruma düşen orta seviyede sanatkâr ruhlardır. Büyük ruhlu sanatkâr, ele avuca sığmaz ve ideolojiler içinde de, bendini aşar gider.
Fahrettin BERBER İdeolojinin Edebiyatla Arası İyidir
Bir zamanlar ideoloji kelimesi zihnimde hep olumsuz çağrışımlar uyandırırdı. Bu konuda yalnız değildim üstelik. Çevremdeki pek çok insanın da benzer şeyler hissettiğini biliyordum. İdeolojilerin niye var olduğuna dair soruyu kendime sorma cesareti gösterdiğimde ideolojilerin bir işlevinin olduğunu fark ettim. İdeolojiler insanların bağlanma ihtiyacını karşılıyordu. Ancak bunu indirgemeci bir mantıkla her şeyi açıklayan bir formül arayışına dönüştürerek yaptığı için zihnimizde ideolojilerin yetersizliğine dair bir düşünce oluşmasına sebep oluyordu. Aslında hayatın karmaşıklığını, insan tavır ve davranışlarının değişkenliğini görmezden gelen bütün formül arayışlarının kaçınılmaz akıbetiydi yetersiz kalmak. Hayat ve insan formüle sığmıyordu çünkü. Sosyal bilimlerdeki ekollerin ve teorilerin dayandığı temel varsayımlar da genelde ideolojilerin sahip olduğu türden bir kırılganlığa sahipti. Kırılgan varsayımlardan hareketle muhkem yapılar kurmak pek mümkün olmuyor. Farklı dinlerin ve farklı kültürlerin şekillendirdiği insanlar aynı olaylar karşısında farklı tepkiler verebiliyorlar. Aslında her ideoloji, sosyal bilim ekolu veya teori, hakikatin bir parçasını elinde bulunduruyor olabilir. Ama sadece o kadar. Hakikatin sadece bir bölümünü elinde tutarak insan ve hayatla ilgili her şeyi tek bir şeyle açıklamaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan öteye gidemiyor. İdeolojilerin bunca handikabına rağmen edebiyatla arasının hiç de kötü olduğunu söyleyemeyiz. İdeolojiler edebiyattan yararlanarak çeşitli edebi ürünlerde iz bırakmışlardır. Bunların bir bölümünde bu izler çok belirginken bazılarında daha sofistike yöntemlerle belli belirsiz hale getirilmişlerdir. Bence ideolojik kaygılarla ortaya konan eserlerin başarılı örneklerini daha çok bu etkinin çok sırıtmadığı eserler arasında bulmak mümkündür.
GÖZLER YAĞMURLARA YARDIMA GELİR İhsan KURT Bir bâd-ı saba onsekizlerden Meltemler denizlerin iyodunu getirir Pür telaş tepelerden güneş batarken Ufuklarda renkleri esir eden kızıllık Anlık ihtişamın gururuyla yükselir Yağmurlar boğulurken denizlerde Gözler yağmurlara yardıma gelir. Bir azık çıkınında son lezzetin tadı Hayalleri ekşitir çağla hatıralar Sandallar ve deniz hep kartpostallardadır Roman ve filmlerdedir duyulanların sızısı Kekik kokuları gerçektir, gerçektendir Sevdaların yokluğunda yitikleri bilir Yağmurlar gözlere yardıma gelir. Yok oluşlar hep bir bir başlar Sarıya beyaza çalar benizler Ne kadar beklenilse de beyhudedir Çareler uğramaz artık duraklara Yeni baştan yaşandıkça pişmanlıklar Deniz, yağmur ve gözlerde suçlu aranır Yakılır mektuplar, yırtılır fotoğraflar. Bir yanda karlar yağar ağaçlara Öte yanda çiçekler güler dallardan Güneş ve deniz birbirini kovalar Rüzgârların kucağında yine iyot kokuları Kentlerin neon ışıklı ıslaklığında Uçmuştur onsekizlerden sevda yelleri Ne gözler görür, ne yağmurlar kalır. Yağmurlar gözlere yardıma gelir…
17
KÜN EDEBİYAT
Söyleşi: ETHEM BARAN Toplumsal bir düzen tesis etmek üzere neşet eden ideolojilerin, siyasal alandan çıkıp edebiyatı da kuşatır olması bir vakıa. Türk edebiyatı uzun bir süredir ideolojik kamplaşmaların etkisi altında. Bu noktadan bakıldığında edebiyat ve ideoloji arasında ciddi bir ilişki kurulduğu söylenebilir. Son dönem Türk öykücülüğünün önemli isimlerinden olan Ethem Baran’la bu bağlamda bir söyleşi yaptık ve edebiyat-ideoloji ilişkisini masaya yatırdık…
E
debiyat kavram olarak ideolojik bir boyut içeriyor mu? Doğasında bir ideolojiye yaslanma var mıdır?
Edebiyatçı, eserinde, herhangi bir biçimde bir ideolojiyi temellendirmese bile, metnin kendisi bir ideoloji temellendirir, diyor Macherey ve Eagleton onun söylediklerini daha ileri götürerek, genel üretim tarzı ve edebi üretim tarzına genel ideoloji, yazarın ideolojisi, estetik ideoloji ve metni ekliyor. Özetle metnin, kendinden önceki bir dizi aşamanın etkileşiminden sonra oluştuğunu vurguluyor. Ancak yazarın ideolojisini genel ideoloji ve metnin ideolojisiyle eşitlemek doğru bir yaklaşım değildir. Metindeki ideoloji metnin söylemediklerinde kristalize olarak vurgulanır; ideolojinin söylemek ya da göstermek istemediği şeyler metinde boşluklar olarak karşımıza çıkar. Edebiyat bize insanları ve hayatı anlatırken kendisini ideolojinin yerine koymaz, aksine onu bize dışarıdan gösterir yani onu hammadde olarak kullanır ve kendine özgü yollarla işleyerek dönüştürüp yeniden üretir. İşte bu dönüştürülen şey benzersiz ve indirgenemez bir bütündür. Edebiyat her şeyi konu e-
18
KÜN EDEBİYAT
EDEBİYAT ESERİNİN İŞİ SEVMEK YA DA NEFRET ETMEK DEĞİLDİR! “Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın yazdıklarına siyasal ideoloji penceresinden bakmak haksızlık değil midir? Sizin gibi düşünmüyor diye Yaşar Kemal’i, Orhan Pamuk’u, Peyami Safa’yı, Tarık Buğra’yı yok sayabilir misiniz? Cemal Süreya, Edip Cansever, Şükrü Erbaş okuyorken, İbrahim Tenekeci’yi, Arif Ay’ı okumamazlık edebilir misiniz?”
dinebilir. Siyaset de dahil. Siyasette taraf olmak edebiyat eserinin işi değildir, hem de yazarına rağmen. Siyasetçiler, politika yapanlar kendi siyasal ideolojilerinin egemen olması için her yolu denerler, onların siyasal bir kimlikleri vardır. Yazarın da politik anlamda bir siyasal kimliği vardır elbette ama eserinde bu kimliğinden uzaklaşmak ve yanında sadece edebi kimliğini taşımak zorundadır. Çünkü siyasal ideolojiler tarihsel olarak zaman içerisinde yanlışlanabilirler. Yapıları gereği siyasal ideolojiler doğru ya da yanlış düşünce biçimlerini savunabilirler. Hatta kendi savunucuları tarafından bile yanlışlanabilirler. Oysa edebiyatın bilgisi bilimsel bir bilgi olmadığı, onun temsilcisi olmadığı için doğru-yanlış düzleminde tartışılamaz. Edebiyatta, daha çok da romanda ortaya konulanların doğruluk ya da yanlışlık temelinde tartışılması, o eserler her ne kadar gerçeklerden hareket etmiş olsalar bile savunulabilir bir yaklaşım tarzı değildir. -Türkiye’de edebiyatın böyle bir içerik kazanması nasıl bir süreçten sonra oldu? Yanılıyor olabilirim, kapsamlı bir araştırma yapmadım ama 1950’li yıllarda edebiyat dünyasında kamplaşmala-
rın başladığını söyleyebilirim. O dönemde Türk yazarları yüzlerini önceki dönemlerden daha fazla Batı’ya çevirmişlerdir. Güncel tavırlar, moda akımlar ilgiyle izlenmiş, bir anlamda dünya edebiyatına daha yakından bakılmaya ve oradan bir şeyler getirilmeye başlanmıştır. Bir yandan köy gerçekçiliği ilk meyvelerini verirken, diğer yandan DP iktidarının köy ve köylüye yönelik uygulamaları sürmüştür o yıllarda. “Bunalım edebiyatı” denilen bir grup hareketi bir tarafta varlık gösterirken, kenti kuşatırken, başka bir grup yazar da köyü gündeme getirmiştir. Bu yıllardan başlayarak Türk edebiyatı Marksist bir perspektif içine sokulmaya çalışılmıştır. Toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışı 1970’lerde yeni bir kuşağın devreye girmesiyle çözülmeye başlamıştır. 12 Mart ve 12 Eylül’le birlikte yaşanan gelişmeler başka bir sohbetin konusu elbette. O dönemde üretilen eserlerin büyük çoğunluğunda yazarlar kendi ideolojilerini okura benimsetmeye kalkıştıkları için başarısız olmuşlardır. Dramatik boyutları olmayan, kuru, sığ düşüncelerle dolu romanlar kaplamıştır ortalığı. “Sanat, ideolojinin estetik hüviyet kazanmış biçimidir” tarzı anlayışların var olduğunu biliyorum. Edebiyatı amaç olmaktan çıkarıp araç olmasına çalıştığınız zaman edebiyatı elinizden kaçırırsınız. Nitekim belli kesimler için bu böyle olmuştur. -Bu gün kendilerini ideolojik bir duruşla tarif eden ve bu yüzden bölünmüş halde bulunan edebî mahfillerin var olduğu bir vakıa. Bu durum olması gereken bir durum mudur? Yukarıda anlattığım ve tabii ki birçoğunu anlatmadığım gelişme ve durumlara bakıldığında bu bölünmüşlüğü anlaşılır kılacak noktalar var gibi görülüyor. Ama olması gereken bir durum
mudur, diye bakıldığında öncelikle sonuçlarına bakmak gerekir diye düşünüyorum. Eğer bu durum, edebiyatımızı besleyen, canlandıran, zenginleştiren, diri tutan, önünü açan, enerji veren ve enerjisini yenileyen ve dünya edebiyatına katkı sağlayan bir durumsa oturup hep birlikte o açıdan değerlendirelim. Ne yazık ki böyle olmadığı görülüyor. Dünyada yepyeni bir edebiyat yaratılırken burada ayrı mahallelere çekilip kumda oynamayı nasıl değerlendirmeli bilmiyorum. Bazı isimleri birbiriyle karşılaştırıp yarıştıracağımıza hangi yabancı dillere çevrilmiş, hatta çevrilmiş mi diye bakmamız gerekmez mi? Sözgelimi Tanpınar Almanca’ya daha geçen yıl çevrildi. Bunca yıl ne yapıldı, ne yapıyoruz diye düşünmeli değil miyiz? Tabii, bizden mi sizden mi demeden önce okumamız gerekir ki, o da ayrı bir dert. Önce duruşuna bakılıyor yazar ya da şairin. Bakış o noktaya takılıp kaldığı için de yazdığına sıra gelmiyor. Bir anlamda, yazar ya da şairin durduğu yer, yazdıklarının bir işareti gibi algılanıyor ki bu da çoğu zaman bu düşüncenin haklı çıkmasıyla sonuçlanıyor ne yazık ki. -Çok tipik örnekler var. Mesela “Memleketim memleketim” diye feryat eden Nazım Hikmet’i milliyetçi muhafazakâr edebiyatçılar görmezden geldiler. Birçok şiirinde yoksulluktan, adaletsizlikten, ezilmiş insanlardan bahseden Abdurrahim Karakoç da sol tandanslı edebiyatçılar tarafından yok sayıldı. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu durumu neyle izah etmek gerekir? Baştan beri konuştuğumuz şeylerle ilgili bir durum bu. Edebi eserlerin niteliğini tek başına içerikleri belirlemez. Edebiyat eserinin işi bir şeyleri sevmek, bir şeylerden nefret etmek, şunu savunmak, buna karşı durmak vb. de-
19
KÜN EDEBİYAT
şeyi yoktur ve bununla bir çıkar sağlaması da mümkün değildir. Ya da en azından bunun için uğraşmamalıdır. Sözünü ettiğiniz oluşumlarda farklı değer yargılarına, dünya görüşlerine sahip insanların bir araya gelmeleri etrafında toplanabilecekleri ortak bir nokta bulmuş olmalarındandır diye düşünüyorum. Edebiyatı, sadece edebiyat eserini önceleyen insanların da hangi görüşte olurlarsa olsunlar bir araya gelebildiklerini yahut da son zamanlarda bu tür gelişmeler olduğunu memnuniyetle gözlemliyorum. -Dünyaya sizin baktığınız yerden bakmayan yazarları okur musunuz? Okursanız, bunu örneklendirmeniz mümkün mü? ğildir. O işi başka kanallardan gerçekleştirebilirsiniz. Bir öykü, bir roman, bir şiiri kendi anlamları dışında başka amaçlar için kullanmaya kalkışırsanız öyküyü, romanı, şiiri kaybeder, işlenmemiş düşüncelerinizle ortada kalırsınız. Düşüncelerinizin işlenmiş biçimi edebi eserin başka katmanlarında, arkaplanında üstünün açılmasını, keşfedilmeyi, simgelerinin anlamlandırılmasını beklemelidir. Yazar kadar okurun da sorumluluğu vardır bunun aşılmasında. Ne yazık ki, söylediğiniz gibi olmuştur ülkemizde. Üstelik okumadan, ön yargıyla karar verilmiştir çoğu
isim ve eser hakkında. Siyasete, günlük politikaya neredeyse siyasetçiden fazla sahip çıkıldığı, ilgi gösterildiği dönemlerde siyasi söylemleriyle öne çıkan yazar ve şairler ilgi devşirmiştir. Ama zaman her daim haklı çıkar. -Belli dönemlerde yayınlanan şiir ve öykü antolojileri var. Bu antolojilerde ideolojik seçkiden kurtulmak mümkün olmuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Antoloji hazırlamak zor ve sonuçları itibariyle nankör bir iştir. Her şeyden önce kimseyi memnun edemezsiniz. Oysa seçicinin bir beğenisi, edebiyat algısı ve seçme hakkı vardır. Ben antolojilere hazırlayanın kimliği üzerinden bakarım. Kimin hazırladığı önemlidir. Kütüphanesinde yeterli kaynağı olmadığı, okumadığı halde, duydukları, eşten dosttan topladıklarıyla ve siyasal duruşlarını gözeterek antoloji hazırlayanları biliyorum. -Birçok oluşumda, değer yargıları çok farklı insanlar rahatlıkla bir araya gelebiliyorken, edebiyatta bu niçin mümkün olmuyor? Çok düşündüğüm bir konu değil bu ama sanırım şöyle bir durum var: Edebiyatçıların, genel anlamda da sanatçıların egolarıyla ilgili bir açmaz sanki. Edebiyatçının eserinden başka bir
20
Kafka’nın ideolojisi neydi? Borges’in, Marquez’in, Kundera’nın siyasal görüşleri? Proust, Joyce, Woolf dünyaya nereden bakıyorlardı? Siyasal yönelimlerini bilsek bile, düşüncelerine katılmasak bile Tolstoy, Dostoyevski bize çok mu uzak? Çehov’u nereye koyacağız o zaman, Faulkner’i nereye? Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın yazdıklarına siyasal ideoloji penceresinden bakmak haksızlık değil midir? Sizin gibi düşünmüyor diye Yaşar Kemal’i, Orhan Pamuk’u, Peyami Safa’yı, Tarık Buğra’yı yok sayabilir misiniz? Cemal Süreya, Edip Cansever, Şükrü Erbaş okuyorken, İbrahim Tenekeci’yi, Arif Ay’ı okumamazlık edebilir misiniz? Edebi eserlerde illa ideoloji aranacaksa, yüzeyine değil, derinine bakılmalıdır. Ve o bakış bize elimizdeki eserin edebi niteliğini yahut böyle bir şey olup olmadığını gösterecektir. Kendimi bildim bileli okumalarımda siyasal ayrım gözetmedim. Ben sadece okuduklarımın şiir, öykü ya da roman olup olmadıklarına bakarım. Sanıyorum neyi kastettiğim anlaşılmıştır. -Edebiyat dergilerinde de ideolojik bir kuşatılmışlık göze çarpıyor. Her görüşün ayrı bir dergisi var. Biraz da dergiciliğin bu yönünden bahseder misiniz? Baştan beri konuştuğumuz ideolo-
KÜN EDEBİYAT
ji kavramı her alanı nasıl da kuşatmış görüyorsunuz. Aynı düşünce ve hisleri paylaşan insanlar bir araya geliyor ve bir dergi çıkarıyorlar. Herkes sevdiği yemeği pişirmeye çalışıyor, olan bu. Ama son zamanlarda bu konuda bir gevşemenin olduğu, sınırların esnediği ve karşılıklı geçişlerin başladığı, hatta alışverişin hızlandığı da muhakkak. -Son olarak; Kün Edebiyat’ın “her görüşe açık olmak” iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz? O zaman sözü bir Yozgat deyişiyle, Yozgatlı gibi bitirelim: “Doğru söze Hacı Emmin ne desin?”
ETHEM BARAN KİMDİR 1962’de Yozgat’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Yozgat’ta yaptı. 1983’te Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi ve Planlaması Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Güzel Sanatlar Eğitimi alanında mastır programına devam etti. Bir süre Gazi Üniversitesi’nde ders verdi. Uzun yıllar dergi yayıncılığı ve editörlük yaptı. Öykü, deneme ve eleştiri yazılarına çeşitli dergilerde yer verildi. İlk öykü kitabı “Sonrası Ayrılık” 1991’de yayımlandı. Onu 1994’te yayımlanan “Kurutulmuş Gül Mevsimi” (1994 Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü) izledi. “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” (2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü), “Unuttuğum Bütün Akşamlar” (2005), “Bozkırın Uzak Bahçeleri” (2006) adlı öykü kitapları Doğan Kitapçılık tarafından yayımlandı. Yazarın ilk romanı “Yarım” Şubat 2008 tarihinde okurlarıyla buluştu. Yine Doğan Kitap’tan çıkan öykü kitabı ”Evlerimiz Poyraza Bakar” 2009’da yayımlandı. Yeni kitabı “Bulut Bulut Üstüne” ise 2011’de çıktı.
EDEBİYAT VE İDEOLOJİ: İMKÂNSIZ AHENK Muhammet ERDEVİR
Y
aygın eğilim ideolojiyi felsefi, siyasi, dini, kültürel öğretilerin sınırlanarak, belli bir hedefe yöneltilmiş şekilde örgütlenmesi anlamında ele alır. Fransız Devrimi sırasında Antoine Destutt de Tracy’nin hayatımıza soktuğu bu kavram, fikrin bilimselleşmesine hizmet etmek için ortaya çıksa da özellikle Marksistler tarafından gerçekleştirilmek istenen siyasi hedefe ulaşmak için üretilen teorilerin ortak adı oldu. Kaçınılmaz olan ise ideoloji kavramının ortaya ilk çıkışında da, Marksist öğreti tarafından siyasi hedeflerle sınırlanmış şeklinde de doğrudan doğruya toplumdan beslenen ve toplumla yakın ilişki içinde olmasıydı. Bu yönüyle ideolojinin edebiyatla olan dansını yahut bilek güreşini incelemeden kültürel faaliyetlerin tam olarak anlaşılması mümkün değildir. İdeolojiyi bir siyasi/sınıfsal öğretiler bütünü olarak değil de bir fikir sistemi olarak incelemek istersek Fransız Devrimi’nin içinde doğduğu karmaşadan çok daha öncesine gitmek gerekecektir. Hz. Âdem ve evlatlarından oluşan ilk insan cemiyetinde de belli bir ideoloji vardı. Hayırdan yana olanlarla şerden yana olanların fikri çatışmasının temeli burada atılmıştı denebilir. Kur’an’ın ifadesiyle “Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim” demişti. Öteki, “Allah ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti. (5, 27)” şeklinde anlatılan bu olayda Kabil’i kardeşini öldürmeye iten sebeplerin fikri bir boyutu da vardı. Kabil’e hâkim olan zihniyet ona çıkarlarını görevlerinin önüne almasını vazediyordu. Aynı şekilde Habil’in fikir dünyası ise kulluk şuuru ve ödev anlayışı ile şekillenmişti ve onun fikir dünyası ölüm gibi kaçınılmaz ve ürkütücü bir son karşısında bile Habil’e eğilmeme, yıkılmama, kadere ve kazaya teslim olma gücü veriyordu. O günden bugüne insanlığın üzerinde düşüncenin dünya görüşümüzü, olaylar ve kurumlar karşısındaki tavır ve davranışlarımızı belirleyen bir gücü hep olageldi. İlk insandan beri toplumların hayatında belirleyici olan fikir çatışmalarının, dünya ve toplum karşısında takınılan fikri tavrın edebiyatta kendisine bir yer bulmaması, hatta belki de edebiyata sızmaması düşünülemezdi. Hem belli bir fikri empoze etme bakımından ideoloji ve edebiyat arasında tek yönlü bir ilişki vardır, hem de dünyaya karşı takınılan tavrın edebiyatı etkilemesi bakımından çok boyutlu ve katmanlı bir ilişki karşımıza çıkar. Henüz bugün anlaşılan şekliyle ideoloji kavramının uzağında olan Alevi Bektaşi şairlerinin nefeslerini, Tanzimat edebiyatçılarının eserlerini bir fikrin açıktan savunucusu olma bakımından okumak mümkündür. Düşünceden etkilenme bakımından ise toplumun sosyolojik, kültürel, dini, dil-
21
KÜN EDEBİYAT
sel, estetik birikiminin sanatlı bir dışavurumu olan edebiyatın düşünceden bağımsız olarak değerlendirilmesi güçtür. Düşünce ve edebi eser arasındaki bağı bu manada çok eskilere götürmek mümkündür. Edebi üslupla yoğrulmuş sanatlı sözün insan üzerindeki çarpıcı tesirinin çok erken zamanlarda keşfedildiği öngörülebilir. Öyle ki sanatlı sözü bireyleri ve toplulukları tesir altına almak için kullanmanın da gayet köklü bir yöntem olduğu sonucuna da rahatlıkla varılabilir. Söz gelimi Köktürk Abideleri birkaç hükümdarın sonsuzluğa seslenme ihtiyacından çok daha fazlasıdır. Aynı şekilde cahiliye devrinde Arap şairlerin şiirlerinin Kâbe’nin duvarlarına asılması da alelade bir ödüllendirme değildir. Benzer örneklere insanlık tarihinin her döneminde rastlanabilir. Her çağda ve her toplumda sanatlı sözden yararlanılarak hâkim zihniyet sonraki kuşaklara aktarılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte hâkim tavra muhalif düşüncenin de öyle kolay sindirildiği söylenemez. Düzenden, kurumlardan, toplumun gidişatından memnun olmayan aykırı her ses için edebiyat, kendini ifade etmenin en temel araçlarından biri olmuştur. Biz bugün edebiyat ve ideoloji deyince hemen hemen sadece 60’lı 70’li yılların sanatı ideolojinin emrine veren sığ Marksist tavrı ve bu tavrın doğurduğu tezli eserleri anlıyoruz. Oysaki ideoloji kavramını düşünce dünyası, düşünce de alınan tavır ve dünya görüşüne yakın manada değerlendirirsek edebiyatta gördüğümüz ideolojinin kapsamı bir anda genişler. Baudelaire’in bütün düşünce sistemlerinin uzağında kaleme aldığı “Elem Çiçekleri” eseri bile bu manada belli bir ideolojiye sahiptir. Baudelaire ve takipçilerinin ideolojisi bu manada yaşadıkları çağın “modern” düşünce sistemlerine karşı bir başkaldırı, edebiyat aracılığıyla yapılan bir itirazdır. Biz de Yahya Kemal’de Ahmet Haşim’de de benzer bir tavır görülür. Bu iki isim hece şiiri ve serbest şiir karşısında estetik tavrı korumuş ve belli bir geleneğin hem savunucusu hem de takipçisi olmuşlardır. Namık Kemal’in yahut tam tersi bir roman anlayışına sahip Ahmet Mithat’ın romanlarını ideolojiden bağımsız okumak mümkün mü? İdeolojiyi salt siyasal bir tercih ve telkin olarak okumak yanlışlığına düşülmediği zaman görülen tek bir hakikat vardır: Edebiyat düşünceden, topluma ve dünyaya karşı yakınılan tavırdan bağımsız düşünülemez. Toplumsal birikimin bir ifadesi olan edebiyatla, toplumun dünya görüşü ve düşünme biçimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ideoloji arasında sanatçıyı sınırlayan belki de bunaltan bir zorluk karşımıza çıkıyor. Bu zorluk edebi eserin yazılma sürecinde ideolojinin sanat karşısında nerede duracağıdır. Sanattan daha öne geçen bir ideolojiyle yoğrulan metin şüphesiz edebi değerinden gittikçe uzaklaşır. Sanat için sanat yahut toplum için sanat gibi sığ bir mantıktan daha öte bir sorun vardır karşımızda. Bir düşünceyi, bir düşünme tavrını yansıtmayan edebiyat eserleri sığlaşır, basitleşir, önemsizleşir. Doğru. Ancak sanatın ve edebi kıymetin önüne geçmiş bir düşünce, bir tavır, bir ideoloji de o eserden “edebiyat” olma özelliğini alır götürür. İşte burası edebiyatçının sırat köprüsüdür. Burada dengeyi sağlayabilenler bir Sezai Karakoç, bir Nuri Pakdil düşünceyi sanat aracılığıyla gayet sarih ve veciz bir biçimde sunmayı başarırken çokları ne yazık ki bu imtihanda boğulmaktadır. Edebiyatçıdan beklenen işte budur; iki değişken arasında kesin kuralları olmayan, yazılmamış kurallara sahip bir ahengi sağlamak. Bu ahengi sağlarken de imkânsızın sınırlarında edebiyatın, düşüncenin, sanatın ve bilgeliğin, hakikat avcılığı ve insani tavrın sözcüsü olmak.
22
SEVGİLİYE ÜLTİMATOM
Murat KOPARAN Avuçlar İsyan Ve bir çizgi Cüzi’den külli’ye Allahın emri. I. Duy ki, ben boşum Budanmamış dallarda bir kıymık Ellerim eller içinden seçilmez Ve rahatım ölüme bakarken Kendimde olmaksızım bu Kıstım ışıkları, kararttım televizyonu Sendekinde olmamaksızım bu Ve göze açılır eller Ve bir bebeği görmenin duygusallığındayım Mavidir teni Af edersin, sana banmak yakışmazdı Ama açım Tenhalığında duyarım adımdaki yankıları Bilirsin küllükte böyle dolar Devlet tanır beni Bize de yasa çıkar Duy ki, varsızlığınla öpüşüyorum Ağaçlar sonbaharı beklemez miydi? Isırılan elman olmak bir ihtimal Ve kafaya sıkmakta Sökülsün bu kollar Ben yazlarda sarılmayı sevmiyorum Ellerin ağzımı örtsün Kurşun girdiği yerden de çıkar Suyumu getirene dek Müezzinin ayağı kaymasın Belki bizden de bir insan büyür Dehşete özgü bir günah gibi titretiyor Dilkeşhaveran
KÜN EDEBİYAT
Ama bırakamıyorum birikmişliğimin sanrılarını Ne olur fon’un da duyduğun ritimlerin hüznüyle duy ki beni Kaşların kendiliğinden kalkar, gözlerini kapatırsın gözlerime Ve yüreğin beni anlar, Bir tanka sıkılan taş gibi Zambakların açtığı yere kaçalım ne olur Bu yüzden sıcaktır nefes Sahipsizliğimin Zerdüşt hali Bir kuyu bulalım ne olur Bir hira Zambaklar ürer zinnûr Örelim rahmeti ummakla bir kafes. II. Mi Sorguluyorum seni, senin için Umuyordum, meğer Şeriâtî beni söyler III Vakte kadarı bana duydurduğuna inandım Gecikmişliğim var sana, yarıldı ‘Öncende’ Keremallahü Veche’ydim Ali’msi yürüdüğüm yollarda, ayağımı yardın Ömer’imsi heybetimin başı eğik Farukken el aman Osman’ın terk edilmişliğine bıraktın Ve teslimiyetine ve kopan başa Beni sar, Babillere bırakma Öksüz duruşum bir yanılsama değil Benimde taş bağlamışlığım var karnıma Bana acı, acınmaların süzgecinden, örümcek! Bana, çünkü ağ kurmadı. Ama ben kahveni bakkaldan almayacaktım Kırkın yarısı kadar beklenmişliğim yok! IV Kere olamadıklarımı kıskanıyorum mesela —Kahra mesken tutuldu artık gizli bir izdir; bu, Gözlerimde kendini görmüşlüğün olaydım İlkin! Bu nasıl bir acıdır ya Rabbe’l âlemin Düşüreydin beni, kaleminin ilkin tutulmuşluğuna Beni söyleyeydi, beni çizeydi Mesela ‘’Yarım bir şeyler biliyorum adın mesela Biraz da esmerliğin ve som siyah gözlerin...’’ Olaydım ilkin ben. - olsun el’hamd’ına sığındım -nokta mı . Değil meas selam. Benim aşkım; ırkçı, söylemler söylerdi Dürüstü -enazındanduraktaotobüsbeklergibi-yılların cahilliğinde Bir benim, sen gülüyorsun, milyarların içinde yalnız kalıyoruz
Hayvanat bahçesindeki at değilim ben Yılkı uzaktaydı, ancak geliyordum sana ben Saçma bir şair düşürmüştü yoluna Şeyhimin şiirine maruz kaldın... mıhtı nal’a, Ezansız, saplantısız saplanmadım ki, Karum’un olmaya gelmedim. — Eşeklerin gözleri güzeldir-çünkü Semersiz, semerine varmış gibi eşek, Gönüllüyüm merakta kalma. V. Miyim ki an be an , yüzün sürülen dua.Yüzükse Trajedimiz var sevgilim, öncende de izleniyor olmamız Seviyorum ben seni ve uçuyorum Sûretten, sûretin sûretine. Kurul üzerime, kılma beni onlara istimlâk! Yoksa Duvarında olan lafzın yerine geçer beynin, var kurşun. Anla işte topraktan çıkan güzel çiçek mi ismin sadece Rayihan sinyallerden de taşar, severim üstüne bir sigara. Bâbil demiştim, bir bana aç bundan sonra Ki ben açarım, etten manaya geçersin, kitaplık kıskanır. Çarpıcı bir sözle emmedim kısır sütü - Bizbirbebeğebezenmişlikle - meraktaydık kendimize Şaşırttım. Kendimizsizliğimize bir kaşık ‘ben’ içirdim sana Doyuma düşmedik, tahta-oyulur olur rahle Çıktığı da oluyormuş gövdesinde bazı zamanlar da ismin Abdestsiz de seni kılarım takılmak için göğsüme muska. Korkma burada seni gören yok Çekinme, Sen ki, çok yazandın, bir benden mi esirgersin Bir benden mi kısarsın çeşmeni. Hakkı istemişliğinin en azından saf tevafukuyum ben, Ben safım ki korkma Sana kesilecek bir kol var, ayak var, baş var Dönencesini yaşama cahilliğine pişman yutkunmalarının Sana verilecek nefes var, Fotoğraf makinesi yok, araba yok, ev yok Satırların altı çizilecek kâğıt toplulukları var. Tutulma var Kendine tutkundurmayı bir mizaç sayma Bende asıl olan bir iman var. Sana çenebazlık şatırdamaları yapsam da kâfi gelir mi bilmem Şehrinin şaşasına yüz tutmuş görmüşlüğün var, Her ne yana dönersen ki bil ki Benim kıbleme serilmişliğin var Tane tane çekilmişliğin Nezarethanelerde kırılmış tırnakların öfkesi var bende Olay mıydı ki gözüne kaç gölge, kaç büstün eringeçliği kirpiğine Yer, sezer damar, mide migren Titremese miydi ki yaşlar süzmeleri Bana ne kadar bıraktın inciden. . .
23
KÜN EDEBİYAT
“YAĞDI YAĞMUR ÇAKTI ŞİMŞEK…” Aydoğan YAVAŞLI
A
radan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Güya şiir konuşacaktık. Çağırmışlardı. “Sen de gel; şiirden, şiirin sorunlarından filan konuşacağız,” demişlerdi. Nerde? Alsancak’taki Kültür ve Sanat Merkezi’nde… Üç kişi olacağız: sen, ben, bizimoğlan… Dinleyen olacak mı? Olur, olur. Bu gibi etkinliklerin müdavimleri var, hiçbirini kaçırmazlar. Onlar da konuya hazırlıklı gelirler zaten. Çok kazık sorular sordukları da oluyor, ona göre. Elden ne gelir; kulunuz ta ilkokuldan beri böyledir: Üstüne bir vazife düştü mü, mahcup olmamak için çalışır, didinir, en iyisini çıkartmaya çalışır. Karşısındakini ciddiye alır. Ciddiye almanın önemine inanır. Uzatmayayım: Gene öyle, aynını yaptım: Yatarken, kalkarken, yürürken, gökyüzüne bakarken, yıldızları sayarken, türkü dinlerken filan beynimin % 99’uyla hep ne konuşacağımı tasarladım durdum. Şunu şöyle mi desem, bunu hiç demesem mi? Haa bak, şu konuya da dikkat çekmekte yarar var. Buraya dikkat çekmezsem eksik kalır. Şu da önemli… Sonunda kâğıda kaleme sarılıp notlar almaya başladım. Vay anam babam, vay! Öyle doğurgan, öyle dişi bir konu ki, dallanıp budaklanıyor, oradan öteye sıçrıyor, şuradan yeni bir filiz veriyor, durmuyor, gene açılıyor filan… (Meraklısına Not: O söyleşi gerçekleşmedi. Bana nedeni ile ilgili bir açıklama da yapılmadı.) O notlarımı paylaşmak istiyorum izninizle. Hem böylece, kitaplığımın raflarında -neresinden bakarsanız bakın- beş yıldır beklediği için yavaş yavaş sararmaktan (ve kaybolmaktan) kurtulmuş olacaklar. 1. İnsan neden (şiir, roman, hikâye…) yazar? 2. Hayat ağacına yazarak çentik atmanın “te-
24
mel içgüdü”sü nedir? 3. Çekmeceye yazmak, yayımlamak için yazmak. Arasındaki farklılıklar. 4. Şiirin dolaşıma çıkma aşamaları: a) Dostlara okuyarak paylaşmak b)Dergilere göndererek yayımlanmasını sağlamak c)Hemen kitaplaştırmak d)Arenaya bir ödülle girmek. 5. Şiir(ler)i dergilerde yayımlanan şairin beklentileri nelerdir? 6. Birçok dergide görünme hastalığı. İlkesizlik. Nicel palanda çoğalırken nitelik olarak gerileme. 7. Dergi mutfakları nasıl çalışır? 8. Dergilerin sahip ve sorumlularının şairlerden bekledikleri: a)Süreğenlik b)Abonelik c)İçtenlik d) Dostluk 9. Şairin adı-Derginin adı (Varlık/Yaşar Nabi, Adam Sanat/Memet Fuat vs.) 10. Farklı dergilerde sıklıkla görünmenin dayanılmaz hafifliği 11. Dergilere göre yazmak. Şairin oportünizmi. 12. Cahil şairler (Hormonlular, beslenme bozukluğu olanlar, doğum hataları, ideolojik altyapı eksikliği…) 13. Etkilenmemek için -kendisinden başka hiç kimseyi- okumayanlar. Cehaletiyle öğünme hastalığı. 14. (Türk ve dünya şiirinden habersiz) Fiyakacılar. Kariyer ve konfor düşkünleri. 15. Sahipliğini (sorumluluğunu) üstlendiği dergiyi bir tür kürsüye ya da atış poligonuna çevirenler. 16. Dergi çevresinde cemaat oluşturma (Mürit-mürşit ilişkileri) 17. Festivallerde, kültür-sanat ve edebiyat arenalarına bir dergi çevresi olarak güçlü görünmek için çıkmak. İktidar saplantısı. 18. Dergilerde yalnızca şiirleriyle görünenler. Dergilerde şiirlerinin yanı sıra şiir sanatı ile ilgili yazılarıyla görünenler.
KÜN EDEBİYAT
19. Soluksuz şairler. Kabız şairler. İshal şairler. Hayal kırıklığına uğrayanlar. 20. Yayın organlarında “şiir değerlendirmesi” yapanlar. Şairlerin yaklaşımları. Öznellikle nesnellik arasına sıkışma. Böylece şu not kâğıtlarını saklamaktan kurtulmuş oldum; sebep olanlara tek tek teşekkür ederim. KÜN için yeniden baktığımda yukarıdaki 20 maddeye bir o kadar daha eklenebileceğini gördüm. Belki bu da bize, şiirin ve ona ilişkin sorunların ne kadar canlı ve doğurgan olduğunu gösteriyor. Eklenebileceklerle birlikte bunların her biri, şiirle ilgili tartışma ve söyleşilerde birer ana başlık olabilir. Şiire gönül vermiş özellikle genç arkadaşların bu konu başlıklarına kafa yormalarını beklemek hakkımızdır, diye düşünüyorum. Tabii yeri gelmişken şu ideolojik altyapıdan da birkaç cümle ile söz etmek hakkımızı baki tutarak… Onsuz olmaz çünkü, kesinlikle olmaz. Üdebanın/ şuaranın yaşadıklarıyla ilgili bir “duruş”u olmalı. Yaşadıkları hakkında şöyle ya da böyle bir düşüncesi olmayan, o düşüncesinin disiplini içinde bir tutum ve tavır geliştirmeyene yazar, şair veya sanatçı demek mümkün olabilir mi? Hem efendim, kim ne derse desin: Şair elbet yazdıklarından sorumludur. Ama yazmadıklarından da sorumludur! Dahası, yazarın ya da şairin hası, soylusu, tarih boyunca hep ezilenlerden yana olmuştur, olagelmiştir. Öyleyse şaire düşenin dünyayı ve hayatı diyalektik gelişimi içinde kavramak, ona göre bir tutum geliştirmek ve doğru bildiği yönde mücadele etmek değil midir? Ama bugün yakıcı olan, bence şudur: Ey şuara! Söyler misiniz bana, neden kendinizden başkasını okumuyorsunuz? Şiir -özellikle son zamanlarda- neden bu kadar çok gözden düşmüş hissi veriyor? Şiir kitapları kitapçı raflarından neden (evet, ne yazık ki!) kovuluyor? Sakın halktan koptuğu, halkın sorunlarından uzaklaştığı ve yalnızca söz oyunlarına dayalı bir tür oyun gibi algılandığı için olmasın!? Genç şair arkadaşlarıma -âcizane- bir tavsiyem olacak: Yunus’un, Pir Sultan’ın, Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın ve dahi diğerlerinin neden yüzyıllar sonra bile unutulmadıkları konusunda ciddi ciddi kafa yorsunlar. Neden sokaktaki adamın bile belleğinde Yunus’tan, Karacaoğlan’dan ya da Pir Sultan’dan birkaç dize olsun vardır; bir düşünsünler bakalım. Genç şair ya da şair adayı arkadaşların tabii ki kendilerine göre bir cevapları olacaktır ama kendi payıma ben, bu gerçekliğin temelinde önce yalın olmalarını, ikinci olarak da içinde bulundukları maddi üre-
tim ilişkilerini görüyorum. Hatta burada ikinci olarak betimlediğim gerçekliğin esasen bizatihi yalınlığı (sadeliği) de içerdiğini söylemek isterim. Öyleyse belki de yapılması gerekenler şunlardır: Önce kendi şiir sanatının gelmişini geçmişini adam gibi özümseyeceksin. Saray edebiyatı diyerek Divan Edebiyatını, köylü edebiyatı diyerek Halk Edebiyatını küçümseyemeyeceksin. Bâki’den, Fuzuli’den ses’i, Yunus’tan, Karacaoğlan’dan seslenme’yi öğreneceksin. Evrensel kültüre ulusal kültürden hareket ederek vakıf olmaya çalışacaksın. Çalışacaksın. Okuyacaksın. Anlayacaksın. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi, “kırk defter doldurup kırkını da yakacaksın, kırk birinci ile okurların karşısına çıkacaksın.” Aksi halde yazımın başlığındaki cümlenin diğer yarısını söylerler; o zaman hiç darılma!
GÜZEL OLUR Yusuf ÖZCAN Allah için kıblegâha dönünce Sabah güzel olur tan bayram eder Pervanece Hakk aşkına yanınca Semah güzel olur can bayram eder Kişi rıza ile büker başını Kirpik boya bulur göz nakkaşını Şakıyanda diller gönül marşını Segâh güzel olur çan bayram eder Asumana uyar yerin mihengi Savrulur tennure bulur ahengi Kullar huşu ile söyler gülbengi Salah güzel olur an bayram eder Arifler Hây için posta derilir Kamiller ceminde berat verilir Kızıl güller namlulara sürülür Silah güzel olur şan bayram eder Meclisi Ali’de melekler uçar Yaratan Yusuf ’u bırakmaz naçar Kalbin dükkânını besmele açar Siftah güzel olur nan bayram eder 25
KÜN EDEBİYAT
İSMET ÖZEL ve HİLMİ YAVUZ ŞİİRİNE DAİR Halil DERVİŞ
G
erçek Hayat dergisinin 22 Ekim 2012 tarihli sayısında Server Bedii imzasıyla ilginç bir mukayese vardı. Mukayesede son dönem Türk şiirinin iki önemli ismi, İsmet Özel ve Hilmi Yavuz, yedi madde ile karşılaştırılmış ve adeta “İsmet Özel iyidir Hilmi Yavuz kötüdür” demeye getirilmiş. Bu maddelerden birkaç tanesi yaşam tarzları, beğenileri, tercihleri ile ilgili olduğu için bahse lüzum yok. Çünkü her insanın yaşam tarzı özeldir ve kimin ne yeyip ne içtiği, ne giydiği, nerelerde vakit geçirdiği kimseyi ilgilendirmez. Eğer bir magazin muhabiri değilseniz tabii… Ancak şairlikleri ile ilgili olan maddeler üzerinde durmaya değer. Zaten öyle anlaşılıyor ki bu iki isim şairlik sıfatları hasebiyle mukayeseye tâbî tutulmuş. İlk maddede, İsmet Özel şiirinin kalbî, Hilmi Yavuz şiirinin aklî olduğu iddiası var. Acaba gerçekten böyle mi? İsmet Özel şiiri gerçekten kalpten mi geliyor ya da kalbe mi hitab ediyor? Gençlik dönemini Erbain’i neredeyse kutsayarak geçiren biri olarak iddia edebilirim ki, İsmet Özel şiirinin yolu artık kalbe uğramıyor, zihinden ve akıldan geçiyor. Kaynağı da öyle… Bunu görmek için şairin kelime kadrosuna, hatta sadece şiir başlıklarına bakmak kifayet eder. Hangi kalp “Az Naza Teke Tosa” ifadesiyle hislenir, hangi ruh “Yılık Koşma” ile incelir? Kaynağı kalp olan bir şiirin, ılık ılık kalbe akması gerekmez mi? Oysa Hilmi Yavuz şiiri, iddia edilenin tam aksine, kalbîdir. Başka hiçbir misale hacet yok, “Hüzün ki en çok yakışandır bize” mısrası şiirle kalp arasındaki irtibatı tesis etmeye yeter. Onun şiiri, mazi birikiminin damıtıldığı bir imbikten çıkmıştır ve okuyucuyu en kötü ihtimalle kalbinden, gönlünden, ruhundan yakalar. Bunu yaparken de hiçbir komplekse mahal vermez. İsmet Özel şiiri “yerli” değildir, bu toprağın insanlarına hiçbir şey söylemez. Dahası, bu toprağın insanlarını hor görür. Ne halk şiirinin izlerini bulursunuz onun şiirinde ne divan şiirinin. (Hakkını yemeyelim, bir şiirinde Nef’î’nin adı geçiyor: “Baksan bulacak mısın/ Koca İstanbul’da/ Nef’î diye bir semt/ Ama Bayram Paşa var..”) Hilmi Yavuz şiiri ise modernize edilmiş olmakla birlikte hâlâ ve ısrarla “yerli”dir. Cemiyet hayatında yaşanan değişimlere duyarlıdır, bu toprağın insanını hangi duygular kuşatabiliyorsa onun peşindedir.
26
Bir de şu var, İsmet Özel şiiri tek kanatlıdır, Hilmi Yavuz’unki ise çift. O yüzden ilki düşe kalka gider, tökezler, tökezledikçe hırçınlaşır; diğeri çifte kanatla özgürce uçar, dingindir. İsmet Özel şiiri tek kanatlıdır, çünkü sadece batı şiirinin, özellikle Fransız şiirinin etkisindedir. Kendi ifadesiyle “Parizyen işve” sahibidir. Onun için şiirlerinde mebzul miktarda Fransızca kelime ve cümle bulunur. Bu kesmez Özel’i, şiir kitabının ismini İngilizce koyar: Of Not Being A Jew… Gelenekten uzak, daha kötüsü gelenekle hasımdır, intikamcıdır. Şiirlerinde yer yer kullandığı terkipler sahtedir, yapıştırmadır ve şiirin genel yapısıyla uyumsuzdur. Onun şiirindeki ses hep mekaniktir. Sadece ses benzerliği nedeniyle bir araya getirilmiş kelimelerden “şiir yapmak” gibi bir eğilimi vardır İsmet Özel’in. Bu da şiirine sahte nazarıyla bakmayı ilzam eder. Hilmi Yavuz şiiri ise, batı geleneğine olduğu kadar kendi şiir geleneğine de yaslanır. Şiiri, bir zevk-i selimin ürünüdür. Ona göre şair “elinde ulu bir ağaçla oynayan” kimsedir. Şiirin yüceliğinin, bir üst dil oluşunun farkındadır. Kelime kadrosuna bakıldığında; ay, çöl, rüzgar, tül, ipek, sahtiyan, kaftan, ayazma, gül, yakut gibi her biri bir mazmunu hatırlatan latif kelimeler görülür. Hilmi Yavuz şiiri içinde hep bir “altın tüy” gizler ve o sebeple okuyucuda bir hüzün halesi oluşturur, gözleri nemlendirir. Hem batı hem doğu geleneğiyle beslenmesi çok kıvamındadır Hilmi Yavuz şiirinin. Verlaine’i sevdirdiği ölçüde Nedim’i de sevdirir. Bir başka ayırım noktası da, şiire yükledikleri vazife ile ilgili olarak göze çarpar. İsmet Özel şiiri, şairin yaşadığı reel dünyadan duyduğu tiksintiyi ifade eder ve marazîdir. Şiir ona göre dünyayı kurtaracaktır. Bu yüzden İsmet Özel şiirle bir şeyler vaad eder, şiirin siyasal bir gücü olduğunu iddia eder ve bu gücün kendi başını döndürdüğü kadar dünyanınkini de döndüreceğine inanır. Hilmi Yavuz’da ise şiir sözün estetiğidir. Bir “siyasa”sı olamaz. Reel dünya, tiksinilesi bir şey değil, yaşanası bir şeydir. Hüzün de bu dünyaya aittir sürur da. O yüzden Hilmi Yavuz şiirinde sloganların yeri yoktur. Son olarak; İsmet Özel şiiri insana çemkirir, Hilmi Yavuz şiiri ise ya tebessüm eder ya da hüzünle bakar!
KÜN EDEBİYAT
EMSALİM KEREM ve BEN Ahmet YOZGAT 1/: Her şey tabii mecrasında akardı, Kara kuru bir köy çoğu iken ben, Ve tabii ki emsalim Kerem, Komşumuz Celal emmiden kalma kırık kavalı çalardık, Hepi topu üç ya da beş notayı kullanarak. *** Gözümüzün hizasına gelen minyatür bir Kaf dağı olurdu, Güneşe karşı bağdaş kurduğumuz harita üstü. Bir ben üflerdim “do re mi” yi, Bir de yaşdaşım “mi minörü”nü sevdiğinin. İşte tüm olan o anda... Işıktan çağlayanlar dökülürdü yazgısına Kerem’in, Aslı’nın zülfüne karalar çalınınca, Kilimler dokuduğuna tanıklık ederdim, Mafsalları çorak ellerinin... *** “Karalar çalınınca” dedim de, Ben sevmezdim “Karakoyun türküsü”nü kavalın lisanınca, Bağlamaydı bana göre Kızılırmak. Her taştığında Kızıl’ın şaşardım ve ben de taşardım, Çünkü evimiz tam kenarındaydı suların türküsünün. Ben kaçardım ya arkamdan sevdam kovalardı, Göğsümden iten bir rüzgara yakalanırdım. Nisanın gözlerinde delirmişliğim aynada yansır gibi, Yüreğime yüreğime batardı. İçimdeki mahpus aslan su başına inerdi akşam üstü, Eee, o da canlı nihayeti, Kerem gibi yanar ve su isterdi, Aslı’nın zülfüne karalar çalınınca... 2/: “Karalar çalınınca” dedim de, Evet, yakalardı beni karanlıkta kendinden kaçtığım türkü, İstemezdim, Kerem de tutulsun bencileyin bir aşka, İsterdim yaştaşım çalsın sonsuza kadar,
Karakoyun havasını Kızılı’ın kıyısında. Ve dinlesin Aslı, Yaslı yaslı... *** Kara kuru bir köy çoğu iken ben, Ve tabii ki emsalim Kerem, Komşumuz Celal emmiden kalma kırık kavalı çalardık ya, Fışkıran her su zerresi kavalın damağında bir deli ışkın olurdu, Her hücremden delişmen arzular sürülürdü Fizan diye bir ile, Beynime ise kaval kaval işlenirdi oturduğum harita, Belime dolanan bin kilitli kemer olurdu, Kor ateşten bir parmak, Tutar bağlardı Kerem’i kıskıvrak Aslı’nın kararan teli, Beni ise seline kapıldığım o arsız Kızılırmak, Alır alır çalardı karakoyunun en olmadık yerine... 3/: Şu akşamüstlerinin dayanılmazlığı yok mu, Yaşamın ve kavalın sırrı burada işte, O sır ki benim, senin ve her kimsenin, Bent olur yüreğine karakoyun dizelerinin. *** Ne zaman ki sellerini tutmuşsa bir haziran, Kızıl’ın Bir atımlık barutunu yakmıştır. Dem kırmızı kanıdır mor dağların kızı tavşanın, Ve yetmiş yedi lisanı bilen kavalın, Göğsünde kenger devşirdiğim bağlamanın... Kara kuru bir köy çoğu iken ben, Ve tabii ki emsalim Kerem, Komşumuz Celal emmiden kalma kırık kavalı çalardık ya hani, Şu yanı göğ ekin olurdu artık Kerem’in, Bir yanı ise yeşil çayırlıklar üzerinde çay demlerdi, Aslı gelirdi alt yoldan... Bana ise görünürdü son kez sürülmek buralardan..
27
KÜN EDEBİYAT
GEOTHE’NİN OKUDUKLARI ve ETKİLENDİKLERİ İhsan KURT
A
lman şair ve yazarı Johann. W.V. Goethe diğer eserlerinin yanında bizde daha çok “Doğu-Batı Divanı” ile tanınır ve hatta sevilme nedeni de bu eserdir denebilir. Alman edebiyatçılara göre Faust’tan sonra Goethe’nin en önemli ürünü olan bu eserde Kuran’a ve Hazreti Peygamber’e olumlu duygularını ve düşüncelerini yansıttığı düşünülür. Galiba en çok okunan eserlerinden birinin bu eser olmasının sebebi içerisinde de bu düşünce vardır. J.W.V. Goethe’nin “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” adıyla dilimize çevrilen eserini okurken aklıma birçok söz ve o sözlerin çağrıştırdıkları geldi. Bunlardan Fransız şair ve fikir adamı Paul Valery’nin, “Arslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur” sözüyle bir-likte “Üslubu lisan; aynıyla insan” veya “üslubu beyan, aynıyla insan” sözü de aynı doğ-rultuda yorumlanabilir. Ayrıca Refik Halit Karay’ın “Bu üslup, ruhumun yazıma akseden hâletini gösteriyor” demesi en azından Goethe’nin adı geçen eserini onaylar nitelikte sözlerdir. Bu konuda yapılacak bir çalışma ile örneklerin çoğaltılması da söz konusu ola-bilir. Goethe “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” adındaki eserinde birçok konuya değinmiş olmasına rağmen ağırlıklı olarak hangi yazarları, şairleri ve eserleri okuduğunu okuyucuya haz veren bir üslupla anlatmaktadır. Öyle ki bu anlatımda ne bir eziklik, ne de bir aşağılık duygusunun kırıntısına bile rastlanmamaktadır. Yani zengin fikir sofrasını okuyucuya mütevazı bir şekilde açmaktadır. Bir anlamda bizim misafir severlikte yaptığımızı Goethe yazı hayatında yapmıştır. Özellikle adı geçen eserinde okuyucuya karşı ev sahipliğini gereğince yerine getirmiş olduğu da söylenebilir. “İnsan yazdığı şeydir” görüşü de dikkate alınırsa Goethe’nin neden büyük bir şair ve yazar olduğu daha iyi anlaşılacaktır sanıyorum. Çünkü o fikirlerini oluşturan ve onu “Goethe” yapan yetiştiği ve etkilendiği kültür sofrasına okuyucularını büyük bir misafir-perverlikle davet etmekte, bunda da bir mahsur görmemektedir. Onun düşünce sofrası belki herkese değil ama onu her okuyana açıktır. Neleri okuduğunu, nelerden etkilendiğini de hiç-
28
bir komplekse kapılmadan yazmıştır. Eserinde bahsettiği kitap ve yazarların dönemi içerisinde tanınmış veya tanınmamış olmasına pek bakmadığı veya bu tür bir ölçüye gerek duymadığını da vermiş olduğu örneklerin bazılarından çıkarmak mümkündür. Aslında bu tür bir davranışa psikolojik kişilik açısından bakıldığında; sadece kendisine güvenen, kendisini doğal olarak ifade eden bir kişiliğin ötesinde tam anlamıyla sağlıklı bir kişilik yapısına sahip olduğu değerlendirilmesi de yapılır. Eğer söz konusu olan bir sanatçı, bir yazarsa benzer davranış daha da önem kazanır. Goethe, bu hacimli eserinde bazıları Türkçeye de çevrilmiş olan Fénelon’un Telemakhos’undan, Daniel Defo’nun Robinson Kruso’sundan önemle bahseder. Bu eserlerin etkilerini kesinlikle inkâr etmez. Ancak o sanatçı tarafını oluşturan ve tesirlerini bir tevazuu üslubu ile kabul ettiği başka yazar ve eserlerinden de bahseder. Goethe, hayatında bir hakikat olarak etkilendiği bazı yazar ve eserleri sıralamaktan, hatta bunları eserinin sayfalarında birçok defa tekrar etmekten gocunmaz. Hatta bunun sebeplerini de sıralar. O aynı zamanda okuduğu yazar ve eserlerinden neden övgüyle bahsettiğini de açıklamaya çalışır. Bu açıklamalarında bilgiçlik taslamadan okuyucuya, özellikle düşünce avcılığına çıkmış dikkatli okuyucuya bazı mesajlar vermekten de geri durmaz. Goethe’nin “Yaşamımdan Şiir ve Hakikat” adındaki 840 sayfalık eserini okuduğu-muzda; Lord Anson’un “Dünya Seyahati”nin, Kopp’un “Kurtarılmış Kudüs”ünün, Klopstock’un “Mesih” (Messais)inin, Moser’in “Aslan İninde Daniel”inin, Goethe’yi şöyle veya böyle etkilemiş olduğunu anlıyoruz. Daha doğrusu yazar bunu açıkça ifade ediyor. Racine, Molière, J.J.Rousseau, Neukirch, Corneille, Herder gibi yazarlar da, Goethe’nin doğrudan eserinde ifade ettiği gibi etkilendiği, en azından takdir ettiği ve sevdiği yazarlar arasındadır. Bu yazarların eserleriyle karşılaşmasında aktardığı kadarıyla Goethe’nin babasının zengin kütüphanesi çok etkili olmuştur. Ancak onun adı geçen eserinde sanki ana-babalara ve çocuk eğitimcileri-
KÜN EDEBİYAT
ne bir mesaj vermek istercesine; “Çocukluğumdan beri tuhaf bir alışkanlığım vardı, kitapların başlangıçlarını ve bir yapıtın bölümlerini her zaman ezbere öğrenirdim, önce Musa’nın beş kitabını, arkasından Aeneis ve değişimleri böyle çalışmıştım” diye yazması da manidardır… Bu durum yetişkinlikte okuma alışkanlığının kazanılmasının temellerinin en azından ta çocukluk dönemlerinde atılması gerektiği gerçeği Goethe örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Goethe’nin eserini okurken bende birçok çağrışımların yanında özellikle bir konu dikkatimi çekti. Bizden birçok yazarın benzer anlayışta eserlere sahip olup olmadığı konusunda zihnimde kocaman bir soru oluştu. En azından okuduğum eserlerde doğrudan bu tür itiraflara pek rastlamadığımı söyleyebilirim. Özellikle son dönem şair ve yazarlarında etkilendikleri veya sevdikleri eserlerden bahsetmeleri sanki onların sanat yönüne olumsuz şekilde yansıyacak gibi bir tereddüt içerisine girerek çekinildiği görülmektedir. Ya da politik cümlelerle bu tür konular kapatılmaya çalışılmaktadır. Oysa özellikle “kendi” olabilen, “güncelin”, popülizmin geçici cazibesine kapılmamayı başaran ve aynı zamanda birçok kaygıdan uzak kültürel temellerini sağlam oluşturmuş olan sanatçı, yazar ve şairlerde işaret edilen kompleks oluşmayacaktır. Şimdilerde bazı yazarlara özel olarak “kimlerden etkilendiniz?” sorusu sorulduğunda bazıları soruyu ya geçiştirmiş ya da bazıları yuvarlak, kapalı cevaplar vermeye çalışmış, ancak birkaçı da açık ve anlaşılır cevap vermekten kaçınmamıştır. Çok ilgi çekici olan ancak bizim klasiklerimiz arasına girmiş bazı yazarlar için bu durum söz konusu edilemez. Onlardan bazıları Goethe gibi kendilerinin kültür temellerini açıkça ortaya koyan müstakil bir eser kaleme almamış olsalar da kendilerine özel olarak sorulan sorularda etkilendikleri yazar veya şairleri ve okudukları eserleri açıkça ifade etmekten çekinmedikleri söylenebilir. Goethe’nin okuma serüvenini bir başka yazımın konusu olarak düşünüldüğünden mesele burada uzun uzun bahsedilecek değildir. Sadece sanatçı ve etkilenme kapısını açık bırakarak bizim yazı dünyasından da bazı örnekler vermenin mümkün olduğu söylenebilir. Nasip olursa bu konu da bir başka yazıda ele alınacaktır.
DALGIN FESLEĞEN ve MUM SESLERİ İlhan KAYHAN Üstad Sezai KARAKOÇ’A hürmetle… Ne günde uyanır dalgın fesleğen Kalbinde en derin bir izle açan Deniz korkusunu kuşanır beden Anlık bir telaşla yağmurdan kaçan Ne günde uyanır dalgın fesleğen
Eldiven hırsızın suç ortağıdır O sabah sen benim kapımı çaldın Saçların bir gencin ilk yatağıdır Masal dinlemeden uykuya daldın Eldiven hırsızın suç ortağıdır
İstasyon bağrında bir zalim çengel Bilmek istemiyor anneler bunu Bir eski şal ile yanıma sen gel Hep beklenecektir gecenin sonu İstasyon bağrında bir zalim çengel
Lambalar kırılır artık bu akşam Mum sesleri bana söylesin şarkı Kadehler sununca yalancı adam Ben yolcu sen suskun nerede farkı Lambalar kırılır artık bu akşam
Açılsın artık o esrarlı kutu Üşüyor ellerim dün hasretiyle Tütünler sönünce başlıyor korku Gururum heybemde sahipsiz köle Açılsın artık o esrarlı kutu
Üst üste kınalar yaktığın elin Bilir mi çantamda bir ihanet var Saklamış mendili hummalı gelin Gizliden gizliye ardımdan bakar Üst üste kınalar yaktığın elin
Taçlansa başında Gülhane parkı Galata köprüsü yere eğilir Uzaklardan gelen afsunlu takı Gözlere çekilen perdeyi indir Taçlansa başında Gülhane parkı
Bir tuzak koparır yanık parmağı Işıtmaz yıldızlar üç gün üç gece Kirletir bakışlar bir al yanağı Ardından bir dua gelir gizlice Bir tuzak koparır yanık parmağı
Nasıl çağırırdı gözyaşın senin Tramvay içinde bir gül denizi Kulağa fısıltı söyle ne için Kötüyle iyinin bak ayak izi Nasıl çağırırdı gözyaşın senin
Bekliyor artık o ürperten hayal Uzakta kaybolan haykırış gibi Bozok yaylasında tükendi mecal Kör kurşun sığınak arıyor şimdi Bekliyor artık o ürperten hayal
29
KÜN EDEBİYAT
GENÇLİK ve TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ Dr. Mehmet GÜNEŞ Bu makâlenin muhâtabı özellikle gençlerdir... Bu yazı; “yaralı ve muğber olan” bir neslin yaşadıklarının yazıya dökülmesi, tecrübelerinin aktarılması olarak telâkki edilmeli ve “delikanlı üniversite öğrencileri” tarafından hassaten okunmalıdır...
İ
nsan hayatının; en duygusal, en coşkulu, en ideâlist, zihnî konforu en yüksek, yönlendirilmeye en müsait, ama her şeye rağmen hayatın en güzel çağı gençlik dönemidir... Gençlik; âilenin umudu, toplumun geleceği, bir milletin nabzı ve yarınların teminâtıdır… Gençlik; kanın akıldan daha hızlı aktığı serâzat bir zamanın, duyguların kabına sığamadığı delifişek bir feverânın, gönlün “alı görüp ala, şalı görüp şala” heveslendiği rengârenk bir heyecanın, istikâmetin çok kolaylıkla hayra da şerre de yönlendirilebildiği bir âfet-i devrânın ve hayatın en hırçın medd ü cezirlerine mesken olan dalgalı bir ummânın adıdır… Gençlik, insan hayatının; en önemli, en problemli, en saf, en tuhaf, en gerilimli, en verimli, en enerjik, en kritik, bilgiye ve tecrübeye en muhtaç, sevgiye ve ilgiye en aç, istismara en açık ve savrulmaya en müsâit dönemidir… Gençlik; korkmayan göz, çiğnenmeyen söz, hayata meydan okuyan çağ ve en çok heyelan meydana gelen dağdır… Gençlik; günün sabahı, hayâtın baharı, meyvelerin çiçeği ve milletlerin geleceğidir... Gençlik; ihtiyarların yeniden yaşamak, çocukların biran evvel kavuşmak istedikleri hayatın en fazla özlenen devresidir... Gençlik; hissiyâtın çağlayanlar misâli aktığı, kendine güvenin zirveye çıktığı, nefsânî arzuların şâha kalktığı, her alanda “vâroluş” duygusunun şâhikalaştığı, enerjinin ve dinamizmin doruklarda dolaştığı hayatın en canlı mevsimidir… Gençlik; çıkar hesaplarının en az yapıldığı, hayâllerin ideâller içine saklandığı, eğilimlerin toplumsal hâdiselere odaklandığı, inanılan değerler uğruna her türlü fedâkârlığın göze alındığı, akla ve mantığa duyguların galebe çaldığı “delikanlılık çağı”dır...
30
Genç, bir arayış içinde olan, sosyalleşme ve sosyal kimlik edinme problemini en yoğun bir biçimde yaşayan insandır... Genç, gençlik çağı psikolojisinin kendine has özelliklerini; duygu-düşüncehâyal-heyecan-hassâsiyet yumağı içinde ve bir günde dört mevsimi yaşayacak bir biçimde davranışlarına yansıtan, kendisini ispat çabasında olan, otoriteye karşı çıkmayı kişilik sahibi olmak zanneden ve bu sebeplerden dolayı da genellikle “uçlarda” gezinen, “uçukluklara” meyleden insandır... Psikologlar, 14-21 yaş arasında bulunan genç nesillerin; ruh ve beden olarak bir değişim geçirmekte olduklarını, zihnî ve hissî olarak bir “kriz dönemi”nde bulunduklarını, masal çağından kurtulup, gerçeğe merak saldıklarını, olaylara keskin bir merak ve aşkın bir iştiyak içinde baktıklarını ifâde etmektedirler... Gençlik; cevval ve cesur yapısı, duygusal ve delişmen tavırları, içgüdülerinin sesine daha çok, akla ve mantığa daha az kulak vermesi, sosyal hâdiselere özel alâka duyması, bedenî, fikrî ve hissî büyük bir değişim içinde bulunması, hülâsâ Türkçe’mizin o muhteşem ifâdesiyle “delikanlı” olması itibâriyle toplum mühendislerinin “gözdesi”dir... Gençlik, niyetlerin ve düşüncelerin sloganlaştığı, güçlü simgelerin, hamâsî nutukların ve heyecanlı hareketlerin çok fazla taraftar bulduğu bir dönem olması hasebiyle de toplum mühendislerinin en fazla ilgi gösterdiği bir kesimdir... Gençlik döneminin bu özelliklerine ilâve olarak; inandığı ideâller uğruna her türlü bedelin göz kırpmadan ödendiği bir zaman dilimi olması, kitle psikolojisi içinde hareket etmeye meyyal bulunması, etkilemeye ve etkilenmeye en müsâit olan bir çağı yaşamasının yanında, tecrübeden mahrum bir devir olması îtibâriyle de her türlü tesire ve manipülasyona açıktır... Çünkü genç; çok değerli bir cevher, önemli bir millî güç, büyük bir potansiyel ve bir millet için yegâne teminat olduğu gibi, aynı zamanda kötü niyet ve emeller için de amansız bir silahtır... Gençliğin; güne değil, geleceğe ait ideâllerinin, umutlarının ve büyük hayâllerinin bulunması yanında, hâdiseleri siyah-
KÜN EDEBİYAT
beyaz olarak görüp gri tonlara gözünü kapaması sebebiyle de toplum mühendislerinin en fazla ve en kolay yönlendirmek -daha açık bir ifâdeyle “kullanmak”- istediği sosyal grupların başında gelmektedir... * * * Toplum mühendisliği, bir sosyal iflasın, ideoloji dayatan sistemlerin, problemleri düğümleyip çözümsüzlüğü artıran yapılanmaların sıklıkla başvurduğu bir yol olup, insanların düşünmesine fırsat vermeden toplumu istenilen yöne kanalize edebilme yöntemidir... Toplum mühendisliği uygulamaları, özelikle gelişmemiş ülkelerdeki oligarşik iktidarların hükümranlıklarını devam ettirebilmek için başvurduğu en etkili, en iyi sonuç veren, en az mâliyetli ve en değişmez metottur... Toplum mühendisliği; cemiyeti tepeden şekillendirmeyi amaçlayan jakoben düşüncenin ve millî irâdeye dayanmayan yönetimlerin vazgeçilmez taşeronlarıdır... Bu taşeronların en fazla “iş verdiği” ve en kolay kullanabildiği insanlar ise -biraz evvel izah ettiğimiz sebepler dolayısıyla- gençlik kesimidir... Toplum mühendisleri; insanları yönlendirmek, mühendis mantalitesiyle içtimai yapıyı şekillendirmek, ferdi ve cemiyeti yeni baştan biçimlendirmek gâyesiyle toplumu anarşi ve kaos ortamında tutarak faaliyet gösterirken; gençleri ya “cambaza bak” metoduyla tâli meselelerle meşgul ederler, ya da onları birbirine düşürerek enerjilerini beyhûde yere harcatırlar… Ve böylece; sorgulanması gereken asıl problemlerin sorgulanmasını önlemek, yâni sistemin sistemsizliğini ve adâletsizliğini perdelemek için çaba sarf ederler... Toplum mühendisleri bu amaçla; sanal düşmanlıklar ihdas edip, hayâlî tehlikeler icat ederek, cemiyetteki farklılıkları tahrik edip, birbirine tahammül gösteremeyen gruplar oluşturarak kutuplaşmaları teşvik ederler... Bunu temin etmek için toplum mühendisleri halkı -özellikle de gençleri- “biz” ve “onlar” diye ikiye bölüp kamplara ayırıp düşman gruplar meydana getirerek nefret duygularını aklın önüne geçirirler... Böylece genç insanların düşünme melekesini, mantıklı hareket etme kabiliyetini, konuşup anlaşabilme yeteneğini ve bir arada yaşama
duygularını dumura uğratırlar... İdeolojik doğmalarını ve kendi doğrularını her şeyin üstünde tutan “seçkinci idâreciler” yâni jakobenler; milleti; “adam edilmesi ” icap eden, güdülmesi gereken bir sürü, bir gürûh olarak gördükleri için (?!), en iyiyi ancak kendileri bildikleri için (?!) ve kendilerini milletten üstün, farklı ve akıllı kabul ettikleri için (?!) tepeden şekillendirmeci, dayatmacı, çok yüzlü ve tek tipçidirler... Tepeden şekillendirmeci olan jakobenlerin düşünce ve isteklerini hayata geçirmek için çalışan toplum mühendisleri; “ihâle alır” ve aklını kiraya vermiş birilerine de “iş vererek” “taşeronluk” yaparlar... Bâzen de dış güçlerin emri istikâmetinde organize olan toplum mühendisleri “iş tutukları” kişiler vasıtasıyla çok “büyük projeler” içinde de yer alırlar… Aldıkları ihâlenin büyüklüğüne göre; ekonomiyi baltalamak, istikrarı bozmak, millî birliği zayıflatmak, ülke bütünlüğünü akâmete uğratmak ve milleti birbirine düşürerek vatan topraklarını bölüp parçalamak için akla-hayâle gelmedik atraksiyonlar yaparlar ve hiçbir zaman bir araya gelemez denilen insanlar arasında “çok derin” koalisyonlar oluştururlar… Toplum mühendisleri; alınan ihâleye -daha doğru bir ifâdeyle söyleyecek olursak “verilen ihâleye”- uygun olarak hareket ederek; zamana, zemine, konjonktüre ve ortama göre zıtlıklar oluştururlar… Bu zıtlıkları ya da farklılıkları çatışma boyutuna getirmek için cemiyetin zaaflarından, insanların vehim ve korkularından istifâde edip sanal düşmanlıklar, sun’i gündemler, hayâlî tehlikeler ve kurgulanmış senaryolar ortaya koyarak, çoğunlukla da gençlere “iş gördürerek” naftalin kokulu bir takım komplolar organize ederler... Toplum mühendislerince yönetilen bu komplolar neticesi, kitlelerin kutuplaşması düşmanlığa dönüşüp, her türlü anarşi yoğunlaşmaya başlayınca etrafı saran “alacakaranlık kuşağı” gece siyahına dönmeye başlar... Böylece toz-duman içinde bırakılarak etraflarında olan-biteni göremeyen, ferâsetleri tamamen körelip, normal düşünme zemininden uzaklaştırılan gençler, sistemli olarak gerilim içinde tutuldukları için, “kukla oynatanı” değil, “sadece kuklayı” gördükleri için; sâkin kafayla hadiseleri düşünüp değerlendirme imkânını bul/a/mazlar ve ger-
çekleri bir türlü gör/e/mezler... Netice olarak; insanlar korkularına esir edilip; insânî, İslâmî ve millî değerlerden uzaklaştırılarak “mankurtlaştırılır” ve böylece müşterek düşman (?!) karşısındaki safların sıklaştırılması temin edilerek kitlelerin “şartlı refleks” çerçevesinde hareket etmesi sağlanır... İnsanları şaşırtan tezgâhlar, gerçekleri gölgeleyen tertipler, akıl almaz komplolar, kitlelerin zayıf noktalarına göre ayarlanmış “şok gelişmeler” cemiyeti patlamaya hazır hâle getirir... Bölgelere, sosyal dilimlere, ideolojik katmanlara, inanç ve düşünce yapılarına göre farklı mukaddesler öne çıkartılıp, hamâset soslu nutuklar atılarak fertlerden ve cemiyetten akıl-izan-mantık firar ettirilerek, normal davranış biçiminin dışına çıkmaları sağlanır... Bu arada toplum mühendisleri, değişik belâ ve tehlike potansiyellerinin varlığını “Bir Yeşilçam Senaryosu” eşliğinde, dehşetengiz bir anlatımla ortaya koyup; halkın yanlışa düşmesine mâni olmak (!), toplumu ve insanları bu düşmanlardan korumak (!), devleti ve demokrasiyi kollamak (!), ülkenin âli menfaatlerine gölge düşürmemek (!) ve “mukaddesiz mukaddes dâvâlar” (!) uğruna cansiperâne çalış/trıl/ırlar... Ve böylece anormalliğin standart haline geldiği -daha doğrusu getirildiği- toplumlarda, normal ve sağduyulu düşünceler “bir sapma olarak” takdim edilir... Aklın yerini heyecan ve hissiyâtın alması; hınç, kin ve intikam duygularının her şeyin üstüne çıkmasına vesile olur... Havaya kalkan yumrukların sık/tır/ılmasını, tetiklerin çek/tir/ilmesi tâkip eder... Gergin bekleyişler ve ürkütücü kışkırtmalar sanal tehlikelerle imtizaç ettirildiği zaman, yalnız kendi doğrularına inandırılmış, ya da kendisine inandırılan doğrularla “dolmuşa bindirilmiş bireyler” şahsiyet olmaktan çıkarak, yönlendirilecek kitlenin bir parçası hâline getirilirler... İnsanların; korkularından yararlanarak ya da inandıkları değerler manzûmesinin tehlikede olduğuna veya “elden gittiğine” inandırılarak düşünme melekeleri de ortadan kaldırılır... Bundan sonra ‘robotlaşan insan’ ve ‘irâdesizleştirilen genç kitle’; toplum mühendislerinin emrine âmâde hâle gelir... Sâdece gösterileni gören, istenileni duyan, olayları yalnız siyah-beyaz olarak yorumlayan, çok yönlü düşüneme-
31
KÜN EDEBİYAT
yen, hadiselere tek pencereden bak/tırıl/an, dönen dolapların farkına var/a/ mayan, statükoyu sorgulama ve irdeleme kabiliyeti bulunmayan, kitle psikolojisiyle hareket eden bu gençler “uydum kalabalığa” mantı/ksızlı/ğının dışına çıkamazlar... Toplum mühendislerinin çok çeşitli “gaza getirme” ve “dolmuşa bindirme” işlemlerine ek olarak, “Bîtaraf olan bertaraf olur” denilerek ‘Gençlerin mutlaka bu oyunun bir parçası’ olması temin edilir... Saflar sıklaştırılırken her iki tarafın da “bertaraf” edildiğini, hangi taraftan olursak olalım sistemin devamından yana “taraf” hâle ge/tiri/ldiğimizi, “uzaktan kumandalı homo sapiens” olduğumuzu ne yazık ki anlayamayız bile... Ayrıca insanların, kendilerini “mensup olduğu tarafta güvende hissetmesi psikolojisi” de, toplum mühendislerince tezgâhlanan “taraf olma” vetiresini hızlandırır... Bu ortam içinde kitle psikolojisinden soyutlanamayan, düşünme ve değerlendirme kabiliyetini yitiren “oyuncular”, iktidar sahiplerinin ya da küresel güçlerin “oyunlarına” alet olurlar... ‘Kendisini başoyuncu zanneden figüranlar’, ‘Bu oyunu’ tezgâhlayan güç odaklarının ‘dalgalarına taş atmayı’; ‘birbirlerine taş ve yumruk atmaktan’ ya da ‘bıçak ve kurşun atmaktan’ vakit bulup da asla akıl edemezler... Düşmanlık ve husûmet tohumları ekip, kan ve gözyaşı biçen toplum mühendislerinin “sevinçten dişi dişine değmezken”; akl-ı selim sahibi insanlar “iç savaş” endişesinin ikmâl ettiği sıkıntı ve ‘Bu kirli oyuna’ mâni olamamanın verdiği üzüntü ile “dişlerini sıkmak” mecbûriyetinde kalırlar... Kampların keskinleşmesi, tahammülün azalması, farklılıkların düşmanlık sayılması, insanların birbiriyle konuşamaz hâle gelmesi, sloganlarla düşünen sağırlar diyalogunun gürültüsünün artması tedhiş için bulunmaz bir vasattır... Provokatörlerin de sahne almasıyla ortaya konulan ‘Bu kirli oyun’ tam sahnelenecek kıvama gelir... “Vurun Kahpeye” tahrikleriyle harekete geçecek ‘gönüllü figüranların’ kendisini “Başoyuncu” sayması işlemi de gerçekleşince; artık toplum mühendisleri kimseye “Emin misin?” ya da “Son kararın mı?” diye sormadan, umumun arzusu hilâfına; top-
32
lum mühendislerinin istediği doğrultuda tezgâhlanan ‘Bu oyun’ tekrar tekrar sahnelenir ne yazık ki... Bu şekilde gençlerde korku, kuşku, şuur kaybı, düşmanlık paranoyası, kahretme arzusu, kahramanlık duygusu, halâskârlık dürtüsü oluşturularak, bazen cumhuriyetin, bazen vatanın, bazen laikliğin, bazen etnik kimliğin, bazen demokrasinin, bazen de dinin “elden gittiği” teraneleri öne çıkartılarak kitleler toplum mühendislerinin devamlı “kapsama alanı” içinde tutulurlar... “Mâlumat sâhibi olmadan kanaat sâhibi olan” (!?), sloganlarla düşünen, sembollerle kendini ifâde eden, gerilim atmosferinde önyargıları gelişen, ‘kutsallığı bulunmayan kutsalların’ işgâline uğramış genç beyinlerde; fikre, bilgiye, düşünceye, insânî, İslâmî, yerli ve millî değerlere, inanca, sevgiye, uzlaşmaya ve müsâmahaya elbette yer kalmayacak, bu gençler “gözü kara militan” olarak programlanıp, karşı karşıya ge/tiril/leceklerdir... Aslında, düşünme fonksiyonunu kaybedip, düşman mevzilerini (!) ele geçirme vehmine kapılanlar, sistem tarafından “ele geçirilmekte”, paranoyak sendromların tutsağı olarak statükoyu sorgulayamadan, sistemin kullandığı robotlar haline gelmektedirler... Büyük çoğunluğu ‘saf-temiz-delikanlıhaksızlığa karşı-mazlumun yanında-çıkar düşünmeyen-ideâl sahibiinançlı-mücâdeleci’ olan gençler, toplum mühendislerinin tezgahları neticesinde “kurtarıcı” olmaktan çıkıp, ‘statükoyu kurtaran’ insanlar durumuna gelmekte ve birbirleriyle çatışanlar sistemin can simidi olmaktadır... Ne hazindir ki bu insanlar, “piyon” olduklarının, “figüranlık” yaptıklarının “robot” hâline geldiklerinin farkına varamamakta, samimi gençler gayrı samimi güçlerin oyuncağı olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır... ‘Bir dâvâyı savunmak’ adına, “kutlu bir gâyeye hizmet etmek” sevdâsına; farkında bile olmadan ‘statükoyu savunan’ ya da ‘dış güçlerin işbirlikçisi’ durumuna düşen insanlarda “jeton düşmeye başlayınca”, toplum mühendislerinin yeni ‘robotlar-piyonlar-figüranlar’ îmâl etme teşebbüslerine hiç ara vermeden devam ettiğini,‘son kullanma tarihi geçmeyen elemanların’ ye-
tiştirilmesinin akâmete uğramadığını ve boşalan yerlerin çok kısa sürede doldurulduğunu üzülerek görürüz... Tepkiyi, ‘tepinme refleksi’ zannederek tepki verenlerle, “tepeden inmecilerin” terkisine binenlerin dışında, tepkisini sistemi sorgulayıp tavır alarak gösterenler, kendi aklıyla hareket eden irâde ve şuur sahibi gençler toplum mühendislerinin oyunlarını bozacaktır... Yerli ve millî değerlere sahip olan, tarihin ve coğrafyanın yüklediği mükellefiyeti yerine getiren, inancının âsûde iklimini teneffüs eden, okuyan, düşünen, sorgulayan insanlar, beyinlerini, duygularını, ideâllerini başkalarına kiraya vermeyen; sevgi, saygı ve müsâmaha içinde birbirlerini dinleyen nesiller; çatışmadan tartışabildikleri, aynı düşünenler kadar ayrı düşünenlerin de haklarını savunabildikleri, düşünce ve inanç hürriyeti, hukukun üstünlüğü, vatan sevgisi ve demokrasi ortak paydasında bir araya geldikleri, haksızlığı, adaletsizliği, vicdansızlığı, zulmü sorgulayabildikleri ve dış güçlerin sinsi oyunlarına âlet olmadıkları takdirde toplum mühendislerinin gayretleri boşa çıka/rtıla/caktır... Toplum mühendislerinin “atla arpayı birbirine düşürme oyununa” gelmemek ve onların uzaktan kumandalı planlarını boşa çıkarabilmek için, gençlerimiz duygu ve heyecanlarıyla değil, akıl ve mantık ölçüleriyle hareket etmelidir... Bütün bunlara ilâveten; hiç kimse zinhâr aklını ve mantığını başkasına kiraya vermemeli; toplumlar gibi kişiler de vesâyet altına girmemeli, insanlar hür düşünce ikliminde özgür kararlar verip yapılanları sorgulayabilmeli ve kişiler, kendi yerine; “ulu büyüklerin”, “tartışılmaz liderlerin”, “kanaat önderlerinin”, “örgütlerin”, “kuruluşların” düşünmesine ve karar vermesine hiçbir zaman müsaade etmemelidir… Artık, kabak tadı veren “kahrolsun” edebiyatlarına, “elden gidiyor” teranelerine, hamâset nutuklarına, “mezar olacak” sloganlarına, “omuz omuza” yalanlarına ve ‘kutsallığı olmayan kutsal (!) kavgalara’ prim verilmemelidir… Artık; bin yıldır birlikte yaşayan, alınteri, gönül teri ve göz teri birbirine karışmış olan insanlar arasına sokulmak istenen nifakın ve bölünüp-parçalanarak küçülmenin kimlerin işine yarayacağı da akl-ı selîm ile çok iyi düşünülmelidir… Artık,
KÜN EDEBİYAT
birbirlerine gereksiz yere düşman edilen gençler, birbirinin üzerine yürümeyi bırakarak kucaklaşmalı, yumruk olan eller açılarak tokalaşmalı, “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” Nebevî ölçüsü etrafında bir araya gelinmeli, hep beraber toplum mühendislerinin oyunları, yalanları, tezgahları, provokasyonları boşa çıkartılmalı, küresel emperyalist projeler ve statükocu anlayışlar sorgulanarak dış düşmanlara ve jakobenizmin taşeronlarına iş yapma imkânı tanınmamalıdır... Ayrıca bizim ve gençlerin; “Yalnız kendilerini Hak yolda görenleri”, Hakk’a hizmet ettiğini zanneden ama fırka taassubu içinde günah vâdilerinde yürüyenleri, söyledikleriyle yaptıkları ve yaşadıkları arasında uçurumlar varken “Sadece biz, fırka-i nâciyeyiz” diyenleri, din kardeşlerine karşı yüreklerinde kin besleyenleri, Müslüman kimliğinin önüne kendi grup kimliklerini yerleştirenleri, dini bir ideoloji hâline getirenleri, mâneviyatı ticâret metaı olarak görenleri ve her işi İslâmî ölçülere göre değil, kanaat önderlerinin ölçülerine ve kendi grup menfaatlerine göre ele alanları Kur’ân ve Sünnet ölçeğinde yeniden değerlendirmek gerektiğini ve her söylenen sözün de “akıl, îman, ilim, irfan ve vicdan süzgeci”nden bir değil birkaç kere daha geçirmenin şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğunu da katiyen unutmaması gerekir… Bütün bunların yanında, toplum mühendisliğinin bir başka versiyonu olan ve “Bir kişiyi kontrol altına alarak binlerce kişiyi manipüle etme” klâsik yönteminin değirmenine su taşıyanlardan olmamak da -küresel aktörlere ve jakoben zihniyete hizmet etmemek açısından- çok önemlidir… Artık; “Ben bil/e/mem, böyükler bilir”, “Ben düşün/e/mem, liderim benim yerime düşünür”, “Ben bir şey diyemem yukarıdakilerin bir bildiği vardır” gibi insanın akıl, şuur ve irâdesini hiçe sayan “söylem ve eylemler” sergilemek de toplum mühendislerinin oyununa gelme açısından bir başka handikaptır… Bu îtibarla kişinin “rüştünü ispat etmesine”, “şahsiyetini ortaya koymasına”, eşref-i mâhlûkat olan “Hz. İnsan”ın; “akletmesine”, “fikretmesine”, “düşünmesine”, “yorum yapmasına”, “soru sormasına” ve “sorgulamasına” gerek görmeyenle-
rin “hizmetkârı” olmak da toplum mühendislerinin tezgâhına gelmekle eşanlamlı olduğu da âşikâr bir gerçektir… *** Toplum mühendislerinin başımıza açtığı musibetlerin nasihatine kulak vererek, belânın nereden geldiğini bilerek, tek tip insan yetiştirme sevdasındaki süreçlerden uzak durarak, hayatımızı ideolojik bir hınç uğruna katleden zalimlerin; beynimize, yüreğimize, inancımıza, dilimize, tarihimize vurduğu zincirleri kırarak bu kaos ortamından artık düze çıkmalıyız... Kardeş kavgalarıyla ziyan olan, 70’li yılları her hâliyle yaşayan neslin “yaralı ve muğber olan” bir ferdi olarak; yeni nesillerin zâyi olmaması için toplum mühendislerinin –yukarıda genel hatlarıyla îzaha çalıştığımız- oyunlarına gelinmemesi gerektiğini tekrar tekrar vurguluyorum… Ve yaşanmış tecrübelerin ışığında genç insanlara, “fırtınalı yılları yaşamış bir kayıp nesil adına” şunları bir kere daha söylemeyi mühim bir vazife telâkki ediyorum: Vatan coğrafyasında bağımsız yaşama idealinde, Al-bayrağımızın ifâde ettiği mukaddes değerlerde ve İstiklal Marşı’mızda bahsedilen asgarî müştereklerde bir araya gelelim... İnanç ve düşünce hürriyeti, millî kültür hassâsiyeti, hukukun üstünlüğü ve herkes için demokrasi ortak paydasında buluşalım... Ülkemizde vârolan desen ve motifleri zenginlik olarak görelim, Osmanlı’dan tevârüs ettiğimiz farklılıklarımıza rağmen bir arada yaşama irâdesini ortaya koyalım, birbirimize tahammül etmesini bilelim ve birbirimize müsâmaha gösterelim... Ezilenlerin, çile çekenlerin, bedel ödeyenlerin ve en güzel yıllarını kaybedenlerin -hangi taraftan olursa olsun- hep fakirfukara çocuğu olduğunu asla unutmayalım... “Toros Yüzlü Adam” diye tesmiye olunan Îman Âbidesi Osman Yüksel Serdengeçti’nin yıllar önce söylediği; “Aslı olduk, Kerem olduk; sıtma olduk, verem olduk!.. Yıllardır ve yıllardır; onlar yediler, biz baktık; onlar dediler, biz dinledik! Onlar yaşadılar, biz inledik!.” cümlesinin içinde yatan müthiş ironiyi ve çarpıcı tespitleri de kulağımıza hep küpe yapalım… Ve asgarî müştereklerde bir araya gelemeyenlerin, askerî müştereklerde bir araya getirildiklerini aslâ aklımızdan çıkarmayalım...
“Bir zamanlar okullara sığmadık, mahallelere sığmadık, şehirlere sığmadık, Türkiye’ye sığmadık… Birbirimizi sığdırmadık… Ama arkasından sağcısıyla-solcusuyla iki buçuk metrekarelik hücrelere sığdık… Dışarıda birlikte yaşayamayanlar hücrelerde birlikte yaşamaya mecbur oldular… Dışarıda yaşamanın yolunu bulamayanlar hücrede birlikte yaşamanın kültürünü geliştirebildiler. Onun için yeni gençliğe benim tavsiyem, nüansları derinleştirerek farklılığa dönüştürmek ve onları bir çatışma sebebi yapmak yerine, nüanslarımızı zenginlik sayarak, fikirlerimizi, yaşama tarzlarımızı birbirimize dayatmadan, birlikte yaşamanın yolunu bulmak zorundayız.” diyen Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu çok önemli tespitlerini de can kulağıyla dinleyelim ve feleğin çemberinden geçen, tecrübenin imbiğinden süzülen bu sözlerdeki yaşanmış, yalın ve yakıcı gerçekleri bir kere daha düşünelim… Ve hatm-i kelâm olarak gençlere şunları söylemek istiyorum: Günümüzde farklı renklerde arz-ı endâm eden emperyal güçlerin, ideolojik şartlanmışlıkların, sanal düşmanlıkların, kin baronlarının, kan tüccarlarının, politika şeyhlerinin ve mukaddesat simsarlarının modern köleliğinden kurtulalım... Onlar nutuk çekerken, bizler artık onların yerine çile çekmeyelim… Artık zihinlerimize “deli gömleklerini” giydirmeyelim… Gönlümüzü, beynimizi, düşüncelerimizi sevgi seliyle yıkayalım... Kin ve nefretten, artık nefret edelim... Kendi dünyasını vîrân edenlerin hiç bir şeyi îmâr edemeyeceklerini çok iyi bilelim... Alınteriyle, göz ve gönül nûrunu imtizaç ettirelim… İlimde, kültürde, sanatta, edebiyatta, felsefede irtifamızı yükseltelim... Kendi alanımızda uzmanlaşmaktan geri durmayalım... Her türlü meselemize çözüm buluruz, yeter ki her şeyden önce kendi öz değerlerimizi bulalım... Millîliğin zirvesine çıkmadan evrenselliğin yakalanamayacağını unutmayalım... Şu mübârek Anadolu coğrafyasında birbirimizle dost ve kardeş olalım... Ve hep birlikte, sevgi, aşk, tefekkür burcunda kendimize gelelim... Ve aslâ toplum mühendislerinin oyununa gelmeyelim... “Dünden sonra, yarından önce...”
33
KÜN EDEBİYAT
TOZLU HATIRALAR
Yasemin YILDIZ
U
zun zaman olmuş böyle hissetmeyeli. Özlemişim karanlık geceleri. Elektrik yok! Ve tabi bilgisayar, televizyon kısacası teknoloji yok! Karanlığın yalnızlık olduğunu, insanın kendi gölgesinden bile korktuğunu kim söylemişse titrek gölgelerle dolu küçücük bir evde doğmamış olmalı. Çocukluğumuzun en büyük mucizesi elektrik, günümüzde sıradanlaşarak şükrü unutulmuş nimetler arasında yerini çoktan aldı. Işık huzmeleri arasında ruhunun meramına karanlık kalanlar dünden bu güne aydınlanamadan göçer oldu. Düşündükçe hatıraların ahengi eskilere sürükledi belleğimi. Sükutun ağır ağır yaklaştırdığı düşünceler garip bir münakaşayı haber veriyordu zihnime. Özlenen hatıralar boş gözlere hüznün buğusunu taşıyordu. Bir gaz lambasının günün birinde, benim için bu kadar değer teşkil edeceği hiç aklıma gelmezdi. “Bu lambanın ‘Cin’i mi var da kıymete bindi” dediğinizi duyar gibi oluyorum? Hayır Cini yok! Çocukluğumuzdan kalan güzel hatıraları var. Karanlığı seven son neslin biz olduğumuzu düşününce de hüznüme tebessüm eşlik ediyor. Benim gibi geçmişten gelenler bilirler ama bizden sonrakilere anlatmak lazım, gaz lambalarının aydınlığını. Başı dik göğsü gururluydu. Çetin savaşlarda komutanların masasında yer alır, sır küpü olurdu. Siperde anaya, yâre yazılan mektuplara ışık olurdu. Yak bir cigara gardaş diyen askerin sönmüş umutlarına güneş, yavukluya işlenen mendile alev rengi gözyaşı olurdu. Hasat zamanı büyük yığınlar onun dibinde elenirdi. Sabaha kadar titrek alevi yorulsa da sönmez, kışın büyük karnı dolsun diye o da var gücüyle çalışırdı. Kimi zaman da sancı çeken anaya teselli olur, bebeğinin gördüğü ilk ışık, ilk umut olurdu. Odanın en güzel köşesinde yer bulurdu kendine.
34
Yeni gelin gibi süzülürdü. Aileden biriydi o! Evlenecek kızların çeyizlerinde lamba en kıymetli ev eşyasıydı. Yârenle edilen sohbetlerin ışıltısını süslemek için örtüsüz bırakılmazdı. Simli iplerden şapkalar işlenir, en güzel danteller onun için örülürdü. Küçücük ışığında kurulurdu büyük hayaller. Kızların çeyizleri, oğlanların cepkenleri köşesinde hazırlanırdı. Annem diline bir türkü dolar, kanaviçesini onun yanında işlerdi. Titreyen alevini, duvarlara çizdiğimiz gölge kuşlarıyla oynuyor sanırdık. Soğuk kış gecelerinde kar camlara değip eriyince, ateşten korkuyor diye, gaz lambamızı dışarı bırakıp bütün karları eritmek isterdik. Evimizin güneşiydi o. Belki tenimizi ısıtmazdı ama içimizi ısıtırdı. Bizim gibi yemek yerdi o da, acıkınca ışığı iyice küçülürdü. Bazen nefes alıyor sanırdım. Ağızı kapanınca alevi titremeye başlar, boğuluyorum der gibi yardım isterdi. Annem “aman bey lambanın gazını unutma” der, önemli ihtiyaçların arasına lambanın gazını da eklerdi. O yıllarda bulmak sorun olunca gazı, çoğu zaman alamazdık. O zaman da küser, bizi de hüznüne ortak ederdi. Karanlık gecelerimizin geçilmezi masallarda gah kartal olup gökyüzünde süzülürdük, gah küçücük bir karıncanın sırtında cefanın acı ekmeğini tadardık. Yedi başlı devin mağarasına girince birbirimize sokulup, kavuşamayan âşıkları rüyalarda buluştururduk. Zaman hızlanmaya başlayınca yalancı bir güneş geldi evlere. Gaz lambaları köşesine çekilmeye, neşesini kaybetmeye başladı. O dimdik duruşu yıllara yenilmiş, asılı olduğu çividen kurtulmak ister gibi bir hal almıştı. Babaannem ölünce, misafir odasına resmini astık. O resim buruk bir anı olarak kalırken, gaz lambalarının da ışığı sönmüş; duvarlarda tozlanmış hatıraların yanında yerini almıştı.
KÜN EDEBİYAT
ÇÖPLER
Deniz Dengiz ŞİMŞEK Çöp 1
İ
“ lk seyahatimizde söylediklerin geldi hatırıma. Yanımda uzanıyordun. Çok kalabalık olduğumuzdan bahsediyordun düşünde. Dokunsalar tutuşacak gibiydin. Evet, sayıklıyordun. Kalabalıktı rahatsız olduğun. Oysaki bu var olma savaşımızda gereksinimimizdi kalabalık olmak. Sen “Yalnız başımıza çok değerliyiz. Bunca kalabalığa ne hacet?” diyordun. Belki haklıydın.” “Hala aynı şeyi düşünüyorum. Yalnızlık değerimizi daha çok artırır.” “Arttırdığı konusunda hem fikirim seninle.” “Sayıkladığımı söylüyordun.” “Kesinlikle… Şaşırmadım aslında. Çok yorgundun. Doğaldı, horlamanı ve sayıklamanı kimse yadırgamadı ki.” “Sayıkladığıma şaşırmıyorum. Neler söylediğimi düşündüm de… Sahiden kimse garipsemedi mi söylediklerimi? Kimseye ilginç gelmedi mi yalnızlık değerimizi artırır dediğim? Uzun zamandır beynimde dönüyordu bu cümle. Demek ki herkes duydu. O zaman dostlarım, artık onlardan ayrılmayı düşündüğümü zannedecekler. Keşke uyandırsaydın. Kimseyi üzmezdim o zaman.” “Uyuyordun. Bu yüzden rahat ol. Sayıklamalarından dolayı kimse seni suçlamadı. Herkes kendi hayaline dalmıştı. Aslında uyuyanlar ve sayıklayanlar onlardı.” Çöp 2 Kimse zili çalmadı. İçtima borusunu da duyan olmadı. Kimisi der ki; “Bizi bir araya getiren kaderdir.”
Kimse gerçekleri değiştiremez. Ancak gerçekler birçok kişiyi değiştirebilir. Değişimi gerçek kılan gerçeğin değişmezliğiydi. Gözlerimden dışarı sızan umutları sezenler parmak çalmaya kalkıştılar. En az bir kartal kadar özgürdü bakışlarım. Karanlıkta kalmış mumların sessizliği içinde bir kıvılcım isyanıydım. Parmak kaldırdım. Söz verildi. “Susabilir miyim?” dedim. Şaşkınlıkla baktılar. Elbette ki susabilirdim. Bunun için kimseden izin almama gerek yoktu. Zaten susuyordum. Gözlerimi kapatmıştım. Dışarıdan gelen sesleri dinliyordum. Kulağıma çalınan uçma sesiydi. Kanatlarını süzüyordu. Bu, dinginliğin kendisiydi. Kendi göğünü yaratan ve kendi göğünün hâkimi olan bir kuştu bu. Yalnızdı ama kimsesiz değildi. Güçlü olmak için güçsüzlere ihtiyacı vardı. Yeteneklerini kullanmak için yeteneksizlere... Görebilmek için göremeyenlere… Bu ses, susmamı çoğalttı. İlk kez değildi bu sesi duyduğum. Esaret bana yakışmıyordu da ondan mı bir kartalı dinliyordum? Sesine, kasılan kaslarım cevap veriyordu. Uzanmak istedim. İzin verdiler. “Uzan!” dediler. Ancak ona dokunmak ne mümkündü. “Dokunamıyorum.” dedim. “Ne dokunması? Uzan demiştim.” dedi bir ses. “Uzandım.” dedim. Ancak gözlerimin kapalı olması gözlerine batmış olacak ki, sarstı birisi. “ Ne oluyor kuzum?” İrkildim. “Susmak istediğimi söylemiştim.” “Uzanmak” diyordun. “Uzanmak…” dedim. “Yer neyine yetmiyor?” “Yer…” dedim. “bana dar.” Dedi ki: “Peki göklerde ne var?” Bizi bir araya getiren güç neydi bilmiyorum ama kesin bildiğim bir şey var; o da beni onlarla bir tutamayacağı.
35
KÜN EDEBİYAT
Çöp 3 “Gördüklerinden ve duyduklarından… Şahit olmak mı dersin, yaşamak mı? Artık kararı sen ver. Hatırlayasın veya lanetle anasın gelir. Dur vardır da durak yoktur sürüp gidenin peşinde. Var mıydı senin de taşıdıkların ta oralardan?” “Hamal gibi mi?” “Taşıdığını zannettiklerin aslında seni taşır.” “O zaman hamallıktan öte bir cevap istiyorsun.” “Ötenin de ötesi. Neyin hamallığı, kimin hamallığı?” “O zaman cevap yine hamallığın halesinde.” “Cevap belki de sorudadır.” “O zaman soru değildir ki. Seni tanımasam sarhoş olduğunu düşünürdüm.” “Konuyu değiştirme. Neden, taşıdıklarına takıldın? Oralar dedim sana. Oralar…” “İlle de cevap vermem mi gerekiyor?” “Hayır. Sadece düşünmeni istiyorum. Düşünmek… Bir zamanlar gördüklerini, işittiklerini şimdi özlemiş olma ihtimali mi taşıyoruz yoksa şu sıralar yapmadığımız bir resimde detayı atlanmış bir kare miyiz? Hiç orada oldun mu?” “Korkutuyorsun beni. Sen de yanıp gidenler gibi olacaksın. Bir daha dönmeyen, yanıp gidenler...” “Unutma… Yanıp giden dediklerinden bazıları şu an aramızdalar. Onlar orada olamayanlar. Ama bu onların suçu değil.” “Aramızdalar mı? Onların sadece bedenleri burada. Artık ne kendilerini ne başkalarını tutuşturacak haldeler. Kalkmış şu an aramızdalar diyorsun.” “Düşün diyorum. Orada olamayanlar aslında burada da değiller. Ne kadar aramızda olsalar da… Lanetle bile olsa, anacak şeyi olmayanlar… Bir daha dönmeyenler… Onlar hakkında konuşulacak çok şey var ama ya yanıp gidenleri izleyenler? Bir gün sıra kendilerine gelmeyecekmiş gibi... Taşıdıkları sadece kaygı olanlar. Kaygı… Beklentilerinin gerçekleşmesini bekleyenlerin taşıdığı başka ne olabilir? Ve onların hatırlamakta güçlük çektiği tek şey, beklentileri uğruna yaptıkları…
36
Yani, olmayan bir şeyi hatırlamak, hiçbir şey olmak gibi… Kimseyi tutuşturacak halde değiller dediklerinin, ışığını başkalarıyla paylaşanlardır. Unutma, …… ” Çöp 4 Kırılma anları vardır. Dönüm noktası mı dersin, kader anı mı? Bütün değişimler o zaman başlar ya da bütün sıradanlıklar. Ne öncesidir artık dönebildiğin ne de sonrasıdır varabildiğin. ‘Yakın bir tarihte’ diye başlar hikâye. Bütün soytarıların izinde olduğu bir gün… Av tutkusu depreşir kralın. Her çeşit ete doygun midesi değildir düşündüğü. Öldürmek tanrının eline bakmaktır. Onun kartıyla oynamaktır. İnsanın elinde sadece bu kart vardır tanrıdan aşırabildiği. Unuttuğu bir şey vardı oysa. Ders henüz bitmemişti. Hoca, son dersi vermemişti. Kralın babasına da ders veren hoca, son dersi şöyle bitirmişti. “Ben size düşmanla savaşmayı öğrettim. Şimdi usta bir savaşçısınız. Düşmanla ömrünüz boyunca belki bir belki iki kez savaşırsınız. Ancak, asıl öğrenmeniz gereken savaş, kendinize karşı olan savaş. Çünkü onunla her gün savaşacaksınız.” İyi bir savaşçı olursan hayatını, iyi bir kral olursan tüm dünyayı kurtarabilirsin. Kral kendilerini yetiştirenlere karşı da kraldır. Usta, her ne kadar dövüşün kralı ise de ustanın kralı da odur. İyi eğitim almış usta bir savaşçı oldu kral. Öldürmeye, kendisine bütün öldürme yollarını öğreten, hocasından başlamıştı. Çünkü kralın hangi oyunları bildiğini bilen biri vardı. Kral kendinden sonra gelecek oğullarını yetiştirecek bir ustadan mahrumdu artık; ülkesi, usta krallardan… Kendini, kendinden sonraki kralları eğlendirecek soytarıların varlığına izin vermesi garipti. Yanmaktan korkan hiçbir kibrit çöpü mumun aydınlığı ile övünemez. Ancak yanmak ile yangın çıkarmak arasındaki farkı bilmeyen bir çöp, ustasını öldüren kraldan farklı mı?
Çöp 5 “Yangın… Ayrılmamızdan sonra sebep olduğun felaket… Oysaki tutuşturmaktı gayemiz. Tutuşturmak için önce kendimiz tutuşacaktık.” Bütün sancıları bize bırakıp gittin. Bilemedin. Gerçekten bilemedin. Yaktıkların kül olup gittiler, seni de aralarına alıp. Biz de senin boynumuza taktığın yafta ile burada kalakaldık. Şimdi mezarın bile yok. Gerçi olsa da fark eder mi? Kimse senin kalıntına bile tahammül etmez artık. Yine de teşekkür edecek bir şeyler bırakmış olmandan dolayı sadece ben mutluyum. Diğerlerine bunu söylemeye bile cesaret edemem. Yaptıklarının yanında onlara anlatacaklarım eriyip gider. Hatırlar mısın bana bir keresinde “kav” demiştin. “Oraya ulaşmak her şeyin başladığı yere varmak.” demiştin. İşte bu cümle idi sana güvenimi oluşturan. Bu düşüncenle ufkumu açmıştın. Evet, hakkında olumlu düşündüğüm tek şey bu. Bana bıraktığın tek güzel anı. Bir yanlıştın, milyonlarca doğruyu götürdün. Her şeyin başladığı yere ulaştığında seni sona götüren neydi düşündün mü? Düşünecek durumun olmamıştır bile. Çünkü bizi değil kendini bile duyamaz haldeydin. Beni artık duymayacağını bildiğim halde konuşmak geldi içimden. Kava ulaşmak için yarını burada bıraktın. Açılmasını bile beklemedin kapıların. Dışarı değen ilk ucunla çekip gitmiştin bile. Cansız yarın, şimdi kül yarından daha onurlu duruyor. Hangi tutuşmak, özde tutuşmaktan daha iyidir? Yarım kalan her şey diğer yarısı gibi cansız olabilir? Çöp 6 “ ‘Rüzgâr… Mumu söndürür ama koru alevlendirir.’“ Ya sen? Mum kadar dayanabilir misin?” Donakalmıştı. Değil cevap vermeye suskunluğunu korumaya bile takati kalmamıştı. Başını öne eğişi aslında son zamanlardaki bir türlü anlam veremediğim konuşma orucunun nedeni hakkında merakımı kamçılamıştı.
KÜN EDEBİYAT
Dileklerimiz vardı, asla birbirimizle paylaşmadığımız; ama çok güzel olduklarından emin olduğumuz. Dileğimin geçekleştiğini söylemek için yaklaşmıştım ona. Gülümseyen yüzünü görmekti amacım. Dostumun bu denli hisli bakışları karşısında kendi mutluluğumu anlatmak gibi bir kabalık yapmamalıydım. Uğraşılarımız geldi gözümün önüne, asla bilmediğimiz dileklerimizin gerçekleşmesi adına verdiğimiz. Bu kadar ağır olmamalıydı bedeli hiçbir amacın. Amaçlar bedel ister. Hedefler kaygı. Kararlı bir göz kısılmalı, nefesler tutulmalı, yürekler bir an için durmalıydı. “Sonu ne olursa olsun.”dememiştik. Ortak gayemiz o rüzgârı bulmaktı ama o rüzgârdan sonrası ikimiz için de sırdı. Ta ki gerçekleşene kadar... Ta ki içimizde saklayabildiğimiz kadar. Sonuçta mum da, kor da bir kibrit ucuna bakar. Rüzgârda sönmeyen mum da alev alan kor da bir tutuşma sıcaklığı ister bizden. İşte bunu çözdüğümü anlatacaktım dostuma. Ona yıllardır söylemediğim, yıllardır anlatmadığım bir direnişin şifresi idi söyleyeceklerim. Su, ateş ve toprak… Susa! Piş! ve filizlen… Durul! Yan! ve Çürü! değil… “Su ateş ve toprak, buluşur mu dersin” “buluşur elbet, amacı bir tuğla oluşturmaksa” “Bir değil,” dedi. “Tuğlalar… çok sayıda…” “onların buluşması bizimle anlam buldu” “haklısın. Ateş… su ve toprağın buluşmasını anlamlandıran… diğer buluşmalardan farklı kılan…” “tuğlalar…” “bina olacaklar.” “tuğlalar, acaba onların bir arada olması bizim bir arada olmamız kadar anlamlı olabilir mi?” “emin ol. Bizim bir arada olmamız en az onlarınki kadar kıymetli. İyi yapmışsın onları tutuşturmakla.” Belki de bu konuşma diğer kibrit çöpleri için çok önemliydi. Emindim farklı cevaplar vermeyecekti. Ve emindim hepimiz gururla dinleyecektik.
Acaba bir rüzgârla sönmüş müydü benim kader arkadaşım? Yoksa alevlenen bir kor mu olmuştu da içindeki yangında kül mü olmuştu. Yok, yok… Benim arkadaşım asla yıkılmaz. Dirayetidir o. Alev alsa da özünde bir miktar kor saklar. Her tuğlada onu aramam boşuna değil… Çöp 7 İkimiz de dışarı çıktık. Beni boya kokan bir elin başparmağı ile işaret parmağının arasına sıkıştırdılar. Arkadaşımı da başında bareti olan bir adamın aynı parmaklarına… Yanmayı bekliyorduk. Belki sigaralarını yakacaklardı. Belki de ortada duran piknik tüpünü ateşleyeceklerdi. Beklediğimiz gibi olmadı. Adam beni arkadaşımın üzerine çapraz bir şekilde bastırdı. Parmaklarının arasından kurtulmak istedim. Bir birimize yaptığımız basınçla ikimizden birisi kırılacaktı. Kırılan ben olmak isteyemezdim. Özgürlüğüme ramak kalmıştı. Yanmayacağımız belliydi çünkü. “haydi bakalım.” Dedi benimki. “Caymak yok, kaybeden biraları ısmarlayacak.” dedi öteki. “Cayan ne olsun lan.” dedi benimki. Ne kadar hırsla sıktı bilemezsin iki ucumdan. Sonra dayandık arkadaşımla göğüs göğse. Direndi. Ben de direndim. O an anladım ki, tutkuya sürülen ince bir rezalettim. “dayan kardeşim.” dedim. Ses vermedi. Var gücümle sıktım bedenimi. “Ulan amma dayanıklı çıktı bu çöpler.” dedi öteki. “Kaybedeceksin.” dedi benimki. Hırsımızın kurbanı olmak için bundan daha kötü bir zaman olamazdı. Başkalarının hırsı kendi hırsımızdan daha önce zarar verdi bize. Bu yüzden yarım kaldım. İnce bir çıtırtı ile inledim önce. Elimde değildi, başkasının elindeydi kurtuluşum. Bu yüzden ‘yarım’ım. Arkadaşım geri girdi kutuya. Kırılışım iki biraya mal oldu boyacıya.
ALAMETİM SİZDEYMİŞ MEĞER Emir Arslan KARAPAÇA Beklerim gelmenizi Deniz kudurdu yer yer Bu sefalar ıssızlaştı Arabalı vapurlar çoğaldı çoğalalı Elinden çiçek düşürenler azaldı Alametim sizdeymiş meğer Üşüyorum Özlüyorum Daha dün bir, bugün iki Beklediğim bir yoldaşmış meğer İsterim bilmenizi Öylece durduğum bu yerde Yol aldığım onca zaman Tükettiğim onca günü Yaşamalıydık beraber Beslediğim sarmaşıklar Hepsi şiir gibi dolaşıyor aklıma Bilmiyorum çözmesini Ve yıkanmıyor hiçbiri şarapla İnanın Elimle koyduğum yerde duruyor deniz Bakın işte gün bitiyor Kısalan günlerin rengi Nasılda turuncu, sarı Ve geceler Üstü açık geceler Boşalan yolda kuruyan İncir ağacıyla Paylaşırım varlığınızı
37
KÜN EDEBİYAT
YAZININ YAŞAM AYNASI
Leyla KARACA
H
er yaşam alanının kendine has, bambaşka bir frekansı olduğuna inananlardanım. Her şehir, her kent, hatta her kasaba ait olduğu toprağın ritmine ayak uydurur, belki kendi toprağının yazgısını oluşturur ve yaşar. Bununla birlikte şu yeryüzünde adımlarıyla toprağın alınyazısını yazan da yine insandır. Toprak ve insan arasındaki bu tuhaf ve adeta zamana bir kilim gibi serili müziğin melodileri, kulak verilecek olursa insan yaşamında kolaylıkla işitilebilir. Her insan belki de aslının toprak olması hasebiyle yaşadığı mekânla gerçek bir etkileşim içindedir. Yaşam sahasına şekil verirken ayak bastığı zeminin, soluduğu havanın, içtiği suyun yaşamındaki tesirlerini hisseder. İnsanın yerküreden edindiği bu aşikâr izlenim en çok da yazarların eserlerinde kendini açığa vurur. Her yazar, eserinde yaşadığı mekândan ve o mekânın silinmez izlerinden alıntılar yapacaktır. Yazar kendisini şekillendiren yaşam sahasını kendi dünyasında yeni baştan kurgulamaktadır bu yolla. Edebiyat eserinde, her yazar kendisini dönüştüren mekânı kendi ruhunun izleğinde farklı bir bakışla kurar. Hayal gücünün sınırsızlığına karşın her mekân gerçek varlığını korumak şartıyla eserde değişime uğrar. Çünkü her yazar yaşadığı şehri, kenti, kasabayı, kaleminin özgün vuruşlarıyla resmederken yaşadığı mekanı kendi kurguladığı sahaya yaklaştırır. Her toprak parçasının ayrı bir dili olduğuna inandığım gibi gerçek bir yazarın yerkürenin farklı bölümlerinde yaşayabilmesi gerektiğine inanırım. Çünkü özgür düşünce, tüm varlığıyla tek bir aynada aksetmemeli, farklı yansımalara, kırılmalara uğramalıdır. Yazarın hayal gücü, evrensel bellekten beslenirken farklı mekânlardan da geçmelidir. Büyük şehirde kendini var edebilen bir hayal gücü, küçük bir köyden de geçerli yazınsal malzemeyi edinebilir. Bunun tersi de doğru olmalıdır; doğanın içinde yazabilen bir yazar, şehirde veya kentte de aynı esine ulaşabilmelidir. Buradan, ölümsüz eserlerin farklı peçeler takabilen bir mekân algısından taştığı gerçeğine ulaşırız. Yazarın insana bakışında herhangi bir hiyerarşi olmadığı zaman, tüm yaşamsal katmanlar onun için ölümsüz bir e-
38
O gün bugün, şehri dünyanın üstüne kapatıp bıraktım kapattım gümüş maşrapayla yaralanmış ağzımı ham elmalar yemekten göveren dudaklarım mırıldanmasın şehrin mutantan ve kibirli ağrısını. (Üç Frenk Havası / İsmet Özel)
serin yapı taşları olabilir. Bunun yanında, yazar yaşadığı şehri veya kenti sevmek zorunda değildir. Tam burada şehir ve kent sözcüklerinin arasındaki farkın altını çizmekte fayda görüyorum. Kent, gücün, otoritenin, uygarlığın görünür hale gelmesi iken aynı zamanda da insanın kendine ve değerlerine yabancılaşması, insanın topraktan uzaklaşması anlamlarını da beraberinde getirir. Nazım Hikmet, Türk Köylüsü adlı şiirinde ‘ topraktan öğrenip, kitapsız bilendir’ ifadesini kullanır. Yine onun deyimiyle, ‘toprağın nabzı başlar/ onun nabızlarında atmağa”. Kent yaşamına yaklaşan insanın nabzı toprağın nabzından da ayrılır, modernizme, bireysel yaşamın, yabancılaşmanın hüküm sürdüğü yapay bir alana yakınlaşır. Hisar, kale gibi anlamlara gelen ‘kent’ kelimesi, gelenekselden uzak, kurgulanmış modern yerleşim alanıyken, Arapça bir kelime olan ‘şehir’, kente nazaran çok daha kuşatıcı bir manaya sahiptir. Şehrin dokusuna sinmiş olan geleneğin ruhu, kent yaşamında yerini modernliğe bırakmıştır. Şehir neredeyse insan kadar hayat-dar ve diri iken, kent kurgusal ve bireyci olmasının etkisiyle kapsayan değil ‘yalnızlaştıran’dır. Belki bunun için Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şehir inşa eder, kent ise imha “ sözünü söylemiştir. Şehrin insanı büyüleyen, kavrayan, insanı tüm sevecenliğiyle ihata eden yapısı kentin kurgusal ve köksüz duruşuna terstir. Bana göre kent değil ancak şehir zamanın ruhunun aşikâr sembollerle dile geldiği gülen bir çehredir ve bu yönüyle insanın ruhunu kendine çeker. Kent yaşamı zamandan kopuk, dünü bugüne taşıyamayan, otoritenin asık yüzünün resmedildiği tuval gibidir. Şehir, insanı tüm insani yanlarıyla saran, seven, özleyen canlı bir organizma iken, kent, insanın bakışını daraltan sınırlılıktır. Kent yaşamında insanın aidiyet duygusu incinirken, şehirde insan kendi varlığıyla ve evrenle bir bütün halinde yaşar. Bu açıdan İstanbul şehir, Ankara ise kenttir. Tanpınar, Beş Şehir adlı eserinde çocukluğunda bir Arabistan şehrinde tanıdığı yaşlı bir kadının hastalandığında hiç görmediği İstanbul çeşmelerini sayıklayarak şifa bulmasından bahseder. Bu yaşlı kadıncağız için İstanbul şifalı suların ve billûr bir
KÜN EDEBİYAT
hasretin şehridir. Hacı Bayram-ı Veli ne güzel söylemiştir. “Nâgehan bir şâra vardım / Anı ben yapılır gördüm. / Ben dahi bile yapıldım / Taş ve toprak arasında./ Hacı Bayramı Veli, ‘ansızın bir şehre vardım’ diyerek insanın uçsuz bucaksız gönlünü bir şehre benzetmektedir. Zaten devamında yine kendisi burada ‘şâr’ yani ‘şehir’ kelimesine açıklık getirmektedir: Şâr dedikleri gönüldür./ Ne âlimdür, ne câhildür./ Âşıklar kanı sebüldür./ Ol şârın kenâresinde./ Elbette büyük Türk mutasavvıf Hacı Bayram-ı Veli’nin 14. Ve 15. yüzyıllarda yaşamış olduğu düşünülürse şehir kavramının nasıl bir değişime uğradığı da kolaylıkla tahayyül edilecektir. Bunu söylememizin sebebi en çok da şehrin çehresinin zamanın akışıyla birlikte hızlı bir biçimde değişmesidir. Şehir, iç içe geçmiş zamanların soluk aldığı medeniyet sahnesi olmasının yanı sıra modernizmin getirdiği hızlı değişimlere ayak uydurmaya çalışan bir yaşam alanıdır aynı zamanda. Yukarıda belirttiğimiz gibi insan kendini yaşadığı zamandan ve mekândan bağımsız kılamayacağı için hemen tüm edebi eserlerde eserin yazıldığı devrin ve mekanın izlerini açıkça görürüz. Edebiyatçı, yaşadığı şehri sevse de sevmese de onunla zorunlu olarak belli bir ilişki kurar. İster istemez kalemin kâğıda tüm vuruşlarına yazarın yaşadığı mekanın gölgesi düşecektir. İsmet Özel Üç Frenk Havası adlı şiirinde, “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin / kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin” ifadelerini kullanır. Şaire göre, şehrin insanı pahalı zevklerin ve ucuz cesaretlerin insanıdır aynı zamanda ve şair ‘serçelerin uykusuna yetecek kadar gece’ almakla iktifa eder. Denilebilir ki, modern şiir aslında modern hayatın şiiridir ve şairler sıklıkla şehir hayatının insan ruhunu bukağı gibi sıkan yapaylığı ve zorlayıcılığından yakınmışlardır. Şiirin edebiyatın zirvesi olduğu düşünülürse, şairlerin bir şehre neden sığamadıkları sorusunun cevabı belki onların uçsuz bucaksız özgürlük arzularında aranmalıdır. Edebiyatta mekân olgusu belki en çok romanlarda kendini gösteren bir rahatlığa varır. Her roman belli bir mekânda geçmekle beraber yazarın o yaşam alanına bakışı da önemli rol oynar. Kimi zaman yaşam alanı romanda bir karakter gibi kurgulanır. Tanpınar’ın Huzur adlı romanı buna güzel bir örnektir. Huzur’da İstanbul yaşayan bir organizma gibidir. Orhan Pamuk’un, Kar adlı romanında olaylar Kars’ta geçer. Kimi zaman da yazar, yaşadığı ve betimlediği şehirle birlikte anılmıştır. Sait Faik, Burgaz Ada’yla, Orhan Veli İstanbul’la birlikte anılır. Yerkürede her yazar kendi kalemiyle toprağın siluetini kâğıda taşırken toprak da onu biçimlendirmiştir. Bunun için Jorge Luis Borges, “Ben, Ay’da yaşayan bir adamın öyküsünü yazsam bu bir Arjantin öyküsü olur.” der. Her yazar eserinde, kendi yaşamından süzüp damıttığı öz’ü belirgin kılar ve bu öz onun kökleriyle, ait olageldiği toprakla, yaşadığı zaman ve mekânla ilişkili olacaktır. Yaşam dekorlarımız değişse de mekândan etkilendiğimiz ve onu içselleştirdiğimiz gerçeği değişmeyecektir.
TANIŞMA Muhammed KARASU affedersiniz siz ve elleriniz hangi kışın beyaz küllerisiniz yolculuğu öğütlüyor sesiniz yüzünüz çizgi çizgi deniz nereden geldiniz böyle sebepsiz hangi davulun dengisiniz zaman pıhtısı gibi bakıyor gözleriniz kaç cenazenin kefenisiniz seccademde Tanrı’ya yalvarmam gereksiz siz ahirette ifademsiniz ufkun püskülü kalıpsız ve renksiz bu simya kutusunda zaman gölgesiz gecenin ruhuma dikilmiş heykelisiniz siz yalnızlık rüyamı bekleyen saat misiniz ölçüsüz öldüm tabutlar sensiz gölgeler bulanık ışıklar ahenksiz rüzgarın soluğunda ölüm gerekçem siz…
39
KÜN EDEBİYAT
SU ATEŞİNDE HARF ÜŞÜMESİ Gülnaz ELİAÇIK
B
ir ateşin yangınından çıkıp geldim, toprağın yedi kat dibinden. Kevser ırmağının damlasıydım, Adem’e can olayım diye yurdumu bırakıp da geldim. İlk beşerin kalbi yoğrulurken topraktan, maya diye katıldım içine. Biraz göz damarlarına dolduruldum, içinin yangınını söndüreyim diye. Havva’nın yokluğunu benimle bilsin diye! Biraz dudaklarına, cennet nimetinden sonra, dünya azığı kekre bir tad bırakmasın diye dilinde. Biraz kalbine, biraz aklına sonra... Cennet düşünün bağ bozumunda, içini ferahlatayım diye var edildi varlığım. Âdem ki ilk susayışta bildi dünya meşakkatini! Âdem ki, Havva’yı yanında görmediği vakit, gözünden akanda gördü acının serinlemiş halini. Dünya ki önü deniz arkası tufan. Dursan imtihan, dönsen imtihan! Dağlar ve denizler. Yollar ve vadiler. Kuyular, kanyonlar... Hepsi benim için yaratıldı, sadece benim! Yol bulup gideyim, özüme kavuşayım diye. Kıvrılıp aktım, yolumu bulduğum her topraktan, fışkırıp çıktım, canına can kattığım her kaya taşından. Bulamadım! Bağrından koptuğum Kevser Irmağı yoktu hiçbir yerde. Aslıma dönemedim dünya üzerinden. Kâh gök kubbede ağırlandım, kâh toprağın yedi kat dibinde. Bildim, artık dünyadaydım. Rengim yoktu, tadımın olmadığı gibi. Varlığımdaki tüm yoksulluklar dünya üzerinde hüküm sürmeme engel değildi. Renkten ve tattan yoksundum belki lakin beşerin canına karıştım, nefesi kesilmesin diye içinin tüm kurak bahçelerini yeşerttim. “Kün” denildi varlığımı, yurdumu unuttum, boyun büktüm dünya yoluna. Cennetten düştüm, dünya üzerinde bir kaç damlanın susmuş haliydim, suretimin sesi ancak cümlelerin varlığında gizliydi. Ve duydu sesimi o harf! Duydu sesimi... -Merve ile Safa arasında Hacer’in say edişi. Kevser ırmağından birkaç damlanın daha kalbime düşüşüBir kadın ve bir çocuk. Çöl Sahibi’ne emanet edilmiş iki beşer. Hacer ve İsmail. Bir kaç parça ekmek, bir kaç yudum suretimden. Sonrası? Sonrası tevekkül, sonrası Hacer’in telaşı. Merve ile Safa arasında
40
başlayan endişeli yolculuk, tam yedi med cezir! Hacer yorgun. Hacer yalnızca Mevlâ’sına sırtını dayamış bir beşer. İsmail, canından ötesi. İsmail, Hacer’in can paresi... Yerde ve gökteydim. Toprağın yedi kat dibinde kabıma sığamazken, elleriyle bağrıma dokundu İsmail. Sığamadım suretimin içine, bir yol bulup çıktım yeryüzüne, amade oldum o güzelin kalbine. Yeşerttim içini, doyurdum karnını ve dahi kalbini! Suretime cennetten birkaç damla daha katıldı, ismime zemzem suretinde yeni bir isim daha denk düştü. Aziz kılındım, suretimin diğer yansımaları arasında. Aziz olanın azizi, beşer olanın âb-ı hayâtı. Kim hangi niyetle dokunduysa suretime, o niyete şifa oldum ben. Kim kalbimi aziz bellemişse onu azizler safında bildim ben. Bir kırbanın içinde, kendimi söndürmeyi unutup, yandım ben! -Bir şairin nefesinde soluk alıp verirken, olduğumdan ve olacağımdan uzaklara düşmüşkenGöz ateşine yama oldum ilkin. Fayda etmedim ateşin gamına, harına. Fayda etmedim kalem tutanın gönlündeki bir tutam aşka. Çaresiz ilmin çaresi de ben değildim. Bildim. Yine de inanmadılar bana! Gök kubbe dönüyor arzın semâsında. Rengi rengimden, sûreti kalbimden çıkma! Yazıcının gözünden akanlar gök kubbeyi talan etmişken, sûretimden olma bir çocuğun yaptıklarına şaşmadı aklım. Ben emrolunduğu gibi, hem bereket, hem felaket tadındaydım. Geldim ve geçtim. Gelir ve geçerim. Geçtiğim her yanda suretimden izler kalır. Kimi zaman çiçekler bitiririm aktığım yataklarda, kimi zaman söker atarım önüme ne çıkarsa. Bilmem ben nasıl yaptığımı, yazılanı yaşarım canına can katılan tüm yaratılmışlar gibi. Geçtiğim her yön bellidir, sızdığım bütün topraklar kokumdan bir parça almıştır bağrına. Tüm topraklar âşıktır bana! Bu yüzdendir kalbiyle kalbimi bilmesi ve her dem muhtaç olması bana. İnsan insana, toprak suya ve aşk acıya muhtaçtır, bir yudum dahi olsa! Karanlık bir gecede, gönlüne ışık diye yağdığım damla çoktur benim. Gözlerinden süzülüp de kalbi-
KÜN EDEBİYAT
ne doğru çağladığım güzeller de yok değildir. Susar dilim, susar rengim ve tadım. Şeklimse, tarifsiz bir biçimde kalpten kalbe değişir. Sevgiliye gül olsun diye çok diken suladılar kalbimle benim. Sormadılar hangi çiçeğin dibinde hasret gidermek istersin, hangi ağacın gölgesinde demlenirsin toprakla? Sormadılar, insan olanın kalbinde durduğum gibi duramadım ellerinde. Harcadılar sonum hiç olmayacakmış düşüyle. Harcadılar, sûretimin ucunu görüp bucağını bilmezler, hiç bitmeyecekmişim zannedenler. Hâlbuki hasretimle yanan da az değildi benim! Neden sonra bir şairin gözlerinden akıp parmaklarına düştüm. İki dizeyle sahibimin sevgilisine yâr olacağımı nereden bilirdim! Seyyid-i nev-i beşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ Kim sebüpdür mucizâtı âteş-i eşrârâ su Gömüldüm iki harfin içine, sonum, sonsuzun sonsuzluğunda yalnızca tek hece! -Dünya sürgünümün teskin edildiği ten: Efendim’in parmaklarından süzülüp akarkenKıvrılıp akarken yatağımda yahut iki denizi birbirinden ayırırken hep sustum ben. Boyun büktüm yaratılışıyla beni yurdumdan eden insanoğluna. Sustum, ses etmedim gökten yağarken yahut bir kaynaktan yeryüzüne çıkarken. Sükûtumun kelimeleri giyip libas olduğu yerler vardı. Sessizliğimi duyan kulaklar; göktekiler ve yerdekiler, suretimi şükür vesilesi sayanlar... Bir yangın. Bir ordu ve bir meydan; Zevrâ. Sûretimden iz yok, yalnızca birkaç damla kendimden öte bir ben. Yokluğumdan ar ederken, varlığımın o mübareğin parmakları ucunda zuhur edeceğini nerden bilirdim? Ben kendimi bile bilmedim! Kendimi bile... Zevrâ meydanında gördüm O’nun kalbini. Varlığım bir bebeğin dilini damağından ayıramazken, O’nun elleri kalbime inince, sığamadım üç beş damla olan suretimle kendime! Çağladım aktım, parmaklarını vatan bildim kendime. Yurdumdaydım, cennet kokusu bıraktığım gibiydi. Çağlayan yanım Kevser Irmağından akma bir koldu yine. Damlalarım kutlu bir komutanın ordusuna, abdest oldu, serinledim. Suretimle söndüremediğim iç yangınım o gün söndü benim. Ben bu vakitten beridir hep serinim, hep derin... -...Bir kırbanın dibinde yahut bir kuyunun derininde bekledim. Ben hep bekledim. Melekler kanatlarıyla indirdi beni gök kubbeden, ateş kendinden öteledi yerin yedi kat dibinden. Hâlbuki hiçbiri değil benim derdim. Aşka köle diye beşerin içini kavuran yangını, Mevlâ’nın aşkıyla söndürmeye gelen bir kendini bilmezim. İki harf, tek hece. Sûretim İsrafil’in sûra üflediği gün dile gelecek belki de. Gözünden yaş olup aktığımda bilecek beni o gün, kendini içimde boğup atan bir ateş ehli de! Tüm ırmaklar, denizler, göller ve nehirler, suretimi konuk etmiş her yan kuruyacak, o gün beni yalnızca gözü yaşlı bir topluluk taşıyacak kalbinde! Dünya sürgününün bittiği gün, gök kubbede yalnızca mayasına aşk katılanların damlaları asılı kalacak. Ve insan, içinin kurak iklimlerinde hep susayacak.
SONSUZ Şakir YÜCESOY gözlerindi gözlerimde göçebe fırtınalar yaratıp zihnimin zincirlerini yerle bir eden. Bir adımınla alevlenirdi, cam paravanla ayrılmış bir yanı karanlık iki odalı büyük bir şehrin, ayaklarını gök kuşağına sarkıtan kapısı. Sere serpe dökülürdü şimdinin karnına renkleri prangalarından kurtulmuş geçmiş ve gelecek yağmur damlalarının gök kubbeyle yaptığı tangoyu tamamlayan kaktüs çiçeği gibi kumarbazdı ellerin zamanın olmadığı yere rüyaların kusursuz günahı umudu sonsuzluğu saklayan…
41
KÜN EDEBİYAT
BÜYÜK SİYAH GÖZLÜKLER Yazar: Samet SEFEROV Çevirmen: Ege Çağla ÖNAL
C
avit, Çeşme meydanına varırken kızı her zamanki kafede yüzü sokağa doğru dönük halde gördü. Havanın dayanılmaz boğucu sıcaklığı Cavit’in gücünü tüketmişti ve o, boğazının tamamen kuruduğunu hissediyordu. Bakü`de her temmuz ayındaki gibi yine semadaki bulutları bile ürkütmüş acımasız sıcaklık hüküm sürüyordu. Gökten yere ateşin yağdığı ve rüzgârın korkudan kaybolduğu bu pazar gününde şehir merkezi her şeye rağmen sayısız insanla kaynıyordu. Cavit kafeye yakın bir yerde ağaçların altında gölgede durdu, soluk aldı ve yakındaki çeşmede susuzluğunu giderip, elini yüzünü yıkadı. Nihayet ferahladığında kafeye doğru yürümeye başladı. O, kızın oturduğu masaya varmışken yanından geçen garson derhal durdu ve ne sipariş edeceklerini sordu. Cavit garsonun sabırsızlığına içten içe öfkelendi ve ilk olarak kızın sipariş etmesini tercih ettiğinden, masaya oturuncaya dek bir kelime dahi söylemedi. Ama kız konuşmayarak garsonun sorusunu cevapsız bıraktı. O zaman Cavit onay beklemeden ikisi için de soğuk gazozlu maden suyu sipariş etti. Garson masadan ayrılırken ansızın hafif serin bir rüzgâr esti ve Cavit`in vücudunun açık yerlerine - yüzüne, boğazına, kollarına hafifçe dokundu. O, bu beklenmedik esintinin tadını daha tam çıkaramamışken, kızla tanıştığı süre zarfında ilk kez onunla görüşmeye geciktiğini, hatta bir hayli geciktiğini fark etti. Cavit kıza şöyle bir göz attı. Önü açık, ince kumaştan omzu dantelli beyaz bluz ve çizgili koyu gri etek giymişti, gözlerinde ise büyük siyah gözlükler vardı. Her zamanki gibi çekici gözüküyordu. Cavit onun giysi seçiminden her
42
zaman zevk alırdı. Üstelik onun bu yeteneğini ince vücudu ve büyüleyici güzelliği de tamamlıyordu. Bu sebepten Cavit onunla yan yana yürümekten, birlikte aynı masada oturmaktan çok gururlanıyordu. Hatta şimdi bile o, bu kısa süre içerisinde, komşu masalardan kaçamak bakışları da sezmişti. Lakin kızın davranışında bir tuhaflık vardı bugün. Kendine benzemiyordu. Susmuş, dik oturmuş ve küstahlığa benzer ifade ile ciddi durmuştu. O zaman Cavit – “Belki de, artık her şeyden haberdardır” – diye kendi kendine düşündü. Garson tepside iki şişe getirip, masaya koydu ve bardakları su ile doldurdu. Sonra onlara buz ilave etti ve başka bir şeyin lazım olup olmadığını sordu. Cavit sakince kafasını salladı ve garson masadan uzaklaştı. -Hava çok sıcak – diye şikayet ederek Cavit suyundan bir yudum içti ve soğuk suyun boğazının yeniden kurumuş duvarlarında süzülmesini duyumsayarak memnuniyetle etrafa baktı. Kızsa onun bu yorumuna hiç bir tepki vermedi. O, gözlerini bir noktaya dikerek hareketsiz duruyordu. Cavit gizlice kıza bakıverdi. Onu bu büyük gözlükle ilk defa görüyordu. İlginçti, bunları bugün mü, görüşmeden önce mi, ya da çok öncesinde mi almıştı acaba? Birlikte oldukları son iki yılda bir kere bile takmış mıydı kız bu gözlüğü? Cavit hatırlamıyordu. Hafızasını ne kadar kurcalasa da, aklına bir şey gelmiyordu. Belki de, kız bu gözlüğü çok takmıştı. Çok bakmıştı bu gözlüğün camlarından ona. Çok görmüştü kendi yansımasını Cavit o çift camlarda. Çok aramıştı o gözlüğün perdelediği ela gözleri. Belki de, böyle olmuştu, belki de yok. Hatırlamıyordu. Unutmuştu. Buharlaşmıştı. Kaybolmuştu her şey. Cavit düşünceye daldı ve bir şeyi iyi bildiğini anladı. O, bugün ne söylese de, kızın gözle-
KÜN EDEBİYAT
rini görmeyecekti ve sözlerinin o gözlerde yaratacağı izlenimi – kederi mi, acıyı mı, heyecanı mı, teessüfü mü, yahut, kim bilir, belki, gizli sevinci mi bilmeyecekti. Bu, Cavit’i bugün daha cesaretlendirecekti, daha rahatlatacaktı ve bu görüşmeyi niyet ettiği gibi ilişkiyi noktalandırarak, çoktandır hasretinde olduğu özgürlüğüne kavuşacaktı. Bundan dolayı Cavit hangi sebeple ortaya çıktığını düşünmeyerek, bu gözlüğün bugünkü görüşmedeki varlığından hayli minnettardı. Lakin çok denese de, kaderin kurduğu bu elverişli durumdan yararlanmak ona kısmet olmayacak gibi gözüküyordu, çünkü Cavit iki gündür hazırladığı konuşmayan bir türlü başlayamıyordu. Kızın ciddi duruşu, içine kapanık davranışı ve en önemlisi, bu büyük siyah gözlük onu endişelendiriyordu. Belki, kızdan onu çıkartmasını rica etseydi? Yok, olmazdı. Ama genel olarak düşündüğünde, kız, onun niyetinden nasıl haberdar olmuştu ki? Söylemiş miydi? Yok. Belli etmiş miydi? Yok. Bu da sıradan görüşmelerden biri olacaktı. Her şey her zamanki gibi cereyan edecekti, aynı düzende: pazar günüydü, hava iyiydi, merkezde görüşecektiler, kafede dondurma yiyecektiler, deniz sahilindeki parkta gezecektiler, belki, film de seyredecektiler, sonra da karınları acıkacaktı ve bir restoranda akşam yemeği de yiyecektiler. Her şey böyle olabilirdi. Onlar ne yapacaklarına önceden karar vermiyorlardı, ama gezintilerinin nelerden ibaret olabileceğini de ezberden biliyorlardı. Lakin kız bugünkü görüşün evvelkilerinden farklı olacağını nasıl hissetmişti? Acaba ilişkilerinde son haftalar yavaş yavaş şiddetlenen soğukluk bu ihtimal için yeterli değildi mi? Cavit ansızın bir hadiseyi hatırladı. Kız bir keresinde birbirlerini ne kadar iyi tanıdıklarını test etmek için bir oyun oynamayı teklif etmişti. Sıra ile her biri kendisi hakkında diğerine soru soracaktı ve kim fazla doğru cevap verirse, galip gelecekti. Böylece birbirlerinin beğendikleri, sevmedikleri meş-
guliyetleri, durumları, renkleri, arabaları ve başka nesneleri sorguladılar. Oyun sonunda kız Cavit’i büyük farkla yendi ve sessizcesine gülümseyerek “Görüyor musun, ben seni avucumun içi kadar iyi tanıyorum” - dedi. Onda Cavit de gülümsemişti, ama kızın sözleri onda tatminsizlik yaratmıştı. Şimdi de Cavit düşünüyordu: yoksa, yine mi aynı şey olmuştu? Kız yine mi onun aklındakini okumuştu? Yok, saçmaydı bunlar! Olsa olsa Cavit kendisini ifşa etmişti. Hatta dikkatsizlik etmişti. Ama daha bunun bir önemi var mıydı? Mühim olan ayrılmak değildi mi? Onlar kafenin sokağa açılan tarafında, şemsiyenin altına oturmuştular, lakin burada oturmanın güneş altında oturmaktan farkı yoktu. Cavit’in alnından boncuk boncuk ter akmaya başlamıştı. O, her şeyi güzel planlamasına kızla görüşmeyi akşama değil, gün ortasında saat üçe ayarlamış olmasına seviniyordu. Akşam hava serinlediğinde arkadaşları ile buluşacaktı ve deniz sahilindeki parktaki kafelerin birinde tütsülenmiş peynirle soğuk bira içecekti. Cavit sıcaktan yana-yana, akşamki görüşmenin hayalini kurdu ve içinin de yavaş yavaş serinlediğini hissetti. Sonra, kâh önündeki masaya, kâh da komşu masalara bakış attı, cesaretli olmak istedi, yüzünü kaldırdı, ama gözlerinin nereye baktığı belli olmayan kıza seslenmedi. Hevessizce meydanda dolaşan, yürüyen insanları seyretti. Onun gibi birçok kız da siyah gözlük takmıştı. Ama bu kızdan farklı olarak, onların hepsinin yüzünde hareket seziliyordu, hayat ifadesi mevcuttu. Kimisi gülüyordu, kimisi gülümsüyordu, kimisi konuşuyordu. Cavit`in karşısındaki kızsa taş gibi susmuştu. Ama o? O da susmamış mıydı? Konuşmasına ne kadar iyi hazırlansa da, kelimeleri, ifadeleri ince ince ölçmüş olsa da, şimdi sanki her şeyi unutmuş gibiydi. Ama konuşmanın, bir şeyler söylemenin ne kadar önemli olduğunu da anlıyordu. İki sene önce tesadüfen görüştükleri bu kafede her şey
nasıl da farklıydı? O, arkadaşı ile bu kafede buluşmuştu ve bu kız onun arkadaşının aynı sınıfta okuduğu bir kızla komşu masada oturmuştu. Cavitler onların masasına katıldılar ve Cavit bu kızı kendisine sevdirmek, onun azıcık ilgisini kazanmak için canını dişine takmış, durmadan konuşmuştu. O, hemen konuşmasının teferruatını hatırlamasa da, çok coşkun, hevesli, emin konuştuğunu hatırlıyordu. Şimdiyse bu kızla ayrılmak için bir kelime bile bulmakta aciz kalmıştı. Kız ona kenardan balmumu heykelini hatırlatıyordu. Konuşmayan, kımıldamayan, hareketsiz balmumu heykelini. Ve Cavit, gerçekten de, öyle sanıyordu ki, şimdi o, konuşmasını söyleyip bitirdikden sonra - elbette, bunu becerebilirse - ayrıldığı bir insan değil, büyük siyah gözlüklü balmumu heykeli olacak. Ama meğer bu muydu kızın kişiliği? Tabiat böyle mi yaratmıştı onu? Hayır. Şu dudaklar her zaman gülümsemez miydi, şu eller her zaman onun ellerini aramaz mıydı, bu kız daima coşkuyla, heyecanla uğraştığı ressamlıktan, güzel sanatlardan konuşmazdı mı? Bu kız küçük şirin çoçuk gibi her zaman mutlu, şen ve oynak olmazdı mı? Cavit kızın davranışındaki tuhaflığın onda yarattığı hayal kırıklığını yavaş yavaş kaslarının boşalmasında hissetti ve bu hayal kırıklığını kovmak için yüzünü çevirip yan masada yeni oturmuş açık giysili kızlara baktı. Ama az sonra önündeki kız gibi onun da siyah gözlüğe sahip olmadığını ve kızın onun gözlerinin istikametini iyi gördüğünü anladı. O, nereye bakacağını, ne edeceğini, bu suskunluğun ne kadar böyle devam edeceğini tasavvur edemiyordu. Kendisini ne kadar çok sıksa da, gayret etse de, ağzından bir kelime de çıkmıyordu. O, çok güzel anlıyordu ki, bugün ayrılmakla yalnız kendisini kızın hayatından götürmüyordu. O, hem de bu iki sene birlikte kurdukları planları, teferruatlarına kadar her ufak taraflarını düşündükleri ve birlikte gerçekleştirmeye niyetlendikleri geleceği de kendi-
43
KÜN EDEBİYAT
si ile götürüyordu. Belki de, Cavit bu görüşle kızın hayatının çok büyük bir parçasını koparıp götürecekti. Ama Cavit bu konuda düşünmeğe hevesli değildi, o, kızın onu yavaş yavaş unutacağına inanıyordu – aynen onun kızı günlerin bir günü ansızın unuttuğu gibi. Sonra birden sanki zaman dondu, hayat durdu. İnsanlar yerlerinde hareketsiz kaldılar ve bu uçsuz bucaksız kainatta ancak ve ancak bu büyük siyah gözlüklü kız konuştu. Yalnız onun ince dudakları titredi: - Mühim değil. Sonra aynı biçimde, aniden donmuş zamanın buzları eridi, akrep ve yelkovan ağır ağır ilerlediler, sokakta durmuş insanlar yollarına devam ettiler ve Cavit karşısındaki kızın az önce titremiş dudaklarına konmuş güçle sezilecek hafif tebessümü gördü. Şimdi sanki zaman bu kız için durmuştu ve bu tebessüm bir portredeki ebedi insan tebessümü gibi bitmek bilmiyordu. O zaman Cavit anladı ki, ömrü boyu bu kızı unutmayı becerse de, bu tebessümü istese de, unutamayacaktı. Bu tebessüm onun hafızasına ebedi kazılacak, ona ölüm yatağına kadar eşlik edecekti. Cavit içinde derin bir rahatlık hissetti, kollarına güç geldi, yüzü güldü. Sanki kuşa dönüp gökyüzünde bulutların arasında kanatlanacaktı. Sanki o, dünyanın en mutlu insanına dönmüştü ve bütün kâinat onun sevincini paylaşmaya acele ediyordu. Bu tebessüm, bu yumuşak, mülayim, küçük bir tebessüm bir an için onun bütün endişesini yüreğinden çıkarmıştı. Cavit öyle sandı ki, bu kızla yaşadığı son iki senenin bütün acıları, sevinçleri, heyecanları, umutları, arzuları yalnız ve yalnız bu sihirli tebessüm içindi. Bu tebessümü görmek, onu yaşamak, onu gerçekleştirmek isteği onları son iki senede hareket ettiren, birlikte saklayan yegane kuvvet olmuştur. Cavit bu düşüncelerle meşgul olduğu zaman kız yüzündeki o sihirli tebessümü yitirmeyerek dizlerinin üzerinde sakladığı çantasını eline aldı, ağır ağır ayağa kalktı ve geri dönüp yavaş adımlarla kafeden çıktı. Cavit şen gözleri ile onun uzaklaşan siluetini uğurladı, bardağından bir yudum su içti ve saatine baktı: görüş yaklaşık olarak yedi dakika sürmüştü. “Mesele tamamdır” - deyip gülümsedi ve yeniden yan masadaki kızları seyretmeğe başladı.
44
CEMAL’İN ZELİHA’SI ve HAYATİ’NİN AVUKAT OĞLU Mustafa ÇİFTÇİ
A
rzuhalci Cemal bir yandan otları temizliyor bir yandan da anlatıyordu: “Zeliha daktilonun şeritleri de iyice bozuldu yenisi İstanbul’da bile yokmuş. Daktilo bizi iyice boşladı ya neyse…” Otların temizliği bitince “huf” diye bir nefes boşlatıp çöktü mezarın başına. “Eh Zeliha kış da geliyor, yapraklara bak, senin taşın her yerini sarmış.Yoruldum vallaha….” Uzaktan bir gören olsa bu adam delirdi herhalde, baksana mezarla konuşuyor der ya, işin aslı öyle değil. Cemal mezara kendi elleriyle indirdiği Zeliha’sına haftaya, bilemedin on güne bırakmaz gelir. Onunla konuşur dertleşir. Cemal deli değildir ya. Zeliha’sı gittiğinden beri pek de tadı yoktur. Ne de olsa evlat yok, akraba yok. Cemal evlenirken Zeliha’ya demiştir ki “Benim anam babam akrabam yok. Babamı hiç bilmedim, anam da zaten beni yuvadan almış. Benim bir kuru başım var Zeliha, bunu baştan böylece belle.” Zeliha’nın da işine gelmiş, kaynana, kaynata derdinden ferah… Tamam demiş olsun, benim anam babam da senin anan baban sayılmaz mı? Eh öyledir tabii demiş Cemal. Evlenmişler. Aradan geçmiş ki taa otuz beş sene, var hesabını yap. Güne saate vursan Cemalin Zeliha’ya nasıl alıştığını anlarsın. Cemal adliyenin karşısında arzuhalcidir. Kahve, meyhane bilmez, akşama kadar şakada şukada yazar kimin ne derdi varsa. Mahkemeye düşen kim varsa hepsini ince ince dert zinciri edip mahkeme kapısına dizer. Emekli olup da para alamayanlar, icraya düşenler, malı davarı satıp da parayı kaptıranlar ve daha, neler neler. Cemal her birini dinler. Mesleğe ilk başladığında ustası olan eski arzuhalcilerden Nedret Usta’nın dert dinleye dinleye ömür tükettiği sandalyede şimdi Cemal vardır. Ustası Nedret esasen pek muhterem bir adam sayılmazdı, çok adamı kovmuştur yazıhanesinden. Neymiş efendim “adam tabiiyetini bilmiyormuş.” Yahu adam köyden ayağının çakıldağıyla çıkmış gelmiş, ne bilsin “tabiiyeti nedir?” Bırak köylüyü, çevir şuradan bir lise hocası, sor bakalım o bilecek mi? Bilemez efendim nerden bilecek. O eskidendi okumuş
KÜN EDEBİYAT
adam saltanatı. Şimdi boynundaki kravata bakıp da adam bellediğin kim varsa yarısı cahil değil mi? İşte gel de sen bunu Nedret’e anlat. Adam köylü kısmını terbiye edeceğim diye diye göçtü gitti. Köylüler Nedret’in cenazesinden sonra camdan içeri baktılar ki Cemal almış tezgahı, başlamış çoktan takır tukur yazmaya. Eh o günden beri yaza yaza buralara kadar gelmiş arzuhalci Cemal. “Köylüyü kovarsan sana ekmek yok” demiştir dükkân komşuları. “Kovma aslanım, onlar gelsin, dilekçe yazmasan da dertlerini dinle, bir de çay söyle. Senden iyisi olmaz. Bu adamlar yazı çizi işinden neleri varsa sana böcük gibi çeker getirirler. Senin de çorban kaynar. Sen Nedret denen deyyusa kulak asma.” Söylenenleri bir bir tuttu Cemal. Köylü dükkânını uğrak yeri yaptı. Almanya’dan, Mahkemeden, Ankara’dan, Aliden, Veliden, polisten, validen nerden gelirse gelsin bir yazılı kağıt ellerine geçse, “Hele şuna bir bak kölesi olduğum Cemal Efendi” diye evrakı eline alan getirirdi Cemal’e. Cemal anladı ki dağda itten, kurttan, canavardan korkmayan bu adamlar hökümattan, evraktan, kağıttaN yılarlar ki it taştan böyle yılmamıştır. O vakit göğsü bir başka kabarırdı Cemalin. Ne de olsa memleketin koskoca Mahkeme kapısına giden ne varsa onun elinden geçiyordu. Gel zaman git zaman işler değişmiş. Avukat sayısı artmış. Arzuhalcilere iş pek düşmez olmuş. Cemal az kazansa da zamanında haddini, hesabını, parasının hududunu iyice bildiğinden bir evi, bir arabası var. Teker meker yaşayıp gidermiş. Zeliha bir sabah kalbini tutup düşünce Cemal’in evinde ses kesilmiş. Hiç çocukları olamayan Cemal ile Zeliha’nın evi insan soluğuna hasret kalmış. Şimdi Cemal eve gelir. Yemeğini yer. Yemekten sonra televizyonu açar. Bir sürü dizi var. O dizileri bir bir ezberlemiştir. Pazartesiden Cumaya kadar çekirdek yiyerek, meyve kabuklarını usul usul soyarak geçirir akşamı. Anlayacağınız bir tek Zeliha yoktur hayatında. Her şeyi Zeliha varmış gibi sürdürür Ce-
mal. Olanı, biteni, kimin ne derdi ne davası varsa her akşam Zeliha’ya anlatan Cemal şimdi de haftaya bir, on güne bir gittiği mezarda anlatıyor Zeliha’ya. Şimdilerde başında bir avukat Hulusi ve onun mübaşir babası Hayati belası var. Mesele şu; mübaşir Hayati, Cemal’in otuz senelik düşmanıdır. Düşman dediysek can düşmanı değil amma Cemal’in gölgesine bile katlanamaz Hayati. Vatandaşın elinde dilekçesi, evrakı neyi varsa mübaşir sanki çok bir şey anlar gibi bakar. “Senin bu işin olmaz efendi, daha çok yol edersin buraları” der. Vatandaş bozulur. Nedenmiş efendi deyince, mübaşir, dilekçen yanlış yazılmış der ve vatandaş ağır ağır mübaşir Hayati’nin isteği tava gelir. Dilekçeyi Cemal Efendi yazdı der. Mübaşir tıslaya tıslaya onun efendiliği batsın der ve hükmünü verir, kararı açıklar. “Senin işin olmaz hacı dayı. Sen var git bu dilekçeyi yazan dümbüğe de ki, ulan sen benim haklı davamı haksız edeceksin, ya parayı ver ya da şu dilekçeyi adam gibi yaz!” Köylü vatandaş koşarak gider Cemal’e durumu anlatır. Cemal durumu anlamıştır ya. Gel de köylüye laf anlat. Cemal bakar ki yapacak bir şey yok, al paranı kimi biliyorsan ona git der. Köylü kimi bilecek ki, koşar mübaşirin yanına. “Aman efendi ocağına düştüm bu işe bir el at.” Mübaşir “el atar” ve vatandaşı oğluna yönlendirir. Oğlu yeni avukat Hulusi vatandaşın işini halleder. Artık kaç paraya halleder, vatandaşın derdi ne olur, onu Allah bilir. Hem de kim ne kazanır, nereden kazanır bilemeyiz. Amma burada Cemal’i hırstan boğan, mezarlıkta Zeliha’ya uzun uzun anlatılan meselenin ucu nereye gider? Neden mübaşir Hayati bu kadar kinlidir Cemal’a? Zeliha ile Mübaşir Hayati dersek az biraz ışık çakar mı kafanızda? Yaa işte Zeliha zamanında esasen Hayati ile nişanlıymış. Düğüne az bir zaman kala Zeliha kaldırmış atmış yüzüğü. Neden? Çünkü Hayati dere kenarlarında, bağ diplerinde, bahçelerin serin kutularında çekermiş kafayı. Bu gün böyle sünger gibi çeken bir adam, ya-
rın evlenip de kendi evini açınca ne olur bir hesap etmiş Zeliha ve demiş ki benim sarhoşla ne işim olur. İşte o günden beri Zeliha Hayati için bir karışık meseledir. Hayati atılan nişandan sonra iyice zıvanadan çıkıp sarhoşlaşmış, sağa sola bulaşır olmuş. Düzelir diyerek askere göndermişler. Askerde yediği sopanın haddi hududu yokmuş derler. Gelince adliyede mübaşirlik için siyasetçi bir akraba vesile olur ve Hayati adliyede devlet urbasını sırtına geçirir. O saatten sonra Hayatiye güç yeter mi? Yetmemiş işte. Her fırsatta Cemal’e posta koymuş. Gel zaman git zaman oğlu Hulusi okumuş, avukat olmuş ve işte gelmiş dikilmiş Cemal’in karşısına… Cemal Zeliha’nın mezarına gidiyor. Otları yolup mezara su veriyor. Anlatıyor da anlatıyor. Ne bilirse, başına ne gelirse. Ama laf dönüp dolaşıp mübaşir Hayati ile avukat oğluna gelince susuyor. Susmasın da ne yapsın? Zeliha’nın zaten bildiği. Aklına geldikçe olmaz olsun dediği adamı bir daha mı hatırlatsın. Söylemiyor bir şey. Söylemiyor ama daktilonun şeritleri eskimiş. Bir avukat gelmiş karşısına dikilmiş. Babası adliyeden, oğlu dışarıdan köylüleri bir bir bağlamışlar kendilerine. Hem Zeliha da gitmiş. Cemal anlıyor ve artık biliyor ki devri tükenmiştir. “Devir tükendi tükenmesine ya Zeliha, ne edek varıp yanına uzanıp yatamam ki mezara avrat. Yiyecek ekmeğimiz içecek suyumuz varmış daha kısmetimiz kesilmemiş belli…” Cemal mezarlıktan gelirken yine çekirdek alıyor. Akşama hangi dizi vardı diye azıcık düşünüyor. “Haa kızı kaçırmıştı oğlan da peşlerinde jandarma vardı” diyerek diziyi hatırlıyor. Elinde çekirdek eve doğru giderken mecbur avukat Hulusi’nin yazıhanesinin önünden geçecek. Geçerken kafasını kaldırıyor. Mübaşir Hayati ağzında sigara elleri arkasında camın önüne dikilmiş. Göz göze geliyorlar.Cemal ya sabır deyip kafayı çeviriyor. Ya sabır…
45
KÜN EDEBİYAT
DERVİŞ ve ŞİİR
Siyami YOZGAT
B
ugün Halid’le şiir mevzuunda sohbet ettik uzun uzun; Şiir üstüne çok hikmetli sözler döküldü dudaklarından. Ona göre hayal âlemi ile şiirsel tahayyül birbiriyle güçlü şekilde irtibatlı idi: “Varlık ile yokluk arasında; rüya, hayal ve gerçek üçgeninde bir dünyada kurulur şiir iklimi…” diyordu. Ve devam ediyordu: “Şiir kalpten geçenlerin lisan halinde tecelli edişidir; hissin birdenbire lisan oluşudur. Şiir Allah’tan gelen bir sestir, bir nefestir. Şiir bize Zühre yıldızının ve Yusuf peygamberin bir hediyesidir. Bil ki ey şair, şiirin anlamı ruh ise, biçimi de bedendir. Ruh ve bedenin birbirini tamamladığı gibi, şiirde de şekil ve mana birbirini tamamlamakta ve aralarında sıkı bir münasebet bulunmaktadır. Aslına bakarsan, tezad, teşbih, istiâre, kinâye gibi mefhumlar sadece şiire ait olmayıp aynı zamanda tasavvufi mefhumlardır. Şimdi derim ki, inci taneleri ile çakıl taşları arasındaki farkı anlamayanların önüne inci tanelerini koymak neye yarar ki ey şair! İşte bu yüzdendir ki ehline söylenmeyen şiir zayi olur. Vesselam sen de bilirsin ki şiir zor iş, şairlik zor zenaattır. Doğrusu pek bir şey anlamamış olmanın şaşkınlığı içinde baka kaldım derin gözlerine. “Evet haklısın da, o hâlde şiir nedir?” sorusu döküldü dudaklarımdan. “Biraz daha açayım istersen: Şiir; bir icmal, remiz, lügaz ve tevriye sanatıdır.” Biz, bir şeyi remz ederiz; lügazlaştırırız ama şairin bundan kastı bir başka şeydir. Şiirlerin teması, ister sevgiliyle hasbıhal ile başlasın, ister yavukluya bir methiye olsun ve isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun, hepsi de bütün bu suretler altındaki maarif-i ilahiyeden ibarettir. Elhâsıl bu sanatlar için birer araçtır kelimeler.” diye konuştu Halid ve şöyle devam etti: “Şiirin belirleyici unsuru aşktır. Aslında aşk, yaratılışın kaynağıdır. Ömür aşkın güzergâhlarına uğraya uğraya ilerlemektedir. Bu ilerleyişte aşkın varlığı kâh çoğaltmakta, kâh azaltmaktadır. Öyle ki; bazen onu, varlık ile yokluk ara-
46
sında müşahade ederiz. Bunu mükaşefe ehli; ‘Biz, aşktan sudur ettik. / Aşk üzerine yaratıldık. / Aşka doğru yöneldik. / Aşka verdik gönlümüzü…’ mısralarıyla ifade ederler. İşte bu yüzdendir ki aşk atlısı, şiir atına binip ötelere sürünce yollar dürülür, zaman durur. Çünkü şiirin rahvan atı yorulmaz, aşk güzergâhında yüceliş yolunda menziller aşar. Çünkü şiirin bidayetteki sahibi ona böyle buyurmuş ve şairin kapısına salmıştır. Ben derim ki; şiir atı bir kere murad etmeye görsün sahibini aşk ülkesine taşımayı, gelir kapısına durur ol fakirin, eşinir sabahlara kadar. Şair onun küheylan sağrısına ilkinde binemezse ikincisinde, o da olmazsa üçüncüsünde, o da gerçekleşmezse sonrasında kesinlikle binmiş olacaktır…” Bu benzetmeyi sevdim ve hayal ettim. Şiir atı kaç kere gelmişti, kapımda kişnemişti, eşinmişti de ben ona kaç kere binmiştim? “Şair, mana dünyasına nüfuz etmekle kalmayıp, aynı zamanda dil dünyasına da hakkıyla nüfuz edebilmeli ve şair şiirin temel taşları olan hikmet ve ahengi yanında taşımalı” dedi Halid. Söz buraya gelmişken yıllardır cevabını aradığım soruyu sordum: “Peki ya şair kimdir?” “Şöyle anlatayım sana… Elest meclisinde Allahuteala insanlara ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim’ dediği anda biz ‘Bela!’ dedik. Ruhlar bu nidayı duyduklarında büyük bir güzelliğe gark oldular, bu güzellikten mest oldular. İşte şair “bela’yı unutmayandır. Bedenini giyinip yeryüzüne indiğinde mest olduğu bu güzelliğin peşine düşendir. Sanat dediğimiz şey ise o nidayla mest olmuş ruhların güzellikleri arama sürecidir. Boş testiden bal damlatandır şair, kelimelere kanat takıp uçurandır…” Ruhumun bir yerlerinde bir ses… Sisler içinde... “Ya şiirin dili? Bu konuştuğumuz gündelik dilden farklı mıdır?” “Elbette…” dedi. “Günlük düz dilin sığ ve dar imkânları yanında, aktarmak istedikleri yüksek mânâya şiir dili daha fazla imkân verir. Gündelik konuşmaları-
KÜN EDEBİYAT
mızda kelimelerin zahiri anlamlarını kullanarak konuşurken, şiir içinde o kelimenin çağrışımlarını kullanırız. Kelimelerin batınında saklı olanı kullanırız. İşte, kelimelerin içinde ve kelimelerle yaptığımız o yolculukta bizi, ilahi makamlara götürecek olan bir vasıtadır şiir dili… Hatta ilahi olandır. Şair, kelimelerin ipine tutunarak tırmanır arş-ı alaya. Şairler âlimlerin ilimle, âriflerin irfanla yükseldikleri makama şiirle yükselirler ancak şiiri de kendileriyle beraber ötelere taşırlar. Bu yüzden şairin kaderi ile şiirin kaderi birlikte yazılmıştır. Fakat şunu da unutma ki, nihayetinde yaratılmış bütün ifade biçimleri gibi hakikate giden yolda şiir de bir perde olmamalıdır. Yüce Mevlana şöyle fısıldıyor kalbimize: Ben kafiye düşünüyorum oysa sevgilim bana ‘Vechimden başka bir şey düşünme’ diyor Diyor ki ‘Ey benim kafiye düşünenim rahat ol Benim yanımda en güzel kafiye sensin Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin Nedir ki harf? Üzüm bağının çitten duvarı Harfi, sesi, sözü artık birbirine vurup parçalayayım da Seninle bu üçü olmaksızın konuşayım, ah!’…”
Gözleri gittikçe bulutlanan Halid burada sustu. Derin düşüncelere daldı, nice sonra; “Ruhumuz gittikçe şu çöl gibi kuruyor şair, biliyor musun?” dedi hüzünlü bir sesle. “Gözyaşı, aşk ve şiir gittikçe azalıyor hayatımızda.” Dudaklarından dökülen mısralar beni alıp götürdü; “An gelir, ölüm kapına dayanır, sen geldiğin gibi gidersin bu dünyadan, bir gölgen, bir de sesin kalır. Zamanı su gibi içersin, sonsuza akıp gidersin… Bir bulut kanadı misali dağılır, uçar nefesin, zaman durur, sur üflenir seslenir ruh avcısı: ‘Ey Halid neredesin? Nerede şimdi taştan kıvılcımlar çıkaran atların… Seni, Kalahari çöllerinden aşıran, hörgüçlerinde bir denk yüklü hamarat develerin?’ der…” diye okudu içinde biriken bal damlasını ve sustu. Bu arada, gözlerinin bulutlandığını gördüm. Ha yağdı, ha yağacak gibiydi. Öyle sanıyordum ki yağarsa sel olurdu. Halid’in iyi bir şair olduğunu biliyordum ama böyle çağlayarak aktığına ilk defa şahit oluyordum. Sanki dudağından kelimeler değil de yıldızlar düşüyordu üstüme; ben Halid’in bir yanıp, bir sönen sözleriyle mısra mısra ışıyordum. Ortalığa külrengi bir akşam çöküyordu. Çok uzaktan bir kartal geçiyordu gönlüme dokunarak, boz bulanık bulutların içinde kayboluyordu, ruhum gibi. “Zaman incelmede şimdi.” dedi bir kez daha Halid. “Ve kopacağı güne kadar bir hızla yol almada kâinat.” “İbrahim, içimdeki putları devir…” diye başlayan bir şiirle bitirdi sözlerini. Şiirin bir yerinde; “İbrahim, gönlümü put sanıp da kıran kim?” diyordu. Bütün bunlar, bildiğim bir şairden değildi ama şiiri ve söyleyişindeki rahatlığı sevmiştim. O, ruhumdan yükselen sesi bir kez daha duydum sanki ayan beyan.
“Zamandır, geçer gider; binerek acının ve gözyaşının sırtına. Bir bakarsın, an gelir her şey masal olur. Ateş ölür, su ölür, ışık ve duman ölür.” Sarsıldım, vallahi sarsıldım! Ne kadar aktı şiir ırmağı gönlümde bilmiyorum, ben de onunla aktım yepyeni bir dünyanın kapısına doğru. O kapıyı ben mi açtım, kendiliğinden mi açıldı anlayamadım “Zaman suydu, çağ masaldı, geriye bu şiir kaldı…” mısrasını tekrarlayarak kayboldum gittim o alemde. Halid’in şiir üstüne söylediklerini sabaha kadar düşündüm: “Yollara düştüğünde şiiri ve güzel sözcükleri ve anlamı yanında taşı.” demişti sohbetin bir yerinde. “Olmadık bir yerde, ummadık bir zamanda karşına bir hikmet çıkar da anlayamazsın, anlatamazsın. ” diye eklemişti sonra da. Ben, o karanlık ve pıtrak gibi gecenin dibinde kendimi uykunun kollarına bıraksam da kalbimin şiir yanı ayaktaydı ve şunları söylüyordu: “Konusu Allah olmayan şiirlerde ise hayat, ruh ve izzet yoktur…” “Öyle ki; aşk, gözbebeğine kadar sinmeli aşıkın.” Bütün bunları düşünürken gecenin sabaha yakın vaktinde gün doğusunda bir beyazlık zuhur ettiğinde, bir şiir yazmayı murad ettim lakin gönlüme düşenlerin şiir olup olmadığından emin değildim. Olduğu gibi kaleme aldım, sanki benden ama bana ait olmayandı… “Ne diyor, en çok gözyaşından söyleyen kitap; çözül düğümlerinden, şiirinden çık!.. Ve artık tozdan kalelerini terkine alıp sür git, altından ırmaklarda ve yuna yuna. Sür git! Ay ışıklı bir gecede, aşktan bir ata bin, çıplak ve yularsız... Aşk, seni maverada döndüre dolaştıra açılmaz bir kördüğüm edinceye kadar yürü! Yürüdükçe çözül ılgıt ılgıt, çözüldükçe yürü ıylım ıylım. Ey şair; işte, zamanıdır şimdi uçmanın! Sesten bir ata bin; bir gece vakti, yeni bir şiire başla bu zor mevsimde, sür git... Aşk yüklü kervanlar çölün kapısını açtığında korkma, usulca gir o kapıdan… Ve tozlu yollar boyunca git, özünü bir koza gibi sarmalayan yolları okuyarak, yüreğinde kaynayan kelimelerden gümrah vahalar kurarak her konakta. Bilirim gün dönümlü, hayat ölümlü, sevda ayrılıklı… Sür git mavi bir su gibi denizler çizip ve ipekten ırmaklar bağlayıp bir bir. Bir Yusufça ses kulaklarında, kuyu diplerinin derinliğince. Yakub’un ağıdını, hasretini Bünyamin’in duyarak, sür git Züleyha’nın yurduna. Ruhun yaratıldığında duyduğun en güzel sesi ara ve bul ruhunun bir yerinde… Sür git, bir küçük gölge bırakarak geçtiğin yere, her külhana bir damla ateş, her külhancıya bir kıymık şiir. Cana batan, acıtan! Ve unutulmuş bir kuyu başında, Yusufleyin ağlarken çıkrıklar: Gözyaşının, aşkın ve şiirin olduğu yerde yaşamak gerekmiş ki, el hak!
47
KÜN EDEBİYAT
TÜTÜN EROTİZMİ Payidar ZARAMAN Tütün oluyorsun lan! Gözüme gündüzüme fersin! Yedi kat kadınsın lan! Yedi kat güzelliksin! Gett lann...gett Ay Allah’ım dudakların diyorum Dudaklarının üstünde burnun, kaş kılların, ve intikam kahvesi gözlerin, Suratındaki bu hilkat çetesi yani... Yedi kat nimetsin behey! Yedi kat kadınsın bil! Bütün uzuvlarım biliyor bunu; sen de bil! Gövdendeki o Meryem beyazlığı, Bismillah diyen dilin ve dilini andıran o her şey, Seni süzmek; sen bu yol puştundan rivayet rivayet geçerken, Seni süzmek; ben böyle herif işi samsun içerken, Off be lann! Off be lan zamanıdır zamanın bu kalçası güzel demi; Ey bağ bahar güzeli haberin olsun! Haberin olsun ki bu saçlar sana mutlaka yetişecektir; Seni yanaklarından yakalayacaktır mutlaka! Samanlıkta saray sefasıdır, olacaktır bu. Bu seni seninle tanıştırmaktır, boyuna borçtur, Bu olacaktır tereddüt yoktur bunda, bu nettir, Aşık olmak aslında fıtrat zekatıdır, en net sünnettir.
48
Tütün oluyorsun lan Kıymetsin anasını satayım Pahasın tillahıma Yedi sekiz kat kadınsın Nisasın, suresin kitabıma Aklımda oyalanırsın İşin gücün yok, aklımda oyalanırsın Sabahın körü sularında İşin gücün yok balık tutarsın gözüm yaşında Tütünüme sarıp içmek var seni İçmek var seni rakıya nispet Bak kuduruyor yine saçların Yine ki hücrelerim coşkun Ve bir şehvet putudur geziniyor dahiliyemde Beni ırgala Savuştur beni Tedavülden kaldır Bir şeyler yap lan işte Maksadımı örgütle Organize et filan Fenasın çünkü Canın canımı alsın şirretsin Bilimsel bir gerçeksin Made in Allah’sın lan! Kudret yapımısın Cigaralıksın Bütün bu kafdağını bırakıp da Ben öleyim tamam mı? Ben öleyim de sen parliament iç Zıkkım iç tamam mı? Tamam Süper tamam…
KÜN EDEBİYAT
BEŞ VAKİT İNTİHAR Ömer Faruk ÜNALAN En uzak öykülerin yakınındaydık hep En yakın bakışların uzağında. Hışır hışır bir ekim olamadık örneğin. Yağmuru gördük, denizi sevdik Denizi sevdik, yağmur sızdı. Toprak hep yalnızdı. Merhamet dileyen başımız Saçımızla kavgalıdır. Hiç bir kitabın önsözünde yoktur Türklerin esmer olduğu, Tarih tekerrürden ibaret değildir örneğin. Mefkûrelere kurban adanırken insanlık Mayınlar serseri serseriyken Aşk tüm görkemiyle başımızda dolaşıyor Dört başı mamur çocuklar gibi Kuyusunda naralar İnce ince manalar Bayat haliyle maddenin Beş vakit alacağımız var. Mucize ne kadar imkânsızsa Alışmak o kadar kolaydır. En mahrem saatlerde tükürmelisin hayatın yüzüne Koşmalısın deli taylar gibi, Esmelisin en yıkıcı rüzgârın üstüne Sarsılmadan Nemrut’un tahtı Bahtını bağlamadan hurafeler İblis’i dinlemeden şarkılar Haydi kır putlarını. Hiç kimsenin kara kaşı, kara gözü Bilindik bir bakışı yoktur. İşte bu noktada başlar, virgülün aşkı. Tam da alışmışken aşksızlığa Hücrelerim sakinken örneğin Nabzım olağanken, Tüm değerler alt üst olmamışken yani Yerle bir etmenin ne anlamı vardı En steril bakışları. Hadi kalk Zilha Kuyular dolusu İbrahim veriyorum sana Karunlar dolusu saadet. Haydi çık gözlerime İntihar et.
GÖZLERİN
Mustafa GÖZÜBÜYÜK Gönlüm kir pas içinde sanma ki yalancıyım Yıkanıp arındığım nehir senin gözlerin. Her taraf gurbet bana, dünyada yabancıyım Doğduğum, büyüdüğüm şehir senin gözlerin Gönüllere zahmet veren aşıkların aklıdır Aklımı mefluç eden zehir senin gözlerin Dokunma mâtemime, mahremimde saklıdır Sırları ifşa eden sihir senin gözlerin. Baharları yaşadı gönül şimdi güzdedir Yaz mevsimi gelirde tehir senin gözlerin Gönlü aydın olanın alameti yüzdedir Canı cana bağlayan mihir senin gözlerin Değmemiş gözlerine dünyanın kiri pası Gül suyuyla yıkanmış tâhir senin gözlerin Gönül dara çekilmiş bakışların sehpası Öldürürken yücelten mahir senin gözlerin. Andıkça sevdim seni, sevdikçe andım seni Kelimeler bitince ahir senin gözlerin Olmadığın bir şey mi, dünya mı? sandım seni Her şey bir hayal oldu, zahir senin gözlerin. Leyla mezada düşmüş, dervişlerden sor beni Bin bir türlü duayı okur senin gözlerin. Dar'ağcından alıp sana savuruyor beni Ruhumu ilmek ilmek dokur senin gözlerin. Aşkı kadın sanıyor ortalık cüceleri Bana beni öğreten fikir senin gözlerin. Gönüller hep kör olmuş, görmüyor yüceleri Bakınca zengin eden fakir senin gözlerin.
49
KÜN EDEBİYAT
ARZU SAPAĞININ POLİTİK YOLCULARI YAHUT BİR TAİFE-İ ACİBE Yavuz GÜNEŞ
R
oman sadece “roman” değildir. Metnin söylediklerinin ötesinde bir de söylemek istedikleri vardır. Asıl söylenmek istenen dikkatli ve yorumsal bir okumayla metnin satır aralarında, derin yapısında kendini sezdirebileceği gibi kimi zaman da -Valery’yi izleyerek söylersek- okura bir vitamin tableti gibi doğrudan da sunulabilir. Bu ikinci yöntem amaca giden en kısa yol olmakla birlikte metnin edebî niteliği ve estetik dokusu için son derece sakıncalı ihtimalleri “kuvvetle muhtemel” kılar. Bu ihtimalleri bertaraf etmenin ya da romanın içerdiği ideolojik duruşu daha hazmedilebilir kılmanın yollarından biri de romanda ironiye başvurmaktır. İdeolojik bir içeriğin fantastik bir fonda ve ironik bir tavır eşliğinde işlendiği romanlara iyi bir örnek: Arzu Sapağında İnecek Var. Roman, Turgut Özal’ın başbakan olduğu 1989 yılında yayımlanır. Romanın giriş bölümünde yazar-anlatıcı Başbakan’ın eşi Semra Özal’dan gelmiş bir kartı masasında bulur. Gönderdiği kartta Semra Özal, yazarın kendisiyle yapmak istediği röportajı yazarın evinde vermeyi kabul ettiğini belirtir. Masadaki altın yaldızlı ikinci bir kart ise Fransız Devriminin önemli simalarından Kraliçe Marie Antoinette’dendir. O da Semra Özal gibi aynı gün ve saatte yazarın evine gelerek röportaj vermeyi kabul ettiğini bildirmektedir. İkili eve gelince zaman mekân, olaylar hızla değişir aktüel zamanın gerçek kişileriyle parlak bir geçmiş zamanın tarihi kişileri anlatının dünyasına girer. Krnavala dönen romanda devlet memuru olan Türk Robotu Abidin aya gider. Danton ve Kraliçe başta olmak üzere Fransız devriminin önemli aktörleri ve Devrimci Mehmet gibi aktüel zamanın gerçek kişileriyle 2020 yılının New York’una gidilir. Oradaki Rüya Ekranları Ormanı’nda Devrimci Mehmet’in rüyaları ve bilinçaltı izlenir. Ankara’da Etlik sırtlarındaki Cinci Celal Hoca’nın gecekondusunda binilen koyun postu roman kişilerine Che Ernesto Guevera’nın çatıştığı Bolivya ormanlarında soluğu aldırır. Bütün bu serüvenler romanın politik içeriğini seyrelterek metni daha okunur ve görece daha estetik/çarpıcı kılar.
50
12 Eylül 1980 sonrası romanlardan olan Arzu Sapağında İnecek Var, fantastik bir kurgu olmasının yanında toplumcu-gerçekçi politik bir tezi de ironi aracılığıyla işler. Bu tez her ne kadar toplumsal gerçekliğin bir parçası ise de tezin ele alındığı zaman, mekân, kişiler ve olayların cereyan ettiği koşullar o derece politik ve fantastiktir. Bir cin tayfasını emrinde çalıştıran Cinci Celal Hoca’nın “(…) Seni bağlamışlar. Kurtulamıyorsun. (…) Seni yüksek yerden bağlamışlar.” teşhisi koyduğu devlet memuru Abidin’in “Ben bir robotum” ısrarı paranoyak bir saplantı değil; devlet dairesinde çalışan bir memurun her gün kendini tekrar eden yaşamının tekdüzeliğine karşı ironik bir tavırdır. Celal Hoca’nın seansı sırasında 2020 yılının New York’undan gelmiş Alain Delon tipi T-273X marka bir insan robotun da hazır bulunması bu ironik eleştirinin bir parçasıdır. Hatta T-273X, Türk Robotu Abidin’den daha ‘insan’dır. Çünkü o, 2020 yılı New York’unda intihara teşebbüs edenlerin aradığı acil psikolojik yardım merkezinde telefonlara bakan, insanları hayatın güzel ve yaşanılabilir olduğuna ikna etmeye çalışan bir psikiyatr-robottur. Israrla kendinin hep aynı şeyleri yapmaya mecbur bir robot olduğunu iddia eden Abidin ise fantastik bir geçişle kendini Ay’da bulur. Bir süre Ay’da bomboş gezinir. Abidin “İlk kez mutlu[dur.] (…) Tüm baskılardan arındığı[nı] duyumsa[r]”. Orada karılaştığı Nazlı ve Devrimci Mehmet’in “Ama Abidin, burada yaşam yok ki!” dünyaya dönelim önerisine Türk Robotu Abidin “Orada da [yaşam] yoktu,” (s.144) gerekçesiyle karşı çıkarak, dünyaya ve memuriyette bulunduğu devlet dairesine dönmeyi reddeder. Bu tavır içinde yaşadığı ancak benimseyemediği dünyaya bir alternatif arayışının, kabul etmek zorunda olduğu iş ortamındaki çalışma koşullarına karşı memnuniyetsizliğin ve huzursuzluğun göstergesidir. Dünya’yı terk ederek Ay’a yerleşen devlet memuru Abidin, bir süre sonra da personelinin “Hepsi çok dost, çok can kişiler(…)”den (s.162) oluşan bir uçan dairede iş bulur.
KÜN EDEBİYAT
Ankara’nın ücra semtlerinden birindeki gecekondusunda kısmet açmak, define bulmak, şifa dağıtmak, büyü bozmak gibi işlerle meşgul olan Cinci Celal Hoca’nın cinleri toplu grev haklarının ve sosyal güvencelerinin bulunmamasını, çalışma saatlerinin fazlalığını ve koşulların insanî olmamasını gerekçe göstererek Celal Hoca’nın üzerinde oturduğu koyun postunu uçurmada gönülsüz davranarak iş yavaşlatma eylemiyle pasif direniş gösterirler. Böylesine fantastik bir işin “cin” işçileri, aralarından Mernuş’u sözcü seçerek onu, aynı zamanda bir roman kişisi olan yazar-anlatıcı Nazlı’ya gönderirler. İçinde bulunulan koşullar cin tayfası açısından o kadar kötüdür ki her şey bir yana Celal Hoca bir sigara içmelerine bile müsaade etmemektedir. Cinlerle Celal Hoca arasında Nazlı aracılığıyla mutabakat sağlanır. Uçmaya başlayan post, Bolivya ormanları üzerinden geçerken ormanda çatışmakta olan Ernesto Che Guevara; Mehmet, Nevada - 2020 yılı yapımı Alain Delon tipi B273X marka Robot ve Fransız Devrimi’nin aktörlerinden Danton tarafından iple çekilerek posta çıkarılır. Posta binen son kişinin, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini savunan bir devrimci olduğunu öğrenen cin tayfası postun altından“Kahrolsun emperyalizm!... Kahrolsun Faşizm!” (s.170) diyerek slogan atmaya başlar. Cinler postun hızını iyice artırır. Celal Hoca cinlerinin bu tavrını görünce onların birileri tarafından “bilinçlendirildiğini” ya da onlara birilerinin “yasak kitaplar okuttuğunu” (s.174) düşünerek öfkelenir. Postun uçtuğu aktüel zaman 1989 yılıdır, aşağıda çatışmanın cereyan ettiği Bolivya ormanlarındaki Higueras Köyü’nde yaşanmakta olan zaman ise “(…) 10 Ekim 1967 Salı sabah saatleri”dir (s.174). Nesneler dünyasında yer almayan fantastik varlıklar olan cinler, aktüel zamanın somut varlıkları olan insanlar ve geçmiş zamana ait bir an’ın ölmüş kahramanları olan Arjantinli devrimci Ernesto Che Guevara, Fransız Devrimi’nin mimarlarından Danton, Cinci Celal Hoca’nın sevk ve idaresinde uçan bir koyun postunda alışık olmadık çarpıcı biçimde bir araya getirilir böylece bir arada bulunması olanaksız durum ve kişileri bir araya getiren fantastik öge ‘fotomon-
taj’ tekniğiyle ironi sağlanırken; tamamen nesneler dünyası dışına çıkılmadan olağanüstü gerçeklik fonunda siyasal eleştiri sağlanır. Ayrıca bir koyun postuna uzanan, oturan, ayakta duran, bağdaş kuran sekiz kişinin sığması ve yazar anlatıcı Nazlı’nın koyun postunu “NASA Uzay Merkezi (…)” (s.169) olarak tanımlaması, olması gerekenden farklı sonuç çıkarma bağlamında ironik bir durumdur. Aksiyon dozu yüksek bu politik nitelikli olaylar, romanın “Final”inden bir önceki bölümün sonlarında yer alır. Okurun romanda yaşanan her şeyin bittiğini düşündüğü bu noktada yazar anlatıcı okura:“… Sevgili okurum. Kitabı bitirmiyorum.” kararını açıklar. Bu kararın gerekçesi ise “Böyle şeyler[in] bitme[yeceği]” (s.184) dir. Bu tutum anlatının kalan bölümünü okuyucunun muhayyilesine, duygu ve düşünce dünyasına havale etme tavrı değil-
dir. Çünkü romana hem bir ‘final’ bölümü yazılır hem de gerçekçi roman ve filmlerin son sahnesinde olduğu gibi anlatı kişilerinin daha sonraki yaşamları ve akıbetleri hakkında bilgiler verilir. “Cin tayfasına hakları verildi. Alain, hayatından hoşnut. (…) Danton arada gene düşüncelere dalıyor. Che Guevara kocaman purosunu içip dünyayı izliyor. (…) Ben ‘Arzu Sapağı’nı sık sık düşünüyorum. Mehmet, yanımda. Artık huzurlu ve mutlu. (…) Cinli Talip uykusunda sayıklayınca gene kendi haline dönüyor. Türk Robotu Abidin geçen gün postu ziyarete geldi. (…) Kraliçe Marie Antoinette mi? Onu hiçbir zaman unutmuyorum.” (s.184)
GAZEL Ali TAVŞANCIOĞLU fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün Kâşki endûhdan dilhâne deycûr olmasa ‘Aksine künc-i ferah meyhâne ma’mûr olmasa Ehl-i dil girdâb-ı hüzn-i gerduna itmezdi meyl Çarh-ı dûnun âhiri’l-hüzn âdeti sûr olmasa Mey içüb mahbûb sevmeye güneh dir zâhidân Kim dilerdi cenneti Kevser ile hûr olmasa Ta’nı ko rindâne kim ciğer kebâb-ı nâr-ı ‘ışk Hûn-ı kalbin nûş iderdi âb-ı engûr olmasa Tevbe dirdim dostlar bezm-i tarab u ‘işrete Âh kim mahbûb u câm u savt-ı tanbûr olmasa Vâ’iz-i nâpuhte âmennâ dimezdi sıdk ile Lenterânîye delil âyât-ı Ve’t-tûr olmasa Eylemezdi belki şathiyye Zuhûrî nazm ile Rûh-ı pîrân-ı selefden dest-i destûr olmasa
51
KÜN EDEBİYAT
ŞEHİRLERİN GÖĞE AÇILAN KAPISI Mustafa UÇURUM
Y
aşadığımız yer bizim için yeryüzü cennetidir. Eğer biz bunu hissetmiyorsak yaşadığımız mekânı yaşanır hale getirmek için elimizden geleni yapmak için gayret göstermeliyiz. Çünkü insan, her şeyin en iyisine lâyıktır. İnsan, yaşadığı yerin en iyisi olmasını ister. İmkânlar dahilinde bunu da sağlamaya çalışır. Belki şehrin çehresini değiştirmeye gücü yetmez kişinin ama yaşadığı çevrede yapacağı değişikliklerle kendini ferahlığa kavuşturmaya çalışması kalbini dinlendirme çalışmasından başka bir şey değildir. Şehrin kalabalığı ve koşuşturması arasında sıkışıp kalan kişilerin hayallerini süsleyen çam ağaçlarının arasında, bir dere kenarında, göz alabildiğine uzanan yeşillikler içinde ahşap bir ev; ancak bir kaçış planıyla değil de insanın kendisini dinleme arzusuyla açıklanabilir. Ferahlık, insanın arzuladığı bir ruh halidir. Son yıllarda yapılan evlerin metre karesinin büyük olması, insanların yaşam alanlarının geniş alanlarda düşünülmesi bu ferahlığa kavuşma isteğinin bir yansımasıdır. Elbette bu tercih sadece günümüzle ilgili değil. Özellikle tarihi yapılar düşünülecek olursa bu ferahlığa yatkınlığın çok eskilere dayandığı anlaşılabilir. Kervansaraylardan tutun da cami avlularına kadar her mekân geniş ve ferah bir yapıya sahiptir. Günümüzde şehir insanının restore edilmiş tarihi yerleri; soluklanmak, bir çayı yudumlamak için tercih etmelerinin sebebi şehrin boğucu havasından biraz olsun uzaklaşma isteğidir. Bu tarz taşhan türü binaların üstü açıktır ve taşlarla korunan bir binanın göğe bakan bir meydanı vardır. Aynı özellik camilerin şadırvanlarında da vardır. Camilerin göğe uzanan minareleri ve göğe açılan kapıları olan şadırvanları kalplere ferahlık veren bir serinliğe sahiptir. Her gün biraz daha kalabalık bir dünyaya uyanıyoruz. Şehrin bunaltan havası, gökyüzünün karanlık bulutları ve iç içe geçmiş evler şehir insanının üstüne üstüne geliyor. İnsanlar rahatlığı apartmanların yüksek katlı komşuluklarında arar oldular. Geniş yaşama alanlarının hayalini kurarak, yemyeşil bir düşün ardına takılarak gün geçtikçe dar
52
alanlara hapsolmayı sürdürdüler. İçlerinde geniş zamanlı hayaller, önlerinde dağ gibi şehir gürültüsüyle bir ışık bulabilmek için dillerinde bir dağ türküsü yaşayıp durdular eskitilmiş bir hayatı. Son zamanlarda şehirlerde ne kadar tarihi yapı varsa elden geçirilmeye çalışılıyor. Yıllardır şehrin boynu bükük duran yapıları eski zamanlardaki görkemi kadar olmasa da yıllara meydan okurcasına şehre ayak uydurmaya çalışıyor. Bir taşhan ya da kervansaray, kalbi incinmiş bir cami, kubbeleriyle şehre ahenk katan hamamlar, kütüphaneler artık şehirlerin nefes alan yerleri haline geldi. Şehirde sıcak bir çayı yudumlamak isteyen herkes, tarihi bir nefesi solumak için tarihten bir kesit olan böyle yerleri tercih etmeye başladılar. Çünkü hayatın koşuşturma olduğu böyle bir zamanda yüzyıllara meydan okuyan bu yapılar insana az da olsa ayakta durabilme azmini verebilmektedir. Bir şehre ilk kez giden kişinin görmek istediği yerlerin başında tarihi mekânların gelmesinin sebebi, insanımızın geçmişine olan sıkı bağıdır. Mekânlar ki uzayıp gelen zaman içinde insanları geçmişe ve geleceğe taşır. Bir saat kulesinin yıllar süren koşuşturmasının şehre kattığı değeri hiçbir gökdelen sağlayamaz. Tarihi bir köprünün ırmağa kattığı güzelliği yeni yapılmış bir köprü aradan ne kadar zaman geçse de sunamaz. Tarihi yapıların ortak bir değer olduğunu da değişik mekânlardaki yapılar incelendiğinde anlayabiliriz. Arasında binlerce kilometre olsa da aynı döneme ait yapıların ortak özellikler taşıması, insanların yaşam şartlarına uygun özellikler göstermesi ortak bir paydanın varlığını ispatlayan kesişme noktalarıdır. Şehrin nefes aldığı, sessizliğe gömüldüğü böyle mekânlar aslında bizlerin geçmişe olan en sağlam bağıdır. Hayat bir şehri yaşamaya yetecek kadar uzun değil ne yazık ki. Şehrin her karışının hakkını vermek için vakit varken adım adım şehrin sesini dinlemeye başlamak lazım. Özellikle şehrin kalbi yapılardan başlayıp, minare gölgelerinden geçip bir su şırıltısının ahenginde şadırvan serinliğini yaşamak gerek. Şehri ayakta tutan geçmiş zaman güzelleri bizi çağırıyor, vakit geçmeden şehirlerin kalbine doğru olan yolculuğumuz başlasın.
KÜN EDEBİYAT
KUŞKU Nazmi ŞİMŞEK
B
eş saat süren Ankara yolculuğunun sonuna gelmiştim. Arka koltukta uyuyan otobüs muavinin yanına giderek uyandırdım. İlerideki petrol istasyonunda inmem gerektiğini, ayrıca bagajımın olduğunu bildirdim. Yolcular tamamen sessizliğe bürünmüş, uykuya dalmışlardı. İneceğim durağı kaçırırım korkusuyla yolculuğumun son saatinde uyumamaya çalıştım. Terminalden aldığım gazete ve dergilerde okunacak yer kalmadığı için çeşitli bahanelerle yol arkadaşımla konuşmayı denedim, defterime bir şeyler karaladım. Uyumamak için kendimi değişik şeylerle meşgul etmeye çalıştım. Aksi halde otobüsten inmem gereken yeri kaçırabilirdim. Muavinin şoförle konuşmasından kısa bir müddet sonra otobüs petrol istasyonunun önünde durdu. Yolculardan birkaç kişi “Ne oldu?” gibilerden uykularından uyanarak olup biteni izlemeye başladılar. Benim ön kapıdan inmekte olduğumu görünce otobüsün durmasının sebebini anlamışlardır sanırım. Yavaşça şoföre “Hayırlı yolculuklar!” dileyerek vedalaştım. Muavin otobüsün bagaj kapağını açmış, beni bekliyordu. Eşyalarımı alarak yol kenarına çekildim. Sivas istikametinde uzun sürecek gece yolculuğuna devam etmek üzere otobüs hareket etti. Bin dokuz yüz yetmiş dokuz Nisan ayının bir Çarşamba günüydü ve saatim yirmi ikiyi gösteriyordu. Yol kenarındaki kahve kapanmış, çevrede bulunan evlerden tek tük cansız ışıklar gözüküyordu. Elektrikler kesikti sanırım. Sadece petrol istasyonu çevresindeki ışıklar ortamı loş bir şekilde aydınlat¬maktaydı. “Kahvenin erken kapanması da elektrik kesintisinden olmalı!” diye düşündüm. Beş altı ev, bir hızar atölyesi, bir un değirmeni, petrol istasyonu ve bitişiğinde ufak bir bakkalı bulunan, ayrıca kahveden ibaret küçük bir yerleşim yeriydi burası. Çevre köylerin uzak yakın ulaşım yerinin başlayıp-bittiği yolcu durağı da denilebilirdi. İşsizlerin, boş zamanlarını geçirmek isteyenlerin uğrak yeriydi. Bazı günler arkadaşlarla beraber yürüyüşe çıktığımızda sıkça buraya uğrardık. Etrafa şöyle bir göz gezdirdim, çevrede beni köye götürecek herhangi bir taşıt gözükmüyordu. Eşyaları-
mı alarak petrol istasyonuna gittim. Oraya vardığımda Ahmet Dayı’yı sandalye üzerinde uyuklar buldum. Onun her zamanki haliydi bu. Fırsat buldukça sandalyeye yaslanır, kafasını kolunun üzerine koydu mu, anında uyurdu. Geceli gündüzlü devamlı burada çalıştığı için bulduğu fırsatları iyi kullanarak uykusuzluğunu gidermekte oldukça ustaydı. Kapının gıcırtısından etkilenmiş olacak, içeri girdiğimde gözleri yarı açık: “Ooo! Hoca bu saatte buralarda işin ne?” diye uyku ve uyanıklık arasında beni karşıladı. “Seni ziyarete geldim. Yalnızlıktan sıkılmış, usanmışsındır, biraz hasbıhal ederiz.” diye cevap verdim. Gündüzleri sık sık onu ziyaret ettiğim olurdu. Ancak gece buralara gelme alışkanlığım yoktu. Elimdeki eşyalardan yoldan geldiğimi anlamış olmalı ki? “Biraz önce gelsen, Hanifi’nin taksisi buradaydı. Tüh be!.. Ne bileceksin. Gitmesine ben sebep oldum. Lüzumlu lüzumsuz konuşup duruyor, beni kızdırıyordu. Uykuyu bahane edip sav¬dım başımdan.” dedi. “Başka gelen giden olmaz mı?” diye sordum. “Zannetmem. Birinin işi çıkarsa olabilir. Köyün elektrikleri yanmadığı için, gazyağı almaya gelen olur belki.” diyerek zor durumda kaldığımı net bir şekilde anlatmıştı. Doğru söylüyordu. Burada her istediğin an araba bulunmazdı. “Biraz bekle, çay, kahve ikram ederim, bu arada birileri gelebilir.” diye oturup beklememi söyledi. Bilemediğimiz bir sonu beklemenin anlamı yok dedim kendi kendime. En iyisi tabana kuvvet. Yağan yağmur ve çamurlu yola rağmen karanlıkta yol almak zor olsa da, yapacak pek bir şey yoktu. “Bir an önce gitmeliyim.” dedim. “Eşyalarını bırak, ben sabah gönderirim.” dedi Ahmet Dayı. Yüküm ağır sayılmazdı. “Gerek yok, götürebilirim.” diyerek vedalaşıp oradan ayrıldım. Küçük çantayı omzuma astım ve elime valizi aldım, diğer elime de şemsiyeyi alarak yola koyuldum. Aşırı karanlık olmasına rağmen, yıllardır gelip geçtiğim yol olduğu için güç de olsa gidebilecektim. Bu arada hızlı olmasa da yağmur yağmaya devam ediyor-
53
KÜN EDEBİYAT
du. Yoldaki su birikintileri yürümemi zorlaştırıyordu. Asfalt yoldan oldukça uzaklaşmıştım. Arada bir gelip geçen arabalardan başka ses duyulmuyordu. Yağmur incecikten hiç ara vermeden devam ediyordu. Tepeyi aşan dönemeçten sonra orta¬lık tamamen sessizliğe büründü sanmışken, tam o esnada arka yönde ıslak zeminde ayak seslerine benzer bir ses işittim. Kulak verdim, ses devam ediyordu. Bana yol arkadaşı çıkacağı için mutlu oldum. Durdum. Bana yetişmesini bekledim. Ses de anında kesiliverdi. Döndüm arkaya baktım, karanlıkta hiçbir şey gözükmüyordu. Oysa fazla uzakta olmamalıydı. Durmasam, neredeyse bana yetişecek gibiydi aslında. Ancak bir türlü yanıma yaklaşmıyordu. İster istemez kuşkulandım. Gece karanlığıyla birlikte, yağmurlu hava olumsuz etkilenmeme sebep oluyordu. İster istemez içime bir kuşku düştü. Yoksa!.. O da benden mi çekinmişti? Tanımadığı birine karanlık e ıssız bir ortamda yaklaşmaktan sakınmış olmalıydı! “Ben durduğumda korkudan o da durmuş olmalı!” diye düşündüm. Böyle düşünmek beni bile rahatlattı. Aslında, terörün kol gezdiği o yıllarda insanın tanımadığı kişilere yaklaşması kolay değildi. Hele gece karanlığında, oldukça cesaret isterdi. Gündüz birbirlerine şüpheyle yaklaşan insanlar, gece karanlığında ne kadar tereddütlü hareket etseler yeriydi. İnsanların birbirine karşı güven duygusu sarsılmış, güvensizlik top¬lumun en doğal hali olmaya başlamıştı. Üstelik aynı hedef uğruna hareket edenler bile birbirine kuşkuyla bakabiliyordu. Kaldı ki, şimdi o bilinmeyenle benim durumum; ne tür bir canlı olduğunu dahi bilemiyordum. Bir kedi ya da köpek olabilirdi. Bu mevsimde buralarda yabani hayvan olacağını sanmıyordum, sahipleri tarafından başıboş bırakılmış veya sürüden ayrılan hayvanlardan da olabilirdi. Evcil hayvanların ıssız yerlerde yalnız kaldıklarında gördükleri diğer canlılara yaklaş¬mak istediklerini köy yaşantısı tecrübemle biliyordum. Kendi kendime “Ya başıboş bir köpek ya da zararlı bir başka canlı! Üstelik bir de kuduzsa, başıma dert açmasın sakın!” şeklinde sorular soruyor, cevabını da anında veriyordum. Kendimi ikna etmekte hiç de başarılı olamadım. Kuşku hep önde gidiyordu.
54
Çocukluğumdan beri, oldum olası köpeklerden korkarım. On yaşında sağ bacağımdan koparılan parçayı hiç unutamadım. 0 gün bugün, hala en küçük köpekten bile çekinirim. Sokak aralarından geçmek benim için merasime tabidir, zararsız olduğunu bildiğim en uslularının yanından geçmek bile bana her zaman güç gelir. Kollarımdaki yük gittikçe ağırlaşıyordu. Bir de şemsiye tutma zorunluluğum olmasa nispeten rahatlayacaktım. Yağmur insanı ıslatacak kadar yağmaya devam ediyordu. Arada bir durup arkayı gözlüyordum. Yok canım, bilinmeyen takipçim çıldırtacaktı beni. O esnada ne ses, ne karaltı hiçbir şey yoktu. Bundan sıkılmıştım. Sanki benimle uygun adım yürüme yarışına girmişti. Yürüyorum yürüyor, duruyorum duruyordu. Bana bu şekilde eziyet etmekten zevk alıyor olmalıydı. Yağmur damlalarının şemsiyede çıkarmış olduğu sese kendimi kaptırdım bir an, yola devam ediyordum. Bu sayede sesi duymamış oluyordum. Ne yazık ki kafam fena takılmıştı. Beni takip eden sesten kulağımı kurtaramıyordum bir türlü. Damlaların ritmik vuruşları arasına sessizce giriveriyordu. Allah vere de sürüden ayrılmış, yolunu kaybetmiş bir koyun olsaydı. Ne kadar da iyi olurdu ya! Onlar böyle durumlarda insanları takipte oldukça ustadırlar. Bilirler ki eninde sonunda bir sürüye teslim edilecekler. Yaşantım çoğunlukla köylerde geçtiği için bu tür hadiselere çok şahit olmuşumdur. Koyunların bir şekilde mutlaka meleyeceği düşüncesi aklıma geliyordu. Olumlu düşünce yerini anında olumsuza bırakıyordu. Aslında gece yolculuğunu hiç sevmezdim. Hele de yalnız olunca. Ne kadar bildik bir yol olsa da etkilenirdim. Çevrede olumsuz hiç bir şeyin olmayacağını bilsem bile, yine de şüphe içinde devam ederdim. Yakınlarımda olabileceklere kendimi cesaretli gösterebilmek maksadıyla, yarım yamalak bildiğim türküleri yüksek sesle çığırırdım. Bazen de sanki yanımda birileri varmış gibi kendi kendime konuşarak yol alırdım. Yaşadıklarımın küçükken gece dışarı çıkarılmamanın, oyun oynamak istediğimizde de akla hayale gelmedik yaratıkların uydurulmasının sonuçları olduğunu düşündüm. Yetişkinlerin çocukların sözde, eve bağlı olması, gece vakti yerli yersiz dışarıda oynamasına engel olmak maksadıyla yaptıkları olumsuz telkinlerin tesiri olmalıydı. Kış günle-
rinde Eşe Hala’dan masal dinlerken adlarını öğrendiğimiz bütün korkunç yaratıklar böyle durumlarda hemen karşımıza çıkarılırdı. Bu yaratıklar benim gibi kim bilir kaç kişiyi karanlıkta böyle tedirgin hale getirmişti. Bu sefer yine aynı duyguya kapıldım diyemeyeceğim. Sesi canlı olarak duyuyordum. Mevcut sesle¬ri de kendim yaratmış olamazdım ya. Dikkatlice dinlediğimde insan yürümesine daha çok benziyordu. Benim bu saatte buradan geçeceğimi kimsenin bilmemesi gerekirdi. Her şeyden önce bu çevrede diğer yörelerde görülen yol kesme, adam kaçırma, öldürme, soygun gibi anarşik olaylara pek rastlanmazdı. Ancak, ne zaman ve kimin nerede ne yapacağını kim bilebilirdi? “Belki de buraya sıra, yeni gelmiştir!” diye olumlu, olumsuz yorumlarıma devam ediyordum. Ülkede kardeşin kardeşe kırdırıldığı, kimin kime zarar vermek istediği belli olmayan bin dokuz yüz yetmişli yıllarda, herkesten her şey beklenebilirdi. Ankara’dayken, üniversitede okuyan İsmail’in olaylarla ilgili anlattıkları hiç de iç açıcı değildi. Öğrencilerin birbirlerini yok etmek istercesine tavırları, birbirlerini okullara koymak istememeleri kolay izah edilen cinsten bir şey değildi. Tahsilini tamamlamak için eğitimlerine devam etmekte ısrarcı olan öğrencilerin öldürülesiye dayak yediklerinden bahsetmişti. Kurtarılmış üniversitelerden, fakültelerden söz etmişti. Sadece üniversiteler mi? Mahalleler bile gruplar arasında paylaşılmış, kimse diğerinin semtine uğramaya cesaret edemez, eş dost ya da akraba ziyareti için bile bir başka grubun hâkim olduğu semtlere gidemez olmuştu. Şaşıp, yanılıp da karşı grubun hâkim olduğu semte girmeye görsün, anasından doğduğuna pişman olur, sağ salim oradan kurtulabilirse kendini şanslı sayarmış. Ülkenin içine düştüğü durum hiç de iç açıcı değildi. Bunları dinlediğimde buralarda çok daha rahat yaşadığımızın farkına varmıştım. “Buradaki durumumuza şükretmek gerekir.” diye düşünüyordum. Lakin takipçim bir türlü peşimi bırakmıyordu. Görebilsem ben ondan evvel hareket edip “Bir an evvel ne olacaksa olsun!” diyeceğim de hiç bir şey görünmüyordu ki! Çalınıp çırpılacak önemli bir eşyam da yoktu. Cüzdanım desen hakeza, şunun şurası aylık maaşla geçinen ufak bir memurdum. Olanı da dört günlük seyahatimde harcamış, zoraki bir yol parası bırakabilmiştim. İlgililer tara-
KÜN EDEBİYAT
fından mesleğimiz hakkında çok şey söyleniyordu. Yüceliğinden, kutsallığından, memleketin geleceğine katkılarından kitaplar dolusu söz ediliyordu. Ancak her zamanki gibi, öğretmeni toplum içinde küçük bir memur olmaktan kurtaracak hiç bir girişimde bulunulmuyordu. Çocuğuna iyi bir tahsil yaptıramayan herkes için, “Hiç olmazsa öğretmen olsun!” dedirten küçültücü söylemlerden alıkoyacak bir sistem geliştirilememişti henüz. Göz yanılması gibi, bu seferde kulak yanılgısına düşmeyeyim! Hani yol kenarındaki ufak bir taş, herhangi bir ot, tarladan sökülmüş irice toprak parçası gözümüze kocaman bir mahlûk olarak gözükür ya! Keşke öyle olsa, daha ne isterdim! Bu düşüncelerle mümkün olduğu kadar hızlanıyordum. Ancak nafile. Israrından vazgeçmeyen bilinmedik bir nesne aynı tempo ile takip ediyordu beni. Gece yolculuğunun ve karanlığın verdiği sıkıntı, yağmur, çamur yetmiyormuş gibi zaman zaman yol kenarına indiğim, tarla duvarla¬rına çarptığım da oluyordu. Bu saatte yola çıktığımdan dolayı kendime kızıyordum. Ne olurdu sanki yarına kalsam da gündüz gözüyle yolculuk yapsaydım. Düşündükçe daha da karmaşık duyguya kapılıyordum. Zaman zaman kendimden şüphelen¬diğim bile oluyordu. Çok şükür köyün ışıkları gözükmeye başladı. Az sonra kurtulacaktım. Biraz daha yaklaştığımda gördüm ki, kimi evlerin perdeleri açık, kimininkiler kapalı çeşitli tonlarda ışıklar pencerelerden cansız bir vaziyette etrafa yansıyordu. Peşimdeki her kim ve ne ise şimdiye kadar zararsız kaldığına göre, bundan sonra bir şey yapa¬bileceğini sanmıyordum. Zifiri karanlık ve yağmurun yürüyüşümü zorlaştırmasının yanında, eşyaların ağırlığı da zaman uzadıkça artmaya devam ediyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Nihayet okulun bahçesine girmiştim. Lojmanın kapısını tıklattım ve ses verdim. Sesimi duyunca tanımış olacaklar ki, kısa bir müddet sonra kapı açıldı ve eve girdim. Acele olarak ışığı kısıp, perde aralığından dışarıyı kontrole çalıştım. Bir şey yoktu. Kapattım perdeyi, sandalyeyi alıp sobanın yanına oturdum. Evdekiler merak içinde bir sürü soru sordu, yaşadıklarımın tesirinden olacak, üstü kapalı cevaplar veriyordum. Ankara’da yaptığım işlerden, gördüğüm akrabalardan soruyorlardı, sorularını cevapsız bırakıyor ya da geçiştirici cevaplar veriyordum. Aslında belli etmemeye gayret etsem de, bir türlü beni takip eden sesin etkisinden kurtulamadığımı biliyordum. Dayanamadım. El fenerini alıp dışarı çıktım. Bahçeyi dolaşıp, sağı solu kolaçan etmeye çalışırken o sesi tekrar duymaya başladım. Yavaş adımlarla sesin yerini tespite çalışırken, o da ne! Beni o kadar titiz takip eden, köselesi kavlamış ayakkabılarım değil miymiş?..
KATİL OLURSUN Mehmet Ali AKÇINAR Hiç akmaz sandığın gözyaşım var ya Dereler doldurdu akıyor şimdi Sineme koyduğun o ateş var ya Bütün bedenimi yakıyor şimdi. Elini sokmadan kalbimi çaldın Zavallı aklımı başımdan aldın Ferhat edip dağlar delmeye saldın Su yerine kanım akıyor şimdi. Sıka sıka tüm döküldü dişlerim Baykuş gibi viranede kışlarım Oynamaz sandığın köşe taşlarım Ta temelden beni yıkıyor şimdi. Bu nasıl tufan ki her şeyi yıktı Ruh ile bedenim canından bıktı Aşkın eşkıyası dağlara çıktı Yüreğime kurşun sıkıyor şimdi. Sanma sonsuza dek güzel kalırsın Bu güzellik gider sen de bilirsin Beni öldürüp de katil olursun Azrailsiz canım çıkıyor şimdi. Sakız ettin hançerleyen dillere Çevirdin yolumu gurbet ellere Deli gönlüm yine düştü çöllere Mecnun kitabını okuyor şimdi. Mehmet Ali’m yad yabanı dolanı Sevdim seni söylermiyim yalanı Koynuma koydun da karayılanı Geceli gündüzlü sokuyor şimdi.
55
KÜN EDEBİYAT
DERMAN Ercan KÖKSAL
B
elini olabildiğince dikleştirip, beyaz küheylanı Derman’ın üzerinde köy meydanından aheste aheste geçerken, biz birkaç kişi pencerelere koşar, Hasan’ın o kibirli ve gururlu tablosunu seyre dalardık. Atının üzerinde önümüzden geçip giderken adeta Köroğlu edasına bürünürdü. Üzerine bindiği at da Kırat’tı. Sırtına giydiği ve kirden artık rengi dönmüş gri geniş yan cepleri olan ceketi, ceketinin altına giydiği uzun geniş paçalı dar pantolonuyla bıyıklarını burarak önümüzden geçip giderdi. Onun bu haline tiksintiyle bakmaktan kendimizi alamazdık. Çocuk yüreğimizde Hasan’ın zerrece yeri yoktu, ama Derman başkaydı. Önümüzden salınarak geçişini seyrederken bin bir hayale dalardık. Şimdi onun üzerinde Hasan değil de biz olmalıydık. Sırtına atladığımız gibi dokuz dağı aşmalı, ırmaklardan nehirlerden geçmeliydik. Hasan, isminin önünde Deli ünvanını taşır, bu ünvanı taşımaktan büyük bir gurur duyardı. Zira köyde bir kısım insanlar onun bu özelliğini bildiğinden, yanına yaklaşıp bir şey söyleyemezdi. Diğer kısım ise bir yolunu bulup Hasan ile arayı iyi tutmayı başarmıştı. Çocuk büyük birçok kişi Hasan’dan nefret etmelerine rağmen Derman’a büyük bir hayranlık duyuyordu. “Köroğlu’nun Kırat’ıydı mübarek” “Böylesine güzel doru bir kısrak nasıl olur böyle meymenetsiz bir adamda olabilirdi.” Hasan dağda koyunlarla kaldığı zamanlarda otlaklarda bir çalının dibinde yatar, sabah köye gelir, çobanlık yaptığı evden azığını alır, tekrardan otlağa, hayvanların başına dönerdi. Hizmet ettiği ev çayını ve sigarasını eksik etmediği sürece de ses çıkarmazdı. Zaten ihtiyaçları giderildikten sonra da pek paraya ihtiyaç duymuyordu. Esasında köyde kimseyle alenen bir tartışması olmamıştı. Ama nedendir bilinmez, bazıları ona deli nazarıyla bakıyor, kendilerine muhatap olarak görmüyorlardı. Bizler de o gruba dâhil olmuştuk. Bir türlü sevemiyorduk. Birgün dedem ve muhtar, Hasan’la evlendirebile-
56
cekleri birini bulduklarını söylediler. Hasan bu haberi duyunca ağzı kulaklarına vardı. O, dünden hazırdı. Heyecandan yerinde duramıyordu. Hemen hazırlıklar yapıldı, bir heyet kuruldu ve kız istemeye gidildi. Muhtar, döndükten sonra odaya girerken adeta kükrüyordu. “Babasının şarap çanağına tükürdüğüm, ahdin mi vardı? O kadar soğanı neye yedin? Bizler meseleyi anladık. Hasan, kız isteme merasiminden önce soğan yemiş ve nefesi kokuyordu. Heyetteki herkes onun bu halinden rahatsızlık duymuşlar. Zaten köye gittiklerinde de hakkında olumlu bir intiba olmadığı için kız, Hasan ile evlenmeyi reddetmiş. Evlilik meselesi böylelikle kapandı gitti. *** Bazı zamanlar evimizin önünden atıyla geçerken dedem balkondan çağırır, o da daveti geri çevirmez, atından iner, balkonun altına bağlar, sırıtarak merdivenlerden çıkar, yukarı gelirdi. Sonra dedemle başlarlardı koyu bir sohbete. Bu sohbet, dedemin sağır ve konuşma özelliğinin zayıf olması sebebiyle daha çok el ve yüz ifadeleriyle olurdu. Dedem bir şeyler söyler, fakat söylediklerini çok yakınında bulunanlar ve onu tanıyanlar dışında kimse anlayamazdı. Dedemin kendine has kelimeleri vardı. En yakınındakilere asıl isimleriyle değil, kendi bulduğu isimlerle seslenirdi. Küçük amcam Gara Gobel, onun ikizi Tabıt, birkaç yaş büyük olanı Ecaar, en büyüğü Caar’dı. Sonra bazı nesnelerin isimleri de dedemin lügatinde farklıydı. Minder; biner, kola; birre’ydi. “Gıdee, Hacan acıkmıştır, yemek hazırla!” Hasan, el ve yüz mimikleriyle dedeme aç olmadığını anlatmaya çalışır. Bu kez; “Gıdee Hacan’a çay getir” Dedemin Gıdee diye seslendiği kişi babaannemdi. Bizler bile dedemin hep bu isimle seslenmesi sebebiyle babaannemin gerçek ismini bilmezdik. Kendi aramızda ona hep “Ana” diye hitap ederdik. Babaannem dedemin en son seslenmesinden
KÜN EDEBİYAT
sonra mutfağa geçer, ocağa çayı koyar, bir yandan da kendi kendine söylenirdi. “Kele bıktım bu çalıktan. Deli gavur, kendi derdi yetmezmiş gibi bir de elin delisini başımıza saldı.” “Ana, dedem Deli Hasan’ı eve niye çağırıyor ki?” “Dedenizin boyu devrilsin” “Ana dışarıya çıkıp Derman’la biraz oynasak olur mu?” “Aman çocuklar deliyi huylandırmayın. Derman’ı batsın !” Hasan’ın dedemle koyu bir sohbete dalmış oluşu ve babaannemin de mutfakta çay demlemekle meşgul olmasını fırsat bilerek biz Derman’ın yanına indik ve etrafına toplandık. Aşırı ilgimizden rahatsız olan Derman, birkaç tepinmenin ardından bir de kişnemeye başlayınca Hasan anında dışarı fırladı, bizi atının başında gördüğü için yüzü renkten renge girdi ve ardından bir küfür savurdu. “Layn çakallar, norüyonuz orada ?” Bizler Hasan’ın bu ünlemesinden sonra anında dağıldık ve her birimiz bir yere saklandık. Saklandığımız yerden Hasan’ı gözlüyorduk. Birkaç dakika kendi kendine söylendi, aşağı, atının yanına indi, yelesini okşadı ve tekrar yukarı dedemin yanına çıktı. Yelesini okşarken sanki sevdiğinin saçlarını okşuyordu. Öylesine nahif, incitmemeye çalışarak dokunuyordu yelesine. Derman, onun bu tavrı karşısında adeta uysal bir kedi halini alıyordu. Sanki Hasan, birazdan sevdiğinin yanağına masum bir öpücük konduracaktı. Biz saklandığımız yerden onun bu hareketini izlerken gülmekten kendimizi alamıyorduk. *** Babam, uzunca bir süre başka bir memlekette çalıştığı için köyden uzak kalmıştı. Köye dönerken bazı hediyeler, bir de köylülere veririm düşüncesiyle sigara getirmişti. Köy meydanında oturmuş köylülerle sohbet ederken Deli Hasan, babamın yanına yaklaştı, sessizce diğerlerinin yanına çömeldi. Birkaç saniye hiçbir şey söylemeden bekledi. Sonra babama döndü; “Ne vakıt geldin?” “Sabahleyin” Sonra bir kısa sessizlik daha. “Eyi, ver bir cuvara da içek.” Babamın uzattığı sigarayı yaktı, bir ne-
fes çeker çekmez sigara patladı. Babam ve diğer köylüler gülme krizlerine girdiler. Hasan’ın bıyıkları, kaşları, kirpikleri tutuştu. “Ula Ahmet, sana heç yakıştıramadım. Sen de benimle maytap geçiyon.” Sonra babamın cevap vermesini beklemeden, kendi kendine söylenerek meydandan uzaklaştı. *** İstanbul’dan nasıl olmuşsa bizim köye düşmüş bir müzik öğretmenimiz vardı. Ortadan biraz uzun boylu, şişman ve fırça bıyıklıydı. Sınıfa girer, bizlere daima tepeden bakar, köylü ile bedevi arasında pek bir ayrım göremediğini söyler dururdu. Bizler cahildik. O da bu köylü cahil milleti eğitmeye çalışan aydın bir kişiydi. Bir yandan bizleri bedevi sınıfına dâhil ederken diğer yandan Türk Sanat Müziği örneklerini zorla dayatmaktan da geri durmazdı. Fırça bıyıklı müzik öğretmeni, “Hatırla sevgili o mesut geceyi, Çamların altında verdiğin bûseyi” şarkısını bizlere söyletmeye çalışır, fakat birçoğumuz bunu başaramazdık. “Mustafa, sen kalk bakalım. Hadi başla ! bir iki…” Mustafa ıhh..’lar pof..’lar fakat bir türlü muvaffak olamaz. Müzik öğretmeni; “Tembel herif, otur.” “Ali sen söyle!” “Öğretmenim ezberleyemedim.” Bu sözden sonra daha da küplere biner, birkaç hakaretten sonra başlardı kendi söylemeye. “Hatırla sevgili, o mesûd geceyi Çamların altında verdiğin bûseyi” Özellikle de bûse kelimesini söylerken dudaklarını olabildiğince büzerdi. Sınıfta kıkırdamalar başlar, hoca kıkırdamaların geldiği yere bakar, fakat güleni bir türlü yakalayamazdı. İbrahim; “Öğretmenim “Bu sey” ne demek?” “Bu sey değil evladım, bûse, bûse” “Ne öğretmenim ?” “Bûse diyorum, sağır mısın?” “İyi de öğretmenim bûse ne ki ?” Arka sıradan Halil, “Oğlum bilmiyon mu lan ? Öpücük öpücük…”
Bu cevaptan sonra sınıftan bir kahkaha yükselirdi. Öğretmen sert bir şekilde sınıftakileri azarlar, herkes bir anda tekrar sus pus olurdu. Ders bitip, teneffüs arası olduğunda Mustafa elini kulağına götürür, “Karadır kaşların ferman yazdırır” türküsünü söylemeye başlardı. O, bu güzel türküyü söylerken bizler etrafına halka örer, sessizce onu dinlerdik. Ta ki o beklenmedik ses duyuluncaya dek. Çocuklardan birisi; “Arkadaşlar Deli Hasan geliyor.” der demez hepimiz pencerelere doluşur, büyük bir hayranlıkla Derman’ın geçişini seyrederdik. Önümüzden geçip giderken aklımızı ve gönlümüzü de arkasına takıp götürürdü. Cismimiz hala cam kenarındaydı, ama ruhumuz ve gönlümüz çoktan Ağca Dağı, Kurtlu Tepe’yi geçer, Kaf Dağı’nı aşmış olurdu. *** Amcam ve ağabeyim, evden sabah erkenden hayvanları otlatmak için çıktılar. Annem, ağabeyimin arkasından bağırıyordu. “Aman, hayvanları tarlada başıboş bırakmayın.” “Sakın Fındıklı Bük’e ineyim demeyin!” “Kesinlikle şelalede yıkandığınızı duymayım.” Ağabeyim, annemin bu sözlerini sanki dinliyormuş gibi yapsa da hiç umurunda olmazdı. Hayvanları tarlada başıboş bırakır, Fındıklı Bük’te fındık toplar, ardından da gider şelalede yıkanırdı. Ormanın bittiği noktada geniş bir vadi başlıyordu. Dik yamaçlarda yabani fındıklar olur, köyün çobanları dağa gittiklerinde mutlaka orada fındık toplarlardı. Aşağısı yüksek bir dere olduğu için hayvanları mümkün olduğunca oraya yaklaştırmamak için özen gösterirlerdi. İşte buraya Fındıklı Bük adı veriliyordu. Şelalede yıkandıktan sonra yeniden yukarı tarlaya çıkarlardı. Derman da bazı zamanlar tarlada yalnız başına otlardı. Deli Hasan onu tarlaya bırakır, kendisi de biraz uzağında bir çalının dibinde uyurdu. O civardaki çobanlar Deli Hasan’ın yanına giderler, Deli Hasan onlara köz ateşinde isten katran karasına dönmüş çaydanlıkta çay demler, birkaç kişi toplanır içerlerdi. İçerken de Deli Hasan anlatır, diğer ço-
57
KÜN EDEBİYAT
banlar dinlerlerdi. Anlattıklarının birçoğu yalandı, ama bu da onun küçük çobanlara karşı cakasıydı. Ardından başlardı bir türkü söylemeye; “Dağlar seni delik delik delerim Kalbur olur toprağını elerim Elerim aman aman, dumanlı dağlar” *** İkindi vaktiydi. Köyün içinden birkaç el silah sesi duyuldu. Babaannem, annem, evde kim varsa dışarıya koştuk. Balkonun ucuna yaklaşmıştık ki, amcam ve ağabeyim koşarak can havliyle evin içine daldılar. Birkaç saniye sonra da Hasan, elindeki tüfekle karşımızda durdu. Nefes nefese kalmış, ayakta zor duruyordu. Sonra burnunu çeke çeke ağladığını fark ettik. Adeta elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi ağlıyordu. Onu ilk defa böyle hıçkıra hıçkıra ağlarken görmüştüm. “Karaoğlan ve İbo nerde? Söyleyin, çıksınlar dışarı. Vuracağım ikisini de…” Babaannem ve annem hala olanları anlamaya çalışıyordu. Babaannem; “Oğlum ne oldu, ne bu haliniz?” diye sordu. Hasan yalnızca “Derman” diyor, gerisini getiremiyordu. “Çıksınlar dışarı, ikisini de vuracağım.” Bu tartışmalar olurken amcam ve ağabeyim içeri odaya geçmişler, korkudan tir tir titriyorlardı. Hasan’ı ikna etmek pek kolay görünmüyordu. O ara Dedem ve babam köşeden çıkıp geldiler. Balkonun önünde durdular. Babam, Hasan’a dönerek; “Hasan nedir bu halin? Neye topladın milleti buraya” “Ahmet, senin o gardaşın Karaoğlan’ı ve oğlun İbo’yu vuracağım.” “Hööstt, kendine gel! Nereye vuruyorsun? Anlat hele, ne oldu. “Derman’ım…” “Ne olmuş Derman’a ?” Karaoğlan ile İbo Derman’ımı kovalamışlar, ürkütmüş fındıklı bükten yuvarlamışlar. Bu son sözü duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Şimdi ben de en az Hasan kadar, amcam ve ağabeyime kızgındım. Hasan, bu sözleri söyledikten sonra olduğu yere çöktü. Bir çocuk gibi ağlıyordu. Kendi üzüntümü unutmuş, Hasan’ın o haline dalıp gitmiştim. İlk defa o gün Hasan’a acıyarak, merhametle baktım. Ama en çok da Derman, bizi hayalen de olsa Ağca Dağı, Kurtlu Tepe’yi geçirip Kaf Dağı’ndan aşıran Derman, bir daha dönmemek üzere Kaf Dağı’na bizsiz gitmişti.
58
OHANNES Celal KAPUSUZOĞLU
Ç
ocukluk arkadaşı Hermine’nin teklifine o kadar şaşırmıştı ki, bir şeyden sakınır gibi kendini geriye attı. Sonra yanında oturan kocasının kolunu tuttu. Çok sıradan bir şey söylüyormuş gibi; -Sen ne dediğini biliyor musun Emine? dedi. Bu genç, güzel Ermeni kadınına köydeki bütün Türkler Emine diyordu. O da zaten Emine diye çağıranlara kızmaz, içten içe memnun bile olurdu. Emine güzel bir addı nihayetinde. Meryem’in sorusuna yarı ağıt yarı yalvarışla cevap verdi: -Biliyorum, senden başka kimseye güvenemem Ohannes’i. Kocam Avadis de böyle istiyor. Durumu kavramakta zorlanan Meryem, kocası Yusuf’a yardım ister gibi baktı. Kocası hâlâ susuyordu. Onun suskunluğuna kızarak; -Bir şey söyle herif! diye çıkıştı. Kocası Yusuf da şaşkındı. Olur mu, niye olmasın düşünceleri peş peşe yüzlerce defa geçti aklından. Onların karar almasını kolaylaştırmak için Hermine tekrar söze girdi: -Bak Meryem, biz yarın gidiyoruz. Ne olacağımızı kim bilir? Suriye diyorlar. Allah bilir Suriye nerede. Ohannes çok küçük. Yolda heder olur. Kabul et, Ohannes sizin olsun… Ertesi gün bir bölük zaptiye, köyü ikiye bölen derenin üstündeki köprüyü sıra sıra geçip, ağ badanalı Ermeni mahallesini ablukaya aldı. Ağıtların, yalvarmaların göğü tutması zaptiyelerin yüreğini yumuşatamadı. Karşı mahalledeki Türkler, son hafta gelen “iki künye”nin yasını tutuyorlardı. Komşularının toplanıp götürülmelerine derin bir kayıtsızlıkla sadece baktılar. Tehcir kafilesi batıdaki tepeyi açıncaya kadar suskun beklediler. Hocaların Yusuf, tedirgin bir insanın aceleciliğiyle dip oda ve avlu kapısı arasında dönüp duruyordu. Sonunda yoruldu, ocağın başına oturdu. Yeni kundaktan çıkmış çocuğu doyuran karısı Meryem’e korkusu ve şaşkınlığı sinmiş bir sesle -Şimdi ne olacak?” diye sordu. Karısı Meryem, gayet kendinden emin bir edayla cevapladı: -Ne olacağı var mı? Ohannes’i büyüteceğiz. Kaderde bu da varmış. Zaten çocuğumuz olmadı. Bu da Allah’ın işi…
KÜN EDEBİYAT
Hocaların Yusuf, hanesinin tek erkeği olması sebebiyle bedel verme hakkından yararlanıp askere gitmemişti. Hali vakti yerinde idi. Bu haktan yararlandığı için de utanmıyordu. Meryem, hayatlarına giren Ohannes’le büyüyordu sanki. Ruhundaki değişimi fark ediyor, “Hayatta bilmediğim ne çok şey varmış.” diye sürekli kendi kendine konuşuyordu. Ohannes’le birlikte anne olmayı da öğrenmişti. Onu yıkamayı, beslemeyi, ninni söylemeyi… Onunla yeni bir insan olmuştu. Eskinin dik başlı kadını gitmiş, yerine yumuşak, mutlu olmaya hazır bir kadın gelmişti. Bu duruma en çok Hocaların Yusuf seviniyordu. Karı koca artık bütün hayatlarını Ohannes’e göre ayarlıyordu. Ona elbise diktirmek, kundura yaptırmak, saç tıraşına götürmek için neredeyse tören düzenliyorlardı. Çeşmeden su getirecek, babasına azık götürecek yaşa gelinceye kadar anne babasının koynunda yattı Ohannes. Sofaya yatak yeri yapıp ayırdıklarında bile yağmuru, karanlığı bahane edip koşarak geliyor; “Anne baba, korkuyorum!” deyip onların koynuna giriyordu. Anne babası bu duruma zaten hazırdılar. On beşine geldiğinde yakındaki kasabaya okul açılmıştı. Yeni harflerle ders yapılan okula Hocaların Yusuf yaz kış üç yıl boyunca her gün oğlunu götürüp getirmişti. Kötü niyetlilerden korunmak için oğlunun adını nüfusa Orhan olarak yazdırmışlardı. Okula da bu adla gidiyordu. Ohannes’in bu konuyla ilgili sorularını “Sonra anlatırız” diye geçiştiriyorlardı. Ohannes anne babasına saygılı, terbiyeli bir çocuk olarak büyümüştü. Oyunda hep kaybeden, çoğu zaman oyun arkadaşlarından dayak yiyen ürkek bir çocuktu. Farklılığını bilenlerin ona karşı kullandığı bir koz vardı hep. Sonradan anne babasının ihtimamı, yüreği dar olanların kıskançlığını daha çok celbetti. Hocaların Yusuf kimin ayağına bassa gizli açık “İhbar ederim ha!” diyordu. Ohannes’in askerlik yoklamasını yaptırdığı yıl kötü kalpli bir adam jandarma karakoluna “Ermeni çocuğunu çaldılar” diye ihbar etti. Karı koca, jandarma kapıya dayanınca gördükleri rüyadan uyandılar. Ohannes’i ellerinden alıp İstanbul’daki Ermeni yetimhanesine göndereceklerdi. Hocaların Yusuf karakol komutanına çok yalvardı fakat sonuç değişmedi. Beş günlük izni zor aldı. Mutlu yuvalarının yıkıldığını anlamış olmanın acısıyla beş gün Ohannes’i yine koyunlarında yatırdılar ve sürekli ağladılar. Ohannes, yıllardır alıştığı iki insanın kokusunu unutmamak için sürekli kokularını içine çekti. Son gece gerçeği açıkladılar. Olanları anlattılar, annesi Hermine’yi, babası Avadis’i… Ohannes hiç şaşırmadı. “Biliyordum” dedi. “Siz benim anne babamsınız yine de…” O zaman oğullarını daha çok sevdiler. Verdikleri
emeğin boşa gitmediğini anlamışlardı. Fazladan onları teselli etti Ohannes: -Size her ay mektup yazacağım. Sizi görmeye geleceğim. Ailemi de arayacağım… Meryem, oğlunun ceketinin astarına gizli küçük bir cep yapmış, Hocaların Yusuf da o cebi parayla doldurmuştu. Lazım olunca yine göndereceğini söyledi. Son gün kasabaya iki jandarmanın ortasında, anne babasıyla birlikte gitti. Kasabadan Yozgat’a, oradan da İstanbul’a gönderdiler. Ohannes sözünü tutup her ay önce İstanbul’dan, sonraki yıllarda Beyrut’tan onlara mektup yazdı. Hocaların Yusuf her ay kasabadaki öğretmene cevap yazdırdı oğluna. Ülkedeki kara düzen değiştiğinde Hocaların Yusuf da karısı Meryem de orta yaşı çoktan geçmişlerdi. Aradan geçen yıllar oğullarına olan hasretliği azaltmamıştı. Oğullarının gönderdiği fotoğraflar süslüyordu duvarlarını. Oğlunun, gelininin, iki torununun resmine bakıp avunuyorlardı. Oğullarını anmadıkları bir gün bile yoktu. Sanki bir cennet meyvesi yemişlerdi de tadını, kokusunu unutamamışlardı. En sonunda Hocaların Yusuf bu hasrete bir son vermek için Beyrut’a gitme kararı aldı. Hem artık hacca gitmek de serbestti. Oradan hacca da gidebilirdi. Kararını karısına açtığında karısı “Keşke birlikte gitsek” dedi. “Hele bir ben gidip yolları öğreneyim, seni de götürürüm” diye ümit verdi. Beyrut’ta gemiden indiğinde oğlunun bakkal dükkanını kolaylıkla buldu. Ohannes babasını görünce kollarına atıldı. Onu öptü, kokladı. Çocukken kokladığı adamda yine aynı kokuyu hissedince daha da mutlu oldu. Ohannes, eve vardıklarında babasıyla bir plan yaptı. Hac dönüşü babası yine Beyrut’a uğrayacak, gelecek sene annesini de getirecekti. Babasına yaptırdığı pahalı İngiliz kumaşından paltoyu giydirirken kulağına fısıldadı: -Baba, paltonun omuzlarında beş İngiliz altın lirası diktirdim. Annemi getirirken yol parası yaparsın. Hocaların Yusuf köye döndüğünde karısını yorgun ve hasta bulmuştu. Olanları anlattı. Gelini Haykanuş’tan, torunları Yusuf ve Meryem’den bahsettikçe karısının benzi düzeldi. Yüzü güldü. Hele oğlunu görecek olması onu yeniden canlandırdı. Ertesi yıl Hocaların Yusuf, öğrendiği yollardan karısını Beyrut’a götürdü. Ohannes, karısı ve çocuklarıyla bu sefer onları rıhtımda karşıladı. Birbirlerini öpüp koklamaya doyamadılar. Beyrut’ta ilk geceleriydi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Hocaların Yusuf ve Meryem yol yorgunu oldukları halde uyuyamıyorlardı. Kapı vuruldu. Ohannes’in sesi geldi: -Anne baba, çok korkuyorum!...
59
KÜN EDEBİYAT
Kübik hikayeler
SON SOLARAPEX’de BİR NÜKLEİK SON Ahmet YOZGAT
Ş
u güneş var ya, hani sarışın olan... Hah ha! Siz öyle sanın! Oysa sanmanızın yanıltması içinde farkına varamadan renk körlüğünüzün, üzerinize yazılmış koca bir ömrünüzün bundan sonra geriye kalan “Solarapeks’i” içinde, dört bir yanı silelemiş çamur alacası gerçekliğinde, onculayın debelene debelene gömülüp kaybolmanızın arefesinde, son kez aynaya ya da gözünüzden akan duru suyun saydam yüzeyine baktığınızda “Çift Boynuzlu Adamoğlu”nu ve arkasındaki saydam ve suskun zatın ürperten gizemini ayan açık görür, renkler hususunda yanıldığınızı anlar ve “Eyvah!” dersiniz; “Ben, niye düşünemedim bunu?” Olur a! Olur fakat iş işten geçmiştir o dem. Oysa o geniş geniş düşündü; gitti düşündü, geldi düşündü fakat son kertedeydi ne yazık ki. Mesela, mavinin karekökünün onla çarpımının kaç çeküllük lacivert olduğunu bildi... İlk kez görüyordu bu tonunu kürenin. Küre, bir bebenin gözbebeği biçimindeydi fakat ortası siyaha çalan mavi ve dış halkası turuncudan sarıya degradasyon... Altı üstü bir, yo, iki halka gibiydi alnacında duran güneşlerin fotoğrafları. İçindeki gökyüzünün sisli boşluğunda, zorlana zorlana doğuyordu hepsi de. Doğum acısını beyninin derinliklerinde pıtrak pıtrak duyuyordu. “Ah evladım!” dedi gören. Oysa alayı da yanan canının acı şiddeti konusunda yanılıyorlardı tıpkı kendisinin güneşin rengi konusunda yanıldığı gibi. Yanılgısı sadece renk ifadesinde değildi; meğerse adet hususunda da bilgi körü olarak yaşamıştı bunca yıl. “Yazık!” Herkes gibi... İlk anda kim olduğunu anlamadığı, boylu boyunca beyaz gömlekli ademoğlu, ruhunu evde bırakmış bir ekose elbise gibi askıdaydı ve tepesinde sallanıp duruyordu. Üstü ütülü, altı buruşuk; “Nedir şikayetiniz?” diye soruyordu galiba. Şimdi beyninin içindeki âlemin Solarapeks’indeki yanılgılarından bahsetse anlar mıydı? Bizzat kendisi bunca yıl anlamadığına ve temel yanılgısının farkında bile olmadığına göre, dışardan nasıl anlaşılacaktı ki... Zaten anlatamazdı
60
da zira bildiği lisanı bilmediği bir lisana doğru evriliyordu. Cevap vermedi ve öte yana döndü, arka âleme; dil merkezinde yeni yeni şekillenen lisanın konuşulduğu evrene. “İnna lillahi ve inna ileyhi...” diyordu arka âlemde bir ses. Bu yanda babası, gözlerini iki fırıldak gibi döndüre döndüre bakıyordu anasına; zavallı kadın bu bakışlar altında kıvranıyordu. Kendisi şu köşede; çamur sıvalı köy odasının, insanın üzerine üzerine abanan basık mimarisinde tepesinde yumruk iliğinde bir yumruylaydı. Yumruda bir zonklama bir zonklama ki... Istırap, zonklamanın “zo”sunda çakıp çakıp sönen yaramaz bir deniz feneri gibi üzerine üzerine ışık topları fırlatıyordu. İşte bu toplardı şahsi Solarapeks’nin güneşleri.Her saniye içinde gözleri silbaştan yanmaktaydı. Yakıcı güneşler, eski sarışınlığındaydı ama yenisi doğarken eskisinin eski rengi bir anda gerçeğe dönüveriyor ve özgün rengine kavuşuyordu. Laci, mavi, turuncu ve sarıyla solan degradasyon... Zaten, o da işte o zaman aralığında anlıyordu, aslında sarının sarı, kırmızının kırımızı olmadığını. Başucundaydı hâlâ, yanında kendisi gibi beyazlara sıvanmış bir başkasıyla... Daha arkada ise alacalı gölgeler.... Beyaza sıvanmış adam kendisinden cevap alamayınca, sağ işaret parmağını bir güneşin altındaki deliklerden en soldakine, şehvetine yenilmiş bir rençper delikanlısının sapkınlıyla daldırmıştı. O an öyle canı yandı ki... İşte, bu yüzden sevmiyordu koridor kapılarının üzerinde sıfatı ucuz yaldızla boyanmış alçı döküm çerçevelerinde bir dörtgen oylumunca durup altından geleni geçeni denetleyen, işaret parmakları dudaklarının üzerindeki hemşireleri... Dörtgen, dikineydi tabi. Dikine dedi de... “Hep burnunun dikine gider bu oğlan da...” diye şikâyetlenen annesi, kanaatince pek de haklı sayılmazdı. Bu yüzden, Solarapeks küser ve kararırdı zemheri gecelerinde. Meğerse neymiş be; beyninde kocaman kocaman ardiyelerin
KÜN EDEBİYAT
küskün solarlarla dolu olduğunu da yeni yeni anlıyordu. Vay canına! Bunca zaman, bunca yükle mi yaşamıştı? Ak pürçekli kadının her şikâyetlenmesinde sadır kokulu şişek gibi kokardı da aldırmaz geçerdi. O kokular bile ardiyelerin loş atmosferini işgal etmişti. Anlıyordu ki hiçbir şey kaybolmuyormuş meğer; durup kendisinin kendine gelmesini bekliyormuş. Günah da öyle, sevap da... Yaş da öyle, kuru da... O da, bu da... Hesap derindi yani sizin anlayacağınız. Acıdı annesine; aslında, ondan değildi şikâyeti, kadıncağızın tarifindeki “dikine burun” nitelemesinde, bir de “Sus”cu sisterden şu anda... Apeks solarlarına, parmağını daldıran doktor değildi aslında, “bacıyan”dı. Bahcıvan deği bacıyan! İşte, nihayet anlıyordu ki her şey gibi bu da ilk başta bir yanılgı olarak yansıyordu kendisine; yansı, Solarapeks havasına düşünce doğrulanıyordu fakat asıl acı buradaydı. Yanılgının gerçeğe evrildiği vakit dilimi... “Sakinleştir hemşiranım!” dediğinde beyaz sıvalı adamın iki kulağından çıkan iki boynuz, gözüne batacak gibi uzandı fakat orada durdu, batmadı; yönünü değiştirdi ve göğsüne dayandı, orada kaldı. Yo kalmadı be. Solarapeks’in yüzeyinde iki sivri ve çelikten siensi kalem ucu gibi gezintiye çıktı gibisine geldi çünkü çizik çizik olu oluvermeye başlamıştı döşü. Henüz kılsızdı. Yaşı ne ki daha on yedi bile yoktu ya da var mıydı? Sakın bu da bir yanılgı olmasındı. Hah hah ha! Ya ne sanmıştı ki? Neyse, bu da kabul. O an aklına geldi; acaba, bu boynuzların uzunlukları on yedişer santim gelir miydi? Ya gelir ya gelmezdi! Hem kimi bağlardı apis öküzlerinin boynuzlarının ebadı, ki onu bağlasın? “Bağlasın” dedi de... Tepesinden geçirilip çenesinin altında bağlanan beyaz tülbent, ölmüş olması dolayısıyla değildi haddızatında. Sadme sonucu kafasında oluşan şişliği indirmek ya da deri ile kemik arasına hapsetmek içindi fakat buna rağmen, başının üzerinde yarım baş daha oluşmuştu sanki. Şişliğin içi su mu doluydu, kan mı? Ne bilsin annesi, bu yüzden koşa koşa dışarı attı yorgun vücudunu bir poşet mutfak artığı gibi. Hurdahaş hamulesi… O an, evin cümle kapısı on yüz bin desibel şiddetinde gıcırdadı; gıcırtı çın-
gıları, Apeks’indeki güneşleri patır patır patlattı. “Yapma anne!” diyecek oldu; diyemedi, ıstırap içinde kasıldı her hücresi. Babası yandı, ellerini dizlerine vura vura ağladı: “Gitti tek evladım!” diye diye... Sonra kızdı ve gözlerini iki mavi fırıldak gibi döndüre döndüre baktı karısının arkasından: “Sen dikkat etsen böyle olmazdı be kadın!” diye bağırırken ağzından darı tanesi iriliğinde tükürük parçaları saçılıyordu. Beşi onu geldi, yüzüne isabet etti. Bunlardan bile canı yandı. Babası oralı bile olmadı. Apeks derununda çakıp çakıp sönen ışık yumakları garip renkli bilyeler gibi dörtbir yana saçılırken öfkeli bir yanardağdan sıçrayan ateşli lav topları gibi canını dağlıyordu zaten bir de babanın darı taneleri... “Boyuna; “Ah!” çekmesi bundandı. İşte, o anda peyda oldu Çift Boynuzlu Adam. O da kimdi ya? Adam, içinden geçen soruya cevap olarak; “Gerçek!” mi dedi ne? Nasıl da anladı be? “Ee,” der gibi yaptı adam. “Buranın lisanı böyle bir şey delikanlı.” Aynı zamanda Çift Boynuzlu Adamın da üzerine yağıyordu Solarapeks şerareleri fakat onun bu sağanağa aldırdığı yoktu: “Biz, bir diğer solarapekste iki güneşin debelene debelene kara balçığa battığına şahit olduk!” derken o kadar güvenliydi ki yüzünü kaplayan devetüyü ifade... O an anlamadı nisancıl bir yağmur mu yağıyordu üzerine, yoksa şiir mi ya da pamuk yumuşaklığında bir konuşma yönteminin ilk kavramları mı? Ana lisan merkezi, dört yaşından beri ilk kez yanıyor, kızarıyor, buna bağlı olarak gözü bozarıyordu. Apeks’te en büyük güneş, ardından bir daha doğuyor ve anında patlar gibi batıveriyordu; Garip. Ama tüm güneşlerin doğum ufku batı mıydı ne? Bu olamazdı ki... Oluyordu ama. Durumu, parmağı ağzında gezenin beyazlı ablalardan birine sorsa mıydı? “Ya abla, hani güneşler doğudan doğardı?” demedi. “Yine öyle... doğudan…” diyordu galiba demediği soruya karşılık olarak beyazlı abla. “Yine öyle, bu konuda yanılmıyorsun!” “Sen öyle san be kadın! Asıl yanılan sensin de olayın farkında değilsin be!” de demiyordu. Derken, bir başka beyazlı durup kanlı sedyenin ayak ucunda, kendisine
bir bardak duru suyun saflığında melul mahzun bakıp gözlerinin içini ışıl ışıl ediyordu: “Sakin ol delikanlım!” diyor gibiydi. Nedense Hayriye’ye benzetti onu aşkına yani; bu nedenle onun dediğini yanılgısız duydu ve ilk kez sakinleşti. Arkaya döndü, bir kedi yavrusu gibi munisleşti. Ilık bir kıble esintisi gibi kulaklarını yalayan duyduğu şiirimsi sesi atlaması ne mümkün!? Bal akar gibiydi tınısı; “Biz, onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık.” diyordu dört bir yandan. “Ve kendisine her konuda bir yol verdik.” “Verdin mi?” diye sordu beyaza sıvanmış adam. İşaret parmağı ağzında duran ve her daim susan ikinci beyaz kadın yine konuştu; “Ben verdim hocam.” diye karşılık verdi beyaz sıvalı adama. “İki doz Apleksiyak max... yetti sanırım. Bakın, şimdi daha sakin.” Gerçekten de öyle gibiydi. Beyaz önlüklü adamın boynuzlarının, göğsünden uzaklaştığını hissetti usul usul... Ve kendi alanına çekildi yani Apeks’in dışında kalan uzantılarını topladı içeri aldı. Çift Boynuzlu Adam, ondan yana döndü: “İşte, o yol beni buraya, ilk Solarapeks’e getirdi; aslına bakarsan, ben batıya gitmek istemiştim.” Göz gözeydiler şu an. Onda bir etkilenme yoktu fakat kendi gözünün arkası yanıyordu çünkü güneş, üzerine güneş doğar gibiydi. Sonra bu bakışlara iki göz daha katıştı; anne ve babasının... Çünkü kendini yerde bulduğunda annesi, komşu şifacı kadın anayı kapıp getirmişti. Babasının gözleri her zaman olduğundan daha da çakırdı o sırada; zaten kızdığı zaman, iki nazar boncuğu gibi ışık saça saça dönerdi o gözler, şimdi olduğunca. “Gülhan”dı adı. Şifacının yani. Eli, bir “şeremet” bir şeremet” ki... Ne zaman açtı kirli kesesini, ne zaman çıkardı paslı Permaşarp’ını, ne zaman çözdü güllü yazmayı ve ne zaman kotardı ustası olduğu hacamatı!? Tepesinden yol yol kanlar sızmaya başladığında anladı olan biteni. İçindeki gergin şişlik boşalır gibi oldu, biraz nefeslendi hatta uyku hissetti sinir uçlarında. Bir aracık rüyaya duhul etti. Hani güneşin battığı yerdeydi ya Çift Boynuzlu Adamla... Onunla beraber en
61
KÜN EDEBİYAT
sonuncu soları, siyah balçıklı su gözesinde batar buldular. Bu en büyükleriydi belki de... Daha küçükleri de vardı etrafta ancak onlar patır patır patlamayı sürdürüyordu mısır taneleri misali. Biliyordu; göz küresinin arkasındaki sonsuz aralıkta olup bitiyordu her şey. Bu kadar geniş bir düzlüğü de ilk kez görüyordu gözleri; bu sebeple, Kalahari’de kalmış sahipsiz bir evcil kedi misali kendisini yalnız, terkedilmiş ve güvensiz hissediyor ve korkuyordu. Korkusunu doktor sandığı adam katmerliyordu; “Yere çakılmanın etkisiyle loblar balkımış, beyni bozuk turşuya dönmüş. Bu durumda ya ölecek ya da halisünasyonlar içinde savrulmaya devam edecek.” Mi ne? Hım, her şey halisünasyon ha! Koca boynuzlu kaskıyla karanlıklar içinden çıkagelen bu görkemli adam, ya o? Yani o da mı halis? Yo, o gerçek. Ya babasının çakır gözleri? Telaş içerisindeki annesi? Komşu kadın şifacı Gülhan da mı? Şaklarından aşağı doğru sızan kan yolları ve ağzı parmağındaki beyazlı kadın? Neydi adı, Hayriye de mi?” İlk kez sesini bu kadar yükseltti; “Evet hepsi de halisünasyon onların! Bırak yamalak âlemini de hakikate dön on yedili...” diye kendisini yanına çağırdı Çift Boynuzlu Adam, arkasındaki bir başka kişiyi işaret ederken... Onu, bu kadar yekpare bir biçimde yeni görüyordu, merakla yukarıdan aşağısına kadar bir bütün olarak baktı; o anda kanı şaha kalktı, duyguları deli taylar gibi kişnedi. Peki kimdi o? “Şu anda bu mekânda bulunan tek gerçek!” dedi çift boynuzun sahibi. Ya öteki, kulaklarından on yedi santim uzunluğunda boynuzlar çıkaran beyaz önlüklü yabancı? O da gerçek değil mi? İyi adam da sözünün üzerine gelirmiş; “İşte ben de geldim.” demene gerek yok ey kişi. “Ama ‘ey kişi’ dediğin bir tıp adamı, kulaklarından fışkıran da boynuz değil steteskop kordonları...” dese biri, inanın “Ben bilmiyorum sanki!” diye çok kızardı fakat şimdi de durum değişmedi ve öfkesine yenilmiş bir orta malı yosma gibi “malç” bir şekilde ortalık yerde kalakaldı. Elleri, başında çift boynuzlu kaskıyla bir eski zaman muharibi olduğunu sandığı adamda;
62
bacakları, tıbbiyelideydi. Bir o çekiyor, bir bu... İki arada gidip geliyordu zavallı ezgin vücudu ve her pompalanmasında biraz daha açılıyordu dokuları ve organlarını birbirine bağlayan mafsalları. Tabi o yekpare kişi de yardım ediyordu atomik parçalanmasına. Acı inanılmazdı, sanki her hücresi daracık kalıplara dökülüyordu. Bir telaş, bir telaş ki başucunda... Eli ağzındaki tüm beyazlılar, eli meli boş vermiş, sağa sola koşuşturuyorlardı. İlaç şişeleri havada uçuşuyor, kanına kimyasallar boca ediliyor, kafasından yeşil, sarı, lila renkli kanlar fışkırıyor damlalar şapır şapır dama taşlı zemine dökülüyordu. Bir kadın avaz avazaydı ve biber acılığında diyeşetler yaka yaka ağlıyordu; çakır gözlü adam, koca kafasını oksit boyalı sarışın duvarlara vuruyordu. Sonra her şey solmaya ve uzaklaşmaya başladı, görüntüler gibi sesler de kalın bir sis perdesinin ardında kaldı. Şimdi, bu yanda tok bir ses, kulaklarında raks eden bir kelebek gibiydi: “Ey Zülkarneyn! Ya cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın dedik.” Zülkarneyn, “Her kim zulmederse biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik azaba uğratır.” dedi. Zülkarneyn, “Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbin vaadi gerçektir.” dedi. Çok sürmedi, bacaklarının eritilmiş iki plastik hortum gibi koptuğunu hissetti. “Sonra yine bir yol tuttu.” Çift Boynuzlu Adam galiba bu kez doğuya gidiyordu. Tabi o da yanında, daha doğrusu arkasında sürüne sürüne yol alıyordu. Sonunda kimin ve neyin gerçek, kimin ve neyin halisinasyon olduğunu anlamıştı. Hayal meyal hatırlıyordu annesini, babasını; gerçekte var mıydılar, yok muydular ona bile karar veremiyordu. Fakat beyaz sıfatlı adam soruyor, babası cevaplıyordu: “Bitlisliyik.” diyordu. “Bizim oralar, ceviz memleketi hocam. Her bir evin bahçesinde bağında onlarca ceviz dikili. Her biri elli yüz yaşında ağaçlar... Bu uçları yerde, o uçları bulutlarda... Bir bakıma geçimimizin tamamı cevize bağlı. Her yaz sonunda, çoluk çocuk hepimiz ellerimizdeki kocaman sırıklarla ağaçlara tırmanır ve meyveleri silkeriz.” Hoca şaşkınlıkla soruyordu: “Ya
emniyet kemeri?” O da ne? “Biz kemer memer bilmezik. Onun yaşı on yedi... Birkaç yıldan beri o da silkici. Herhangi bir vukuatı yoktu şimdiye kadar fakat bu yıl üzerinde bir hâl vardı çocuğun.” Anamın sesiydi bana ulaşan bu arada: “Hep onun yüzünden. Hayriye’nin...” Hayriye mi, o da kim? “Bırak onu şimdi hocam! Kız işte. Gönül koymuş bizim oğlan, kızın gönlü ise başkasında; olur ya hani, onulmaz dert, sevdanın karası! Neyse, sonunda cevizleri silkerken dikkatsiz davranmış olacak ki hiç ummadığımız bir anda ta tepedeki daldan, çarpa çarpa yere, yassı kayaların üzerine düştü. Tepetaklak... Kafasının dikine... Hepsi bu işte!” Anam yine burnumu karıştırdı işe galiba; “Dikine giderdi hep burnunun!” Yapma be ana! Sırası mı şimdi? Neyse ki beyaz gömlekli adam yani doktor araya girip; “Alelacele buraya yetiştirmişler. Geldiğinde sanrılar içinde kıvranıyordu zavallı; acıdım, daha gencecikti.” dedi ifadeye gelen emniyet mensubuna. Ağzı parmağında gezinen kadın; “Ölümle hayat arasında gidip geliyordu sanki.” dedi. Bir hastabakıcı; “Sonunda mücadeleyi kaybetti.” diye araya girdi. Sırada yine doktor vardı: “Ve kopan bacakları elimde kaldı.” diye son anı özetledi o da. Hastane imamı; “... İnna lillahi raciun!” diye noktaladı hikâyeyi O, bu sözlerin tamamını duydu fakat artık orada değil çok uzaklardaydı. “İki dağ arasına ulaşınca...” Zülkarneyn, onu arkasındaki suskun adama teslim etti. Aralarında bir devir teslim senedi imzaladılar; o, böylece anlamış oldu ki alındı, satıldı, duruma razı oldu, gözleri kafasından çenesinin altına bağlı kendir lifte, yeni sahibinin ardınca yürüdü... Yo yürüyemedi iki ayağının iki baş parmağı da birbirine raptedilmişti. Bu nedenle hurdahaş bir solucan gibi uzaya kısala süründü. Yeni sahibiyle son solarapekse batmaya gidiyorlardı beraberce. ***
KÜN EDEBİYAT
GEÇMİŞTEN GELEN Üzeyir SÜĞÜMLÜ
B
ir pazar günüydü… Güneş, tüm sıcaklığıyla gün boyu kendini hissettirmişken, iskeleye ağır ağır yanaşan bir vapur; suya yansıyan silueti, nostaljisi ve tüm ihtişamıyla göz dolduruyordu. Nazlı nazlı sallanan ve düdüğünü boğaza selam gönderir gibi öttüren, martıların ve çığlıklarının eşlik ettiği vapurun iskeleye yanaşması, iskelenin yıllara meydan okumuş yüzünü, batmaya başlayan güneşle beraber muhteşem bir hale getirmişti. Bankta oturup da bu atmosferi seyre dalan biri, “İşte, İstanbul ve boğaz.” diye keyiflenebilirdi… Birçok insan, bu manzara karşısında büyülenmiş ve boğazda esen rüzgârların gün boyu ısınmış dünyalarına estirdiği serinliğin hazzıyla, adeta anın tadını çıkartıyordu banklardan seyre dalmış bir vaziyette. Her şey bir an yaşantısı olsa da, geçmişte kalanlar uzanırdı bu anlara zaman zaman, aslında çoğu zaman… Yudumlanan her çay; bir sevincin, bir hüznün, bir tereddüdün, bir heyecanın yudumuydu belki de… Geriye dönüşlerden kurtulmak bir yana, öngörülerimiz de geçmişte birikenlerin yansımalarından oluşan bir ufuktu ve bu geleceğin ta kendisiydi. İşte böyle bir anda, tarifi imkânsız bir zamanda biri vardı ki, keyiflenirken bir anda kayıvermişti geçmişine… An ise tüm görkemi ve izafiliğiyle devam ediyordu… Geçmişten gelenler, anda şekillenenler ve gelecek… “İstanbul’da yaşayan çoğu insanın göremediği bir estetik var bu manzarada… Birçok kez bu manzaraya şahit olmuşumdur hayatımda ama her gördüğünde yine bir yerlere dalıp gidiyor insan...” değil mi dostum? Bir soru sorulmuştu ve soruyu cevaplayacak kişi, çay bardağını elinde sıkıca tutmuş ve kaybolmuş yıllarından bir şeyler bulurum ve şimdiye getiririm umuduyla öylece bakıyordu
boğaza… Boğazın serinliği şakaklarında hissediliyordu ve saçlarının şakaklarından beyazlamaya başlamış biçimi de dikkat çekiciydi ve ayrı bir karizma katmıştı ona. Oysa onun için bu karizmanın bedeli dışarıdan gözüktüğü kadar da cezbedici ve hoş değildi. Her beyaz, kaybolan yılların emaresi gibiydi ve yine her beyaz, kaybolan hayallerinden birinin ölümü gibiydi… Her beyaz, geleceğinin bir uzantısının yok oluşuydu ve geçmiş, öyle bir noktaya gelecekti ki, gelecek değil de insanı yaşatan, geçmişin ta kendisi olacaktı. O yöne doğru bir gidişin sancılarıydı belki de bunlar… Eliyle biraz karıştırdı saçlarını ve soruya başka bir soru ile karşılık verdi: “Ne desem şimdi sana?” Evet, ne diyebilirdi? …………………… İnsan hayalleriyle yaşamaz mıydı ve hayalleri değil miydi insana güç veren ve gerçekleşmeyen her hayal, insanı biraz daha geçmişe götürmüyor muydu, geriye ne kalmıştı onlardan şimdi? Arkadaşı soruyu sormakla hata yaptığını düşünmeye başlamıştı. Neden böyle bir soru arkadaşında olumsuz bir etki yapmıştı, merak ediyordu… “Nedir onu, cevap vermekte zora sokan şey acaba?” diye yarı sesli yarı sessiz bir şekilde mırıldandı. Soruları çoktu zihninin her köşesinden fırlayan ama emindi ki, kendine sormaktan korktuğu soruları daha da çoktu… Yani sorulmayanları… Hayalleri boğazın sularına karışıp bir daha dönmemek üzere gitmişti sanki. Zihnindeki tüm kavramlar ve belleğindeki izler, bir akıntıyla daireler çizmek üzere uzaklaşıyor ve sonra başladığı yere geliyor ama akışkanlık durmadığından sanki devamlı bir uzaklaşma durumu ortaya çıkıyordu ya da öyle bir his veriyordu ona. Ve şimdi çaresizliğin verdiği bir kabullenmeyle susuyordu. Ve tekrar etti:
63
KÜN EDEBİYAT
“Ne desem şimdi sana?” Evet, bir pazar günüydü… Haftanın tüm yorgunluğu üzerindeyken, evde kalıp dinlenmek daha akıllıcaydı ona göre. Karar vermişti, çıkmayacaktı bu pazar dışarıya. Yorgunluk ve rutinlik ekseninde tükettiği son beş yılın ağırlığı dururken üzerinde, neden çıksındı ki bu Pazar dışarıya? Bu düşüncelerle yatağa girerken uykusuzluğu had safhadaydı ve saatlerce uyumak geçiyordu içinden. Ve derin bir uykunun planlanmamış sabahında uyanmak üzere gözlerini yumdu. Tabiatın kendini yenilediği ve bu yeniliğin insanı derinden etkilediği bir mevsimdi… Bu mevsimin son demleriydi. Ezici bir kışın ardından tüm Anadolu rahat bir nefes almış ve aldığı her nefes onu daha da canlı hale getirmişti. Her şehrinde hissedilen bahar havası, İstanbul’da da kendini göstermeye başlamış ve erguvanlar, her zamanki muhteşemliği ve boğaz kenarlarındaki kokusuyla insanları mest etmişti. Böyle günlerden bir gündü… Bir pazar günüydü… Güneşin doğuş anında su içmek için kalktı ve pencereyi araladı. Günün, güneşe teslim olmaya başladığı anının atmosferini gördükten sonra, bir daha da uyuyamadı. Uyumak için birkaç defa yatağın yolunu tuttu fakat başarılı olamadı. Ve güneşin doğuşunu seyrederken, dedesinin küçüklüğünde, şimdi zihninde net bir şekilde beliren bir tebessümünün eşliğinde ona söylediği sözü aklına geldi: “Oğlum, güneşi benden sonra doğurmadım hiç…” Bu söz, yaşı seksene dayanmış birinin; sıradan bir mekanda, sıradan bir zaman da ve sıradan bir şekilde söylenmiş bir sözü olsa da, manasındaki derinliği ve yıllara meydan okumuş bir bedenin, her gün güneş doğmadan kalkıp, güneşin doğuş anını seyretmesi, bu duruma şahit olması ile olukça önemli hale geliyordu. Altı, kalemle kalın bir biçimde çizilecek bir sözdü
64
ona göre ve bu deneyim muhteşem bir şeydi ve anlamaya çalışıyordu buradaki inceliği… “Yıllar ne çok şey alıp götürür bedenlerden ve ruhlardan, acaba geriye ne kalır bilinir mi?” Sorusu zihninde yankılanmaya başladığında durdu ve düşündü biraz. Dedesinin bu sözünü neden şimdi hatırlamıştı anlamaya çalıştı ve sözün derin bir anlamının olduğunu o an daha iyi kavradı. Dedesi filozof değildi, bilgin değildi, astronom hiç değildi ama güneş hep ondan sonra doğmuş ve günü ilk karşılayan hep o olmuştu. Bu sözün sırrından yıllardır mahrum kalışına hayıflandı ve iç dünyasında, büyük bir gizemi çözmüş olan bir insanın heyecanı ile elini yüzünü yıkadı ve erkenden çıkmaya karar verdi. Eşi hala uyuyordu ve onu uyandırmak istemediğinden kahvaltısını hızlıca hazırlayıp yaptı ve bir çocuk sevinci ile evden çıkıverdi. Evde kalıp dinlenmeye ve uyumaya ayırdığı bir pazar günü, erken uyanmış olmasına rağmen kendini bu kadar dinç ve dinlenmiş hissetmesine şaşırıp kaldı. Telefonu eline aldı ve uzun zamandır görüşmediği ve iç dünyasını açabildiği tek dostunu aradı. Sabahın çok erken bir vakti yapılan bir arama, karşı tarafı tedirgin ederdi muhakkak. Öyle de oldu. Bu saatte kim ne diye arar siteminin yanı sıra uykusunun bölünüyor olması dostunu çıldırtmaya yetmişti. “Kim ki bu saatte arıyor, sabahın köründe…” diye uzanırken telefona, uykusundan kısa bir süreliğine kopacak olmasından kaynaklı memnuniyetsizliği ve öfkesi, arayanın en yakın dostu olduğunu anladığı anda meraka dönüştü... “Dostum günaydın. Biliyorum, bu saatte rahatsız ettim seni, kusura bakma…” “Günaydın. Hem de bir pazar günü sabahın bu saatinde arayan sen olmasaydın bir güzel azarlardım. Sen arıyorsan vardır bir sebebi. Ne kusuru dostum.” “Şimdi sana arama sebebimin çok da önemli olmadığını, en azından sabahın
bu saatinde aramamın gerektireceği bir durumun olmadığını söylesem kızar mısın bana?” “Çok kızarım hem de, gitti oğlum uykum, hadi çabuk söyle.” “Uykunu aldıktan sonra boğaz kenarında her zamanki oturduğumuz yerde bir çay içelim seninle… Ama uykunu al, öyle gel…” “Tüm gün evde uyuyup dinlenmeyi düşünmüştüm aslında ama seninle de uzun zaman oldu görüşemedik. Tamam dostum. Ararım seni indiğimde iskelenin oraya ama bak, ikindiye doğru gelebilirim ancak…” Telefon kapandıktan sonra içinde garip bir merak hasıl oldu ve bir hava almak umuduyla pencereyi araladı. Güneşin doğuşu sona ermek üzereydi… Uyumak gelmedi onun da içinden… Ve merakına yenik düşmesiyle ikindi olmadan buluştular deniz kıyısında bir çay bahçesinde. Sabahleyin erkenden kalkıp güneşin doğuşu esnasında dedesinin çocukluğunda ona söylediği sözü hatırladığını, sonrasında da uyuyamadığını ve sözün kendinde çağrıştırdığı anlamları hararetle anlatmaya başladı az önce arkadaşını karşılamak için kalktığı iskemlesine oturur oturmaz… Sohbet uzadıkça tüm geçmiş yaşamlar yeniden serildi, döküldü ortaya. Yeniden yorumlandı, kimi zaman yeniden kurgulandı, yeni dersler çıkarıldı. Günlerdir düşüncelerini hapseden ve oldukça bunaltıcı geçen son üç aylık zaman diliminin ötesini hatırlamak kendini ve geleceğini yenilenmiş bir gözle görmesine ve kurgulamasına sebep olmuştu. Geçmişten ne hatırladığımız şimdiyi ve geleceği nasıl deneyimlediğimizin ya da deneyimleyeceğimizin çerçevesini de belirliyordu. Arkadaşını beklerken yudumladığı çay ile aynı çaydı içtiği; ama tadı farklıydı, hazzı da öyle. Arkadaşının gelir gelmez sorduğu soruya verdiği “Ne desem şimdi sana?” cevabı çınladı kulaklarında. Cevabı artık biliyordu…
KÜN EDEBİYAT
DİYARBAKIR KAVUNU Merve İLHAN
B
ir boş vakitte babamla oturmuş sohbet ediyorduk. Zaman zaman geçmişten gelecekten konuşurduk. O gün nerden aklıma geldi bilmem babama aile geçmişini sordum. O da “ Doğduğumuz köyü biliyorsun seninle de defalarca gittik. Bizim oradaki geçmişimiz yüzyıllara dayanmaz. Rahmetlik dedemiz Karadeniz bölgesinde bir köyde doğmuş, dînî ilimler tahsil etmiş ve sonunda İstanbul’un ilçelerinden birinde camide imamlık yapmaya başlamış. O rahmetliğin İstanbul’dan Anadolu’ya gelmesi de başlı başına bir maceradır. Mükemmel şiirleri olan, bestelenince dillerden düşmeyen aşk şiirinin yazarına safdil bir okur “Efendim siz gerçekten aşık oldunuz mu?” Deyince; çok kızmış, öfkeyle “Eşek misin?”Demiş. “Gönül ferman dinlemiyor.” , “Işk imiş her ne var âlemde” hükmüne uygun dedemiz de kaymakamın kızına âşık olmuş. İstemiş kızı babasından ama râzı olmamış kaymakam. Sonra kaymakamın tayini çıkınca da düşüp peşine Anadolu’ya kadar gelivermiş. O yüzden dedene Karadenizli hoca derlerdi. Kader bu ya kaymakam burada râzı olup kızını vermiş ama o rahmetlinin bu dünyada alacak muradı kalmamış. Senin deden ve amcalarım sonraki hanımdan. Karadenizli hoca dünyayı bilir, okumaya yazmaya meraklı bir insan. O günün imkânlarıyla dört oğlunun dördünü de dinî ilimler tahsil ettirmiş. O yüzden dedemden başlamak üzere bizimkiler nerdeyse köyümüzün tapulu imamları. O günlerde diyanet teşkilatı bu kadar yaygın olmayıp kadrolu hoca sayısı da az olduğu için “hak” karşılığında köy hocalığını yürütüyorlar. “Ha” desen köyde ve yakın çevrede okur- yazar da yok zaten. Biz de …” diye devam edecekken kapıdan babamın amcasının oğlu Abdülkadir amcam geldi. Babam “ Oooo Abdülkadir hoş geldin biz de aile tarihini konuşuyorduk dedi. Amcam doğruca babamın elini öptü, babam da onu kucakladı. Selâm kelamdan sonra ben “Sizin isimleriniz niçin hep “abdül” le başlıyor dedim. Amcamlar dört erkek beş kız kardeştiler. Amcam, “babam Allah’a kul olmayı en büyük hürriyet saydığı için bizlere;
“nın kulu” anlamına gelen “abdül” den sonra, Yüce Yaratıcı’nın en güzel isimleri olan doksan dokuz isminden birini ekleyerek isim koymuş. Dikkat ettiysen kızların isimleri de benzer şekildedir. Allah’a olan hamdını, şükrünü gösterir şekildedir. Lütfi’ye halan böyledir meselâ” dedi. Sonra da “bu işlere girersek uzar, ben gelmişken bir de köye gitmek istiyorum ama nasıl olacak otobüsle geldim.” Deyince ben “ babam kendi çocukluğunu anlattı siz de çocukluğunuzu ve şu meşhur kavun hikâyesini anlatırsanız sizi ben götürürüm.”Dedim. Bunun üzerine hem babam hem de amcam gülümsediler. Amcam “sen nerden biliyorsun kavun hikâyesini?”dedi. Ben de “anlatacak mısınız ?” deyince “Madem sen götüreceksin vakit meselesi olmaz .”dedi ve anlatmaya başladı. Bizim köyde ilkokul olmadığı için o zamanki idâri taksimata göre köyden biraz daha büyük, başında devletin atadığı bir müdürü olan “nahiye” de okudum. Yaz tatillerinde dana güttüm, düven sürdüm, gerçi köyün iki armudundan biri bizim bahçedeydi ama sen de bilirsin ki hazır armudu yemek o kadar tatlı olmaz macera lazım. Arkadaşlarla “Müslüm’ün Armudu” nu çok taşladım, tarlaya azaplara azık götürdüm, hâsılı yıllar geçti, okul bitti. İlkokul bitince de ver elini “Köy Enstitüsü”. Dedemiz okumaya yazmaya meraklıydı ama babam ve amcamlar da ondan aşağı kalmazdı. Bu sebeple köylü bizden bahsederken “Hocâlin kediler bile Elifbâ’yı bilir.” Derlerdi. Biliyorsun baban Halit ağabeyim, Hüseyin ağabeyim ve benim ağabeyim de köy enstitüsünde okumuşlardı. Hepimizi sevk ve idare eden büyük emmim ve babam “İlim tahsili her şeyden önemlidir, her türlüsünü yapmalı.” derlerdi. Köylülerin çoğu bu konuda direndiler ama bizimkiler böyle davranmadılar. Yıllar geçtiğinden belirsiz. Zor da olsa, kolay da olsa sonunda okulu bitirdim. İçimde büyük bir sevinç ve heyecan var. Öğretmen olunca içimde aileme karşı görevini başarıyla tamamlamış olmanın huzuru vardı, sıra memleket hizmetine gelmişti. Nereye atanmak istediğimiz yazmamızı istedikleri dilekçeye “bayrağımızın dalgalandığı her yer.” diye yazmıştım.
65
KÜN EDEBİYAT
Köyde bir taraftan tatil yapıp bir taraftan da nereye tayin olduğumu merak içinde beklerken köy bekçisi elinde bir zarfla geliverdi, gönderen kısmında “Maarif Vekâleti” damgası, heyecanla açtım. Yazıda; Diyarbakır ili filanca ilçesi, filanca köyüne atandığım yazılı. Büyükler “hayırlı olsun” dediler, arkadaşlar nasıl bir yer acaba diye merak ediyorlar. Şartlar zor. Hem görev yerimi bir an evvel öğrenmek hem de göreve bir an evvel başlayıp alacağım parayla aile bütçesine katkı sağlamak için atlayıp Diyarbakır’a, sonra da ilçeye gittim. İlçe Maarif Müdürü, görev yapacağım köy için “Yakın, hemen şuracıkta.”dedi. Arabaların kalktığı yeri tarif etti. Bindiğim minibüsün üstünde yazılı isimle görev kâğıdımdaki isim bir birini tutmuyor. Köylüler “yanlış yere gittiğimi” söylediler. Köyün adı değişmiş bilen yok. Müdür “yakın, hemen şuracıkta” derken kaçıp gideceğimi, elinden kaçıracağını düşünüyormuş ben ne bileyim. Meğer benden önce gelen öğretmen köyü görünce istifa etmiş gitmiş. Sonunda yol bitti ama gel bana sor ben de bittim. Lâfı uzatmayayım, köy muhtarı beni karşıladı, Allah ne verdiyse onunla ağırladı, kalacağım yeri gösterip gitti. Sabah şöyle bir köyü dolaştım, okula baktım, okullar açıldığında geleceğimi söyleyip muhtarla vedalaşıp köye döndüm. Tatil bitti okullar açılmadan birkaç gün önce yola düştüm. Okulun tek öğretmeniyim. Okul dediğin derme çatma, iki göz bir yapı, biri sınıf biri de idare odası. Orta Anadolu’daki birçok köy okuluyla aynı şartlarda. Müdür de, öğretmen de benim. İlk gün “İstiklâl Marşı” nı okutup eğitim öğretime başladık. Öğrenci sayısı az ama her sınıftan öğrenci var. Tek derslikli okulda birlerle ikileri bir tarafa, üç, dört, beşinci sınıfları bir tarafa toplayıp okutmaya başladım. Bazı sınıflar verilen problemleri çözerken diğerleri coğrafyaya çalışacak. Ben de miniklerin dillerini çözecek, okuma yazma öğretip, önlerinde yeni pencereler açmaya çalışacağım. Büyüklerimiz “Ne
66
yaparsanız yapın kazandığınızı helâl ettirin demişlerdi.” Öğretmenler de “O çocuklar size emanet gözünüz gibi bakın.” Dediler. Çare yok çok çalışıp ele güne karşı hiç birini utandırmamak lâzım. Tabii ben de başım dik gezebilmeliyim. Çalıştım, çabaladım, elimden geleni yaptım, sonuç elimizde değil. Yarıyıl tatilinde bile köyümüze gelemedim hem ara uzak hem yollar bozuk hem ulaşım zor. Sonunda yaz tatili geldi, karneleri verdim, çocuklarla vedalaştım. Önceki yıl ilk gelen öğretmen başlamadan istifa ettiği ikincisi de yılın ikinci yarısında gelmediği için köylülerin ve muhtarın kafasında hep o soru. “Acep muallim seneye de gelir mi?” “Yoldan gelenin eline bakarlar.” Köye, büyüklere, küçüklere ne götüreyim diye düşünüyorum. Pılı pırtı desen her yerde var, hediyelik eşya o zaman âdet olmamış. Ben de bizim oralarda o kadar büyüğünü hiç görmediğim ama orada yetişen kocaman kavunlardan götüreyim bari dedim. İlçedeki sebze pazarına, kavun- karpuz tezgâhlarının olduğu yere varıp kavun satan birine; ver bakalım en büyüğünden bir kavun dedim. Kavuncu seçti, tarttı, tam otuz üç kilo. Ben dayanamadım araya girdim “amca bu söylediğin karpuz olmasın sakın?” deyince; “Bak anlatmam haa!” dedi, mecburen sustum. O da yeniden anlatmaya başladı. “Bir kolumda valiz, öbür kolumda küçük çantam ve kavun oflaya puflaya minibüse binip Diyarbakır’a geldim. Diyarbakır’ dan bizim bu tarafa doğrudan tren de yok, otobüste. Önce otobüsle Malatya’ya geldim ama hâlimi ne sen sor ne ben söyleyeyim. Gören bakıyor, bir daha bakıyor, gülüyor, arada “Allah akıl fikir versin” diyenler de yok değil. Ter çıkmadık yerim kalmadı. Daha Malatya’dan kara trene binilecek, Sivas’a kadar gelinecek, oradan da ne bulabilirsem, otobüs mü, kamyon mu binip memlekete varmaya çalışacağım. Bir ara kavunu istasyonda kesip bekleyen yolculara sebil dağıtayım mı diye
bile düşündüm. Ama kendime yediremedim. Trene bindiğimde de kavuna gözüm gibi baktım. Bıraksam yuvarlanacak, kucağımda taşısam gülünç oluyorum, sizin anlayacağınız durum zordan da zor ama azmettik bir kere. Tren birçok istasyonda durduğu için yol uzadıkça uzadı sonunda Sivas’a vasıl olduk ama vakitte gece olmuş. Bu saatte vasıta bulmak mümkün değil. İstasyonda ertesi günü bekleyip gün ışımasıyla tekrar yola düştüm. Hem hasretlik hem yükler canımdan bezdirdi, bir an evvel memlekete varsam da şu çile bitse. Otobüs sordum, taa öğleye var. Bakınırken bir kamyoncu halime acıyıp yanına aldı. Sallana sallana, kamyoncuyla oradan buradan konuşa konuşa toz duman Sivas-Ankara yolu üzerinde bizim köye on kilometre mesafede bulunan ve her hafta pazar kurulan köye ulaştım. İnerken kamyoncuya para teklif ettim almadı ben de kamyoncuya teşekkür edip indim. O gün alış-veriş pazarı kurulmadığı içinde köyden kimsenin gelmesi mümkün değil. Ne at, ne eşek, ne kağnı, ne araba. Aklıma gelen ilk şey yüklerimi o köyün sözü geçen kimsesi, bizim köylülerinin uğrak yeri hatırlı bir esnafa emanet edip köye yaya gitmek, başka çare de yok zaten. Baban da bilir bizim köylüler emanet bir şey olunca o dükkâna bırakırlar. Yarın değil bir gün pazar kurulacak, o zaman gelir götürürüm. Sonra, öğle sıcağında yola giden her Türk’ün yaptığı gibi kâh türkü söyleyerek, kâh ıslık çalarak yola koyuldum. Köye vardığımda hayli yorgundum ama umurunda değildi, zor da olsa sonunda köye varmıştım. Köyün girişinde beni gören küçük çocuklar müjde verip bahşiş almak için bağıra çağıra bizim eve doğru koşmaya başladılar. Kapıda annem, kızlar, dört gözle beni bekliyorlar. Babam bağlara gitmiş. Sonra sarım gürüm… Alelacele sofra kuruldu. Yağda yumurta, koyun yoğurdu, taze sulanmış yufka ekmek, çökelek, Allah ne verdiyse… Sofra, yiyeceklerden çok kavuşmanın verdiği
KÜN EDEBİYAT
mutlulukla lezzetleniyor. Hoş beş altı boş. Annem dayanamadı “Hadi yat, biraz uyu, dinlen.”dedi. Hem uykusuzluk, hem uzun yol iyice yorulmuşum ne zaman daldım farkında değilim. Uyandığımda günlerce uyumuş gibi dinlenmiştim. Dışarıda inek böğürtüleri, eşek anırmaları birbirine karışmış. Akşam olmuş sığır yazıdan dönüyor. Biraz sonra babamın özlediğim sesi caminin önünden yankılandı. “Allahü ekber, Allahü ekber!..” O zaman bizim caminin minaresi yoktu, ezanlar caminin önündeki yüksek taşın üzerinden okunuyordu. Akşam namazından sonra babam da geldi. Ellerinden öptüm, kucaklaştık, yanaklarımdan öptü, kollarını ayırdı, bir daha baktı. Bakışlarından gururlandığı belli oluyordu. Akşam sofrası kuruldu. Bu defa bulgur pilavı, üstüne tavuk, kuru fasulye, ayran, yumurta tatlısı. Konuşa gülüşe yemeği tamamladık. Üstüne kavuşmanın şerefine tavşankanı çay ki değme keyfimize. Biraz oturduktan sonra babam namaz hazırlığına başladı. Kızlardan biri ibrik, leğen getirdi, babama abdest aldırdı. Ben de havlusunu tuttum. Sonra abdest aldım, birlikte camiye çıktık. Yatsı namazından sonra ayaküstü sohbet ettik ama komşular, “Odada devam edelim.” Dediler. Sohbet odada derinleşecek. Odaya vardığımızda babamı başköşeye aldılar. Ben de her zaman olduğu gibi bardaklığa yakın bir yere oturdum ama odadakiler buna razı olmadılar. Okuryazarların yeri başköşe olmalı ama babam varken başköşe olamayacağı için hiç olmazsa başköşeye yakın bir yer olmalı. Selâm kelâmdan sonra “Anlat bakalım Gadir efendi …”dediler. Ben de; öğretmenlik yaptığım köyün de kendi köyümüzden bir farkı olmadığını, orada da çocukların okulu ısıtmak için evlerinden çalı- çırpı, tezek getirdiklerini ama kız çocuklarına erkeklere göre daha az değer verdiklerini, havaların daha sıcak olduğunu, Diyarbakır’da çok eski ve güzel bir cami olduğunu, adının Ulu Cami olduğunu, karpuzlarının meşhur oldu-
ğunu ama oraya gidince kavunlarının da çok iri olduğunu hattâ örnek olsun diye otuz üç kilo gelen bir tane aldığımı ama diğer yüklerle beraber komşu köyde kaldığını söyledim. Anlattıklarımı dinleyenlerden; dereden geçerken üşendiği için bir ayağındaki ayakkabı ve çorapları çıkarıp paçaları sıvadıktan sonra giyinik ayağıyla suya girip soyunuk bacağını kıvırmak ve benzeri dalgınlıklarıyla şöhret bulmuş Ostu Emmi biraz da çekinerek “Gadir efendi bu dediğin sahın garpız olmasın?” deyince yok emmi kavun kavun dediysem de pek inandırıcı olmadı; çünkü senin deden rahmetlik emmim köyde imamlık yaparken babam da köylerde tahsildarlık yapmış. Çok gezip çok gördüğü için nüktedan, şaka yapmaktan ve şaka yapılmasından hoşlanan bir kimse. Öyle ki bu şakaları bizlere de yapmaktan geri kalmaz, ince ince dalga geçerdi. Bir defasında bana evlimizdeki tahıl ambarını, karanlık odaları aydınlatmak için pencere niyetine damdan açtığımız peceden eve aldıklarını söylemiş ve eğlenmişti. Bir başka zaman da bizim ufaklığı Borazan dayıdan “serçe bukağısı” istemeye göndermiş o da “Baba, Borazan dayı ‘bu lafı getiren gönderen halt etmiş, git babana söyle serçeye pıhaa olmaz’ dedi.”deyince, katıla katıla gülmüş o zavallı da ne olduğunu epey bir zaman anlayamamıştı. İşte bunu bilen Borazan dayı bana “Gadir efendi maşallah ağlenmede babanı geçmişsin.” deyince bayağı bozuldum ama iş bununla da bitmedi. Ulaşımın çok zor olduğu, insanların ya askerlik ya da iş için nadiren gurbete çıkıp döndüklerinde anlattıkları “ Nevşehir’de yetişen oda büyüklüğünde kabaklar, onları kaynatmak için Kayseri’de yapılan hayat büyüklüğünde kazanlar.” palavralarını bilen, Balkan Savaşı’na ve Cihan Harbi’ne katılmış, görmüş geçirmiş İbilinin Üsüyün dayı da “Gadir efendi bu iş Gayseri’nin gazanlarına döndü.” Deyiverdi. Şöyle bir baktım büyüklerin korkusundan konuşamıyor, açıktan da gülemiyorlardı ama bardaklığa yakın oturan gençlerin tamamı bıyık altından
gülüyorlardı. Tabii bu duruma bayağı içerledim ama babam da orada olduğu için; haklısınız, bizim buralarda o büyüklükte kavun olmadığı için şaka yaptığımı düşünüyorsunuz ama getirip gösterince haklı olduğumu anlayacaksınız dedim. Vakit yeteri kadar uzadığı için babam izin aldı ve odadan ayrılıp eve gittik. Yatakta epey bir zaman uyuyamadım. Yarın değil bir gün getirdiğimde herkes o büyüklükte kavun olur mu, olmaz mı görecekti. Bunları düşünürken göz kapaklarım ağırlaştı ne zaman uyumuşum farkında değilim. Sabah kahvaltıdan sonra köye çıktığımda delikanlılar bu defa büyüklerin olmayışını da fırsat bilerek epey bir zaman yüklendiler ama bir şey söylemenin onları ikna etmeyeceğini bildiğim için üstünde durmadım, söylenenlere gülümsedim, konu değişince de rahatladım, arkadaşlarla eğlenceli sohbetler yaptık. Yarın pazar kurulacaktı, eşyalarla beraber kavunu da alıp gelecektim. Ertesi sabah ezanla beraber kalkıp namazdan sonra pazar kurulan köye giden bir at arabasıyla yola koyulduk. Yolculuk biter bitmez doğruca eşyalarını emanet bıraktığım dükkâna gidip selâm verdim. Eşyalarımı almaya geldiğini söyledim. Valizimi ve küçük çantamı getirdiler ama ortada kavun yoktu. Bir de kavun olacaktı, köye götürecektim? Deyince; “Yiğenim kavun buraya geldiğinde zaten yumuşamıştı ertesi gün de mılcıdı attık.” Dediler. Bari kabukları… diyecek oldum, “Bu zamana kabuk kalır mı onu da mallara döktük.” cevabını alınca bir anda neye uğradığımı anlayamadım, başımdan kaynar sular dökülmüş gibi oldu, olduğum yere çöküp kaldım, kulaklarımda köylülerin sesleri uğulduyordu.“Sahın garpız …, Gayseri’nin gazanları, gayseri …” O zaman amcama o haller olmuştu bense yanımda babam ve amcam olduğu için kahkaha atamıyordum ama ısırmaktan dudaklarım morarmıştı.
67
KÜN EDEBİYAT
MEKTUP İsmail GÜLEÇ
U
zun zamandan beri beklediğim bir mektuptu. Postaya verildiğini biliyordum ancak, elime ne zaman geçeceğini bilmiyordum. Oturduğum semtte posta dağıtımı biraz sorunlu olduğu için mektubun elime geçip geçemeyeceği konusunda endişeliydim. Her akşam eve gelir gelmez ilk önce “Mektup geldi mi?” diye sorar, sonra “Selamün aleyküm” derdim. Hanım ve çocuklar bu sorumu o kadar kanıksadılar ki “Mektup gelmedi, aleyküm selam” şeklinde cevap verir oldular. Sonraki günlerde ise çocuklar için bir yarış vesilesi oldu bu mektup meselesi. “Babama mektubun gelmediğini önce kim söyleyecek?”ti yarışın adı. Benim eve geldiğimi anlar anlamaz ikisi birden içeriden koşarak kapıya gelirler ve “Mektup gelmedi” diye bağırmaya başlarlardı. Ben ilk seferinde çocuklardaki bu telaşı görünce bana müjde vermek için koşuşturduklarını düşünmüş ve bayağı bir sevinmiştim. Meseleyi anlayınca üzülmem hanımı da üzmüştü. Bu yarış işi çocuklar için dünyanın bir numaralı meselesi haline geldi. Başlangıçta kapıdan girince söyleme yarışı, daha sonraları merdivenlere kadar indi. Merdivenlerden çıkarken yukarıdan bana seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Bu sefer daha dış kapıdan girer girmez öğrenmeye başlamıştım mektubun gelmediğini. Öğrenince de bir adımda birkaç basamak atlayarak çabucak çıktığım üç kat bana üç yüz kat gibi gelirdi. Yavaşlar, tırabzanlardan tutunarak yaşlı ve hasta bir adam gibi, bana saatler sürmüş gibi gelen bir yolculuktan sonra eve girer-
68
dim. Hanım benim bu durumumu gördükçe çok üzülür, tüm engellemesine rağmen çocuklara mani olamazdı. Sonraları bu duruma da alıştım. Artık aşağıdan zile basınca merdiven boşluğunda yankılanan “Baba mektubun gelmedi” bağırışları bana çok sıradan gelmeye başladı. Birkaç gün sonra bu bağırışların komşuları rahatsız edeceğini düşünerek gizlice çıkmaya başladım eve. Kendi evime hırsız gibi giriyordum adeta. Mektup işi binada herkesin derdi olmuştu. Çocuklar sayesinde tüm komşular biliyorlardı benim önemli bir mektup beklediğimi. Bazen merdivenlerde karşılaştığım komşular bana mektuptan bahsedecek gibi oluyorlar, daha sonra bilmediğim bir sebepten dolayı vazgeçiyorlardı. Kısa bir selamlaşmadan sonra hızla ayrılıyordum. Çok sonra öğrenecektim bana neden soramadıklarını. Meğer yüzüm o kadar üzgün ve ümitsiz bir haldeymiş ki, hatırlatıp üzmemek için bana mektuptan hiç bahsetmiyorlarmış. Böyle anlayışlı komşularım olduğu için sevinmeli miyim? Bilmiyorum. O günlerde binamızın temel meselesi; ne akan çatı idi, ne de kilidi bozulduğu için gece-gündüz açık duran dış kapısı. Herkesin tek düşüncesi beklediğim mektubun bir an önce gelmesi ve benim bu sıkıntılı halden kurtulmam, tekrar eski neşeli halime dönerek herkesi sevindirmemdi. Bu arada bizim çocuklar artık otomatikleri yakmadan yukarı çıktığım için gelişimi fark edemiyorlardı ama yarıştan vazgeçecek gibi görünmüyorlardı. İşi daha da ileri götürdüler. Ak-
KÜN EDEBİYAT
şamları beni balkonda beklemeye başladılar. Havaların soğuk olmasına aldırış etmeden bana seslerini duyurmak için orada bekler oldular. Anneleri çocukların hasta olmalarından korktuğu için bu sefer onları sokağa çıkacaklarmış gibi giydirmeye başladı. Daha sonra kavga etmemelerine mani olmak için hanım da onlarla beraber beklemeye başladı. Üşüyüp o da sırtına bir şeyler alınca bizim evin hali görülmeye değerdi. Karanlıkta beni fark eder fark etmez “Baba mektup gelmedi” diye bağırmaya başlardı ikisi birden. Tabi önce söyleme yarışı seslerinin olanca gücüyle çıkmasına vesile olurdu. Hangisine şaşıracağımı bilemedim. Sokağa çıkacakmış gibi hazırlanmış bir şekilde balkonda beni beklemelerine mi, tüm mahallenin duyacağı şekilde bağırmalarına mı, yoksa beni mahalleye rezil etmelerine mi? Allah’ınızı severseniz içine düştüğüm şu duruma bir bakar mısınız? Birkaç gün sonra mahalleli de alıştı bu duruma. Hatta o kadar ileri gitti ki bu bekleme işi birkaç gün sonra çocuklarla benim aramda geçen bu uzaktan yüksek ses ve el-kol hareketleriyle sağlanan haberleşmeyi daha iyi görebilmek için balkonlarına çıkanların sayısı artmıştı. Niye bu insanlar balkonlarına çıkar ki? Acaba bizim ailenin temâşâlık bir hâl alan durumunu seyretmek için mi, yoksa binadaki komşularımız gibi, mektubun gelip gelmediğini merak ettikleri için mi? Eğer ikincisi ise artık mahallenin de bir sorunu haline gelmiş olmalıydım. Aslında bu durumdan şikâyetçi değildim. Bir kere artık gizlemek için uğraşmak zorunda kalacağım bir olay kalmamıştı. Çocukların çevreye rahatsızlık vermelerine de üzülmekten kurtulmuştum. Onların bu hali mahallenin kızacağı bir durum olmaktan öteye geçip paylaştıkları müşterek bir merak olmuştu. Öte yandan bu durum beni mahallenin en popüler insanı yapmıştı. Eski Türk filmlerinden farkı yoktu
yaşadıklarımın. Birbirlerine kavuşmak isteyen gençlere yardım etmek için seferber olan mahallelinin yardımseverliği ve hamiyetperverliği bu sefer bir başka şekilde tezahür ediyordu. Mektubuma kavuşmamı benden çok onlar istemeye başlamıştı. Mahalle esnafı da haberdardı bu durumdan. Onlar da komşular gibi bana bir şey sormaksızın hâlimden mektubun gelip gelmediğini anlamaya çalışırlardı. Ekmek isterken sesimin hafif ve titrek çıkması fırıncının mektubun gelmediğini anlamasına yetiyordu hemen. Ondan sonra para alırken ve para üstü verirken yetim ve kimsesiz bir çocuğa ekmek verir gibi müşfik davranışı, beni üzmemek için büyük bir özen göstermesi gözümden kaçmıyordu. Ancak ben bu durumdan şikâyetçi değildim. Böylece çabucak dışarı çıkabiliyordum. O aralar kimseyle sohbet edecek durumda değildim çünkü. Teker teker tüm esnafın bana nasıl davrandıklarını anlatmama gerek yok. Hepsi fırıncıya benzer şekilde davranıyorlardı. Bir anda mahallelinin üzerine titrediği, üzmemeye çalıştığı birkaç günlük ömrü kalmış bir hasta gibi oldum. İlgi benim de hoşuma gitmeye başlamıştı. Bazen, acaba bu mektup hiç gelmese daha mı iyi olur, diye düşündüğüm de olurdu. Bu işin şirazeden çıkmaya başladığını top oynayan çocukların arasından geçerken anladım. Beni görünce oyunlarını bıraktılar, bana dönerek saygı duruşunda bulunur gibi sahalarından geçmemi beklediler. Araba geçerken bile top peşinde koşmaktan vazgeçmeyen şu yaramazlardaki hale bakar mısınız? Veya benim içine düştüğüm durumun vehametine. Neyse, daha fazla lafı uzatmayayım. Sanırım içinde bulunduğum ahval ve şeraiti biraz olsun izah edebilmişimdir. Bu hâl içindeyken mahalleye girdiğimde yine bizimkileri balkonda bağırırken gördüm. Ben her seferki gibi yürümeye devam ettim ama onlar
her seferki gibi birkaç kez bağırdıktan sonra susmadılar. Arkalarında duran anneleri ise bana elindeki zarfı gösteriyordu. Ne kadar sevindiğimi ben anlatamam o anda ama siz tahmin edebilirsiniz. Yıllar sonra gördüğü sevgilisine, annesine veya yavrusuna kavuşmak için koşanlar gibi bir an önce mektubu açıp okumak için eve doğru uçmaya başladım. Bu arada balkonlarında bizleri seyredenlerin yanında pencerelerini açıp bağıranlar, sevinenler ve alkışlayanlar olmuş. Ben o sevinç halinde fark edememişim. Nerdeyse bir aya yakın bir zamandan beri beklediğim mektuba kavuşmanın heyecanı ve sevinci geçince hanıma mektubun ne zaman ve nasıl geldiğini sordum. Kapının önünde yere atılmış bir halde bulduğunu söyleyince çok şaşırdım. Bunu imza karşılığında birisinin eline vermeleri gerekiyordu. Çünkü iadeli-taahhütlü bir mektuptu. Böyle olmamalı, bunu atmamaları lazım, diye düşündüm. Ertesi gün eve dönerken yolda yan binada oturan komşuyla karşılaştım. Mektubumun geldiğine çok sevindiğini söyledi. Ben de teşekkür ettikten sonra mektubun nasıl geldiğini anlattım. Gülmeye başladı bizimki. Meğer hanım çocukları okula götürdüğü esnada postacı gelmiş. Bizimkileri evde bulamayınca komşu benim bu mektubu beklediğimi ve benim için çok önemli olduğunu bildiği için postacıdan imza atarak almış. Sonra da binanın hiç kapanmayan dış kapısının altından atmış. Benim kafam iyice karıştı bu işe. Bari size sorayım. Şimdi, siz benim yerimde olsanız, komşunuza, uzun zamandan beri beklediğiniz çok önemli bir mektubu sizin adınıza aldığı için teşekkür mü edersiniz, yoksa böylesine önemli bir mektubu alıp hiç kapanmayan kapının altından attığı için kaybolma ihtimalini düşündükçe kızar mısınız?
69
KÜN EDEBİYAT
RAHATSIZ ŞİİRLER ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR Baha ÖZTOP Gidip gelmelerimiz var elbette ama sen gitme Kal ki bir deli gömleğini kaptığı gibi uzaya çıksın Ve bir kelebek zamana karşı devrim yapıp Kanatlarını daha ağır makamdan satsın. Yoksa gayet makyajlı bir gezegendir Venüs ama o kadar uzağa gitme gitme kal bütünlemelerimi emzir. Gezegen isimleri: Plüton Plüton Plüton D- Plüton Yoksa tam da bu yüzden yani bu yüzden tam da Eczanenin ismine yapışır reçete Bir ağaç kalkar ormanı terk eder Toprak değişir, sis kalkar, sistem çöker Gitme bir hocaya ağırlık bindiririrsin Cemaatsiz caminin avlusunda patlar cenaze.
Sokak İsimleri: Tinerci Çocuklar Çıkmazı Bir Şekilde İstanbul Sokağı Her Şekilde İstanbul Sokağı D- Susam Oysa bu nereden baksan düpedüz yamukluktur Ve enteresan biçimde yol alır. Şöyle ki; Bu gün seyirciyle buluşmamızın cinnet dönümü Bileti kes, filmi bas, makinisti vur! Gitme gidersen iki yaka bir araya gelmez Bir kedi köpekten korkmadığına ürkür Gemiler gemi olmaktan inip Balıkhaneler morga dönüşür.
Cami isimleri: Sanki Yedim Camii Tut ki Kıldım Camii İmamın Yeri D- Teşvikiye
Yaka isimleri: Balıkçı Kayık Ve D- Degaje
Gitme çünkü burada anlatamayacağım bir sürü tuhaf şey olur Efesli bir basketçi Selçukludan feyk yer Caddeler dolusu taş baskı sızma Bir bakmışsın bir neyzen ismini atmış Yüksek demlerde ihtisas yaptıktan sonra.
Ah nasıl da erozyonluyoruz birbirimizi Altımızdan çekilen kilimler ressamları çıldırtıyor Ben seni çok sevmiştim, Tanrım ne güzeldin İlkokuldaydım sanki teneffüsü bekler gibi!
Cadde isimleri: Neyzen Tevfik Tevfik Fikret Fikret Mualla
70
D- Cumhuriyet Veli efendiden hüsranla dönen beygir sahipleri ile İlk koşuda devrilen semt sakinlerinin omuzlarının aynı anda düşmesi Gibi bir dayanışma içinde hicranlıyoruz birbirimizi. Gitme son düzlükte ayağıma dolanır sokak Oysa ne çok sevmiştik bir diğerimizi.
Gitme. Bir şair doğar, dener, ölür Gittiği yerde bir gezegene itibarı iade edilir Gitme yalnızlık Allah’ta kalsın Sonrası bildiğin gibi Vesaire Vesaire Ve Vesaire.
KÜN EDEBİYAT
ÇAPRAZ
HAİKULAR
Ahmet KESKİNKILIÇ
Zehra BAŞARAN 1 bulmuşlar işte gizli yerimi ikindi ışıkları
7 sayar sayar da bitiremem kuşları senden başlasam
2 dinliyor şimdi bir gece kelebeği ne fısıldasam
8 yalancı çiçekler narın gölgesinde büyür cehennem
3 yaban mersini bazen işi gücü bırakıp seni seviyorum
9 mızıkçı ömür kısa çöp çektiğinde uzun tartışma
4 bir anons silinir gökkuşağı öğle namazını müteakiben
10 vadilerde nasıl da arıyor rüzgar. sis almış dağı
5 kapıdan atsak bacadan düşer yokluk davetsiz konuk
11 bir kuru incir sıkı tutar ağzını haminnem hâlâ
6 uyku tutmuyor bırakmış peşini demek rüyalarımın
12 gül mü diyorsun ben anlatmazsam kuşları kim anlatacak
i. Şimdi seçenekler belli, vitaminler belli, antibiyotikler de kinim sabrıma biber gazı oldukça böyle doğurduğum isyanlara ad koymakta zorlanıyorum. ii. yalnızlığım kulaklarımı patlatıyor bir de sinekler akan ter, akan kan unutulmuş sokaklar gibi gidenler var görüyorum bazen tükürdüğüm hayaller kırık ismimi unutmak zor değil farkındayım, kıyasıya sanrı o kadar parça parçayım ki daha fazla kırılamam. Aradığım kan grubu sadece sende var ki bu yüzden ömrümden ömrüne merdiven dayamış tanrı. iii. damarımı patlatan hemşireden öğrendiğim coğrafya içimdeki boşluğu yalnızca adın doldurur gibi geliyor bana hayat bize ölümden gayrısını öğretmiyor diyemem belki bunu haksızlık oluyor tapınaktan çıkan rahip usul usul yaşamın kokusunu üşüyor. iv. ben yine trenlerden bahsedeceğim çünkü çünkü bütün kompartımanlar boştur, makinist sarhoş bütün “az” olanlara gelsin sıradaki neşter yaşattıklarınızdan mezun olmak gibisi yok. Şimdi söyleyelim hep beraber, hep beraber iki kere ikinin dört etmediği yerden geliyorum.
71
KÜN EDEBİYAT
BİR KİTAP BİR YAZAR
MEHMET BAŞ’IN ATLASLARI Erdal NOYAN
Ölüm, her canlının geleceği. Bu yüzden ölmeden önce iletişim kurulması gereken bir gerçeğimiz. En duyarlı kişiler arasında sayılan şairlerin bu gerçeğe kayıtsız kalmaları mümkün değil. Aklımıza hemen Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si, Cahit Sıtkı’nın Ölümden Sonra’sı, Necip Fazıl’ın Karacaahmet’i, Cemal Süreya’nın Sizin Hiç Babanız Öldü mü’sü, Sezai Karakoç’un Ben Kandan Elbise Giydim’i geliverir. Şiirleri inancından, inancının kaynaklarından beslenen bir şair olan Mehmet Baş’ın Atlas başlığı taşıyan bir dizi şiiri var. Zengin içerikli bu şiirlerin ortak ana konusu ölümdür dersek doğru bir tespitte bulunmuş oluruz. Bu sahnede; tabut, Azrail, zaman, toprak, Kıyamet, Cennet, Cehennem gibi konular da yer bulurlar. Yasa belli: Dünyada kalış süresi dolan ölür! Şair, Lal Olmuş Diller Atlası’nda Ölüm Meleği’nin ziyareti hakkında şunu söylüyor: “En ciddî haliyle gelir Azrail ve şaka gibi gider bilemezsin ki”. Görevini yaptıktan sonra şaka gibi gidişi nasıl oluyor derseniz Azrail’in? Şair öyle söylemiş, nasılını o açıklasın. Doğarken ilk nefesini alan kişi, son nefesi verir ölürken. Demek ki hayat ilk ve son nefes arasıdır. Kalbi atmayan, damarlarında kan dolaşmayan biri kalır geride. Kayıp Güller Atlası’nda şöyle diyor Baş: “Kanın son haykırışı ölüm”. Ölüm Meleği’nin ziyaretinin sonucu Kararsız Düşler Atlası’nda da vurgulanır: “Ölüm kararsız bir âşıktır şehrimde/ Çaldığı tüm kapıları açılmaz eden”. Azrail görevini yaptığında o kişiden dünyaya cevap beklenemez artık. Mehmet Baş, Tabirsiz Rüyalar Atlası’nda ölümü peşpeşe üç mısrada; kara toprağın kendi kendine dönmesi, hüznün kalbinde atan aşk, masal sonlarında gökten düşen üç elma diye tasvir ediyor. Toprak gizler ölülerin hâllerini. Coşkulu bir aşkı anlatan Karşılıksız Aşklar Atlası isimli şiirde ise hedefine fırlayan kurşun gibi gelir aşk: “Ölür gibi sevdim seni ölür gibi sevdim”. Hedefe nişan alan silâh gibi yönlenir kâlp diğer kalbe: “Gez göz arpacık arasından bakar gibi sevdim seni”. Evet; hayatın, sevginin bu derece içindedir ölüm. Ölümü çağrıştırır aşk. Hüzün yaşatır ölüm. Ölüm gibi aşk da
72
hüzün barındırır. Bir yönüyle yitirmektir ölüm, diğer yönüyle kavuşmaktır. Sevgilisi uğruna canından geçer geçer âşık; en azından geçeceğini söyler. Kendinden verendir, eksilerek çoğalandır seven kişi. Lal Olmuş Diller Atlası’nda da elmalarla buluşuruz: “Biten masalların gökten düşen üç elması gibi beklerken”. Gökten düşen üç elma ile biten masallara alışkınız. Masalın kahramanı muradına erer, okuyucular kerevete çıkarlar, elmalar birilerine düşerler. Elmanın nereye düştüğü önemli. Çoğu kez ağaçtan düştüğüyle kalan elma Newton’un önüne düşünce, yerçekimi kanununu öğretir. Boşuna düşmez masaldaki üç elma da. Derde derman olurlar. Mehmet Baş’ın Hükümsüz Fermanlar Atlası’ndaki deyişiyle “Hayat bir gazelle başlayıp bir mersiyeyle biterken/ Kim sarıp sarmaladı bizi böyle bembeyaz kefenlere”. Topraktan önce tabuta konulur ölü. Bir cenaze töreni; tabutun içinde eski canlı, yeni ölü. Mevsimsiz Ağıtlar Atlası’nda bir tabutla başlar şiir. “Kuruyan bir yaprağın hışırtısı geçti yanımdan bir tabut geçti”. Nasrettin Hoca’nın “İçinde gitme de neresinden gidersen git!” dediği tabut. Cahit Sıtkı’yı Otuz Beş Yaş isimli şiirinde, “Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?” diye ürküten tabut. Tabutu gören ürperir. Emanet Gülüşler Atlası’nda dillendirilir ürpertinin sebebi: “Kumaşı candan biçilmiş bir kefendir ecel/ Bir tabutun sırtında taşınmaktır son emel”. Alınacak nefes tükenmiş, kurulacak hayal kalmamıştır: ”Son nefesi verirken uçup gitti hayaller”. Ölümle sertçe bir şekilde selâmlaşmış olmuyor muyuz? Ama tabut ama ölüm, en çok hayatı hatırlatır. Çünkü canlı ürperir ölüm olgusundan. Tabut ölüye ne söylesin, yaşayana hatırlatır yaşadığını ve elbette öleceğini. Bilinir ki bitiş; yokluk, hiçlik anlamında değildir. Ölümle bitmiyorsa hayat, sonrasında neler olacak? Kopacak kıyamet beklenir. Kıyamet Suresi’nde bildirilmiştir ki: “O gün varılıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur.”. Doğum, hayat, ölüm, kıyamet. Bu akış Baş’ın Vakitsiz Savruluşlar Atlası’nda, “Ne zaman üf-
lendi kıyametin suru/ Hayatın sahilini döven ecelin dalgalarında” mısrasıyla seslendirilir. Önce kıyamet, sonra hesap, sonra… Şairin başat derdini Mevsimsiz Ağıtlar Atlası’ndaki şu mısra ele verir: ”Kopan fırtınaların hesabını kim nasıl verecek mahşer vaktinde”. Hükümsüz Fermanlar Atlası’nda ise “Cehennemi bir madalyon gibi boynumda taşıyorum” diyor. Kıyamet, hesap vaktidir; Baş’ın Yolcusuz Yollar Atlası’ndaki deyişiyle “paslı bir terazinin iki kefesinde kitaplar” vardır bu hesap vaktinde. Yunus Emre’nin “Anmazmısın sen şol günü cümle alem uryan ola/ Ne ata oğula baka ne kardaştan derman ola” dediği zamandır. Mehmet Baş’ın şiirleri sancılı bir yüreğin hisleri. Yine de sanılmasın ki Baş’ın kaçınılmaz olanla iletişim kuran şiirlerini okuyan karamsarlığa itiliyor. Konu ölüm ve sonrası olunca hava biraz karardı. Yoksa bu şiirlerde okuyanı canlandıran bir devinim de mevcuttur. Meselâ Tabirsiz Rüyalar Atlası gür bir şiir. Sanılır ki ölüme değil cenge gidiliyor. Zafer umulan bir cenge. Sanki Alpaslan Malazgirt Savaşı’na çıkıyor. Kargaşanın ortasında ansızın bir tevekkül: “Ve ben bembeyaz bir atın üstünde ölüm meleğini bekliyorum”. Kaybetmeye değil kazanmaya aday kişilere seslenen şiirler bunlar. Hatırlı bir hayat, imrenilen bir ölüm! Hem yaşarken hem ölürken kazanmak…. Mehmet Baş’ın söylemek istedikleri belki başka şeylerdi fakat ben bunları gördüm Atlaslar’da… Fırsat varken, yaşadığımızı hatırlayalım en iyisi. Yerin üstündeyiz henüz, bize seçenekler sunulan yerdeyiz. Gürül gürül hayat ırmağı. Sonrası çağlayan… Ümitsizlik yasağından cesaretle, umulur ki daha sonrası dingin bir göl…