ULUKAYIN DERGİSİ [YIL:1 SAYI:1 NİSAN 2013]

Page 1

İmtiyaz Sahibi Aykut KUTUCU Genel Yayın Yönetmeni Burkay KILAVUZ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Serkan AKGÖZ Yayın Danışmanı Cazim GÜRBÜZ Yayın Kurulu Emre KOŞAK Fırat KARGIOĞLU Burkay KILAVUZ Ubeydullah GÜNEL

Düzeltmen Emre KOŞAK Yayın Türü Yaygın Aylık Dergi Yönetim Yeri Mimar Sinan Mah. Hakimiyeti Milliye Cad. Büyük Hamam Sokak Uğur İş Hanı Kat 2 Üsküdar / İstanbul

Yazı İşleri 0507 573 47 19 Abonelik 0531 381 64 45 Sanal Ağ ulukayin.net facebook.com/ulukayin Eposta bilgi@ulukayin.net Basım Yeri Cemil Baskı Çözümleri Mühürdar Fuat Bey Sok. No.10 Kadıköy-Istanbul


Adana Ankara Konya Kırşehir Kütahya Niğde Osmaniye Isparta İstanbul Sakarya

Samet Akan Ahmet Aydemir Ali İhsan Saran Sergen Aydın İbrahim Enes M. Burkay Kılavuz Demircan Yüce Serkan Akgöz Aykut Kutucu Celal Saltukoğlu

0541 935 66 54 0542 770 70 38 0537 288 44 23 0541 830 60 43 0545 640 90 74 0507 573 47 19 0545 440 05 80 0542 636 55 79 0531 381 64 45 0534 610 47 76





Dindar(!) İhanet Yayınları Atatürk Türk Milleti için önemli bir kişiliktir. Bir başbuğdur! Yok olmanın eşiğine gelmiş Anadolu Türklüğü O'na güvenmiş, O'na canını teslim etmiş ve O'nun önderliğinde bağımsızlık savaşı vermiştir. O karanlık ve esaret yıllarında Tanrı tarafından Türklere gönderilmiştir. Bozkurttur!





“Vaktiyle Bir Atsız Varmış”: Ayrıksı Aydınlar, Ayrıksı Okumalar

“Bu büyük bir şey değildir ya, pek de küçümsemeyin.” Nurullah Ataç

Neredeyse iki yıl oldu sanırım. Büyük Türkçü Hüseyin Nihâl Atsız için hazırlamakta olduğumuz, “Vaktiyle Bir Atsız Varmış” adlı kitap sonunda tamamlandı ve basım aşamasına geldi. Kitap, toplamda on dokuz aydınımızın katkılarıyla yazıldı ve hem Prof. Dr. İskender Öksüz'ün “Önsöz”ü, hem de Prof. Dr. Ümit Özdağ'ın “Sunuş”uyla şereflendi. Antik Yunan trajedi yazarı Euripides ise, bize, şu bilge sözüyle öncülük etti: “Köle, düşüncesini söyleyemeyendir.” Söz konusu kitaptaki her yazar, hem Hüseyin Nihâl Atsız'a ilişkin, hem de başka “şey”lere ilişkin düşündüklerini ve inandıklarını, evirip çevirmeden, gâyet net bir şekilde dile getirdi, tıpkı her gerçek entelektüelin yapması gerektiği gibi... Ve yine söz konusu kitaptaki her yazar, kendilerine, neredeyse bir tür “Kilise” ya da “Sovyet Yazarlar Birliği” yobazlığıyla yaklaşan “ülkü devleri” tarafından ezberletilen, bayat gerçeklerle yetinmeyip, yepyeni, taptâze gerçekleri keşfetmek istedi; tıpkı “Platon benim için azizdir, ama gerçek ondan da azizdir” diyen Aristoteles gibi… Dün gibi anımsıyorum; değerli ağabeyim ve kitabımızdaki “Savaş Bağlamında Atsız'ın Yaşam Felsefesi” başlıklı makâlenin yazarı Mete Aksoy, kendisiyle ilk tanıştığımız zamanlarda, Atsız Hoca için yazdığım bir yazı üzerine yaptığı yorumda şöyle söylemişti: “Büyük eserler iki katlıdır. İlk katında avama, kitle insanına hitap eder, derinliğinde ise aydına, entelektüele hitap eder. Örneğin, Mobydick romanı görünen yüzünde bir macera romanıdır ve bu hâliyle kitle insanına hitap eder; ama derinliğinde, Mobydick ve Kaptan Ahap'ın savaşı, iyi ile kötünün, insan ile nefsinin savaşıdır. Bu bağlamda, Atsız, görünen yüzüyle kitle insanına, derinliğinde ise entelektüele hitap eder.” Mete Ağabey'in deyişiyle, bugüne dek, Hüseyin Nihâl Atsız'a ilişkin yazılmış olanlar –çoğunluk itibâriyle– “ilk kattakiler”e, yâni “avam”a hitap etti. Dahası, söz konusu çalışmalar, yine çoğunluk itibâriyle “eleştirel” bir bakıştan yoksun olup, daha çok birer “anı ormanı” gibiydi. “Vaktiyle Bir Atsız Varmış” ise, işte tam da bu anlamda –Hüseyin Nihâl Atsız özelinde– bir kırılmayı, dolayısıyla da bir ilki gerçekleştirdi: Atsız Hoca'nın entelektüel portresi; kitapta yer alan kimi yazılarda karşılaştırmalı okumalar yoluyla, kimi yazılarda ise geniş ve derin çözümlemelerle, entelektüellere hitap edecek şekilde özenle çizildi.



Bilindiği üzre: Söz konusu Atsız Hoca olunca, özellikle “din” başlığı bâzı bağnazları rahatsız edecek, farkındayım. Hüseyin Nihâl Atsız'ın “din dışı [lâdînî]” yüzünü, “mürit”lerine âdetâ bir “öcü” gibi gösterip, genç dâvâ insanlarının “Kimi?/Neden?/Nasıl?” sevip sayacağını belirlemeye çalışan, sonra da sağda solda kimi zaman Mevlânâ'nın hoşgörüsünden, kimi zamansa “Yunus gönüllü olmak”tan filan dem vuran bu bağnaz takımına, aslında bizzat Atsız Hoca'dan yapılan bir alıntıyla yanıt vermek gerek: “Yobazlık milletlerarası bir hastalıktır. Kızılı olduğu gibi böyle yeşili de olur. Fikirlere ve içtihadlara saygı duymak ve onlarla tartışmak seviyesinde olmadıkları için daima yırtınırlar, küfür ve iftira ederler…” İşte, Hüseyin Nihâl Atsız budur. Ve yine onun deyişiyle: “Bütün yobazlara duyurulur”! *** Takip etmiş olanlar bilirler: Vaktiyle, kıymetli hocamız Prof. Dr. İskender Öksüz ile kitabımızda yer alan “Türkçülüğü Anlaşılmasına Engel Bir Entelektüel: Hüseyin Nihâl Atsız” başlıklı makâlenin de yazarı olan, velut sosyologumuz İkbâl Vurucu arasında, Türk milliyetçiliğinin güncel sorunları tartışılmıştı. Tartışmanın birincil konusu; özellikle 1980 sonrası süreçte, milliyetçi fikir üretiminin yetersiz olup olmadığı idi. Prof. Öksüz'ün bu konudaki düşünceleri gâyet netti: İskender Hoca'mıza göre 1980 sonrasında milliyetçi fikir üretimi elbette ki yok değildi, vardı; ancak “80 öncesi bir fikir tufanı ise 80 sonrası yaz yağmuru gibi”ydi: “Milliyetçi fikir üretimi en sert şartların yaşandığı 1970'lerin çok altındadır. Galip Erdemlerin, Dündar Taşerlerin, Erol Güngörlerin, Mehmet Erözlerin, Necmettin Hacıeminoğullarının yerlerini dolduramadık. Olağanüstü kabiliyette gençler görüyoruz ama bunlar tek tük ve seyrek. 'Yeni bir nesil geliyor' diyebileceğimiz bir fikir canlılığı ve bütünlüğü yok.” İkbâl Hoca ise, işin üretim kısmına ilişkin İskender Hoca kadar karamsar olmamakla birlikte, esas problemin milliyetçi fikir üretiminden ziyâde, milliyetçi fikir tüketiminden kaynaklandığı kanaatindeydi. Yâni İkbâl Vurucu'ya göre Türk milliyetçiliğinin içerisinden debelenip durduğu entelektüel krizin asıl nedeni, arz yetersizliği değil, talep yetersizliği idi: “Bilgi üretici aktör sayısı az dahi olsa bu bilgiyi alıp, işleyip, toplumsal donanıma sokan ve işlevsel kılan veya başka bir deyişle “iktidar” yapan toplumsal yapıdır, yani cemaattir. Bu cemaatin canlılığı, etkinliği, özdüşünümsel karakteridir. Geçmişle bugünün kıyaslanmasındaki isimler üzerinden gitmektense bilginin işlevselliği ve toplumsallığından hareket etmek daha isabetli olur. Mümtaz Turhanların, Erol Güngörlerin, Arif Nihat Asyaların varlığı ve etkililiği hitap ettikleri cemaatten kaynaklanmaktaydı. Bilgi, anlam kazandığı ve işlevselleştiği bir cemaatle “düşünce” olmaktadır. Üretilen her bir bilgi sistem içerisinde yani okuyan bir kitlenin yanında bilgi yayıcı dergiler, gazeteler, kitaplar ve ekonomik dayanışma ile işlevsel hale gelmekteydi. Mesela sivil toplum örgütleri yazarları konferanslara çağırır, kitapları satın alır, dağıtır, basımına destek olur. Gazete ve dergiler bu yazarları konuk eder, söyleşi yapar ve eser tanıtımına katkıda bulunur. Televizyon ve radyo programları bu yazarları davet ederek, “bilgi”nin toplum nezdinde yaygınlaştırılmasına yardımcı olurlar. Burada vurgulamak istediğim bütünsel yapı ve bu sistem içindeki “doğal” dayanışmadır.”


Bu iki önemli tezi anımsatmamın nedeni kısaca şu: Teorilerin doğruluğunu, geçerliliğini anlayabilmek için, onları pratikle sınamamız gerekir; zirâ Lenin'in de dediği gibi [Eyvah! “Lenin” dedim, yoksa “gomunist” mi oldum!?]: “Pratik, teorik bilgiden daha üstündür; çünkü yalnız evrensel olmakla kalmaz, aynı zamanda gerçeklik ile içiçedir.” Bendenize sorarsanız, bizzat İskender Hoca'nın da “çok güzel bir iş” olarak nitelediği, “Vaktiyle Bir Atsız Varmış” misâli eserlere –bilhassa İkbâl Hoca'nın örneklendirdiği anlamda– gösterilecek “ilgi”nın niceliği ve niteliği de, Türk milliyetçilerinin “güncel” probleminin tam olarak ne olduğunu, ya da bir başka deyişle Türkçülerin, İskender Hoca'nın dediği türden bir “arz yetersizliği”nden mi kaynaklanan, yoksa tam tersine, İkbâl Hoca'nın dediği türden bir “talep yetersizliği”nden mi kaynaklanan bir “entelektüel kriz” içerisinde olduğunu anlayabilmemiz açısından mutlaka dikkate alınmalıdır. *** Son olarak; gerçi düşük bir olasılık ama, yine de belirtmeden geçmeyeyim: Hüseyin Nihâl Atsız ile ilk defâ bu kitap vesilesiyle tanışacak okurlar olabilir. Söz konusu okurlara, öncelikle İlkin Esen Yıldırım'ın “Bir Garip Adam: Atsız” başlıklı, biyografik denemesiyle başlamaları, nâçizâne önerimdir. Yıldırım; Atsız Hoca'nın mektupları da dahil olmak üzere, keşfedilmemiş ya da keşfedilse dahi yeterince önemsenmemiş birçok kaynağı yeniden gözden geçirdi ve edindiği bilgileri –bilindik biyografilerin sıkıcı biçeminden ayrı olarak– son derece akıcı bir biçemle, kitabımız için bir araya getirdi. “Biyografiden ziyâde, önce edebiyat, önce şiir!” diyenler ise, ilk adımlarını, Erkan Çakıcı ve Zülfükar Aytaç Kişman'ın –kendi şâirlikleriyle de bezedikleri– edebiyat yazılarıyla atabilir. Umarım, “Vaktiyle Bir Atsız Varmış”, Atsız Hoca'nın yaşamı ve daha da önemlisi “zihin tarihi”ne ilişkin ufak da olsa bir boşluğu doldurabilir. Şimdiden meraklısına iyi okumalar diler, emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Fırat Kargıoğlu


Malazgirt Savaşı yalnız Türk tarihinde değil, bütün dünya tarihindeki önemli olaylardan biri olarak kabul edilir. Halen eğitim ve öğretim kurumlarında ''Malazgirt Zaferi'yle Anadolu'nun kapıları Türklere açılmıştır'' diye öğretilmektedir. Anadolu'nun kapıları Türklere bu zaferle mi açılmıştır, yoksa Türkler tarih boyunca bu topraklarda var olmuş da bu zaferle bu topraklara son kez mi gelmiştir? Bu yazımızda bu sorunun cevabını vermeye çalışacağız.

İlk ve ortaöğrenimimiz boyunca öğretilen ''1071'de Anadolu'ya ayak basıldı'' bilgisinden, daha önce Anadolu'da hiç Türk olmadığı, bu zaferden sonra Türklerin Anadolu'ya geldiği ve yerleştiği sonucu çıkmaktadır. İddia edildiği gibi Malazgirt Zaferi kesin sonuçlu ve Anadolu'yu bize açan bir savaş olsaydı Bizans Devleti sonraki üç yılda üç büyük meydan savaşı daha verebilir miydi?(1) Büyük Türk tehlikesine karşı koyabilmek için binlerce askerini feda eden Bizans Devleti, bu Türk tehlikesinden haberdar değil miydi?

Zamanında Anadolu'daki Türk varlığını 2000 yıl önceye dayandırmak için “Hititler'in Türk olduğu” iddia edilmişti. Bu iddianın inandırıcılığı artık kalmamıştır. Günümüzde de çoğu tarihçi bu iddiaları yalanlamaktadır.




Yeryüzünde kurulmuş bütün imparatorluklar kendi dönemlerinde, yaşadıkları coğrafyaları gerek kültürel gelişmişlik; gerekse de kendi değer ve anlayış biçimleri kapsamında etki altında bırakmışlardır. Tarih sayfalarına şöyle bir bakacak olursak Moğol İmparatorluğu'ndan tutun da Roma İmparatorluğu'na hatta Osmanlı İmparatorluğu'na kadar yaşanan bütün tarihi süreçler bu gerçekliği yansıtır. Bu saydığım imparatorluklar kendi egemenlikleri döneminde dünya üzerinde büyük birer bölgesel, hatta kıtalararası güç konumundaydılar fakat hiç biri bir “dünya imparatorluğu” olma vasfını gösteremedi. “Dünya imparatorluğu” yani çağdaş ve uluslararası ilişkiler kuramına göre “dünya gücü” (hegemon) olarak nitelendirilen sıfatın bir devlete ait olması için o ülkenin yalnız kendi kıtasında değil, bütün kıtalarda etki göstermesi gerekmektedir. Bu etki aynı düşünce doğrultusunda yalnız bir alanda olamaz. Örneğin bir devlet, dünya üzerinde kendi askeri gücünü en üst düzeyde kanıtlamış olabilir fakat bu demek değildir ki o devlet “dünya gücü” düzeyindedir.





Fırat Kargıoğlu : Öncelikle Cazim Gürbüz kimdir? Bize öz geçmişinizden söz eder misiniz? Cazim Gürbüz : Özgeçmişim Şöyledir: 1948 yılında Bayburt'ta doğdu. Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdi. Ziraat Bankası'nda memurluk, Tekel ve Türk Standartları Enstitüsü'nde başmüdürlük ve bölge müdürlüğü görevlerinde bulundu. Erzurum Meslek Yüksek Okulu'nda iki yıl Banka Muhasebesi ve Ticari Hesap dersleri verdi. Bu görevlerin ardından, bir süre özel sektörde çalıştıktan sonra, uzun yıllar Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olarak hayatını sürdürdü. 2000-2001 yıllarında Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 2001 yılında, girdiği mesleki sınavı kazanarak Yeminli Mali Müşavir oldu. Evli ve iki çocuk babası ve iki torun sahibi olan Cazim Gürbüz, Kocaeli-İzmit'te oturuyor ve Yeminli Mali Müşavir olarak ekmeğini kazanıyor. Cazim Gürbüz, gazeteciliğin haberden köşe yazısına, röportaja dek, birçok dalında ürünler verdi. Türk Haberler Ajansı, Güneş ve Ortadoğu gazetelerinde muhabirlik yaptı. Köşe yazarlığına Ortadoğu Gazetesi'nde başladı, 1998-2003 yılları arasında aralıksız olarak Büyük Kurultay Gazetesi'nde haftalık kültür-sanat yazıları yazdı. Aralık 2003'den bu yana, Yeniçağ Gazetesi'nde haftalık yazılarını sürdüren Yazar, Yeniçağ'ın yanı sıra Şubat 2012 tarihinden itibaren de Kocaeli'de yayımlanmakta olan Kocaeli Gazetesi'nde haftalık yazılar yazmaya başlamıştır.


Cazim Gürbüz'ün 12 adet kitabı bulunmaktadır. Bu kitapların isim, tür ve yayınevlerine göre dökümü şöyledir: Ÿ Edebiyatlaşan Vergiler-Araştırmaİnceleme/Bilgeoğuz Yayınları Ÿ Atatürk Ekonomisi ve Beş Destan Adam-Araştırma-İnceleme/Asya-Şafak Yayınları Ÿ Kartal Gözüyle Milliyetçilik-Araştırmaİnceleme/Asya-Şafak Yayınları Ÿ Kartal Gözüyle Laiklik-Araştırmaİnceleme/Berfin Yayınları Ÿ Hazar Üstüne YazılanlarAraştırma/Sone Yayınları Ÿ Cennetin Kütüphanesi-Deneme-Sone Yayınları Ÿ Oyunlar ve Senaryolar 1-Oyun ve Senaryo-Sone Yayınları Ÿ Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan-Gülmece Öykü/Kora Yayınları Ÿ Nikolay'ın Av Köşkü-Öykü/Sone Yayınları Ÿ Ateşkes Çağrısı-Şiir/Şiir Defteri Yayınları Ÿ Saman O Yana Buğday Bu YanaŞiir/Şiir Defteri Yayınları Ÿ Türk'e Baştan Başlamak-Şiir/Sone Yayınları 1992 yılında Azerbaycan Yazarlar Birliği'nin, 2010 yılında da Azerbaycan Atatürkçü Düşünce Derneği'nin davetlisi olarak Talat Paşa Komitesi ile birlikte Azerbaycan'a da giden Yazar'ın; şiir, öykü ve yazıları bu ülkede pek çok dergi ve gazetede yayımlandı. 1980 öncesinde, Milliyetçi Hareket Partisi Erzurum İl Yönetim Kurulu üyeliği ve Gençlik Kolu 2.Başkanlığı yapan Cazim Gürbüz, 2003 yılında Kocaeli MHP İl Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. 2008 Haziran ayı içinde MHP'den istifa ederek, 4 Eylül 2008 tarihinde Osman Pamukoğlu önderliğinde kurulan Hak ve Eşitlik Partisi'nin (HEPAR) kurucuları arasında yer aldı. Gürbüz, bu partide; eğitimden, siyasi işler ve seçim işlerinden, idari ve mali işlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcılıkları görevlerinde

bulundu, bir süre de Teftiş Kurulu Başkanlığı yaptı. 2011 seçimlerinde Kocaeli'den milletvekili adayı oldu. Fırat Kargıoğlu : Bildiğiniz üzre, "Türkiyeli" hükümet tarafından "anayasa" konusu bir süredir gündemin baş sırasına oturtuldu. Sürüp giden "Yeni Anayasa" ve "Başkanlık Sistemi" tartışmaları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sizce bu talepleri birer "karşı devrimci" talep olarak okumak mümkün müdür? Cazim Gürbüz : Sondan başlayayım: Elbette karşı devrimci bir talep. Bu iktidarın çekirdek kadrosunu oluşturan kişiler, İslamcı-Ümmetçi gelenekten geliyorlar. Bu gelenek Atatürk Cumhuriyeti'ni içine hiç sindirememiştir, önceleri gizli gizli, takiye yaparak, sonra ayakları yer tutunca da açıktan mücadele etmeye başlamışlardır. “Ortadan kaldırma” mücadelesi. Ne diyorlar? “Cumhuriyet iki esasa göre kuruldu, a)Irkçılık, b)Dinsizlik”, ırkçılık dedikleri Türkçülük, Türk Milliyetçiliğidir, dinsizlikten kastettikleri ise laikliktir. Diyorlar ki, Türkiye'de kavgaların ve sorunların bütün kaynağı, Cumhuriyetin bu iki ayağıdır, bunlar budanıp, yeni ayaklar vurulursa, sorun kendiliğinden çözülecek devlet-millet barışı sağlanacaktır. E bunun için de mevcut anayasanın başta ilk dört maddesi olmak üzere, bunların zihniyetine ters gelen birçok maddesi değişmelidir. Serde Amerikan uşaklığı ve BOP Eş Başkanlığı da var ya, bu anayasaya Amerikan usulü bazı kurumlar da mutlaka girmeli. Amerika'ya uymak da bunların farzlarından… Bu iktidarın akıl hocası Korkut Özal ne diyordu, o s'leri ş olarak telaffuz ettiği konuşmalarında: “Amerikan şiştemi gelmeli… … Onlar da Oşmanlı'dan almışlar zaten” Fırat Kargıoğlu : Bildiğiniz üzre, "Türk" kimliğine yeni anayasada yer verilmemesi gündemde; eğer böyle bir gelişme olursa, Türk milletinin, Türk milliyetçilerinin geleceği hakkındaki öngörüleriniz nelerdir?


Cazim Gürbüz : İbn Hassul (11. Yüzyıl Arap Tarihçisi) “Bütün kavimler arasında şecaat, cesaret bakımından Türklerden üstün, büyük hedeflere ulaşmak için onlardan daha dirayetli hiçbiri yoktur. Cenabı Hak onları arslan sıfatında yarattı” diyor, bu değişmemiştir, yalnızca bilinç eksikliği vardır, her Türk'ün yüreğinde tutuşmaya hazır bir cihangirlik ve devlet sevdası vardır. Bu aranır, bulunur, işlenirse, Türklük gene ayağa kalkar. Bizim Tanrısal bir misyonumuz da var. Tanrı Türk'ü özel yarattı, özel görevler için yarattı, bu düşüp kalkmalar, istim üzre olmak, pörsümemek içindir. Rahmetli Ceyhun Atuf Kansu, bunu bir başka biçimde ifade ediyordu: “Türk halkı yediveren bir güldür ki, devletin battığı yerde devlet kura, bağımsızlığın ala, yattığı yerden kalka doğrula, bayrağını da doğrulta”.


Tanpınar Sağcı Mıydı?


Saatleri Ayarlama Enstitüsü Beni çarpan roman; bir şiir veya şarkı havasında yazılan o Huzur'dan çok; Saatleri Ayarlama Enstitüsü oldu. Bir sosyalkültürel bilimkurgu romanı bu. Belki bilimkurgu türünde de yazdığım için onu çok sevdim. Bu romanda; inanılmayacak olaylar anlatılır ama siz o inanılmayacak olayları yaşadığınızı bilirsiniz. Batılılaşmak adına yaratılan yanlışlara Recaizade Ekrem ilk kez Araba Sevdası romanı ile taş atmamış mıydı? Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Batılılaşmayı istismar eden bir sınıfın alaya alınması ile karşı karşıyayız. Modern Türk romanının babası bence, konusuyla olduğu kadar

üslubu ve tekniğiyle de bu eserdir. Tanpınar'ın Batı taklitçisi küçük burjuvaları eleştirmesini Batı karşıtlığı veya Kemalizm karşıtlığı gibi göstermek yanlıştır. Aksine; bu ilerici bir bakış açısıdır. Üstelik; Tanpınar gerçek bir Kemalist'tir. Kemalizmin milli yüzünü görmüş; CHP'de yer almış; Türkiye'nin Demokrat Parti iktidarı tarafından nasıl parlamenter diktatoryaya çevrildiğini de yaşamıştır. Bu yüzden de 27 Mayıs ihtilalini destekleyen yazılar yazmıştır. Mücevherlerin Sırrı'ndaki makaleleri bunu ispata yeter. Şimdi buna bakarak Tanpınar'ı darbeci mi ilan edeceğiz? Doğrusu ya ben Tanpınar'da çok şey

keşfettim. O sağcı olmadığı gibi bilinen anlamda muhafazakar da olmayan bir yazar. Bu yüzden de Hikayeler'ini bile yeniden okumaya başladım. Beş Şehir'de anlattığı 5 güzel şehrimizi bir de onun gözünden tanımak istiyorum. Elbette kitabını okuyarak... Yorulduğum zamanlarda ise Şiirler'inden ilham alarak... Tanpınar... Edebiyattan zevk alanlar için bulunmaz bir hazinedir.

Rıza Zelyut 14-02-2013/Güneş *Bu yazı, saygın yazar Rıza Zelyut'un özel izniyle siz Ulukayın okurları için alıntılanmıştır…





Türkiye'deki Halkbilimi Çalışmaları ve Türkçülük Düşüncesi Arasındaki “Organik Bağa” İlişkin Kısa Bir Bakış



Gökalp, bu söylemleriyle halkbilimini tanımlamış ve bu bilimsel disiplinin memleketimizde tesis edilmesi gerektiğini savunmuştur. Bilahare Türkoloji alanındaki meşhur bilgin Mehmet Fuat Köprülü, İkdam Gazetesi'nin 6 Şubat 1914 târihli sayısında “Yeni Bir İlim: Halkiyat-Folklor” başlıklı bir yazı kaleme alır ve Türk aydınlarının dikkatini bu bilimsel disipline çekmeye çalışır. Millî Mücadele esnasında, büyük Türkçü Dr. Rıza Nur'un başında bulunduğu Maarif Vekâleti'ne bağlı bir “Hars Dairesi” kurulmuştur. Bu kurum, halk masalları, öyküleri, söylenceleri gibi sözlü kültür ürünlerini derleyip toparlamıştır. 1924'de Mehmet Fuat Köprülü'nün başkanlığında, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devlet reisinin yönergesiyle Türkiyât Enstitüsü kurulmuştur. Bu enstitü “Türkiyât” adı ile bir dergi neşretmiş; Türk halkbilimine önemli hizmetlerde bulunmuştur. Burada Mehmet Fuat ve Mustafa Kemâl arasında geçen, genç Cumhuriyetin millî simgelere verdiği değer bakımından önemli bir olayı aktarmak yararlı olacaktır. Mehmet Fuat, Türkiyât Enstitüsü'nün ambleminin nasıl olması gerektiğini sorduğunda Mustafa Kemâl'den “Eli meşale tutan bir Bozkurt olsun!” yanıtını almıştır. Sadece Türkiyât Enstitüsü değil, daha birçok kurum ve kuruluşun simgesi, Türk milletinin destanlarında yerini bulan “bozkurt” olmuştur. Hatta Türkiye Cumhuriyetinin hukuk alanındaki devrimlerinde çok büyük emek sâhibi olan Mahmut Esat Beğ'e “Bozkurt” soyadını veren de bizzat Mustafa Kemâl Atatürk'dür. … Bu verilere göre Türkiye'deki halkbiliminin 16 yıllık sürecinin, Türkçülük hareketleri ile bağlantılı ve paralel bir biçimde yürüdüğü görülüyor. Türk milletinin, başta aydın tabaka olmak üzere kendi benliğini tanıması, öz kültürüne ve kimliğine dönmesi, zihinsel ve davranışsal kodlarını keşfetmesi için halkbilimi disiplinine ihtiyacı vardır. Halkbilimciler sorumluluklarının bilincindedir. Tugay Koç Hacettepe Üniversitesi Türk Halk Bilimi Bölümü



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.