Ulusal Egemenlik ve Milliyetçiliğin "Olmazsa Olmaz"ı : Laiklik / Emre KOŞAK.................. 3 Andalığın da Bir Hukuku Var / Burkay KILAVUZ............................................................... 8 Nurullah Ataç'ı Anlamak : "Denemeler" [Nu:1] / Fırat KARGIOĞLU ................................10 "Yolların Sonu" Üzerine Çözümleme Denemeleri : Giriş / Yunus Emre UYAR .....................14 Anana Her Yer Tekne / Cazim GÜRBÜZ..............................................................................17 Türk Töresi ve Toplumsal Yardımlaşma /Uluğbey .................................................................19 Bir Devrimin ve Devrimcinin Öyküsü : Tek Adam / Fuat UÇAR .........................................22 Buğra Atsız ile Söyleşi / Fırat KARGIOĞLU .........................................................................25 Eski Türkler'de Üçüncü Bir Din : "Al Dini" / Tugay Koç ......................................................31 Özeleştirel Bakış Sayı 1 Nisan 2013 ......................................................................................32
Temsilcilikler
Satış Noktaları
Temsilci olmak veya bulunduğunuz şehirde görev almak istiyorsanız 0542 636 55 79 numaralı telefondan Serkan Akgöz’e ulaşabilirsiniz.
Adana
Şehir Adana Ankara Antalya Elazığ Elazığ Erzurum Eskişehir Gaziantep Isparta İstanbul Kayseri Kırıkkale Kocaeli / İzmit Konya Mersin / Tarsus Muğla Niğde Sakarya Samsun Trabzon
Ad SoyadT elefon Nu Samet Akan 0541 935 66 54 Semir Yapıcı 0531 467 47 98 Fatma Kuş 0555 811 50 62 Cengizhan Aydın 0531 984 84 85 Soner Ankut 0506 373 10 56 Batuhan Savrun 0534 668 43 18 Eren Şahin 0535 729 20 99 Mehmet Tabur 0539 692 20 45 Serkan Akgöz 0542 636 55 79 Ubeydullah Günel 0536 495 13 03 Çağdaş Zeybeker 0543 498 93 69 Kadir Kamacıoğlu 0543 447 49 06 Halil Haliloglu 0554 502 26 89 Ali İhsan Saran 0537 288 44 23 Ali Han Kara 0536 796 14 74 Çağrı Demiray 0542 276 42 98 M. Burkay Kılavuz0507 573 47 19 Celal Saltukoğlu 0534 610 47 76 Yunus Emre Uyar 0506 698 31 11 Servet Bulut 0539 557 94 90
Çukurova - Şahin Gıda – Belediye Evleri Mahallesi, Zahid Akdağ Bulvarı, Narçiçeği Sitesi altı İstanbul Üsküdar - Ulukayın Dergisi Merkez Yerleşkesi – Mimar Sinan Mh. Hakimiyeti Milliye Cd. Büyük Hamam Sokak, Uğur İş hanı Kat : 2 Kadıköy - Dolunay Kitabevi – Neşet Ömer Sokak Nu : 11 / 3A Akmar Pasajı alt kat giriş Konya Merkez - Buğra Kitabevi – Şükran Mh. Başaralı Cd. Rampalı Çarşı Nu : 6/39 Mersin Akdeniz – Azak Büfe - Uray Caddesi üzeri (Valilik civarı) Akdeniz – Yörük Türkmen Vakfı Mersin Şubesi – İş Bankası Merkez Şubesi’nin arka sokağında
İmtiyaz Sahibi Aykut KUTUCU Genel Yayın Yönetmeni Burkay KILAVUZ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Serkan AKGÖZ Yayın Danışmanı Cazim GÜRBÜZ Yayın Kurulu Emre KOŞAK Fırat KARGIOĞLU Burkay KILAVUZ Ubeydullah GÜNEL Düzeltmen Emre KOŞAK Yayın Türü Yaygın Aylık Dergi Yönetim Yeri : Mimar Sinan Mah. Hakimiyeti Milliye Cd. Büyük Hamam Sokak Uğur İş Hanı Kat 2 Üsküdar/İstanbul Yazı İşleri : 0507 573 47 19 Abonelik : 0542 636 55 79 Sanal Ağ ulukayin.net facebook.com/ulukayin twitter.com/ulukayin Eposta : bilgi@ulukayin.net Basım Tarihi : DOLDURULACAK Basım Yeri : Cross Ofset Matbaa DOLDURULACAK
Y
aşam savaşımı canlı türleri ve soylar a r a s ı n d a b ü t ü n g ö rk e m i y l e süregelmektedir. Bu süreğen durumun izdüşümü olarak milliyet bilinci, yeryüzünde en eski çağlardan beri insan topluluklarının dimağında, tek tek ise insanların doğasında yaşayan bir olgudur. “Hangi milliyete bağlı/ait olduğunu bilmek” tanımlamasında anlamını bulan “milliyet bilinci”, Fransız Devrimi'nden sonraki -özellikle savaşların ve imparatorlukların asli unsurlarına karşı başkaldırıların yaşandığı- süreçte “milliyet merkezli duyuş”, daha sonraki süreçte kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayan aydınların başlarını iki ellerinin arasına almasıyla ve ait oldukları milliyetleri oluşturan toplumları ayıltmauyandırma çalışmalarıyla “milliyet merkezli düşünüş”e doğru evrilmiştir. Kısaca; öncesinde var olan, ancak insan topluluklarının yönetimsel, hukuki ve toplumsal yaşamlarında egemen unsur ol(a)mayan “milliyet bilinci”, Fransız Devrimi ile birlikte adına “milliyetçilik” denilen bir düşünce dizgesine dönüşmüş ve ulus-devletlerin, yani millet merkezli cumhuriyetlerin kurulmasıyla birlikte insan topluluklarının yönetimsel, hukuki ve toplumsal yaşamlarında egemen unsur, başlıca belirleyen olmuştur. Başat Sorun; Egemenliğin Kime Ait Olacağı Sorunu! Etkisi altına aldığı bütün ülkelerde bir aydın hareketi olarak başlayan “milliyetçilik”, daha sonrasında “Tanrı” adına yöneten hanedan ailelerince sömürüldükleri, o egemen
ailelerce haksızlıklara uğratıldıkları, bunun yanında da içlerindeki ve çevrelerindeki diğer ulusların kendi uluslarının varlığına kast ettikleri hıncıyla hareket eden geniş yığınlara yön belirlemiştir. Bu bağlamda Büyük Önder Atatürk'ün “Egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur” sözü Yunus'un şiirleri gibi anlam içre anlamdır… Söz, aslında “egemenlik artık 'Tanrı' adına yöneten hanedan ailesinin değildir” ve bununla birlikte “egemenlik ağanın, şeyhin, seçkinci (elitist) dinci bir topluluğun veya seçkinci dinsiz, din karşıtı bir topluluğun, bir despotluğun (“tek kişi” merkezli baskıcı yönetim) da olmayacaktır” anlamını karşılamaktadır. Söz, “egemenliğin, 'bir milliyete ait olma bilinci'yle hareket eden güçlü bir toplumun, yani halkın, yani ulusun olduğu”nu belirterek sonradan sonraya iyice çarpıtılan, içi boşaltılan “demokrasi”nin de ne olduğunu ortaya koymaktadır. “Çocuk” denilen yaşlardan itibaren kendisinden çok şey öğrendiğimiz, 22 Temmuz 2011'de sonsuzluğa erişen değerli yazar Necdet Sevinç, 2002 yılında yazmış olduğu bir yazıda ulusal egemenliği kendince şöyle tanımlar ve özellikle 3 Kasım 2002'den itibaren seyretmiş olduğumuz “çadır tiyatrosu”nu çok güzel özetler; “Benim için millî egemenlik, seçilmişlerin hükümranlığı ya da meclis hâkimiyeti falan değildir! Şâyet hürsem, özgürsem, bu topraklar bu gök, bu bayrak ve bu devlet benimse Türklüğü yaşamak demektir millî hakimiyet, buram buram koklamak demektir! 3
Türklük ve Türk Milleti'nin bütün mukaddesât ve müktesebâtı hergün hakarete uğruyor, hergün tezyif, hergün tahkir ediliyorsa Allah'ın hiçbir kulu Büyük Millet Meclisi'ni, millî egemenliğin delili ve teminatı olarak gösteremez bana!”(1) Her şey bu kadar açıktır… Bir hukuki ve toplumsal düzen olarak laikliğin, ulusal egemenlikle ve ulus devletle ilişkisini anlattığı, “Yedi Canlı Cumhuriyet” adlı kitabının önsözündeki söylemlerinde, kültür insanı Özdemir İnce hem 2009 yılında yazdıklarıyla, bir yazarın sonrasında olacaklara ilişkin öngörüsünü ortaya koyuyor, hem de Necdet Sevinç'in alıntıladığımız söylemlerini, kendi biçemince tamamlıyor; “Muhalif dinsel cemaatler, AKP iktidarı döneminde artık siyasal partilere dönüşmeye başladı. Şu anda ülkeyi yönetmekte olan AKP bir dinsel cemaatler koalisyonudur. Ve önümüzdeki dönemde bu cemaatlerden biri tek başına hükümet etmeye başlayabilir. Ulusal devlet ve laik düzen hırpalandığı ya da ortadan kalktığı için demokrasi rejimi de sona erer. İster demokratik seçimle olsun, ister olmasın sona erecektir. Bu nedenle tek cemaatin iktidarı kuşkusuz demokratik yolla gerçekleşmeyecektir. Tek cemaatin kuracağı rejim despotik ve totaliter olacaktır. Öteki cemaatlerin iktidarı ancak kan dökülerek gerçekleşebilir. Demokratik seçimlerle iktidara gelmiş olmalarının hiçbir etik değeri yoktur; kendi cemaatlerinin tek başına iktidarını isteyenler her türlü fesat ve kargaşayı göze alırlar.”(2)
değildir. Laik olup da milliyetçiliğe karşı olan çeşit çeşit, renk renk, ton ton düşünsel topluluk bulunmaktadır. Ancak laiklik karşıtlarının tastamam hepsi milliyetçiliğe ve milliyet bilincine karşıdırlar. Milliyetçiliğe ve milliyet bilincine en büyük zararı verenler ise “milliyetçi” tanımı içerisinde ele alınan hatta bu tanımın merkezine oturtulan ancak inançsal bağnazlıklarıyla toplumsal yaşamın her alanında ne olduklarını ortaya koyan laiklik karşıtlarıdır. Laik olunmadan ne aydın, ne demokrat, ne de milliyetçi olunamaz. Yeryüzünün neresine giderseniz gidin; milliyetçiler, geçmiş ve gelecekte yaşanmış ve yaşanacak olan olay ve olgulara, yaşama, evrene, topluma ve bireye “ulus” merkezli bakarlar. Bu bağlamda, sıraladığımız unsurlara, “din-inanç” merkezli değil de “ulus” merkezli bakan milliyetçiler eşyanın doğası gereği kesin kez laiktir, “milliyetçilik” düşüncesi var olduğundan beri de “laik” tanımı içerisinde değerlendirilir. Ve ancak “din-inanç” merkezli değil de “ulus” merkezli bakan milliyetçiler “ulusal egemenlik” diye bir kaygı taşırlar, “ulusal egemenlik”i ülküden gerçeğe taşımak için çabalarlar ve erki ele aldıklarında da gerçekleştirirler. İşte; “ulus” merkezli bakan milliyetçilerin kurduğu ve erki ele aldığı, bu doğrultuda da “ulusal egemenlik” ve yine bununla bağlantılı “tam bağımsızlık” kavramlarının hakkının verildiği devlet biçimine de “ulus devlet” denmektedir. Konumuzun Türkiye boyutuna ilişkin Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar'ın saptamalarına değinmek çok yerinde olur; “Lâik devlet, Türkiye Cumhuriyeti için bir hayat meselesidir. Çünkü lâik devlette lâiklik zedelendiği takdirde milliyetçilik zedelenecektir. Milliyetçiliğin zedelenmesi b a ğ ı m s ı z l ı ğ ı m ı z ı z e d e l e y e c e k t i r. Bağımsızlığımızın ve milliyetçiliğimizin zedelenmesi demokratik düzeni yok edebilir. Bu itibarla laiklik inkılâbı önemlidir.”(3)
Laiklik, Milliyetçilerin “Ulus” Merkezli Bakış Açısı ve Ulusal Egemenlik… Elbette her laik, milliyetçi değildir. Ancak her milliyetçi laiktir, laik olmak durumundadır. Laik anlayışa sahip olmak milliyetçi olmanın en başta gelen zorunluluğudur, “olmazsa olmaz”ıdır. Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda ise; milliyetçilik karşıtlarının hepsi laiklik karşıtı 4
Şehit Türkçü aydın Necip Hablemitoğlu'nun, “Türk-İslâm sentezi” adı altında yürütülen güdümlü algı yönetiminin ipliğini pazara çıkarttığı bir yazısında belirttiği gibi; “Türkçü ümmetçi olmaz ama samimi dindar olabilir”(4). Türkçe bilen-anlayanlar için belirtmeye bile gerek yok, ancak; “olabilir” sözünün içeriği “olmak zorunda değildir” anlamını da karşılamaktadır. İslam dininde “olmayanı oldurmak”, “yoktan var etmek” tek muktedir olan Tanrı'ya aittir. Bu bağlamda Tanrı'nın dışında hiç kimsenin olmayanı oldurtamayacağı, vicdanlar üzerinde yetki sahibi olamayacağı ortadayken “Türk-İslâm sentezi” adı altında yürütülen güdümlü algı yönetiminin olmayanı oldurtmaya çalışan ama kesinlikle de başaramayan, başaramayınca da ötekileştiren, dışlayan ve bu tutumuyla bağlantılı olarak hırçınlaşan bağnazlığı, Türkiye'de “Türk milliyetçiliği” gerçeği adına büyük utanç kaynağıdır. Halbuki Türkçülüğün en büyük kuramcısı Yusuf Akçura, taa 1903 yılında din-inanç ile toplum ilişkisine ilişkin nasıl bir öngörü ortaya koymuştur; “Dinler, din olmak bakımından, gittikçe siyasi önemlerini, kuvvetlerini kaybediyorlar. Toplumsal olmaktan ziyade bireyselleşiyorlar. Toplumlarda vicdan özgürlüğü, din birliğinin yerini alıyor. Dinler, toplumların ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalplerin hadi ve kılavuzluğunu üzerlerine alıyor, ancak yaratan ile yaratılan arasındaki vicdani bağ durumuna geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak milletlerle birleşerek, milletlere yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasi ve toplumsal önemlerini koruyabiliyorlar”(5).
benimseyen ancak dinin gereği olan yaşam biçimine pek uymayan veya hiç uymayan bireylerin, hem farklı din-inanç mensuplarının, hem de dinsizlerin aynı toplum içerisinde huzurlu, mutlu yaşamasının güvencesidir. Bunun yanında laiklik, “din” adına aldatılmalarını engelleyerek dindar bireylerin de güvencesidir. Bu doğrultuda, “laik” olduğu öne sürülen bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nin eski Diyanet İşleri Başkanlarından Mehmet Nuri Yılmaz'ın diyanetin yeniden yapılanmasını, devletin dine karışmamasını istemesi, devletin dinden elini tamamen çekmesi gerektiğini belirtmesi ve 1980 darbesinin dini olumsuz etkilediğini vurgulaması da bu değerlendirmelerimiz doğrultusunda çok önemli ve anlamlıdır…(6)“Marksist” olarak bilinen kesimlere göre milliyetçilik, bir “burjuva ideolojisi”dir. Burjuva, “kentli” (şehirli) demektir. Aslında bu kesimler, yalnızca bu noktadan bakıldığında milliyetçiliği ve milliyetçileri doğru tanımlamaktadırlar. Ancak Batı'da, ve sonrasında bütün yeryüzünde yayılan sanayileşmeyle bağlantılı kentleşme süreci g e rç e k l e ş m e d e n ç o k d a h a ö n c e d e milliyetçiliğin ön aşaması olan “milliyet merkezli duyuş ve düşünüş”ü ve onun da arka planı olan ve her bireyin doğasında yer alan “milliyet bilinci”ni Batıcı sakat bir algıyla yok saymaktadırlar. İmparatorlukların çöktüğü, her ulusun artık tamamen kendi davasının peşine düştüğü sürecin devamında yeniden biçimlenen çağdaş dünyada, sanayileşmenin (üretimin=sanayi üretiminin) olmadığı yerde kentleşme (kastettiğimiz sağlıklı bir kentleşme), kentleşmenin olmadığı yerde laikleşme, laikleşmenin olmadığı yerde de uluslaşma gerçekleşmez.
Her Bireyin ve Ulus Birliğinin Güvencesi; Laiklik Laiklik; dindarların kesinlikle din ve inanç sömürücülerince sömürülemediği, dindarların sırtlarından geçinilemediği hukuki, toplumsal düzenin adıdır. Laiklik; hem çoğunluğun benimsediği dini 5
Bu bağlamda Büyük Önder Atatürk'ün Cumhuriyet'i kurduktan sonraki “uluslaşma projesi” yarım kalan, ve daha sonrasında da içi boşaltılan bir projedir. Çünkü Batılı sömürgeci güç odaklarının yörüngesine girip onların hammade kaynağından öteye gidemeyen, ancak o odakların “distrübütör”ü, “acente”si konumunda olan ve zaten bundan dolayı sanayi toplumuna geçemeyen, süreç içerisinde tarımı ve hayvancılığı da desteklenmeye desteklenmeye bitirilen ve yine bununla bağlantılı olarak “çarpık kentleşme” kangreninin her yanı sardığı Türkiye'de “laiklik”, “demokrasi” ve “milliyetçilik” kavramlarının doğru tanımlanması ve işlerlik kazandırılması söz konusu bile olamazdı. Ortaçağ kalıntısı, kırsala egemen olan “ağalık” ve “şeyhlik” kurumları, kırsaldan tasfiye edilmemesi bir yana “çarpık kentleşme”nin sonucu olarak büyük yerleşim birimlerine (metropollere) kadar yayılmış, biçim değiştirerek “çağdaş (şehirli) ağalık” ve “çağdaş şeyhlik” düzenine geçilmiştir. Ve kentlerde yaşayan toplum, kendisini “bir ulusun bireyi” veya “yurttaş” olarak değil de “falanca cemaatin müridi”, “filanca mezhebin bağlısı”veya “feşmekanca aşiretin mensubu” olarak tanımlamış, parçalara ayrılmıştır. Laikliğin egemen olmadığı toplum ulus özelliği ve niteliği taşımaz. Çünkü ulus bilincinin egemen olacağı koşullar o toplumda gerçekleşemez. Farklı dinlere ve/veya mezheplere bağlı olmak (inançsal bağnazlık) ayrışmanın ve birbiriyle dalaşmanın gerekçesi olur. Mezhepçi, cemaatçi, aşiretçi, hemşehrici algıların ayrıştırdığı toplum bir ve diri olamaz. Bu algıların paramparça, darmadağın edildiği toplum birleşir, diri ve güçlü olur. Bu da laik bir hukuki, toplumsal düzenle gerçekleşir. “Bir m i l l i y e t e a i t o l m a b i l i n c i” o l a r a k tanımlayabileceğimiz “ulus bilinci” bu koşullarda yaşam bulur. Ancak “ulus bilinci”nin yoğurduğu güçlü toplumda ulusal egemenlik gerçekleşir…
Te k Hu k u k l u l u k - Ç o k Hu k u k l u l u k Bağlamında Toplum ve Devlet Laik hukuk, her tür inanç ve dinden bireylerden oluşan toplumda uygulanan, tekil hukuk sistemidir. Bu “tek(il) hukukluluk” durumu da ulus-devletlerin doğası gereğidir. Atatürk'ün “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımladığı “ulus” olmanın, “ulus bilinci”ni egemen kılmanın dolayısıyla da ulusal egemenliğin gereğidir. Bu bağlamda “tek hukukluluk” demek olan “laik hukuk”un olmadığı noktada “çok hukukluluk”, yani her dine ve her inanca bağlı kesimlere ayrı ayrı hukuk kuralları oluşturmak durumunda kalınır. Bu durum, başlı başına ulus bütünlüğünün bölünmesi ve ayrıştırılması sürecine bir basamak işlevi görmekte, “ümmet” algısıyla yönlen(diril)en kalabalıkların oluşmasını sağlamaktadır. “Çok hukuklu”, “çok kültürlü”, bölünmüş, ayrıştırılmış toplulukların oluştuğu, oluşturulduğu bir yapıda, “ulus” merkezli değil, “din-inanç” merke zli bakıldığı için “milliyetçilik” düşüncesinin köküne kibrit suyu dökülecektir, böylesi bir yapıda da “ulusal egemenlik” kavramından söz etmek, söz eden için ahmaklıktan öte bir anlam taşımayacaktır. Tıpkı Büyük Önder'in Medeni Kanun'un gerekçesinde belirttiği gibi; “Kanunları dine dayalı olan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve ulusun gereksinimlerini karşılayamazlar. Çünkü dinler değişmez hükümler açıklarlar. Yaşam yürür, gereksinimler hızla değişir. Dine dayalı kanunlar, değer içermezler. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnızca bir vicdan işi olarak kalması, çağımız uygarlığının esaslarından ve eski uygarlıkla yeni uygarlığın ayırmaçlarından biridir.
6
Özünü dinden alan kanunlar uygulandıkları toplumları, indirildikleri çağlara bağlarlar ve ilerlemeyi önleyen önemli etki ve nedenler arasında bulunurlar. Bu amaçla hazırlanan Türk Medeni Kanunu, uygar uluslar arasında en kusursuz ve halkçı olan İsviçre Medeni Kanunu'ndan alınmıştır: Türk yenilenme tarihi tanık tutularak denilebilir ki, Türk ulusu bu çağın gereksinimlerine uygun olarak meydana getirilen usa uygun yeniliklerden hiç birisine karşı çıkmamıştır. Çağdaş devletler, dini dünyadan ayırmakla, insanlığı, tarihin en kanlı girişimlerinden kurtarmış, dine gerçek ve devamlı bir taht olan vicdanı ayırmıştır. Özellikle çeşitli etnik grupları kapsayan devletlerde tek bir yasanın bütün toplulukta uygulanma alanı bulabilmesi için, bunun din ile ilişkisinin bulunmaması, ulusal egemenlik için zorunluluktur. Çünkü yasalar dine dayalı olursa, vicdan özgürlüğünü kabul zorunluluğunda olan devlette, muhtelif dinlere bağlı vatandaşlar için ayrı ayrı yasalar yapmak gerekir. Bu hal, çağdaş devlette esas olan; politik, sosyal, ulusal birliğe tamamen karşıt olur… Din, Devlet nazarında; vicdanlarda kaldıkça saygındır ve güvencededir.”(7) Bağlı olduğu siyasi yapı içerisinde yer yer çok sert tepkilerle karşılaşsa da bizim düşünce evrenimizin durulaşmasında önemli katkıları olan Necdet Sevinç, “laik hukuk”u egemen kılıp “ulusal egemenlik” kavramını yaşama geçirenlerin değerini ortaya koyduktan sonra “laik hukuk”u yıkıp “ümmet” algısıyla kalabalıkları yönlendirmeyi amaçlayanların gemi hepten azıya aldıklarında olacak olanları kendi sert biçemiyle, yine 2002 yılında yazdığı bir yazıda şöyle anlatmıştır; “Her imparatorluğun bir anavatanı olduğu halde, esefle kaydediyoruz ki 1453'ten, yeni imparatorluk sürecinin başlangıç tarihinden itibaren, dönme-devşirme enderun iktidarında pekişen Osmanlı idaresinin anavatan olarak kabul ettiği bir coğrafya parçası olmamıştır. Hatta Namık Kemal'e kadar Osmanlı metinlerinde vatan kelimesine dahi rastlanmaz! Vatanın adı mülk, milletin adı millet-i İbrahim, halkın adı reayadır! İşte 19 Mayıs 1919'da başlayıp 29 Ekim 1923'te
tamamlanan süreçte halk reaya ve kul olmaktan kurtarılmış, bu coğrafyada yaşayan toplumun şerefli adı da binlerce yıl sonra kendisine iade edilmiştir: Türk Milleti! Ve Anadolu coğrafyasında mukaddes Türk millî devleti, yani Türkiye Cumhuriyeti Türk Milleti'nin diline, kültürüne, tarihine, örfüne, hukukuna özetle tüm mukaddesatına sahip çıkmış, bu asil milleti ümmet politikaları içinde eriyip yok olmaktan kurtarmıştır.(…) Fakat son zamanlarda Türkiye'yi yeniden ümmet toplumu haline getirmek isteyenler çıkmıştır ortaya. Büyük Türk Milleti'nin asil ismini kapanası ağızlarına almaya dahi tenezzül etmeyenler çıkmıştır! Atatürk'ün ' Ne mutlu Türk'üm diyene' vecizesini 'ırkçı tahrik' olarak kabul edip, bir tek Türk bayrağının dahi dalgalanmadığı salonda İran elçisinin elini öpmek için sıraya giren meczuplarla, eşkıya reisinin kardeşini kutsamak için tepişen haydutlar ortaya çıkmıştır. Şimdi bu meczuplar ve haydutlar, bütün millî mukaddesatımızı 'bayrak-mayrak' diye küçümseyen bir suratsızla, Türk Milleti'ne duyduğu kini ' Türk olmaktan Allah'a sığınırım' cümlesiyle kusan bir sipariş genel başkanla birlikte, utanmadan sizden yetki isteyeceklerdir. Unutmayınız ki bu yetkinin verilmesi Türk egemenliğinin devşirme çocuklarına devredilmesi demektir.” SON NOTLAR (1) Necdet Sevinç, Millî Egemenlik ve Palavracılar, Kurultay, 21 Nisan 2002. (2) Özdemir İnce, Yedi Canlı Cumhuriyet, Cumhuriyet Kitapları. (3) Ord.Prof.Dr. Reşat Kaynar, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 8, Cilt 3, Mart 1987. (4) Dr. Necip Hablemitoğlu, Organize Suçlar ve Fethullahçılar, http://hablemitoglu.com/organize.htm (Erişim Tarihi: 15/12/2011). (5) Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları. (6) Prof. Dr. Ali Arayıcı, “Hedef, Laik ve Tam Demokratik Türkiye”, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Sayı 43, Nisan 2002. (7) Bahir Mazhar Erüreten, Laiklik ve Şeriat Çatışması, Toplumsal Dönüşüm Yayınları. (8) Necdet Sevinç, Cumhuriyet ve Millî Egemenlik, Yeniçağ, 29/10/2002.
7
Andalığın da Bir Hukuku Var… Burkay Kılavuz
Türkçü gençler arasında yaygınlaşan "andalık" kavramı, Nihal Atsız'ın romanlarını okuyup etkilenen gençlerin birbirleri arasında kullandıkları bir hitap biçimini almıştır. Anlamı; “kan kardeşi” demektir. Bozkurtların Ölümü'nde şöyle geçer: “Onbaşılar kımızdan birer yudum içtikten sonra kalanını toprağa serptiler: - “Gök tanık olsun. Yer tanık olsun. Ağaç tanık olsun. Su tanık olsun. And içtik. Anda olduk. Kan kardeşiyiz” dediler.” Kullanımı kadar anlamına da sahip çıkmak gerekir. Kan kardeşliği (andalık) kavramıyla, ilkokul çağlarımda Ömer Seyfettin'in “And” adlı öyküsüyle tanıştım. Orada, Mıstık'ın andası için kuduz köpeğe karşı canını öne koyduğu atılış, yaşamım boyunca adanmışlığın simgesi oldu. Yaşamım süresince dostluk kurduğum ya da bir biçimde tanış olduğum kimselerin sıkıntılarında her zaman en önde olma güdüsü buradan geliyor. İnsanların birbirleri için fedakârlıkta bulunması kadar erdemli bir davranış yoktur. Karşılık beklenmeden atılan her adım kurulan dostlukların temeline işler. Birbirine “Anda” diye hitap eden birçok kişi bu öyküden habersizdir. Oysa andalığın nakış nakış işlendiği bu şahane kısa öykü her Türk çocuğunun küçük yaşta okuması gereken
ender eserlerdendir. Okumamışlığı olanlar mutlaka okusunlar, orada bir Türk'ün can dostu için yaşamını feda eden atılışı-geri dönmeyişi anlatılıyor. Günümüzde birbirinin ayağını kaydırmak için pusuda bekleyen sözde(!) andalar bir yana, Mıstıklar bir yana. Böyleleri az gelir yeryüzüne. Hele de merdin hasına hasret olduğumuz şu günlerde mumla arıyoruz Mıstıkları.Öyküde Türk çocuklarının ahlakî saflığı ön plandadır. Bu değerler içerisinde andalığın tanımı şöyle yapılıyordu: “ Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.”
8
“Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi k o y m u ş t u m . . . Te r i m i silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler.” Köpeğin kuduz olması Mıstık'ın yaşamına mâloldu. Ve öykü şöylece biter: “…Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar,
herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm. Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...” İnsanların ikiyüzlülüğünden, beleşçiliğinden, engerekliğinden ve korkaklığından her nefret edişimde Mıstık gözümde canlanır ve hüzünlü sonu gözlerimi doldurur.
9
Nurullah Ataç'ı Anlamak : “Denemeler” [Nu: 1] Fırat Kargıoğlu
Türk düşünce yaşamı, “anlaşılmak” noktasında hakkı verilmemiş, ya da Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle birçoğu “sükût suikasti”ne kurban gitmiş entelektüeller ile doludur. Söz konusu entelektüeller içinde, düşünsel/dinî sansüre en çok uğrayanlar ise, doğal olarak, en “dik kafalı” olanlardır: Çünkü onlar, söz konusu gerçek olduğunda, “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyen, özgür olmayı, yani “özü gür” olmayı kendilerine dert edinen kişiliklerdir; üstelik öyle “düşünce” özgürlüğü ile sınırlı olarak da değil, doğrudan “irade” özgürlüğü anlamında... Bu soylu sınıflandırmaya giren entelektüellerden biri de, dil devrimine, ya da bir başka deyişle “Öz Türkçecilik” akımına sayısız kalem kavgası ile destek veren Nurullah Ataç'dır [1898–1957]. Hırçın bir dille yazdığı
denemelerinde, Ataç, devrimci dil anlayışına bir yandan düşünsel boyutta katkı sağlarken, yani deyim yerindeyse bir yandan “Öz Türkçecilik” akımının kuramsal çerçevesini çizerken, diğer yandan da bu akımın yaşama geçirilmesi adına büyük bir çaba sarf etmiştir: Söz konusu denemelerinde Ataç, birçok yeni sözcükler de türetmiş, böylelikle “dil devrimi”nin -kimilerinin sandığı gibiakademik bir “fantezi”den ibaret olmadığını göstermiştir. Hazır yeri gelmişken, hemen belirteyim; bizzat Nurullah Ataç'ın Türkçe'ye kazandırmış olduğu bazı sözcükler şunlardır: Toplum, uçak, esin, koşul, gümüş, görece, gizil, evre, etken, eşanlamlı…
10
Elbette ki hemen her konuda olduğu gibi, dil konusunda da farklı görüşlerin olması doğaldır; ancak yanıtlanması gereken birincil soru şudur: Acaba Türk milliyetçiliğinin dil anlayışı Ataç'ın da büyük katkı sunduğu yalınarınık Türkçe anlayışı üzre mi olmalıdır? Ya da Türkçe'nin hem Batı dillerinden, hem de Doğu dillerinden gelen yabancı kelimelerce istila edilmesine gıkını çıkarmayan vurdumduymazlık, aymazlık göz önünde bulundurulmamalı, bu konuda sorun çıkarılmamalı mıdır ? Elbette ilk belirtilen anlayışın egemen kılınması gerekmektedir! Ancak ne yazık ki kendisini “Türk-İslâm ülkücüsü” olarak tanımlayan kesim bu gereği hakkıyla yerine getirmemektedir: Yani kendisini “Türk-İslâm ülkücüsü” olarak tanımlayan hiç kimse, örneğin, ağdalı Osmanlıca kullanıyor diye bağlı bulunduğu topluluğun dışına itilmemektedir. Ki, zâten bendenize göre de edilmemesi gerekir; ama mâdem ki o kişi, Türkçe'yi ağdalı Osmanlıca'ya boğdururken dışlanmıyor ise, o zaman Ataç çizgisinde, “Öz Türkçeci” anlayışa gönül vermiş bir Türk milliyetçisinin de dışlanmaması gerekir. Aksi durumda yürürlükte olan anlayış, iç tutarlılıktan yoksun, kendi içerisinde çelişik bir anlayıştır. Çünkü az önce de belirttiğim üzere, madem ki ağdalı Osmanlıca kullanan bir Türk aydını, kendisini “Türk-İslâm ülkücüsü” olarak tanımlayanların “ulular meclisi”ne [panteon] girebiliyor, o hâlde “Öz Türkçeci” bir Türk aydını da söz konusu mecliste kendisine yer bulabilmelidir. Aksini iddia edenler, Ataç'ın şu sorusuna net bir şekilde yanıt vermelidir: “Bizim istediğimiz, kurmağa çalıştığımız dile sen de, birçokları gibi, “uydurma dil” diyorsun; senin istediğin
dilin “devşirme dil” olduğunu görmüyor musun?” Aslında yalnızca dil konusuna değil de, dil ve din konularına birlikte odaklanıldığında, kendisini “Türk-İslâm ülkücüsü” olarak tanımlayan kesimin bu iç çelişkilerinin daha sistematik olduğu görülebilir. Demek istediğim kısaca şudur: kendisini “Türk-İslâm ülkücüsü” olarak tanımlayan kesim; nasıl ki söz konusu dil olduğunda yalnızca Osmanlıca [Arapça, Farsça] aşırılığını koruyup kollarken, “Öz Türkçeci” uçları dışlamakta ise, aynı şekilde söz konusu din olduğunda da, yalnızca İslâmcı/uhrevî aşırılığı koruyup kollarken, Türkçülüğün laik/dünyevî özünü yok saymaktadır. Örneğin, söz konusu kesimin bulunduğu ortamlarda Seyyid Ahmed Arvasî'ye “Türk milliyetçisi” tanımının içinde ve hatta baş köşesinde yer verip onun ne kadar “Müslüman” bir Türk milliyetçisi olduğunu anlatmakta herhangi bir sorun yoktur; ancak Hüseyin Nihâl Atsız'ın ne kadar “din dışı” bir Türk milliyetçisi olduğunu anlatmak büyük bir sorundur.
11
sonunu getirmeye kararlı iseler, Batı uygarlığının temelini oluşturan dilleri mutlaka ama mutlaka bilmeli, diğer yandan da “öteki” uygarlığın, yâni Doğu uygarlığının temelini oluşturan dillerle olan bağlarını –“Öz Türkçecilik” yoluyla– kesmelidirler. Aksi takdirde, Ataç'a göre, Tü rk l e r, t a m a n l a m ı y l a “ Ba t ı l ı ” olamayacak, ancak “Batıcı” olmakla yetineceklerdir. Kuşkuya yer bırakmayan bu kesin görüşleriyle Ataç, sözgelimi Yahya Kemal ya da Ahmet Hamdi Tanpınar gibi gelenekçiler ile kendisi arasına net bir sınır çizmiştir; zirâ Ataç'a göre, hem Doğulu hem de Batılı olun[a]maz, dolayısıyla Türk milleti ya Doğulu kalacaktır, ya da Batılı olacaktır. O, bir yandan gelenekçi yazarları eleştirirken, diğer yandan da bu konuda kendisi kadar net tavır alamayan, ancak “devrimci” olarak bilinenleri de, “ılımlı devrimci” tanımı üzerinden eleştirmiştir: “Ilımlı olmak… Bence en büyüğü budur bugünkü dertlerimizin. Ne demektir ılımlı olmak? Düşüncenizin sonuna kadar gitmekten kaçınmak demek değil midir? “Şu iyidir, şu şöyle olmalıdır, şu yol tutmalıdır” diye düşüneceksiniz, gene de o yolun sonuna kadar gitmiyeceksiniz, yarıda duracaksınız, eskiyi büsbütün yıkmıyacak, yeniyi büsbütün kurmıyacaksınız. Bir iş mi görmek istiyorsunuz? Bay ılımlı çıkıyor karşınıza: “Evet” diyor, “iyi bir şey senin yapmak istediğin, ama yavaş yavaş gitmeli, a l ı ş t ı r m a l ı ç e v re n d e k i l e r i , s o n r a ürkütürsün onları, karşı korlar, sinirlenirler” diyor. […] Devrimin ılımlısı mı olurmuş? Karışmam gençlerin işine, onlar da isterlerse ılımlı olsunlar. Ancak bilsinler ki ılımlı devrim olmaz, ılımlı oldular mı gerçekten devrimci olamazlar. Seçsinler birinden birini: ya devrimcilik, ya ılım… Birbiriyle uzlaşamaz bunlar.”
Bu bağlamda Ataç'ın dil felsefesi, kabaca şöyle özetlenebilir: “Düşünce” demek “dil” demektir. “Düşünce” demek “uygarlık” demektir. Yani dolayısıyla “uygarlık” demek “dil” demektir. Öyleyse bu üç eşitlikten hareketle denilebilir ki; bir uygarlığa mensup olmak demek, o uygarlığın zihnî temelini oluşturan düşünceyi, yani dili kavramak demektir. Bu durumda Batı uygarlığı yolundaki Türkler, eğer bu yolun 12
Yazı zincirinin bu ilk halkasına son noktayı koymadan önce, şunu da belirtmeliyim: Nurullah Ataç'ı yalnızca yürüttüğü dil savaşımına indirgemek son derece yanlıştır; çünkü başta da değindiğim üzere, Ataç, yalnızca “Öz Türkçe” konusunda değil, sözgelimi “özgürlük” ya da “yalnızlık” gibi daha pek çok çetrefil konuda özgün düşüncelere sahiptir. Dahası, O, Türkiye'deki bilindik eleştirmen tipinden ayrı olarak, ödünsüz devrimci bir anlayışa sahiptir, yeniden yana inatla tavır alan bir eleştirmendir. Bu anlamda, “Gençlere Öğüt” başlıklı denemesindeki şu sözler anımsanmaya değerdir: “Siz bizi dinlemeyin, örnek diye almayın bizi kendinize. Dışla yetindiğimiz, öze işliyemediğimiz için yerin bizi, kötüleyin. Hiçbir değerimiz olmadığını söyleyin. Daha da ileri gidin: bakmayın bize, yokmuşuz gibi, hiç olmamışız gibi anmayın bizim adlarımızı. Bir insafsızlık olurmuş bu, küçük de olsa bir değerimiz varmış, onu olsun görmeliymişsiniz… Boş sözdür bunlar! Küçük değerlere bakmakla
yitirecek vaktimiz yok bizim, sizin hiç olmasın. Unutun bizi, yolunuzun üstünde olduğumuza bakmayın, aldırmayın, çiğneyin bizi. […] Biz çökmüş bir uygarlığın yetişdirdiği kişileriz, bizimle bulunmaktan size iyilik değil, ancak kötülük gelir. […] Siz bize benzemeyin. Gözünüz pek olsun. Ancak öyle erebilirsiniz özgürlüğe. Özgürlüksüz düşünülemez. Biz düşünmedik, düşünemedik, özgürlüksüzlük içinde büyüdük, kafamız özgürlüksüzlükle yoğruldu. Siz özgürlüğü kazanıp düşünmeğe çabalayın.” KAYNAKÇA § Nurullah Ataç, Diyelim & Söz Arasında, Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı: İstanbul, Ocak 2010. § Nurullah Ataç, Karalama Defteri & Ararken, Yapı Kredi Yayınları, 13. Baskı: İstanbul, Mayıs 2012. § Nurullah Ataç, Okuruma Mektuplar & Prospero ile Caliban, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı: İstanbul, Mart 2007.
13
“Yolların Sonu” Üzerine Çözümleme Denemeleri : Giriş Yunus Emre Uyar Çağdaş Türk şiiri, çağdaş Türk toplumu üzerine düşünürken yararlanılabilecek bir kılavuz niteliğindedir. Şiirin doğası gereği şairinin, şairinin de bağlı olduğu toplumun bir dışlaşma aracı olduğu akla getirildiğinde çağdaş şiir üzerine okumaların bu işlevi daha iyi anlaşılacaktır. “Yolların Sonu” adlı şiir kitabı da gerek içeriğiyle gerekse biçim özellikleriyle bir döneme ışık tutanlar arasında yer alır. Üreticisinin ve üretildiği toplumsal yapının derin izlerini taşıyan bu yapıt, daha birçokları gibi yeteri kadar tartışılmamak gibi bir açmaza sahiptir. O halde çağdaş Türk toplumunun türlü sorunları üzerinde çalışırken doğal bir malzeme olarak bu yapıtın ciddiyetle ele alınması gerekir. Bunun için öncelikle yapıtın yazarı olan Hüseyin Nihal ATSIZ'ın yapıttan çıkarılabilecek genel şiir algısına kabaca değinmek ve ardından kitaptaki belli başlı yaratımlar üzerinde çözümleme denemelerine girişerek bir yandan ilk yazıdaki denenceleri sınamak diğer yandan da toplum bilimlerine yönelik çalışanlara birtakım veriler üretmek gerekir. Nihal ATSIZ'ın şiir anlayışından söz ederken onun kesinlikle göz önünde tutulması gereken tarihçi, romancı ve düşünür yönleri vardır. Hangi konu hakkında ya da hangi türde olursa olsun “söz”ünü daima “ülkü”süne adayan biri olarak tanınan Atsız'ın tüm bu yönlerini şiirinde kaynaşmış, kendilerinden yola çıkılmış olarak görmek olasıdır. Zaten şiir algısından söz ederken satırlarında zaman zaman bir tarihçi, zaman zaman bir romancı, çoğu zaman da bir düşünür görülecektir. İlkin Atsız'ın şiir yazmaktaki amacını
saptamak gerekir. Şairin birçok yazısında doğrudan dillendirdiği gibi “Türkçülük” düşüncesinin ateşli bir savunucusu olduğu bilgisinden hareketle “tıpkı yaşamında olduğu gibi şiir yazmaktaki amacı da ülküsüne hizmet etmektir” denebilir. Atsız, nasıl ki tarihçiliğini Türk ulusuna hizmet etmek için bir araç bilmenin şevkiyle tarih alanında bilimsel çalışmalara imza atmışsa, şiirlerini de Türk ulusuna doğru bildiğini göstermek amacı ve heyecanıyla yazmıştır. Ahmet KABAKLI onun için şöyle söylemiştir: “Şiirde daha çok hece veznini kullanan Nihal Atsız, genellikle ülküsünü anlatan, açıklayan, düşüncesi doğrultusunda gençlere öğütler veren çoğu destanımsı parçalar yazmıştır.
14
Şiirlerinin bir kısmını davasında mücadele aracı olarak kullanmıştır. Sayıca çok olmayan şiirlerinde duyguya, şiire pek az yer vermiş, milletinde ve kendisinde olan gücün anlatımını vermeğe, özellikle gençleri coşturup, vatan için, ülkü için Türklük için ölümü göze almaya hazırlamaya çalışmıştır.” Şiir yazmaktaki amacından da tahmin edilebileceği üzere Nihal ATSIZ'ın şiirleri büyük çoğunlukla toplumsal içeriklidir. İlle de bir bölümlendirmeye başvurmak gerekirse o, “toplum için sanat” diyenler tarafına yazılabilir. Ele aldığı başlıca temalar; yurt, ulus, ulusal bilinç, kahramanlık, milliyet, milliyetçilik diye sıralanabilir. Tümüyle topluma seslendiği yazılarında dillendirdiklerini şiirlerinde birkaç dizeyle simgeleştirdiğine rastlanması önemli bir veridir. Sözgelimi bir yazısında, sayfalarca, doğanın soyların savaşım alanı olduğunu, bu savaşımdan doğan enerjinin uygarlığın gelişmesi için önemli bir yürütücü güç olduğunu anlatırken, “Davetiye” şiirinde bu düşünceyi iki dizeyle anlatabilmiştir: “Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır/ Hız verecek biricik şey ona savaştır.” Bu ve bunun gibi örnekler, aslında “şiir söz konusu olduğunda Atsız'ın yalnızca tür değişikliğine başvurduğunu ana iletilerinin pek de değişmediğini bize söylemektedir. Atsız'ın şiirlerinde sıkça başvurduklarından biri de geçmişin görkemine sığınmaktır. Var olan gerçekliten bunalan aydın, ya düşlenen bir gelecek kurgulayacaktır ya da var olan gerçekliğin çok ötesindeki ülküye yaklaşmış geçmişi bir altın çağ olarak görüp, ona sığınacaktır. Tarihçi oluşunun da etkisiyle olacak, Atsız'ın ikinci yola daha fazla başvurduğunu söylemek olasıdır. Örneğin yine “Davetiye” şiirinin temelini oluşturan Türkİtalyan karşılaştırmasında sıkça bu iki ulusun tarihine göndermelerde bulunur:
“Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin; Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin! Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir, Hayal bütün insanlarda olan bir haldir. Bu hayaller zamanları hızla asmalı, Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!” dizelerinde var olan koşulların, Türk devletini, İtalyan devleti karşısında güçsüz göstermesi şairin kendisini Osmanlı ve Göktürk varlığı üzerinden konumlandırmaya itmiştir. Atsız'ın şiirlerinin anlam dokusunu ören önemli etmenlerden biri de kendi kişiliğinden hareketle kendisi gibi olanlara seslenme durumudur. Atsız'ın en öne çıkan kişilik özelliklerinden biri “dik duruşu”dur. Necdet SEVİNÇ'in “Cenab-ı Hakk'tan başka kimsenin önünde eğilmemek, Allah'tan başka kimseden korkmamak, dünya ile ilgili arzu ve ihtiyaçlara tenezzül etmemek” diye nitelediği bu duruş çok yerde onu türlü sıkıntılara sokmuştur. Bu sıkıntılardan biri de yaşadığı dönemde yalnız bırakılmasıdır. Hiçbir çıkar, parti, politikacı için hiçbir doğruyu törpülemeyen bu yaşam algısının yol açtığı yalnızlık duygusu, şairin birçok dizesinde sezilebilir. Hatta zaman zaman bu duygu, bazı dizelerde birinci perdeden yazılmıştır: “Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların / Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda.” “Belki bir kişi bile gelmeyecek bize.” Kuşkusuz bu dizelerde yufka yüreklilerle aşılmayacağını söylediği çetin yolda, şair birtakım hırslarının kucağına düşerek kendisini dosdoğru yürüdüğü yolda yalnız bırakanlar için hatrı sayılır bir kaygı taşımaktadır. Birer örnekten hareketle görülen o ki, Atsız'ın şiir evreninin içeriğini belirleyen başat etmenler onun Türkçü düşünce evreni, tarihçi duyarlılığı, kişilik özellikleri diye sıralanabilir.
15
Nihal Atsız'ın şiir evrenine biçimsel yönden bakılacak olduğunda ilkin kullandığı dili vurgulamak gerekir. Onun şiirleri, düz yazılarından farklı olmayacak biçimde Türkçe'nin dönemine göre en yalın, katıksız ve sallantısız örneklerini teşkil eder. Gerçi yazar bir yazısında “Arınmış Türkçeciyiz” der, ancak kaleme aldığı yazılarında döneminin “arı”cılarının türettiği sözcükler dikkat çekecek kadar değildir. Şairin dilde olduğu gibi biçemde de “yalın olduğu” hatta biraz daha ileri giderek “yer yer tatsızlığa kaçtığı” söylenebilir. Onun için “çok fazla söz sanatına başvuramamış” denebileceği gibi meramını doğrudan iletme kaygısının bir gereği olarak “söz sanatlarından kaçınmış” da denebilir. Nihal ATSIZ, düşünsel olarak büyük ölçüde Ziya Gökalp çizgisinde olduğundan olacak, Gökalp'in “Aruz sizin olsun/hece bizimdir” dizesine uyarak şiirlerinin çok büyük bir çoğunluğunda Türklerin ulusal ölçüsü olan heceyi, onun çeşitli kalıplarını kullanmıştır. Şair heceyle birlikte sık sık halk yazınına öykünecek derecede dörtlükler kullanmakla kalmamış, yer yer beşliklere, altılıklara da başvurmuştur. Uyak örgüsü sorununda da şairi epey serbest görmek mümkündür. Necmettin Sefercioğlu biçim ve içerik meselesinde onun için şöyle der: “Onun halk şiirimizden esinlenerek 'koşma' ve 'varsağı' türünde yazdığı lirik aşk şiirleri az değildir. Bunlarda rastlanan bazı 'çapkınca' sayılabilecek deyişler okuyanları hem şaşırtır, hem de gülümsetir. Fakat onlarda asla bayağılık yoktur; duygular mısralara büyük bir coşku ve samimiyetle yansır. O, hayatının son dönemlerinde 'ölüm' temasına ağırlık veren, tasavvufi sayılabilecek şiirler de yazmıştır.” “Netice itibarıyla Nihal ATSIZ sanatını ideolojisinin emrine vermiş, bu haliyle estetiği çoğunlukla ideolojiye kurban etmiş ve bu
haliyle şiirde pek de yükselememiş bir anlayışı temsil eder. Dünya görüşünün halkçı cephesi ve özünün sade şahsiyeti gereği dil ve üslupta sadelikten, didaktik ve lirik dokudan, biçimde halk şiirini andıran yapılardan yararlanmış ortalama bir şairdir” biçiminde bir kanıya kapılmak olasılığı yüksektir. Ancak Nihal ATSIZ, şiirleri yeterli çözümlemeye tabi tutulmamış biri olduğundan onun için böyle bir çıkarım tümcesini kabul etmek acelecilik olur. O halde Çağdaş Türk şiirinde Atsız üzerinde düşünenlerin “Yolların Sonu” adlı şiir kitabının baştan aşağıya ciddi çözümleme yapmalarının zorunluluğu vardır. Ancak böyle olunca yukarıda bir örneği verilen denenceler değerlendirilebilir. Bu yazı dizisinin amacı, Yolların Sonu'nu değerlendirme gereksinimine vurgu yaparak, istendik yoğunlukta ilerlemeyen değerlendirme sürercine katkıda bulunmaktır. Bu sürecin vazgeçilmezi “aykırılık” olsa gerekir. Bu durumda, bundan böyle Atsız'ın şiirlerini türlü yönlerden tartışarak hakkındaki var olan denenceleri işlemek gerekir. Kaynakça § Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 3.Cilt, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İst. 1990, s. 624. § Necmettin Sefercioğlu, Orkun, Mayıs 2000, Sayı: 27. § Ne c d e t S e v i n ç , Tü r k ç ü l e r i n Kaleminden Atsız, Haz: Refet Körüklü, Cengiz Yavan, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000. § Nihal ATSIZ, Yolların Sonu, İrfan Yay., İstanbul, 1997. § Nihal ATSIZ, Makaleler 3, İrfan Yay., İstanbul, 1997.
16
'Anana her yer tekne'* Cazim Gürbüz Erzurum'da ve Bayburt'ta “Şişe kulpu tutmayanı” adamdan saymazlardı benim gençliğimde. Her melaneti işleyip de, içkiden uzak durarak kendini aklanmış sananlara “Rakı şarap içmirsen her bir p... yiyirsen” derlerdi. O yıllarda, Erzurum da, Bayburt da, yine dindar şehirdiler ama nezih içkili lokantalar ve meyhaneler vardı çokça. Büyüklerimden dinlemişimdir; benim memleketim Bayburt, Cumhuriyetin ilk yıllarında yine çok dindarmış ama Tevfik Çoruh ve Fahrettin Kumbasar gibi Belediye Başkanlarının öncülüğünde hoşgörü ve aydınlanmada da önlerdeymiş. Peki ya şimdilerde? Kur'an Kursu sayısı bakımından Türkiye'de ilk dörde, cami sayısında ilk ona giren, Türkiye'nin nüfus bakımından en dipteki ili Bayburt'ta şimdilerde içkili lokanta yok. Bu yaz gittiğimde anlattılar, sokak
arasında bir gizli meyhane varmış, çevreyi kollayarak ve şifreyle gidebiliyormuş harabat ehli oraya. Şair Zihni, 1829 Rus işgali sonrasında değil de, bugün görmüştür sanki o manzarayı: “Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş/Sakiler meclisten çekmiş ayağı” Bayburt kadar olmasa da, Erzurum da aynı durumda... Ben Atatürk Üniversitesi'nin ilklerindenim. Biz, 1968 kuşağı gençler, Erzurum'da, Cuma günü camiye koşardık, Ramazan'da orucumuzu tutardık, Ramazan dışında da neredeyse her akşam kafaları çekerdik. Bizden sonra işin tadı kaçtı, içki düşmanlığı ve içki içenlere düşmanlık, Milliyetçi olmanın icaplarından sayıldı. İçen içer adabınca, içen de içmeyen de kınanamaz, karşı olduğumuz bağnazlıktır. Aşağıya gülmece izleğinde yazılmış, öyküsel bir şiirimi alıyorum. 17
Birinci Dünya Savaşı öncesi Erzurum'da neler olurmuş, okusun görsün herkes: Devir Osmanlı devri/Mevlüt Ağa nâmında/İçince dizini yere koyup nârâlar atan/Ne ki rakı'ya yiğitlik edemeyen/Bir yiğit adam yaşardı Erzurum'da Günlerden bir gün/İçtiğini duyunca yaşlı anası/Bir yemin verdirdi ki sormayın gitsin: “Sütüm, emeğim haram/İçtiğini bir kez daha duyarsam!” Söz verdi umarsız Mevlüt Ağa: “Şart olsun üçten dokuza/Koymam artık ağzıma!” Söz vermek kolaydı da/Sözde durmak çetin iş/Bunca yıllık dostundan ayrılan koca a y y a ş / Ün l e r k e n i n l e r o l d u / Ya t a ğ a düştü/Anasına verdiği söz başka cinliğe dönüştü Devir Osmanlı devri/Kaçak rakı damıtırdı bir Ermeni eczacı/Baktı ki Mevlüt Ağa bu böyle gitmeyecek/Çağırdı oğlunu gülerek acı acı/Oğul dedi, git eczacıya, de ki/Babam ilacını istedi Biraz sorgulayınca çocuğu/Ağa'nın derdini bildi Ermeni/Dermanı sarmalayıp oğluna verdi Mevlüt Ağa yudumlarken ilacı/Tekneye un eleyip hamur yoğurmak için/Hazırlık yapmaktaydı/Rakının tadını değil/Adını bilen
Ana S i l m e c e d o l d u r d u b a r d a ğ ı Me v l ü t Ağa/Çektikçe dirildi, dirildikçe çekti Oğlu birden iyileşince/Şaşakaldı anası ilacın etkisine/Oğul dedi, o ne iyi ilaçmış/Seni turp gibi etti/Benim de çarpıntım var/Ağzım dilim kurumuş/Bir bardak da bana ver Çıkmasın diye foyası/Mevlüt Ağa ilaç diye doldurdu/Şifa niyetine çekti anası Çekmesine çekti ya/Unu tekne yerine/Gezinerek eliyordu yerlere Mevlüt Ağa şaşırdı/ “Sana yaramadı bu ilaç ana/Oğlun kurban olsun sana/Tekne nerde, sen nerde?” Çakırkeyf olmuştu ana/Başını çevirdi oğlundan yana/ “Her yer tekne, her yer tekne/Gam çekme oğul, gam çekme/Anana her yer tekne” 26 Mart 2013-Yeniçağ *Bu yazı, saygın yazar Cazim Gürbüz'ün özel izniyle siz Ulukayın okurları için alıntılanmıştır…
18
Toplumsal yardımlaşma hem birey olarak hem de ulus olarak oldukça önemlidir. Toplumsal yardımlaşma hizmeti bazen devlet tarafından bazen de yöre halkı tarafından gerçekleştirilebilir. Türkler'de ise geçmişte yardımlaşma hizmeti neredeyse bir zorunluluk haline gelmiş, yardıma gereksinimi olan asla ortada bırakılmamıştır. Bu yardımlaşma sadece Orta Asya ve Sibirya Türkleri'nde sınırlı kalmamış, günümüz Türkiye ve Azerbaycan coğrafyasına kadar süregelmiştir. Örneğin; Yakut Türkleri'nde fakir düşen herhangi bir aile sahibine gösterilen yardım biçimi, aşağı yukarı bugünkü Azerbaycan Türkleri'nde ''damazlık''
yani damızlık hayvana gereksinen birine verilmek üzere ücretsiz hayvan verilmesi biçiminde görülmektedir. Bu ve buna benzer örf ve gelenek temellerine dayalı, gerek Yakut gerek Azerbaycan Türkleri'nde var olan yardımlardan biri de yeni evlenmek isteyen kızlara yapılan yardımdır. Töre hükümlerine göre yapılan bu yardımlar da Yakut Türkleri'nde gelinin işine yarayan eşya ile yapılırken Azerbaycan Türkleri'nde para biçiminde yapılmaktadır. Şimdi bu toplumsal yardımlaşma biçimlerine kısaca bir bakalım.
19
Şabaş
bir gün sonra, ölü sahibinin evine, öğleden sonra baş sağlığına giden kimseler, ya kendi ziyaretlerinden biraz önce, birisi aracılığıyla büyük veya küçük bir külah şeker gönderirler, veya bizzat kendileri, bu işe memur edilen kişiye, ölüye karşı olan durumlarına veya kendi kudretlerine göre belirli para vererek kendi adını deftere yazdırırlar. Yardımın derecesi insanların durumuna ve ilişkilerinin yakınlığına bağlıdır.
Her çiftlik sahibinin düğününe davetli bulunanlar, ortada dans eden kimseye “şabaş” olarak para verir. Azerbaycan Türkleri'nde yaygındır. Aynı adla, şehir düğünlerinde toplanan az miktardaki paralar, tam tersi olarak hediye olarak şarkıcılara ve çalgıcılara dağıtılır. Bununla beraber çiftlik sahipleri düğününde de mutlak surette maddi yardımda bulunmak zorunluluğu yoksa da, eski örf ve gelenek kurallarından kalma bir olgu olarak hala yaşamaktadır.
İmece-Ömece-Öme-Emece-Meç Anadolu'da köy yaşamı sürenler arasında imece, neredeyse örf ve toplumsal bir kurum halini almıştır. Alanına göre farklı biçimlerde söylenmektedir. Yakuteli, Kırgızeli, Kazan v.d. bölgelerdeki Türkler'de olduğu gibi acele bitirilmesi gereken ama sahibince becerilemeyen tarla veya ev işlerine, konu komşunun, akrabanın ve bazen de bütün köy halkının toplu bir biçimde yardımda bulunmasıdır. Yalnız beden gücüyle olur, diğer yardım araçlarına başvurmak yasaktır.
Azerbaycan Türkleri'nde Ölü Yardımı Toplumsal yardım biçiminde zorunlu tutulan yardımlardan biri de ölü yardımıdır. Bütün tanıdıkları, bildikleri ve akrabayı içine alan ve kaçınılması mümkün olmayan bir örf hükmü halini alan bu yardım biçimi hala bugün bile Azerbaycan Türkleri'nce unutulmamıştır. İster varsıl, ister yoksul olsun, her bir Türk bu geleneğe uyar ve bu tamamen karşılıklıdır. Yardım şu biçimde yapılır: Ölü gömüldükten 20
Uca Soyot, Yakut ve bazı Altay toplumlarının değer yargılarına göre, avlanan bir kimse veya avlanan hayvanı gören birisi, avcıya bu anda “uca” veya “yuca” diye bağırırsa, avcı, bu sözcüğü söyleyen kimseyi, avladığı ganimete, eşit biçimde ortak etmek zorundadır. Kırgız Türkleri, “uca” veya “yuca” kavramı yerine, aynı anlamı karşılayan ve aynı örf hükümlerine dayanan ''çıralga'' sözcüğünü kullanmaktadır. Ayrıca “uca” sözcüğünün en eski biçimine Uygur Türkleri'nde rastlanmıştır. Asıl anlamı ''hayvan arkası, arka kuyruğu, kuyruk sokumu''dur. Aynı anlamda 11. yüzyıl Orta Asya Türkleri'nce kullanılmıştır. Eski Türkler'de hayvanların bu bölümünden yapılan yemek ''şerefli ziyafet yemeği'' olarak bilinmektedir.(Radloff )
askerlerinkinden farksızdı.'' Jean-Paul Roux ise bir eserinde: ''Türklerin dün de bugünkü gibi konuksever olmaları nedeniyle, bu şölenlere konuklarda seve seve çağırılırdı. Ve bol bol yemek yenir, doyasıya içilirdi.'' Geçmişten bugüne kadar Türklerde görülen sosyal yardımlaşma olayları Türk töresi etrafında şekillenerek büyümüş ve gelişmiştir. Kuşkusuz günümüz Türk kültürü ve ahlakında da bu yardımlaşma olaylarının etkisi büyük bir rol oynamaktadır. Bu sosyal yardımlaşma yapılarının en önemli tarafı ise farklı dine inanan Türklerin, aynı yardımlaşma sistemlerini uygulamış olmasıdır. Sanılanın aksine sosyal yardımlaşma esasları din ile değil de çok eski zamanlarda mevcut olan töre esasları, örf ve ananelerin yoğrulup bugüne kadar gelmesiyle oluşmuştur. Türkler etrafları düşmanla çevrili yaşadıkları için disiplinli, birlik ve beraberlik içinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Türk töresi yazılı kanunlar ile değil, örf ve anane şeklinde Türk hayatına yerleşmiştir.
Potlaç, Toy ve Yağma Toyu Potlaç geleneğine en fazla Kuzey Amerika'da rastlanır. Potlaç geleneğinin aslı karşı tarafa meydan okumaktır. Ama bu meydan okuma bir ziyafet şöleniyle gerçekleşir. Ziyafeti yaptıran adam kabileyi yedirir, içirir hatta giydirir. Böylelikle bir hakimiyet kurmaya çalışır. Türklerde ise topluca yeme, içme şekline toy denilir. Toyların en büyükleri düğün toyu olarak yapılırdı. Eski Oğuzlarda potlaça benzeyen ziyafetlerin adı toy idi. Toy'da davetliler yiyip içip, yeni elbise giyindikten sonra, borçları da verilirdi. Fakat bu toylar tam olarak potlaçın yerini tutmazdı. Yağma şeklini alan toy ise potlaça daha yakındır. Grek Seyyahı Priskos'un Attila hakkında yazdıkları ise oldukça ilgi çekicidir: ''Bize ve diğer barbarlara çok tatlı ve leziz yemekler getirildi. Diğer İskitlere ve bize gümüş tabaklarda, Attila'ya ise tahta tabakta et getirmişlerdi. Misafirlere altın ve gümüş kadehler verildiği halde onun kadehi tahtadan idi. Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası, kılıfı ve atının takımları
KAYNAKÇA · Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Töresine Göre Sosyal Yardımlaşma Müessesesi, Töre, 1974, Sayı 33-34 · Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları · - Ali Ahmetbeyoğlu, Grek Seyyahı Priskos (5. Yy)'a göre Avrupa Hunları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı · Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi ''Büyük Okyanus'tan Akdeniz'e 2000 yıl'', Çeviri : Galip Üstün, Milliyet Yayınları)
21
ek Adam, Şevket Süreyya Aydemir'in Türk Devrimi ve onun önderi Atatürk'ü doğumundan yaşamının sonuna kadar anlattığı üç ciltlik bir yapıttır. Bu seride Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk'ün yaşamına ilişkin çeşitli olayları, kronolojik (tarihdizimsel) olarak anlatmanın ötesinde, dönemin çeşitli siyasi, toplumsal olayları ile de bağlantı kurarak anlatmakta, bu şekilde olaylar ve olguları belleklerde daha da netleştirmektedir. Anlatımda yalnızca Atatürk'ün kişisel yaşamı ile sınırlı kalınmamış, onun şahsında dönemin önde gelen başka kişi ve kişililikleri (örneğin; Enver Paşa, Vahdettin vb. gibi) de birbirleri ile bağlantılı olarak ele alınmış, bireysel yaşamın dışında toplumsal, siyasi, ruhsal vd. yönlerden çözümleme yapılarak karşılaştırmaya gidilmiş ve böylece bir bütün olarak ortaya konulmuştur. Bu yöntem ve anlatımlar, eseri benzerlerinden daha ayrıcalıklı kılmakta olup bunun da ötesinde Atatürk biyografileri içerisinde temel ya da başucu kitabı özelliği taşımaktadır. Bu yönüyle Tek Adam, Türk Devrimi'nin etmenlerini ve gelişim sürecini daha iyi görebilmek, anlayabilmek için
okunması gereken bir eserdir. Üç ciltlik yapıtın 1881-1919 dönemini kapsayan birincisinde Atatürk'ün doğum yeri olan Selanik betimlenirken, buranın ekonomik ve siyasi ayrıcalıklarından söz edilmesi, İspanya Müslümanlarının göçü gibi tarihsel olaylarla anlatımın bütünselliği sağlanmıştır. Selanik ilinin sosyo-ekonomik ve dini yapısı ile bu bütünsellik somut bir şekilde verilir.
T
22
Bunun yanında Mustafa Kemal'in ailesinin sosyo-ekonomik ve kültürel yaşantısı, her iki taraflardan da ailelerin geçimleri hakkında fazla bilginin olmamasından dolayı bu konu ile ilgili yüzeysel bilgiler verilmiştir. Mustafa Kemal'in “Fatma”, “Ömer” ve “Ahmet” adlı kardeşlerinin olduğunu ve daha sonra bunların öldüğüne, babasının eğitim ve gelecek konusundaki ileri görüşlü düşüncelerine yer verilmesi bu durumun günümüzde çoğu insan için de örnek teşkil etmektedir. Atatürk'ün çocukluk yaşamına ilişkin olarak, üvey dayısının çiftliğinde ve üvey teyzesinin yanında Selanik'deki yaşamının ve çocukluğunun hangi şartlarda ve nerelerde geçtiğinin belirtilmesi, yaşadığı zorlukların bilinmesi açısından önemlidir. Yazarın ayrıca bu biyografik çalışmada Mustafa Kemal'in okul yaşamını anlatırken, aynı zamanda içinde bulunduğu ve yetiştiği Osmanlı eğitim sistemi hakkında da bilgi vermesi, konuyu, anlatımı daha da etkili kılması ve somutlaştırması açısından önem kazanmaktadır. Özellikle yazarın bazı saptama ve söylemleri Mustafa Kemal'in çocukluğundaki yaşantı ve ülkülerinin bilinmesini sağlamakta ve bu ülkülerinde günümüz Türk insanına ve öğrencisine güzel bir örnek oluşturabilecek niteliktedir. Örneğin, Mustafa Kemal'in çocukluğunda dile getirdiği; “Görecekler, neler olacağım” (s.73) gibi düşünceleri günümüz gençlerine de örnek teşkil edebilecek özellikler olup, Mustafa Kemal ve ülküleri hakkında önemli bir bilgidir. Yine aile yaşantısı ve kişiliğine ilişkin çeşitli çözümlemeler, bunun gelecekteki etkileri hakkında ve ailenin, çevrenin kişilik üzerine etkilerine yer verilmekte. Mustafa Kemal'in kişisel yaşamına ilişkin bu bilgilerin yanında, Osmanlı'nın son dönemlerinden 2. Abdülhamit dönemi hakkında sosyoekonomik ve siyasi durumun değerlendirilmesi yapılarak çeşitli toplumsal olaylara ilişkin
saptamalarda bulunularak yine bunların Mustafa Kemal'in kişiliği üzerine etkilerine yer verilmektedir. Böylece biyografik eserin bütünlüğü bu şekilde bu yöntemlerle desteklenerek olaylar arasındaki bütünlük sağlanmaktadır. Bu aile-çevre etkileşimi ve bunun kişiliğe etkisi işlenirken ve bu tür çözümlemelerde bulunulurken okul-öğretmen etmenlerine de yer verilmiş, bu konuda özellikle aritmetik öğretmeninin “Kemal” adını vermesi bu duruma örnek olarak gösterilmektedir (s.60). Mustafa Kemal ile döneminde en açık bir biçimde mücadele içerisinde olanlardan Enver Paşa ile yer yer çeşitli karşılaştırmaları yapılmakta, burada Enver Paşa'nın hem ordunun hem de devletin yıkılışına neden olduğu, fakat Mustafa Kemal'in ise çökmüşyıkılmış bir devletin yerine yenisini kurduğu, aralarındaki en önemli farklardan birisinin bu olduğu yerinde bir biçimde belirtilmektedir (s. 105). Yine Mustafa Kemal'in askerde iken yayınladığı yapıtlar hakkında, geleceğe dönük çeşitli izlemsel öngörülerinin daha Balkan ve Trablusgarp Savaşları ile ortaya çıkmaya başladığı belirtilmektedir. Bu çerçevedei 2. Bakan Savaşı'nın kahramanının Mustafa Kemal olduğu belirtilerek, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Türkçülük politikası hakkında da önemli bilgiler verilerek yapıt daha da anlamlı kılınmaktadır. Bu çerçevede, ordu-politika ilişkisine ve Mustafa Kemal'in bu konudaki öngörüsü, Enver Paşa'nın Mustafa Kemal ve onun politikalarına ilişkin olumsuz tutumları hakkında bilgi verilerek ve çeşitli saptamalar yapılarak günümüze de ışık tutan, bilgilendirici anlatımlar yapılmaktadır.
23
Şevket Süreyya Aydemir'in, yapıta adını veren “Tek Adam” tanımını kullanmasını, Mustafa K e m a l ' i n Su r i y e - H a l e p c e p h e s i n d e bulunurken savaşın bitiminde sadrazam tarafından İstanbul'a çağrılması üzerine, İstanbul'a gelince görmüş olduğu işgalci güçlerin savaş gemilerine karşı “Geldikleri gibi giderler” sözünü (s.309) ve yine bu tutumunu Suriye dönüşü Beyoğlu'nda “Pera Palas” otelinin lobisinde otururken işgalci komutanların onu masaya davet etmeleri üzerine Mustafa Kemal'in “Burada ev sahibi biziz. Kendileri misafirler, onların bu masaya gelmeleri gerekir” diyebilen tek adam olmasına bağlamaktadır. Eserin birinci cildinin sonlarına doğru verilen bilgilerde, Mustafa Kemal'in daha 1919'lu yıllarda ileriye yönelik siyasi-izlemsel bakış açısıyla, olayların gelişmesine yönelik çok yönlü çözümleme ve değerlendirmelerle ulusal ve evrensel boyutta bakabildiği çok rahat bir biçimde görülebilmektedir. “Karar Noktasına Doğru” başlığıyla, genel
olarak anlatılanların içerisinde Mustafa Kemal'in çalışma ve savaşımı kısaca yinelenerek olaylar taze tutulmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede, İstanbul'daki son günlerinde yaşadığı ruhsal durum hakkında çeşitli saptamalarda bulunularak, Mustafa Kemal'in devletin kurtuluşu için İstanbul'daki çabalarının olanaksızlığı ve Anadolu'ya geçmek için kendiliğinden oluşan fırsatı, tehlikeli yolculuğu anlatılarak Mustafa Kemal'in savaşımındaki azim ve kararlılığı ortaya konulmaktadır. Tek Adam, Mustafa Kemal Atatürk üzerine yazılmış çok sayıda biyografik çalışma olmasına ve bu sayının da her geçen gün artmasına karşın, günümüzde hala aşılabilmiş bir yapıt değildir. Bu nedenle Atatürk'ün, daha doğru ve çok yönlü tanıması amacıyla, burada yalnızca birinci cildinin kısaca tanıtılmaya çalışıldığı üç ciltlik yapıtın, lise, üniversite öğrencileri başta olmak üzere herkesçe okunması bu yönüyle faydalı olacaktır.
24
SÖYLEŞİ Yayın Kurulu Üyemiz Fırat Kargıoğlu'nun, Ulukayın adına Saygın Buğra Atsız'la gerçekleştirmiş olduğu söyleşi…
Türkiye'de "Türkçü" olarak bilinen çevrelerde "Nihal Atsız'ın oğlu" olarak biliniyorsunuz. Kanada'da yaşayan, ancak Türkiye'nin gündeminden bir an olsun kopmayan Buğra Atsız kimdir? Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
duymuyorum. Türk üniversitelerinin hâlini aklı başında herkes görüyor. Elbette değerli hocaları tenzîh ederim. Askerliğim bittikten ve Türkiye'de, İstanbul'da bir üniversitede çalışamayacağım belli olunca ve o sıralar Münih'de bulunan ve Sovyet Rusya'nın Asya kısmına orada konuşulan önemli dillerde yayın yapan ve bir Amerikan kuruluşu olan Radio Liberty'den iş teklifi gelince tekrar Münih'e döndüm ve orada 15 yıla yakın bir zaman değişik görevlerde çalıştım. Bundan dolayı bana “CIA ajanı” sıfatını lâyık gören dangalaklar da çıkmıştır. 1995'de radyo, Prag şehrine taşınırken bana iş teklifinde bulunulmadığından İstanbul'a döndük. Kızım da Münih'de dünyaya gelmişti. Türkiye'de 3 yıl kadar kaldık. Radyoda siyâsî analist olarak da çalışmış olmam dolayısıyla bugün olacakları kestirdim ki çocuklarımın da selâmeti için Türkiye'yi terk ettim. 1998'de Kanada'ya yerleştik. Kısa bir müddet önce emekli oldum. Şu anda bir-iki kitap üzerinde çalışıyorum. Ama bir mecbûriyetim olmadığından işler ağır yürüyor. Neyse ki biri bitmek üzere. Tabiî bu arada iki de torun çıktı ortaya. Onlarla uğraşmak doğrusu Osmanlı târihiyle uğraşmaktan daha zevkli… Bir de şunu ekleyeyim.
Ben Atsız'ın küçük oğluyum… Biliyorsunuz; bir de ağabeyim Yağmur var… 2013 yazında 67 yaşımda olacağım. Hayatımın büyük bir kısmı, hattâ en uzun kısmı Almanya'da geçti. “Bu esnada bütün Avrupa'nın tamâmını dolaştım ve tanıdım” diyebilirim. 1977'de Münih Üniversitesi'nden târih doktorası ile mezun oldum. Askerliğim için Türkiye'ye geldim ve bu arada evlendim. Eşim bazı Türkçü geçinen, ama kendini ve haddini bilmez ahmakların iddiâ ettiği gibi yabancı değil, Kadıköy-Mühürdarlı bir Türk kızıdır. İki oğlum ve bir kızım var. Askerliğim bittikten sonra yeni doğmuş oğlumu da alarak tekrar Almanya'ya döndüm. Aslında niyetim Türkiye'de kalarak üniversitelerden birine intisâb etmekti. Olmamasının sebebi Münih'e geldikleri zaman evimde kalmasını bilen prof.ların, doçentlerin bana verdikleri sözleri tutmamış olmalarıdır, hikâyesi uzundur. Burada anlatmaya gerek yok… Ama bu insanlarla aynı çatı altında çalışmak mecbûriyetinde kalmamış olmaktan da üzüntü 25
1998'den beri Kanada'da yaşamama rağmen Türkiye'nin içinde bulunduğu, daha doğrusu getirildiği fecî durumu her gün internet vasıtasıyla üzülerek tâkib ediyorum. Olaylara uzaktan baktığım için Türk olmayanlar, ama maalesef idâreyi ellerinde tutanlar tarafından yapılan tahribâtı ve ülkenin çöküşünü daha iyi görüyorum ve gelecek için karamsarım. Türkiye'nin devşirmelerle uzun müddet idâre edilemeyeceğini bu millet daha hâlâ öğrenemedi sanırım. Târih Türkler'in kulağını ikinci defa çekiyor gibi. Ama bu sefer koparacağa benzer.
açılması yanılmıyorsam Özal zamânında hazretin kaleme aldığı saçma-sapan bir kitapla başlamıştı. Özal'ın Kürt kanı taşıdığı için ve ABD'nin kaynatmakta olduğu Irak planlarına yardakçı olmak için bu işe soyunduğunu tahmin ediyorum. Halbuki Türk kimliğinin babam Atsız'ın yazılarını okumuş olanlar nasıl târif edildiğini bilirler. Türk'ün târifinin “Türk” olmayanlar ve Türk'e diş bileyenler tarafından yapılmaya kalkışılması ve bunun ciddîye alınması kadar saçma birşey düşünemiyorum. Türklük benim için kan meselesidir, ama kendini “Türk” hisseden herkese de “Türk” denilmesi gerekir. Kendisini “Türk” hissetmese bile Türkler'in kurduğu bu devlete ve yasalarına sâdık kalmak şartıyla hangi etnik kökenden olursa olsun herkes “Türkiye Cumhûriyeti vatandaşı” olarak Türkler'in sâhip olduğu haklara sâhiptirler. Türklük herkesin kendi meşrebine göre biçeceği veyâ kaldırıp çöpe atacağı don değildir. İslâmcılar, ki hâl-i hazırda bunların çoğunluğunu “Nûrcu” denen tâife teşkîl etmektedir ve hükûmet içerisinde de bunlardan yeterince mevcuttur, “Saîd” denen zavallı bir Kürd'ün peşinden gitmekte olan bir ahmak sürüsüdür. Saîd öldüğü için yüzlerini Fetullah denen ajana dönmüşlerdir. Birinin derdi İngiliz'e hizmetti, berikinin derdi İngiliz'in yerini almış olan Amerika'ya hizmet… Aralarındaki tek fark tasmalarından tutan sâhip. Nûrculuğun ne olduğu hakkında Habervaktim'den Ali İlbey denen edebsize babama hakâret etmesi üzerine OdaTV'de verdiğim cevapta kaynaklar göstererek bilgi vermiştim. Yazıya bu bağlantıdan ulaşılabilir. http://www.odatv.com/n.php?n=turkl uk-denen-ummani-k..inlakirletemezsin-ali-2401111200
Dergimizin 2. sayısında, dosya konusunu “Ulusal Egemenlik” olarak belirledik. Bu vesileyle, sizinle de, Türkiye'de “Türk egemenliği”nin geldiği son noktayı konuşmak istedik. Bildiğiniz üzre; bugün itibâriyle Türkiye'de Türk kimliği, çeşitli siyâsî topluluklarca ortak düşman olarak ilân edilmiş durumda. Kozmopolit solun kadim Türk düşmanlığını bir kenara koyarsak, söz konusu siyâsî toplulukları, kabaca, üç başlık altında özetlemek mümkün: İslâmcılar, Kürtçüler ve de “liberal” geçinen II. Cumhûriyetçiler. Sizce, Türk düşmanlığı üzerine oluşturulmuş bu teslisi nasıl yorumlamak gerekir? Devletin kendisine tanıdığı bütün imkânlardan istifâde ederek anayasadan ve her yerden Türk, Türkiye, Türk Bayrağı, Türkiye Cumhûriyeti vs. gibi isimleri ve sembolleri silmeye, ortadan kaldırmaya çalışan, bunun yapılması için tâmimlerle resmî dâirelere emirler yağdıran bir hükûmetin, ağzına “Türk m i l l e t i ” v e y â “ Tü r k ” kelimesini alamayan, kısaca millî kimliği kabûl etmeyen yöneticilerin olduğu bir ülkede Türk egemenliğinden bahs etmek garip olur. Türk kimliğinin resmen tartışmaya
26
Bildiğiniz üzere, “Türk egemenliğini ortadan kaldırmak” amacına hizmet eden iki yaşamsal proje var: Bu projelerden ilki Türk kimliğinden arındırılmış bir “yenianayasa” projesi iken, ikincisi ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin birliği ve bütünlüğünü tartışmaya açan “başkanlık sistemi” projesi. AKP önderliğinde hayata geçirilmek istenen bu iki proje hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenebilir miyiz?
değildir. Ben neden başkanlık sistemine geçilmek istenildiğini hâlâ anlamış değilim. Bu başkanlık sistemi Amerikan usûlü mü, yoksa Fransız usûlü mü olacak belli değil. Burhan
Türk egemenliği yukarıda da belirttiğim sebeblerden dolayı hemen hemen ortadan kalkmış sayılır. Bunu tamâmen sona erdirmek için yeni bir anayasa hazırlıyorlar gibi. Tabiî her yeni anayasa hazırlanması bir milletin kimliğini yok etme projesi olarak görülmemeli. Her yasa gibi anayasalar da eskirler ve günün şartlarına uydurulmaları gerekebilir. Yalnız burada AKP yeni anayasadan “Türk” kelimesini çıkartmak, değiştirilemez maddeleri üzerinde oynamak veyâ bunları kaldırmak gibi hedeflerle bu işe başladı ve bunu da açıkça ilân etti. Bunda teröristlerle “müzâkereler”in ne dereceye kadar tesiri oldu bilemiyorum, ama bir kaşkarikonun döndüğü muhakkak. Benim şahsen midemi bulandıran husûslardan biri de anayasayı hazırlamakla görevli olan “Burhan Kuzu” isimli zâtın Hürriyet gazetesinin 9 Mart 2013 târihli nüshasında verilen bir habere göre “Parlamanter sistemde kuvvetler ayrılığı yoktur“ gibi bir iddiâda bulunmuş olması… Bunu söylemek bile cehâletin daniskası olmaktan maada milletle alay etmek, onu enâyi yerine koymaktır. Böyle bir adam anayasa hazırlayacak ve hem kendisinin, hem de hazırladığı anayasanın ciddiye alınmasını ümîd edecek. Olacak iş değil. Zâten üzerine atlanması gereken bu haberi aynı gazetede yazan Mehmet Yılmaz'dan başka bildiğim kadarıyla kimse görmedi, yâhut her ne sebeble ise üzerinde durmadı. Yılmaz da 'Hoca, hukûka geri dön', yâni 'kendine gel' diye bir yazı yazdı ve mesele kapandı. Bu da yukarıda kısaca değindiğim pespâyeliğin, gayrı ciddîliğin bir tezâhüründen başka bir şey
Kuzu, “Türk usûlü olacak” gibi bir şeyler gevelemiş, ama onun da ne olduğunu anlamadım doğrusu. Türkiye'ye yeni bir idâri sistem, eyâlet sistemi ne için parlamenter sistem içinde getirilemez, bu da millete îzâh edilmiş değil. Zâten Kuzu da bunun şart olmadığını söylüyor. Milletin de pek umurunda olduğunu sanmıyorum. Neymiş, parlamenter sistemde sorunlar çözülemiyormuş. Siyâset meselelere hâl çâresi bulma sanatıdır. Bulamıyorsan def olup g i d e r s i n , b a ş k a s ı b u l u r. K e n d i beceriksizliklerinin kabahatini parlamenter sisteme atmak kolay tabiî ve de pek AKPmeşrep. Ama bence mesele başbakanın hırsı ve bütün kudreti ve kuvveti elinde toplamak istemesi. Gerisi ipe-sapa gelmez lâf kalabalığı arasına sıkıştırılmış mâzeretler…. Başarabilirler mi? Hep birlikte göreceğiz.
27
Ben İslâmcılığı din üzerinden yapılan sömürü olarak târif ediyorum. Ben dindar filan değilim. İslâm!a ve diğer dinlere de hepsi Sâmî kökenli oldukları için değer verdiğim söylenemez. Ama bu adamlar yaptıklarıyla İslâmiyet'e değer veren insanları dinden nefret ettirdiklerinin bile farkında olmayacak kadar gözü dönmüş adamlar. Din aynı zamanda bir milletin kültürünün parçası olduğundan o kültüre de vurulmuş bir baltadır, kültürü yozlaştırmak demektir. Zâten diğer kültürel sâhalarda da kültürün ne kadar pespâyeleştiğine şâhit olmaktayız. Ufku câmi duvarına toslayıp kalmış bâdem bıyıklılarla da bu konuda fazla bir şey değişeceğini sanmıyorum. Köylülük zihniyeti, kültür ile agrikültürü birbirinden ayırt edecek kapasiteye sâhip değil sanırım. Nûrculuğun dışında bir de bir takım tarîkatlar bugün siyâsî sahnede rol alıyorlar. Bunlardan bahse gerek yok, ama ne var ki politikacılar arasında bu gruplardan olanlar var. Demek istediğim şu ki, hangi gruba, tarîkata vs. mensûb olursa olsun “millet” fikri yerine “ümmet” fikrini üstün kılmak isteyen bu mezarlık tekkelerinde yetişmiş bir yığın cühelâdan mürekkeb olan İslâmcıların Türk Milleti'nin hayrına iş görmeleri diye bir şey bahis konusu değildir. Bir Kürt eşkıyâ başını muhâtab alanlar bunlardır, bu teröristle üzerinde “müzâkere“ yazan bir çatanayla fikir alışverişinde bulunmak için bu katilin ayağına gidenler, ondan tâlimat alanlar ve bu konuda kendilerini iktidar yapanlara utanmadan yalan söyleyenler bunlardır, bu alçağın başı olduğu terör organizasyonuna Türkiye'den gayrı kânûnî olarak çıkıp gitme yolları arayanlar bunlardır, ordu üst kademesini yalan ve dolanla içeri tıkan ve Türkiye'yi müdafaasız bırakanlar bunlardır. Fazlasını saymaya gerek yok sanırım. Yukarıda bahsettiğiniz kozmopolit solu bir yana bırakın, sol nerededir Türkiye'de ve ne zaman olmuştur? Nedir sol? Kabaca bir târifle kamu refahını sağlamak için tasarlanmış, sosyal, siyasal ya da ekonomik gelişmelere türlü şekilde destek verenlerdir. Sâdece siyâseten sol
olarak ortaya çıkmak ve işin sosyal ve ekonomik tarafını ihmâl etmekle sol olunmaz. Pekiyi, Türkiye'de kendisine “sol” diyen hangi parti aşağı-yukarı bu târife uymaktadır? Bence hiçbiri. En büyükleri ve şu anda mecliste temsîl edilen CHP bir komedyenler kumpanyasından ibâret ve ümitsiz bir vak'adır. Kürtlere gelince: Bence en tehlikelisi bunlardır. Bir kere Türkiye'nin her tarafına dağılmışlardır. Bakmayın öyle her şeyden şikâyet ettiklerine, yoksulluk yâvelerine… Bulundukları coğrafyadan faydalanarak yasal veyâ yasal olmayan yollardan doğudaki de batıdaki de zenginleşmiş ve her geçen gün daha da zenginleşmektedirler. Yâni ekonomik olarak da güçlenmektedirler. Hakları kısıtlanmış filân değildir. Türkiye'nin siyâsî hayatında da yer almaktadırlar. Bütün partilerde Kürt vardır. Eğer yanılmıyorsam en kuvvetli oldukları yer de meclistir. Bunların bir de kendi partileri vardır ve işin garib tarafı Türkiye'de ırkçılığa varan milliyetçilik yapan tek parti de Kürtler'in partisidir. Azimle bunların karşısında olması gereken ve milliyetçi olduğunu iddiâ eden parti olan MHP ise hâlâ bütün olup bitenlerden akıllanmamış, bin yıllık kardeşlikten, etle tırnak gibi olmaktan filân söz etmekte, tekbir filan getirerek oyalanmakta, bunların karşısına çıkılacak tek silâh olan Türk ırkçılığını red etmektedir. CHP'nin de başı zâten Kürt. “Liberal” geçinen bir yığın ahmak ise bu olup bitenlere destek vermeği entellektüellik sanıyorlar, ileri demokrasi vs. gibi ne idüğü belirsiz tâbirlerle ve Türk'e karşı durmakla ülkenin kurtulacağını sanıyorlar. Enkazın altında kendilerinin de kalacakları herhâlde umurlarında değil. Benim açımdan durumun fecaatini bilmem kısaca anlatabildim mi?
28
Buğra Beğ, bir an için AKP ve yandaşlarının bugüne dek yaptıklarını ve bundan sonra yapmak istediklerini bir kenara koyarsak; bir entelektüel olarak sizce, Türkiye'de düzenin tam anlamıyla tesis edilebilmesi için yeni bir anayasa yazılması şart mıdır? Eğer şart ise, sizce yazılacak olan bu yeni anayasada, Türk kimliği, tıpkı 1982 Anayasası'nda olduğu gibi mi korunmalı, yoksa değişik bir yöntem mi benimsenmelidir?
Peki, sizce Türkiye'de barış ve huzur ortamının kurulabilmesi için neler yapılabilir? Sözgelimi Kürtçülük denen mikrobu Türk milletinin bünyesinden atabilmek adına, sizin öneriniz nedir? Yâni sizce, Türkiye'nin bu belâdan kurtulması hâlâ mümkün mü?
Bir devlet ikide bir anayasa değiştirmemeli. Ben hukukçu olmadığım için bu konuda ahkam kesmek istemiyorum. Bildiğim, anayasanın devlet ile millet arasında bir sözleşme olduğundan ciddîye alınması gereken bir yasa olduğudur. Üzerinde ikide bir oynanması o ciddîyeti ortadan kaldırır. Anayasada artık kabak tadı veren ve Türkiye'yi Bâbil Kulesi bekleme salonuna benzeten “Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle ….vs.” gibi ahmakça lâflara yer vermeden Türk kimliğinin hukûkî, sosyal ve siyâsî târifi yapılır, kim vatandaştır tesbit edilir ve mesele hal olur. İlber Hoca'nın dediği gibi; Kürt kendisine “Kürt” diyecek diye Türk kimliğinin sorgulanmaya başlanması bir züldür, Türk'e hakârettir ve Türk olduğunun idrâkinde olan kimse tarafından kabûl edilmemelidir. Ayrıca ben Batı Dünyâsında zırt-pırt anayasa değiştirildiğini bilmiyorum. Afrika ülkelerinde belki oluyordur, ama oraları ilgi sahama girmiyor. Yukarıda da belirttiğim gibi şartlar değiştikçe ilâveler yapılabilir belki. Düzenin tesîsi, değiştirilmesi değil, tesîsi için de anayasa değiştirmeye gerek yok. Mevcûd olan kânûnları tatbik etmek yeterlidir sanırım. Ayrıca bunlar düzeni değişmesi gerektiği için değil beyzbol sopası gösterildiği için değiştirmeye kalkıyorlar. Düzen pek mi matah? Hayır, elbette artık değişmesi gereken çok şey var, ama bu başkası istediği için yapılırsa rahatsızlık doğar.
Derginizin başına dert açmamak için diplomatça söylemek gerekirse Türkiye'de barış ve huzur ortamının kurulması için önce bu barışı bozan unsur veyâ unsurların yok edilmesi lâzım. Huzur önündeki en büyük engel Kürtçülük ve onun uzantıları olan, aynı zamanda şimdiye kadar Türkiye'yi destablize etmek için Avrupa ve ABD'den yardım ve siyâsî destek görmüş ve görmekte olan PKK ve BDP'dir. Bunların Türkiye'nin karşısında ve varlığını tehdit eden unsurlar olarak ortadan kaldırılması işi siyâsî irâdeye düşer. Halbuki hâl-i hazırda siyâsî irâde bunlarla işbirliği içindedir ve resmen suç işlemektedir. Muhâlefet denen diğer partiler ise sistemin partileridir ve iktidâr olma gibi bir endîşeleri olduğu görülmemektedir. CHP kendi içinde kavgalı ve başı kesilmiş tavuk gibi sağa-sola koşarak ne yaptığını bilmeyen bir görüntü arz etmekte, MHP ise bi'at kültüründen gelen alışkanlıkla parti başkanının ağzına bakmakta. O da atı alan Üsküdar'a geçtikten sonra uyanmış mahmûr bir hâlde nal toplamak için eşeğinin semerini aramaktadır. Yâni bunlardan medet ummak cehennemin buz tutmasını beklemeye benzer. Her iki parti içinde değerli politikacılar yok mu? Vardır elbette, ama biriki kişi ne yapabilir? Millet ise sistem partilerinden başkasını maalesef desteklemiyor veyâ o destek çok zayıf.
29
O zaman bu belâya ya sandık başında dur diyecek, yâhut meselâ Kırgızistan'da olduğu gibi ayaklanıp bu komedyaya bir son verecektir. Ama o konuda da bir takım tereddütlerim var. Ne var ki şâirin: Bu kavmin titre makrûn-ı adâlet intikâmından; Kılıçlar çıkmasın bir kerre pür-satvet niyâmından. beyti de aklıma gelmiyor değil.
Aslında bu günleri görmemesi iyi oldu. Kahrından ölürdü herhâlde. Görseydi en kuvvetli silâhı olan kalemini eline alıp bu yaşanan rezâletlere son verilmesini hiddet ve şiddetle taleb edecekti. Tabiî en ufak tenkîde dahî tahammülü olmayan iktidardaki devşirme zihniyeti kendisini vakit geçirmeden susturmak için ya Silivri'ye, yahût da Maltepe'deki zindanlardan birine atacaktı. Benim için düşünmesi bile tahammülün fevkinde. Onun için oynanan komedya sâyesinde oralarda haksız yere tutulanlara ve âilelerine sabırlar dilerim.
Alışılageldik bir soru olacak belki ama yine de soracağım; zirâ böyle bir sorunun yanıtını sizden öğrenmek bizim açımızdan son derece önemli: Eğer saygıdeğer babanız Hüseyin Nihâl Atsız yaşasaydı, Türkiye'nin, Türk milletinin bugün içinde bulunduğu durum hakkında sizce ne düşünürdü?
30
E s k i Tü r k l e r, İ s l a m i y e t ' i benimsemeden önce, çeşitli inanç sistemlerine inanmışlar ve bununla bağlantılı çok çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı bir toplum görünümü çizmişlerdir. Türkler, tarih boyunca bu farklı inanç sistemlerinin izleyicisi olmakla birlikte, tarihin köklerinden getirip günümüze kadar taşıdıkları ulusal kimliklerini korumuşlardır Atalarımız, ana-erkil bir devir yaşamıştır. Bu ana-erkil dönemde, Türkler, dini, toplumsal ve ekinsel yaşamda, kadınları üstün ve kutsal bir varlık olarak tanımışlardır. Kamlar, yani Türklerin dinî önderleri, ancak kadınlardan olabiliyordu. Şaman soyundan gelmeyen birisinin, örneğin bir erkeğin “Kam” olması düşünülemezdi. Ekinlerin bereketinden kadınlar sorumluydu. Buna bağlı olarak Tanrı algısı da dişileşmiş, “Umay” adını almıştır. Kadınların toplumsal yaşayışın bu derece içinde olması diğer toplumlara oranla çok çarpıcı bir örnektir. Ziya Gökalp'in “eski Türkler'de feminizm” olduğuna ilişkin değerlendirmesi, bu bağlamda önem taşımaktadır. Çeşitli nedenlerden ötürü, toplum yaşamında önce madenci erkeklerin kadınlara “denk” kabul edilmesi, daha sonra erkeğin kadının önüne geçip “egemen” konuma gelmesiyle birlikte Tanrı algısı da değişmiş; “Kök Tengri” adını almıştır. Bu bilgileri anımsadıktan sonra, bilim çevrelerinde dillendirilen bir savı, sizlere sunmak isterim: Türk toplumunda, erkek egemen “Kök Tengri” dini ve kadın egemen “Umay” dininin yanında bir üçüncü dinin de yaşadığı ileri
sürülmektedir. Bu din, yazımızın başlığında da belirttiğimiz gibi “Al Dini”dir. Al dini, erkek egemen “Kök Tengri” ve kadın egemen “Umay” dininden ayrı olarak kadın ve erkek cinsinin eşitlendiği bir din özelliğini taşır. Eski Türklerde, hilal kadını, güneş de erkeği simgelediği gibi, bu dinin simgesi de al bir zemin üzerinde hilal ve güneştir. Daha sonra bu güneş, eski Osmanlı sancağı veya bugünkü Azerbaycan bayrağındaki gibi sekiz köşeli bir yıldız görünümünü almıştır. Bu bilgiye dayanarak, göğümüzde dalgalanan Türk bayrağının târihî ve kültürel kökenlerini, İslamiyet'in benimsenmesinden çok daha öncesine götürmek doğru bir hareket olur. Hilalin, İslamiyet ile bağının olmaması da bu savımızı kuvvetlendiren bir kanıt durumundadır. Bu bilgilere ek olarak, Türkler'in tümünün değil, yalnızca bir bölümünün bu dini kabul edip inandığını da belirtmeliyiz. Şimdilik değerli ülküdaşlarımızı bu kadar bilgi ile bilgilendirmekle yetinelim. Değerli bilim insanı Prof. Dr. Özkul Çobanoğlu'nun bir öğrencisi olarak, bu konu hakkında yakında çıkacak bir kitabının olduğu muştusunu da şimdiden vermek isterim. Türk kültürünün niteliğini ortaya çıkarmak için dökülen terlerin ve verilen emeklerin kutsallığı, her şeyin üzerindedir. Tanrı Türk'ü korusun.
Kaynakça Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları
31
Derginin bu ilk sayısının içerik bakımından doyurucu ve çekici olduğunu söyleyebilirim. Yeter ki bundan sonraki sayılarda dergi kendini tekrar etmesin, daha yetkin olma kaygısı taşısın, yeniliklerin öncüsü olsun.
Günümüzde suçmuş gibi gösterilmeye çalışılan anlı-şanlı Türklüğümle gurur duyuyorum. Çabalarından dolayı Ulukayın ekibindeki arkadaşlarımıza teşekkürü bir borç bilirim. Yolumuz daim olsun… Gelecek sayılarda büyük Türkçü Ziya Gökalp'e yer verilmesini isterim.
Cazim Gürbüz Yayın Danışmanı
Fatma Kuş Antalya Temsilcisi
İlk sayı, başlangıç olarak oldukça başarılı… Ancak 2. sayı her konuda 1.'den çok çok daha iyi olmak zorunda… Emeklerimizin boşa gitmeyeceğini duyumsuyorum…
Derginin tasarımını çok beğendim. Farklı, göze oldukça hoş gelen küçük boyutu, dergiyi daha dikkat çekici hale getirmiş... Derginin sayfa sayısı da zamanla mutlaka arttırılmalıdır. Çünkü bazı okurlarımız, nitelik bakımından olmasa da, nicelik bakımından dergiyi yetersiz buluyorlar.
Emre Koşak Yayın Kurulu Üyesi
Cengizhan Aydın Elazığ Temsilcisi
Kanımca, derginin ilk sayısı için yapılabilecek en olumlu eleştiri, ilk sayı olmasına rağmen "nitelik" bakımından doyurucu oluşuydu. Büyük Türkçü Yusuf Akçura'yı anarak ve "Sancaktar" gibi yobaz bir oluşuma haddini bildirerek başlamak, derginin hem entelektüel çapını hem de düşünsel sınırlarını okurlara hakkıyla iletti. Öte yandan bâzı eksiklikler de yok değildi elbette: Gelecek sayılarda özellikle edebiyat, sanat ve felsefe alanlarına ilişkin yazıların artması şart. Şimdilik en önemli eksiğimiz bu gibi görünüyor. Fırat Kargıoğlu Yayın Kurulu Üyesi
Diriliş Köklerdedir...
ULUKAYIN Aylık Tarih, Düşünce ve Ekin Dergisi Sayı 1 Nisan 2013
5 TÜRK Lirası
Türkçülüğün büyük kuramcısı Yusuf Akçura'yı saygı ve minnetle anıyoruz.
32