Diriliş Köklerdedir...
ULUKAYIN Aylık Tarih, Düşünce ve Ekin Dergisi
Yıl : 1 Sayı : 5 Ağustos 2013
Ederi : 5 TÜRK Lirası
ENVER PAŞA KAHRAMANLIK DAĞLARININ DORUK NOKTASI
Genç bilim insanı Fırat Kargıoğlu'nun hazırladığı, "Sunuş" yazısını Atsız Beğ'in oğlu Buğra Atsız'ın yazdığı "Vaktiyle Bir Atsız Varmış" kitabı yayınlanmıştır. Bu zamana kadar Nihal Atsız'la ilgili hiç değinilmedik konulara değinilen kitaba, ULUKAYIN Yayını Kurulu Üyeleri Emre Koşak, "İçten, Açıkyürekli Bir Yorumlama Gereksinimi Ya da Atsız'a Komplekssiz Bir Bakış" adlı yazısıyla, Burkay Kılavuz, "1944 : Atsız Haklıydı" yazısıyla ve Fırat Kargıoğlu, "Toplu Bakış : Yazmasam Deli Olacaktım" adlı yazısıyla katkı sunmuştur. Kitap, fkargioglu@hotmail.com ulak kutusuyla iletişime geçilerek veya facebook.com/VaktiyleBirAtsizVarmis sayfasına özel ileti göndererek Fırat Kargıoğlu'ndan edinilebilinir.
Temsilcilerimiz Adana - Samet Akan - 0541 935 66 54 Antalya - Fatma Kuş - 0555 811 50 62 Balıkesir * Bandırma - H. İbrahim Aydın - 0542 548 16 78 Bursa - Ahmet Abanoz - 0538 899 82 77 Elazığ - Cengizhan Aydın - 0531 984 84 85 Elazığ - Soner Ankut - 0506 373 10 56 Erzurum - Celal Saltukoğlu - 0534 610 47 76 Eskişehir - Eren Şahin - 0535 729 20 99 Gaziantep - Mehmet Tabur - 0539 692 20 45 Isparta - Ahmet Avşar - 0537 055 93 95 İstanbul - Ubeydullah Günel - 0536 495 13 03 İzmir - Yılmaz Çubukçuoğlu - 0505 864 69 94
Karabük * Safranbolu - M. Süleyman Koç - 0549 678 18 78 Kayseri - Çağdaş Zeybeker - 0543 498 93 69 Kocaeli / İzmit - Halil Haliloğlu - 0554 502 26 89 Konya - Ali İhsan Saran - 0537 288 44 23 Kütahya - İbrahim Enes Delibaş - 0545 640 90 74 Mersin * Tarsus - Alihan Kara - 0536 796 14 74 Osmaniye * Bahçe - Ali Kutlu - 0543 745 63 23 Sakarya - Kadir Kamacıoğlu - 0543 447 49 06 Samsun - Yunus Emre Uyar - 0506 698 31 11 Sivas -Samed Ayazlı - 0531 222 20 58
ULUKAYIN'dan
İmtiyaz Sahibi Aykut KUTUCU
Esenlikler…
Şu gün Türkiye'de düzenli olarak yayınını sürdüren tek Türkçü yayın organı ULUKAYIN'dır. Bunu kendi kendimizi kutlamak ve mutlu olmak adına belirtmiyoruz, bize derin üzüntü veren bir saptama olarak dile Sorumlu Yazıişleri Müdürü Serkan AKGÖZ getiriyoruz. Türk'ün yurdunda Türk'e düşmanlık güdenler “psikolojik Yayın Danışmanı savaş aracı” gibi kullandıkları yayın organlarıyla saf Türkler'in Cazim GÜRBÜZ beyinlerini yıkarken biz isteriz ki; yüzbinlerce hatta milyonlarca basılan pek çok Türkçü dergi, gazete olsun… Yayın Kurulu Emre KOŞAK 1938'den sonra Türkçülük düşüncesi iğfal edilmiş, istismar Burkay KILAVUZ edilmiş, maske/paravan edilmiş, politik taktik adına dolgu Ahmet GENÇAL malzemesi ve basamak edilmiş, hedef tahtası edilmiş, dillere Ubeydullah GÜNEL slogan edilmiş ve en son “ayaklara paspas edildiği” dile getirilmiş ancak kesinlikle bir türlü iktidar edilmemiştir. Düzeltmen Kendisini “Türkçü” olarak tanımlayanların niye bu durumda Emre KOŞAK olduklarını sorgulamaları, bu durumun nedeni olan kalıtsal yanılgılarını üzerlerinden atmaları, içe dönük kayıkçı Yayın Türü kavgalarını bırakmaları, üretim kabızlığından kurtulmaları, Yerel Süreli Yayın giriştikleri işlerde düzen tutturmaları ve doğru söylemlerini ve Yönetim Yeri ereklerini büyük bir hızla kendilerinin dışında olan ancak Mimar Sinan Mah. Hakimiyeti Türklük bilincine sahip geniş kitlelere anlatmaları ve onları Milliye Cad. Büyük Hamam Sok. Uğur İşhanı Kat:2 Üsküdar/İstanbul kazanmaları gerekmektedir. Bunlar özellikle ve öncelikle basın-yayını etkin kullanarak olacaktır. Yazıişleri : 0507 573 4719 Sürdürümcülük : 0531 381 6445 Biz bu bağlamda son söz olarak diyoruz ki; Genel Yayın Yönetmeni Burkay KILAVUZ
E-Posta : bilgi@ulukayin.net
Basım Yeri : Cemil Baskı Çözümleri Basım Tarihi : 01.09.2013
1
ULUKAYIN'IN GÖLGESİNDEYİZ, TÜRK ULUSU'NUN HİZMETİNDEYİZ…
3 5 6 7 8 11 14 15 16 18 23 25 28 31 32 32
Tugana Destanı Hasan ERİMEZ Gökalp ve 21. Yüzyılda "Padişah" Olma Hevesinde Bir Figüran Emre KOŞAK 'Ulukayın' ve 'kandaşlarımız'!* Arslan TEKİN Arslan Tekin’e Açık Mektup Emre KOŞAK
Enver Paşa’nın Mektuplarından Kesitler Uluğbey
Azerbaycan, Enver Paşa›nın Türklüğe Armağanı ve Tek Başarısıdır Cazim GÜRBÜZ
''Atatürk Milliyetçiliği'' Samed KOCADEMİR
Yolların Sonu Üzerine Çözümlemeleme Denemeleri (3) Yunus Emre UYAR
Ulusalcılara Kin Gütmek Türk Milliyetçiliğinin Gereği mi? Afşar ZEYBEKOĞLU
Türk Hukuk Devrimcisi : Mahmut Esat Bozkurt Ahmet GENÇAL
Katledebilen Enerji Serkan AKGÖZ
Çocuk-Oyun-Ekin İlişkisi, Ergenekon Destanı’ndaki Çocuk Üzerinden Bu
İlişkeye İlişkin Bir Yorum Dilek AKILLIOĞLU
Orhun’dan Gelen Sesi Ankara’dan Duymak Ömer ÜNAL
Peki, Ya Sonra? Mürsel Ferhat SAĞLAM
Özeleştiriler Bakış Ulukayın Alp ALDATMAZ
Dergimizdeki yazılar kaynak gösterilerek alıntı yapılabilinir.
Satış Noktalarımız Adana Çukurova - Şahin Gıda – Belediye Evleri Mahallesi, Zahid Akdağ Bulvarı, Narçiçeği Sitesi altı
Ankara Kızılay – Yüce Erek Sahaf Bayındır 1. Sokağı Nu : 27/3 Eskişehir Odunpazarı - İnsancıl Kitabevi İstiklal Mahallesi Yeşiltepe Sokağı Nu:24/A (Esnaf Sarayı C Kapısı
Karşı Sokağı) İstanbul Odunpazarı - İnsancıl Kitabevi – Üsküdar - Ulukayın Yerleşkesi – Dershaneler Sokağı Mimar Sinan Mah. Hakimiyeti Tepebaşı – İnsancıl Kitabevi – Milliye Cad. Büyük Hamam NEO Alışveriş Merkezi Sokak, Uğur İş hanı Kat : 2 (Pazar günü 14:00-20:00 arası açıktır) Tepebaşı - İnsancıl Kitabevi Hoşnudiye Mah. Porsuk Bulvarı Kadıköy - Dolunay Kitabevi – Sahilyolu Sok. Nu : 34 / A Neşet Ömer Sokağı Nu : 11 / 3A Akmar Pasajı alt kat giriş Tepebaşı - Adımlar Kitabevi Hoşnudiye Mah. İsmet İnönü Cad. Nu : 17/B Konya Anadolu Üniversitesi - İnsancıl Merkez - Buğra Kitabevi – Şükran Kitabevi – Ada Müzik Mah. Başaralı Cad. Rampalı Çarşı
Nu : 6/39 Mersin Akdeniz – Azak Büfe - Uray Caddesi üzeri (Valilik civarı) Akdeniz - Tekağaç Kitabevi Çankaya Mah. Atatürk Cad. 4716. Sokak Nu : 16/b (Balık pazarı civarı) Akdeniz – Yörük Türkmen Vakfı Mersin Şubesi – İş Bankası Merkez Şubesi’nin arka sokağı
2
Tugana Destanı Hasan Erimez Yağız yer toprak iken, Gökkube göğen balkır iken, Gökte Tanrı gazapla doldu Tekmil acun suda boğuldu Kara toprak göğene döndü Göğen kubbe kapkara oldu Sade bir gemi kaldı; Birkaç insan, her türden hayvan. Dediler: “Şu Tanrı'nın gazabı da ne yaman!” Gazap nihayete erdi, yerde sular kurudu Vardı gemi bir dağın doruğuna oturdu Gemiden bir uludur ak sakallı indi Üç oğluna “Toplanın etrafıma” dedi Üç oğluna üç öğüt verip veriştirdi Acunu üçe böldü üçüne üleştirdi Odur ki bir oğul; Yafes doğuya gitti Neslinin tohumundan yedi oğulu bitti Oğullarının büyüğü; adını Magok koydu Magok ile Türk soyu böylece başlıyordu...
Fidanın ağaçlandığı, ağacın yeşillendiği Urumdaylı, kulanlı uçsuz bozkır eşiği Burasıdır... Altay'ın Tanrı Dağ'ın gölgeliği Birgün Magok sadağından yayına bir ok gerdi Magok oka bir baktı, ok çok değişik idi “Ulu Tanrı” dedi, “Bu da nedir böyle?” Sesine bir ses geldi: “Sözümü iyi belle!” Magok açtı gözünü gökleri tarıyordu Çünkü cevap veren ses göklerden geliyordu “Magok” dedi, “O okun adı tuganadır” “Kutluladım ben onu, sana ve soyunadır.” Dedi Magok: “Bu ok ne işe yarayacak?” “Fırlat!” dedi Tanrı, “Senden bütün soyuna ulaşacak” Magok çekti yayını verdi oku kirişe
3
Rast gele göklerde, ta ki soyuna erişe Ok fırlayanda yaydan ne de yaman gitmişti Magok'un görevi de işte böyle bitmişti... Ok öyle bir uçtu Çağları aşıp geçti Var varası Türk soydan Oğuz Ata'yı seçti. Oğuz da Oğuz'du ki; Eyvah kurt bakışından! Kağan olmuş, taht almış, kut dileyip Tanrı'dan. Diyor: “İşte sizlere oldum ben Kağan” “Güneş tuğumuz olsun, gök bize kurıkan!” Acunun dört yanına nice ordular saldı Yenilmez orduların elinden yurtlar aldı Oğuz'un, Türk'ün gücü acundan taşıyordu İzbe elde “Türk” desen kuşlar bile kaçıyordu Ne erkliydi ki Oğuz herkese baş eğdirdi Gücünün nişanesi bir piramit diktirdi Piramit ki göklere uzar bir temren gibi Üç yüz at boyu yüksekten yere ulaşır dibi. Ve geldi gün çattı Oğuz öz döşeğine yattı Kurt gözleri göğe baktı Gökte bir çakın attı Çakınların içinden bir bozkurt çıka geldi Diz kırıp bağır bastı, “Oğuz, son gecen...” dedi “Bilirim” dedi Oğuz “Bu son gecem olacak” “Gök'tür beni gönderen, yine gökler alacak...” Oğuz'un bedenini korkunç bir ağrı yaktı Göğsünün ortasından bir ok dışarı çıktı “Oğuz” dedi o bozkurt “Bu bir tuganadır” “Bütün gücün kudretin bu okun kutundandır” Göğe giderken bu oku gökyüzüne fırlatacak Ki soyundan birine gelecek, gücünü koruyacak Fırlattı oku Oğuz gece karanlığında Son kez acuna bakarken Tanrı Dağ doruğunda... Ok bir uçtu bir uçtu Kaç bin ömür geçti Çağları dolaştı, nice günleri aştı Vardı bir alp yağızın tam göğsünde durdu Ok bilirdi işini, geldi Mete'yi vurdu Mete'nin o vakitler bir analığı vardı ki Han Teoman'a al edip Mete'yi esir verdi ki... Mete asla yılmadı esirlikte de bir an Zaten kaçtı kurtuldu imkan bulduğu zaman. Han Teoman pişmandı, Mete geldi sevindi
Mete'nin buyruğuna sağlam ordular verdi Ama Mete kaygındı, bu ordular yetmezdi Hem azdı, yetersizdi, bir de düzen eksikti. Mete dizdi orduyu, on on, yüz yüz saydı “İtaat edin!” dedi, eşlerini oklattı Öyle ki oklayanlar çelik gibi er oldu İtaat etmeyenler oklandı toprak oldu Mete ancak böyle ki büyük bir ordu kurdu Öncelikle baş edenin gitti başını vurdu Heyhat ki yağı kesilene, kaçacak yeri mi var? Sarmış dört bir yanını çelik gibi ordular Mete, Türk'e diş bileyen tek yağı bırakmadı Öyle yürüdü ki şanı; Oğuz'u aratmadı. Her mevsim bir Türk tuğu yağı iline dikildi Türk'ün adım attığı yerden kim vardıysa çekildi. Ve Mete böyle iken kudretin doruğunda Günü gelmiş onun da yatardı otağında Onun da göğsünden tugana peyda oldu Gerdi oku yayına döşeğinden doğruldu “Tanrı Türk'ü korusun, gökte dursun bu sancak” “Gökte gezinen bu ok sahibini bulacak” Dedi ve attı oku kanın sürüp ucuna Tanrı Dağ'da “Elveda” der iken acuna
İşte böyle öyküsü kutlu ok tugananın Emaneti Magok'dan bugüne Gök-Tanrı'nın Saplanır dara düşünce layıkının bağrına Baş kaldırtır yağının düzenine kahrına Ki şimdi göklerdedir 38'den beri Arıyordur layıkınca saplanacağı yeri Daha nice tasalı günler gelecektir Diyeceksin “Ulusumun hali ne olacaktır?” Bulacaksın kendinde baş kaldıracak ilham Beklemeyeceksin bir önder yahut da bir kahraman Memleketin her yanı bağından çözülecek Tugana saplanmayıp göklerde süzülecek Bulamayacak çünkü layıkınca bir tane O vakit aç bağrını bir kez de sen dene Belki sana gelir ok, ilhamını bulursun Beklediğin kahraman belki de sen olursun Uçar hala tugana henüz durağı yoktur Ne ağaçtan, ne daldan, Tanrı kutundan oktur Tanrı onu bilgiyle, cesaretle donatmış Ancak bilge ve cesur olana saplanırmış Eğer tasan var ise yurdundan yana Eğer ki düşeceksen tugananın ardına Hem oku hem de yaz, cesaret sal ruhuna Tugana seni bulur, gün olursun yurduna… * Tugana; içi oyulmuş, içinde gizli evrak taşınan özel bir oktur.
Ok bir uçtu bir uçtu Yine ömürler aştı Nice çağları geçti Attila'ya saplandı, Roma'ya kan kusturdu Bir saplandı Kür Şad'a, koca Çin'i pusturdu Ve dahi Tomris Han'a Kiros'un başını kestirdi İstanbul surlarına sancak nasıl dikildi? Derler “Ulubatlı onca okla sancağı nasıl dikti?” Tuganaydı o oklar, ona o gücü verdi. Plevne'de Osman Paşa'nın göğsündeki nişan Medine'de Mehmetçiği yıldırmayan o iman Bil ki şanlı tarihinde böyle kahramanlar çoktur Destanları yazdıran o kutlulanmış oktur Saplanır hiç durmadan Türk dara düştüğü zaman Eder en suskununu şanı büyük kahraman! Kemal Paşa, çok yaşa! Aldın eline oku Saldın yedi düvele hem şan, hem de korku
4
Gökalp ve 21. Yüzyılda "Padişah" Olma Hevesinde Bir Figüran Emre Koşak
S
ultan 2. Abdülhamit'in bir cuma selamlığında her zamanki gibi sağında ve solundaki insan topluluğu "padişahım çok yaşa!" diye bağırmaktadır. O sırada, o kalabalığın arasından sıyrılan genç Ziya Gökalp, bir meczup gibi "MİLLETİM ÇOK YAŞA!" diye bağırır. Ve anında padişahın gizli polisleri genç Gökalp'i tutuklar ve gözaltına alır. Değişik bir bakış açısına göre Gökalp, orada “millete rağmen milliyetçilik” yapmıştır. Oysa ki o gün, orada toplanan insan topluluğunun bir “millet” özelliği gösterdiği kesinlikle söylenemez. O insan topluluğu “tebaa” olarak, veya “padişahın kulları” olarak tanımlanabilirler. Belki Gökalp'in yaptığı, “bir meczup gibi” gelecek olan yeni çağı, yeni toplumsal düzeni önceden haber vermektir. Bu bağlamda, yukarıdaki “meczup gibi” söylemini özellikle kullanmış olduk… Oysa ki, derin boyutlarda gezinen her düşünce insanının bir yanı doğal olarak “meczup”tur. Belki Gökalp'in yaptığı, o an “gerçek” olmayan bir “ülkü”nün peşinden koşmaktır. Olmayanı dilemek, bir şeyin yokken var olması için (o an için birçoklarınca da “beyhude” denilmesine karşın) çabalamaktır. Belki Gökalp'in yaptığı, kendisi yanarken içerisinde olduğu toplumu aydınlatmaktır, onlara “güneş” olmaktır. Adı da zaten “Ziya” değil midir? Yani “ışık”… “Aydın ışık taşır, sahte aydınsa karanlık” sözü üzre, aydın olma sorumluluğu gereği, tıpkı güneş gibi önce gözleri kamaştırmak, sonra uyandırmak… Uyanmadan hemen önceki durumda güneşle muhatap olan kişinin yüzünü buruşturduğu, “istemem” tepkisi verdiği gibi Gökalp ve O'nun gibiler de uyandırma sürecinde bu izdüşümü toplumsal düzlemde çok yaşamışlardır. “Belki”lerin hangisini sıralarsak sıralayalım; değişmeyen bir gerçek vardır. O da Ziya Gökalp'in bu tavrı ve duruşuyla bir “devrimci” olduğudur. Sonrasında Büyük Türk Devrimi'ni gerçekleştiren kadronun içerisinde, hatta beyin merkezinde yer alan Gökalp gerçek anlamda devrimcidir…
5
2. Abdülhamit ve O'nun öncülleri her şeye karşın dirayetliydiler ve kendilerinin üstünde bir dış gücün otoritesini kesinlikle kabul etmezlerdi. Ama Gökalp, Gökalp gibiler ve onların öncülleri de dirençliydiler. Hatta onların bu dirençleri 2. Abdülhamit gibilerinin dirayetlerinden çok daha güçlü bir dirençti… … Yukarıda anlattığımız söz konusu olaydan yaklaşık 100 yıl sonra ise “büyük küresel oyun”da figüran konumunda olan, yüreğindeki ve beynindeki zeminde seccadesini Pentagon'a karşı seren bir tipin kendisine “Padişahım çok yaşa!” dedirtmek için elinden geleni yaptığını görüyoruz. Ama O'nun gerçek anlamda bir direnci hiç olmamakla birlikte Gökalplerin direnci bu topraklarda, hiç eksilmeden hep yaşamıştır, hep yaşayacaktır…
'Ulukayın' ve 'kandaşlarımız'!* Arslan Tekin
B
ir dergi daha hayata merhaba dedi: “Ulukayın”. Derginin birinci sayısından bahsetme fırsatı bulamadan 3. sayı önüme geldi... Derginin muhtevası giderek çeşitleniyor. İdealist insanlar bir araya gelirler... Günlerce tartışırlar ve işi başlangıçta kolay sanırlar. Çalışmaya başlayınca güçlükler bir bir karşılarına dikilir. Başımdan geçtiği için nelerle karşılaşılacağını biliyorum. Ulukayın dergisi “Atsızcı” çizgide... Derginin ortaya koyduğu ölçüler, benim fikir sistemimin dışında olduğunu başta belirteyim... Dergiyi çıkaranlar çoklukla üniversiteli veya yeni bitirmiş gençler. Türkiye'nin ayrı yerlerinden bir araya geldikleri anlaşılıyor. Girişte, “Okuyucuya Not” başlığı altında ilk cümlede “... Türklüğe hizmet etmek amacıyla bir dergi çıkarmaya karar verdik.” deniliyor. Nasıl güçlüklerle karşılaştıkları sıralanıyor. Böyle idealist hareketlerde kiminin enerjisi hemen tükenir ve yolunu değiştirir. Ulukayıncılarda da, ihanet demeyeyim de, geriye çekilenler olmuş. “Kandaşlarımız” diye bir kelime kullanılıyor. Demek ki, “Türklüğe” hizmet için “kandaşlar” yola çıkmışlar. “Türklük”, “kandaş” meseleleri geçmişte tartışılmış ve “Türk milleti” tarifinde, ırkî mülahazalara yer olmadığı ortaya konmuştur. “Kandaşlık”la yola çıkarsanız, hitap edeceğiniz bir kitle bulabilir misiniz? Sanmıyorum. Ancak bir avuç insan entelektüel tartışmanın içinde kaybolup gider. Birinci sayının birinci yazısı derginin başyazarı Emre Koçak'ın; “Türkçülüğün Tarihi” üzerine... “Türkçülüğün tarihi” başlığı altında çıkan kitapların ana kaynağı Yusuf Akçura'dır (18791935). Nitekim bazı kitapların onun adıyla yayınlandığı görülmektedir. Yusuf Akçura Türkçülüğün tarihini nerede işlemiştir? “Türk Yurdu” dergisinin “1928 Türk Yılı” ilâvesinde... Akçura, Türk Yurdu'nun 1911'de hayata geçirilmesine de öncülük etmiştir. Türk Tarih Kurumu'nun da ilk başkanıdır. “1928 Türk Yılı” ilâvesi, 600 sayfadan fazladır. Bu kitapta birçok tanınmış ismin makalesi vardır ve makalelerin toplanmasına da öncülük eden Akçura'dır. Akçura'nın Türkçülük tarihini işlediği
makalesi uzun ve ayrıntılıdır. Şunun için meseleyi eşeledim: Yusuf Akçura'nın yazdıkları itibara alınarak yürünüyorsa, asıl kaynağa inilmesi yararlıdır. ( “1928 Türk Yılı” nın tamamını yeni yazıya Dr. A. Zeki İzgöer'le aktardık. TDK yayınları arasından çıktı.) Burada “Ulukayın”ın bütün sayıları üzerinde durmak isterdim. Hususiyetle iki sayıdır devam eden Fırat Kargıoğlu'nun “Nurullah Ataç'ı Anlamak” üzerine denemelerini ele almak benim açımdan gerekliydi ama bir köşe yazısında güç. Hiçbir yayın faydadan arî değildir. İnsanı düşünmeye sevk eder, farklılıkları fark ettirmeyi sağlar. “Ulukayın” da öyle... (İrtibat için: 05313816445)
*
22 Temmuz 2013-Yeniçağ
6
Arslan Tekin'e Açık Mektup Saygın Arslan Beğ; Öncelikle köşenizde bize yer verdiğiniz için teşekkür ederiz. Ancak samimi yönünüzü iyi bildiğimiz ve bu bağlamda yine yer vereceğinizi düşündüğümüz için 2 madde halinde yazınızdaki bazı söylemlerinize ilişkin itirazlarımızı belirteceğiz. 1- Kendimizi kesinlikle "Atsızcı" olarak tanımlamıyoruz. Böylesi bir tanımlamayı kendisini o biçimde tanımlayan için bir özentiye tutulmuşluk, bilinçsizlik olarak yorumlarız. Biz zaten "Türkçülük" düşüncesini post-modern tarikat, Atsız'ı bu tarikatın şeyhi ve kendisini de bu tarikatın müridi olarak gören algının cepheden karşısındayız. Ancak biz, kendimizi Gaspıralı'nın, Akçura'nın, Gökalp'in, Togan'ın ve Atsız'ın yolunun yorulmaz ve yılmaz yolcusu olarak görürüz. 2- "“Kandaşlık”la yola çıkarsanız, hitap edeceğiniz bir kitle bulabilir misiniz? Sanmıyorum. Ancak bir avuç insan entelektüel tartışmanın içinde kaybolup gider." demişsiniz... "Kandaş" sözcüğü "soydaş" sözcüğünden ayrı bir anlam taşımamaktadır. Ve biz, siz, hatta devletin düzenlediği ilk Türk kurultaylarının gerçekleştiği yıllarda, o kurultaylarda örsün üzerinde çekiçle demir döven Süleyman Demirel, Erdal İnönü gibi bu ülkede büyük kitlelerde toplumsal karşılık bulmuş ve hükümet olmuş siyasetçiler Türkiye dışındaki Türkleri tanımlarken yapmış oldukları açılış konuşmalarında "soydaş" yani "ırkdaş" tanımını kullanmışlardır. Yine siz de biz de biliriz ki; Türklüğün varlığı kesinlikle "ırk" unsuruna indirgenemez. Ancak Ulu Önder Atatürk'e ait olan "Medeni Bilgiler" adlı önemli kitapta "ırk (menşe) birliği" Türklüğü var eden unsurlardan bir unsurdur. Çalışmalarınızda başarılar ve esenlikler dileriz. Saygılar sunarız... Emre Koşak ULUKAYIN Yayın Kurulu Üyesi ve Başyazarı
7
Enver Paşa'nın Mektuplarından Kesitler Uluğbey Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. Biz daima hakikati arayan ve onu buldukça ve bulduğumuzda kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.
Mustafa Kemal ATATÜRK
‹'Babası Ahmet Bey'in ''İki gözüm nuru aslan evladım…'' başlığını atarak yazdığı aile mektubuna göre; İsmail Enver, 23 Kasım 1881 (12 Kasım 1298) Çarşamba günü İstanbul'da doğdu. Enver Paşa'nın baba tarafı Gagavuz Türkleri'ndendi. Yani, Enver Paşa'nın yedinci atası Hıristiyan Gagavuzlardandı; Abdullah Killi bu soydan Müslümanlığa dönen ilk soy büyüğüdür. “Killi” soyadına gelirsek; Tuna, Karadeniz'e dökülmeden Kilya, Sünne ve Hızırilyas kollarına ayrılırdı. Bu Kilya kolu üzerinde yer alan Kilya-Kilye (Kastamonu) adlı kasaba veya şehir Enver Paşa'nın soyunun dayandığı yerdir. İsmail Enver, İstanbul'da başlayan ilköğrenimini Manastır'da ortaöğrenimiyle devam ettirir. Bu dönemlerde Enver Paşa'nın tahsil durumu ''İyiye
yakın'' dır. Manastır'da Mustafa Kemal'in de aralarında bulunduğu seçkin askerler yetiştiren Manastır Askeri Lisesi'nde öğrenimine devam eder. Sessiz ve sakin olmasının yanında askeri okulların hepsinde yaşanan kavgacılık ve kabadayılık akımlarının dışında kalması takdir toplamasına yetmiştir. Harp Okulu'nda kişiliği oturmaya başlayan Enver Paşa, sessiz halinden uzaklaşarak açılmaya başlar. Enver Paşa'nın ilk olayı amcası Halil Paşa ile birlikte bir gece tutuklanmaları ve Abdülhamit'in Yıldız Sarayı'na sevk edilmesi, sorgulanmasıyla başlamıştır. Bir yanlış anlaşılmayla Enver Paşa ve amcası evlerine gelen iki konuk yüzünden mahkemeye çıkmışlar ama birkaç uyarıdan sonra özgür bırakılmışlardır. İşte Enver Paşa'nın siyasi yaşamı bu şekilde başlamıştır. Kurmay Okulu'nu 5.likle bitirdikten sonra sırasıyla; 3. Ordu, 13. Topçu Alayı, 14. Topçu Alayı'na atanmış ve ardından binbaşılığa terfi etmiştir. Daha sonra memur edildiği Rumeli eşkıya takibinde Sırp, Rum, Bulgar, Arnavut milliyetçilerinin savaşçı güçleri ve öncüleriyle savaşım vererek gerçek hayaline kavuşmuştur.(1) Yaşamının sonraki bölümünü derinden etkileyecek olan ve Genç Türkler hareketinin küllerinden doğan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olmuştur. 2. Meşrutiyet'in ilanında oynadığı rol nedeniyle ''Hürriyet Kahramanı'' olarak anılmaya başlar. Kuşkusuz Enver Paşa'nın ordu yönetme gücünün en büyük kanıtı Tırablus ve Bingazi'de yerli Arap kabilelerini müthiş bir yetenekle organize etmesi ve İtalyanlar'a karşı kahramanca çarpışmasıdır. Üst düzey bir ordu yöneticisi olmasının yanında, duygusal yönüne de mektuplarında sıkça rastlamak mümkündür. Bir mektubunda: “Bu ordu için çok hususi bir taktiğim var. Düşmanı düzenli birliklerin açtığı ateşe karşı yaklaşmaya zorlamak, 100-50 adım kala da kanatlardaki Arap kitleleriyle saldırmak. … Her şeye en başından başlamamamı
8
gerektiren bu iptidai dünyadan size anlatacak öyle çok şey var ki. Tam şimdi bir asker çadırının önünde şarkı söylüyor, oldukça hüzünlü bir şarkı...”(2) Özellikle eşine yazdığı mektuplarda Enver Bey duygu yüklü yazılar yazmıştır. Aynı mektupta, duygusallaştığını itiraf ederken yaşadıklarını paylaşmaktan çekinmiyor. “… Hakikaten duygusallaştım. Bir Arap bana ölü askerlerin atış karnelerini, karmakarışık risalelerini filan getirdi. Onları karıştırırken de kartpostallar ve aşk mektupları buldum. Ne kadar hüzünlü bütün bunlar…” Burada da büyük saygı gören Enver Paşa iki rütbe birden kazanarak yerini kuvvetlendirmiş ve uzak topraklardaki savaşımını bırakarak Balkan topraklarının savunmasında etkin rol oynamıştır. Bu savaşımların ayrıntısına inersek üç-beş sayfada bitiremeyeceğimiz için sonuç kısmında Enver Paşa hakkındaki önemli gördüğümüz noktalara değinirsek gerekli bilgiyi vermiş oluruz. Enver Paşa Birinci Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlı bürokratlarının yapmış olduğu ve imparatorluğun onurunu ayaklar altına alan antlaşmaları tanımak istemiyor ve bu antlaşmayı imzalayanlara da ateş püskürüyordu.(3) Kahraman Enver, Saray'ın ve Osmanlı ordusundaki üst rütbeli subayların teslimiyetçi ve etkisiz tutumlarına kızıyor ve bu ona büyük acı veriyordu. Bu hali bile onu orduda ve sarayda asil kılmaya yetiyordu. Enver Paşa denildiğinde akla ilk gelenlerden biri de elbette meşhur Bab-ı Ali Baskını'dır. Bu olayla birlikte devletin geleceği Mahmut Şevket Paşa ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin eline geçmiştir. Mahmut Şevket Paşa'nın suikaste kurban gitmesiyle de, Enver, Cemal ve Talat Paşa'nın başını çektiği üçlü komite 1918 yılına kadar iktidarda kalmış ve halkın Türklük bilinci artarak, milliyetçilik söylemleri Türk siyasetinde sıklıkla söylenir olmuştur. 2. Balkan Savaşı'nda Edirne'nin yeniden ele geçirilmesi Enver Paşa'nın itibarını oldukça arttırmış, gücüne güç katmıştır. Enver Paşa'nın Turancı mı; yoksa Murat Bardakçı'nın iddia ettiği gibi İslamcı mı olduğu konusunda düşünce belirtmek birkaç sayfaya sığacak kadar önemsiz bir konu değildir. Ama şunu da belirtmek isterim ki Enver Paşa'nın yazdığı mektuplarda genellikle ''İslam alemini ihtilale sevke çalışıyoruz.'' ya da ''Kafkasya'daki İslam istiklali…''diye başlayan tümceler kurması yalnızca taktik siyaset gereğidir. Pek yakında yapılacak kaynak taramalarıyla bu konuyla ilgili uzun bir yazı dizisi hazırlayacak ve bu konuyu tüm gerçekliğiyle
9
ortaya koyacağız. Vatan sevgisi ve milliyetçiliği Recep Baysun'da bulunan Alimcan Akçur'un imzası ile Paşa'ya; “siz Türkiyeli'siniz; memleketiniz düşman istilası altındadır. Askeri kuvvet ve kudretinizi kendi vatanınızı kurtarmak için sarfetseniz daha iyi olur” gibi sözler taşıyan bir mektup geliyor. Paşa da; ''Benim vatanımı kurtaracak adamlar var. Merak etmeyiniz çalışıyorlar. Burası da benim vatanımın bir parçasıdır. İnsanların damarlarında dolaşan kan benim damarlarımdaki gibi Türk kanıdır. Burası bir Rus memleketi değil, halis bir Türk ülkesidir…''(4) diye cevap veriyor. ''Vatanımın şimdilik alacağı şekil, yakın zamanlarda bu topraklarda yararlı bir iş göremeyeceğime ayan bir alamettir.'' Enver Paşa, 1918 yılında sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ülkenin durumu ve kendi izleyeceği yol ile ilgili bir mektup yollar. Bu mektupta: ''… Mütareke-yi münferide dolayısıyla vatanımın şimdilik alacağı şekil, yakın zamanlarda bu topraklarda nafi' (yararlı) bir iş göremeyeceğime ayan bir alamettir. Binaenaleyh zaten mevcut olan mezuniyetim (iznim) zamanında faydalı bir iş göreceğimi ümid ettiğim Kafkasya'ya hareket ediyor um. Bu suretle bütün hayat ve mevcudiyetimi iyiliğine vakf ettiğim memleketimde kalarak dinime, milletime, padişahıma hizmet edememekten mütevellit teessürüm büyüktür…''(5) Sarıkamış Vasiyeti Enver Bey'in en çok eleştirildiği hatta yerden yere vurulup, “hain”, “hayalci” damgasını yediği Sarıkamış Harekatı'nın Türk tarihindeki yeri çok acıdır. Özünde Sarıkamış Harekatı; düşman güçlerinin arkasına düşmeyi hedefleyen bir plandı. Ancak ordunun kış şartlarına hazır olmaması, hayvanların telef olması, açlık ve Enver Paşa'nın haritacılık konusundaki deneyim yetersizliği başarısızlığın en önemli nedenlerindendir. Biraz daha açacak olursak; bir Türk erinin mektubunda belirttiği gibi, cehennem sıcağı Yemen'den buz gibi bir iklime gelen orduda meydana gelen hastalıklar, askere verilmesi düşünülen içlikler ve paltoların devletin düştüğü zor durumdan dolayı gelmemesi başarısızlığa neden olan olaylardır. Enver Paşa harita okuma konusundaki yetersizliğini ise Naciye Hanım'a yazdığı bir mektubunda şöyle anlatmıştır: “Sevgili Meleğim! Gece bir türlü gözüme uyku
girmedi. Sabaha karşı dalmışım… Sonra bir harita alıp odamda biraz bakmaya başladım… Fakat bir şey anlamadım. Ne yapayım. Cidden müteessirim. Ah telgraf vermek mümkün değil. Fakat ne yapmalı…”(6) Görüldüğü gibi Enver Paşa'nın ordusu çeşitli olumsuzlukların ardından bir de taktiksel hata sebebiyle başarıya ulaşamamıştır. Kimi tarihçiler 90 bin, kimileri ise 50-60 bin civarında şehit verdiğimizi yazmışlardır. Evet, Enver Paşa başarısız olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki; başarılı olunsaydı Rusya'ya öldürücü darbe vurulacak ve şu an tarih bambaşka yazılacaktı. Önemli olan Enver Paşa'nın bu girişimde bulunması ve Balkan Savaşı'nda devletin en güçlü ordusunun perişan olmasından sonra Sarıkamış'da gösterilen direniş ve sabırdır. Enver Paşa tüm umutlarına rağmen ölüm olasılığı içerisinde yaşamış ve bir vasiyetname yazmıştır. Bu vasiyetnameden de ufak bir kesit sunuyoruz: ''Planım, Ruslara, hemen iki misli faik iki kolordu ile arkalarına düşerek onları ricata mecbur etmek ve bu suretle 11. Kolordu ve Süvari Fırkasıyla takip olunan düşmanı karşılayıp, tamamıyla mahvetmekti. 9. ve 10. Kolordu Süvari Fırkasını bekliyorum. Gelir de yetişirse düşmanı bozacağım. Fakat gelmeden düşman zayıflamış kıtaatımıza taarruz eder ve taarruzda muvaffak olursa o vakit ordu mahvolmuş demektir. Şimdiye kadar asker ve zabitler hiç kusursuz harp ettiler. Her manevrayı yaptılar. Eğer Allah da yardım ederse, muvaffakiyet katidir. Eğer muvaffak olamazsam, son neferimle beraber öleceğim.''(7) Türk tarihi, Enver Paşa gibi cepheden cepheye koşan bir kahraman ve kahraman olduğu kadar eşine (ailesine) sadık, duygusal bir komutan yetiştirir mi bilemiyoruz. Onun hemen her gün kalemini eline alıp yüreğindekileri çekinmeden kağıda dökmesi bizler için büyük bir şans olsa gerektir. Eğer bu mektupları yazmasaydı, eminim, bu kadar cesur, korkusuz ve savaşçı ruhlu bir adamın duygusuz ve küstah olduğunu düşünürdük. Yazımıza Naciye Hanım'a yazdığı bir mektuptan kesitle son veriyoruz: “…Ve bir kere daha söylüyorum: Sakın sen kocana bu harp meydanlarında sağ salim kurtulup gelmesi için dua etmeyesin. Bu bir nevi kendini düşünmek olur ki, Allah da bundan memnun olmaz. Sen Allah'a önce kocanın yaptığı hizmetleri kabul etmesi için dua et ki, muzaffer bir komutan olarak dönsün veya şehitlik mertebesine ulaşsın. Sevgili Naciye! Bir kere düşün. Bu baş, öyle ki senin
her zaman çok yakışıklı dediğin bir baş; bu vücudun, öyle ki senin göz önünde melekler kadar masum ve bütün askerlerden daha heybetli olan bu vücuttan koparılmış, kanlar içerisinde şehit olmuş. Bundan daha büyük bir mazhariyet var mıdır? Hayat kısa, ölüm ise mukadderdir. Öyleyse ölümden korkmak niye? Bir kimse rahat yatağında ölmektense, şehit olarak ölmeye niye gayret etmesin? Hâlbuki şehitlik mutlak ölüm-yokluk değildir. O, yeni bir hayata, hem de ebedi bir hayata kavuşmaktır.”(8) 1-Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 1, Remzi Kitabevi, İstanbul 1970 2-Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul 1989 3-Kenan Aksu, İngiliz Gizli Belgelerinde Enver Paşa, Çatı Yayınları, İstanbul 2007 4-Abdullah Recep Baysun, Türkistan İstiklal Hareketleri ve Enver Paşa, Turan Kültür Vakfı, İstanbul 2001 5-Dr. Yusuf Gedikli, Enver Paşa Nutukları, Makaleleri, Bazı Beyannameleri ve Mektupları, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul 2006 6-Kenan Aksu, İngiliz Gizli Belgelerinde Enver Paşa, Çatı Yayınları, İstanbul 2007 7-Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa Cilt 3, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972 8-Dr. Yusuf Gedikli, Enver Paşa Nutukları, Makaleleri, Bazı Beyannameleri ve Mektupları, Ufuk Ötesi Yayınları, İstanbul 2006
10
Azerbaycan, Enver Paşa'nın Türklüğe Armağanı ve Tek Başarısıdır Cazim GÜRBÜZ Almanlar'ın Osmanlı ülkesini “Enverland” (Enveristan) olarak nitelemeleri, kaşındaki beyazlığı “cihangirlik alameti” olarak saymaları Enver Paşa'nın müthiş hoşuna gitmiş, gururunu okşamıştır. Almanya safında savaşa girmeye can atmıştır, hesapsız ve kitapsız olarak… Fransız Yazar Benoit Mechin, “Kurt ve Pars” adlı kitabında, Enver Paşa ile Mustafa Kemal Paşa'yi 'Türk Birliği' ülküsü açısından da karşılaştırır ve oldukça sağlıklı ve ilginç sonuçlar çıkarır: “Eski bölgesel antlaşmalar şeklindeki bu İran ve Afgan antlaşmaları politikası Gâzi'nin sonraları girişeceği daha geniş siyasi faaliyetlerin başlangıcı idi. O, bir hayal peşinde idi. Yalnız İran ile Afganistan değil, Rus Azerbaycanı'nı, Rus ve Çin Türkistanlarını içine alacak 80 milyon nüfuslu Türk Birliği'ni kurmak istiyordu. Bir gece Çankaya'da bir davette özel dostlarına şöyle diyordu: 'Bir gün dünya, Asya yamaçlarında uyuklamakta olan bu görünmeyen imparatorluğun uyandığını ve harekete geçtiğini gördüğü zaman hayretten donup kalacaktır. Bu yeni imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğu gibi karma karışık ve yamalı bir şey değil, fakat hayali güç olan bir şekilde, aynı ırktan milletlerin oluşturacağı bir birlik görünümü arz edecek ve Türkiye de meydana getirdiği eserinin getirilerinden bir şey yitirmeden onunla birleşebilecekti. Tabiatıyla bu hayal, bugün, hatta yarın da gerçekleşmeyecekti.' (…) O zamana kadar Türkiye, başa geçebilecek seviyeye gelmeli ve teşkilatı kuracak ve rehberlik edecek kudrette olmalı idi. Oysa Enver Paşa da böyle bir hülya peşinde koşmuştu ve bir bakımdan bu hülyanın kurbanı olmuştu. O uzak bölgelerin ne kadar dayanılmaz bir cazibesi olmalı idi ki Mustafa Kemal'in de kafasına girmişti. Aslında o, bu hülyaları aşağılamıştı. Şimdi o da… Nefret ettiği rakibi Kafkaslar mağlubu bunu ona miras bırakıyordu adeta. Fakat Enver'de romantik bir coşkunluk olan bu hülya, Atatürk'te olumlu ve uygun bir görüş halini almıştı. Enver Paşa, zaman ve mesafe kavramından habersiz olarak yirmi yaşında bir delikanlının
11
baloya koşması gibi hezimete koşmuştu. Gâzi bu kadar düşüncesizlikten pek uzaktı. O, ne zamanı, ne de mesafeyi ihmal ederdi. Ve o kadar uzak bir geleceğe gömülmüş olan imkânlar içinde günün gerçeklerini feda edemezdi. Onun şimdilik yapabildiği şey, çok söz etmeden bu mesele üzerinde sürekli kafa yormak ve yolunu tespit etmek için ilk işaret flamalarını sıralamaktı. (…) O vaktiyle İttihat ve Terakki devrinde 'Yeni Turan', 'Türkleşen Türkiye', 'Yeni Türkler' gibi şeyleri duydukça omuzlarını kaldırmamış mıydı? O adamlar böyle anlamlı sözlerle ne demek istediklerini biliyorlar, fakat bunu Türklüğün labirentlerinde arıyorlardı. Oysa o, Türklüğün nasıl m e yd a n a ç ı k a r ı l a c a ğ ı n ı b i l i yo rd u . Bu , labirentlerden çıkmakla olacaktı ve Gâzi bu suretle Yeni Turan'ın ne olduğunu yurttaşlarına gösterecekti.” Evet… Enver Paşa yürekli, yiğit ve ülkücü bir adam, hepsi o kadar… İyi bir asker ama iyi bir kurmay değil… Devlet adamı hiç değil… Hak etmediği mevkilere çok genç yaşta geliyor, yanlış üstüne yanlış yapıyor… O yanlışlardan en vahimi de bizi paldır küldür 1. Dünya Savaşı'na sokmasıdır. Bazıları şunu diyorlar: “Emperyalizm, 'hasta adam' Osmanlı'yı paylaşmayı kafasına koymuştu. Biz harbe girmiyoruz diyemezdik, kendimizi korumamız için bu şart ve elzemdi”. Bu saptamanın ilk tümcesi doğru, sonrası yanlış… Girerdik ama öyle paldır küldür, Hükümet Başkanından bile saklayarak Alman Savaş gemileri Göben ve Bröslav'ı (Yavuz ve Midilli) bir tertiple Karadeniz'e sokup Rus limanlarını topa tutturarak değil, dikkatli adımlar atarak, ince hesaplar yaparak… Öyle paldır küldür ve “ip üzengi, tahta kılıç” girmişizdir ki o savaşa, Almanlar'ı Ruslar'la savaştıkları kendi cephelerinde biraz daha az kuvvetle karşı karşıya bırakmak uğruna, o kış kıyamette Sarıkamış Harekatı'na kalkışmışızdır. Sarıkamış Harekatı… O coğrafyayı karış karış bilir bu satırların yazarı. Dedesi Sarıkamış'dan yaralı dönebilmiş bir Gazi idi. Ondan dinlediklerini ve okuduklarını (hem de ne okuma sayfalarca, ciltlerce), öykü olarak, şiir olarak, oyun olarak, makale olarak yazıp durmuştur yıllardır.
Sarıkamış askeri açıdan tam bir fiyaskodur… Enver Paşa cesaret örnekleri vermiştir o harekatta, bölüklerin bile başına geçip askeriyle birlikte savaşmıştır. Ama bütün bunlar Ruslar'ın dediği o “mareşal kış”a yenilmemizi önleyememiştir ve sonuçta 80 bin Türk çocuğunu feda etmişizdir. Enver Paşa bu yenilginin konuşulup yazılmasını yasaklamış, saklamış, sansürlemiştir. Mustafa Kemal Paşa gibi merak edip soranlara da “Biraz harp ettik o kadar… Orada ölmeseler köylerinde yoksulluktan ve hastalıktan zaten öleceklerdi” demiştir.
Bazıları “E canım Sarıkamış tamam da, Çanakkale'de harikalar yarattık, sonuçta Başkumandan vekili Enver Paşa değil mi, onu niye onun hanesine yazmıyorsunuz?” derler, bu da doğru değildir. Neden? Çünkü Enver Paşa Çanakkale Savaşı'nın planlama aşamasında olsa da, icra safhasında yoktur, o harbin yıldızı, zorla, kerhen görev verdiği Mustafa Kemal'dir. 1. Dünya Savaşı'nın bir zaferi daha vardır. Irak cephesinde Kut-ül Amare'de İngilizler'i yendik. Hem de ne yenme, 13 general, 481 subay, 3000 İngiliz, 7000 Hintli, beyaz teslim bayrağı çekti. İngiliz Devlet-i Fahimesi kumandanı olan General Tovnshend de tutsaklar arasındaydı. Bu zaferi kazanan da Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa'dır. İlhan Selçuk tarafından belgelere ve Halil Paşa'nın
yaveri olan kahramanının anılarına dayanarak yazdığı “Yüzbaşı Selahattin” romanında bu zaferin tüm gerçekleri vardır. Yani buradan da Enver'e bir pay veremeyiz. 1. Dünya Savaşı'nda başka zaferimiz var mı? Var elbet, Mustafa Kemal Paşa, Rusları yenip Muş ve Bitlis'i geri aldı. O bunları yaparken Enver Paşa, Almanlar'ın hoşuna gitsin diye Türkiye ile sınırı bile bulunmayan Galiçya'ya asker gönderiyordu. O Galiçya şehitleri, tutsakları, onlar korkunç bir dramdır. Ne işimiz vardı bizim Galiçya'da? Enver Paşa'nın sevap hanesine yazacağımız tek askeri başarı ve ileri görüşlülük, harbin son aylarında Kafkas İslam Ordusu'nu kurdurarak, Azerbaycan'ı; müttefikimiz Almanlar'a ve İngilizler'e rağmen Bolşevik-Ermeni işgali ve zulmünden kurtarıp, orada sahipsiz ve köksüz bir biçimde kurdurulan Azerbaycan Cumhuriyeti'ni sağlam bir köke kavuşturmasıdır. Bu ordunun başında o olmasa da, fikir ve planlama onundur. Kafkasya'ya dönük olarak “Türk Sıhhı Misyonu” adında bir komite kurdurmuştu. Azerbaycan'ın Türk Birliği'ne açılan kapı olduğunun bilincindeydiler İttihatçılar. 6. Ordu Kumandanı olan Halil Paşa, Enver Paşa'nın yönergesiyle, Musul'dan Topçu Teğmen Muzaffer Bey başkanlığında bir heyeti Kafkas'a gönderdi. Muzaffer Bey'in verdiği rapor ve bölgeden İstanbul'a gelen heyetlerin aktardığı bilgiler dikkate alınarak, oraya Osmanlı Ordusu'ndan ayrıymış görüntüsü verilen bir özel ordunun teşkil edilip gönderilmesi kararlaştırıldı. “Kafkas İslam Ordusu” adı verilen bu ordunun başına, iki rütbe birden atlatılan Nuri Paşa getirildi. Nuri Paşa, üvey k a rd e ş i y d i E n v e r Pa ş a ' n ı n … C e p h e kumandanlığına ise amcası Halil Paşa getirilmişti. Enver Paşa, bu harekât sırasında Almanlar'ı ustaca idare etmiş, onlara diplomatik çalımlar da atmıştır. Sözgelimi bir yandan Nuri Paşa'ya telgraf çekip “Derhal harekâtı durdurun” demekte ve bu telgraf metinlerini Almanlara göstermektedir. Fakat el altından Halil Paşa ve Nuri Paşa'ya “Durmayın, ilerleyin, Bakû'yu mutlaka alın, Almanları ekarte edin” diye buyruk vermektedir. Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan'ı boydan boya geçip 15 Eylül 1918 sabahı Bakû'yu teslim aldı. Harekat durmadı, Dağıstan'a doğru gelişti, Dağıstan da alındı ve orada da Kuzey Kafkas Cumhuriyeti kuruldu. Kafkas İslam Ordusu ile ilgili Dr. Mustafa Görüryılmaz tarafından yazılmış değerli bir kitap bulunmaktadır. Bu kitap her Türkçü'nün
12
kitaplığında olmalıdır bence. Kafkas İslam Ordusu, Enver Paşa tarafından teşkil olunup bu harekat yapılmasaydı, Azerbaycan Cumhuriyeti bir geçici heves olarak kalırdı, bazı devletler tarafından asla tanınmazdı. 1920 yılında Azerbaycan'ı alan Sovyet yönetimleri de, Azerbaycan diye bir ülkenin varlığını asla kabul etmezlerdi, “Azerbaycan bir ülke ve devlet adı değil, bir coğrafya adıdır. Burada Rusya egemenliği öncesinde hanlıklar vardı” derlerdi. Bunu diyemediyseler, bu, Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa'nın bu bağlamda gösterdiği öngörü ve kararlılık sayesinde olmuştur. Kafkas Seddi Yıkılmalıydı… Azerbaycan, Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa, Halil Paşa deyip de şu “Kafkas Seddi” konusuna değinmemek olmaz. 1920 yılında, Kafkas Seddi'nin yıkılmasında, amcası Halil Paşa kadar, Enver Paşa'nın da katkıları olmuştur, çünkü Enver Paşa Moskova'daydı o sıralar, Sovyetler'le ilişkileri de çok iyiydi. Halil Paşa, Bekirağa Bölüğü'nden İttihatçılar tarafından kaçırıldıktan sonra, Sivas Kongresi çalışmaları içinde bulunan Mustafa Kemal Paşa'nın yanına gider, görev ister. Kongrede İttihatçılar aleyhine bir hava esmektedir, Halil Paşa'nın orada durması sakıncalıdır. Mustafa Kemal Paşa, Azerbaycan'a gitmesini ister, görevi, Azerbaycan devlet yetkililerini Rus Sovyet Cumhuriyeti yani Lenin'le işbirliğine ikna etmek olacaktır. Çünkü orada, yani Kafkas'da; Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan'ın oluşturduğu bir “Kafkas Seddi” vardır. Bu Seddi oluşturan ülkeler İngiliz yanlısıdırlar, İngilizler, Sovyetler'le işbirliğimizi önlemek için bu seddi kullanmaktadır. Bu set yıkılmalıdır. Yıkılmalıdır ki, Sovyet Şura Hükümetleri bize yardım edebilsinler ve dünyadaki yalnızlıklarına bir sınırdaş müttefik bularak son vermiş olsunlar. Bazıları “Halil Paşa, Azerbaycan'ı Lenin'e sattı” derler. Bu işin aslını ve Halil Paşa'nın Azerbaycan'daki çalışmalarını Taylan Sorgun'un değerli eseri “Bitmeyen Savaş”ı okuyarak öğrenebilirler. Sonuçta 27 Nisan 1920'de Bolşevik 11. Kızılordusu Azerbaycan'a girer. İngiliz yanlısı ve Mustafa Kemal'le işbirliğine soğuk bakan Müsavat Hükümeti gider. Yerine Neriman Nerimanov gelir. Gürcistan'daki yönetim de değişir. Ermenileri ise, biz bu yandan onlar o yandan vurarak birlikte hallederiz, böylece Kafkas Seddi yıkılmış olur. Bu sayede biz hem Sovyetler'den, hem
13
Azerbaycan'dan dünyanın yardımını alırız. Mustafa Kemal Paşa'nın borç talebine “gardaş gardaşa borç vermez el tutar” diye karşılık veren Nerimanov'un yaptığı yardımların tüm ayrıntısını, Hüseyin Adıgüzel, “Nerimanov” adlı eserinde yazmıştır.
Milliyetçi kesimler, daha sonra Türkiye'ye sığınan Müsavatçılar'ın etkisiyle Nerimanov'u “hain”, Resulzade'yi baş tacı etmişlerdir, yanlıştır, ikisi de başımızın tacıdır. Zaten onlar eski dostturlar. Resulzade, yaşamını, eski savaşım arkadaşları Stalin ve Nerimanov'a borçludur. (Bu yazdıklarımın ve o yılların Azerbaycan'ında olup bitenlerin gerçek ayrıntılarını merak edenler İldeniz Kurtulan'ın “Amcam Hamlet” adlı kitabını okuyabilirler). Atatürk, Azerbaycan'da bir komünist yönetim kurulmasına, Azerbaycan'ın bağımsızlığı koşuluyla ve zorunlu “evet” demişti, Ruslar uzun yıllar buna uydular da, fakat zaman sonra, bağımsızlık gitti. Bu bağlamda ayrıntı isteyenlere de bir değerli yapıt önerebilirim: Dr. Mehman Ağayev'in “Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Azerbaycan İlişkileri”. Çıkışı Efsane, Sonu Destan… Ruslar'ın Mustafa Kemal'in başarısız olması olasılığına karşı, “elde bir” olarak, Sakarya Savaşı sonuna dek tuttukları Enver Paşa'yı, Sakarya Savaşı kazanılınca atarlar bir kenara. O da Anadolu'ya geçmek üzere beklediği Batum'dan tam ters yöne doğru, Türkistan'a döndürür rotayı. O da bir maceradır, hazırlıksız ve sonu düşünülmeden… Ve o bilinen acı son… Kahramanca şehit düşer Enver Paşa… Şehadet haberi Ankara'ya ulaşır. Mustafa Kemal Paşa haberi duyunca, yıllarca çekişip çeliştiği bu eski arkadaşı için çok üzülür, uzun uzun uzaklara bakar mavi gözleri ve der ki: “Çıkışı efsane, sonu destan, bu ikisinin arasını da tarihe bırakalım…” Enver Paşa'yı bu cümle içinde düşünmeliyiz…
''Atatürk Milliyetçiliği'' Samed KOCADEMİR
B
u başlığı görenler içeriği okumadan beni hedef tahtasına oturtacaklar, eminim ilk görüşte küplere binceklerdir. Ancak anlatmak istediğim kavram kargaşasıdır. Atatürk'ün milliyetçi oluşu herkesçe bilinmekte. Tartışma konusu ise o milliyetçiliğin sınırlarıdır. Yani hangi milliyetçilik sorusunun cevabıdır. Milliyetçilik 20.yüzyılın en önemli ideolojisidir. Osmanlı devleti'nin son dönemlerinde yaşananlar milliyetçiliğin devlet ideolojisi olmasını zorunlu kılmıştır. Osmanlı topraklarında yaşayan farklı etnik unsurların birer birer ayaklanması Türk milliyetçiliğinin hızla yayılmasına zemin hazırlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk yaşanan olayların sonucunda geçmişte yapılan hatanın farkına vardığını ve hatanın neden kaynaklandığını ise 20 Mart 1923'de Konya'da yaptığı açıklamayla dile getirmiştir; ''Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli toplumlar, hep millî inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle kendilerini kurtardılar... Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş.'' Atatürk Milliyetçiliği kavramı 1980 darbesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1982 Anayasasında yer bulmuştur. Ortaya çıkış sebebi ise Atatürk'ün anladığı milliyetçilik anlayışı yada Atatürkçü milliyetçilik anlayışı diye tanımlanan dil, tarih, kültür ve ülkü birliğine dayanan tanımı diğerlerinden ayırma çabasıdır. Diğer tanımlar ise dil, tarih, kültür ve ülkü birliğinin yanısıra din birliğini esas alan Türk-İslam sentezi ve dil, tarih, kültür ve ülkü birliğinin yanısıra ırk birliğinide esas alan Türkçü tanımdır. Atatürk Milliyetçiliği rahmetli Prof.Dr.Turhan Feyzioğlu'nun önerisiyle ortaya çıkmış bir kavramdır. Turhan Feyzioğlu bugün Türkiye Barolar Birliği başkanlığı görevini yürüten Metin Feyzioğlu'nun dedesi ve manevi babasıdır. Turhan Feyzioğlu darbe döneminin tartışmalı isimlerindendir. Başbakan yapılmış, ardından karar geri çekilmiştir.
ATATÜRK DİYOR Kİ; ''Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.'' ''Ben her şeyden evvel bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Türk birliğinin, bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.'' Şimdi biz kime inanacağız ? Atatürk'ün kendisine mi ? Yoksa Turhan Feyzioğluna mı ? Rahmetli Turhan Feyzioğlu büyük bir yanlış yapmış Kenan Evrende o yanlışa sahip çıkmıştır. İşte bu hatalar yüzünden Türk gençliği birçok konuda olduğu gibi bu konuda da kavram kargaşasayıla boğuşmakla meşgul. 21 yıldır bu tartışmalar devam ediyor. Bir 21 yıl daha tartışırız biz...
14
Yolların Sonu Üzerine Çözümleme Denemeleri (3) Yunus Emre Uyar Bir önceki yazıda Nihal Atsız'ın Yolların Sonu şiirinin ilk üç dörtlüğünden hareketle bir içerik çözümlemesinin yapılmasından sonra bu yazıda şiir, bazı dış yapı özellikleri açısından ele alınacaktır. Nihal Atsız'ın metinlerinde en dikkat çeken özelliği kullandığı dildir. Şair, her ne kadar bir makalesinde ilkelerini sıralarken “Arınmış Türkçeciyiz” demiş olsa da devrinin yaşayan Türkçesinin örneklerini verdiği görülür. Sözgelimi şiirde “anı” sözcüğünü değil, “hatıra” sözcüğünü seçmiştir. Buna ölçüyü yakalama amacı neden olmuştur denebilir. Oysa ki, “hayal”, “arzu” gibi sözcükler de buna örnek gösterilebilir. Ancak Türkçe kökenli sözcüklerin, şiirin çok büyük bir bölümüne egemen olması bir rastlantıdan öte bir kastı gösterir. O da Türkçe kökenli sözcüklere öncelik verme amacıdır. Onun için “Türkçe'yi olabildiğince öz halinde kullanmaya çalışmışsa da şiir dilinin birtakım gerekliliklerinden dolayı az da olsa ödün vermiştir” demek yerinde olur. Onun arı Türkçe amacının en işlevsel yanı herhangi bir zorlamaya başvurmamış olmasıdır. Şiirinde kendisinin türettiği ya da yeni türetildiği halde toplumca kabul görmeyen sözcükleri kullanma takıntısı yoktur. Onun için “ölçülü bir özleşmeci” denmesi başat dayanağını buradan alır. Şiir, altı adet dörtlük biçiminde oluşturulmuştur. Bu haliyle gelenekli Türk halk yazınının en belirgin özelliklerinden birini göstermek kaygısı açıkça görülür. Ne de olsa Nihal Atsız'ın düşünce evreninin kaynaklarından biri de yüzyıllarca “yüksek” zümrenin baskısı altındaki yazına sırt çevirip kendi içinde kendi yazınını sürdüren halktır. O, oldukça değer verdiği bu halk tavrını diriltmek üzere şiirinde böyle bir yola başvurmuş olabilir. Ne de olsa şair her şeyden önce bir milliyetçidir ve evrenselci bir zümreye karşı ulusal kalan halktır. Uyandırılması gerekir. Şiir 7+7=14'lü hece ölçüsüyle yazılmıştır. Bilindiği üzere heceye dayanan şiir ölçüsü düzeneği Türkler'in ulusal ürünüdür. İslamlık'la birlikte Türk şiirini –özellikle Divan şiirini- saran, hatta çoğu yerde halk ozanlarına da bulaşan aruz modası ulusal bir bakış açısı için çoğu kez karşı durulması gereken bir değer olarak görülür. Bu aruzun yalnızca köken itibariyle “Türk” olmamasından kaynaklanan bir karşı duruş değil, bugün için de
15
birçok kaygıyı içeren bir tepkidir. Bunun için Ömer Seyfettin'in ilgili yakınmaları yerinde örneklerdir. O, her şeyden önce dilin Türkçeleştirilmesini amaçlayan bir aydın olarak aruz kalıbının birçok Türkçe sözcüğü şiirdeki kullanımın dışına ittiğini söyler. “Anadolu”nun adını, “sevişebilecek miyiz?” sorusunu bile şiirden dışlamasından yakınır. Ne de olsa aruz ölçüsü hecelerin sayısına değil, açıklığına kapalılığına dayanan bir dizgedir. Arap, Fars ekinlerinin bir ürünü olarak o ekinlerin dilleriyle akrabalığı bile bulunmayan bambaşka bir dili olan Türkçe'ye uymayan ama kendi koşullarının gereklilikleri olan birtakım özelliklere sahip olması onu Türk şiiri için uygun olmaktan çıkarmaya, ulusal bakışları da onu dışlamaya itmiştir. Nihal Atsız'ın fikir babası olarak gösterilebilecek olan Ziya Gökalp de çok öncesinden şu dizelerle seslenmişti: “Aruz sizin olsun hece bizimdir. / Halkın söylediği Türkçe bizimdir. / Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir. / Değil bir mana üç ada muhtaç.” Bu dizelerde Gökalp'in de dilin Türkçeleşmesiyle ölçünün Türkleşmesi arasında kurduğu bağ görülebilir. Nazım birimi olarak ulusal halk yazınını diriltmeye yönelik çaba, ölçü söz konusu olduğunda da Atsız'da görülür. Şiirin nazım biçimiyle, nazım birimiyle, ölçüsüyle, uyak örgüsüyle bilişsel ve duyuşsal bir bütün oluşu akla getirildiğinde Atsız'ın yaklaşımının doğallığı ortaya çıkar. Nihal Atsız'ın “Yolların Sonu” adlı şiirinden alınan örnek birimlerin gerek içerik, gerekse dışarık açısından çözümlenmesi denemeleri bu yazı dizisinin ilk bölümünde öne sürülen varsayımları destekler sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kendi kişiliği gibi şiirinin de ana özelliği ulusal olmak olan ozanın ele alınan ürünü ülkücü düşünce evreni çerçevesinde tarihin her dönemindeki ulusal şiirin başat özelliklerini yansıtmaktadır. Bundan sonra da Atsız'ın şiirlerinin toplumsal gerçekliği ve birtakım özelleşmiş konuları yorumlamak üzere yardımcı kaynak olarak kullanılması önerilebilir.
Ulusalcılara Kin Gütmek Türk Milliyetçiliğinin Gereği mi?* Afşar Zeybekoğlu Şimdilerde, okuduğum yazılarda ulusalcı denen grupla bir hesaplaşma modası görüyorum. Onlar geçmişte ülkücülerle çatışırken ne olmuş da bugün vatansever olmuşlar? Soru haklı fakat tepkisel. Ulusalcılarla aramızdaki farka değinenlerin tamamının referansı din. Bu milletin inancına saygısız adamların nasıl milliyetçi sayılacağı sorulup duruluyor. Bu mantık, milliyetçiliğin geçmişte dincilikle ifsat edilmesinin sonucundan başka bir şey değil, kimse kusura bakmasın. Dini siyasi platformda kullanmak milliyetçilere yaramadı. Ya seçmenlerini, gönüldaşlarını tarikatlara cemaatlere kaptırmalarına sebep oldu ya da birer Taliban gibi anılmalarına ve sözlerinin ciddiyetini kaybetmesine. Bugünün ulusalcılarının bir kısmı geçmişte gerçekten ajanlık, kışkırtıcılık yapmıştı, doğrudur. Bugünkü ulusalcıların geçmişte enternasyonalist olduklarını da biliyoruz, o da doğrudur. Sorun bugünkü millî çıkmaza nasıl baktıklarıdır. Sorun bugünkü millî çıkmazda devletimizin yapısını Atatürk'ün kurduğu şekliyle savunup savunmadıklarıdır. Bugün kıdemli ülkücüler, geçmişin acı hatıraları üzerinden ulusalcıları yerden yere vuruyor. Ulusalcılardan uzaklaşmak kindarlıktan dolayı mazur görülebilir. Mesele onlardan uzaklaşırken şu millî mücadele esnasında kimlere yakınlaştığımızdır. Durmaksızın Arapça terimlerle, Arap tarihinden atıflarla kendi kendimize iman tazelememiz milliyetçiliği nereye götürüyor? Bugün milliyetçiliğin yaygın tonu dinci ve Arapçı, gene kimse kusura bakmasın. Milliyetçi denen kitlenin büyük kısmı, aynen dinciler gibi dinini her an kaybetmek korkusu yaşıyor ve ağzını her açtığında milliyetçiliği bir tür dini fanatizm gibi gösteriyor. Dinden durmadan bir tür “ülkü”, “ideoloji” gibi bahsetmek ne dini ne de milliyetçileri bir yere getiriyor. Sadece milliyetçileri, adları “Türk” olan Talibanlar gibi gösteriyor o kadar. Ulusalcılar lâik bir Türkiye'yi savunuyor ya milliyetçiler?
Ulusalcılar artık Türk tarihine ilgi duyan, Türk kültürünün derinliğine hayranlık besleyen, Türk olmakla iftihar eden, aynı ideolojiyi belki şimdi bile paylaşmakla birlikte etnik ırkçıları reddeden insanlar. Ulusalcıların böyle insanlar olmadıklarını “aslında” Türk düşmanı dinsiz insanlar olduklarını ispatlamaya çalışmak basit bir kindarlıktan öte Eğer illâ Müslümanca düşüneceksek- açıkça suizan. Elinde Türk bayrağıyla ağzında Türk adıyla dinci enternasyonalizmin baskısına karşı, Ermeni yalanlarına karşı, etnik ırkçılığın fesadına karşı duran insanları, bitmez tükenmez bir kindarlık ve dindarlıkla “fasık”, “dinsiz” vs. gibi görmeye çalışmak hiç kimseye fayda getirmez. Milliyetçiler insanları sürekli dinli/dinsiz diye sınıflandırırken yaptıkları işin Talibanlıktan, softalıktan, yobazlıktan pek de farklı olmadığını artık bilmelidirler. Türk milliyetçileri, Türk'ün bekasını, refahını ve hürriyetini yani hayat, mülkiyet ve hürriyetini düşünürken bunları savunan başka insanların dindarlığını veya imanını, dinciler gibi sorgulayıp durmaktan vazgeçmelidir. Türk milliyetçiliği sadece Müslüman Türk'ün değil bütün Türklerin beka, refah ve hürriyetini düşünmektir. Türk milliyetçiliği, Türk dışındaki Müslüman kavim veya milletleri Türk gibi düşünerek onların işleri için endişelenmek değildir; bunu yapanlar zaten ümmetçilerdir, siyasal İslâmcılardır, dincilerdir. Zaten hiçbir Müslüman topluluk da bizim onları onlar gibi benimseyip benimsemediğimizi umursamamakta…. Artık söylemlerde dini motiflerden daha doğrusu Arap özentiliğinden vazgeçilmelidir. Artık “ulemaya”, “şeyhe”, “seyyide” vs danışarak Türk olmaya çalışmaktan vazgeçilmelidir. Artık hayatın, din profesyonellerine itaat ve biatle yaşanacak bir şey olduğu kanaatinden vazgeçilmelidir. Ulusalcıların yaygın şekilde Marksist oldukları doğrudur. Ulusalcıları eleştireceksek onları savundukları ideoloji ile eleştirmeliyiz. Peki, bu yapılmakta mıdır? Hayır! Onlarla aynı Marksist kalıplar ve terimler her gün kullanılarak onları dindar olup olmadıklarıyla yargılamak gibi bir
16
garabete düşülmektedir. Ve fakat içinde bulunduğumuz şartlarda, artı ölçü, günün ne kadarında tespih çekilip Araplara ne kadar hayran olunduğu veya hangi tarikatta daha fazla zikre durulduğu değil. Artık Arapça konuşarak dincilikle Türklüğü mütemmim cüz haline getirmeye çalışmak taassubuna “Türk İslâm” deyip de toplumu kucaklayabileceğimizi sanmaktan vazgeçmeliyiz. Artık devir Türklüğü kendi, tarihimizden, kültürümüzden daha önemlisi kendi aklımızdan seyyitlerin, şeyhlerin, cemaatlerin güzelliklerinin insafına terk etmek devri değildir. Devir, Türk adının, vatanının ve bayrağının müdafaası devridir. Devir milletin bekası, refahı ve hürriyeti için mücadele eden herkesin birlik olması devridir. Bu devirde Türk milliyetçilerinin hiç kimseyi hele dinciler gibi tefrik etmek, suçlamak lüksü yok. Türk milliyetçileri kendilerine artık şunları sormalıdır: “Türk” diyen ( Türk İslamcılara göre)“dinsizleri”
uzaklaştırmak Türk düşmanı dincileri ve etnik ırkçıları güçlendirir mi güçlendirmez mi? “Türk” diyen solculara kin gütmek bize gerçekten huzur verir mi? “Türk” diyen insanları dinsiz diye reddederken Tü r k ' e z e r re c e s e v g i b e s l e m e y e n b a z ı Müslümanlarla din kardeşi olmak Türk milliyetçiliğiyle bağdaştırılabilir mi? Türk'ün bekasının, refahının ve hürriyetinin din istismarıyla tehdit edildiği bir devirde dincilerle aynı terimleri kullanmanın ve vatansever insanları dinciler gibi dışlamanın sadece dincileri tasdik etmek olduğu artık anlaşılmalıdır. Türk adını savunmak farkımızı reddetmek değildir. Farkımızdan dolayı Türklüğün diğer unsurlarını kinle ve öfkeyle dışlamak Türklüğü önceleyen hiç kimseye yakışmaz. Ne mutlu “Türküm” diyene! haberiniz.com, 08 Mayıs 2013 * Bu yazı, saygın yazar Afşar Zeybekoğlu'nun özel izniyle siz ULUKAYIN okurları için alıntılanmıştır…
Her sözün ararsan vardır Türkçesi... Ziya Gökalp
Kültür Kültürel Adres Abonelik Abone
: : : : :
Ekin Ekinsel Bulunum Sürdürüm Sürdürümcü Hazırlayan : Çağan Soykan
17
Türk Hukuk Devrimcisi : Mahmut Esat Bozkurt Ahmet Gençal
G
azi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletini iki kez kurtaran bir liderdir. Birinci olarak Kurtuluş Savaşı sırasında uçurumun kenarındaki Türk milletini, Batı sömürgeciliğinin kanlı pençelerini parçalayarak kurtarmıştır. İkinci olarak da Kurtuluş zaferini taçlandırmak için gerçekleştirdiği Türk devrimi ile Türk milletini kendisini çepeçevre saran cehalet ve bağnazlıktan kurtarmıştır. Atatürk, hem savaş alanlarında hem de siyaset meydanında Türk milletinin kurtuluşunu sağlarken etrafında asker-sivil pek çok kimse bulunmaktaydı. Bunlardan bir tanesi de özellikle devrimler sürecinde hukuk alanında yapılan yeniliklerde Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşı olan ve getirilen pek çok yeniliğin mimarlarından olan Mahmut Esat Bozkurt'tur. Bu çalışmamızda öncelikle Mahmut Esat Bozkurt'un yaşam öyküsünü genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız. Ardından ortaya koyduğu eserleri, Türkiye Cumhuriyetine katkılarını, Türk devrimindeki yerini ve ardından bıraktığı izlenimi irdeleyeceğiz. Mahmut Esat Bozkurt'un Yaşamına Genel Bir Bakış… Mahmut Esat Bozkurt, 1892 yılında İzmir Kuşadası'nda doğmuştur. Babası çiftçilik ve ticaretle uğraşan, bir dönem Kuşadası Belediye Başkanlığı da yapmış olan Hacı M a h m u t o ğ u l l a r ı n d a n H a s a n B e y ' d i r. İlköğrenimini Kuşadası ve “İzmir Yusuf Rıza Mektebi”nde yaptı. “İzmir İdadisi”ni bitirdikten sonra 1908'de “İstanbul Hukuk Mektebi”ne girdi. 1912'de “İstanbul Hukuk Mektebi”nden mezun oldu. Daha sonra ise dayısı Ubeydullah Efendi'nin d e s t e ğ i y l e İ s v i ç re ' y e g i d e re k Fr i b o u r g Üniversitesi'nde Hukuk alanında yeniden lisans eğitimi aldı ve doktorasını 'Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi' adlı tezle yaptı.(1) Bu tezi ile 'Summa Cum Laude' diye anılan onur derecesi ile hukuk doktoru oldu. 1919 yılında İsviçre Lausanne kentinde kurulan Türk Talebe
Cemiyeti'nin başkanlığına seçilmiştir. 15 Mayıs 1919 günü İzmir'in işgalinin ardından da İsviçre'den ayrılıp arkadaşları Şükrü ve Kazım Nuri Beylerle Anadolu'ya geçmiş, Kuşadası bölgesinde Kuvayi Milliye'yi kurarak ulusal savaşıma katılmıştır.(2) 1920 yılında Meclis'e giren Mahmut Esat Bey, 1922 yılında henüz 30 yaşında iken Rauf Bey kabinesinde İktisat Vekili (Ekonomi Bakanı) olmuş ve bu görevi süresince Ziraat Bankası'nın iyileştirimesi, çiftçi-kredi kooperatiflerinin k u r u l m a s ı , e s n a f ö r g ü t l e r i n i n ye n i d e n yapılandırılması, Emlak ve Eytam Bankası'nın kurulması gibi çalışmalara imza atmıştır. Cumhuriyetin ilanından az bir süre sonra 1924 yılında Adliye Vekili (Adalet Bakanı) olan Mahmut Esat Bey, bu görevi sırasında adını Türk tarihine altın harflerle yazdıracağı hukuki devrimlerin mimarlığını üstlenmiştir. Bu görevi sırasında attığı ilk önemli adım Türk Ulusu'nun gerek duyacağı çağdaş Türk hukukçularının yetiştirileceği “Ankara Hukuk Mektebi”ni kurmuş olmasıdır. 1926 yılına gelindiğinde ise Türk Devrimi'nin önemli ayaklarından olan laik ve çağdaş “Medeni Kanun”un hazırlanmasında büyük emeği geçen bir kişilik olarak adını Türk Hukuk tarihine yazdırmıştır. Bu kanun 17 Şubat 1926'da Meclis'den geçmiş, 4 Nisan 1926'da Resmi Gazete'de yayınlanarak 6 ay gibi kısa bir geçiş döneminden sonra uygulamaya konmuştur. Mahmut Esat Bey'in Adliye Vekilliği sırasında Medeni Kanun dışında çağdaş Türk hukukunun temel yapıtaşlarından olan Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, Ceza Muhakemeleri Kanunu, Deniz Ticaret Kanunu, Türk Vatandaşlık Kanunu, İcra İflas Kanunu ve 1930 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıması nedeniyle büyük önem taşıyan Belediye Kanunu uygulamaya konmuştur. Mahmut Esat Bozkurt, 6 yıldır yürüttüğü Adliye Vekilliğinden 1930 yılında istifa ederek, Ankara Hukuk Fakültesi'nde 'Devletler Hukuku', Siyasal
18
Bilgiler Fakültesi'nde 'Anayasa Hukuku' profesörü olarak görev yapmıştır. 1934 yılında ise Atatürk'ün isteği üzerine Türk gençliğine Türk Devrimi'nin hukukunu anlatmak üzere İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi Kürsüsü'nde ders vermeye başlamıştır. Mahmut Esat Bozkurt, yalnızca siyasetle değil, kalemiyle de Türk Ulusu'na büyük hizmetlerde bulunmuş ve 1908 yılından vefat ettiği 1943 yılına kadar kalemini elinden bırakmamıştır. Mahmut Esat Bozkurt, ulusal savaşım yıllarında “Anadolu'da Yenigün” ve “Hakimiyet-i Milliye” gazetelerinde yazılar yazmıştır. Son yıllarında “Yeni Sabah” gazetesinde yazan Mahmut Esat Bozkurt, son yazısı “Yürekler Acısı”nı kaleme aldıktan sonra rahatsızlanmış ve 21 Aralık 1943 günü sonsuzluğa erişmiştir. Son yazısı “Yürekler Acısı” vefat haberi ile birlikte Yeni Sabah gazetesinde yayınlanmıştır. Ölümünün ardından vasiyeti üzerine Selçuk'daki çiftliğinde aile mezarlığında toprağa verilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt, yaşamı boyunca da birçok ölümsüz yapıta imza atmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır: Beynelmilel Bozkurt-Lotus Davasında Türkiye-Fransa Müdafaaları (1927), Osmanlı Kapitülasyonlarına Dair (1928), Türk İhtilalinde Vatan Müdafaası (1934), Türk Köylülerin ve İşçilerin Hakları (1939), Hukuk-u Düvel Yardımcı Talebe El Notu (1939), Devletlerarası Hak (1940), Atatürk İhtilali (1940), Aksak Demir'in Devlet Politikası (1943) Mahmut Esat Bozkurt'un Doktora Tezi Üzerine… Mahmut Esat Bozkurt'un İsviçre Fribourg Üniversitesi'ndeki doktora tezinin de önemli olduğu görüşündeyim. Mahmut Esat Bey'in doktora tez konusu 'Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi' adını taşımaktaydı ve bu tezin sonuç bölümünde Mahmut Esat Bey şu söylemlere yer veriyordu: ‹'Kapitülasyonlar ister tek taraflı, ister karşılıklı anlaşma sayılsın, taraflardan birinin hayati menfaatlerine aykırı düşerse veya tabi oldukları şartlar değişirse tek taraflı olarak ilga edilebilir.'' Mahmut Esat, böylece, Avrupa'nın saygın
19
üniversitelerinden birinde Osmanlı İmparatorluğu'nun kapitülasyonları tek taraflı kaldırma hakkına sahip olduğunu bilimsel bir tezle savunmuş ve kabul ettirmiştir. Kurtuluş Savaşı ve Mahmut Esat Bozkurt 1. Paylaşım Savaşı'nın en hararetli günlerinden itibaren İsviçre'nin hemen her şehrinde sayıları yüzlerle belirtilen Türk öğrencilerin çoğu, sıraları geldikçe askeri görevlerini yapmak için yurda dönmeye başlamışlardır. Geride yalnızca bir avuç Türk genci kalmıştır ve onlar da gelecek emri beklemektedir. Ancak ülkenin duyumsanmaya başlanan aydın kayıplarının önlenebilmesi için Meclis-i Mebusan kabul ettiği bir yasa ile bu gençlerin silah altına alınmasını bir süre askıya almıştır.(3)Mahmut Esat Bozkurt da İsviçre'de kalan Türk öğrencilerindendir. O da İzmir'in işgalinin ardından arkadaşı Şükrü Bey ile artık yurda dönüp Kurtuluş Savaşı'na katılma anının geldiğini düşünmüştür. Venizelos ise, Mahmut Esat ve Şükrü Bey'lerin ulusal savaşımda görev alacaklarından kuşkulanmış, bunu engelleyebilmek için telgrafla Roma'ya haber vermiştir. Venizelos'un bu isteğine karşın iki kararlı yurtsever yurda dönmeyi başarmışlardır. Mahmut Esat Bey, yurda döner dönmez, Demirci Mehmet Efe'nin karargahı olan Nazilli'ye giderek,
durum değerlendirmesi yapmıştır. Bunun sonucunda Mahmut Esat, işgallere karşı Temmuz 1919'da oluşturulan cephenin Kuşadası
bölümünde 120 kişilik milli müfrezenin başına geçmiştir. Mahmut Esat Bey, Kuvayi Milliye hareketindeki görevini bir yıl kadar sürdürmüştür. Bu süre içerisindeki eylemleri hakkında ise çok ayrıntılı bilgiler mevcut değildir.(4) Mahmut Esat Bozkurt'un Milletvekilliği ve İlk Bakanlığı Mahmut Esat Bey, ilk kez 7 Haziran 1920 tarihindeki bir oturumda Meclis'de hazır bulunmuş ve İnönü Utkusu'ndan sonra ise Londra Konferansı'na giden Bekir Sami Bey heyetinde 'murahhas' olarak bulunmuştur. Mahmut Esat, bu dönemde hem cephede savaştığı hem de milletvekilliği görevini sürdürdüğü için 24 Nisan 1924'de Kırmızı-Yeşil İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Mahmut Esat, 1922 yılına gelindiğinde henüz 30 yaşında iken 12 Temmuz'da kurulan ve 4 Ağustos 1923'e kadar görev yapan Rauf (Orbay) Bey Hükümetinde İktisat Vekili (Ekonomi Bakanı) olmuştur. Bu görevini 14 Ağustos'da kurulan Fethi Bey Hükümeti döneminde de sürdürmüştür. Bu
dönemde İzmir İktisat Kongresi'nin toplanmasında Mahmut Esat kilit rol oynamıştır. Ancak İzmir İktisat Kongresi tam olarak istenen sonucu verememiştir. Mahmut Esat tarafından her yıl toplanması planlanan bu İktisat Kongresi bir daha toplanamamıştır. Mahmut Esat, kongrede liberal ekonomik politikaları eleştirerek ''Yeni Türkiye İktisat Mektebi'' adlı bir ekonomik program önermiştir. Ancak kongrede alınan aksi kararlar 1930 yılına dek Türkiye'de uygulanmıştır. Bu durum Mahmut Esat'ın İktisat Vekilliği görevinden ayrılarak, yerini Hasan (Saka) Bey'e bırakması ile sonuçlanmıştır. Mahmut Esat'ın İktisat Vekilliği döneminde İzmir İktisat Kongresi dışında da bazı önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bunlara kısaca değinirsek; Ziraat Bankasında yapılan yenilikler, kooperatif ve korporasyonlar, çiftçi, kredi, sigorta gibi sosyo-ekonomik sorunlarla ilgilenmiştir.(5) Mahmut Esat Bozkurt'un Adliye Vekilliği Mahmut Esat Bey Adliye Vekilli olarak ilk defa Ali Fethi Okyar hükümeti döneminde 22 Kasım 19243 Mart 1925 tarihleri arasında görev almıştır. Daha sonra İsmet İnönü başkanlığında kurulan 4. ve 5. hükümetlerinde de 3 Mart 1924-27 Eylül 1930 tarihleri arasında Adliye Vekilliği görevini sürdürmüştür. Mahmut Esat Bozkurt'un Türk tarihine altın harflerle geçmesini sağlayan etkinlikleri Adliye Vekilliği döneminde gerçekleştirilmiştir. Öncelikle bu dönemde çağdaş Türk hukukçularının yetiştirilebilmesi için Ankara Hukuk Fakültesi açılmıştır. Yine bu döneminde çağdaş Türk hukukunun temelini oluşturan kanunlar bir bir meclisten geçirilmiş, Türk Devriminin Hukuksal ayağı bu sayede tamamlanabilmiştir. Çağdaş Türk devletinin bu çağdaş yasalarını kronolojik olarak sıralamaya kalkarsak sırasıyla şu kanunlar Mahmut Esat Bozkurt'un Adliye Vekilliği döneminde uygulamaya konmuştur: 1-Türk Medeni Kanunu (17 Şubat 1926), 2-Türk Ceza Kanunu (1 Mart 1926), 3- Kabotaj Kanunu (19 Nisan 1926), 4Borçlar Kanunu (22 Nisan 1926), 5-Türk Ticaret Kanunu (29 Mayıs 1926), 6-Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu (18 Haziran 1926) 7-Belediye Kanunu (3 Nisan 1930). Belediye Kanunu ile
20
belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi bu kanuna ayrı bir nitelik kazandırmaktadır. Türk Hukuk Devrimini anlayabilme adına özellikle Ankara Hukuk Fakültesinin açılması ve Türk Medeni Kanunu üzerinde durulması gerektiği görüşündeyim. -Ankara Hukuk Fakültesinin Açılması (1925) Bu fakültenin açılması Türk Devrimi açısından önemli bir gündür. Çünkü; 1-Cumhuriyet ilk yükseköğretim kurumunu kurmuştu. Bir bilim kurumu kurmak dünyanın her vaktinde ve her yerinde önemli bir iştir. Kendini, en yetkili oğlunun diliyle, bilime ve bilim adamlarının telkinlerine dayandıran genç Türkiye için de en belli başlı işti. 2-Devlet merkezi (Ankara) ilk yükseköğretim kurumuna kavuşmuştu. Bilim kurumları yalnızca yüksek bilgi öğretmez, yalnız bilim yapmaz ve bilimi ilerletmez; kurulduğu yeri de yükseltir. 3-Türk Devrimi bu fakülte ile birlikte Atatürk'ün deyişiyle ''mevcudiyetini ve zihniyetini sosyal hayatın temeli olan yeni hukuki esaslarda tespit ve teyit etmek çaresine tevessül' ediyordu. Ankara Hukuk Fakültesinin açılmasının ana sebebi adli teşkilatın yetersizliğidir. Mahmut Esat Bozkurt Adliye Vekili olunca, hakim kadrolarında çok açık bulunduğunu ve hakimlerin çoğunun hukuk mezunu olmadığını gözlemlemiştir. O yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesi yılda 40—50 mezun vermekteydi ve bu mezunlarla bu açıkların kapatılması ve eksikliklerin telafi edilmesi mümkün görünmüyordu. İnkılapçı Mahmut Esat, ihtilaller tarihi dersinin profesörlüğünü de üzerine almıştı. İngiliz, Fransız ve Sovyet Rusya inkılap ve ilkelerini, merkezi Avrupa hareketlerini, Türk ihtilallerini bu fakültede anlatacaktı. Bu ders vasıtasıyla Mahmut Esat'ın da bizzat görev aldığı Ankara Hukuk Fakültesi ilkmezunlarını 8 Temmuz 1932 tarihinde vermiştir.(6) -Türk Medeni Kanunu (17 Şubat 1926) 17 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunun kabul edilmesinde Mahmut Esat önemli bir rol oynamıştır. Bu kanunun tarihi gerekçesi de onun eseridir. 4 Nisan 1926 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan Türk Medeni Kanununun 6 aylık geçiş
21
döneminden sonra kesin olarak uygulamaya konmasını da kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu geçiş süresinin çok kısa olduğunu ileri süren ve İsviçre'de bile 4 yılık geçiş döneminin yaşandığını, din kaynağına dayanan hukuk sisteminin kolay kolay değiştirilemeyeceğini ileri sürenlere karşı, ''Türk Hukukçuları için 6 aylık sürenin yeterli olacağına dair inancını'' belirtmiştir. Kanunun uygulamaya geçişindeki başarı Mahmut Esat Bey'in bu konuda ne kadar haklı olduğunu göstermiştir. Türk Medeni Kanunu ile; kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, evlilikte resmi nikah zorunluluğunun getirilmesi, erkekler için tek eşle evlilik esasının getirilmesi, kadınlara istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanınması, mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, reşit olan her vatandaşın kendi dinini seçmekte özgür bırakılması, Patrikhanenin din işleri dışındaki yetkilerinin kaldırılması gibi önemli adımlar atılmıştır. Ayrıca Türk Medeni Kanunun doğal sonucu olarak ileriki yıllarda kadınlara siyasal alanda da haklar tanınmıştır. Belediye ve muhtarlık seçimlerine katılma hakkı, milletvekili seçme ve seçilme hakkı gibi. Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesinin ardından, Mahmut Esat Bozkurt'un yükseköğrenim yaptığı ve doktorasını aldığı Fribourg Üniversitesi kendisine bir mektup göndererek başarısını kutlamıştır.(7) -Lotus-Bozkurt Davası 2 Ağustos 1926'da Naki Bey Vapurculuk şirketinin Bozkurt yük gemisi ile Fransız bandıralı Lotus yolcu vapuru Midilli Adası kuzeyinde çarpıştı ve Bozkurt gemisi battı. Gemi personelinin 8'i boğularak öldü. Bu olay üzerine Lotus Gemisinin kaptanı Desmons ile Bozkurt gemisinin kazadan kurtulan kaptanı Hasan Kaptan tutuklanarak cezaevine gönderildi. Ayrıca mahkeme Lotus personelini tazminat ödemeye mahkum etti. Fransa ise bu karara itiraz etti ve hapisteki kaptanın serbest bırakılmasını talep etti. Türkiye bu talebi kabul etmeyince iki ülke arasında sorun doğdu. Ancak iki ülke sorunu Lahey Adalet Divanına götürme konusunda anlaştılar.(8)Lahey Adalet Divanına gönderilen bu davada Mustafa Kemal Paşa tarafından Türkiye Cumhuriyetini temsil etmek üzere Mahmut Esat Bey görevlendirildi ve
Mahmut Esat Bey bu davada Türk tezini kabul ettirmeyi başardı. Bu başarısı ile Türk mahkemelerinin ve hakimlerinin hak ve yetkilerinin en medeni ülkelerle bir olduğunu dünyaya kabul ettirmiş oldu. Mahmut Esat bu hizmetinin ödülünü Atatürk'ün kendisine 1934 Soyadı Kanunu ile 'Bozkurt' soyadını vermesiyle almış oldu.
Mahmut Esat Bozkurt'un Adalet Bakanlığından Ayrılması 27 Eylül 1930 tarihine gelindiğinde Mahmut Esat Bey Adalet Bakanlığı görevini bıraktığını duyurmuştur. İsmet Paşa'ya gönderdiği istifa mektubunda ''Türk Milleti ve Türk Devrimi aleyhine olan gelişmeler nedeniyle mecliste ve partide serbest çalışmak' için istifa ettiğini belirtmiştir. Mahmut Esat Bey'in istifasının ardından Anadolu Gazetesi, Mete Tuncay ve Cihan Yamakoğlu ise daha farklı tezler ortaya atmışlardır. Bakanlıktan istifa eden Mahmut Esat Bey milletvekilliği görevini ise ölünceye kadar sürdürmüştür. 1930 sonrası dönemde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesinde, soyadı kanununun yürürlüğe konmasında ve 1935'de mason localarının kapatılmasında önemli roller oynamıştır. Mahmut Esat Bey'in 1931 yılında yazılarıyla masonlara karşı başlattığı kampanya,
bizzat Mustafa Kemal tarafından yönlendirilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt'un masonlar hakkında bilgilenmesi için ona kitaplar veren Mustafa Kemal 'bunu güzelce düşün, bir önerge ile Halk Partisi grup başkanlığına ver, grupta bunlara şiddetli hücum yap ve grupça kapanmasına önayak ol' demiştir. Kemalist iktidarın masonlara karşı yürüttüğü bu etkinliğin sonunda, Türkiye Mason Derneğinin tüm malları Halkevleri'ne bağışlanmış, 1935'te dernek kapatılmıştır.(9) Mahmut Esat Bozkurt'un Kişiliği, Ölümü ve Ardından Söylenenler Mahmut Esat Bozkurt, ilk 'millicilik' ve 'vatanseverlik' dersini daha çocuk yıllarında dedesinin ve ninesinin hasretli ve hararetli gözyaşları ile anlattıkları kaybedilmiş vatan hikayelerinden almıştır. Mahmut Esat'ın kişiliğindeki en derin izleri ise kendi söylemi ile 'milli ihtilal' savaşları bırakmıştır. Mahmut Esat, Milli Mücadeleye düşman nefreti kadar, istibdat ve irtica nefreti ile de girmişti. Onun düşüncesinde, cehalet ve ihanete dayanan istibdat bu ülke ve millete düşmanlardandaha çok kötülük yapmış ve zarar vermiştir. Ülkeyi ve milleti ancak, 'millicilik, medenicilik' kurtarabilirdi. Bu ihtiras ve endişe Mahmut Esat'ın yaşayışında, düşünüşünde, ilişkilerinde, işlerinde ve eserlerinde daima izlerini göstermiştir.(10) Mahmut Esat Bozkurt, 21 Aralık 1943 tarihinde vefat edince, Türk milleti bir büyük değerini daha yitirmiştir. Türk devriminin başından sonuna her aşamasında büyük fedekarlık ve özveriyle görev alan Mahmut Esat Bozkurt, ölümsüz eserleriyle Türk'ün kalbinde aziz bir hatıra bırakmıştır. Yusuf Ziya Ortaç, ölümü üzerine Mahmut Esat'ı anlattığı makalesini şu cümlelerle bitiriyordu: ''İsviçre dağlarından, Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hukuk doktoru, serdengeçti Mahmut Esat Bozkurt, vatan hudutlarından fikir hudutlarına kadar her cephede döğüşe döğüşe, en son, kalem elinde, Allah'ına kavuştu. Bir yanardağı toprağa veriyoruz.'' Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ise Mahmut Esat'ın ardından şu cümleleri yazıyordu: ''Gerçek kişiliği İstiklal Savaşının içinde doğmuş olan Mahmut Esat Bozkurt'un ölümü, bizim için kıymeti düşünülmeye değer bir bilim ve
22
politika adamının kaybı oldu. Adliye tarihimizin son asırlarda en önemli olayı olan Medeni Kanun onun vekilliği zamanına rastlar. Heyecanlı nutukları, nutukları gibi heyecanlı yazıları, siyaset ve fikir tarihimizin vesikaları arasında kalacaktır. Bilim yazıları bile coşkun, cezbeli bir eda taşıyan Mahmut Esat'ın hukuk fakültesinin 19.yıl dönümünde, fakültenin, kendisi Adliye Vekili iken kurulduğu söylenildiği zaman Türk gençliğinin yüreğinden kopan alkışları önünde nasıl ağladığını şu anda hatırlıyorum da, yalnız düşünen değil, fakat yapan insanın ne şekilde ödüllendirildiğini bir kere daha anlamış bulunuyorum. '' Mahmut Esat Bozkurt'ta diğer milli kahramanlarımız gibi bugün her türlü İslamcının, mürtecinin, neo-liberalin, müflis solcunun açık hedefi haline gelmiştir. Bu insanlar, savcı ve yargıçların kendisini karşılamaya gelmesine karşı çıkan ve onların ayağına giden Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un savcılar hakkındaki sözlerini asıldıkları yerlerden indirdiler, kazındıkları mermerlerden sildiler: ''Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da bu davada yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından sizler sorumlusunuz.'' Mahmut Esat Bozkurt, Cumhuriyet'in en büyük kahramanlarından biridir. O, artan görev harcırahlarını bakanlığa geri veren bir ahlak anıtıdır.(11) 1 Mehmet Akzambak, Atatürk’ün Devrimci Adalet Bakanı
3 Mazhar Göknil, Mahmut Esat Bozkurt, Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi, 01-03-1944 4 Mehmet Akzambak, Atatürk'ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1-2, Kastaş Yayınevi, 2005 5 Mehmet Akzambak, Atatürk'ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1-2, Kastaş Yayınevi, 2005 6 Cemil Bilsel, 5 İkinciteşrin ve Mahmut Esat Bozkurt, Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi, 01-03-1944 7 Özdemir İnce, Mahmut Esat Bey Neden Bozkurt, Aydınlık Gazetesi, 7 Mart 2013 8 Dr.MustafaHergüner, Cumhuriyetimizin Başlangıç Yıllarında Denizciliğimize İlişkin Bir İnceleme, 2003 9 Mahmut Esat Bozkurt, Masonlar Dinleyiniz, Kaynak Yayınları, 2005 10 Mehmet Akzambak, Atatürk'ün Devrimci Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt I-II, Kastaş Yayınevi, 2005 11 Özdemir İnce, Mahmut Esat Bey Neden Bozkurt, Aydınlık Gazetesi, 6 Mart 2013
Saygın Fırat Kargıoğlu, 3 aylık bir süredir başarı ile yürüttüğü ULUKAYIN Yayın Kurulu üyeliği görevinden ayrılmıştır. Yerine bu görevi Saygın Ahmet Gençal üstlenmiştir. Görevi süresince ULUKAYIN'a sunduğu emekten dolayı Kargıoğlu'na teşekkür ederiz, Gençal'a yeni görevindeki çalışmalarında üstün başarılar dileriz...
Mahmut Esat Bozkurt I-II, Kastaş Yayınevi, 2005 2 Özdemir İnce, Mahmut Esat Bey Neden Bozkurt, Aydınlık
ULUKAYIN Dergisi Yönetimi
Gazetesi, 5 Mart 2013
REHBERİMİZ TÜRKÇÜLÜK DÜŞÜNCESİ, SON HEDEFİMİZ BÜYÜK TÜRK BİRLİĞİ... 23
Katledebilen Enerji Serkan Akgöz
B
irçoğumuzun bildiği üzere yurdumuzda son yıllarda yenilenebilir enerji konusunda devletimizin birçok projesi hayata geçirilmiştir. Bunlara rüzgâr türbinleri, güneş panelleri, jeotermal ve hidroelektrik santralleri örnek verilebilir. Devletimizin dış ülkelere olan enerji bağımlılığımızı azaltma amacıyla uyguladığı projelerin birçoğunu takdir ediyoruz. Ancak oluşturulan bu yenilenebilir enerji santrallerinden bazılarının doğaya zarar vermesi, bu enerjinin katledebilir olduğunu gösteriyor. Hidro Elektrik Santralleri (HES) için hemen hemen yurdumuzun her bölgesinde 2008 yılı itibariyle ihaleler düzenlendi. İhale sonuçlarıyla bunların yapımlarına başlandı, ancak santrallerin inşaatlarının ve daha sonrasında santrallerin doğaya vereceği zarar yetkililer tarafından düşünülmedi! HESlerin ihaleleri sonrasında başta Karadeniz bölgesi olmak üzere, birçoğunda bölge insanları tarafından protestolar gerçekleştirilmiştir. Bu protestolar jandarma ve polis desteğiyle bastırılmış, inşaatlarla birlikte doğa katliamı başlamıştır.
srknkgz
patlamış ve bu olayın sonucunda toprak kayması ve derin çukurlar oluşmuştur.(2) Patlamanın geç saatlerde gerçekleşmiş olması yaralı ve ölü kaybı yaşanmasına engel olmuştur.5 Kasım 2012 tarihinde Karabük'ün Merkez ilçesinde yapımı süren HES Proje müdürü inşaatın ilerleyen zamanlarında veya inşaat sonrasında yaşanılacak toprak kayması ve su baskınları sonucunda can kaybının yaşanacağını görerek görevinden istifa etmişti.(3)15 Mayıs 2012 tarihinde Giresun'un Dereli ilçesinde yapımı süren HES inşaatında ihmaller ve önlemsizlikler sonucunda yaşanan toprak kaymasında 4 işçi vefat etmiştir.Bu olayda HES ihalelerini kazanan firmaların doğaya ve insana önem vermediğini ispatlamıştır.(4)Temmuz ayının sonlarında Erzurum'un İspir ilçesinde bulunan HES baraj kapaklarının bir anda açılmasıyla nehir yatağının kenarında balık tutmaya çalışan 2 çocuk vefat etmiştir.(5)Ağustos ayının başında Rize'nin İkizdere ilçesinde bulunan Salarha deresinin çalışmaya başlayan santral nedeniyle kurumuş olması doğanın katledilişine bir örnektir.(6) Geçmişte gerçekleşen heyelanlar ve derelerin taşması sonucunda bölgede yaşanan can kayıplarının belki daha fazlasına neden olacaktır.
Karadeniz, denizinden çok ormanlarıyla tanınır. Bu ormanları da irili ufaklı onlarca dere besler. Santrallerin yapım aşamasında oluşturulacak kanallar için kilometrelerce alanda ağaçlar kesilmiş, kanal inşaatları yapılmış ve yapılmaya devam ediliyor. Büyük derelerin kanal borularına hapsedilmesiyle bu derelerin onlarca küçük kolu kurumuştur. Kanal borularına hapsedilen derelerin de ağaçları beslemesinin önüne geçilmiştir. HES inşaatları sırasında gerçekleştirilen doğa eylemleri kolluk kuvvetleri tarafından bastırılmış eylemciler gözaltına alınarak bölge insanı s u s t u r u l m a y a ç a l ı ş m ı ş t ı r. ( 1 ) Y i n e b ö l g e sanatçılarının seslendirmiş olduğu "Diren Karadeniz" şarkısı ulusal basında yer bulmasına karşın yetkililer tarafından dikkate alınmamıştır. Bölgede zaman zaman artan yağış miktarı düşünülmedi.Kanalların artan su şiddetini kontrol edememesi sonucunda 8 Ağustos 2011 gece saatlerinde Trabzon'un Çaykara ilçesinde kanallar
Başbuğumuz Mustafa Kemal Atatürk'ün 1930 yılında köşk inşaatı sırasında bir ağacın kesilmesine karşı çıkıp yaklaşık 5 metre yana çekmesi, Fatih Sultan Mehmet'in "Ormanımda bir dalı kesenin başını keserim." sözü de doğa sevgimize birer örnektir. Daha eski zamanlarda bozkırın göbeğinde yaşayan atalarımız o zamanki inancımız olan Gök Tanrı dinini doğayla bir bütün olarak k a b u l l e n m i ş t i r. B u n u n ı ş ı ğ ı n d a g ö k gürültülerinden, yağmur yağışlarına, yer
24
sarsıntılarına kadar birçok doğa olayını Tanrısal güç olarak görmüştür. Ağaç dikilmesine büyük önem vermiştir, bunu bir yaşam şartı olarak görmüştür. Bu konuyla ilgili olarak ölen kişinin ardından "Bir dikili ağacı olmadan gitti." deyimi örnek gösterilebilir. Yine doğa sevgisiyle ilgili olarak "Yaş kesen, baş keser", "Ağaca beşikten mezara kadar muhtacız.", "Ağaçsız memleket duvaksız geline benzer. " atasözleri de doğa sevgisini gösterir. Santrallerin çalışmaya başladığı 1 yıllık süreç içerisinde yaşanan olaylar ışığında, santral inşaatlarının ve santral çalışmalarının bu bölgede devam etmesi gelecek yıllarda ağaç sayısının gittikçe düşeceğini ve doğal hayatın büyük darbeler a l a c a ğ ı n ı g ö s t e r i y o r .
Bölgedeki santral inşaatları durdurulmalı, çalışan santraller kapatılmalıdır. Yetkililerin derhal bu konuya ilgi göstermesini, yenilenebilir enerji adıyla doğanın katledilmesine engel olmasını istiyoruz. Alıntılar 1-) http://www.sondakika.com/haber/haber-karacam-da-hese y l e m i - 4 7 6 7 1 5 1 / 2 ) http://www.radikal.com.tr/cevre/hes_kanali_patladitarlalari_s u _ b a s t i - 1 0 5 9 2 8 4 3-) http://www.insanhaber.com/insan-ozel/alarm-hes-olumgetirecek-h548.html 4-) http://gundem.milliyet.com.tr/hes-insaatinda-heyelan-4olu/gundem/gundemdetay/15.05.2012/1540656/default.ht m 5 - ) h t t p : / / w w w. b i z u m g a s t e . n e t / h a b e r - 1 0 8 4 1 h e s _ o l u m _ g e t i r d i . h t m l 6-) http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24442300.asp
ULUKAYIN YEŞERİYOR, TÜRKLER BİLİNÇLENİYOR...
25
Çocuk-Oyun-Ekin İlişkisi, Ergenekon Destanı'ndaki Çocuk Üzerinden Bu İlişkiye İlişkin Bir Yorum… Dilek Akıllıoğlu
Toplumsal ve dini olarak ürettiğimiz çocukluk kavramı çoğu kez üzerinde konuşmaya bile gerek duyulmamış bir konudur. Tarihi değerlendirmeye göz atıldığında ise çocuk; “köle”, “büyücü”, “günah keçisi”, “masum”, “yalın varlık” gibi tanımlamalarla nitelendirilmiştir. Başka bir deyiş ile çocukluk egemen olan siyasi, toplumsal ve dini kişiliklerin verdiği yargı ile türetilmiştir. Bu kuramların yerine bilimin çocukluğa verdiği kişilik üzerinden gidilecek olması belki de onun için izlenecek yolun doğru belirlenmesinde başa çıkılmayacak zorluklar yaratmayacaktı. Çocukluk kavramı adına çıkan zorlukları, toplum her zamanki gibi onları anlamak yerine onlarla savaşarak yaptığı için bilimin verdiği ambalaj değiştirilmeye çalışılmış olsa gerektir. Kendi içerisinde bir evren, toplum için bir armağan olarak kabul ettiğimiz bu varlıklar doğanın onlara verdiği malzemeler aracılığı ile iletişimi sağlamaktadırlar. Evirip çevirip, kırıp döküp bu malzemelerden anlamlar üretmektedirler. Piaget ve Mo n t e s o r r i , “a n n e k a r n ı n d a n d ü n y a y a geldiklerinde anlamların var edilmeye başlaması ile
ilgili olarak, temel kavramları kazanan bir çocuk elindeki malzeme ile kendini düzenleyici konuma gelebilecektir” biçiminde yorumlar getirmiştir. (Montesorri-1967, Piaget 1963) Örneğin; Bloklar ile kule inşa eden çocuk alıcıya “savunucu” davranış sergiliyor olabilmektedir. Elindeki her figür kendini düzenleyecek, gerekli sıraya, gerekli mesaja bürünecektir. Yani onlar yetişkinlerden daha farklı düşünmekte, davranışları gözlemlendiğinde görünmeyecek derin yapılara sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Çocuklar bir bilim adamının deneyini yaptığı gibi yaşamakta, aynı zamanda bir düşünürün beyin kıvrımlarında oluşturduğu derinlik içerisinde adımlarını yönlendirmektedirler. Kalemi ilk defa eline aldığında bilim adamının deneyini yaptığı gibi onu kağıt üzerinde hareket ettirir, neler yapabileceğini deneyerek görür. Kağıdına dokunur, kağıttan çıkan sesi dinler, eline çıkan renkleri inceler, onları koklar. Diğer yandan ise düşünür; bu varlığın ne olduğunu, neden ona verildiğini, ağzına götürerek var olup olmadığını, kalemi yemeye çalışarak
26
gereksinimini gidermek için mi planlandığını kontrol eder. Kağıt dışında işe yarayıp yaramadığını görmek için duvarı karalar. Kalemini sıkıca tutar, desenler çıkarabileceğini anladıktan sonra o desenlere yön vermek ister. Böyle bir düzen içerisinde kendini oluşturmaktadır. Bir şarkı, bir oyun onlar için pek çok şey ifade etmektedir. Fotoğraf kareleriyle bir ülkeyi tanımaya çalıştığınızı düşünün; çocuk, şarkılar, oyunlar, resimler ile yaşadığı yeri tanımlamaktadır. Toplumu bir dizi olay içerisine yerleştirmektedir. Fotoğraf kareleri, ellerindeki malzemeler ve figürlerdir. Burada bazı çocuk gelişimi uzmanlarının ileri sürdükleri çevre etmenine destek vermiş gibi görünmek ile birlikte çocukların figürleri yorumlarken bellekleri ile hareket ettiklerini de gözden kaçırmamak gerekmektir. En basitinden ekini yani çevrenin yaşam biçimini oluşturan imgeyi insan bence çocukken yapmıştır. Anımsamakta zorlanmayacağınıza inandığım bir efsane üzerinden bu yorumuma devam etmek istiyorum: Türkler'in Ergenekon destanı… Kısaca bu destanda bir çocuğun kurtlar tarafından yetiştirildiğinden, bu çocuğun Türk toplumunu, soyunu devam ettirdiğinden söz edilmiştir. Destanlar ve efsaneler gerçek niteliği taşımasa bile bir toplumun geleneğini oluşturduğu bir gerçektir. “Kurt” simgesi bizde cesaret, özgürlük, güçlü olma niteliklerini taşıdığı için kendimizi bu efsaneye ilgi duymaktan alıkoyamayız. Efsaneyi tartışmak yerine benim burada anlatmak istediğim bu çocuğun bizlere bıraktığı ekini oluşturduğuna ve ruh yapısına yorumlama getirmektir. Anne-babası yerine bir kurdun yanında dünyaya “merhaba” diyen bu çocuğun gelişimcilerin dediği anlamları var etmeye başlaması, çevre etkisiyle yön bulmuş ama aynı anda belleğin yol buluşları ile yaşamının çerçevesini oluşturmuştur. Çünkü gelişim süreci içerisinde bir çocuğa vereceğiniz kalem-kağıt, kemik-deri onun bu figürleri kullanması ile ilgilidir. Kurdun ona sağladığı yiyecek faktörü fizyolojik (bedensel) açıdan bir bağlılık yaratacak, insanoğlunun ilk gereksinimi olan yiyeceği sağlayan kaynağa doğru tıpkı bebek-anne ilişkisi içinde çocuğu kurda doğru çekecektir. Duygusal açıdan bakıldığında ise yetişkinler ile çocukların beyinleri aynı olmasa bile çok benzerdir. Efsanede
27
ise çocuk- hayvan ilişkisi içerinde başka bir bağ ortaya çıkmıştır. Hayvanın duygusal içgüdüleri insanlara benzemese dahi doğanın onlara verdiği yavruyu sahiplenme durumu söz konusudur. Hem fizyolojik açıdan hem de duygusal açıdan insan denen varlığın ilk temel ölçülerini bu ortamda gören çocuk ruhsal olarak çevreyi kabullenecektir. Toplumsal bilimler konusunda çocuk bilişsel etkinlikleri kullanmaktadır. Bilişsel etkinlikler için olgunlaşma dönemi gereklidir. Kurdun yanında onun yaşam biçimini, kendine düzenleyici olarak almış ve toplumsal bilimleri algılamış, çocuk anlayışı yaratmış olma olasılığı vardır. Çocuk anlayışı, eğitimde erken çocuklukta öğretmenin çocuğa vereceği her şeyin onun elinde, onun gözü ile oluşmasıdır. Oynaması için çocuğuna tren alan bir babanın, ray düzeneğini kurup çocuğun önüne bu diziyi bıraktığında çocuğunun ray düzeneğini söküp merdiven gibi kullandığını görmesi olağandır. Bu nedenle erken çocuklukta eğitimciler çocuk gibi düşünmelidirler. Efsanede onun gibi düşünen yetişkin olmamasına karşın çocuk anlayışının etkisi ile toplumsal bilimler, ekin, yaşama biçimi bizim toplumumuz adına ortaya çıkmış olabilir. Bunu oluşturmaya başlayan da bir çocuk olmuştur. Diğer yandan oyun veya şarkı gibi etkenlerin çocuklar için öneminden söz ettik. Bu efsanedeki çocuğun oyun veya doğanın ritimlerini algılayış biçimlerini de düşünürsek toplumuza ait birçok oyun ve şarkı ritimlerini incelemek gerekecektir. Kurdun bir bozkır üzerinde koşuşturması, yavrularının birbirlerine kafa tutuşları, onun tek başına dik yaşaması gibi yüreğimize işleyen semboller efsanedeki çocukluğu bir nebze daha bize yaklaştıracaktır. Oyunun insan yaşamındaki rolü farklı biçimlerde ve oldukça farklı birçok disiplinin bakış açısından yorumlanmıştır. Oyunun kaynağına ilişkin birbirinden farklı birçok yaklaşımın kapsamlı bir listesi Bruner, Jolly ve Sylva tarafından verilmiştir .(1) Kapsamlı listenin burada verilmesinden ziyade destan üzerinden oyuna, oyunun ekinsel etkilerinden söz etmek istiyorum. Oyun, imge gücü ile gelişen bir durumdur. Çocuklar vakit geçirmek için değil yaşamlarının bir parçası olduğu için oyun oynamaktadırlar. Kurdun yanında da olsa annesinin kucağında da olsa çocuk öğrenme
etkinliğine geçecektir. Bunu oyun ile yapması olasıdır. Doğanın ona verdiği yetkiler sayesinde dünyayı oyun ile algılamaya başlayacaktır. Erken çocukluk alanında ünlü araştırmacılardan olan Montesorri, “oyunun çocuğun işi olduğu”nu vurgulamış aynı zamanda toplumsal uyum içinde gerekli olduğunu belirtmiştir. Oyun, imge gücü ve toplumsal uyum ile ilişkilendirilmiştir. Bununla ilgili olarak çok önemli vurgulamalar yapan araştırmacı, bizim de Ergenekon destanı üzerinde yaptığımız önemli noktalara şu biçimde açıklama getirmiştir: (…)Çocuğun ruh evreninde hayal kurmaya her zaman çok önemli bir yer verilmiştir ve dünyanın her yerinde insanlar çocuklarına onların çok hoşuna gidecek peri masalları anlatırlar. Çünkü çocukların bu yeteneklerini geliştirmek istedikleri düşünülür. Çocuğun hayal kurmaktan hoşlandığı konusunda hepimiz aynı düşüncede olsak bile, niçin çocuklara bu yeteneklerini geliştirmeleri için yalnızca peri masalları anlatıyor ve oyuncaklar veriyoruz? Eğer bir çocuk bir periyi veya peri ülkesini hayal edebiliyorsa, o çocuğun Amerika'yı hayal etmesi de güç olmaz. Amerika'yı konuşmalar arasında belli belirsiz duymak yerine, Amerika'nın bulunduğu küreye bakarak kendi fikirlerini netleştirebilir. (Montessori,1965) Oyunun yaşamı öğrenmek, yaşam için kendi düşüncelerini üretmek olduğunu, bizim için çocuğa onun gözünden bir pencere açmak olduğunu her eğitim kitabı yazmaktadır. Montesorri'nin oyunu dayandırdığı temel ise toplumsal uyumdur. Ergenekon'daki çocuk gibi oyunu bir toplumsal uyum aracı olarak yorumlamıştır. Doğa ile konuşmasını öğrenen çocuk, avlanmayı oyun ile öğrenmiş, kendine
güven, değerler gibi durumları doğanın ona gösterdiği şekilde bünyesine almıştır. Söylemdeki gibi yalnızca oyuncak ile imge gücünü, dünyasını geliştiren kısır döngüden Türk soyunun devamını sağlayan çocuk kurtulmuştur, toplumsal uyumun gereğini yapmıştır. Yaşam biçimini, bulunduğu evrene bakarak ekinini oluşturmuştur. Büyük bir topluma ait olmadan tek başına yetişen, oyunu hayal gücü ile şekillendiren bu çocuk toplumunu oluşturmuştur. Çünkü toplumsal düzenden habersiz olarak dünyaya gelen insan, çocukluk döneminde düzene uyum sağlamaya başlamaktadır. Dünya üzerindeki kurulu düzeni; iyilerin kim olduğunu, gökyüzünün yalnızca maviye boyanabileceğini diğer insanlar kazandırmaktadır. Destanda vurgu yaptığımız ait olma, bağlılık, sevgi, ihtiyaçlarını karşılamayı toplumsal uyum ile gerçekleştirmiştir. Bunu da bizim günümüzde yaptığımız, erken çocukluk dönemindeki eğitim içerisine yerleştirdiğimiz oyun ile yapmaktadır. Montesorri 'nin dediği de işte burada su yüzüne çıkmaktadır. Oyun ile yetiştirdiğimiz bu çocuklar, toplumun geleceğini de geçmişini de oyun ile belirlemektedir. Toplumsal olarak ortaya çıkardığımız “çocukluk” kavramının aslında incelendiğinde destanları, sanatsal veya estetik durumları hatta ekini ortaya çıkardığını ve çıkarmak için de elinde oyun gibi bir yaratıcının olduğunu unutmamak gerektiğini bize hatırlatmaktadır. Ekini, çocuğu, bilim ile göz önüne alırken nelerin değişeceğini oyunla perdede sergilemektedir. KAYNAKÇA (1)Bruner, J., Jolly, A., & Sylva, K. (Eds.). (1976). Play: Itsrole in development and evolution. New York: Penguin. (1976)
28
Orhun'dan Gelen Sesi Ankara'dan Duymak Ömer Ünal
G
öktürk Devleti'nin; tarihe, Türk ve dünya uygarlığına diktiği büyük bir kalıttır Orhun Yazıtları. Kimileri bakar da görmez o yazıtları. Yazıtlarda anlatılanlar bir ulusun isyan çığlığıdır, sömürgeciliğe ve ulusuna düşman olmuş her şeye… Yüksek bir ekine sahip olan Türk Ulusu'nun yazını da dili de çok güçlüdür. Tarihi ilmek ilmek işleyerek Türkçemizi o bengütaşlara kazıyan atalarımızın düşleriyle, 20. yüzyılın o sarışın, mavi gözlü önderinin de düşleri aynıydı; Özgür ve bağımsız bir Türk ulusu… Mustafa Kemal ATATÜRK'ün 10. Yıl Söylevi'nde belirttiği, “Türklüğün unutulmuş büyük vasfı ve uygar yeteneği” işte Göktürklerin sahip olduğu o kutlu güçte saklıdır. Kemal ATATÜRK'ün en çok okumuş olduğu kitap türleri; dilbilim, askeri ve tarihi alanlardır. Okumuş olduğu kitaplar arasında o büyük yapıtımız olan Orhun Yazıtları da bulunmaktadır. Bu konuda Prof. Dr. Osman Fikri
29
Sertkaya, “Atatürk ve Türk Dili” başlıklı bir sunumunda aynen şu söylemleri kullanmıştır: “Ben Atatürk'ün okuduğu bazı kitapları inceledim. Atatürk, Vilhelm Thomsen'in Inscriptions de l'Orkhon (Orhun Yazıtları) adlı eserini okumuş. Birçok kelimenin altını mavi kalemle, kırmızı kalemle çizmiş, bazı kelimeleri yeniden tercüme etmiş, bazen soru işareti koymuş. Kısacası Atatürk millî pınardan su içmiş, ecdadımız Köl Tigin'in, Bilge Kağan'ın metinlerini orijinalinden okumuş. Atatürk kökümüzü, geçmişimizi bildiği için Batılıların yapmış olduğu yanlış tarih yorumları karşısında Türk Tarih Kurumu'nu kurduruyor.” Osmanlıcılığın, Türk ulusçuluğunun önünde bir engel oluşturduğunu bilen Mustafa Kemal, “Osmanlı” algısına ait olan birçok unsuru kabul etmemiştir. Hatta öyle ki Atatürk, ay yıldızlı bayrağı, Osmanlı'yı ve Arap dünyasını çağrıştırdığı gerekçesiyle değiştirmeyi düşünmüş ve bunu dönemin başbakanı Celal Bayar'a söylemiş. Yerine düşündüğü ise; mavi fon üzerinde profilden görünen yeşil bir kurt... Atatürk'ün sağlığında yazılan tek özgeçmişi H.C.Amstrong'a aitti ve "Bozkurt" başlığını taşıyordu. Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı'nda Mustafa Kemal'den söz ederken "Sarışın bir kurda benziyordu" diye yazmıştı. "Kurt", Türklük ile olduğu kadar onunla da özdeşleştirilmiş bir simgeydi adeta… Atatürk, bu bayrağın hem genç Cumhuriyet'in geçmişten kopuş çabasını engellediği kanısındaydı, hem de üzerindeki ay yıldızın ilk bakışta Arap dünyasını akla getirdiğine inanıyordu. Oysa o, yeni Türk devletine bir ulusal kimlik kazandırma çabasındaydı. Bu bayrakla o kimliği kanıtlamak o l a s ı d e ğ i l d i . D a h a 1 9 2 7 ' d e Tü r k i y e Cumhuriyeti'nin piyasaya çıkardığı 5 ve 10 liralık ilk banknotların üzerine, karlı dağlarda koşturan bir bozkurt resmi konmuştu. Atatürk 1930'da tarihçilere "Türk tarihinin ana hatları"nı yazdırmaya başladığında da istediği şey, İslam'ın Tü r k t a r i h i n i n s a d e c e b i r b ö l ü m ü n ü oluşturduğunu, oysa ondan önce de Türklere ait pek şanlı bir geçmiş bulunduğunu kanıtlamaktı. Bu
amaçla okullar için hazırlanan ders kitapları, bir bozkurt önderliğinde Orta Asya'dan çıkan Türkler'in dünyaya nasıl yayıldıklarını gösteren haritalarla doldurulmuştu. Atatürk, bu yolla halkına bir ulusal gurur ve tarihi özgüven aşılamak niyetindeydi. Bu eğilim, bütün dillerin Türkçe'den türediğini öne süren "Güneş Dil Kuramı”na kadar varacaktı. Bu büyük devrim niteliği taşıyan yenilikleri Atatürk' ün Türkçülüğünün bir kanıtıydı. Atatürk'ün amacıysa elbetteki ulusal ekinimizi yeniden bir güneş gibi gökyüzüne çıkartmaktı. Mustafa Kemal, Türk ulusuna Ergenekon gibi kutlu bir destan bırakmış Göktürkler'i araştırma tutkusu içerisindeydi. Göktürkler'le ilgili yazılmış tüm yabancı kaynakları Türkçe'ye çevirtiyor, büyük bir hızla bu kitapları okuyordu. Kendi ekinine yaklaşmak, yabancıların evreninden kurtulmak demekti. Çünkü Türk ekini bize aitti ve kutlu Türk dili denizin içindeki bir inci gibiydi. Denize girilip çıkartılmayı bekliyordu adeta… İşte o inciyi oradan çıkartan ise Büyük Önder olmuştu. Peki ne yapılabilirdi bu konuda? Mustafa Kemal, o “insani yönü”yle de bize aitti. Orhun Yazıtları'nı okurken kimi zaman anlamını bilemediği bir sözcüğü dilbilimcilere soruyor, kimi zamansa masasının üzerini adeta işgal eden etimolojik sözlüklere sarılıyordu. İşte Mustafa Kemal, elindeki renkli kalemlerle geçmişin yüce değerleriyle 20. yy Türkiye'sini aydınlığa boyuyordu. Atatürk, bütünleştiğimiz tek varlığın Türklük olduğunu belirterek şu sözleri tarihin yapraklarına düşürüyordu: “Biz sosyalist değiliz, biz liberalist değiliz, kimseye benzemiyor ve kendimizi kimseye benzetmiyoruz. Biz sadece ama sadece kendimize benziyoruz. En büyük övünç kaynağımız da budur.“ Batı hayranlarına tokat gibi inen bu sözüyle Kemal Atatürk, bizim kendimizi görmek için karşımıza tutacağımız şeyin bir tarih aynası olması gerektiğini söylüyordu. O aynada gördüklerini kendi yorum gücüyle ortaya koyan Büyük Önder, 10. Yıl Söylevi'nde ulusumuzun tehlikelere karşı uyanık olmasını öğütlüyor. Orhun Yazıtları'nda ise Türk Ulusu'nun benliğini unutmaması ve
birlik olması gerektiği, düşmanın tatlı sözüne ve hediyelerine kanmaması gerektiği vurgulanıyor. Orhun Yazıtları'nda dağılan Göktürkler'in Bilge Kağan ve kardeşi Kültiğin tarafından, bir araya getirilişi ve Göktürk Devleti'nin yeniden kuruluşu anlatılmaktadır. Söylev'de ise ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük Türk Ulusu'nun, bağımsızlığını nasıl kazandığı; bilim ve tekniğin en son verilerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devletin nasıl kurulduğu anlatılır. Orhun Yazıtları'nda yabancı yer adları hariç dil Öztürkçe'dir, anlaşılır ve yalındır. Aliterasyonlar (yinelemeler) vardır. Her iki yapıtta da devlet başkanları, Türk Ulusu'na hitap etmektedir. Hatta öyle yerler vardır ki Bilge Kağan ile Kemal Atatürk'ün söyleyişleri birbirine çok benzer. Söylev, Atatürk tarafından tüm Türk Ulusu'na, yazıtlar ise Bilge Kağan, Tonyukuk ve Kül-Tigin'in sözleriyle Yoluğ Tiğin tarafından Göktürk toplumuna yazılmıştır. Bugün Orhun Yazıtları'nı okuduğumuzda karşımıza çıkan manzara, başucumuzdaki Söylev'in sayfalarında dolaşan hava ile aynıdır. Türk ulusu bu sese kulak ver! Orhun'dan gelen ses Ankara'da yankılanırken şimdi nasıl olur da kulağını kapatabilirsin?! KAYNAKLAR: (1) Kül Tigin Yazıtları,Çince Yazılan Bölümü , Batı Yüzü. (2) Kül Tigin Yazıtları Doğu Yüzü 22. Kısım. (3) Kül Tigin Yazıtları, Güney Yüzü 5-6-8. Kısımlar. (4) Arslan Bulut_30.06.2008, Yeniçağ Gazetesi ( 5) Arslan Bulut_30.06.2008, Yeniçağ Gazetesi
30
Peki, Ya Sonra? Mürsel Ferhat Sağlam
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.” Atatürk
E
vet! Dün, gençliğe böyle bir seslenişte bulunmuştu büyük kumandan. Bugün o seslenişe kulak tıkayanların durumu ortadadır. Yolu belli olmayan umarsız varlıklar olarak ete kemiğe bürünmüş idraki kapalı bir varlık haline döndüler. Döndük… Aslında bu yaşamsal seslenişte öyle bir öğüt var ki duyabilene alkış tutmalıyız. Onu omzumuzda taşımalıyız. Zira yanı başımızda olanbiten her şeyden habersiz yaşamayı meslek edinmiş durumdayız. Üstelik bu iş bize kazandırmıyor, hep kaybettiriyor… Unutmayın; “duyarsızlık,” “bana necilik” bir ulusu tam ortadan bölen en tehlikeli duygusal haldir. Yazık ki biz buna bağımlı yaşamaya başladık. Bağımlı olduk. Toz, duman, alkolden ziyade cahilliğin ve yenilginin bağımlısı… Böyle öğüt dolu seslenişleri duymak yahut algılamak çok büyük bir olaymış sanılıyor. Her fırsatta, gerekli-gereksiz her şeye alkış tutmayı alışkanlık edindik. Fakat o eller bir kerecik olsun vicdanımızı uyandırmak için çarpmadı. Durup düşündük mü hiç, bizi bu hale getiren nedir? Daha dün şanıyla, şöhretiyle ve efsane olan cesurluğuyla, sorunlara akılcı çözüm üretmesiyle adından söz ettiren bu kanlı Anadolu’nun evlatlarına ne oldu da şimdi ters yönde koşuyorlar?! Galiba işin temelinde küreselleşmenin özendiriciliği yatıyor. Artık ayıbın beceri olduğu çağdayız. Bu, su götürmez bir gerçektir. Onca yanlışa karşın dosdoğru kalmak yetmiyor, tersine onların gözünde seni en büyük yalancı, düzenbaz yapıyor. “Dışlanacağıma doğrularımdan vazgeçerim” diyenlerin sesi gürleştikçe Atatürk’ün hayalini kurduğu, özünü koruyan, çalışkan gençlik üzgünüm ki kenara çekiliyor. “Sürü algısı”ndan ne zaman ki kurtulup bireysel yaşamaya, kendi doğrularımızı savunmaya,
31
okumaya, okutmaya yönelirsek, özenmekten kurtulur, başka ulusları kendimize özendirmeye doğru yol alırız. Bunları başarmak için ille de yalnız olmak gerekmiyor ve hatta yalnızlık bu süreçte tehlikelidir. Bireyselliğimizi kaybetmeyeceğiz ama el ele olacağız. Tek yürek atmayı, aynı düşünmek şeklinde algılamamalıyız. Ayrı düşünmeliyiz, farklı giyinmeliyiz belki; ancak ayrışmamalıyız. Aklın yolu doğruda da yanlışta da birdir. Bu yüzden çok farklı düşünsek de bizi bizden koparacak oyunlara gelmemeliyiz. “Düşünme” duyusuyla “uygulama” davranışını “inanç” tepsisinde yoğurup ortaya sımsıcak “yarar”ı çıkarmalıyız. Farkında mısınız bilmem ama bireysel düşünmeyi vurgulayan ben bile şu anda çoğulcu yazıyorum. “BİZ” diyorum. Zira bencillik, aklı kemirdiği sürece yarardan söz edemeyiz. Yararlı olmayacak bir çaba boşa yorulmak anlamına gelir. Bunun kimseye artısı olmaz. Anadolu’nun gönlü dik gençliği, ara sıra tökezlese bile kimliğinden, benliğinden, birlikteliğinden bir şey yitirmiyor. Bugünlerde çok tökezliyoruz, doğru, ama dün –bundan 80 yıl önce- dimdik ayakta olduğumuzu, dünya efendiliğine dörtnala koştuğumuzu unutmayın. Yarınlara kalmak için bazen ufak düşüşler, yaralanmaların olması doğaldır. Ulu Önder Atatürk’ün öğütleri eşliğinde, Fatih’in hırsını örnek alarak, Yavuz’un stratejik duyarlılığını meslek edinerek, Kanuni’nin adaletini uygulayarak, Attila’nın hoşgörü ve siyasetini öğrenerek kafamızı yeni düşüncelere açmalıyız. Böylece atalarına layık bir genç kuşak olabiliriz. Son olarak… Umarım bu yazı, “Peki Ya Daha Sonra?” serzenişini karşılar nitelikte olmuştur…
ÖZELEŞTİREL BAKIŞ Sayı 3-4 Haziran-Temmuz Önümüzdeki sayılarda özellikle Türk Ulusu'na, Atatürk’e ve cumhuriyetimize yönelik aşağılama ve algı operasyonlarına yanıt niteliğinde çalışmalar yayınlamamız gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca dergiyi, yayınlanacağı ayın en geç ilk 10 gününde yayınlamaya çalışmalıyız. Ahmet Gençal Yayın Kurulu Üyesi Derginin son sayısını bitirdikten sonra aklıma ilk olarak güncel sorunlarla ilgili yazıların artırılabileceği geldi. Yazıların içeriğine söz edemem ama "Aylık Tarih, Düşünce ve Ekin Dergisi" sloganıyla çıkan dergide tarih ve yazınla ilgili daha fazla yazının yer almasını isterim; örneğin bir yazın köşesi olabilir, burada önerilebilecek kitaplar (roman, öykü, şiir vd.) yer alabilir... Dergi, görsel açıdan da biraz daha varsıllaştırılabilir ayrıca... Samed Ayazlı Sivas Temsilcisi ULUKAYIN'ın eksikleri yok değil, tabii ki var... Örneğin; sanat, spor, ekonomi gibi dallarda da yazılar olsa içerik daha varsıl olur... Başlangıç olarak içerik bakımından gayet başarılı olan ULUKAYIN, ilerleyen sayılarda daha başarılı işlere imza atacaktır...
Türkçülüğün ilgili olduğu bütün konulara değinmemiz, ülkünün yararına olacağı gibi ULUKAYIN’a da ayrı bir özgünlük kazandıracaktır. Ayrıca “arınmış Türkçe” ilkemizden ödün vermeden yayınlanan yazılarda geçen terimlerin Türkçeleştirilmemiş eski adlarının parantez içerisinde belirtilmesi, okuyurun anlamasını kolaylaştıracağı gibi anlam kayması sorununu da önleyecektir. Eren Şahin Eskişehir Temsilcisi
ULUKAYIN Kötü ruhlar def edilip, dinlensin ULUKAYIN! Gölgende toplanılsın, yorgalara kalksın tayın Ne çıkar bir milyon olmayıversin senin sayın, Köktürk ordu kuranda anca ikiyüzbin ederdi... Yeryüzünü Türk atları, hep Türk atlar ezerdi... ULUKAYIN ululukta, hem çınar hem gürgendir... Duruşuyla ve gölgesiyle, say ki o bir kurgandır! Konuşmuyor ne demek! düşününce bergendir... Davullarının tokmağında, alkış-dua olunsun, ULUKAYIN gölgesine nice milyon dolunsun! Alp Aldatmaz - Hollanda
Ahmet Abanoz Bursa Temsilcisi Türkçülük yalnızca yönetsel bir milliyetçilik düşüncesi değil, yaşamın her alanına hitap eden başlı başına bir uygarlık ülküsüdür. Ekonomiden, mimariye hatta sanat ve ötesine kadar Haziran-Temmuz ayında, ULUKAYIN'ı etkinlik alanında başarılı biçimde tanıtan, dergimizi daha fazla kişiye ulaştırarak okurlarıyla buluşturan Osmaniye/Bahçe Temsilcimiz Ali Kutlu, "ayın temsilcisi" olarak belirlenmiştir. "En iyi" kavramının sonu yoktur... Önümüzdeki aylarda, bütün temsilcilerimize çalışmalarında üstün başarılar dileriz... ULUKAYIN Dergisi Yönetimi
32
sen'e ben, ben'e sen neyi neye benzetsem, diye düşünürken ışığı karalmış bir şehirde, seni bana benzetiverdi arşk... sen ben oldun, düşüncemde dağılmadan. ben sen oldum, uzaklardan sağılmadan... gecenin gündüzden gündüzün geceden, farklı kadar mı, benle sen arasındaki? halbuki, gece de sen, gündüz de sen benim gözümde hüzün de sen, mut da sen... ışık oldu da, geceden gündüze en güzel hediye, ben bulamadım 'ben'e 'sen'den güzel kafiye şimdi, ne gece ne gündüz, ne hüzün, ne mut, sen, ben, birde, peşinden koştuğum umut...
Zülfikar Aytaç