qwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçq wertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqw ertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwer TÜRK PSİKOLOJİ ÖĞRENCİLERİ ÇALIŞMA tyuiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwerty GRUBU E-Dergi uiopgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyui opgüasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiop güasdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgü asdfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüas dfghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdf ghjklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfgh jklsizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjkl sizxcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsiz xcvbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxc vbnmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvb nmöçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbn möçqwertyuiopgüasdfghjklsizxcvbnm Temmuz 2010 Sayı: 1
SUNUŞ
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu olarak, Psikoloji lisans öğrencilerinin seslerini özgürce duyurmalarını sağlayacak; psikoloji öğrencileri arasında fikir alışverişinin gerçekleştirilebileceği ve birikim aktarımının yapılabileceği bir ortamın eksikliğini gidermek amacıyla düzenlediğimiz e-dergiyi sizlerle paylaşıyoruz. TPÖÇG e-dergi, psikoloji öğrencilerinin amprik bilgi üretiminin yanında; psikoloji eğitimine, günlük olaylara ve hayata dair eleştiri ve düşüncelerini de bilimsel bilgi üretme kaygısı olmadan paylaşmalarını teşvik edecek sansürsüz ve çok amaçlı bir yayın organıdır. Dergimize şimdilik, psikolojinin görece az bilinen ya da son yıllarda gelişmekte olan alanlarıyla ilgili bilgi ve araştırmalar, lisans sırasında ürettiğimiz araştırma raporları, literatür taramaları, deneme ve şiirleri sığdırabildik. Bundan sonraki her bir sayıda daha da zenginleşmiş ve genişlemiş bir e-dergi sunmayı hedeflemekteyiz. E-derginin ilk sayısının oluşturulmasında emeği geçen öğrenci arkadaşlara ve gösterilen ilgiye çok teşekkür ederiz. Geri bildirimlerinizi ve dergide yayınlanmasını istediğiniz yeni içerikleri tpocgdergi@gmail.com adresine bekliyoruz.
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu adına ODTÜ Psikoloji Topluluğu
2
İÇİNDEKİLER
4
1) Psikolog ve Reçete Yazmak 2) Çevre Psikolojisine Genel Bir Bakış
8
3) Varoluş ve Varoluşçu Psikoterapi
11
4) Çocuk İstismarı ve İhmalinin Çeşitleri ve Ensest
14
Üzerine bir Çalışma 5) Varoluşsal bir Kaygı, Ölüm: Güneşe Bakmak, 20 Ölümle Yüzleşmek 27 6) Taşpınar 31
7) Ab-ı Hayat
33
8) Adleryen Bakış: Yaşamın Anlamı (Amacı) Nedir? 9) Mitingler ve Ötekileştirme
37
10) Pembe Gözlük
38
11) Hep Ertelediklerimizde mi Mutluluk Yoksa Asıl
39
Ertelediğimiz mi Mutluluk? 41
12) Bin Yıllık Kefende
3
PSİKOLOG & REÇETE YAZMAK
Peki ya psikologlar ilaç yazabilir mi?
Ömür Çabuk Doğu Akdeniz Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Amerika’da Guam ve Nex Mexico ve Lousiana’yi tenzih ederek söylememiz gerekirse psikologlar reçete yazma hakkına sahip değillerdir. New Mexico da 2002, Loisiana’da 2004 yılından beri psikologlar reçete ile ilaç yazma hakkına sahip olmuşlardır. Bunun yanında eczacılar ve bazı hemşirelerde ilaç yazabilmektedir. Bu eyaletlerde yeteri kadar doktor ve psikiyatrist olmaması da bu iznin neden psikologlara, hemşire ve eczacılara verildiğinin önemli bir sebebi olarak gösterilmektedir.
Bilim ilk çağlardan bu yana, insanların daha rahat daha sağlıklı ve daha iyi standartlarda yaşaması için, sürekli gelişen ve değişen dünya da, insanlık için en önemli etkenlerden biri olmuştur. Özellikle günümüzde insan sağlığına verilen önem giderek artmıştır, bununla birlikte insan sağlığının yalnız fiziksel nedenlere bağlı olmadığı, ayni zamanda ruh sağlıklarının da bozulabileceği ortaya konmuştur. Bunun içinde buna yönelik birçok tedavi çeşitleri geliştirmişlerdir. Sonuç olarak bu ihtiyacın ışığında psikiyatri ve psikoloji bilimi doğmuştur.
Oysa hepimizin bildiği gibi reçete yazmak sadece tıp alanında eğitim almış doktor veya diş hekimlerinin işidir. Aslında burada en önemli nokta kişinin alması gereken farmakolojik eğitimdir. Örneğin; bir ilacın yan etkileri nelerdir, hangi ilaç hangi hastalık için uygundur, ilaç hangi hastada nasıl bir etkileşim gösterir. Çünkü ortada bir canlının hayatı söz konusudur ki psikoloji bilimi insanların daha çok ruh sağlığı ile ilgilenen bir bilim dalıdır.
Psikologlar ne iş yapar? Psikoloji insan davranışını ve zihinsel isleyişlerini, süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır, dolayısıyla psikologlarda insan davranışını ve zihinsel süreçlerini ve bunları insan üzerindeki etkilerini gözlemlerler. Psikolojinin birçok alt dalı vardır ama günümüzde en çok bilinen ve yaygın olan alt dal klinik psikoloji ve klinik psikologlardır. Özellikle de klinik psikologlar zihin ve onun isleyişi hakkında daha fazla bilgiye sahiptirler. Klinik psikologlar hastaların tedavisinde gereken terapiyi uygulama hakkına sahiptirler. Tabii ki bu hakka sahip olmaları için o terapi türünde yeterli eğitimi ve sertifikayı almış olmaları gerekmektedir. Klinik psikologlar zihinsel veya ruhsal probleme sahip olan hastaların tanı ve tedavi sürecinde önemli rol oynamakla birlikte hastanın tanısını koyma sürecinde gözleme dayanarak, hastanın ihtiyacına göre bazı testler uygulayarak veya görüşmeler yaparak karar verirler. Ayrıca birçok psikolog (medical degree) doktora derecesi yerine (academic degree) akademik alanda kendilerini geliştirirler.
Reçete nedir? Hastayı tedavi etmek amacı ile doktor veya diş hekimi tarafından yazılan bir çeşit rapordur. Reçete yazmak, hastaya ilaç verilip verilmeyeceğine karar verme sureci ile baslar. Ve bu süreç ilacın dozu, miktarı, zaman aralıklarının belirlenmesi ile devam eder. Ayrıca reçete doldurmak için belli standartlar vardır. Doktor veya diş hekimleri reçeteyi bu standartlara uygun olarak yazarlar. (Bkz. EK-1) Reçete yazmak bazı sorunları da beraberinde getirir, bu yüzden bu konuda reçete yazan kişinin çok dikkatli olması gerekir, çünkü en ufak hata insanların sağlığı açısından büyük bir tehdit oluşturabilir.
4
Etik Konular
ticari kaygının ne boyutlara ulaştığını göstermektedir. Tabi ki psikologların ilaç yazmasını isteyen firmalar ve kişiler olduğu kadar, psikologların ilaç yazmasını istemeyen kurum ve kuruluşlarda bulunmaktadır; (Society for a science of clinical psychology, American association of applied and preventive psychology (AAAPP), Committee against medicalizing psychology (CAMP))
Bilindiği üzere her ülkenin reçete yazma ve yazmama ve kimin reçete yazıp yazamayacağı ile ilgili kendi standart ve kuralları vardır. Tıp alanında eğitim almış bütün doktorlar ilaç yazma hakkına sahiptir. Ve tabii ki bunları açık anlaşılabilir bir dille, gerekli bilgileri içerecek biçimde yazmaları gerekmektedir. Özellikle psychoactive yani beyin ve ruh halini etkileyen ilaçlar tıp alanında eğitim almış kişiler tarafından yazılmalıdır ve psikologlarında bu ilaçları yazabilmeleri için yeterli farmakolojik eğitimi almış olmaları gerekmektedir. Psikologlar bazı eğitimleri almaktadır; biyoloji ve psikopatoloji gibi fakat bunlar ilaç yazmak için yeterli değildir.
Neden psikologlar ilaç yazma iznine sahip değillerdir? Aslında, psikologların ilaç yazmasına şu an ihtiyaç bulunmamaktadır. Ve bunun için gerekli otoriteler (doktor ve diş hekimleri) yeteri kadar bulunmaktadır. Ayni zamanda yukarıda da belirttiğimiz gibi psikologlar bu alanda yeterli eğitime sahip değillerdir. Eğer bu konularda eğitim almaları gerekirse bu klinik psikologların eğitim sürelerinin uzamasına sebebi olur. Eğer psikologlar ile psikiyatristler arasındaki farka bakarsak öncelikle aldıkları derslerin içeriklerini incelememiz gerekir, aşağıda ki tabloda da görüldüğü gibi psikologlar sosyal bilimlerde daha fazla eğitim aldıkları halde psikiyatristler fiziksel bilimlerde eğitim almaktadırlar. (Bkz. EK-2)
Diğer bir yandan, psikologların Reçete yazması beraberinde bazı sorunları getirebilir. En önemlisi hasta ile yeteri kadar ilgilenilemeyebilir ve hasta ile iletişimi azaltabilir ve psikologlar ile psikiyatristiler arasında bir rekabete yol açabilir. Ve son olarak psikologların sorumluluklarını iki kat arttırabilir. Psikiyatristlerin yazmış olduğu ilaçları yakından incelersek; uyuşturucu (narcotic) ve psikotropic (beyin hücreleri üzerinde özel etkisi olan) ilaçlar ile alakalı olduğunu görmüş oluruz. Ayrıca dünyada bu tip ilaçların yazılmasıyla alakalı kısıtlamalar getiren ulusal ve uluslarası Single Convention on Narcotic Drug (1961), Convention on Psychotropic Substances (1971) gibi bazı kurumlar da bulunmaktadır.
Tartışma Maalesef Türkiye’de hala insanlar, psikologun ve psikiyatristin ne işle iştigal ettikleri hakkında net ve kesin bilgilere sahip değiller. Diğer yandan, psikolojik danışmanlık ve rehberlik mezunları ile psikoloji mezunları da aynı şekilde birbirinden ayırt edilememekte, belki de bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi de hiç kimsenin kendi işini yapmamasıdır. Maalesef görünen o ki, Türkiye’de danışmanlık hizmeti vermesi gereken kişiler psikolog olarak çalışmakta veya terapiler uygulamakta, kim bilir biz kendi mesleğimize yeteri kadar sahip çıkamıyor olabilir miyiz? Açıkçası
Kimler psikologların ilaç yazmasını ister ve kimler psikologların ilaç yazmasını istemez? Öncelikle bazı farmakoloji ile ilgili ve eczacılıkla ilgili firmalar kendi hasılat ve karlarını arttırmak amacıyla ve ilaçlarının daha fazla satılmasını sağlamak için psikologların ilaç yazmasını isterler. Veya bazı okullar daha fazla ders sayısı ile potansiyel gelirlerinin derecesini arttırmak maksadı ile isteyebilirler. Kısaca bunlar bize insanlarda ki 5
Türkiye’de meslekleri birbirinden ayıran keskin bir çizgi yok ve meslekler arasındaki çizgiler sanki hayali bir çizgi gibi, herkes her şey yapabiliyor.
Elaine M. Heiby,Timothy A. (2002) A debate on prescription privileges for psychologists. http://psych.umb.edu/faculty/perez/Psych215/Hei by,%20DeLeon %20RxP%202004.pdf
Sonuç olarak; eğer ülkemiz açısından bu konuyu ele alırsak, psikologların ilaç yazmasına gerek yoktur, çünkü bu ihtiyacı karşılamaya yetecek kadar psikiyatrist bulunmaktadır.
Journal of Clinical Psychology In Medical Settings. (2003) Prescriptive Authority for Psychologists: Despite Deficits in Education and Knowledge? From http://www.med.umn.edu/img/assets/6913/Robin er_PrescriptionPrivDespiteDeficits.pdf
Aynı zamanda eğer psikologların da ilaç yazdığını düşünürsek, psikiyatristler ile psikologlar arasında hiçbir fark kalmayacaktır, peki ya o zaman bu alanda çalışan kişilere psikolog ya da psikiyatrist demek yerine farklı ve ortak bir isim mi bulmamız gerekecek?
Karen Doran, RN BScN. (Jan. 16, 2008). Preparation of prescription. http://www.halton.ca/health/documents/infomati on_for_physicians/Mefloquine.pdf Kim L. Lavoie, MA, PhD1, Richard P Fleet, PhD2. (2007). Should psychologists be granted prescription privileges? http://ww1.cpaapc.org:8080/Publications/Archives /CJP/2002/june/lavoie.pdf
Psikologların reçete yazıp yazmayacağı olayı maalesef günümüzdeki meslek karmaşasını tanımlayan en güzel örneklerden bir tanesidir. Dünya genelinde psikoloji henüz çok yeni bir bilim dalıdır ve hak ettiği yere gelebilmesi için psikologların ve bu bilim ile yakın ilişkisi olan diğer bilim dallarının bu konuya eğilmesi gerekmektedir. İnsanların bu konuda bilinçlenmesi içinde basın yayın organları aracılığı ile bu konuda açıklamalar yapmamız gerektiği kanaatindeyim. Çünkü hala insanlar psikolog dendiğinde “hım. evet doktorsunuz yani’’ diyorlar. Biz insanların ruhsal sağlığı ile ilgileniyoruz ve bunun içinde ilaç yazmamıza gerek yok ve ilaç kullanması gereken hastalar ile ilgilenmesi gereken bir meslek hali hazırda bulunmakta. Kısaca bizim işimiz insan, insanlarla doğru iletişimi sağlayabilmek ve onlara yardımcı olabilmek.
Lakhan S.E. (2007). Prescribing privileges for psychologists: A public service or hazard? http://ojhas.org/issue21/2007-1-1.htm Mark, A. F. (2009) Ethical principles in determining authorship credit and order on faculty–student collaborative projects. http://apastyle.apa.org/authorship.html Neil, F. (2004). A book prescription scheme in primary care. http://www3.bps.org.uk/downloadfile.cfmfile_uuid =0C0D8C21-7E96-C67F-D16300B E04C32153&ext=pdf&restricted=true#pag=12 Patient safety forum. (December, 2004). Should psychologists have prescribing authority? http://www.psychservices.psychiatryonline.org/cgi /reprint/55/ 12/1420
KAYNAKÇA
The New England journal of medicine. (February 14, 2002). Promotion of prescription drugs to consumers. http://content.nejm.org/cgi/ content /abstract/346/7/498
Diane, J. W. (2003). The case for prescription privileges. http://citeseerx.ist.psu.edu/ viewdoc/ download?doi=10.1.1.116.2407&rep=rep1&type=p df#page=2
Wendy, S. P. (2007) Corporate funding and conflicts of interest. 6
http://www.uvm.edu/~psych/news/archive/corpor ate_funding.pdf
Tablo 1 Reçete standartları Hastanın adı ve soyadı Hastanın adresi Reçeteyi yazanın adı ve soyadı Reçeteyi yazanın adres ve telefon numarası İlacın adı ve dozu Kullanım talimatı Bazen hastanın kilo ve yaşını da içerir Tablo 2 Psikolog ve psikiyatristlerin aldıkları dersler Psikolog
Psikiyatrist
Fiziksel B.(Physical S.)
12%
67%
Sosyal B. (Social S.)
79%
28%
Beşerî B (Humanities)
7%
%6
Anatomi noroanatomi (Anatomy or neuroanatomy)
41.5 %
100%
Kimya biyokimya (Chemistry/biokimya)
58.5% / 14.6%
100%
Biyoloji mikrobiyoloji (Biology/microbiology)
65.9% / 7.3%
100%
Farmakoloji (Pharmacology) 17.1% Fizyoloji norofizyoloji (Physiology/neurophysiology)
43.3%
100%
94.4%
(Journal of Clinical Psychology in Medical Settings, 2003)
7
ÇEVRE PSİKOLOJİSİNE GENEL BİR BAKIŞ
Çevre Psikolojisi
Asmin Güneş Karakaş Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Çevre Kirliliği ve çevresel tutumlar bugün çağdaş çevre psikolojisinin önemli inceleme konuları arasındadır. (Göregenli, 2005).
Türkiye’de Çevre Psikolojisi, tıpkı çevre sorunları gibi ayaklarını yere henüz sağlam basamamış bir alandır. Bu nedenle, hem ‘Çevre Psikolojisi nedir? Çevre Psikolojisi’nin amaçları, araştırma konuları nelerdir?’ sorularına yanıt bulmak, hem de yapılan araştırmaların içeriklerini görerek fikir edinmek amacıyla bu derlemeyi yapmanın, biz psikoloji öğrencilerine faydalı olacağı kanısındayım.
Son yarım yüzyıllık dönemde karşılaşılan geniş anlamda çevre sorunları oldukça çok ve çeşitlidir. Doğal ve ekolojik dengenin bozulması, çevre kirliliği, hızlı ve denetimsiz kentleşme, kalabalıklaşma vb. (Bilgin, 1985). Buna bağlı olarak Çevre Psikolojisinin başlıca konuları arasında: Kalabalık, yoğunluk ve bu olguların psikolojik sonuçları Çevrenin çeşitli özelliklerinin insan davranışlarına etkileri Gürültü, ısı, kirlilik gibi etkenlerin insan sağlığı, sosyal davranış ve performans üzerindeki etkileri Çevreye ilişkin tutumlar ve değerler sayılabilir.
Çevre Psikolojisinin Doğuşu Sosyal psikolojinin içinden doğmuş bir alt alan olarak gelişimini sürdüren Çevre Psikolojisinin tarihinin, psikoloji tarihi kadar eski olduğu söylenebilir (Göregenli, 2005). Ancak araştırma konusu olarak karşımıza çıkışının, -kaynakların çoğuna bakıldığında- 60’lı yıllar olduğu söylenebilir. 60’ların dünyası, kentleşme olgusunun hız kazanmasıyla ve modern kentsel yaşamın ortaya çıkardığı sorunların giderek yoğunlaşması, çeşitlenmesi ve daha görünür hale gelmesiyle birlikte, kentin fiziksel boyutlarına ve kentsel mekanizmalara disiplinler arası bir ilgi ve dikkatin oluşmasına neden oldu (Göregenli, 2005).
Temel amacı, insanın çevreye uyumuna yardım etmek ile insana uygun bir yaşam çevresi kurmak arasında uzanan bir çizgide değişik hedefleri kapsamaktadır.
Ekolojik Sorumluluk Kavramı
Sommer’a göre (1987) Çevre Psikolojisi, 2. Dünya Savaşı sonrası Kuzey Amerika ve Avrupa’daki sosyal gelişmeler, özellikle kadın ve çevre hareketlerinin oluşturduğu genel baskıdan doğmuştur.
Çevrenin kalitesine ilişkin kaygılar, biyosferin, insan türünün yaşamını sürdürmesini ve refahını etkileyecek biçimde bozulmasının bilincine varılmasından sonra ortaya çıkmıştır (60’lardan sonra).
Çevre Psikolojisi terimi ise ilk kez 1964’te William Ittelson tarafından, New York’da düzenlenen bir konferansta kullanılmıştır. Mimari Psikoloji, Psikolojik Ekoloji, Ekolojik Psikoloji gibi farklı isimlerle de anılmıştır.
Doğal çevrenin bozulması, enerji, beslenme ve nüfus artması bu kaygıya yol açmıştır. Tüm bunlar her ne kadar politik, ekonomik ve sosyal öğelere sahip olsalar da biyo-ekolojik sistemdeki etkileri nedeniyle ekolojik sorunlar olarak anılacaktır (Morval, 1981). Sorumluluk kavramını daha iyi anlayabilmek için önce değinilmesi gereken bir ekonomik boyut vardır.
Genel anlamıyla Çevre Psikolojisini ‘ fiziksel çevre ile insan arasındaki karşılıklı ilişkilerin incelenmesi’ olarak tanımlayabiliriz (Göregenli, 2005).
Bir etkinlik, istenen sonuçların yanı sıra, istenmeyen sonuçlara da yol açabilir. Örneğin, çevreyi doğrudan veya dolaylı olarak bozan ürünlerin üretimi, kullanılması ve atılması, bireylerin birincil ihtiyaçlarını doyurmakta 8
ve özel kazançlarını arttırmaktadır. Fakat uzun dönemde sosyal pahaların buna paralel bir artışına yol açmaktadır (Morval, 1981).
Tutumların oluşumu, klasik şartlanma, edimsel şartlanma ve sosyal öğrenme gibi öğrenme ilkelerini içerir.
Kazanç ve paha kavramları bu anlamda önemlidir. İnsanların çoğuna, ekolojik sorunlara alışmak; yaşam tarzlarını değiştirmekten daha kolay ve daha az pahalı görünmektedir. Çünkü bu davranışların avantajları hemen o anda görünürken, dezavantajları çoğu kez zaman geçtikçe belirmektedir. Bu geç algılanan ya da algılanmayan pahalar bazı özel durumlarda, (örneğin bir petrol tankerinin kaza nedeniyle petrol akıtması) değiştirilebilir. Bu olgu, toplumun özellikle sosyoekonomik açıdan en iyi durumda olanların, ekolojik sorunlar karşısında niçin daha çok kaygı ve sorumluluk taşıdığını açıklamayı sağlamaktadır: mal/mülklerinin değeri, çevre bozulmasından etkilenmektedir. Ancak, bu kişiler aynı zamanda en çok ekolojik sorun üretenler olmaktadırlar.
Çevreye karşı olumlu ya da olumsuz bir tutum, şartlı tepkiye yol açan hoş ya da nahoş ortamlarla çağrışımla öğrenilmiş olabilir. Doğayı korumayı çocuklar, daha geliştireceklerdir.
ödüllendiren ailelerde çok ekoloji yanlısı
yetişen tutum
Eğer bir model ödüllendirilmiş veya cezalandırılmışsa bu onun bir tutum içerisinde olmasındandır. Bir televizyon mesajında, enerji tasarrufu nedeniyle ödüllendirilmiş birini görme olgusu, seyircide aynı yönde bir tutumun belirmesine yol açabilir. Çevreye İlişkin Eğitim Kimlerde Etkili Olur? Kazanç ve paha kavramlarından söz etmiştik. Kaynaklara göre bu kavramların, ekolojik yanlılığı olan davranışları büyük ölçüde etkilediği görülmüştür. Belli bir yaşın ilerisinde olan, belli bir bilince erişmiş kişilerde yerleşmiş olan kazanç ve paha düşüncesi, zaten zor olan yaşam tarzı değiştirme olasılığını iyice düşürmektedir. O halde kimlerin yaşam tarzını ve davranışlarını ekolojik yanlılığa uygun bir hale getirmek mümkündür, bunu bilmek gerekir.
Bunlarla birlikte, ekolojik sorunlar, uyumsuz bireysel ve kollektif davranışlara ilişkin bir krizin belirtisidir, öyleyse bu davranışların incelenmesi zorunludur. Bireysel ve kollektif yaklaşımlar, ekolojik sorunları anlamak ve etkilemek açısından karşılıklı bağımlıdır. Bu çerçevede örneğin; enerji tasarrufuyla ilgili bir hükümet politikasının etkili olabilmesi için, bu politikanın vatandaşların davranış ve tutumları tarafından desteklenmesi gerekir. Aynı şey, davranış değişiklikleriyle birlikte yürümediğinde, bu sorunları çözmek üzere tasarlanan teknolojilerin gelişiminde de görülür. Otomobillerin kirlilik karşıtı (anti-pollution) sistemleri, eğer bireyler onları çalıştırmazlarsa neye yarar (Morval, 1981).
Çevreye ilişkin eğitim şu kişilerde etkili olmaktadır: -
Demek ki; davranışları değiştirmek ve ekolojik sorumluluk geliştirmek için halkın ekolojik sorunlar hakkında neyi bildiğini,düşündüğünü, yaptığını tanımak gerekir ve bu da çevre psikolojisi sayesinde olacaktır.
Kökleşmiş alışkanlıkları olmayan çocuklar Bir sorunun varlığının bilincinde olmayan ve önerilen çözümlerin kişisel, maddi ve psikolojik pahalarının düşük olduğu kişiler (Morval, 1981).
Çevre Psikolojisi Alanında Yapılan Bazı Araştırma Sonuçları 1- Ittelson ve arkadaşları (1974), yaptıkları çalışmanın sonunda; bireylerin, çevrelerini genellikle kazanım olarak gördüklerini ve dolayısıyla, çevrelerini değiştirmeye çok az istekli olduklarını belirtmektedirler.
Sorumluluk Kavramı ve Öğrenme Ekolojik sorunlara, bazı bireyler diğerlerinden daha fazla ilgi ve kaygı gösteriyor. Peki, bu bireyler bu tutumları nasıl edindiler? 9
2- Sosyal sorunlar karşısındaki kamu yoklamasında (Antonie ve Navarin, 1978), çevre kirliliği ve enerji sorunları, önemli olarak nitelenmekte, fakat işsizlik ve enflasyondan, genellikle daha az önemli sayılmaktadır.Bilgi düzeyleri genellikle yüksek olmamakla beraber, bireyler çoğunlukla endüstri, hükümet ve sonra da halkı suçlamakta ve ekolojik sorunları çözme sorumluluğunu, bunlardan ilk ikisine yüklemektedir.Bireysel olarak kendini işe katmaksızın, bu sorunların çözümü için teknolojinin, endüstrinin ve hükümetlerin becerisi konusunda çok iyimser görünmektedirler.
buna bağlı davranışlar göstermemektedirler (O’Riordan, 1976). Ayrıca, parasal ödüllerin ekolojik davranışları teşvik etmek açısından en güçlü araçlar olduğu ve sosyal normlara bağlı bazı cezaların (uygun olmayan davranışların ikazı gibi) anti-ekolojik davranışları azalttığı bulunmuştur. Sonuçlar genel olarak, ekolojik sorumluluk duygusunun az gelişmiş olduğunu göstermektedir: Ekolojik sorunlara yol açan davranışlara ve etkinliklere ilişkin sosyal ve ahlaki normların yokluğu,
3- Ekolojik sorunlar karşısında genel tutum, ekolojik kaygı şeklinde tanımlanmaktadır.(Maloney, Ward ve Braucht, 1975) Bu kavramı ölçen bir soru sistemi geliştirilmiş ve insanlara uygulanmıştır.
bireylerin kendi davranışlarının çevre üzerindeki etkileri konusunda bilgi azlığı, bir şeyler yapma sorumluluğunu başka sosyal ajanlara (örneğin kurumlar) yükleme ve diğerlerini suçlama gibi olgular, endüstrileşmiş ülkelerin giderek belirgin hale gelen bireycilik semptomlarıdır (Morval, 1981).
Sonuçlar göstermiştir ki; ekolojik sorunlarla ilgilenenler, diğerlerine oranla daha çok eğitim görmüş ve sosyoekonomik düzeyi yüksek, politik açıdan daha yetkili ve çoğu kez kentsel ortamda yaşayan kişilerdir.
Konu ve araştırmalarla ilgili daha ayrıntılı bilgi için, Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nuri Bilgin’in, Türkçeye çevrilen ilk Çevre Psikolojisi kitabı olarak yayımladığı Çevre Psikolojine Giriş ve yine Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Melek Göregenli’nin Çevre Psikolojisinde Temel Konular adlı kitaplarından yararlanılabilir.
Bununla birlikte, bu özellikler oldukça karmaşıktır ve başka pek çok etmene bağlıdır. Sosyo-ekonomik düzeyi yüksek kişiler, çoğu kez daha az kirlenmiş yerlerde oturmakta ve daha az kaygı taşımaktadırlar. Sosyo-ekonomik düzeyi daha düşük olan ve daha kirlenmiş yerlerde oturanlar, daha çok ilgili görünmektedirler, fakat kirlenmiş yerlerde oturanlar arasında, sorundan en çok kaygılı olanlar, sosyoekonomik düzeyi yüksek kişilerdir.
KAYNAKÇA
4- İş adamları (Constantini ve Hanf, 1972) ve kirlilik kaynağı bir endüstrinin işçileri ise (Lipsey, 1977) kazanç ve paha değerlendirmeleri nedeniyle diğerlerine oranla daha az kaygı taşımaktadırlar
Göregenli, M. ( 2005). Çevre Psikolojisinde Temel Konular. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları
5- Sosyal psikologların üzerinde durdukları konular arasında, bilişsel boyutların davranışla örtüşmediği konusu da vardır. Bu durumun ekolojik sorunlara ilişkin davranış ve tutumlar için de benzer olduğu sonucuna varılmıştır. İnsanların çoğu, kendilerine sorulduğunda çevrenin kalitesiyle ilgilendiklerini söylemekte, fakat
Morval, J. (1985). Çevre Psikolojisine Giriş. (N. Bilgin, Çev). İzmir: Ege Üniversitesi Basım Evi. ( 1981)
10
VAROLUŞ VE VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİ
Kierkegaard’ın özgürlük ve seçimi vurgulayan hiristiyan varoluşçuluğu, Nietzsche’ nin ikonoklastik determinizmi, Heidegger’in zamansallık ve sahiciliğe odaklanması, Camus’un saçmalık hissi ,J.P. Sartre’ın mutlak nedensizlik karşısında sorumluluğa vurgusudur varoluşçuluk. (Güneşe bakmak ölümle yüzleşmek, Yalom sayfa 177 )
Cem Soylu Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü İnsanın var olmasından beri ruhsal acıları olmuştur. İnsanın ruhsal acılarını dindirme görevi yıllar boyunca din adamlarına günah çıkarma ve bağışlanma, kabile büyücülerine, felsefeye bazen de edebiyat, tiyatro gibi sanat dallarında verilen eserlerin dokunuşuna bırakılmıştır. Bu ruhsal acının günahkârlık, kaderine razı olamama, geleneksel ve dinsel öğretilere karşı gelmekten kaynaklandığı düşünülmüştür. İnsanların çektiği ruhsal acıların dindirilmesi için ortaya çıkmıştır terapiler ve bunlardan birisi de varoluşçu psikoterapidir. Varoluşçu psikoterapi insanın ruhsal acısının var olmasının getirdiği kaygılardan kaynaklandığını varsayar. Varoluşçu psikoterapinin anlaşılması için varoluş kavramına ve varoluşçu psikoterapinin tarihine kısaca bakmak gerekir.
Victor Frankl 1920’ lerden başlayarak logoterapi diğer adıyla anlam terapisi modelini ortaya sundu. Frankl insanın Freud’un dediği gibi haz peşinde koşan bir psişiye indirgenemeyeceğini Adler’ in de dediği gibi güç, hakim dürtü olmadığını gelecek amaçlar veya beklentiler için çabalama şimdiki davranışımızı etkileyip değiştirebileceğini söylemiştir (Schultz Modern Psikoloji Tarihi sayfa 655). Frankl’a göre insan amaçlar ve anlamlar peşinde koşan ve etkinlikler de bulunan bir varlıktır. Victor Frankl logoterapide ıstırabın kaynağında insanın hayatına anlam verememesi gerçeğinin yattığını ileri sürmüştür. Doğru soruların sorulup doğru cevaplarla o insanın hayatındaki anlamın bulunduğu anda insan bir huzura ve rahatlığa ulaşacağını savunmuştur. Alman filozof Heidegger’in 1927 de çıkan kitabı ‘varlık ve zamandaki’ ontolojik yaklaşımdan etkilenen İsviçreli psikoanalistler Medard Boss ve Ludwig Binswanger varoluşçu psikoterapinin öncüsü sayılabilecek bir psikoterapi modeli geliştirdiler. Yirminci yüzyıl Alman filozofu Heidegger’in fikirleri gerçekten varoluşçu psikoterapinin çatısını oluşturmuştur. Heidegger iki tarz varoluş ileri sürmüştür: gündelik ve ontolojik varoluş (Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek, Irvın Yalom sayfa 38). Gündelik tarzda, etrafımıza odaklanır ve dünyadaki şeylerin nasıl olduğuyla ilgilenirsiniz; ontolojik tarzda ‘varlık’ mucizesinin kendisine odaklanır ve şeylerin var olmasına, sizin var olmanıza hayranlık duyarsınız. Şeylerin nasıl olduğu ile yalnızca var olmaları arasında önemli bir fark vardır. Gündelik tarza
Varoluşçuluk nedir? Şimdiye kadar çeşitli cevaplar verilmiş bir sorudur bu. Genel geçer bir tanımı yapılamamıştır. Elbette bir şeyin tanımlanmaması veya genel bir tanım konusunda anlaşılamaması onun yok olduğunu göstermez. Nitekim aşkı, şiiri ve vicdanı da tanımlayamıyoruz ama yok da saymıyoruz. Çünkü her gün onların çeşitli belirtileriyle karşılaşıyoruz tıpkı varoluşçu düşüncelerle karşılaştığımız gibi. Sözgelişi Weil’e göre varoluşçuluk bir bunalım, Mounier’e göre umutsuzluk, Hamelin’e güre bunaltı, Banfi’ye göre kötümserlik, Wahl’a göre başkaldırış, Marcel’e göre özgürlük Foulquie’ye göre saçmalık felsefesidir. (Varoluşçuluk, Jean Paul Sartre sayfa 7 ). Bu değişik cevaplar varoluşu tanımlamaktan çok varoluşçuluğun belirli yanlarına parmak basmıştır. Peki, varoluşçuluk tanımlanamaz mı? Irvın Yalom ise kitabında varoluş için şunları söylemektedir: 11
gömüldüğünüzde fiziksel görünüş mülkiyet veya saygınlık gibi çabucak unutulan dikkat çelicilere odaklanırsınız. Öte yandan ontolojik tarzda yalnızca varoluşun, ölümlülüğün ve hayatın diğer değişmez özelliklerinin daha fazla farkına varmakla kalmaz anlamlı değişiklikler yapma konusunda daha heyecanlı ve hazır olursunuz. Yalom Heidegger’in bu görüşünü farklı bir kitabında (Varoluşçu Psikoterapi) şu cümlelerle ifade etmektedir: Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğuna inanmaktadır: Var olmayı unutma durumu ya da var olmayı düşünme durumu. Bir kişi var olmayı unutma durumunda yaşıyorsa madde dünyasın da yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır. Düzeyi düşmüştür, boş gevezeliğe kaptırmıştır kendini, onların içinde kaybolmuştur. Diğer durumda var olmayı düşünen durumda insan işlerin gidişine değil oluşuna hayran olur bu tarzda var olmak devamlı olarak var olmanın farkında olmak demektir. Sıklıkla ontolojik tarz denilen bu tarzda insan var olmayı düşünür. Sadece var olmanın kırılganlığını değil kişinin kendi var oluşuna ait sorumluluğu da düşünür. İnsan alışılmış şekilde birinci durumda yaşar. Var oluşu unutma sıradan var olma tarzıdır. Heidegger buna ‘otantik olmamak’ der. İnsanın kendi hayatı ve dünyasının sahibi olduğunun farkında olmadığı kaçtığı düştüğü ve sakinleştirildiği rastgele birisi tarafından sürüklenerek seçimlerden kaçtığı tarzıdır bu. İnsan ancak ikinci var olma durumuna girdiğinde otantik olarak vardır. Bu durumda kişi, tam bir öz farkındalık yaşar. Öz farkındalık büyük bir armağan hayat kadar değerli bir hazinedir ama bu hazinenin de bedeli çok ağırdır insanı ölümlülük düşüncesine sürükler. Bizim varoluşumuz büyüyüp yaşlanacağımız ve sonunda ölüp yok olacağımız bilgisiyle gölgelenir. Kendi olanak ve sınırlılıklarını kabul eder, mutlak özgürlük ve yoklukla yüzleşir ve onların karşısında endişelenir.
Hümanistik psikoloji hareketleri 1961 yılında hümanistik psikoloji dergisinin 1962 yılında hümanistik psikoloji derneğinin ve 1971 yılında APA’nın hümanistik psikoloji bölümünün kurulmasıyla resmi hale geldi (Schultz Modern Psikoloji Tarihi sayfa 682). Rollo May varoluşun trajik boyutunu dile getirmesiyle varoluşçu ekolün bir temsilcisi olarak kalmıştır. Irvın. D. Yalom ise varoluşçu psikoterapiyi geliştiren metodolojisini ortaya koyan ve yazdığı kitaplarla dünyaya tanıtmıştır. Varoluşçu psikoterapi bireyin var olmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır. (Varoluşçu psikoterapi Irvın Yalom sayfa 14 ). Varoluşçu terapinin özünü anlamak için bu endişelerin neden kaynaklandığını diğer ekollerle karşılaştırmak gerekir. Bunlardan biraz bahsedecek olursak, Freud’un psikolojiye en önemli katkılarından birisi ruhsal çatışma kavramını ortaya çıkarmış olmasıdır. Freud bu çatışmanın insanların doğuştan getirdiği cinsel ve saldırgan dürtülerle bunların gerçekleşmesini engelleyen dış dünyanın temsilcisi süperegonun sınırlamaları arasında gerçekleştiği savını ortaya koymuştu üstelik bu çatışma büyük ölçüde bilinç dışı olarak gerçekleşiyordu. Ego psikoloji ve hümanistik psikolojinin temsilcileri arasında adı geçen Karen Horney, Eric Fromm, özellikle Freud ile çatışmaları ile ön plana çıkan Alfred Adler ve Carl Rogers gibi (Schultz Modern Psikoloji Tarihi sayfa 652-687) Neo- Freudyen akımının temsilcileri bu çatışmayı kabul eder ancak bu çatışmanın geçtiği sınırlar arasında farklılık yaşarlar. Ego psikologlarına göre (sanırım sosyal psikologlar da denilebilir) Freud insanların bir ailenin içinde bir kültür değerleriyle birlikte doğduğunu ve insanların gelişimi üzerindeki kültürel değerleri ihmal etmiştir. İnsanların doğuştan belli bir mizaca karaktere sahiptir fakat çocuklar Freud’un varsaydığı gibi cinsel ve saldırgan 12
dürtülerle değil merak ve gelişime yönelik çevresindekilerle ilişki kurarak bunları elinde tutma ihtiyacına sahiptir. Bu ilişkide çocuk desteklenmek ve onaylanmak ister eğer bu güveni ve onayı alamazsa çocukta anksiyete duygusu oluşacak ve bir takım savunma mekanizmaları ortaya çıkaracaktır. İşte varoluşçu psikoterapi ise çatışmayı kabul eder fakat varoluşçu görüş farklı türde bir temel çatışmayı vurgulamaktadır. Ne bastırılmış içgüdüsel çekişmelerle ne de içselleştirilmiş önemli yetişkinlerle olan çatışmayı önemsemektedir. Onun yerine bireyin var olmanın getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışması üzerinde durmaktadır. Var olmanın getirileri derken belirli kaygıları, insanoğlunun dünyadaki varlığının bir parçası olan doğuştan gelen belirli niteliklerini kastediyorum. Irvın Yalom varoluşçu psikoterapi kitabında da varoluşun getirdiği dört kaygıyla uğraşmaktadır. Bunlar: ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık. Bireyin hayatının bu gerçeklerinden biriyle karşı karşıya kalması varoluşçu dinamik çatışmanın içeriğini oluşturmaktadır. Dinamik varoluşçu yaklaşım Freud tarafından ana hatları çizilen temel dinamik yapıyı korumakta fakat içeriği temelden değişmektedir. Dürtü-anksiyete-savunma mekanizması şeklindeki eski formül, temel kaygıların farkına varma-anksiyete–savunma mekanizması halini almıştır. Her iki formül de anksiyetenin psikopatolojinin yakıtı olduğunu varsaymaktadır. Bu iki dinamik arasındaki en büyük fark Freud’un zincirinin dürtüyle başlarken varoluşçu çatının farkındalık ve korkuyla başlamasıdır.
katmanlarımızdan değil (psikofarmokolojik görüş), yalnızca bastırılmış içgüdüsel çabalarımızdan değil (Freudyen görüş), yalnızca içselleştirdiğimiz ilgisiz, sevgisiz, nörotik, önemli yetişkinlerden değil (nesne ilişkileri görüşü) yalnızca bozulmuş düşünce biçimlerimizden değil (bilişsel–davranışçı görüş), yalnızca unutulmuş travmatik anıların parçalarından değil, yalnızca kişinin kariyerine önemli diğer kişilerle olan ilişkilerini içeren mevcut hayat krizlerinden değil aynı zamanda var oluşumumuzla yüzleşmemizden de kaynaklandığını ileri sürer. O halde varoluşçu terapinin asıl duruşu amacımızın diğer umutsuzluk kaynaklarımıza ek olarak aynı zamanda insan koşullarıyla (varoluşun getirileri ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık) kaçınılmaz şekilde yüzleşmemizden de kaynaklandığını ileri sürer (Güneşe bakmak Ölümle yüzleşmek, Irvın Yalom sayfa 178). Kaynakça Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek, Irvın Yalom Kabalcı Yayınları Varoluşçuluk, Jean Paul Sartre Ağaoğlu Yay. Fatih Üniv. Kütüphanesi Varoluşçu Psikoterapi, Irvın Yalom Kabalcı Yayınları Modern Psikoloji Tarihi Duane p. Schultz Sydney Ellen Schultz Kaknüs yayınları
Irvın Yalom varoluşçu yaklaşımı şöyle açıklamaktadır: Varoluşçu yaklaşım, var olma nedenleri aynı olan pek çok psikoterapi yaklaşımından biridir – insanın umutsuzluğuna yardım etmek. Varoluşçu psikoterapi görüşü, canımızı sıkan konuların yalnızca biyolojik genetik 13
Çocuk İstismarı ve İhmali
ÇOCUK İSTİSMARI VE İHMALİNİN ÇEŞİTLERİ VE ENSEST ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
Çocuk istismarı ve ihmali, ebeveyn ya da bakıcı gibi bir erişkin tarafından çocuğa yöneltilen, toplumsal kurallar ve profesyonel kişilerce uygunsuz, hasar verici ya da yasak olarak nitelendirilen, çocuğun gelişimini engellemeye ya da kısıtlamaya yönelik yapılan ya da yapılmayan davranışların tümüdür (Taner ve Gökler, 2004). İstismarın çeşitli türleri vardır. Bunlar: Fiziksel istismar, duygusal istismar, cinsel istismar (Ünal, 2008).
Sinem Karakuzu Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Özet Bu çalışmanın amacı çocuk istismarı ve ihmalinin çeşitlerini tanıtmak ve istismarın bir alt grubu olan ensestin nedenlerini ve etkilerini açıklamaktır. Aile ortamının her zaman çocuk için en güvenli ortam olduğu düşünülmektedir. Ancak çocuğun büyüme ve gelişmesini olumsuz yönde etkileyen çocuk istismarı, ihmali ve enseste, insanlık tarihi boyunca hemen her kültürde rastlanmaktadır. Genel anlamda çocuğa fiziksel ve psikolojik olarak zarar verme olarak ifade edilen istismar ve ihmal, çocukların sağlıklı bireyler olarak gelişmelerini engellemekte ve kalıcı travmatik etkilere neden olmaktadır.
Fiziksel İstismar ve İhmal Fiziksel istismar, en geniş anlamda çocuğun kaza dışı yaralanmasıdır. Çocuğun ağzına biber sürmek, sarsmak, kulağını ve saçını çekmek, çocuğun vücudunun herhangi bir yerine hafif şiddette veya parmakla vurmak gibi fiziksel cezalandırmalar orta derecede fiziksel istismar olarak kabul edilirken; çocuğa şiddetli elle veya ayakla vurmak, yakmak, boğmak gibi fiziksel cezalandırmalar ise şiddetli fiziksel istismar olarak kabul edilmektedir (Topbaş, 2004).
GİRİŞ
Fiziksel istismar en kolay belirlenen istismar türüdür. Fiziksel muayenede morluklar, doku hasarları, el izi, ısırık izi gibi özel izler, sigara yanıkları ve diğer yanıklar, kırık ya da çıkıklar, iç kanamalar, göz hasarları, kulak zarı yırtılması vb gibi daha birçok fiziksel hasar fiziksel istismarı akla getirmelidir (Tıraşçı, 2007). Buradaki en önemli sorun fiziksel istismar türü olarak tanımlanan bu cezalandırma şekillerinin, bazı toplum ve kültürlerde istismar olarak algılanmamasıdır. Hatta bazı toplumlarda ve kültürlerde yer alan bu davranışlar çocuğun disiplini ve terbiye edilmesi için gerekli olarak düşünülmektedir. Örneğin; “Dayak, cennetten çıkmadır.”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter” gibi ülkemizde herkesin dilinde olan atasözleri, yetişkinlerin çocuklarına karşı uyguladıkları davranışların toplum tarafından kabul edildiğini göstermektedir (Topbaş, 2004).
Dünya Sağlık Örgütü’nün 1999’da yaptığı tanıma göre çocuk istismarı, kendinden en az 6 yaş büyük bir yetişkinin, çocuğun sağlığını ve fiziksel gelişimini olumsuz yönde etkileyecek şekilde bilerek veya bilmeyerek yaptığı davranışlardır (Akt: Topbaş, 2004). Literatürde ihmal, çocuğa bakmakla yükümlü ve/veya onu eğitmekle görevli kişilerin çocuğun bakım, beslenme, barınma, sevgi, güven, eğitim gibi temel gereksinimlerini karşılama konusunda sorumluluklarını yerine getirmemeleridir (Akt: Ünal, 2008). İhmal ve istismarı birbirinden ayıran en temel noktanın, istismarın aktif, ihmalin ise pasif bir olgu olmasından kaynaklandığı vurgulanmaktadır (Aral, 1997). Bu davranışların sonucu olarak; çocuğun fiziksel, ruhsal, cinsel ya da sosyal açıdan zarar görmesi, sağlık güvenliliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur. İstismar ve ihmalin bu farklı şekilleri yalnız aileleri değil, toplumu, sosyal kuruluşları, yasal sistemleri, eğitim sistemini ve iş alanlarını da etkileyen bir halk sorunudur (Taner ve Gökler, 2004).
Fiziksel istismara uğramış çocuklarda sosyal işlevsellik alanında birçok eksiklik fark edilmektedir; bu çocuklar yakın ilişki kurmakta güçlük çekip, daha çatışmalı, duygusal yoğunluğu az, yoğun öfke ve istismar davranışı içeren ilişkiler kurabilmektedir. Fiziksel istismar ve 14
ihmale uğramış çocuklarda bilişsel yetilerde bozukluk ve akademik başarısızlığa sık rastlanılmaktadır. Fiziksel istismarla beraber en sık görülen sorunlar saldırgan ve suça yönelik davranışlardır. Bu çocuklarda normalden daha yüksek oranda davranış bozukluğu ve karşı olma, karşı gelme bozukluğu görülmektedir. Fiziksel istismara uğramış kişilerde intihar düşünceleri ve girişimlerine daha yüksek oranda rastlanılmaktadır. Madde kötüye kullanımı, psikopatik kişilik bozuklukları, tehlikeli cinsel deneyimler gibi sağlığı tehdit eden davranışlar, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu ve kaygı bozuklukları gibi psikiyatrik hastalıklar da fiziksel istismara uğramış çocuklarda daha sık saptanmaktadır. Ağır fiziksel istismar vakalarında travma sonrası stres bozukluğu görülebilmektedir (Ovayolu ve ark., 2007; Page, 2004; Taner ve Gökler, 2004).
•Çocuğa karşı olumsuz ve yanlış tutumlar, •Çocuğun gelişimiyle davranışlar,
ilgili
uyumsuz
beklenti
ve
•Çocuğun kişilik ve ruhsal sorunlarını fark edememe, •Çocuğun sosyal uyumunu başlatacak yönergeleri sağlayamama (Akt: Taner ve Gökler, 2004). Bu tür istismar ve ihmal, uzun dönem psikolojik işlevsellik üzerinde diğer istismar ve ihmallerden daha fazla etkiye sahiptir. Duygusal istismar ve ihmale maruz kalan çocuklarda dışavurum ve içe atım sorunları, sosyal ilişkilerde bozukluk, kendine güvende azalma, intihar davranışı, çocukluk çağı mastürbasyonu ve birçok başka psikolojik bozukluk görülebilmektedir (Taner ve Gökler, 2004). Bu çocuklarda normal zihinsel kapasite olmasına karşın, öğrenme güçlüğü ve dikkat dağınıklılığı gibi sorunlar görülmektedir. Dolayısıyla duygusal istismar çocuğun hem kişiliği hem de başarısını olumsuz yönde etkilemektedir (Akt: Tıraşçı, 2007).
Fiziksel ihmal ise, çocuğun başkaları tarafından yaşam için gerekli olan beslenme, tıbbi bakım, giyim ve korunma gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bırakılması ve bunların sağlanmaması durumu olarak belirtilmektedir. Fiziksel ihmalin de fiziksel istismar gibi kolay belirlenebildiği ifade edilmektedir (Ünal, 2008).
Çocukların büyüklerin beklentileri dışında yaptıkları davranışları büyükler tarafından “yaramazlık” olarak tanımlanır. Oysa yaramazlık, çocuklarına karşı çok ilgili ailelerde bile bilmeyerek ve istemeyerek, ancak önemli bir duygusal istismara neden olabilmektedir. Şöyle ki, ebeveynler çocukları yaramazlık yaptığında “Çabuk sus, yerinde dur, yoksa seni doktora götürür, iğne yaptırırım” seklinde tehdit ederler. Oysaki bu tutum çocuğun yaramazlık yapmasına engel olmadığı gibi, bir sağlık sorunu olduğunda hem doktorların, hem de ailenin isini zorlaştırmaktadır. İşte bu anlamda duygusal istismar, birçok ailede bilmeyerek ve istemeyerek, ciddi sonuçlara neden olabilen bir istismar türüdür (Topbaş, 2004).
Duygusal (Emosyonel) İstismar ve İhmal Gündelik yaşamda en sık rastlanan istismar tiplerinden birisi olan duygusal istismar; anne, baba ya da çevredeki diğer yetişkinlerin çocuğun yetenekleri üstünde istek ve beklentiler içinde olmaları ve saldırganca davranmaları olarak tanımlanır (Tıraşçı, 2007). Çocuğa bağırma, reddetme, aşağılama, küfretme, yalnız bırakma, yanıltma, korkutma, yıldırma, tehdit etme, duygusal bakımdan ihtiyaçlarını karşılamama, yaşın üzerinde sorumluluklar bekleme, kardeşler arasında ayırım yapma, değer vermeme, önemsememe, küçük düşürme, alaylı konuşma, lakap takma, aşırı baskı ve otorite kurma, bağımlı kılma ve aşırı koruma görülen duygusal istismar türleridir (Polat, 2000).
Cinsel İstismar Uluslar arası Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği çocuk cinsel istismarını, 'rıza yaşının altında bulunan bir çocuğun cinsel açıdan olgun bir erişkinin cinsel doyumuna yol açacak bir davranış içinde yer alması ya da bu duruma göz yumulması' şeklinde genişleterek tanımlamıştır. Bu tanım, cinsel davranışın herhangi bir araç kullanılarak yapıldığını veya yapılmadığını; genital
Duygusal istismar ve ihmalin ifadesi olan birçok farklı ana baba-çocuk ilişkisi vardır. Durumun tanımlanmasında şu beş basamaktan söz edilmektedir: • Duygusal yanıtsızlık ve ihmal, 15
ya da fiziksel temas içerdiği veya içermediği; çocuk tarafından başlatıldığı veya başlatılmadığı ve zarar verdiği ya da vermediği gibi tüm durumları kapsamaktadır (Akt: Page, 2004). Tecavüz, ensest, çocuk pornografi, teşhircilik, fuhuşa zorlanma, cinselliği kışkırtan konuşmalar, pornografik film seyrettirme, cinsel organları okşama, oral sekse kadar değişen eylemler cinsel istismar spektrumu içindedir (Polat, 2000).
yönelik merakın yoğunluğu, cinselliğin toplumda halen bir tabu olmasından dolayı çocuğun merakını giderecek bilgileri yakın çevresinden öğrenememesi sonucu gittikçe artar. Çocuk çevresinde (aile, televizyon, basın, çeşitli konuşmalar) kendisinin dışlandığı ve kendisine hiç veya çok az bilgi verilen bir şeylerin olduğunun farkına varır. Çocuğun doğal merakı ve bu merakı giderecek bilgilerin verilmeyişi, saldırgan tarafından kolayca çocuğun kullanılmasını sağlayabilir.
Literatüre göre, cinsel istismar iki grup altında toplanmaktadır:
İlgi ve sevgi ihtiyacı: Tüm çocuklar ilgi ve sevgiye gereksinimleri olduğu için, cinsel suçlar açısından risk altında olmakla birlikte, bu risk özellikle ailesinden yeterli ilgi ve sevgiyi görmeyen veya ailesinden uzakta olan çocuklarda daha belirgindir (Akduman ve ark., 2005).
• Dokunma olmaksızın yapılan istismar: Laf atmak, açık saçık konuşmak, teşhircilik, röntgencilik, çocuğun cinsel ilişkiye tanık edilmesi, pornografik yayınlar seyrettirilmesi vb.
Finkelhor’un (1984) sunduğu psikososyal model, çocuklara yönelik istismar edici eylemlere neden olan etkenler hakkında kapsamlı bilgiler verir. Bu model, çocukların cinsel istismara maruz kalmasına neden olan etkenleri kişisel, psikolojik ve sosyal açıdan değerlendirerek cinsel istismarı ortaya çıkaran koşulları belirler ve gruplara ayırır.
• Dokunma ile gerçekleştirilen istismar: Dokunma, çocuğun fuhuşa zorlanması, müstehcen yayınlara konu edilmesi, ırza geçme, ensest, oral seks, anal seks, pornografik bir eylemde kullanılması vb. edimler yer almaktadır (Akt: Yiğit, 2008). Çocukların en sık olarak oral ve genital temas, dokunma ve okşama gibi cinsel edimlere maruz kaldığını açıklanmıştır (Akt: Page, 2004)
Koşul 1. Saldırganın cinsel istismar motivasyonu: Duygusal açıdan olgunlaşmamış, erişkinlerle ilişkiyi tehdit edici gören, reddedilme veya yetersiz olma korkusu yaşayan ve cinsel doyum kaynakları ulaşılabilir durumda veya tam tatmin edici olmayan saldırgan, çocukları kolay ulaşabilecek cinsel objeler olarak görür.
Kızlar erkeklere oranla daha yüksek risk altındadırlar. Her iki cinsiyette de risk oranı; düşük eğitim düzeyi, anne/babada ruhsal sorun, aile içinde şiddetli geçimsizlik, düşük sosyo-ekonomik durum, ebeveynlerden birin-den ayrı olması, ilgisiz anne, anne/ babada ilaç ya da alkol kullanımı, çocuğun bakıcılarının sık değişmesi, bakıcıların ya da ebeveynlerin sık eş değiştirmeleri, sosyal izolasyon, çocuğun düşük benlik saygısına sahip olması, kalabalık aile ve mutsuz aile koşullarında yüksektir (Oral ve ark. 2002).
Cinsel istismarın farklı bakış açılarından birçok nedeni vardır. Saldırganın bakış açısından çocuklar, kendilerini ideal mağdur konumuna iten belirli özellikler içerirler:
Koşul 2. İçsel engelleyici etkenlerin yıkılması: Kişinin kendine güvenini tehdit eden stres durumları, evlilik sorunları, evlilik ilişkisinin işlevselliğini kaybetmesi, duyguların cinsel yollarla ifadesini destekleyen kültürel normlar, alkol ya da madde kullanımı, psikopatolojik rahatsızlıklar, yaşlılık, çocuklara gösterilen cinsel ilgiye ilişkin toplumsal hoşgörü ve cinsel saldırganlara yönelik hukuki yaptırımların zayıf ve yetersiz olması gibi etkenler saldırganın çocukla cinsel etkileşimine neden olur.
Merak: Çocukların büyüdükçe meraklarının yoğunlaştığı konuların başında da cinsellikleri gelir ve cinselliğe
Koşul 3. Dışsal engelleyici etkenlerin yıkılması: Ebeveynçocuk bağlılığının zayıf olması, anne yoksunluğu veya
Cinsel İstismara Neden Olan Etkenler
16
annenin hasta olması, ebeveynlerin yetersiz bakımı ve gözetmenliği, kapalı ve katı bir aile yapısı, aile içi şiddet, ailenin ya da annenin sosyal destek kaynaklarının olmaması gibi etkenler çocuğun cinsel istismara uğrama riskini artıran etkenlerdir.
Cinsel İstismarın Önemli Bir Alt Grubu: Ensest Ensest, geleneksel olarak biyolojik olarak akrabalığı olan, kanunen evlenmelerine izin verilmeyen iki kiși arasındaki cinsel ilişki olarak değerlendirilmektedir (Akduman ve ark., 2005; Aktepe, 2009). Ensest tarihte bazı kültürler dışında tüm kültürlerde tabu olarak kabul edilir.
Koşul 4. Çocuğun direncini kıran etkenler: Fiziksel, zihinsel ve/veya gelişimsel özrü bulunan, terk edilmiş, duygusal olarak yoksun ve sosyal olarak yalnız bırakılmış olan, cinsel istismar hakkında bilgisi olmayan çocuklar›n cinsel istismara uğrama riskleri daha fazladır (Page, 2004).
Aile içi istismarda en sık rastlanan suçlu babadır. En sık tanımlanan örüntü, babanın güçlü konumunu kuvvet kullanarak elde ettiği katı ve ataerkil bir aile yapısıdır. Ancak üvey babalar da istatistiksel olarak yüksek bulunmuștur. Üvey babanın olması cinsel istismar için riski arttıran bir faktördür ve üvey baba ile olan cinsel istismarın daha ciddi olma olasılığı yüksektir (Aktepe, 2009). Engelli ya da gelişimsel geriliği olan çocukların normallere göre daha fazla risk altında olduğu belirtilmektedir (Kozcu, 1991).
Cinsel istismarın daha dolaylı biçimde nedeni olabilecek bazı olgular da vardır. Bunlar: Kitle iletişim araçları ve seks turizmidir. Kitle iletişim araçlarında yayımlanan şiddet içerikli görüntülerin cinsel istismarı tetiklediği görülmektedir. Almanya’da yapılan bir araştırmada (1995) sadece yetişkin içerikli olduğu söylenen seks dergilerinde 10000’e yakın cinsel istismara uğramış çocuk fotoğrafı bulunmuştur. Çocuğa yönelik şiddete zemin hazırlayan diğer bir durum da çocuk fuhuşu ve seks turizmidir (Akt: Turla, 2006). 10 yaşında olgunlaşan, 20 yaşında yaşlanan, 30 yaşında ölen 2 milyon çocuk her yıl sek pazarına sunulmaktadır (Akt: Polat, 2000).
Cinsel istismarın sık görüldüğü aileler genel olarak işlevselliği bozuk aileler olarak tanımlanmakta ve bu ailelerde olaya yol açtığı düşünülen çeşitli patolojiler bulunmaktadır. 1. Baskın ve koşulsuz söz tutma isteyen ana baba modeli: En sık gözlenen katı babanın güç ve kararlarda baskın olduğu aile modelidir. Aile sistemi kapalıdır. Babaların bir kısmı güç ve kontrol sağlamak için şiddete başvurmaktadır.
Günümüzde neredeyse vazgeçilmez olan internet çocuk cinsel istismarının yayılmasında önemli bir etkendir. İnternetin sağladığı geniş imkanlarla çocuk pornografisi bu alanda yayılmış ve hacmi ürkütücü boyutlara varmıştır. ABD’de yapılan bir araştırmada (1994) katılımcılara farklı miktarda çocuk pornografisi izlettirilmiştir ve bu seansın ardından izledikleri filmdeki istismarcıya ne kadar hapis cezası verdikleri sorulmuştur. Katılımcıların materyale maruz kalma süreleri arttıkça istismar suçunu toleranslarının da o kadar arttığı görülmüştür (Akt: Turla, 2006).
2. Cinsel sorunlar: Cinsel istismarın gözlendiği ailelerde, ana babalarda cinsel sorunlar daha sıktır. (İktidarsızlık, diğer ebeveynde ilişkiye soğukluk vb) 3. Sosyal izolasyon: Ana babaların çoğunda aile dışı sosyal ilişkilerde kısıtlılık ve zorlanma vardır. 4. Rol çatışması: Cinsel istismar uygulanan ailelerde rol çatışmalarına sık rastlanır. Anne genellikle eşlik ve ev kadınlığı rollerini kızına bırakmaktadır, babada bakım vermeyi ensest yoluyla yapmaktadır.
Çocukların cinsel sömürmeye karşı korunmaması ve ilgisiz kalınması, cinsel gelişimine gerekli önemin verilmemesi de cinsel ihmal olarak değerlendirilmektedir (Aral, 2000).
5. Alkol ve madde kötüye kullanımı. 6. Yadsıma: Aile üyelerinde en sık kullanılan savunmadır. Baba, olayı “seks eğitimi” olarak savunabilir, anne ise 17
kocası ile ilişkisini bozabileceği için reddedip görmezlikten gelebilir. Çocuk utanma ve suçluluk duygularını bastırmak ve aile düzeninin bozulmasını önlemek amacıyla durumu yadsıyabilir (Akt: Taner ve Gökler, 2004; Yiğit, 2008).
yetişkinlerin onları koruyacağına ve onlara karşı dürüst davranacaklarına inanırlar. Ne zaman ki çocuk istismara uğrar, yetişkin ona kasten zarar verir, çocuğun güvenlik ve emniyet hissi kırılır, çocuk kendisine ihanet edildiğini hissetmeye başlar.
Ensest için diğer risk faktörleri; annenin olmaması veya evi terk etmesi, yetişkinlerin çocukla aynı odayı ya da yatağı paylaşmaları, kız çocuklarının babalarından ayrı yaşamaları, küçük kızda aniden gelişen baştan çıkarıcı tavırların varlığı, anne veya babanın ya da her ikisinin ailesinde daha önce ensest ilişkinin varlığıdır (Polat, 2000).
Güçsüzlük: Bu dinamik istismarcı tarafından çocuğa sürekli saldırıda bulunulması ile gerçekleşir. Çoğu zaman çocuk bu istismarı içeren davranıșı kontrol altına alamaz, eğer bu istismar hareketine dur diyecek olsa toplum ve aile tarafından ya ona inanılmayacağı ya da aynı hareketin tekrar yapılacağı yönünde istismarcı tarafından yöneltilen tehdit davranışlarını içeren pek çok engelle karşı karşıya kalır. Zarar verileceği yönünde yapılan tehditler çocukta güçsüzlük hissinin artmasına neden olur.
Ensest’in Etkileri Çocuğun saldırganla olan ilişkisine, seksüel aktivitelerin şekline, çocuğun işbirliğine, şiddet kullanımına, fiziksel zararın varlığına, çocuğun yaşına bağlı olarak değişmektedir. Ailenin olaya tepkisi de konu üzerinde etkileyici rol oynar (Akduman ve ark., 2005). Bowlby’nin bağlanma teorisine göre cinsel istismar yaşayan bireyler dezorganize bağlanma geliștirirler. Ainsworth’un teorisine göre ise güvensiz bağlanma geliştirirler (Akt: Hancı ve Özdemir, 2001).
Damgalanma: Cinsel tacize uğrama çocuğa lekelenmişlik duyguları hissettirebilir. Utanç, suçluluk kavramlarının da eklenmesiyle bu duygular zamanla benlik algısına karışır ve kendisini böyle algılamaya başlar. Bu dinamik çocuğun istismarcı tarafından azarlanması, ensestin ilişki içerisinde gizlenmesi, toplum ve aile tarafından çocuğa tepki verilmesi ile ortaya çıkar. İstismara uğrayan kiși istismarın yükünü etrafına zarar verdiği ve bu yüzden hak ettiği șeklinde yașamaya devam eder (Aktepe, 2009; Ovayolu ve ark., 2007)
Enseste uğrayan çocukta; Travmatik Cinsellik: İstismar eden kiși, aslında çocuğun ailede en çok sevgi ve onay beklediği kişidir. Hatta özdeşim modeli bile olabilir. Bu kiși onun sevgisinden faydalanıp hediyeler vermiş ve cinsel talepte bulunmuștur. Bu durum çocukta cinsel davranış ve ahlak karmaşası yaratacaktır. Cinselliği bir alıș veriş gibi görecek, sevgi için cinselliğin gerektiğini düşünecek bu da sonraki yaşamında birçok partnerle cinsel ilişkiye girmesine ve riskli cinsel davranışlarda bulunmasına neden olacaktır.
Tartışma Çocuk istismarı ve ihmali günümüzde evrensel bir sorundur ve son yıllarda yadsınamayacak kadar ileri boyutlara varmıştır. İnternette yayınlanan çocuk pornoları, çocuk fuhuşu ve seks turizmi yayılımını artırmış ve giderek çocuklar yetişkinlerin köleleri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Çocuk istismarı ve ihmali bu noktada sağlıklı biyoloji ve psikolojiye sahip nesiller yetişmesini ketlemektedir.
İhanete uğramışlık hissi: Cinsel istismara uğramış çocuk yakınları tarafından ihanete uğradığını düşünür. İlişkilerinde kişilere güvenmekte zorluk çeker. Kime güveneceğine karar vermekte zorluk yaşadığı için yetişkinliğinde çoklu, kısa, istismara açık ilişkiler yaşayabilir. İhanet yetişkinin kişiler arası işlevlerinde de etkili olan dikkat çekici bir yapıdır. Genellikle çocuklar
İstismarın bir alt grubu olan ensest ise daha ciddi bir boyuttadır. Güvenmenin, bağlanmanın ve inanmanın çok önemli olduğu dönemde çocuk; güvenmek, bağlanmak ve inanmak istediği insanlardan biri tarafından cinsel istismara uğramaktadır. Bu noktada çocuk kendini olup biteni anlamlandıramadığı ya da tüm 18
olanları yaşamamış olmayı tercih ettiği bir dünyada bulur. Önemli olan bireylerin, daha çok anne, babaların bilgilendirilmesidir. Çeşitli kurum ve kuruluşlarca bir takım eğitim programları düzenlenip, bu programlarca insanların istismar, cinsel istismar ve ensest hakkında bilgilendirilmelidir. Bu sağlıklı bireyler yetişmesi ve bilinçli toplumlar oluşması adına önemli bir adım olacaktır.
cinsel istismar ve etkileri. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 2(4); 13-22. Page, A. (2004). Çocuklarda cinsel istismarın nedenleri ve etkileri. Türk Psikoloji Yazıları, 7(13); 103-113. Polat O. (2000). Çocuk istismarı. Adli Tıp Dergisi, 290; 207-231. Taner, Y. ve Bahar, G. (2004). Çocuk istismarı ve ihmali, psikiyatrik yönleri. Hacettepe Tıp Dergisi, 35; 8285. Tıraşçı, Y. ve Gören, S. (2007). Çocuk istismarı ve ihmali. Dicle Tıp Dergisi, 34(1); 70-74. Topbaş, M. (2004). İnsanlığın büyük bir ayıbı: Çocuk istismarı. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, 3(4); 76-80. Turla, A. (2006). Çocuk istismarı ve pornografisi. Polis Bilimleri Dergisi, 8(1); 117-133. Ünal, F. (2008). Ailede çocuk istismarı ve ihmali. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1; 9-18. Yiğit, R. (2008). Çocuk cinsel istismarı ve ensest. Internet Türk Tıp Dergisi, 1(3); 90-100.
Diğer bir önemli kısımsa çocukların bilgilendirilmesidir. Yine aynı şekilde çeşitli kurum ve kuruluşlarca düzenlenen programlarla çocukların yaş gruplarına göre anlayabilecekleri düzeyde ve duygu durumlarını etkilemeyecek şekilde anlatılmalıdır. Bu program kapsamında çocuklara hangi davranışların istismar kapsamına girdiği, istismara maruz kaldıklarında bunu nasıl ve kime anlatmaları gerektiği, istismarcının tehdit ve şantajlarından korkmamaları gerektiği ve hayatta önemli olan tek şeyin onların sağlıkları olduğu ve hiçbir nedenin bunun önüne geçemeyeceği açıklanmalıdır. Günümüz şartlarında, medeniyetin bu kadar ilerlediği bir noktada bu ilkel ve barbarca davranışlardan kurtulmanın insanları eğitmekten başka yolu olmadığını anlamalıyız. Kendi çocuklarımızın, kardeşlerimizin başına gelmez düşüncesini silip, her ihtimali göz önünde bulundurarak onları bilgilendirmeli, sağlıklı bir toplum yetiştirmek adına birey olarak görevimizi yerine getirmeliyiz. KAYNAKÇA Aral, N. (1997). Fiziksel İstismar ve Çocuk. Ankara; Tekışık Veb Ofset. Akduman, G.G., Ruban, C., Akduman, B. ve Korkusuz İ. (2005). Çocuk ve cinsel istismar. Adli Psikiyatri Dergisi, 3(1); 9–14. Aktepe, E. (2009). Çocukluk çağı cinsel istismarı. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 1; 95-119. Hancı, H. Ve Özdemir, Ç. (2001). Çocuk cinsel istismarı. Sürekli Tıp Eğitim Dergisi, 10(10); 389-390. Kozcu, Ş. (1991). Çocuk İstismarı ve İhmali. Aile Yazıları 3. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Bilim Serisi, 5(3); 379-390. Ovayolu, N., Uçan, Ö. ve Serindağ S. (2007). Çocuklarda 19
Varoluşsal bir Kaygı, Ölüm: Güneşe Bakmak, Ölümle Yüzleşmek
içinde. Ölümden korkuyorum.” Şeklinde ıstırabını ve çaresizliğini dile getirmiştir.
Hatice Zehide Çetinkaya Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Gılgamış hepimiz adına konuşuyor. Onun ölümden korktuğu gibi hepimiz korkarız her erkek, kadın ve çocuk ölümden korkar. Bu bağlamda bazılarımız ölümle ilgili açık ve bilinçli bir anksiyete yaşarken, bazılarımız için ölüm korkusu bütün mutluluk ve sevinçlerimizi engelleyen bir dehşet haline gelir.Yani kimilerimiz için ölüm korkusu genelleşmiş bir huzursuzluk şeklinde kendini gösterir yada başka bir psikolojik bozukluk kılığına girer,öyle ki ilgisi olmayan semptomlarla ifade edilir.
Le soleil ni la mort ne se peuvent regarder en face. “Güneşin ya da ölümü yüzüne doğrudan bakamazsınız.”
Her şeyin yok olduğu, yok olmaktan korktuğumuz, ama yine de yok olmanın ve bu korkunun varlığında yaşamamız gerektiği gerçeği hayatın en açık gerçeklerindendir. Stoik felsefeye inanlar, ölümün hayattaki en önemli olay olduğunu söyler (Yalom 1980, p. 52). İnsanlık tarihinden bu yana insanoğlunun en büyük ıstırabı olmuştur ölümlülüğü. Ancak ölümlülüğümüze anlam vermeyi Smith (1977) şu şekilde ifade eder ”Ölümlülüğüne rağmen yaşamına anlam verecek olan insanın kendisidir.” (Smith 1977, p. 15 ). Hayatına anlam verme yetisi kendisinde olan insanoğlu, iyi yaşamayı öğrenerek iyi ölmeye hazırlanıyor ve bunun tersine iyi ölmeye hazırlanarak da iyi yaşamayı öğreniyor. Bu paradoksu varoluşçu yaklaşım, varlığını sürdürebilmek ve ne yönde büyüyüp gelişeceğine karar verecek olan insanın kendisidir şeklinde ifade eder. Kimi filozoflar felsefe yapmayı ölüme hazırlanmak şeklinde tanımlarken, kimisi de insanın gerçek benliği ancak ölümün karşısında doğacağı düşüncesi üzerine fikir yürütürler. Birçok düşünüre göre ölüm gerçeğinin, insana yeni bir varoluş kapısı açtığını,belki de sıkışıp kaldığımız kozadan yeni bir hayata ve ebedi özgürlüğe doğru yol aldığımızı işaret eder.
Her anı ölümün farkında olarak yaşamak hiç kolay olmayacaktır. Bu, güneşe dosdoğru bakmaya benzer; daha fazla dayanamazsınız. Belki de Platon’un söylediği gibi benliğimizin en derin noktalarına yalan söyleyemeyiz. Bizimle birlikte, bilinç zarının hemen altında uğuldayan ölüm; endişelerimizin, streslerimizin ve çatışmalarımızın kaynağıdır. Çünkü ölmek hayatın yalnız yapılan tek olayıdır. Ancak insanoğlu hayatı dehşete düşmüş bir şekilde geçiremeyeceği için korkuyu yumuşatacak yöntemlere başvurur. Yalom’un bu korkuyla mücadelesinde “ Ölümün fizikselliği bizi yok etse de, ölüm fikri bizi esirger.” (Yalom 2008, p. 52 )derken ölüm fikri insanı yeni arayışlara, uyanışlara ve hayata şefkatle yeniden hayata bağlanmaya sevk ettiğini, hatta öyle ki ölüm fikrinin dehşeti hafifletmekle kalmayıp hayatı zenginleştireceğine olan inancı çok güçlüdür Yalom’un. Var olmanın Farkına Varmak
Ölümün hayatın en önemli olayı olduğuna diar bir örnek olarak Babil kahramanı Gılgamış, arkadaşı Enkidu’nun ölümü karşısında “Sen artık karanlıklar içindesin ve beni duymaz oldun. Ben de öldüğümde Enkidu gibi olmayacak mıyım? Yüreğim umutsuzluk
“Gerçekte yaşayan varoluşumuz bu sonsuzluğun farkında olarak veya olmayarak hep içindedir.” Gariplerin Kitabı (Ian Dallas) 20
kıpırdamadığım bir an içinde başlamıştı” (Dallas, 2008 , p . 18 )
Şeylerin nasıl olduğu ile yalnızca var olmaları arasında önemli bir fark vardır. Varoluşçu yaklaşım ne kadar yaşamın önceden belirlenmiş bir anlamı yoktur dese de ben bu kadar belirsiz (Daş, 2009, p. 10) olmadığını düşünüyorum. Evrenin ve kendisinin sırlarını çözme potansiyeli olan insanoğlunun bilinçdışı bir anlam arayışı vardır. Ancak kimi insan daha öz-farkındalıkla varoluşsal anlamını bulmaya çabalarken, kimi daha nevrotize olmuş bir varoluş yaşamakta ve kendisini bu anlamını bulma çabası karşısında oyalamakta. Heidegger bu durumu iki tarz varoluş olduğunu ifade eder: gündelik ve ontolojik varoluş. Kişi var olmanın farkına varmakla gündelik varoluştan ontolojik varoluşa doğru yol alır. Gündelik bir tarza gömüldüğünüzde fiziksel görünüş,mülkiyet veya saygınlık gibi çabucak unutulan dikkat çelicilere odaklanırken öte yandan ontolojik tarzda yalnızca var oluşun, ölümlülüğün ve hayatın diğer değişmez özelliklerinin daha fazla farkına varmakla kalmaz, anlamlı değişiklikler yapma konusunda daha heyecanlı ve hazır olursunuz (Yalom , 2008, p. 38).
Ian Dallas’ın çok derinlerden gelen ifadeleri gibi herkesin kendine göre bir özlemi, arayışı veya kaçışı var, çünkü varoluşları problem oluşturan tek yaratıklar biz insanlarız. Ancak var oluşta, var olan her şey iyidir, kıymetlidir... ”var oluş” ile “kıymetli olma” ve “iyi olma” aynı manaya gelecek kadar birbirine yakın mefhumalardır (Dinçmen 1988, p. 18). Kişi kendi hayatında iyi olma haliyle ile ontolojik bir varoluşun izini sürmekte. Kimisi doğumla başlayan hayat yolculuğuna ölümle devam edeceği bilinciyle tekliğe-kozmik bütünlüğe hasretinin bir tezahürü olarak ölmeden önce ölüm gerçeğini deneyimliyor. Kimisi de bu ölüm gerçeğinin dehşetinden kaçış olmadığını idrak ederek uyanarak daha anlamlı bir hayat yaşamaya doğru uyanıyor. Tıpkı Tolstoy’un kahramanı Ivan İlyinç’in uyanışı gibi. Hayatın Sonunda Uyanmak: Orta yaşlı, bencil, kibirli bir bürokrat olan Ivan İlyinç ölümlü bir hastalığı olduğunu ve dinmek bilmez bir acıyla öleceğini öğrenir. Ölüm yaklaşırken kendisini bütün hayatı boyunca saygınlık, görünüş ve parayla meşgul olarak ölüm kavramına karşı koruduğunu fark eder. Kendisini iyileşeceğine dair temeli olmayan umutlar vaat edilmesinden herkese öfke duyar.
Okuduğum bir eserde kitabın kahramanı varoluşsal boyutta anlam arayışını ve var olma çabasını şöyle ifade ediyor: “Özlem. Ama neyi özlediğimi bilmiyorum. Canımın çektiği şey ne bir kimse ne de bir nesneydi. Tanımlayabileceğim hiç bir biçimi, adını koyabileceğim hiç bir sıfatı yoktu, ama o olmadıkça ben noksan kalıyordum. Bu bilmediğim şey içimi alt üst ediyor, beni tedirgin kılıyor,Hayatım olarak bildiğim her neyse beni ondan uyandırıyordu, çünkü özlediğim şey içerisinde öyle keskin ve tatlı öğeler barındırıyordu ki bugüne kadar tatmış olduğum meyvelerden farklı idi.Ve sonra anladım ki benim özlediğim şeyi Dükay biliyordu; o nereye gitmişse, ben de oraya gidebilirdim.Yolculuk o bomboş odada, hiç
Sonra en derin noktasıyla yaptığı şaşırtıcı bir konuşmanın ardından kendine gelerek çok kötü yaşadığı için bu kadar kötü bir şekilde öldüğü gerçeğini görür. Bütün hayatı yanlıştır. Hayatını tren vagonlarında olduğu gibi, o ileri gittiğini sanarken geriye gitme deneyimine benzetir. Kısacası var olmanın farkına varır.
21
Ölüm hızla yaklaşırken, hala zamanın olduğunu görür. Yanlızca kendisinin değil, yaşayan her şeyin ölmesi gerektiğinin farkına varır. Kendisi için yeni bir his olan merhameti fark eder. Başkaları için şefkat duymaya başlar: elini öpen küçük oğluna, hizmetkâr çocuğa ve hatta ilk kez genç eşine. Neden olduğu acı için onlara üzülür ve sonunda acı içinde değil, yoğun merhametin huzuruyla ölür. İvan İlyinç’in hayatının sonundaki muazzam değişimi Jung kendine has üslubuyla ne de güzel ifade ediyor: “Kendindeki ötekini özümsemiş olan insan aynı kalamaz; dünya görüşü ve modelinde, dolayısıyla da yaşamında sarsıcı bir değişim kaçınılmazdır (Jung, 2009, p. 15 )”.
Alice: Sonsuza dek Fanilik Eşi Albert’ın kaybıyla ve huzurevine gitmek zorunda kalmayla baş eden Alice, yas olayıyla kendi ölüm korkusunun üstünü açıyor. Alzheimer hastası Albert’ın vefatından sonra, arkadaşları ve ailesi kendi hayatlarına geri dönünce Alice boş evle karşı karşıya geldi ve yeni bir korku hissetmeye başladı. Gece eve bir yabancı girmesi fikri onu korkutuyordu. Alice kocasının yokluğuyla kendini korumasız hissediyordu.Kocası birkaç yıldır fiziksel olarak aciz durumda olsa da sırf varlığı bile güven hissi veriyordu.Sonunda bir rüya Alice’in hissettiği dehşetin kaynağını anlamasını sağladı.
Kişinin uyanışı ile sıradan tarzdan çıkararak ontolojik tarza girmesini sağlamak için genellikle yaşamsal veya geri dönüşü olmayan deneyimler gerekir. Bu duruma “uyanma deneyimi=idrak etme” diyebiliriz. Ahmet Ada’nın “Varoluşun anlamını kavramadan/Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla./Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe” mısraları ölümü varoluşun ontolojik boyutunu ironik bir dille ifade eder (Onaran, 2010, p. 56).
“Bir havuzun kenarında oturuyorum,ayaklarım suyun içinde.Birden korkmaya başlıyorum,çünki suyun içinden bana doğru gelen büyük yapraklar var.Bacaklarıma sürtündüklerini hissediyorumığğğ....onları düşünmek şimdi bile ürpermeme neden oluyor.Siyah,büyük oval biçimliler.Yaprakları uzaklaştırmak için ayağımla dalga yapmaya çalışıyorum,ama ayaklarım kum torbalarıyla aşağıya çekiliyor.Belki de kireç torbalarıydı.” “Burada paniğe kapılarak uyandım. Rüyaya geri dönmemek için saatlerce uykuya direndim.” “Kireç torbaları? Bunun senin için ne anlamı var?” diye sordum. “Gömülme,” diye cevap verdi.” Irak’ta toplu mezarlara kireç atmıyorlar mıydı? Hani veba sırasında da Londra’da kullanmışlardı.” Demek eve giren davetsiz misafir ölümdü. Kendi ölümü. Kocasının ölümü onu ölüme karşı savunmasız bırakmıştı. “Eğer o öldüyse ben de ölebilirim. Ben de öleceğim.” Alice eşinin vefatından sonra huzurevine çıkmaya karar verdi. Artık Alice’nin zihni yalnızca eşyaları elinden çıkarmayla meşguldü. Mobilyalar, hatıralar,
Spinoza ”Her şey, kendi varoluşu içinde sürüp gitmeye çabalar” (Spinoza, 1921) cümlesiyle özdeki varoluşçu çatışma, ölümün kaçınılmazlığının farkında olmayla, var olmaya devam etme arzusu arasındaki gerilime işaret eder (Yalom, 1980, p. 19). Bu insanın temelinde yolunu kaybetmiş ve hiçbir zaman dinmeyecek olan bir varoluşsal panik (Dallas, 2008, p. 121) çatışmasıdır. Peki varoluşsal panik ölüm anksiyetesine karşı bir nevi uyanma deneyimi olan yas nasıl bir etki uyandırıyor kişi de? Buna güzel bir vaka olarak Alice’in yas deneyimini inceleyebiliriz.
22
antika enstrüman koleksiyonuyla dolu dört odalı bir evden küçük bir odaya taşınması pek çok eşyasından kurtulmak zorunda olması anlamına geliyordu. En zor seçim ise Albert’la hayatları boyunca toparladıkları müzik aletlerini ne yapacağıydı. Üzüntüsü hatırası olan eşyalarına onun gibi değer vermeyecek insanlara dağıtılacağıydı. Ve son olarak kendi ölümü çelloya, flütlere ve daha pek çok şeye gömülü olan zengin hatıraları tamamen silecekti. Geçmişi onunla birlikte yok olacaktı.
sağlamıştı.Onları bırakmak kozadan çıkmak gibiydi. Seksen yasında yeni bir hayat ve yeni bir başlangıç olan kendine has bir odası olan yeni bir Alice. Bunun yanında ölüm anksiyetesini arttıran diğer bir unsur ise yaşanmamış bir hayata duyulan özlem ya da yaşanmamışlığa karşı derin bir pişmanlık. Çünkü hayat ne kadar yaşanmamışsa o kadar pişman olursunuz. Julia içinde yaşattığı tertemiz hayallerini yaşamak zorunda olduğu dünyada gerçekleştirememişti, yetenekli bir ressam olacağına inanıyordu. Ancak resimlerini hep tamamlamadan rafa kaldırıyordu. Terapistiyle olan görüşmesinde saçma bir hayat yaşadığının farkına vardı. Bir kaç seans sonra üzüntüsü, korkulu davranışları çözüldü, hayatını yetersiz ve tatmin edici olmayan şekilde yaşamasıyla doğrudan mücadele etmeye başladı. Terapisti:”Ölümün tam olarak nesinden korkuyorsun.” Julia’nın yanıtı: “Yapmadığım her şey “
Ve evi boşalırken Alice’in kendisi de acılı ve evinden ayrılmaktan nefret eden bir duldu. Hayatın bir geçit töreni olduğunu söylüyordu kendi kendine! Faniliğin her zaman farkındaydı. Şimdi kendisinin fani olduğunu,daha önceki sahipleri gibi kendisinin de o evden geçip gittiğini gerçek anlamıyla fark ediyordu. Eşyalarından vazgeçmek ve taşınmak, bol mobilyalı ve halı kaplı hayatın sıcak ve rahat yanılsamasıyla kendini örten Alice için bir uyanma deneyimiydi.Artık eşya bolluğunun onu varoluşunun çoraklığından koruduğunu öğrenmişti.Alice de hayatın süssüz iskelesini ve aşağıdaki hiçliği görmüştü.
Bundan daha farklı bir örnek olarak hayatının en verimli çağında mücadelesini verdiği ölümle yüzyüze gelmede erken davranan Slyvia Plath 31 yaşında hayatına kendi elleriyle son vermeyi tercih etti. Ölümünden önce geride bıraktığı son yazısı “ sırça fanusun içinde ölü bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.”( Plath, 1988, p. 272 ) Yaşanmamış bir hayata yada kötü bir düş olarak algılanan varoluşa saptırılmış dünyalar fenomeni diyebiliriz. Bu dünyaların esas vasfı kıymet ölçülerinde sapmalar, yani yitirilen varoluşsal bir anlamdır. Plath’in yaşamında da inceleyebileceğimiz gibi ,”boşalmış dünya”nın en iyi misalini, melankolik kişinin, müspet her yanını inkar etmiş ve kaybettirmiş dünyasında görürüz. Dünya, kişinin kendisi de dahil, her iyi ve değerli şeyini kaybetmiştir... O dünyada kalan her şey adidir, kötüdür, iğrençtir, ayıptır, günahtır. İyi olan bir
Alice’in hikayesi, kocasının ölümü ile kendi ölüm anksiyetesinin ortaya çıkışıyla sonuçlandı. Önce dışsallaştırdı ve eve izinsiz girecek birinden duyulan bir korkuya dönüştü; sonra bir kabus haline geldi; ardından yaşadığı yas sırasında “eğer o ölebiliyorsa ben de ölebilirim”, farkına varmasıyla daha açık bir hale geldi. Bütün bu deneyimlerin yanı sıra değer verdiği onca şeyin, anı yüklü eşyaların kaybı onu ontolojik tarza yönlendirdi; bunun sonucunda da anlamlı kişisel değişimler yaşadı. Bunun yanında bu iyilik halinde rol oynayan başka bir etmen vardı: özgürleşme hissi. Mobilyalarını bırakmak onun için büyük bir kayıp olduğu gibi büyük bir rahatlama da 23
tarafı kalmayan bir insanın var olması da düşünülemeyeceği için de melankolik kişinin kendisini öldürmek istemesi, intihara kalkışması da kolayca anlaşılmış olur, Slyvia Plath’de olduğu gibi. Melankolik kişinin gözünde, dünyada, her şeyin anlamsız-kötü ve değersiz oluşu onların var olmamaları ile aynı manaya gelir: değersiz olan ,var olmayan bir şeyin düzeltilmesine imkan olmadığı için de böyle bir girişime çabalamanın da manası yoktur. Dr. Dinçmen (1988),klinikte, melankolik hastalardaki inertia halini, tam hareketsizliği, psikomotor faaliyetin kaybını gördüğünü belirtir. Melankolikte ”var olma” ve “kıymetli olma” olma halinin hakiki, otantik bir var olma hali olmasına imkanı yoktur. Dr. Dinçmen’nin (1988) anlatımıyla insanoğlu var oluş anlamını yitirmekle yaşam kalitesini düşüşü paralel giden bir durum. Plath’in yaşamında “dünyanın kötü bir düş oluşunu”, kaybedilmiş anlamsal-varoluşsal bir boşluktan kaynakladığını düşünüyoruz. (p. 18)
değildir. Bu fikirler maddi olmayan fikirler gibi görünseler de fikirlerin bir gücü vardır.Yüzyıllar boyunca pek çok düşünür ve yazarın içgörüleri bizim ölüm anksiyetesiyle baş etmemize ve hayata anlam kazandırmaya yardımcı olmuştur. Yalom’un kendi ölüm anksiyetesini hafifletmede ve hastalarıyla çalışmada çok yararlı bulduğu üç iddası: 1.Ruhun Ölümlülüğü Epikouros ruhun ölümlü olduğunu ve bedenle birlikte yok olduğunu söyler. Eğer biz ölümlüysek ve ruh yaşamaya devam etmiyorsa ölümden sonraki hayattan korkmamız gereken bir şey olmadığında ısrar etmiştir.Herhangi bir bilinç belirtisi,yitirilen hayat için duyulan pişmanlıklar yada tanrılardan korkacak bir şey olmayacaktır. 2.Ölümün Nihai Hiçliği Ruh ölümlü olduğu ve ölümle birlikte dağıldığı için ölümün bizim için hiç bir anlamı olmadığını ileri sürer. Dağılan şey algılanmaz ve algılanmayan şey bizim için bir hiçtir.Başka bir deyişle benim olduğum yerde ölüm yok; ölümün olduğu yerde ben yokum. Algılamamızın mümkün olmadığı ölümden neden korkalım ki çünkü ölü olduğumuz için hiçbir şey bilmeyeceğiz.
Epikouros: Her zaman ve her yerde var olan ölüm korkusu Öz-farkındalık büyük bir armağan, hayat kadar değerli bir hazinedir. Bizi insan yapan şeydir. Ama bedeli çok ağırdır ölüm-lülük yarası. Varoluşumuz, büyüyüp gelişeceğimiz ve kaçınılmaz bir şekilde ölüp yok olacağımız bilgisiyle gölgelenir. İnsanoğlu bu gerçekle nefes alıp-verdiği müddetçe hep yüz yüzedir. Peki, insanoğlu bu gerçek acısını nasıl hafifletir? Yüzyıllardan beri insanlar bu gerçeği hafifletmek için fikrin gücüne sığınmışlar. Epikouros felsefesinin asıl misyonu ise insanı acıdan kurtarmak olduğuna vurgu yapıyor. Epikouros, kaçınılmaz ölümün verdiği ürkütücü düşünce hayattan zevk almayı engellediğinde ve bütün zevklere müdahale ettiğinde ısrarcıydı. Hiçbir etkinlik ebedi hayat özlemimizi tatmin edemediği için aslında hiçbir etkinliğimiz özünde ödüllendirici
3.Simetri İddiası Ölümden sonraki var olma durumumuzun doğumdan önceki durumumuzla aynı olduğunu savunur. Büyük Rus Romancı Vilademir Nobokov Konuş: Bellek otobiyografisinde “Beşik büyük bir boşluğun üzerinde sallanırken sağduyum bana varoluşumuzun iki karanlık sonsuzluk arasında kısa ışık yarığı olduğunu söylüyor. İkisi de birbirinin aynı olmasına rağmen insan bir kural olarak doğum öncesi boşluğu, gitmekte olduğu boşluktan daha sakin bir şekilde karşılıyor, saatte 4500 kalp atışıyla” (Yalom 2008, p. 77-78). 24
Kişisel olarak katılmadığım ve kritiğini yapmak istediğim nokta Epikouros’un fikirleri ne kadar yatıştırıcı olsa da bana göre yerinde bir çözüm değiller. Yok olmaya yüz tutmuş bedenin partikülleri içinde Heidegger’in ifadesiyle ne yapılırsa yapılsın tatmin olmayan bir ruh var. (Yalom, 1980, p. 52 ) Ne kadar bilincinde olmasak da sonu belli olamayan şey her zaman ürkütücüdür çünkü insan sonunu bilmediği şeyden korkar, tıpkı ölümün kendisi gibi. Yani bu nihai fikirler insanı rahatlatsa da ölüm gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Madem ölümle halen yüz yüzeyim, o halde kendimi oyalamaya çalışmam gerçekçi ve kesin bir çözüm olmadığını deneyimliyorum kendi benliğimde.
başkasında var etme çabası çok hayati oluyor anlam dünyamızda. Bu paylaşım kendi mahiyetinde müthiş bir sinerjidir. Yani farkında olmasak da geride kendimizden bir şeyler bırakabileceğimiz fikri, insanın faniliği ve sonlu oluşundan kaçınılmaz bir şekilde anlamsızlığın doğduğunu iddia edenlere karşı etkili bir yanıt, kendinin farkında olan diğer özlerle bağlantıyı ifade eder; bu olmadan dalgalanma mümkün değildir. Bu konuda Yalom’a katılmaktan kendimi alamıyorum, üreterek, aktararak ve paylaşarak ölüm karşısındaki acizliğimizin ıstırabını dindirmeye çabalıyoruz. İnsanoğlunu zıtlar içinde anlamını bulması, -hayatın karşında ölüm-, bir nevi insanın varoluşsal farkındalığını arttırarak insanı ölüme hazırlıklı hale getiriyor.
Dalgalanma: Yalom’un eserinden müthiş bir şekilde etkilendiğim bir husus, bir gün bu hayatın geçmişim gibi elimden kayıp gidiyor ve bir daha geri getirilemiyor oluşu beni şu anıma ve geleceğime daha da bir bağlıyor. Tıpkı ölümünde bir daha bu hayatı yaşamayı mümkün kılmayacağı gibi. Hayata değer vermenin yolu, başkaları içi şefkat duymanın yolu her şeyi en derin şekilde sevmenin yolu bu yaşantıların sonunda kaybolacağının farkında olmaktır. Hakikatte de ölümün gerçekliği, hayatın gerçekliğini daha da anlamlı kılmaktadır.
“Benim adım Ozymandias, Krallar Kralı Yaptıklarıma bak, ey insan ve kederlen.” İyi davranışlar insan ölümüne kadar eşlik eder ve dalgalanarak sonraki kuşaklara aktarılır. Yalom kendi hayatında ve danışanlarıyla bu fikri çok etkili bir şekilde kullanıyorlar ve bu fikirden ciddi bir huzur duyuyorlar. Yalom dalgalanmayı, “olgun” ve üretken insan için vermek gücün ve bereketin ifadesidir cümlesiyle ifade eder. (Yalom, 1980, p . 52). Fani oluşumuzu karşımızdakinin anlam dünyasında var etme çabasının bir ürünüdür bana göre dalgalanma. Bu çabayı Fromm (1999) analitik bir yaklaşımla şu şekilde ifade eder: ”Kişi verdiğinde diğer insanda bir şeyleri hayata geçirir ve hayata geçirilen bu şey kendisine yansır: gerçekten vermede kendisine verilen şeyi almamak elinde değildir. Vermek, diğer insanı da verici yapar ve her ikisi de hayata getirdikleri şeyin sevincini paylaşırlar” (p. 21-22). İlişki diğer bir deyişle dalgalanma karşılıklıdır diyor Yalom (Yalom, 1980, p. 585). İnsanı sevme kapasitesi ve kendini bir
Yalom’un eserini okurken kritiğini yapmak istediğim diğer bir nokta, aynı fikri zemini paylaşan Yalom ve Jung: “Tüm benliğimiz ve düşüncelerimizle bu dünyaya bağlıyız” (Jung, 2009, p. 12) fikri bana okuduğum bu kitaptaki neredeyse her şeyi anlamsız kılacak kadar güçlü bir ifade. Eğer ki her şeyimle buraya bağlı isem sadece dünyaya fırlatılmış olmamın ve ölümü tek başıma yaşayacak olmamın karşısında duyduğum dehşetin kaynağı ne? Bilincim ölümü hissetmeyecekse ben niçin ölümden tüm beliğimle korkuyorum? 25
Zamanı Yorumluyan Anlam Katmanları.” Varlık Dergisi, 77,1229,l, 56 Smith, E.W.L.( 1977).The growing edge of Gestalt therapy.New York: The Citadel Press. Yalom, I.(2008). Güneşe bakmak,ölümle yüzleşmek, İstanbul:Kabalcı Yayınları. Yalom I.(2001), Varoluşçu Psikoterapi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi .
Eserinin en son bölümünde psikoterapistlere çok kıymetli tavsiyelerde bulunun Yalom’un kitabından çok etkilendim. Ölümü kendi benliğinde deneyimlerek, ölümlülük gerçeği ile uzlaşmaya çabalayan yazar, okurlarına, danışanlarına anlamlı bir örnek olduğunu düşünüyorum bu eseriyle. Diğer bir taraftan, kişiliği ve psikoterapist kimliği ile son derece değerli bir insan olan Irvin Yalom’un şeffaflığı, samimiyeti ve açıklığından etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Öncelikli olarak kendi ifadesiyle terapistten evvel sıradan bir insan olduğunu unutmadan, terapistin diplomaları–eğitimleri karşındaki insana karşı kendini üstün kılmıyor oluşu çok erdemli bir yaklaşım. Danışana aynı endişeleri yaşadığımızı ve aynı süreçlerden geçtiğimizi gerekli yerlerde, danışana faydalı olacağına inandığımız noktada bizim de ızdıraplarımız olduğunu iyi bir model olarak ifade etmek bana çok insani ve anlamlı geliyor. Terapistin başaklar gibi içi doldukça başakların yüzünü toprağa eğmesi gibi insanlar karşısında insanlardan bir insan oluşu çok anlamlı. Kaynakça Spinoza, B. (1921) . The tragic Sense of Life . ( M. Unamuno & , J.C.E. Flitch, Trans.) .London: Macmillan. Dinçmen, K.(1988). Existentialist psikyatri üzerine dört makale, Istanbul: Roche Yayınları. Dallas I.(2008). Gariplerin kitabı, Istanbul: Şule yayınları. Daş, C. (2009). Gestalt terapi, Ankara : hyf Yayıncılık. François De La Rochefoucauld, Özdeyiş 26. Fromm,E. (1999), Sevme sanatı, İstanbul: Öteki Yayınevi. Jung C.G. (2009), Dört arketip, Istanbul: Metis Yayınları . Plath S.(1988), Sırça fanus, İstanbul: Can Yayınları. Onaran M.Şerif.(2010) “Ahmet Ada’nın Şiirinde 26
TAŞPINAR
4. Taşpınar’da sevmediğiniz özellikler nelerdir? 5. Taşpınar’da ne ile uğraşıyorsunuz? (mesleğiniz ya da işiniz) 6. Taşpınar’a ait özel gelenek ve görenekleriniz var mıdır?varsa açıklar mısınız?
Şafak Ağaca Doğu Akdeniz Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrencisi olduğum psikoloji bölümünün seçmeli dersi olan topluluk psikolojisi proje ödevi için sınıf arkadaşlarımdan oluşan dört kişi ile birlikte bir grup olup, dönem boyunca derste öğrendiklerimizi uygulamaya geçirmek adına bir köy seçmemiz gerekiyordu. Ben (Şafak Ağaca), Pınar Burhan, Buket Çankaya ve Ziba Sertbay ile birlikte Güzelyurt ilinin, Doğancı ilçesine bağlı, Taşpınar köyünü seçtik. Bu köyde doğmuş, büyümüş üniversite okumak için İstanbul’a gitmiş ve orada annemin en yakın dostu olmuş, benim üzerimde çok emeği geçmiş Fatma Bilge’nin köyü olduğu için bu köyü tercih ettim ve grup arkadaşlarımla bu köye gitme kararını aldık.
Gözlemlediklerimizi on iki sayfadan oluşan bir raporla, İngilizce olarak, dersimizin öğretmeni olan Serdar Değirmencioğlu’nun değerlendirmesine sunduk. Köyde ilk olarak Salih Öztoprak ile görüştük. Bu köyde kırk dört yıl muhtarlık yapmış yaşayan bir efsaneydi benim için. Taşpınar’ın kısaca tarihçesini anlattı. Kıbrıs, Osmanlı Devleti zamanında, padişahın görevlendirdiği toprak ağaları ile yönetiliyormuş. Taşpınar’ın (o zaman ki adı ile Angolem) toprak ağasının adı Mehmet Efendi’ymiş.
Taşpınar köyüne 8 Aralık 2009 tarihinde gözlem yapmak için gittik. Amacımız; yaşanılan yerlerin, sokakların, binaların, yaşatanılar yerin tarihinin insan davranışlarına olan etkilerini gözlemlemekti. Taşpınar köyünde halan ikamet etmekte olan 26 kişiyle konuştuk. Görüşme sırasında sormak için altı soru hazırladık. bunlar;
1960 yılında Kıbrıslı Türkler ve Rumlar Kıbrıs Cumhuriyetini kurmuşlardır ancak 1963 yılında Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında tekrar savaş çıkmıştır. Taşpınar Rum sınırına en yakın olan köylerden biri olduğu için en büyük savaş darbesine maruz kalmıştır. Köyde bulunan bazı insanlar Taşpınar köyünde bulunan ilkokulun içine sığınmışlar, geri kalanlarda Doğancı köyüne kaçmışlardır. Doğancı köyüne kaçanlar hayatta kalmış fakat kaçamayanların hepsi öldürülmüştür. Bu yüzden Salih Öztoprak nufüsün o yıldan sonra azaldığını, yaşama şansı olanlarda atılan silahlar yüzünden Taşpınar’ın ikliminde değişme olduğunu ve çoğunun kanser nedeniyle yıllar geçtikçe öldüğünü
1. Adınız, soyadınız, evli/ bekar mısınız, çocuğunuz var mı?,varsa kaç tane? (kişisel bilgiler) 2. Taşpınar neye benziyor? Bize tasvir edebilir misiniz? 3. Taşpınar’ın sevdiğiniz özellikleri nelerdir? 27
belirtmiştir. Çok üzülerek belirtiyorum ki, biz köye gittikten 5 gün sonra yani 13 Aralık 2009 kendiside akciğer kanserinden 85 yaşında vefat etmiştir Salih Öztoprak. Taşpınar tarihinden günümüz koşullarına geçmek gerekirse; şu anda 187 kişi köyde ikamet etmektedir. Bunlarından 136 kişi 18 yaş büyük yani seçme hakkı bulunanlardır. Köyde 65 hane bulunmaktadır. Köyde yaşayanlar geçimlerini hayvancılık yaparak ve narenciye (turunçgiller-portakal, mandalina ve limon) toplayarak sağlıyorlar. Köyde bulunan askeri bölgedeki subay ve eşleri için 6 haneden oluşan askeri lojman bulunmaktadır. Nüfus dağılımı bakımından yaşlı insanlar çoğunluktadır. Çünkü insanlar ya savaşta, ya savaş sonrası hastalanarak ölmüş veya büyük illere iş ve eğitim için göçüp tekrar geri dönmemişlerdir. Yeni muhtarın adı Feyzullah Serdar. Feyzullah bey Kuzey Kıbrıs’ın en genç muhtarıymış fakat Taşpınar’da hane sayısı yetersizliğinden dolayı, başka bir köyde ikamet ediyor. Köy sakinlerinin her birinde Feyzullah Bey’in cep telefonunun numarası var ve herhangi bir sorunda telefon ederek ulaşıyorlarmış ona. Bizde kendisine telefon ederek Taşpınar hakkında bazı bilgileri aldık.
savaş sonrası şanslı olup ölmeyen kimseler’ olarak tanıttılar kendilerini bizlere. Sadece Teslime hanım Salih beyle evlendikten sonra bu köye geldiğini, öncesinde Balıkesir köyünde oturduğunu savaş sırasında Balıkesir’de olduğunu anlattı bizlere. Köyde bulunan zorlukların onları çokta etkilemediğini, yıllarca bu köyde yaşadıkları için bazı zorluklara alıştıklarını gözlemledim. Köyde bakkalın olmaması, köye ulaşım zorluğunun olması, eğitim haklarını uzak okullarda tamamlamaları onlar için artık üstesinde gelinecek kolay hususlar olarak görüyorlar. Yaşlılar daha çok ölen kimseleri (ölen evlatları, ölen eski eşleri) özlediklerini sık sık konuşmalarında onları bizlere anlatmalı ile kolayca anlayabildim. Hepsinin de yürümekte zorlandıkları, konuşurken nefessiz kaldıkları yani artık köyle ilgili sorunları değil de bireysel olarak yaşlılık sorunları ile uğraştıkları apaçık ortadaydı. Bu köyde uzun yıllardır bırakıp gidememelerini de birkaç ana unsura bağladım. Birincisi, çok uzun yıllar bu köye emek vermişlerdi. Emeklerini göz ardı edemeyeceklerini söylüyorlardı konuşmalar arasında. İkincisi, hepsinin sahip olduğu toprakları, hayvanları, evleri kurulu bir düzenleri vardı. Bu iki unsurdan kopmak zor geliyordu yaşlılar için.
Gelişim Psikoloji Açısından Toplum Kavramı Yaşlı insanlarla görüşmelerimiz; Salih Öztoprak (85), Teslime Öztoprak (72), Salih bey’in kuzeni (74) Salih Beyin evinde bulunan misafir (68) ve çevre gezileri yaparken sokakta karşılaştığımız ayak üstü sohbet ettiğimiz için adlarını sormaya fırsat bulamadığımız iki bayan (72 ve 85) olmak üzere 1 bay, 5 bayan olmak üzere altı yaşlıyı kapsıyor. Hepsi köyde doğmuş,’
Yetişkin kategorisindeki görüşmelerimiz;. Gamze Doğan (25), Necla Kuvvetlioğlu (47) ve İzzet Tamer, polis eşi olduğunu belirten ama ismini ve yaşını kaydedemediğimiz biride olmak üç bayan ve bir bayla görüştük. Gamze Doğan asker eşi olduğu için çok bilgi vermek istemediğini görüşme başında kaydetti. Kendisi Ankara’lı olup 28
eşinin tayinleri bu köye çıktığı için Taşpınar’da iki yıldır yaşıyorlardı. N.Kuvvetlioğlu ve I.Tamer kardeş köyde zeytincilikle uğraşan iki kardeştiler. Görüştüğümüz dört kişi bize genel olarak aynı sorunlarından bahsetti; köyde eğitim yapılabilecek hiç bir kurum ve kuruluş olmadığını, genelde eğitim için çocuklarını ya Doğancı ilçesine ya da Güzelyurt köyüne yolladıklarını söylediler. Köye gelen giden hiç bir toplu taşıma aracı olmadığı için çocuklarını kendi araba ile okullara götürüp getirdiklerini bununda onlara çok zaman kaybı yaşattığını kaydettiler. Ayrıca köyde bakkal, market gibi alışveriş yapacak bir yerin olmamasının sorunlarını çektiklerini acil bir şeye ihtiyaç olduğunda bulamadıklarını söylüyorlar. Ayrıca, bazen Türk’ler ve Türk Kıbrıs’lı arasında gerginlikler olduğunu ve örneğin süt dağıtan kişinin Türklere süt satmadığını belittiler.
alıştıklarını, sıkıldıkları zaman araba ile hemen 10-15 dakikada Güzelyurt’a vardıklarını, köyün Güzelyurt’a yakın olduğunu belirttiler bize. Canları sıkıldığında Güzelyurt’a sinema izlemeye gittiklerini ve genelde Taşpınar çocuk parkında beraber oturup sohbet edip, top oynadıklarını ileride de üniversite okumak istemediklerini babalarının narenciye bahçelerinin başına geçmek istediklerini söylediler. Salih Öztoprak Cenaze Töreni Salih Öztoprak 13-14 Aralık 2009 pazarı pazartesiye bağlayan gece öldü. Köy halkı normalde cenaze törenini ilk öğle namazında kılması gerekirmiş fakat Salih Bey’in çocuklarının yurt dışından gelmesi beklenilmiş. Salı günü 15.12.2009 tarihinde gazetede vefat ilanı çıktı. Salih Bey’in cenaze töreni, devlet cenaze töreni olarak yapılmış. 44 yıl Taşpınar köyüne muhtarlık yaptığı ve çok hizmet verdiği için. Denktaş’ın oğlu, bazı milletvekilleri ve yakınları cenazeye katılmış. Birçok çelenk gelmiş ve Taşpınar’ın mezarlığına defnedilmiş.
Bunun yanında, bu köyde yaşamaktan mutluluk duyduklarını çünkü köyün havasının çok güzel olduğunu, meyvelerin çok bol ve kaliteli olduğunu, pazara hiç ihtiyaç duymadıklarını, insanların çok yardımsever, insancıl, arkadaşça olduğunu, hırsızsızlığın hiç olmadığını, ev kapılarını hiç kilitlemediklerini, suyun, toprağın, mahallelerinin, köyün çok düzenli ve temiz olduğunu belirttiler.
Çarşamba akşamı, cenazenin defnedildiği ilk gün, kadınlar bir araya gelerek ölü evinde mevlüt okumuşlar gece boyu ve de gelenlere Kıbrıs lokumu dağıtılmış. Taşpınar’ın pınarından su alınıp mevlüt zamanında bu su okutulmuş. Ve gelen herkese dağıtılıp, içirilmiş.
Biz iki bay gençle görüştük. Ahmet (15) ve Özgür (16). İkisi de Güzelyurt’ta eğitimlerine devam ediyorlarmış. Ahmet onuncu sınıf ve özgür onbirinci sınıftalarmış. Onlar Taşpınar’da yaşamaktan mutlu olduklarını, bu köye çok
2.gece yine mevlüt okunması devam etmiş. 3.gün Salih Bey’in sevdiği yemekler (150 29
tabak) yapılmış. 140 kişi mevlüte ve akabindeki yemeğe gelmiş o gün. Geri kalan 10 tabak yemek, o gün köyde hasta olup, cenazeye, mevlüte ya da yemek törenine katılamayanlara gönderilmiş. Bana da kalan 2 tanesini verdiler grup arkadaşlarıma götürmek için. (Yani tabağı alırken ‘bu röportaj bize iyi bir moral oldu.’ diye belirttiler. Bundan sonra cenazenin 37. Günü (40’ı diye anılıyor) ve 52.günü camide öğle namazı kılınacak, mevlüt okunacak ve yemek dağıtılacak. Cenazenin defnedildiği günden sonraki 7. Gün ölünün sevdiği yemekler tekrar yapılarak yenmesi istenirmiş. Fakat Salih Amca’nın çocukları 6.günün akşamı köyden ayrılmaları gerektiği için 6.günün öğle vaktinde yemek yediler. Salih amcanın 4 çocuğu ve eşleri, torunları katıldı yemeğe. Teslime Hanım (Salih beyin eşi) da evdeydi. Birde ben katıldım yemeğe. Taşpınar benim için çok güzel bir anıydı, severek yaptığım bir emekti. Umarım Kıbrıs köy yaşantısını anlatmakta biraz olsun katkım olmuştur.
30
AB - I HAYAT
Ülkemizde özellikle 1980’lerden başlayarak, bireyselleşmenin de etkisiyle kişi kendine yönelmiş ve bunun sonucu olarak bu konu adeta patlamıştır. Bu tutku günümüzde had safhaya ulaşmış, büyük bir sektör haline gelmiştir. Bu furya öyle çok boyut kazanmıştır ki çeşitli kollara bölünmüş, farklı alanlarda, farkı yaş gruplarında ve farklı sosyokültürel düzeyde birçok insanın hayatının merkezi haline gelmiştir. En büyük sektörleşme özellikle genç kızların ve kadınların en hassas noktalarından biri haline getirilen zayıflama ve formda kalma konusunda yaşanmıştır. Başlangıçta, en azından çaba gerektiren spor hareketleri ve aletleri önerilirken, daha sonra çağımızın hiçbir çaba sarfetmeden, kısa sürede başarıya ulaşma anlayışı, ’olmuyorsa üzülmeyin’ sloganıyla birleştirilip, bu sektörü bölgesel inceltici kozmetik ürünlere, hatta sadece anlık görsel tatmini sağlayan toparlayıcı iç çamaşırı ve korseleri piyasaya sürmeye itmiştir. Bununla da kalmayıp insan sağlığını tehdit eden birçok zayıflama ilacı ortaya çıkmış ve sonunda bu ilaçlar büyük sağlık skandallarına neden olmuştur. Bu sektörün neden bu kadar rağbet gördüğünün altında ise çok derin psikososyal süreçler yatmaktadır. Öncelikle genç kızlara özellikle medya tarafından mitolojik yunan tanrıları formu idealize ediliyor ve insanlar o formda görünmeye özendiriliyor veya en kaba tabirle mecbur bırakılıyorlar. Bu medya pompalamasının en başında basın ve televizyon geliyor. Örneğin tüm aylık ve haftalık dergilerde özellikle yaz mevsimine girerken kilo vermek için 100 ipucu, dev anti-aging dosyası, on yaş genç görünmek için en yeni yöntemler, sezonun mimari parçalarıyla vücudumuzu yeniden tasarlamak gibi konu başlıkları yer alıyor. Tüm bunlara karşın kilolu insanlar bütün zayıflama yöntemlerinden nefret ediyor ve bu nefret sonunda kendini sorgulamaya ve ruhsal çöküşlere kadar varabiliyor.
Leyla Soydinç Yeditepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Ölümsüzlük mümkün müdür? İnsanın var olmaya başladığı günden bu yana peşinde olduğu, ancak fiziksel olarak asla ulaşamadığı bir olgudur. Örneğin kimi eski uygarlıkların inanç sisteminde bedenin sonsuza dek yaşayacak olduğu sanrısı ve ölümsüzlük inancı çok yaygın bir şekilde görülmüştür. Sümer Kral listelerinde, Manethon'un Mısır hanedanlarına ilişkin kayıtlarında ya da Adem'den başlayan insan soyunun anlatıldığı Eski Ahit'in "Tekvin" kitabında, yüzlerce hatta binlerce yıl yaşamış “eski insanlar”a ilişkin hikayelerden sözedilmektedir. Yunan mitolojisinin ise temel yapısı ölümsüz tanrı ve tanrıçalar etrafında kurulmuştur. Ayrıca, ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) (aqua vitae)(elixsir vitae) efsanesi dünyanın çeşitli kültürlerinde yer almıştır. Ölümsüzlük suyu, birçok söylencede adı geçen, içen kişiye ölümsüzlük kazandırdığına inanılan efsanevi sudur. Zaman içinde ölümsüzlük tarifleri, efsanelere ve büyü kitaplarına ‘gömülmüş’ , yerini daha gerçekçi, kabul edilebilir ve mümkün olan ‘ebedi gençlik’ tutkusuna bırakmıştır. İnsan, gün geçtikçe kendinde yeni açılımlar yaratmaya çalışmakta ve teknolojinin de fazlaca hızlı gelişmesinden ötürü tüm isteklerini gerçekleştirmeye yönelik sonsuz bir çaba sarf etmektedir. Ayrıca bu yönelimler kısa süreli periyodlarda kendilerini güncellemekte ya da değişmektedir. Şu günlerde ülkemizde; toplumumuzun, sağlık alanında en çok üzerinde durduğu, deyim yerindeyse “moda” olan eğilimi, ebedi gençlik tutkusudur. 31
Ayrıca bu tatmini imkansız zayıflama ve zayıf kalma arzusu gençlerde anoreksia, bulimia gibi yeme bozukluklarına ve ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor.
uğraşmak ve çeşitli sanat eserleri üretmek, kitap yazmak, vakıf kurmak, okul açmak gibi girişimlerde bulunarak insanoğlu ölümsüzlüğünü ilan edebilir. Bu dünyada yaptığı işlerle, icatlarla, eserlerle ölümsüzlüğe erişmiş birçok insan bulunmaktadır. Örneğin, Thomas Edison, Alexander Graham Bell, Mustafa Kemal Atatürk gibi birçok önemli şahsiyet bu dünyada gerçek anlamda ölümsüz olmayı başarabilen kişilerdir. Asıl ölümsüzlük bu dünyada arkamızda bıraktıklarımızdır…
Ölümsüzlük iksirinin günümüzdeki yansıması ise şifalı otlar ve karışımların getireceğine inanılan sağlıklı ve uzun yaşam formülleridir. Örneğin çimsuyu, yabanmersini, buğday ruşeymi (buğday tanesinin cücüğü) gibi bir çok bitkinin karışımı, farklı yöntemlerle kullanımının çeşitli hastalıklara iyi geldiği hatta onları önlediği düşünülüyor. Bilinçlibilinçsiz herkes medya desteğini arkasına alarak çeşitli açıklamalar yapıyor ve insan sağlığıyla oynuyorlar. Ancak medya ve basın kuruluşları talep bu yönde olduğu için etik kaygıları dikkate almadan hareket ediyor ve malzemelerinin insan sağlığı olduğunu gözden kaçırıyorlar. Hepimizin evlerinin baş köşelerindeki televizyon, neredeyse tüm zamanını onun karşısında geçiren kadınlarımızı etkisi altına alıyor. Oysa ki uzmanlar bitki ve baharatların gelişigüzel kullanımının toksik etkilere yol açabileceği uyarısını yapıyorlar ve tüm bu ürünlerin kür şeklinde uygulanması gerektiğini, ayrıca her kürün demleme, kaynatma, damıtma yöntemleri farklı olduğunu söylüyorlar. Ayrıca bitki ve baharatların yetiştiği yerler, kurutulma ve saklanma şartları da oldukça önemli olduğu halde özellikle yaşı ilerlemiş nüfus bu koşulları dikkate almadan bilinçsizce uygulamalar yaparak sağlıklarını tehlikeye atıyorlar.
Kaynakça 1. Bengi Su. (b.t.). (12 Ocak 2010). 3 Nisan 2010, http://tr.wikipedia.org/wiki/Bengi_su 2. Cildiniz için çimen suyu için. (b.t). 21 Mart 2010, http://www.sagliklidunya.net/ebrusalli-cildi-icin-cimen-suyu-iciyor/ 3. Doğadan gelen sağlık şifalı bitkiler rehberi. (b.t.). 23 Mart 2010, http://www.bitkisaglik.com/ 4. Ölümsüzlük İster Misiniz. (b.t.). (20 Temmuz 2005). 20 Mart 2010, http://www.turkiyeforum.com/olumsuzlukistermisiniz-vt5399.html 5. Öz, M. (29 Mart 2010). Mehmet Öz’den kilo vermek için 100 ipucu. Milliyet. 23 Mart 2010, http://cadde.milliyet.com.tr/2010/03/29/Ha berDetay/1217271/MEHMET_OZ_DEN_KiLO _VERMEK_iCiN_100_____IPUCU 6. Yunan Mitolojisi. (b.t.). (28 Mart 2010). 24 Mart 2010, http://tr.wikipedia.org/wiki/Yunan_mitolojis i. 7. Yüksel, B. (17 Mart 2008). Kadim Mısır uygarlığı tanrı ve inanç sistemi. Milliyet. 20 Mart 2010, http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogN o=98811.
Sonuç olarak, ölümsüzlük veya ebedi gençlik günümüzün teknolojisiyle mümkün olmayan bir istekten, bir ütopyadan başka bir şey değildir. Aslında insanoğlunun bu bitmek bilmeyen arzusunu gerçekleştirebilmek için teknoloji ve bilimden başka bir yol vardır. Ölümsüzlük yaşadığımız esnada, bu dünyada yapabildiklerimizdir. Örneğin bilimle, sanatla 32
doğru değildir. Burada belirtilmesi gereken önemli nokta “doğru” kavramıdır, doğru: insanların ortak amaç ve hedefleri için doğru olandır.
ADLERYEN BAKIŞ: YAŞAMIN ANLAMI (AMACI) NEDİR? Emre Ayar Mersin Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Her insan özellikle kendisini bekleyen üç temel ödevin üstesinden gelmek zorundadır. Söz konusu ödevler onun için gerçeği oluşturur, insanın karşısına çıkan tüm sorunlar bu ödevler doğrultusundadır. Bulunan çözümlerde yaşamın anlamından ne anladığını ortaya koyar.
Biz insanlar anlamlı ilişkilerin oluşturduğu bir dünyada yaşamımızı sürdürmek ister, nesneleri ilişkilerinden soyutlayıp saf olarak değil, insanlar için taşıdıkları önem açısından algılamaya çalışırız. Algılarımız, zihnimizden, dile dökülmeden bizim insan olarak güttüğümüz amaçlar tarafından belirlenir. “Tahta “ insanla ilişkisi bakımından tahta, ”taş” insan yaşamında bir etken rolünü oynayabildiği ölçüde taş anlamını içerir. Biz, gerçeği her zaman ona verdiğimiz anlamla kavrarız, yani salt gerçek değil, önceden tarafımızdan yorumlanmış bir gerçek olarak. Dolayısıyla bu anlamın az çok eksik ve kusurlu nitelik taşıyacağını, hatta hiçbir zaman kesin bir doğruluk içermeyeceğini varsaymak akla yakın bir davranıştır. Anlamlı ilişkilerden oluşan dünyamız, hata ve yanılgılarla dolup taşan bir dünyadır.
Üç temel ödevden birincisi, bizim başka bir yerde değil de dünya isimli gezegenin kabuğunda yaşamamızdan kaynaklanır. Bizler yaşadığımız bu yerin bize buyur ettiği sınırlılıklar ve olanaklar çerçevesinde kendimizi GELİŞTİRMEK durumundayız. Özellikle, yeryüzündeki kişisel yaşamımızı sürdürebilecek ve insanlığın yarınını güven altına alabilecek gibi kendimizi bedensel ve ruhsal bakımdan geliştirmemiz gerekir. Ödevlerden ikincisine geldiğimizde, insan kendisindeki güçsüzlükler, yetersizlikler ve sınırlamalar dolayısıyla her zaman başka insanlara bağlı durumdadır. Gerek kendi esenliği gerek insanlığın mutluluğu için başta gelen koşul TOPLUM dur. Dolayısıyla yaşam sorunlarının çözümü bu bağımlılığı dikkate almak, bizim bir toplum içinde yaşadığımızı ve tek başımıza yok olup gideceğimiz gerçeğini göz önünde tutmak zorundadır. Hayatta kalmak istiyorsak, tüm ödevlerin, tüm amaç ve hedeflerin bu en önemlisiyle, bize ev sahipliği yapan gezegende insan soydaşlarımızla birlikte çalışarak kendi yaşamımızı ve insanlığın yaşamını sürdürme ödeviyle duygularımızın uyum içinde bulunması gerekir. Üçüncü ödev bizi birbirimize bağlar yine, insanlar iki ayrı cinsiyet halinde yaşar. Bireyin ve toplumun varlığını sürdürebilmesi için bu gerçeğin göz önünde tutulması gerekir. Sevgi ve evlilik bu ödev kapsamına girer. Bir çok erkek ya da kadın bu ödevin çözümüne yan çizemez. Söz konusu ödev karşısında kalındığında sergilenecek davranış ele geçirdikleri çözümü açığa vurur. Bu ödevin üstesinden gelmede pek değişik
Kendisine “yaşamın anlamı nedir?” sorunu yönelteceğimiz bir kişi belki bu soruya cevap vermeyecektir. İnsanlar genelde bu soru üzerine kafa yormaz, çözüm üretmezler. Ama sorunun insan tarihinin geçmişi kadar eski olduğu, günümüzde de insanların “ ama niçin bütün bunlar?” diyerek patladıkları yadsınamaz bir gerçektir. Ne var ki onların bu soruyu bir zorlukla karşılaştıkları zaman sorduğunu ileri sürebiliriz. Yaşam tekneleri yelken açmış güzel güzel seyrederken, çetin sınavlardan geçilmesi gerekmediği sürece böyle bir soru sözcüklere dökülüp açığa vurulmaz. Bu soru birey farkında olmadan bireyin hayattaki akışı sırasında sorulur, birey eylemleriyle yanıtlamaya çalışır. Yaşam konusunda belli bir anlayışa bel bağlayabilmiş gibi davranır herkes. Tüm davranışların temelinde, dünyaya ve kendisine ilişkin önceden belirlenmiş bir görüş yatar, “ ben böyleyim ve evren de böyledir” yargısında herkesin kendi kendisine verdiği bir anlam, yaşama verdiği bir anlam yatar. Ne kadar insan varsa yaşamın anlamına ilişkin o kadar görüş vardır ve bunlardan her biri az önce belirttiğimiz gibi az çok yanlıştır. Hiç kimsenin yaşam anlamı kusursuz ve 33
olanaklar vardır; birey, ödevin çözümünde kendis için söz konusu olanağa ilişkin tavrını davranışlarıyla her zaman ortaya koyar.
o zaman dahi kişiden söz açabiliriz. Böle bir yaşamla dile getirilen anlam, her zaman “yaşam toplum içerisinde çalışmaktır” olacaktır.
Bu üç ödev üç ayrı sorun çıkarır karşımıza;
“PEKİ, BİREY NE OLUYOR?”
bu yeryüzündeki doğal koşullar altında hayatta kalmamı sağlayacak nasıl bir uğraş bulabilirim?
Birey her zaman başkalarını dikkate alıp, kendini onların çıkarlarına adarsa, bireyselliği olumsuz yönde etkilenmez mi bundan? Doğru dürüst gelişmeleri isteniyorsa, en azından bazı insanların kendilerini düşünmeleri gerekmez mi? Aramızda her şeyden önce kendi çıkarlarını koruyup kollayarak kişiliklerini güçlendirmesini öğrenmek zorunda olan kimseler yok mudur?
İnsan soydaşlarım arasında kendime nasıl bir yer belirlemeliyim ki, onlarla birlikte çalışıp toplumsal yaşamın nimetlerini onlarla tadabileyim?
İnsanların iki ayrı cinsiyete mensup olduğu, insan soyunun ve yarının ayakta kalmasının cinsel yaşama bağlı bulunduğu gerçeğini dikkate alarak davranabilmek için ne yapmalıyım?
Adler’ göre, “ bu düşünce tarzı tümüyle yanlıştır ve ortaya attığı sorunda yalancı bir sorundur. Yaşama verdiği anlama uygun bir şey yapmak isteyen ve tüm çabasını bu amaca yönelten bir insan yapacağı iş için kondüsyon bakımından da en iyi durumda olacaktır. Amacına uyum sağlayacak, toplumsallık duygusu içinde antrenmanlarını sürdürecek, çalışa çalışa olgunlaşıp ustalaşacaktır. Amaç açıkça ortada olsun yeter ki, bu amaca varmak için çalışmalar arkadan gelecektir. Sevgi ve evliliği ele alalım örneğin; eşimize ilgi göstermemiz, onun yaşamını kolaylaştırıp zenginleştirmeye çaba harcamamız durumunda kendimizi en iyi şekilde geliştireceğimiz pek doğaldır. Kişiliğimizi boşlukta, başkaları için yaratıcı işler yapmak gibi bir amaçtan yoksun geliştirebileceğimize inanmamız bizi olsa olsa zorba ve çekilmez biri yapar ( A.Adler).”
Bireysel psikolojinin bildiği hiçbir yaşam sorunu yoktur ki ,iş ,güç, toplumsallık ve cinsellikten oluşan bu üç temel sorundan birine indirgenmesin. Özellikle bu üç ödev karşısındaki tavır ve tutumuyla içimizden her biri yaşamın anlamına ilişkin en içtenlikli inancını bütün açıklığıyla dile getirir. Yaşama verilen kişisel anlam gerçek bir anlam sayılmaz asla. Bir anlamdan söz açılabilmesi için, onun başka insan için de anlam taşıması gerekir. Amaçlarımız ve eylemlerimizde durum böyledir: bunlardaki biricik anlam başkaları için taşıdıkları anlamdır. Her insan önemli biri sayılmak için uğraşır; ama bizim bütün önemimizin başkaları için yaptığımız yararlı işlerden oluştuğunu görmemek yanılgıdan başka bir şey değildir. “Yaşamın anlamı“ konusundaki bütün doğru ve düşüncelerin belirleyici özelliği, onların genel geçerli nitelik taşımasıdır. Başkalarının da paylaşıp geçerli gözüyle bakabilecekleri tasarımlardır bunlar. Yaşam ödevlerinin doğru dürüst çözümü, başkalarının izleyeceği yolu da açacaktır onlara: böyle bir çözüm sayesinde genel sorunların içinden başarıyla çıkıldığı görülür. Deha denilen kimseyi bile, başkalarına en üstün düzeyde yararlı olan diye tanımlayabiliriz. Gerek içinde yaşadığı toplum gerek daha sonraki toplumlar bir insanın yaşamını kendileri için önemli buluyorsa, ancak
Atalarımızdan devraldığımız mirasımıza dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Kendileriyle yok olup gitmemiş tek şey, onların insan toplumu için yaptıkları yaratıcı çalışmalardır. Peki ya ötekiler? toplum için asla yararlı bir şey yapmamış, yaşama bir başka anlam vermiş, yalnızca “yaşamdan kendim için ne çıkar sağlayabilirim?” sorunu sorup durmuş ötekiler ne oldu? --hiç bir iz bırakmadan geçip gittiler bu dünyadan. Yalnız ölmekle kalmadılar, bütün ömürlerini boşa geçirdiler.
34
Yaşama verdiğimiz anlam yaşamımızın akışı koruyucu bir melek ya da kötü bir ruh gibi etkisi altında bulundurduğundan, bu anlamlandırma işinin nasıl gerçekleştiğini, çeşitli anlamların birbirinden nasıl ayrıldığını, kaba hataları içermeleri durumunda hataların nasıl düzeltileceğini bilmek doğal olarak alabildiğine büyük önem taşır. Anlamlandırma işinin nasıl olup bittiğini, bunun insanın davranış ve yazgısını nasıl etkilediğini bilmenin insan toplumunun esenliği için ne yarar sağladığı, fizyoloji ya da biyolojinin değil, psikolojinin konusudur. Daha çocukluğun ilk günlerinden başlayarak” yaşamın anlamının” aranmakta olduğu görürüz; henüz bocalayarak, el yordamıyla bir arayıştır bu. Bebekler bile kendi olanaklarını ve kendilerini çevreleyen yaşamda oynayacakları rolü ölçüp biçerek belirlemeye çalışır. Beş yaşının sonuna doğru çocuk, davranışları için tutarlı ve sağlam bir örnek, sorun ve ödevlere yaklaşımda kendine özgü bir yaşam biçimi geliştirmiş olur. Yaşantı ve deneyimleri kendine mal etmeden değerlendirip yorumlar, bu yorum da yaşama başlangıçta verdiği anlamda her zaman uyum içindedir. İsterse yaşama verdiğimiz anlam çok ağır hataları kendisinde barındırsın, isterse sorunlara ve ödevlere yaklaşım tarzımız bizi durmadan başarısızlıklara sürükleyip sıkıntılara soksun, davranış tarzımızın asla kolay el çekmek istemeyiz.
Bir kez yaşama verilen anlam saptanıp anlaşılmaya görsün, bütün bir kişiliğin kapısını aralayacak anahtarı ele geçirmiş sayılırız. İnsan karakterinin değişmeden kaldığı ileri sürülür bazen; ama böyle bir şeyi ileri sürenler, kişinin yaşam içindeki durumunu kavramalarını sağlayacak anahtarı asla ele geçiremezler. Daha önce de belirtildiği gibi başlangıçta işlenen hata ortaya çıkarılmadıkça ne ikna edici sözler ne de uygulanacak bir tedavi başarı sağlamayacaktır. Başarı vaat eden tek tedavi yöntemi, eskisinden güçlü bir toplumsallık bilincine yer veren daha cesur bir yaşama bireyi alıştırmaktır. Ne var ki her yaşamsal sorunun çözümü toplumla ortak çalışma gücünün varlığını gerektirir, her ödevin toplum yapısı içinde, insanlığın esenliğine yararı dokunacak şekilde üstesinden gelinmesi zorunludur. Ancak yaşamın anlamının insanlığın yararına eylemlerde bulunmak olduğunu kavradığı zamandır ki, insan karşılaşacağı güçlükleri cesaretle ve başarı umuduyla göğüsleyebilecektir. Yaşamı anlamlandırmada ne gibi hatalara düşülebileceğini anne ve babaların, öğretmenlerin ve psikologların bilip kendilerinin aynı hatayı yapmamaları durumunda şuna inanabiliriz ki, sosyal ilgidentoplumsallık duygusundan-yoksun çocuklar kendilerindeki yeteneklerle yaşamın içerdiği olanakları daha açık seçik hissedecektir. O zaman yaşamın önlerine çıkaracağı ödevler karşısında uğraşıp didinmeyi elden bırakmayacak, kendilerine kolay çıkış yolu aramayarak ödevlere yan çizmeyecek ya da yükü başkalarının üzerine yıkmaya kalkmayacaktır; kendilerine daha yumuşak davranılıp özel yakınlık gösterilmesini beklemeyecek, aşağılanmış hissetmeyecek kendilerine, kafalarından intikam düşünceleri geçirmeyecek ya da “ Yaşamanın yararı ne?” “ne veriyor bana yaşamak? “diye sormayıp şöyle söyleyeceklerdir:”
Yaşama verilen anlamdaki hataları gidermenin tek yolu, yanlış anlamlandırmanın gerçekleştiği koşulları yeni baştan alıp üzerlerinde enine boyuna düşünmek, yapılmış yanlışı görmek ve kavrayış şemasında düzeltmeye gitmektir. Yaşantılar, başarı ve başarısızlığın (kaçınılmaz) nedeni değildir. Bizi sıkıntıya sokan, yaşantılarımızdan kaynaklanıp travma olarak niteleyeceğimiz şok değildir, tersine biz kendimiz yaşantılarımızı amaçlarımıza hizmet edecek bir biçimde sokar, yaşantılarımıza verdiğimiz anlamla kendi kendimizi belli bir yazgıya yükümlü kılarız. Bu anlamın ise, tek başına belli yaşantıları gelecekteki yaşamımıza temel yapmamız durumunda her zaman bir hatayı içerme olasılığı vardır. Belli bir durum yaşantılara vereceğimiz anlamı belirlemez, biz durumlara vereceğimiz anlamla kendi kendimizi belirleriz.
Biz, kendi yaşamımıza gereken biçimi vermek zorundayız. Bu daima bizim boynumuzun borcudur ve bunu çözebilecek gücümüz vardır. Bizler eylemlerimizin efendisiyiz. Yeni bir şey mi yaratılacak ya da eski bir şeyin yerine yeni bir şey mi konacaktır, bu yalnızca bizim işimizdir.” Yaşam bu şekilde birbirinden bağımsız 35
bireylerin ortak çalışması olarak görüldü mü, insan toplumumuzun ilerlemesinde sınır yoktur.
36
değiniliyor.2 Fanon, yanından beyaz bir kadın ve çocuğunun geçmekte olduğunu görür. Çocuk, siyah adamı (Fanon'u) görünce “Anne bak bir zenci”, der. Bunun üzerine siyah adam gülümser. Aynı olay ikinci defa tekrarlanır ve siyah adam tekrar fakat bu kez biraz daha az gülümser. Çocuk ve anne gittikçe yaklaşmaktadırlar. Tam önünden geçeceklerken çocuk, “Anne bak zenci!!” diye bağırır ve korkuyla annesine sarılır. Siyah adam donup kalmıştır.
MİTİNGLER VE ÖTEKİLEŞTİRME Melike Elbasan Seri ‘Cumhuriyet Mitingleri’ni hatırlarsınız. Yapılan mitingler toplumun bir kesminin yurttaşlık haklarını kullanmalarının örnekleridir kuşkusuz. Yeter ki insanlar kaygılarını, endişelerini; hatta öfkelerini demokratik yollarla ifade etsin, ifade özgürlüğü kimsenin tekelinde olmasın. Lakin bu gösteriler aşırı tahrik barındırmadan yapılması ve düşmanlık tohumları, ‘biz ve öteki’ kavramlarını yaratmaması gerekir.
Bu olayda aslında siyah adam beyaz çocuğu korkutacak hiçbir şey yapmamış olduğu halde, hayatı boyunca “korkulacak biri olup olmadığını sorgulamak” zorunda bırakılır. Başkasının korkusunun kendisinde neye yol açtığını hesaplayabilirsiniz. Bizzat kendisi tarafından zamanla içselleştirilmiş bir ayırımcılıktır deneyimlediği. Hâlbuki o, korkunun sebebi değil, nesnesidir. Buna karşılık korkan kişinin yaptığı şey bir kucağa atılmak, bir kucağa sarılmak. Annenin kucağına…
Cumhuriyet mitingleri hiç kuşku yoktur ki, ciddi bir sosyolojik analizi hak ediyor. Katılanların motivasyonları açısından; kürsü hatiplerinin konuşmaları, katılanların pankartları ve sloganları ilginç bir söylem ortaya koyuyor. Ancak bu toplanmalar arttıkça halkın “öteki” kesiminde tam aksi bir karşılık bulmaya başlıyorlar. İnsanlar kategorilere ayrılıp dünyayı bizden olanlar ve olmayanlar şeklinde algılamaya başlıyor ve en fazla savunucu önyargı da dogmatik bağlılık içinde olan, ‘zıtlıklara inanan’, insanları kategorize edip dost düşman ayrımını siyah beyaz şeklinde yapanlar da görülüyor.
Bu örnekte herkesin bildiği gibi korkan kişiye hiç bir şey olmayacaktır. Zaten bir tehlike olmadığı halde annenin (vatanın, kurumların, demokrasi dışı güçlerin) kucağına sarılarak korkulan kişiye yönelik bir şiddeti, bir tehdidi harekete geçirecektir. Buna karşılık “korkulan bir beden olarak siyah adam” bu korkuyu giderecek hiçbir şey yapamayacaktır. Onun varlığı bir korku kaynağı olmaya devam edecektir. Aslında sorunun çözümü basittir: Korkunun kaynağı siyah adamın kendisi değil, onun hakkındaki algıdır. Bu algının üretilmesi bir toplumun insanlık suçu bir duygusuyla, yani ırkçılığıyla ilgilidir. Irkçılığın nesnesi (hedefi) olarak siyah adamın bunu giderebilmek için yapabileceği hiçbir şey yoktur aslında…
Mitingler üzerinden anlatılmaya çalışılan açık ve net bir söylem dikkati çekmektedir. Hükümet politikalarının geniş halk kesimlerindeki kuşkuları gideremediği, halk kesimlerinde bazı korku ve endişelerin oluştuğu belirtiliyor. Bu tez o kadar işleniyor ki, artık kimse doğruluğundan bile kuşku duymuyor, bir nevi “propaganda”sı yapılıyor. En sağduyulu yaklaşanlar bile AK Parti'nin bir korku nedeni olma ihtimalini yok saymıyor. Ulusalcı söylemlerin güçlendiği, yabancı düşmanlığının millilik olarak tanımlandığı, baş örtüsü ve dindar yaşam tarzı üzerinden ürküntü verici bir ötekileşmenin yaşandığına tanık olmaktayız. İnsanlar, “rejimin sahipleri ve düşmanları” şeklinde sınıflandırılıp ‘tehlikenin farkındayız’ söylemleriyle kutuplaştırılarak, ben merkezli düşüncelerle kendini kayırma ve normlardan sarpma eyleminde bulunmaktadır. Sosyal psikolog Prof. Çiğdem Kağıtbaşı, "Aslında biz bu iktidara ve onların türbanlı eşlerine alışmadık. İnsanlarımız dört yıldır bunlara içerleyip hep içlerine attılar. Şimdi bıçak kemiğe dayandı." açıklamasında bulunuyor.1 Prof. Dr. Nüket Sirman’ın bir konferansında da konuya şu örnekle
2
http://www.bura.org.tr/haberler/haberoku.asp?hid=415 Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Seçkin Yayınları. Erişim Tarihi: 20.10.2007.
1
http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=76595,12 Erişim Tarihi: 17.05.2007.
37
arabanızın yakınındaki ağacı kestiklerini görüyorsunuz. Yani arabanız orada kalmaya devam etseydi dallar arabanızın üzerine düşecek ve arabanız zarar görecekti...Sizce herkes sizin kötülüğünüzü mü istiyor?
PEMBE GÖZLÜK İpek Bilen
Haydi, çatmayın kaşlarınızı.
Çoğu insan bir takım olayları sorgularken sebeplerini kendinde değil, dışarıda bulur. Çünkü dışarıda arar...
Bakış açısı, yaşarken takındığınız ruh hali...Sorun her zaman çevrenizdeki insanlarda değil. Siz etraftaki insanların size kötü davrandığını içinizden düşünürseniz, kim ne yaparsa yapsın o davranışın kötü amaçla yapıldığını düşünürsünüz. Size yapılan bir iyiliği bile görmeyip kötü davranıldığınız düşüncesiyle bir mutluluğa yazık edebilirsiniz.
Siz hiç bir zaman suçlu değilsiniz, siz her zaman en doğrusunu düşünürsünüz, siz oradaki en akıllı insansınız. Öyle mi? Bu soruların cevabı her zaman evet değildir, olamaz da...
Tam tersine, herkesin size iyi davrandığını düşünürseniz, hayatta çoğu insanın kaçırdığı güzel anları yakalarsınız. Güzel, mutlu anları hayatın telaşına koşturmasına kapılan çoğu insan kaçırıyor.
İnsan "Ben öyle yaptım" demez,"Bana böyle yaptılar" der. "Ben yanlış düşünmüşüm" demez, "Bana yanlış anlattılar" der. İnsanlar psikologlara gidip hayatlarını düzene sokmaya çalışıyorlar. Kimisi çocuğundan, kimisi eşinden, kimisi ailesinden, arkadaşından ondan bundan şikayetçi. Kısaca çevresindeki insanlardan şikayetçi olan kişileri ele alalım biz. Hatta şikayet ettikleri kişileri psikologlarla sınırlamayalım. Dertleştikleri kişiler diyelim bunlara. Herkes her zaman psikologa gitmiyor, arkadaşlar da var dertleşmek için.
Bunun için sizi mutlu edecek küçük bir oyun oynayın. Her gün, sizi mutlu etmek için yapılmış 5 hareket tespit edin. Hayatınıza devam edin. Hayatınız aksiyon dolu veya durgun olsun hiç fark etmez. Yolda yürürken bir arabanın size yol vermesi bile sizin için yapılmış bir iyiliktir, herkesin size kötülük yapmadığını gösteren bir işarettir. İki tane gözlük var. Bir tanesi siyah. Size herkesi “kötü insan” olarak gösteriyor. Herkes size kötülük yapıyor gibi düşünüyorsunuz. Diğer gözlük ise pembe! Size herkesi iyi insan olarak gösteriyor, onu taktığınız zaman herkesin içinde iyi bir niyet olduğuna inanıyorsunuz. Lütfen pembe gözlüklerinizi takar mısınız?
Arkadaşına "Ben artık çok sıkıldım, herkes bana kötü davranıyor" diyen birisini ele alsak. Bu kişi herkesin ona kötülük yapmasını istemiyor, peki bunu engelleyebilir mi? Engelleyemez, çünkü kendini herkesin ona kötü davrandığına inandırmış. Ne olursa olsun, o kişi herkese bu gözle bakacak. Birisi ona soru sorduğunda o, soru soran kişinin ona kötülük maksadıyla bu soruyu sorduğunu düşünecek. Birisi ona "Hava çok güzel neden dışarı çıkmıyorsun?" diye sorduğunda, o bunu kasten yapılmış sanacak, belki de evde oturmasının yüzüne vurulduğunu düşünecek. Ne de olsa herkes ona kötülük yapıyor. Günlük hayattan basit bir olay ele alalım. Evinizde rahat rahat oturuyorsunuz ve kapınız çaldı. Birisi sizden arabanızı olduğu yerden çekmenizi istiyor. Sizin aklınıza direk "Bir saniye rahat oturmam herkese dert oldu, herkes kötülüğümü istiyor, araba işi de nereden çıktı?" Söylene söylene yerinizden kalkıyorsunuz, çok sinirlisiniz, kaşlarınız çatık...Aşağı iniyorsunuz ve
38
Hep ertelediklerimizde mi mutluluk yoksa asıl ertelediğimiz mi mutluluk?
yani beklenen ve eylemi ona ulaşmak için gerçekleştirdiğimiz sonuç hiç değişmeseydi; ben yanlış tepkiler versem, hatalar yapsam da yine aynı son beni bekliyor olacaktı diyebilsek. Yarın çok arayacağımız bugünleri dün olmadan yaşayabilsek… Biraz düşünelim. 'Dün'ün ulaşılmazlığı bizi bu duyguya götürmüyor mu? Dünleri özlediğimiz için hep esas mutluluklarımızı orda görmüyor muyuz? Çok yakın bir dostunuzu düşünün, yıllarınızı beraber geçirdiğiniz çocukluk arkadaşınızı. Şu anda ondan çok uzaksınız ve hiçbir dostunuzun onun gibi olamayacağını düşünüyorsunuz. Hep onu özlüyorsunuz.' Onunla şunu yapmıştık, şöyle gülerdik, o benim ruh ikizimdi, her şeyimi anlardı' gibi sözler sarf ediyorsunuz sürekli. Ve bir şekilde o arkadaşınızı görüyorsunuz. Ama hiç o eski tat yok. Size kalan koca bir hayal kırıklığı… Artık eskisi gibi birlikte gülemiyorsunuz. Sizin abarttığınız kadar mükemmel biri değil mi acaba? Yoksa özlediğiniz için mi siz onu mükemmel yaptınız? İşte dünler de böyle.Hiçbir 'dün'ünüz 'bugün'ünüzden çok çok mükemmel değil. Eğer o anları şu an tekrar yaşasanız, sizin için çok da bir şey ifade etmeyecek. Yine koca bir hayal kırıklığına uğrayacaksınız, tıpkı eski dostunuzu gördüğünüz zamanki gibi. O yüzden bugün eskilerinizden, o vazgeçemediğiniz dünlerinizden silkinin. Asıl ertelediğiniz mutluluğu bugün olsun bekletmeyin. O ne yarınlarda,ne dünlerde… Esas bugünlerde sizi bekliyor.
Esra Demirbozan Merve Erdoğan Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü 'Ben hep dünü düşünürüm, bir daha hayat dün gibi olmayacakmış gibi… Şu anı, her an gülümseyerek yaşayabilirim; insanlar benim yerimde olabilmek için servetlerini verebilirler belki. Çok mutlu olsam da ben,içimde hep bir burukluk vardır, hep acıtan bir şey saklıdır derinlerde… Ne kadar gülse de yüzüm, yine de dün gibi olmaz hiçbir şey. Falanca gün ne kadar safmışım diye düşünürüm hep. Çok güzel bir gün olacaktı, ben o hataları yapmasaydım. Dündeyken neden çok gülümseyemedim ki ben? Şimdi hiç mutlu değilim, bir daha da olamayacağım ya da durun inat ettim olmayacağım işte. Kararlıyım bu konuda. Bana kaybettiğim dünlerimi getirin de mutlu olayım. Nazım Hikmet'in Abidin Dino'ya sorduğu ''Mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?'' sorusunu ben cevaplarım o zaman. Ama şartım var unutmayın, siz de dünlerimi getireceksiniz bana.' Gerçekten böyle mi düşünür hep insan? Hep o an için imkansız olan mıdır mutluluk veren? Peki bunları düşündüğünüz 'şu an'ın yarın sabah uyandığınızda 'koskocaman bir dün' olabileceğini düşündünüz mü hiç? Yıllar sonra bir gün siz bunları düşündüğünüz 'şu an'ı özlüyor olacaksınız belki de. Koşullamaları anlattığı bir derste hocamız, aslında hayat 3 yuvarlakta gizli demişti: ''DavranışOlay(Eylem)-Sonuç'' üçlüsü. Sonuçlar, davranışları değiştirir. Davranışların değişmesinin nedeni aslında sonuçların değişmesidir. İşte bunu kavrayabilsek, değişen sonuçların bizleri böyle davranmaya ittiğini bilebilsek, hayatı bu üç yuvarlağa indirgeyebilsek belki bazı şeyleri değiştirmeye başlayacağız bir yerlerden. Belki o zaman kendimizi suçlamaktan, dünü daha iyi yaşayamamanın pişmanlığından, en önemlisi dünü aramaktan kurtulacağız. Başlangıçta beklentilerimiz şöyleydi ama sonra şöyle oldu, o yüzden ben de her insan gibi olaylara böyle tepki verdim. Eğer sonuç
Dünyanın anlamsızlığından ve gelip geçiciliğinden yakınan birçok insan için hayat, yazgıların bireyden bağımsız örüldüğü üflenmiş bir tin olarak kabul görür. Zamanın değişkenliği karşısında bireyin bu değişmeye karşı koyma durumu ise ancak bir ütopya oluşturur. Birey bu noktada, ömrü boyunca karşılaştığı durumlarla ya kendini özdeşleştirir yahut yabancılaşma duygusuyla kendisinden uzaklaşır. Birey ve toplumsal yaşamın birbirinden kopmasından kaynaklanan ya da daha zemine indirgemeyle, başkalaşma ve bu başkalaşmaya uyum sağlayamama süreci bireyi intihara yöneltmektedir. İntihar; başkaldırı, tutku ve özgürlük üçlemesinin insan aklına üstün gelme durumudur.İntihar, Durkheim tarafından farklı ayrımlarla toplumsal nedenlere dayandırılsa da 39
bireysel bir sürecin basamaklarının ürünü.Güçsüzlüğün olmadığı gibi,hapsolmuş bir çaresizliğin de tanımı altında düşünülmemeli.Hayat,ne kadar boş ve anlamsız olursa olsun;hayatın size ait kılınan yönünden çekip gitmek kolay olmamalı.
olduğu ve bu cezayı elbet bir gün yeneceği umuduyla oluşturmasına bağlar. Peki ama,umutsuz ve saçma bir çaba insanı ne kadar mutlu edebilirdi? Ya da yanağını dayayıp yüklendiği kaya parçasını kendi kaderine, kendi benliğine aitlemiş olabilir miydi? Sisifos'un bu yazgıyı küçümseyerek benimsemesi, koşulsuz bir benimseme, saçma kavramını çürütebilir miydi? Sisifos yanılmış ve insanlığı yanıltmıştı belki de. İnsanın kendine ait olmayan bir yazgıyla uyumu ne derece tatmin edici olabilirdi...
Sisifos Efsanesi... Tanrılara kurnazlığıyla kafa tutan Sisifos, ölümü zincire vuracak kadar zeki bir yöneticidir. Tatanos'un tutsaklığıyla sonsuzluğu halkına bahşeder. Bolluk içinde günler geçmekte, insanlar ölümsüz tanrılara kafa tutmaktadırlar.Fakat yeryüzündeki bu durgunluk,Cehennem Tanrısı Hades'i de işsiz bırakmıştır. Zeus'a ait bir sırra sadıklığını göstermediği için tanrılar tarafından yeraltına alınan Sisifos, yeraltı dünyasına gitmeden önce, karısından cenaze törenini yerine getirmemesini tembihler. Böylece karısından hesap sormak için dünyaya geri dönebilecektir. Fakat dünyaya döndüğünde, çok sevdiği hayatın güzelliğine, çiçeklere, karısına duyduğu aşka kapılıp tekrardan yeraltı dünyasına dönmeyi istemez. Verdiği sözü tutmayan Sisifos bir kez daha kurnazlığını göstermiştir. Baştanrı Zeus'un bu duruma kızmasıyla tekrardan zorla alıkoyulur. Tanrıların gazabına uğrayıp sonsuzluğa mahkum edilmekle birlikte bir cezaya çarptırılır. Ağır mı ağır bir kayayı dağın tepesine kadar çıkartacak fakat kaya ağırlığından dolayı tekrar aşağı yuvarlanacaktır. Sisifos kayanın yamaçtan aşağı yuvarlanışını izlemekte ve tekrardan aşağı inip onu yukarı taşımaya çabalamaktadır. Tanrılara göre,bu görev sürekli tekrarlandığında boş ve yararsız bir işin sürekliliği sağlanacaktı. Sisifos eski kaynaklarda güneşin doğuş ve batışının koşulsuz devirliliğinin ve bilginin peşinde boşa çaba harcayan insanın da temsilcisi bir bakıma. Albert Camus bu noktada saçma-absürd kavramını tanımlarken, Sisifos'un kayanın aşağı yuvarlanırken onu izlemekte olduğu duygu durumuyla ilgilenir. Yararsız ve umutsuz bu görevin Sisifos'u mutlu ettiği kanısındadır. Bu temellendirmeyi ise Sisifos'un tanrılara baş kaldırmanın bilincinde 40
BİN YILLIK KEFENDE
masalı, gürültülü bir hüzündür Sisifos. Güneşin doğuş ve batışının koşulsuz devirliliği. Güneş olmanın biricikliğini tatmak var. Güneşe bakmaktan kararırmış oysa dünya. Şimdi herkes bir güneş bulup renklerini aydınlatmakta... Yazgı ölümdür sana göre, yazgı sona ulaşmak.Bir pergelin iki bacağı gibi… Aşkın yazgısı nedir? Nedir zamansızlığı içime sığdıran aynı zamanda? Su da şaşırır yatağın.
Merve Erdoğan Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Bin yıllık bir kefende Geçmişin büyük hesaplaşmalarıyla koyun koyuna solumak
Aklanmaya müebbet bir günahım ben. Kendimi yarın bulabileceğime inanmak var. Yazgım mahkûmluğumdur. Göğün yüzü mor. Karanfiller daldan. Her şah! -mat!
Tanrılar öncesinden kalbime bir fısıldanış; ''yazgım mahkumluğumdur'' -şah!-
Kuşku götürmez; Kinler bile sapa bu evrende. Geçmişe dönüktür yüzüm, yürüdüğüm bir arpa boyu hüznüm.Gün batımları ördüğüm kader;Oysa çizgilerden başlardık ayaları sınamaya. Zikrime sadık kalarak dönüyorum bir keşiş misali. Yalınayak ve sezinsiz, günah tanrısına karşı eğilebilmek diz.Eğilmek doğrulabilmek için bu dünyada. Bir acı var, bariz. Tüm varlıklar karanlık.Şimdi tüm varlıklar yoklukta. İlkin bir elveda oluyor, kanatlanıyorum sevince. Bir ormanın üstünden uçuyor, göllerde susuyor, topraklarda çatlıyorum. Ve bir balık nihayet... Maviliklerde yüzüp bir çam ağacının gölgesine siniyor, usulca kılçıklarımı ayıklıyorum İri ve ela gözlerle açılıyor kapısı bir çocukluğun,tırnakları uzuyor bir de durmadan... Kadere atılacak her pençeye bilenmek. Kim bilir! Yararsız ve amaçsız, fakat istikrarlı bir cehennemin 41