TPÖÇG E-dergi, psikoloji öğrencilerinin ampirik bilgi üretiminin yanında; psikoloji eğitimine, günlük olaylara ve hayata dair eleştiri ve düşüncelerini de bilimsel bilgi üretme kaygısı olmadan paylaşmalarını teşvik edecek sansürsüz ve çok amaçlı bir yayın organıdır.
Sevgili Arkadaşlar,
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu’nun (TPÖÇG) dergisini hazırlarken amacım psikoloji öğrencilerinin seslerini özgürce duyurabilmelerini sağlamak ve psikoloji öğrencileri arasında fikir alışverişinin gerçekleştirilebileceği, birikim aktarımının yapılabileceği bir ortamın oluşmasına yardımcı olabilmekti. TPÖÇG’ün kısa bir tanıtımıyla başlayan dergi sayesinde TPÖÇG hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilir, Türkiye’nin farklı üniversitelerinde psikoloji okuyan arkadaşlarımızın farklı tür ve konularda yazdıkları yazıları okuyabilirsiniz. Dergide bildiri, araştırma özeti, röportaj, literatür taraması, kitap-film incelemesi, deneme ve şiir gibi farklı türlerden Türkçe ve İngilizce yazılar yer alıyor. Dergiye yazı göndererek katkıda bulunan tüm arkadaşlara ve derginin dizgisinde bana yardımcı olan Berkan Mifleh’e çok teşekkür ediyor, hem içerik hem de görsel olarak keyifle okuyacağınız bir dergi ortaya çıkarabilmiş olmayı umuyorum.
TPÖÇG E-Dergi Sorumlusu Yeşim Hancı
2
TPÖÇG e-Dergi
Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu (TPÖÇG) 2001 yılı temmuz ayında bir grup psikoloji öğrencisi bir araya gelerek bir şeylere adım atmak isterler. Ne yapabiliriz de, Türkiye’de psikoloji bölümünde okuyan öğrencileri bir araya toplayabilir ve birlikte bir şeyler yapabilirizin hesaplarını yaparlar. İşte her şey bundan sonra başlar.
Bugün Türkiye’de hemen hemen hiçbir bölümde eşi benzeri olmayan etkinliklerle devamlılığını sürdürmeye çalışan TPÖÇG, 2008-2009 Güz Dönemi’nden itibaren Türk Psikologlar Derneği bünyesinde çalışan bir alt grup haline gelmiştir.
Temel Amacı Türkiye Cumhuriyeti, KKTC ve diğer ülkelerde öğrenim görmekte olan psikoloji öğrencilerinin iletişimini ve bilgi alışverişini arttırmak, sosyal ve akademik platformda ortak etkinliklerde bulunmalarını sağlamaktır.
1) Toplantılar TPÖÇG, var olan senelik aktivitelerinin planlarını yapmak amacıyla senede üç kere toplanır. Her sene bir güz dönemi, bir bahar dönemi, bir de yaz dönemi olmak üzere toplantıya ev sahipliği yapan üniversitenin katkılarıyla 25’e yakın farklı üniversiteden 80’e yakın psikoloji öğrencisi bir araya gelir.
Toplantılar hafta sonuna gelecek şekilde uygun bir tarihte yapılır. Gün içinde toplantı tamamlanır, akşam için sohbet ve eğlence amaçlı uygun görülen bir yere gidilir, son gün ise gidilen şehrin tarihi ve doğal güzelliklerini görmek amacıyla gezi düzenlenir ya da piknik yapılır.
2012 Güz Dönemi Toplantısı İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde 21-24 Ocak tarihleri arasında yapılacaktır. Son 6 Toplantı: 2008 Güz Dönemi Toplantısı 2008 Bahar Dönemi Toplantısı 2009 Güz Dönemi Toplantısı 2009 Bahar Dönemi Toplantısı 2010 Güz Dönemi Toplantısı 2011 Bahar Dönemi Toplantısı
3
TPÖÇG e-Dergi
- Fatih Üniversitesi - Ankara TPD - Mersin Üniversitesi - Ege Üniversitesi - Doğu Akdeniz Üniversitesi - Mersin Üniversitesi
2)
Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi (UPOK)
Her sene yaz döneminde bir üniversitenin üstlendiği bu bilimsel etkinliğe, çeşitli üniversitelerden birçok akademisyen katılır ve bilimsel çalışmalarını öğrencilere aktarma imkanı bulur. Ayrıca öğrenciler de bu etkinlikte kendi çalışmalarını sunma imkanı bulmaktadır. Tüm bu bilimsel amaçların yanında gezi, kokteyl gibi aktiviteleri de içinde barındıran bu etkinlik psikoloji öğrencilerinin birbirleriyle kaynaşmasına hizmet eder.
Son TPÖÇG Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi 21-24 Temmuz 2011 tarihleri arasında “İçimizdeki Sınırları Aşmak” başlığıyla Girne Amerikan Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencileri ve hocalarının desteğiyle gerçekleştirilmiştir.
TPÖÇG 17.Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi 11-14 Temmuz 2012 tarihleri arasında T.C. Okan Üniversitesi'nde yapılacaktır.
Son 12 Kongre: 5. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Mersin Üniversitesi 6. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Hacettepe Üniversitesi 7. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Hacettepe Üniversitesi 8. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Ankara Üniversitesi 9. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Uludağ Üniversitesi 10. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Mersin Üniversitesi 11. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Ege Üniversitesi 12. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Orta Doğu Teknik Üniversitesi 13. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Hacettepe Üniversitesi 14. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - İstanbul Üniversitesi 15. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi - Ankara Üniversitesi 16. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Kongresi – Girne Amerikan Üniversitesi 4
TPÖÇG e-Dergi
3) Ulusal Psikoloji Öğrencileri Değişimi (UPOD) Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencilerinin başlattığı bu etkinlik Türkiye çapında ulusal bir hale gelmiştir. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Değişimi, Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu'nun bir aktivitesi olup, Türkiye ve KKTC dahilindeki psikoloji bölümüne sahip tüm üniversiteler arasından bu projeye katılmayı talep eden üniversitelerde gerçekleştirilen kısa sureli öğrenci değişimi projesidir. Değişim, tüm lisans sınıflarında ve yüksek lisans gibi psikolojinin uzmanlık alanlarında
öğrenim gören kişileri kapsar ve bu kişilerin diğer bir şehri, üniversiteyi ve fakülteyi; psikoloji bölümünün öğretim üyelerini, sahip olduğu araç-gereç ve olanakları, programın içerdiği farklı dersleri, psikoloji topluluğunun aktivitelerini gözlemlemesini sağlar. Ulusal Psikoloji Öğrencileri Değişimi, kişilerin kendilerini değerlendirmelerini, akademik kariyerlerini belirlemede daha doğru kararlar verebilmelerini ve farklı şehirler ve diğer olanaklar hakkında daha çok bilgiye sahip olmalarını amaçlar.
Geçen Yıllarda UPOD Yapan Bazı Üniversiteler: Ankara Üniversitesi Doğu Akdeniz Üniversitesi Ege Üniversitesi Girne Amerikan Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi İstanbul Üniversitesi Koç Üniversitesi Mersin Üniversitesi
UPOD nasıl yapılır? Değişim programını gerçekleştirecek üniversite değişim duyurusunu yapar. Örnek: X Üniversitesi olarak 11-17 Mayıs Tarihleri arasında üniversitemizdeki akademik ortamı tanıtmak ve gelecek olan kişilerle güzel dostluklar kurabilmek amacıyla UPOD gerçekleştirmek istiyoruz. Gelecek olan kişiler yazdıkları motivasyon mektupları kriter alınarak değerlendirilir. Bunun ardından katılmaya hak kazanan kişiler, programı düzenleyen üniversite tarafından bir hafta ağırlanır. Böylece bir hafta boyunca belki hayatımız boyunca tanıma fırsatı bulamayacağız meslektaşlarımızla tanışma ve değişim için gittiğimiz üniversitedeki akademik ortam hakkında bilgi sahibi olma fırsatı yakalanır. 5
TPÖÇG e-Dergi
4) European Federation of Psychology Students’ Associations
(EFPSA) EFPSA, Avrupa psikoloji öğrenci birliklerinin bir araya geldiği bir federasyondur. Bir federasyon olmasından ötürü, ülkelerin öğren-ci birlikleri tarafından üyelik kabul edebiliyor. Türkiye 2001 yılından beri TPÖÇG ile EFPSA’daki yerini almıştır. EFPSA birçok kültürün bir araya gelmesiyle oluşan Avrupa psikoloji öğrenci birliklerinin renkli ağlarıyla gönüllülük esasıyla çalışır.
Amacı Avrupa psikoloji öğrencilerinin ihtiyaçlarını ve ilgi alanlarını paylaşmalarını sağlamaktır. Ayrıca bilimsel işbirliğini, kültürler arası değişimi destekler. EFPSA şu an 25 psikoloji öğrenci topluluğunun üyeliğine sahiptir. Avrupa’daki yaklaşık 300.000 öğrenciye hizmet eder.
Efpsa; Psikoloji Öğrencilerine Neler Sunuyor?
Ülkelerin psikoloji öğrencileri topluluklarının gelişimi Diğer psikoloji öğrencileri işe iletişim ve işbirliği Profesyonel psikologlarla iletişim ve işbirliği Psikoloji ile ilgili konular hakkında bilgi/belge Kendi çalışmalarınızı ve araştırmalarınızı sunabilme şansı Kişisel gelişim Deneyim ve yetenek Hayata dair yeni fikirler Yeni yerler gezme Birbirinden eğlenceli ve unutulmaz deneyimler!
EFPSA’nın amaçlarına ulaşabilmesi için dört ana servisi vardır: 1)Study Abroad Öğrencilere psikoloji eğitiminin verildiği her ülke ile ilgili bilgileri sağlayan bir sistemdir. Günlük hayata dair ve sıklıkla yaşanan sorunlar üzerine yoğunlaşırlar.
6
TPÖÇG e-Dergi
- Günlük hayatta başınıza gelen kötü olaylardan nasıl kaçınabileceğinize ve olaylarla nasıl başa çıkabileceğinize dair bilgilere, - Maddi konuda destek bulmanızın yollarına, - Kişilerin deneyim ve hikayelerine kolaylıkla ulaşabilirsiniz.
2) Research Network Bu servis öğrencilerin araştırma kalitelerini yükseltmeleri ve psikolojide yeni araştırma konuları önermelerini destekleyen bir servistir. Journal of European Psychology Students (JEPS) European Summer School (ESS) Katılımcılara psikolojinin farklı konuları Öğrenciler araştırma projelerini, akaaltında araştırma yapabilmek için gerekli teorik demik çalışmalarını bu dergi sayesinde yayınlave pratik bilgiyi sağlar. Bir hafta boyunca 5-6 yabilirler. Böylelikle ilk deneyiminizi EFPSA sakişilik gruplar süpervizörlerinin de desteğiyle yesinde yaşayabilirsiniz. karar verilen konu üzerine araştırma projesi geliştirirler. Verilen süre içinde kültürlerarası bu çalışmayı tamamlayıp, bir dergide yayınlamayı hedeflerler. Etkinliklerini ess.efpsa.org adresinden takip edebilirsiniz. Aklınıza takılan sorular için jeps@efpsa.org adresine e-mail atabilirsiniz.
Aklınıza takılan sorular için ess@efpsa.org adresine e-mail atabilirsiniz.
3) Travel Network Psikoloji öğrencileri Avrupa’da - Sizin gibi psikoloji öğrencisi olan diğer seyahat eden diğer psikoloji öğrencilerine kişilerle, onların şehirleriyle ve okullarıyla resmi evlerinde ücretsiz konaklama sağlayabilecekolmayan arkadaşça bir yolla tanışmanızı sağlar. lerini belirttikleri veritabanına kayıt olurlar. - 37 ülkede 966 ev sahibi bizlere bu Yeni deneyimler, muhteşem ülkeler ve olanağı sunuyor. yeni kültürler görmek için bu servisin bir - Seyahatlerinizi çok daha uygun bir parçası olabilirsiniz. www.efpsa-travel.net bütçeyle geçirmenizi sağlar. 4) Activities Office Psikolojiyle ilgili etkinliklerin duyurulduğu takvimden sorumlu olan servistir. Öğrencilerin katılımını ve uluslararası yönde işbirliğini destekler. Bir organizasyon düzenlemek istiyorsunuz, fakat nereden başlamanız gerektiğini bilmiyor musunuz? Aktivite Ofisi size bir tarif vererek fikirlerin nasıl işlediği konusunda size yardım eder, nereden ve nasıl başlayacağınız konusunda size yardım eli uzatır. Train the Trainers (TtT) EFPSA Kongresi - Yılın Etkinliği! - Kişisel ve profesyonel seviyede bilgi - Bu etkinlik sayesinde Avrupa genelinde erişimi ve gelişim 200 öğrenci EFPSA’nın etkileyici havasıyla - EFPSA ve diğer psikoloji ile tanışır. ilgili organizasyonlarının eğitimlerine katılma - Kültürel etkinlikler, bilimsel program - Kişisel bilgi ve yeteneklerinizi ve herkesin favorisi olan sosyal etkinliklerle geliştirme dolu bir hafta - EFPSA eğitmen havuzuna katılma ve - Zamanını, enerjisini, yeteneklerini sertifikalı EFPSA eğitmeni olma şansı EFPSA için harcamak isteyen adaylar yönetim kuruluna seçilebilirler. Yeni arkadaşlıklar için kaçırılmaması gereken bir fırsat! EFPSA hakkında daha fazla bilgi edinmek isterseniz efpsa.org adresini ziyaret edebilirsiniz. Sorularınız için: yesimuzumcuoglu@gmail.com adresinden ülke temsilcimizle iletişime de geçebilirsiniz
7
TPÖÇG e-Dergi
5) TPÖÇG Yönetim ve Denetim Kurulu Başkan
Hasan Akalın (Mersin Üniversitesi) Hale Hanaylı (Ankara Üniversitesi) Başkan Yardımcıları Yeşim Üzümcüoğlu (MR-EFPSA Sorumlusu) (Bilkent Üniversitesi) Sekreter Ceyda Dündar (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) Sayman Bertuğ Uygunkara (Hacettepe Üniversitesi) E-Dergi Sorumlusu Yeşim Hancı (Koç Üniversitesi) UPOD Sorumlusu Mihriban Korkmaz (Ege Üniversitesi) Aktivite Sorumlusu Lezgin Yürekli (Mersin Üniversitesi) İletişim Sorumlusu Hande Güzel (Ankara Üniversitesi) Yazman Buğse Dindar (Hacettepe Üniversitesi) Teknik İşler Sorumlusu Yusuf Doğru (Mersin Üniversitesi)
Denetim Kurulu Asil Üyeler Yedek Üyeler
8
TPÖÇG e-Dergi
Buğra Çizenmıh Armağan Anteplioğlu Kürşat Yıldız Kübra Yıldırım Berfin Baltacı
(Doğuş Üniversitesi) (Hacettepe Üniversitesi) (Girne Amerikan Üniversitesi) (Hacettepe Üniversitesi) (Hacettepe Üniversitesi)
9
TPÖÇG e-Dergi
Psikoterapisel Evrim Ve Değişimin Yönü Danışman: Yrd.Doç.Dr.Arzu AYDIN
Hasan Akalın
Tuğba Tolunay ÖZET
Psikoloji günümüzde var olan tüm bilimsel disip-
kendisine uygun ortamı bulmuştur. Pavlov’la temel-
linlerin en eskilerinden biri olmasına rağmen alanın
leri atılan Watson’a ve Wolpe’nin sistematik duyar-
kısa bir tarihinin olduğu da bir gerçektir. Çeşitli dü-
sızlaştırmasına kadar uzanan davranışçılığın, klinik
şünce ekollerinin ortaya çıkması ve bu ekollerin güç-
ortama taşınması 1960’lara kadar uzanmakta-
lerini kaybederek yerlerini yenilerine bırakması
dır.1970’li yıllara geldiğimizde ilerleyen bilimsel or-
psikoloji tarihinin en çarpıcı özelliklerinden birisidir.
tam ve teknolojiyle birlikte bilişsel bakış açısı haki-
Bu da Psikolojinin kendi evrimsel sürecinde, sürekli
miyeti eline almış ve psikolojinin tanımına da etki
ve kendiliğinden bir değişim içerisinde olduğunu
edecek zihinsel süreçlere önem verilmiştir. Tollman,
göstermektedir. Yaşanan bu evrim sürecinde deği-
Kelly, Bandura, Seligman gibi isimlerle temelleri atı-
şime yön veren toplumsal olaylar ve teknolojik geliş-
lan bilişsel kuramın psikoterapideki karşılığını iki
meler ise yadsınamaz durumdadır. Bu durum psiko-
klinisyen bilim adamı Ellies ve Beck oluşturmuştur.
lojinin bir alt alanı olan klinik psikolojiyi de etkilemiş
1990’lardan itibaren ise öğrenme kuramları ile biliş-
ve alanda farklı ekollerden etkilenen, değişik hasta-
sel kuramın ilkelerinin bütünleştirip psikoterapiye
terapist ilişkisine dayanan ve kendi içerisinde birbi-
uygulanması ile BDT popülerlik kazanmıştır.
rinden farklı teknikler kullanan bir dizi psikoterapi yaklaşımı oluşturmuştur.
Bu çalışmanın amacı klinik psikoloji içerisinde yer alan psikoterapi yaklaşımlarının tekniksel farklılık-
Zira 20.yy başlarında Sigmund Freud’un psik-
larını vurgulamak ve yaşanan paradigma öncesi ev-
analitik paradigmasıyla başlayan modern psiko-
rede bu değişimin ve farklılaşmanın yönünü betimle-
terapi tarihi zaman içerisinde psikanalizin deneysel
mektir.
olarak sınanamayan, araştırılamayan ve pratikten
Bu değişimin yönü ise İç Görü Terapilerinden, Dav-
yoksun niteliği nedeniyle eleştirilmiş ve sınırlı kalma-
ranışçı Terapiye, Bilişsel terapiye ve son olarak BDT
sına yol açmıştır. Psikanalize bir tepki olarak bilimin
‘ye doğrudur.
gözlenilebilir olanı temel alması ilkesinden yola çıkan davranışçılık ise 2.Dünya Savaşı sonrası
Anahtar Kelimeler: Psikoterapi Teknikleri, Evrimci
Nazizmin dünyada oluşturduğu yıkımın ardından
Yaklaşım, Değişim
10
TPÖÇG e-Dergi
Psikoloji bilimi günümüzde var olan bilimsel disiplinlerin en eskilerinden biridir. Bizler en eski çağlardan bu yana kendi davranışlarımızdan ve insan doğasına ait kurgulardan etkilenmiş ve bunlarla ilgili pek çok felsefi ve teolojik görüşler ortaya koymuşuzdur. M.Ö. 4. ve 5.yüzyıla dek uzanan dönemlerde Platon, Aristo ve diğer Yunan düşünürleri günümüz psikologlarının ilgilendiği pek çok sorunla uğraşmışlardır. Bu durum tam da psikoloji alanının geçmişle şimdi arasında kopmaz bir sürekliliğe sahip olduğunun göstergesidir 19.yüzyılda Avrupa düşüncesi, Pozitivizm, Empirisizm ve Materyalizm akımlarıyla yoğrulurken psikoloji kendine has yaklaşımları ve kullandığı tekniklerle eski felsefeden ayrılarak deneysel bir bilim haline gelmiştir. Hemen ardından psikoloji bilim olma yolundaki ilk işaretlerini göstermeye başlamış ve 18 Aralık 1879’da Almanya'nın Leipzig şehrinde Wilhelm Wundt tarafından dünyanın ilk psikoloji laboratuarı kurulmuştur. Yeni psikolojinin ilk yıllardaki çizgisi Wilhelm Wundt’tan çok etkilenmişti ve psikoloji bir süreliğine onun düşüncelerine göre şekillenmişti. Ancak bu durum çok geçmeden değişti ve hemen ardından bazı psikologlar kendi düşüncelerini öne sürerek psikoloji biliminin kaçınılmaz evriminin başlangıcını oluşturmaya başladılar. Çeşitli düşünce ekollerinin ortaya çıkması ve hemen ardından güçlerini kaybederek yerlerini başka düşünce ekollerine bırakmaları psikoloji tarihinin en çarpıcı özelliklerinden birisidir. İşte bu durum tam da bir bilimin düşünce ekollerine bölündüğü gelişim aşamasını yansıtır ve paradigma öncesi aşama olarak adlandırılır (Kuhn, 1970). Fizik tarihine baktığımızda Galileo ve Newton’un mekanik kavramı, yerini 300 yıl sonra Einstein’ın teorisine bırakmıştır. Yani bir paradigma başka bir paradigmayla yer değiştirmiştir. Bu “bilimsel bir devrim” olarak düşünülebilir (Kuhn, 1970). Ancak psikoloji henüz bu paradigmatik aşamaları ulaşamamıştır. Bu durumun aksine her biri kendine özgü teorik metodik yönelimlere bağlı, insan doğası çalışmalarına farklı tekniklerle yaklaşan düşünce ekolleriyle ihtisaslaşmış bir alan olarak kalmayı sürdürmüştür. Bazı bilim adamları alanın tarihinden “Başarısız Olan Paradigmalar Zinciri” şeklinde de bahsetmişlerdir (Stenberg ve Grigorenko, 2001, s.1075). Ancak bu paradigmalar zincirinin her biri aslında dönemin mevcut sistemli düşüncesine karşı bir tepki hareketiydi. Her bir ekol eski sistemde yetersiz ve eksik gördüğü noktalara dikkati çekmiş ve algılanan bu eksikliği gidermek amacıyla yeni açıklamalar kavramlar ve araştırma stratejileri önermişti. Yeni bir sistem geliştikçe ve taraflar toplayıp etkili olmaya başladıkça kendi muhalefetini kızdırmış ve tüm mücadele sürecini yeniden başlatmıştı. Bu ekollerin en azından bazılarının hakimiyetleri geçici olsa da her biri psikolojinin gelişiminde temel bir rol oynamıştır. Dikkat edildiği gibi günümüz psikolojisi de son şeklini almış değildir. Yeni ekoller eskilerinin yerini almakta fakat hiçbir şey onların bir bilim oluşumunun evrimsel sürecindeki sürekliliğini garanti edememektedir. O halde düşünce ekolleri geçici ancak, psikoloji evriminde gerekli aşamalardır diyebiliriz.
11
TPÖÇG e-Dergi
Psikolojinin heyecan verici bu evrimi düşünce ekollerinin tarihsel gelişimi açısından değerlendirildiğinde en iyi şekilde anlaşılabilir. Seçkin insanlar, uygun zaman ve yer geldiğinde önemli katkılarda bulunmuşlar ve etkileyici kararlar almışlardır. Fakat onların önemi en çok kendilerinden önce gelenlerin oluşturduğu fikirler ve izledikleri çalışmalar çerçevesinde düşünüldüğünde anlaşılır. Psikolojinin içerisinde yer alan farklı ekoller arasında yaşanan bu evrim, barındırdığı alt alanlarına da yansımıştır. Bu alanlardan biri olan klinik psikoloji, var olan bu ekolleri kendine has şekilde psikoterapi yöntemlerine dönüştürerek kendi içerisinde bir psikoterapi evrimini kaçınılmaz kılmıştır. Witmer’ın Pennsylvania Üniversitesinde psikolojiyi normal dışı davranışların teşhis ve tedavisine uygulaması çabalarına ek olarak, iki kitap davranış bozuklukları alanına hız verdi. Hugo Münsterberg’in çeşitli akıl hastalıklarının tedavisine ilişkin teknikleri anlatan Psikoterapi(1909) isimli kitabı da klinik psikolojinin ruhen hasta insanlara yardım edebileceğini göstererek onun reklamını yapmış oldu. Bunun yanında Sigmund Freud’un düşünceleri de klinik psikolojinin gelişimi açısından önemliydi ve alanı Witmer’in orjinal kliniğinin çok ötesine taşımıştı. Bu gelişmelere baktığımızda modern psikoterapi tarihini psikanalitik paradigma ile başlatabiliriz. Psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud temelde insanın duygusal tepkilerinin biyoloji tarafından belirlendiğine inanıyordu. Freud’un kuramı yıllar içerisinde değişkenlik gösterse de özet olarak temelde insanın ruhsal tepkilerini biyolojik kökenli saldırganlık ve cinsellik içgüdüleriyle açıklamaya çalışmıştır. Libido veya cinsel arzu bu anlamda ruhsal yaşamda etkili olan en üst düzey dürtüsel organizasyondur ve ruhsal yaşamın temel belirleyicisidir. Freud algı, bellek, biliş gibi önemli işlevlere yüklediği kişiliğin merkezi yönlerini oluşturduğu benliğin, kendi başına bir kökeni olmadığını, alt benlikle dünya arasındaki çatışmanın bir ürünü olduğunu öne sürmüştür (Freud,1916). Öne sürülen düşüncelerle, karşılaşılan hasta ve hastalıklarda geçerli olan paradigmanın yaşadığı başarısızlıklar psikanalizin kendi içerisindeki değişimi ve yeni kuramsal atılımları da kaçınılmaz kılmıştır.
Psikanalizin kendi içinde ilk paradigma değişikliği alt benlik psikolojisinden, benlik
psikolojisine geçiştir. Bu yaklaşımla psikanaliz sadece bilinçdışı arzu ve üst benlikten gelen yasaklamaları uzlaştırmada benliğin kullandığı savunma düzeneklerine yönelmişti. Bu odaklanmada amaç yine dürtü savunma analizi yoluyla ruhsal rahatsızlıkların çözümlenmesi olmuştu (Freud,1916). Benlik psikolojisi ve ona eşlik eden terapötik yaklaşım, karmaşık olmayan nevrozlarda başarılı görülmesine karşılık özellikle kişilik bozuklukları olmak üzere çok çeşitli hastalar analize gelmeye başladıkça etkili olmamaya başlamıştı. Benlik psikolojisinin sınırlarını aşmak için ise iki yeni psikanalitik kuram ortaya çıkmıştı. Bunlar nesne ilişkileri ve kendilik psikolojisidir. Nesne ilişkileri kuramının ayırt edici yönü, dürtüyü tek başına değil ilişki bağlamında ortaya çıkan ve ilişkiden asla ayrılmayacak bir süreç olarak görmesidir. Çok özetle nesne ilişkileri kuramını da insan psikolojisini ve psikopatolojisini çevresindeki önemli kişilerle erken yaşamında yaşadığı ilişkiler bağlamında açıklama denemesi olarak görebiliriz. 12
TPÖÇG e-Dergi
Psikanalizdeki son gelişme ise Heinz Kohut’un çalışmalarıyla ortaya çıkan kendilik psikolojisidir. Kendilik psikolojisi kişinin, ruhsal yapısını birisi tarafından beğenilme ve birini beğenme arzusuyla açıklama girişimi olarak görülebilir. Psikanalizdeki bu gelişmelere değindikten sonra tedavinin amacına gelecek olursak; Psikanaliz hastanın, çatışmalarını ve bu çatışmaların nedenlerini görebilmesini sağlarken bunların değiştirilmesine de olanak sağlayacak ortamı hazırlamaktadır. Böyle bir amaçla birlikte psikanaliz psikoterapi tarihine serbest çağrışım, direnç, transferans, rüya analizi gibi çeşitli teknik ve terimleri de kazandırmıştır. Analist-hasta ilişkisi açısından baktığımızda ise aradaki ilişki bir ast-üst ilişkisi şeklindedir. Bir diğer unsur olan süre açısından ele aldığımızda ise psikanaliz yapılandırılmış bir sistem değildir. Bu yüzden bazı analizler senelerce sürebilmekte ve hastaların bazıları terapiyi olan ilgisini kaybedebilmektedir. Freud tedavisini uygulayacak analistler için de bazı özellikler belirlemiştir. Ona göre; Analist psikanalizi çok iyi kavramış olmalı ve kendisi de psikanalizden geçmiş olmalıdır. Ayrıca analistin çok güçlü bir belleğe sahip olması gerektiğini dile getirmiştir. Tüm bu gelişmelerin yanında psikanalizin kendi evrimi içerisindeki değişimi devam ederken, bazı eksiklikleri de fark edilmeye ve eleştirilmeye başlanmıştı. Sınanamayan ve araştırılamayan niteliği, cinsellik ve saldırganlık içgüdüsünü insanın ruhsal yapısının temel güdüleyicisi olarak görmesi, kuramın bazı kişiler için geçerli olabilmesiyle birlikte bütün ruhsal yapıyı açıklamaktan uzak kalması, kadın kişiliğini sadece penise imrenmeyle açıklaması ve gündelik yaşama uyumu sağlayan normal psikolojik işlevleri benliğe atfederek üstün körü geçmesi 1960’larda sınırlı kalmasına yol açmıştır. Bilim felsefecisi Popper’in da dediği gibi psikanaliz bir kuramdan çok bir ideolojiye benzediği için her şeyi açıklayabiliyordu ancak bu açıklamaların gerçekle ne kadar uyuştuğu şüpheliydi. Bu da yeni psikoterapi yaklaşımlarının ortaya çıkması için gerekli olan uygun ortamı hazırlayacaktı. Bilinçaltı konusunda Freud’dan çok farklı bir anlayışa sahip olan Jung özellikle cinsellik kuramı olmak üzere Freud’un bazı temel kavramlarını desteklememiştir. Freud’un gerçek durumdan çok kendi otoritesini kullandığına inandığı için daha fazla Freud’la işbirliği yapamayacağına karar verdikten sonra Freud’un determinist anlayışına karşıt olarak insanların yalnızca geçmişteki yaşantılar ile şekillenmeyeceğini ve geçmişlerinin dışında da ilerleme kaydedebileceklerini savunmuştur. Bunun yanında rüyaların bilinçaltını yansıttığı konusunda Freud’la aynı fikirde olsa da rüyaların işlevi konusunda farklı düşünmektedir. Alfred Adler de Jung gibi Freud’la süren uzun işbirliklerinden sonra Freud’un Adler’i kendi fikirlerine karşı çıkan biri olarak ilan etmesiyle Adler ve Freud işbirliği de sona ermiştir. Adler kişilerin yalnızca bütünleşmiş ve tamamlanmış varlıklar olarak anlaşılabilir olduklarını ileri sürerek, kişilik bütünlüğünün önemi üzerinde durmuştur. Adler ayrıca geçmiş yaşantılardan çok istek ve beklentilerimizin de davranışlarımızı şekillendirebileceğini ileri sürerek aslında davranışın amaçlı olduğunu benimsemiştir.
13
TPÖÇG e-Dergi
Adler’in yaklaşımına göre terapistin dayanak noktası danışan ve terapist arasında var olan ortak özelliklerdir. Terapötik süreç karşılıklı saygıya, bireyin yaşamındaki yanlış hedeflerin belirlenmesine, araştırılmasına ve açıklanmasına dayanmaktadır. Terapinin temelde amacı danışanda ait olma duygusu oluşturulması, danışanın kendi farkındalığına sahip olması ve yaşam hedeflerini sorgulaması yollarıyla danışanın yaşamında değişiklik yapmasını sağlamaktır (Dreikurs,1967,1997). Adler yaklaşımını, benimseyen terapistler danışanlarını terapiye ihtiyaç duyan hasta olarak görmezler. Asıl amaçları cesaretleri kırılmış olan danışanlarını cesaretlendirmektir (Mosak,2000). Tıpkı Jung ve Adler gibi Varoluşçu terapistlerden olan Viktor Frankl, Rollo May, James Bugental, Irvin Yalom ve Maslow da psikanalizin ortaya attığı insan doğasına yönelik deterministik bakışı ve davranışçı görüşü reddetmişlerdir. Frankl önceleri Freud ve Adlerden oldukça etkilense de daha sonraları varoluşçu felsefecilerin görüşlerinden etkilenmiş ve logoterapiyi geliştirmiştir. Rollo May ise varoluşçuluğun temel kavramlarını psikoterapötik uygulamaya uyarlamıştır. James Bugental’de her bireyin bütünlüğünün hümanistik vurgusunu yaparak kuramını geliştirmiştir. Varoluşçu terapinin temel hedefi danışanların yaşamlarının üzerine düşünmeleri, yeni anlayışlar geliştirmeleri ve karar vermelerini sağlayarak onları cesaretlendirmektir. Ayrıca terapi süreci içindeki danışan için çeşitlilik gösteren yöntemleri kullanmada geniş bir özgürlüğe sahiptirler. Bilinen tekniklerin gerekli olmadığını savunarak farklı kuramsal yaklaşımlardan doğan teknikleri de kullanmaktadırlar. Danışan ve terapist arasındaki ilişkiye ve ilişkinin niteliğine çok önem verirler. Saplantılarla mücadele eden danışanlara karşı esnek bir tarz belirleyip empatiden fazlaca yararlanırlar. Varoluşçu yaklaşımda yer alan çoğu kavram birey merkezli yaklaşımda da yer almaktadır. Carl Rogers tarafından ortaya atılan hümanistik psikoloji kavramlarıyla temellendirilen bu terapi yöntemi insanların kendilerini anlamalarına ve terapistin müdahalesi olmadan da sorunlarını çözebilecek güçte olduklarının farkına varmalarını sağlamaktadır. Çağdaş birey merkezli terapi yaklaşımı evrimsel süreci gereği halen değişmekte ve gelişmektedir (Chain ve Seman,2002). Rogers bu yüzden hiçbir zaman birey merkezli yaklaşımı terapötik uygulamalarda tamamlanmış bir kuram olarak sunmaz. Ayrıca ileri sürdüğü modelin başkalarının eleştirilerine açık olduğunu ve bu modelin değişerek gelişebileceğini ileri sürer. Birey merkezli yaklaşımda terapistin rolü danışanın harekete geçmesi için gerekli teknikleri kullanmak değil, davranışlarıyla orada olduğunu danışanına hissettirebilmektir. Rogers’ın bakış açısından terapist hasta ilişkisini ele aldığımızda ise eş düzeyde olan bir ilişkiye rastlarız ve danışanda oluşan değişim bu eşit ilişkinin kalitesiyle doğru orantılıdır. Yaşanan bu evrim sürecinde gestalt yaklaşımına geçmeden araya girerek içinde bulunulan durumu betimleyecek olursak psikanalizle başlayan serüven terapötik süreçte analisti daha etkin kılıyordu ve terapide yönlendirici olan kişi analistti. Ayrıca terapide danışanın geçmiş yaşantılarına daha fazla önem verilerek danışanın yaşamını geçmiş yaşantıların yönlendireceği savunuluyordu.
14
TPÖÇG e-Dergi
Jung’la başlayan ilk ayrılık terapinin içeriğindeki ilk değişikliği yani insanların sadece geçmişteki yaşantıları ile şekillenmeyeceği ve geçmiş dışı davranışlarıyla da ilerleme kaydedebileceklerini dile getirmiştir. Beraberinde Adler’le ‘ birlikte beklentilerimizin de davranışlarımızı şekillendirebileceği vurgulanmıştır. Varoluşçu yaklaşım ve Rogers’ın birey merkezli terapisiyle ise terapist hasta ilişkisi eş düzeyde bir ilişki haline gelmiştir. Böylece psikoterapi yaklaşımlarının evrimi içerik ve hasta-terapist ilişkisi bakımından ilk değişikliğini yaşamıştır. Daha sonra Fritz Perls ve eşi Laura Perls tarafından geliştirilen gestalt terapisi basta psikanaliz olmak üzere çeşitli kuram ve bakış açılarından etkilenmiş ve varoluşçu, bütüncü ve fenomenolojik temeller üzerine oturtulmuştur. Perls , Freud’un insanlara bakışını mekanik olduğu için eleştirmiş ve kişiliğe bütüncül yaklaşılması gerektiğini savunmuştur. Ayrıca terapi sürecinde erken çocukluktaki bastırılan çatışmalara değinen Freud’a karşı terapisinde şimdi ve buradaya değinmiştir. Perls göre terapinin asıl hedefi danışanın farkındalığını arttırarak kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen ve çevresiyle uyum içerisinde olabilen insanlar yaratmaktır. Danışan-terapist diyalog ilişkisinde ise terapistin aktif, samimi ve istekli olması gerektiğini de vurgular. Gestalt terapilerinde beden diline özel bir önem verilmektedir. Bunun nedeni ise sözel olmayan bu ip uçlarının beden hareketlerindeki uyuşmazlıkları göstermesi ve danışanların farkında olmadıkları duygularını anlamalarını sağlamasıdır. Buna ek olarak bir diğer önem verdikleri nokta da dil örüntüleridir. Çünkü bu terapi dil örüntüleri ile kişilik özellikleri arasındaki ilişkiyi içerir. Gestalt terapisi Perls ile dönemin koşullarına göre etkinliğini gösterirken, Eric Berne’de psikoterapi evrimine katkıda bulunacak kuramını ortaya koymuştu. Yaşamında psikanalize çok önem veren ve psikanalize dair çalışmalar yürüten Eric Berne, Federn’in ego durum modelini geliştirmek için çalışmıştır. Dolayısıyla Berne’nin fikirleri , psikanalitik kuramın temelinden türemiştir. Psikanaliz çevrelerinin Berne’ün fikirlerine olumsuz yönde tepki vermeleri Berne’ün psikanalitik kuramdan iyice kopmasına neden olmuştu. Berne’in kopuş nedeni ise ego durumları kavramı olmaktan ziyade psikanalizdeki hastaya yüklenen edilgen roldür. Eric Berne tarafından ortaya atılan kuram kişilerarası iletişim sorunlarının çözümünde uygulanan psikolojik değişim ve analiz yöntemidir. Berne yeni bir yaklaşım ileri sürerken olmazsa olmaz koşul olarak sözleşme tekniğini dile getirmiş ve bunu iki eşit insan arasındaki ilişkinin garantiye alınması olarak vurgulamıştır. Kişilerarası etkileşimlere transaksiyon, günlük yaşamda tekrar tekrar ortaya çıkan transaksiyonlara da oyun adını vermiştir. Böylece Berne’ün zamanla geliştirdiği kuramının adı transaksiyonel analiz olarak belirlenmiştir. Transaksiyonel analiz; kişilik, kişilerarası ilişkiler, iletişim, gelişim, yaşam, psikopatoloji, psikoterapi gibi çok geniş bir yelpaze üzerinde insan davranışını açıklayan bir yaklaşımdır. Bu kuram bireyin özel 15
TPÖÇG e-Dergi
senaryolarından ve diğerleri karşısındaki olağan tavırlarından yani yaşam pozisyonlarından yola çıkarak kişisel değişimi sağlamaya yönelik bir yöntem olmayı da hedeflemektedir. Bu yüzden geleneksel psikanalizcilerin reddine rağmen bazı psikoterapistler transaksiyonel analizi kullanmaya başlamışlardır (Ginger,2008). Davranışçılığa geçmeden önce araya girerek içinde bulunulan durumu kısaca betimleyecek olursak psikoterapisel evrim Gestalt terapisiyle psikanalizin terapi odasındaki geçmiş odaklı yaklaşımından, şimdi ve buradaya doğru bir değişim göstermiştir. Ayrıca psikanalizdeki hastaya yüklenen edilgen rol Eric Berne ile birlikte daha da reddedilmiş ve hasta daha aktif bir rol oynamaya başlamıştır. Psikanalize tepki olarak doğmaya devam eden ekollerden biri de davranışçılıktı. Hemen hemen gestalt ile aynı zamanda temelleri atılan davranışçılık ikinci büyük dünya savaşı sonrasının politik ikliminde, insanların doğuştan biyolojik olarak farklı olduğunu savunan ırkçılığa dayalı bir ideolojiye sahip Nazizmin dünyada oluşturduğu yıkım ve tahribatın ardından, her insanın özünde aynı olduğu görüşüyle kendisine uygun ortamı bulmuş ve hem ABD’de hem de Sovyet Rusya’da etkisini göstermeye başlamıştı. Bilimin gözlenebilir olanı temel alması ilkesinden hareketle ruhbilimin içsel süreçleri yerine insan davranışlarını ve fizyolojik süreçlerini ele alması gerektiğini savunan davranışçılık psikanalizin aksine laboratuar araştırmalarından geliyordu. Psikolojiyi diğer bilimler gibi kişiden kişiye değişmeyen ilkeler üzerine oturtmak isteyen davranışçılar bu noktadan hareketle zihinsel süreçler, savunma düzenekleri gibi gözlenemeyen ölçülemeyen kavramların psikolojide yeri olmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Tüm bu gelişmelerin yanında laboratuardan doğan davranışçı ilkelerin klinik ortama tam anlamıyla taşınması ise 1960’larda gerçekleşti. Davranışçı terapiyi ortaya koyan bilim adamı ve klinisyenler o zamanlar egemen olan psikodinamik yaklaşım ve diğer türdeki konuşmaya dayalı tedavilerden memnun değildi. Böylece diğer terapistlerinde yararlanabileceği öğrenme ilkelerine ve laboratuar çalışmalarına dayalı yöntemler geliştirdiler. İlk davranışçı terapistlerden olan Joseph Wolpe karşıt koşullama prosedürüne dayalı olarak korku ve anksiyetenin tedavisinde önemli bir adım olan sistematik duyarsızlaştırmayı geliştirmiştir. Bu teknik, kişinin kaçındığı veya korktuğu uyaranlara karşı onu aşamalı bir şekilde yaklaştırarak bu uyaranların yarattığı olumsuz etkinin köreltilmesine dayalıdır. Bir başka teknik olan Flooding’te(Bunaltı seli) ise amaç, hastanın anksiyetesini azaltmak değil arttırmaktır. Bu teknikte sistematik duyarsızlaştırmanın aksine, anksiyete sıralaması yoktur. Temel hipotez; anksiyetenin en üst seviyeye vardığında kendiliğinden söneceğidir. Oysaki, biz orta düzeyde takılıp kalırsak anksiyetenin sönmesini engellemiş oluruz. Aversif terapi, ilk kez Kantorovich(1929) tarafından uygulanmış ve alkolik hastalara, alkolün varlığı, koklanması ve tadılması şartları hazırlanarak, alkol eğilimini ketlemek amacıyla acı verici elektrik şoku kullanmıştır. Wolpe (1954) ise daha önce yapılmış olan bu çalışmalardan yararlanarak, aynı teknikle çalışmaya başlamıştır. Öğrenmecilere göre; bu teknikte, aversif uyarıcı sönme meydana getirmekte ve bir çeşit cezayla öğrenme sağlanmaktadır. 16
TPÖÇG e-Dergi
Gizil Duyarsızlaştırma Tekniği ise Cautela(1966-1967) tarafından öne sürülmüştür.Bu teknik hayali olarak bulantı ve kusma meydana getirerek, belli bir uyarana karşı itici tepki yaratmayı amaçlar ve daha çok aşırı yeme,alkolizm tedavisinde kullanılmıştır (Friedberg ve McClure , 2002). Yaşanan bu gelişmeler ve ortaya konulan tekniklerin yanında psikoloji dünyasında altın çağını yaşayan davranışçılık ekolü, 1970’li yıllara gelinmesiyle birlikte bu egemenliğini kaybetmeye başladı. Davranışçılıkta açıklanamayan ilk şey insanların aynı ortamlarda aynı uyaranlara neden farklı tepkiler verdikleri sorusudur. Bu sorunun cevabına baktığımızda davranışçılığın duyguları göz ardı ettiği savunulmuştur. Davranışçılığı gözden düşüren bir diğer etkende hayvanların bir şekilde pekiştirme olmaksızın da öğrenebildiklerinin açığa çıkmasıdır. Oysa davranışçılığa göre pekiştirme olmaksızın öğrenme olası değildir. Tüm bu gelişmeler ışığında araya girerek içinde bulunulan durumu betimleyecek olursak psikoterapi yaklaşımları evrimini ve değişimini yavaş yavaş sürdürmekteydi. Davranışçı terapiyle birlikte, psikanaliz ve diğer iç görü terapilerinde önemli olan içsel süreçler yerini, öğrenme kuramlarından yola çıkan ve davranışa önem veren bir terapi türüne bırakmıştı. Bunun yanında ilerleyen yıllarla birlikte oluşan bilimsel ortam ve bilgisayarların geliştirilmesi, deneysel ve klinik ortamlarda bilişsel bakış açısını daha hakim kılmaya başlamıştı. Bilişsel kurama göre en önemli ilke çevreden gelen uyaranlarla ortaya çıkan sonuç arasında bir aracının olduğudur. Bu aracı da insanın bilişsel sistemidir. İkinci önemli ilke ise insanlarda öğrenmenin hayvanlardan farklı olarak büyük ölçüde sosyal öğrenmeye bağlı olduğudur. Albert Bandura tarafından ortaya konan sosyal öğrenme kuramı insanların sadece ödül ve ceza ilişkisine göre değil gözleyerek de öğrenebileceklerini savunmaktadır ve ona göre pekiştireç ancak geleceğe ilişkin bir değişiklik yaratırsa etkili olacaktır. Bandura’nın bilişsel süreçlere olan asıl vurgusu öz etkinlik kuramıyla olmuştur.1980’lerde geliştirdiği ve sosyal öğrenme kuramıyla bağlantılı olan ve onu tamamlayan öz etkinlik kuramı bilişsel süreçlere olan vurgusunu iyice netleştirmiştir. Öz etkinlik kuramı bireyin çevresi üzerine bir etkide bulunabileceğine, sorunlarla ve zorluklarla baş edebilme yeteneğine olan inancıdır. Eğer kişi belli bir alanda başarısının veya yeteneğinin kendisinden kaynaklandığına, başarısızlıklarının kendi dışından kaynaklandığına inanıyorsa o alanda öz etkinliğini yüksek görür. Kuramdaki tüm bu gelişmelerle birlikte Tollman , Kelly ,Rotter, Bandura,Seligman gibi isimler klinik psikoloji alanında temelleri atılmaya başlanan bilişsel kuramı psikopatoloji ve psikoterapi pratiğine uygulamaya başlamışlardır. İki klinisyen bilim adamı olan Albert Ellies ve Aaron Beck deneysel psikolog olmayıp psikodinamik yönelimli terapi eğitimi almışlar ve kendi bilişsel terapilerini ortaya koyup bilişsel terapinin öncüsü olarak ilk adımı atmışlardı.
17
TPÖÇG e-Dergi
Psikanalizin nispeten yüzeysel olan ve bilimsel olmayan bir terapi şekli olduğu kanısına varan Albert Ellis birçok sistemle çalışmalar yürütmüş, hümanistik, felsefi, davranışçı terapileri birleştirerek rasyonel emotif terapiyi geliştirmiştir. Rasyonel emotif terapi güçlü bir felsefi temeli olan ve yaşama bakış acısında köklü değişiklikler yapılmasını amaçlayan bir psikoterapi biçimidir. Epiktetos’un “insanlara rahatsızlık veren, olayların kendisi değil bu olaylara getirdikleri bakış açılarıdır” deyişi temel alınmıştır. Terapi sürecinde daha çok danışanın düşünce dizgesi üzerinde durulur ve bu süreç sorun odaklı ve etkin bir terapi yöntemini yansıtır. Ayrıca başlıca tanı odağı ise ruhsal rahatsızlıklara yol açan akılcı olmayan yerleşik düşüncelerdir. RET terapistlerinin yaklaşımına baktığımızda ise etkin ve yönlendirici olmaları açısından diğer terapistlerinden ayrılırlar. Danışanın iç görü kazanması ya da uygun sonuçları çıkarması için sürekli ona anımsatıcı birtakım sorular sorarlar. RET’de eğitim vermeyi seçen terapist rahatsızlık yaşadığında kendisinin de nasıl bir yol izlediğini danışanına anlatabilir. Terapide bir görüşme karşılıklı konuşmalar halinde yaklaşık olarak 45-50 dakika sürer ve bu süreçte terapist dayatmacı, kuralcı bir yol izlemez. Böylece danışanlarına da kendilerini koşulsuz kabul etmeleri için iyi bir örnek olmuş olurlar. Aaron Beck ise depresyonla ilgili araştırmalarının sonucunda bilişsel terapi olarak bilinen yaklaşımı geliştirmiştir. Beck’in terapisinin rasyonel emotif terapiyle birtakım benzerlikleri vardır. Her ikisi de aktif, yönlendirici, zaman sınırlı ve içinde bulunulan anın önemini vurgulayan , işbirliğine dayalı , yapılandırılmış yaklaşımlardır. Rayonel emotif terapi gibi Beck’in terapisi de olumsuz düşünceleri ve uyumsuz inançları tanımaya ve bunları değiştirmeyi vurgulayan iç görü odaklı bir terapidir. Bu terapinin rasyonel emotif terapiden ayrıldığı temel nokta ise terapötik ilişkiye yaptığı vurgudur. Beck’in terapisinde terapötik ilişki içtenlik, sıcaklık, uygun empati ve güvene dayalı bir ilişki kurmaya dayanır. Bu iki isimin yanında da bilişsel terapinin psikoterapi alanında çok sayıda öncüsü vardır. Bunlardan biri George Kelly’dir. Kelly beklenti ve öngörülerin insan zihninin temel özelliği olduğuna inanıyordu. Her bireyin bir bilim adamı gibi insan ilişkilerinin nasıl işlediğine ilişkin kuramlar ve modeller geliştirdiğini ve bunlar aracılığıyla öngörülerde bulunduklarını söylüyordu. Bir diğer isim olan Julian Rotter ise, bilişlerin insan davranışında uyaranla davranış arasındaki önemli rolünü anlamamızda öncülük eden bilim adamlarındandır. Martin Seligman’ın ortaya attığı öğrenilmiş çaresizlik terimi ise Ortodoks davranışçılık açısından kabul edilemez olsa da depresyona ilişkin önemli bulgular ortaya koymuştur. Bilişsel kuram ve psikoterapi tekniklerinde yaşanan bu gelişmelerle birlikte içinde bulunulan duruma bu kez bir katkı da bilişsel terapiden gelmiş ve insanın düşünce, duygu ve inançlarından ayrı düşünülemeyeceği gerçeği ortaya konmuştur. Böylece bilişsel terapi yaklaşımıyla birlikte içeriğe duygular da eklenerek psikoterapilerin evriminde bir değişim daha yaşamıştır.
18
TPÖÇG e-Dergi
Son olarak ise davranışçı ve bilişsel terapi tekniklerini birleştirilerek terapide klinik uygulama imkanı sağlayan bilişsel davranışçı terapi ortaya konulmuştur. Temelde iki terapinin birleşimi olan bu terapi yaklaşımı iki ayrı kuramın eksik kaldığı bazı yönleri tamamlama imkanı sağlayarak uyum bozucu davranışlar ve duyguların tedavisinde öğrenme kuramları ve bilişsel psikoloji ilkelerinden yola çıkmıştır. Bu terapi yaklaşımı aynı terapötik süreçleri ele alsa da bu noktadan sonra psikoterapi daha yapılandırılmış, daha planlı bir eğitim süreci haline gelmiş ve danışana verilen ev ödevleriyle karşılıklı bir işbirliği çabasına dönüşmüştür. En başından bu yana psikoterapilerin evrimini özetleyecek olursak, psikanalizle başlayan serüven terapide ilk başta geçmiş yaşantılara ve danışanın içsel süreçlerine daha çok önem veriyordu. Ayrıca terapide analist daha etkin ve yönlendirici konumdaydı. Jung, Adler ve Rogers’la birlikte bu tablo değişerek terapide sadece geçmiş yaşantıların değil beklentilerinde davranışlarımızı şekillendirilebileceği dile getirildi. Ayrıca hasta- terapist ilişkisi ast-üst ilişkisi olmaktan çıkıp eş düzeyli bir ilişki haline geldi. Daha sonra Gestalt terapisiyle birlikte terapi odasında şimdi ve burada kavramı daha önemli bir hale gelmeye başladı. Eric Berne’le birlikte ise hasta daha aktif olmaya başlayıp üzerine bazı roller yüklenmeye başlandı. Sonrasında davranışçı kuramın doğması ve klinik ortama uygulanmasıyla terapide daha önemli konumda olan içsel süreçler yerini davranışlara bırakarak hasta davranışları doğrultusunda değerlendirilmeye başlandı. Hemen ardından ortaya çıkan bilişsel terapi ise sadece davranışların ele alınmasını bir eksiklik olarak görüp insanların, duyguları, düşünceleri ve inançlarından bağımsız olarak düşünülmemesi gerektiğini vurguladı. Son olarak da birbirlerinin eksiklerini tamamlayan iki kuram birleşip planlı, yapılandırılmış ve hasta-terapist arasında işbirliğine dayalı bir yöntem oluşturarak bilişsel davranışçı terapiyi ortaya koydu. Sonuç olarak psikanalizle başlayan modern psikoterapi evrimi başladığı günden beri kendinden önce gelen kuramı tamamlayarak yavaş bir değişim ve gelişim yaşamaktadır ve bu değişim psikoloji bilimi paradigmatik aşamalara ulaşana kadar devam edecektir.
KAYNAKÇA Brenner , C. (1998). Psikanaliz Temel Kavramlar. (Savaşır, I. & Savaşır, Y. , Çev.). Ankara:HYB ,
2 ; 109-137.
Corey, G (2008). Psikolojik Danışma, Psikoterapi Kuram ve Uygulamaları.(Ergene, T. Çev.). Ankara: Mentis , 1 ; 106-247. Daş , C. (2009). Bütünleşmek ve Büyümek Gestalt Terapi Yaklaşımı,Ankara:HYB, 2 ; 17-34. Freidberg, R. D. & McClure , J. M.(2002). Clinical practice of cognitive therapy with children and adolescent.Guilford Press , Newyork Freud, S. (2007) Psikanalize Giriş Dersleri.(Budak, S. Çev.).İstanbul: Öteki , 5 ; 277-291. th
Ginger, S. (2008), The evolution of Psychotherapy in Europe.5 World Congress of
Psychotherapy in China, 4-5.
Schultz , D. P., & Schultz, S. E.(2007) Modern Psikoloji Tarihi.(Aslay, Y.Çev). İstanbul:Kaknüs, Türkçapar, M. H. (2009). Bilişssel Terapi,Ankara:HYB, 4 ; 8 – 28
19
TPÖÇG e-Dergi
1 ; 25-57.
"Skinner’siz" Bir Edimsel Koşullama, Pekiştirme Tarifeleri ve Bir "İletişimsizlik" Sorunu "Facebook" Danışman: Yrd.Doç.Dr. Arzu Aydın Hasan Akalın
Tuğba Tolunay ÖZET
Son yıllarda sosyal paylaşım siteleri giderek artan bir
-Pedal-Yiyecek), Facebook’un bileşenlerine karşılaş-
katılım bulmaktadır.Bu sitelerden bir tanesi olan
tırdığımızda(Kişinin Profili-Kullanıcı-Paylaşma Dav-
Facebook bugün 400 milyon aktif kullanıcısı olan ve
ranışı -Geri Bildirim)bir benzerlik dikkati çekmek-
180’den fazla ülkede ilgi uyandıran bir sosyal payla-
tedir. Ayrıca üyelerin profillerindeki geri bildirimleri
şım sitesi haline gelmiştir.
düzensiz aralıklarla kontrol etmeye istek duymaları,
Facebook, kullanıcılarına kendi profillerini oluşturma
sistem tarafından bir değişken oranlı pekiştirmeye
ve bu profiller üzerinden kişisel bilgilerini, fotoğraf-
maruz kaldıkları fikriyle uyuşmaktadır.
larını, yapacakları etkinlikleri, hoşlarına giden video-
Günümüzde İletişim çağında yaşanan bu gelişmelere
ları paylaşma ve geri bildirim alma imkanı sağla-
rağmen bireyin bilgisayar ve internet başında
maktadır.
bağımlı hale gelmesi ve aksine bir iletişimsizlik so-
Facebook’un bu denli ilgi gören bir sosyal paylaşım
runu yaşaması, bu çalışmada Facebook modeli ve
sitesi haline gelmesi ve kullanıcıların bu site içeri-
öğrenme kuramları aracılığıyla açıklanmaya çalışıl-
sinde saatlerini geçirmesi psikolojik çevreden bakıl-
mıştır.
dığında dikkate değer bir konudur.
Anahtar Kelimeler: Facebook, Edimsel Koşullama,
Skinner’in ortaya koyduğu edimsel koşullama de-
Pekiştirme Tarifeleri
neyinin bileşenleri ile (Skinner Kutusu-Denek hayvan
İnsanların zaman ve yerden bağımsız olarak bir iletişim hali içinde olmaları yaşanılan dönemin şartlarına göre faklılıklar göstermektedir. Bu durum hiçbir zaman günümüzdeki kadar kolay olmamıştır. İnternetin 1990’lı yılların ortalarından itibaren yaygınlaşması ve kişisel kullanım haline gelmesiyle birlikte iletişimi sağlamak daha da kolaylaşmıştır. Gelişen teknolojiyle birlikte hayatımız bir yandan kolaylaşırken bir yandan da yeni riskler ortaya çıkmıştır. İnternet daha önce tarihte hiç tanık olunmamış tarzda “yeni tür ilişkileri” ve bu ilişkiler sonucu ortaya çıkan sanal cemaatleri (virtual communities) gündeme getirmiştir. Sanal cemaatler, kişisel ilişkiler ağının yaratılması için yeterli sayıda insanın internet vasıtasıyla bir araya gelmesiyle yaratılan sosyal gruplardır (Gürhani, 2004). Sosyal paylaşım siteleri ise bu sanal cemaatlerin bir ürünüdür ve bir sosyal ağ sitesinin üç temel özelliğinin bulunması beklenir. Bu özellikler: kullanıcının profil oluşturabilmesi, ilişki kurdukları kişilerin listesini açıklayabilmesi ve diğer kişilerin bağlantı listelerine ulaşabilmesidir. 20
TPÖÇG e-Dergi
Sosyal paylaşım sitelerinde kullanıcıların amaçlarından biri de yüz yüze olarak seyrek görüştükleri ya da uzun zamandır görüşmedikleri kişileri sosyal ağlarına katmaktır (Boyd, Ellison,2007). İlk sosyal paylaşım sitesi 1997 de kurulan “Sixdegrees.com” dur ve kullanıcılarına ilk kez profil oluşturabilme ve mesaj gönderebilme olanağı sağlamıştır.O günden bu güne kadar yaşanan sürece baktığımızda ise son yıllarda sosyal paylaşım siteleri giderek artan bir katılım bulmuş ve hiç olmadığı kadar ilgi görmüştür. Bu paylaşım sitelerinden bir tanesi olan ve Mark Elliot Zuckerberg tarafından kurulan Facebook, bugün 400 milyondan fazla aktif kullanıcısı olan ve 180’den fazla ülkede ilgi uyandıran bir sosyal paylaşım sitesi haline gelmiştir. Facebook, kullanıcılarına, kendi profillerini oluşturma ve bu profiller üzerinden kişisel bilgilerini, fotoğraflarını, yapacakları etkinlikleri, hoşlarına giden videoları paylaşma ve geri bildirim alma imkanı sağlamaktadır. Facebook’un bu denli ilgi gören bir sosyal paylaşım sitesi haline gelmesi ve kullanıcıların bu site içerisinde ayda ortalama olarak beş yüz milyar dakika gibi ciddi bir süreyi geçirmeleri psikolojik çevreden bakıldığında dikkate değer bir konudur. Bu durumu, psikolojik açıdan ele alacak ve öğrenme kuramlarıyla açıklayacak olursak ilk değineceğimiz noktalardan biri Skinner’in edimsel koşullama kavramıdır. Edimsel koşullama, belirli uyarıcıların var olduğu bir ortamda davranışların ödül kazanmak ya da cezadan kaçınmak için ortaya konulduğu öğrenme türüdür. Bu koşullama türünde öğretilmek istenen davranış genellikle istemlidir ve dış olaylar tarafından tetiklenme zorunluluğu yoktur. Sonuç olarak davranışın oluşmasını sağlamak genellikle önemli bir sorun oluşturur ve bazı durumlarda deneğin doğru davranışı yapması için sadece beklemek gerekir. B.F. Skinner tarafından yapılan edimsel koşullama deneyinden kısaca bahsedecek olursak fareler için tasarlanan Skinner Kutusunda sadece bir yiyecek kabı ve pedal bulunmaktadır. Aç ve hareketli bir farenin pedalı keşfedip, basması ve ödül olarak yiyeceği alması sonucunda davranışın pekiştirilmesi sağlanır. Skinner’in ortaya koyduğu bu deneyin bileşenleri ile (Skinner Kutusu-Denek hayvanı-Pedal-Yiyecek), Facebook’un bileşenlerini karşılaştırdığımızda ise(Kişinin Profili-Kullanıcı-Paylaşma Davranışı-Geri Bildirim)bir benzerlik dikkati çekmektedir. Burada Skinner Kutusu ile kişinin profili, denek hayvanı ile kişinin kendisi, pedala basma davranışı ile kişinin profili içerisinde faaliyette bulunması ve ödül olarak verilen yiyecek ile de kişinin yaptığı bu faaliyetlerden geri bildirim sağlamasını eşleştirebiliriz.(Bkz.Tablo-1)
21
TPÖÇG e-Dergi
Edimsel koşullama deneyi
Fare (Denek hayvanı)
İnsan
Skinner Kutusu
Kişinin Profili
Pedala Basma Davranışı
Paylaşma Davranışı
Yiyecek (Ödül)
Geribildirim, İletişim (Ödül) Tablo-1
Facebook modelini edimsel koşullama açısından değerlendirdikten sonra bir başka açıdan ele alacak olursak değişken oranlı tarifeye değinmemiz gerekecektir. Değişken oranlı tarife; pekiştireç elde etmek için gereken tepki sayısının denemeden denemeye değiştiği bir tarifedir. Yani; her seferinde değişen sayıda doğru davranışın oluşması gerekir. Bu tarifede pekiştirilen denekler, pekiştirme sonrasında duraklamama eğilimindedirler ve uzun bir süre, davranışı gösterme oranları yüksektir. Çünkü denekler; pekiştirecin ne zaman geleceğini bilmediklerinden dolayı denemeyi sürdürürler. Bu açıklamaları yaptıktan sonra değişken oranlı tarife ile Facebook modeli arasındaki ilişkiye baktığımızda; Facebook hesabına sahip olan kişiler profillerine gelecek olan geri bildirimlerin zamanını tam olarak bilemedikleri için sabit olmayan aralıklarla kontrol etme isteği duymaktadırlar. Böylelikle sistem tarafından değişken oranlı tarifeye maruz bırakılan üyeler bu site içerisinde saatlerini harcayabilmektedir. Günümüzde yaşanan tüm bu teknolojik gelişmelerle birlikte internet aracılığıyla her ne kadar günlük yaşamda iletişimde olduğumuzu düşünsek de aksine bilgisayar ve internet başında bağımlı hale gelip bir iletişimsizlik sorunu yaşadığımızı öngörebiliriz.
KAYNAKÇA Domjan, M.(2004). Koşullama Ve Öğrenmenin Temelleri.( Çetinkaya, H. ).Ankara:TPD, 1 ; 96 -98. Ellison N., &Steinfield C.,&Lampe C. (2006). Spatially Bounded Online Social Networks and Social Capital: The Role of Facebook . 1 Temmuz 2010, AlınanYer:http://www.msu.edu/~nellison/Facebook_ICA_2006.pdf Gürhani, N. (2004).On-line( Çevrim İçi)Toplumun Doğuşu. 1 Temmuz 2010.AlınanYer:http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=diger/20050315135147.txt Kobak, K. & Biçer, S. Facebook Paylaşım Sitesinin Kullanım Nedenleri.1 Temmuz 2010.Alınan Yer: http://ietc2008.home.anadolu.edu.tr/ietc2008/105.doc Morris, G.C. (2002). Psikolojiyi Anlamak.(Ayvaşık, B. & Sayıl , M. , Çev). Ankara:TPD, 1 ; 212-225. http://www.facebook.com/press/info.php?statistics 1 Temmuz 2010
22
TPÖÇG e-Dergi
UYKU İrem Serhatlı Uyanmayı çocukluktan itibaren sevmiyor insan. Erken kalkmak, biraz daha uyanmamak, rüyayı bırakmamak; sanki saati hep ertelemeye o zamandan başlıyoruz. Uyandıktan sonra da günü algılamak için kahve veya çaya sarılıyoruz, halbuki sütle başlamıştık. Ama işte ballı süt yetmemeye başlayınca, zaman geçtikçe şekersiz, demli çaya veya sert kahveye döndük. Ne içindi, biraz daha uyanmak içindi. Peki gerçekten istiyor muyduk? Yoksa bıraksalar hala uyumaya devam etmek ister miydik? Uykusuzluk, mutsuzluk getirirdi ne de olsa. Biraz daha alışıyoruz her gün, neye olduğunun farkında olmadan. Aynı anda öyle çok uyarıcıya maruz bırakıyoruz ki kendimizi, artık algımızla ve duyularımızla alışmaya başladık. Görmeyip sadece bakar olduk, dinlemeyip sadece duyar olduk. Peki nasıl olmuştu da fark etmemiştik uyuduğumuzu? Önce o huzursuz uykusuzluğu tatmak gerekiyordu tüm bunlar için. Okumaktan çok izlemeye alıştık önce. Hazırdı zihnimizde canlanması gereken görseller ve düşünmemize, hayal etmemize gerek kalmamıştı. Oldukça net ve bizim için somut bir şekilde belirlenmiş şeyler görmeye öyle alıştık ki, sorgulamayı ve acabaları bıraktık. Çünkü şüphe olamıyordu artık zihnimizde acaba bu orman böyle midir diye, karşımızda yerdeki kurumuş yapraklarına kadar kendini somut bir şekilde var eden bir orman varken, zihnimizi aşağılarda yaşatmaya başladık. Ve bugün kendimizi sanal bir dünyada var etmeye çalışırken, gerçekten öyle kopmaya başladık ki hayatımız başkalarınınki bizimkini tek bir tuşla beğendikçe anlam kazanmaya başladı. Tanımadığımız kişileri “arkadaş” listemize ekliyoruz, yaptıklarını takip ediyoruz, nerelere gittiklerini, kimlerle gezdiklerini biliyoruz ve koridorda karşılaşınca bir anda tanımıyoruz. Öyle çok buna maruz kaldık ki sosyal bir yalnızlık içinde olduğumuzu unutuyoruz. Yalnızlığımız, farkına varmadıkça yalnızlık olmuyor. Devam eden diğer hayatları görmek ise insanı yanlış veya normal dışı gibi hissettiriyor. Aslında sadece bazılarımız ertelemiyorken, bazılarımız uyanmak istemiyor. Devamlı acabalar geliyor akla; yalnızlığın olduğu yerde şüphenin varlığından şüphe duyulmaz. Yalnızlık, olmayanların farkına varmakken, şüphe o olmayanları zihinde olur kılmaya çalışmaktır. Ve tüm diyalektlerin var oluşu gibi onlar da bir diğeriyle var olur ve güçlendirirler birbirlerini. Aslında yalnızlık bu bağı koparınca insana rahatsızlık vermemeye başlar. Çünkü artık yanılgılar dünyasından çıktığımızın farkındayızdır, şüphe yoktur, gri yoktur; ya siyah ya da beyaz vardır. O zaman da belirsizliğin insan doğasındaki o su götürmez gerginliği kalkmış olur. Yalnızlığın belirsizliğinden çıkıp onu kabullenince de nedenini sorgulayabilecek sağlığa erişiriz. Bir diğerinin olmayışı mıdır yoksa bir diğerini bulamamak mıdır? Ve bir arayış başlatırken, öyle çok şehir ve insanla karşılaşırız ki koltukta uzanırken. Ev neresi acaba? Nerde, görünen biz ile salt biz kaynaşıyor? Ve bunu aramak için başka ülkeleri görmek istiyoruz, hayallerimizle kendi ülkelerimizi yaratıp, somut evimiz olmayan her ülkeyi daha oraya gitmeden kendi ülkemiz kılmaya çalışıyoruz. Aslında gittiğimizde gördüğümüz şey, kendi algımızın yanılması ve bir illüzyondan çok da fazlası değil. Biz, yerleşikliğimizden kaçarken aslında başka bir yerleşikliği arıyoruz. Bunun nedeni var olan zincirlerimizden kurtulmak değil, o zincirleri kendi elimize alma isteği. Peki, ya o zincirleri özgürlüğe dönüştürünce? Uyanabilir miyiz? 23
TPÖÇG e-Dergi
Prof. Aylin KÜNTAY ile Röportaj Gizem Özkan, Yeşim Hancı
Psikoloji lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi'nde tamamlayan Aylin Küntay, master ve doktora derecelerini University of California, Berkeley'de tamamlamıştır. Çocuklarda dil gelişiminin zihinsel ve sosyal gelişim ile ilişkisi üzerine çalışmaktadır. Dil anlama ve üretme becerilerinin bebeklerde ortaya çıkışı, okul öncesi dönemlerde anlatı becerileri ve anlatı kullanımı, temel pragmatik becerilerin gelişimi (zihin kuramını dikkate alarak dil üretme, anlatı işlev ve öğelerini geliştirme gibi) alanları üzerine birçok çalışması bulunmaktadır. Dil psikolojisine yaklaşımı diller arası karşılaştırmalı bir yaklaşımı içeren Aylin Küntay, Koç Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Üniversiteye endüstri mühendisliği bölümüyle baş-layıp sonra psikolojiye geçiş yapmışsınız. Nasıl psikolojiye geçmek istediğinizi anladınız?
fark ettim. İkinci sene psikolojiye başvurdum ve geçtim.
Endüstri mühendisliğine başladığımda teknik çizim, muhasebe gibi dersler aldım ve hiç sevmedim, bana göre değillerdi. İkinci senenin sonunda bölümden bayağı soğumaya başladım. Bu arada psikoloji gibi sözel dersler alıyordum. Allah'a şükür mühendislere o dersleri de veriyorlardı çünkü aksi takdirde haberim olmayabilirdi. Onları daha çok sevdiğimi
Ailemde çok akademisyen vardı. Aslında ilk başlarda aklımda akademisyen olmak yoktu ama dille uğraşmak istiyordum. Dille ilgili birçok ders aldım.Belki de alan dolayısıyla sonunda işlerin doğal gelişimi böyle oldu. O zamanlar akademisyen olmak için aşırı bir motivasyonum yoktu doğrusu ama şimdi oldukça memnunum.
24
TPÖÇG e-Dergi
Akademisyen olmayı hep mi istiyordunuz?
Çocuklara karşı bir sempatiniz olduğunu ve çalışmalarınızı çocuklarla gerçekleştirdiğinizi biliyoruz. Çocuklarda sizi çeken şey nedir?
mak her şeyi öğrenmekte önemli, çocukların daha çok vakitleri, motivasyonları oluyor. On sekiz yaşına kadar beklememek iyi olur tabii.
Aslında çocuklarda çeken şey çocukların kendilerinin çok sempatik ya da çekici olduğu değil ama bazı dil gelişimi, bilişsel beceriler gibi temel sorulara çocuklarla cevap vermenin daha iyi olduğunu düşünüyordum başından beri. O yüzden çocuklarla çalışmalar yapıyoruz. Çok daha zor olmasına rağmen çocuklarla çalışmalar yapmak daha eğlenceli.
Yaptığınız ilk deneyden ne hatırlıyorsunuz?
Psikolojinin içinde olmak hele de çocuklarla çalışmak size çocuklara hangi durumda nasıl davranılır konusunda çok fazla bilgi vermiştir mutlaka. Kendi çocuklarınızla iletişim içindeyken aslında farkında bile olmadan kitabına göre davranıyorsunuzdur. Kitabınızdan uzaklaştığınız anlar oluyor mu? Bazı şeylerin tabii ki faydalı olduğunu biliyorsun literatürden ama çok da kitabına göre davrandığımı zannetmiyorum, özellikle davranışsal olarak. Oldukça esneğim, çok sınırlar koyan birisi değilim mesela. Daha çok koymam gerektiğini biliyorum ama yapmıyorum. Belki çocuklarımın doğasından dolayı yapmam gerekmiyordur. Çok kitabına göre bir şeyler yaptığımı düşünmüyorum. Araştırmalarınızda çocuk katılımcılar bulmanın ve çocuklarla çalışmanın zorluğu nedir? Bu gerçekten zor bir şey aslında, özellikle de bizim kampüsün uzaklığından dolayı. Kampüse biraz daha elit zümre gelebiliyor. Çünkü kampüs uzak, gelmesi zor, sadece arabası olan gelebiliyor. O yüzden başka türlü çalışmalar varsa biz dışarı gidiyoruz. Umarım ilerde daha şehre yakın bir laboratuar kurma fırsatı da olur. Şu an Amerika'da bir uygulama var ve ölçüm aletlerinin, testlerin bulunduğu bir minibüsle dolaşıyorlar. Biz de böyle bir şey yapabilseydik çok güzel olurdu.
Dil üzerine araştırmalar yapan biri olarak çocukların küçük yaşta ikinci dil öğrenmesini destekliyor musunuz? Dil öğrenmenin bir takıntı olmaması gerektiğine inanıyorum. Bazı insanlar ikinci dili çok tuhaf şartlarda öğretmeye çalışıyor. Gerek yok, çocuk sekiz yaşında da başlasa öğrenir dili. Erken başla-
Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenciyken Güler Fişek hoca vardı, çok iyi bir klinik psikoloji hocasıdır. O video kameralarla bir deney yapıyordu. Aileleri üniversiteye getirip onları aralarında iletişim kurarken, konuşurken video kameralara alıyorduk. O zaman video kamera çok yaygın değildi, yıl 1986-87. Ailelerin bir kısmında klinik tanılar vardı, bir kısmı da klinik tanılar olmayan, normal diye geçen ailelerdi. Aile içi iletişimi, ailede kararların nasıl verildiğini, çocuklara söz verilip verilmediğini, bunların hepsini kodluyorduk. Ben çekimlere gidiyordum, aileleri getiriyordum, videoları izleyip güvenilirlik testleri yapıyorduk. Şimdi de yaptığımız şeylere bayağı benziyor aslında. Bu beni etkileşimli çalışma konusunda çok heveslendirmiştir.
Çalıştığınız işin en beğendiğiniz yönü nedir? Öğrencilerle birlikte bir ekip olarak temel sorulara cevap vermeye çalışmak çok güzel. Hayat tarzıyla ilgili esneklik olanağı da en beğendiğim yönlerden.
Bazen her şeyi bırakıp gidesiniz geliyor mu? Daha sakin, belki daha özgür, doğa ile iç içe bir hayat düşündüğünüz hiç oluyor mu? Cevap hayırsa yirmili yaşlarınızda da hiç düşünmediniz mi? Her şeyi askıya alayım, garsonluk yapar çalışır dolaşırım gibi planlarınız hayalleriniz olmadı mı? Garsonluk falan hiç düşünmedim ama alıp başımı gideyim hayallerim oluyordu, hala da oluyor. Çok küçük kaçamaklar yapabiliyorum, yapmıyorum genelde. Ama olmaz olur mu, herkesin oluyor doğayla iç içe kalma, uzaklaşma hayalleri.
Master ve doktoranızı Amerika'da yaptığınızı biliyoruz. Peki sizce Amerika'da öğrenci olmak ve Türkiye'de öğrenci olmak arasında ne gibi farklar var? Üniversiteden üniversiteye değişiyordur elbet ama Koç Üniversitesi olarak değerlendirirsem bence lisans eğitimi olarak çok büyük farklar yok. Ben Amerika'da çok büyük bir üniversitede eğitim gördüm, yaklaşık otuz bin öğrenci vardı. Burada öğrenciyle daha çok ilgileniyor hoca, o zaman ho-
calar bu kadar ilgilenmezlerdi, ofislerinde falan oturmazlardı, ancak lisansüstü öğrencisiyle randevusu varsa gelirlerdi. Ben orada TA'lik yaptım, öğrencilerle bayağı iletişim kurdum. Çok bir farklılık yok, onların da aynı kaygıları, aynı beklentileri vardı. Üçüncü sınıfa gelince ne yapacağız kaygıları aynıydı. Ama lisansüstü düzey lisanstan daha farklı. Zor bir süreç, beklentiler farklı ve bazı şeyleri tam olarak çözemiyorsun, Türkiye'den gidince çözmesi daha da zor. İlk önce biraz afallıyorsun doğrusu. Ama insanın hayatta bazen afallaması gerek, bence her şey çok kolay olunca insanın kendini ve hayatı tanıması da güçleşiyor.
Coen Brothers'ın bütün filmleri olabilir. Fargo mesela, o tür filmleri seviyorum. Bir de Elizabeth gibi dönem filmlerini seviyorum.
Amerika'dayken yaşadığınız en büyük kültür şoku?
Çok gezen mi bilir çok okuyan mı bilir?
O kadar çok kültürlü bir yerde yaşadım ki hiç öyle bir şey yaşadığımı hatırlamıyorum. Ama en çok karşılaştığım şeylerden biri sen Türk'e benzemiyorsun yorumuydu. Türk olmak nedir sorusuna cevap vermek zorunda olmak, sürekli Türkiye'nin Kıbrıs'la olan durumu ne olacak gibi sorular almak benim pek hoşlandığım şeyler değildi. Uluslararası bir evde kalıyordum dolayısıyla çok ülkeden insan vardı, pek kültür şoku gibi bir şey yaşamadım. Daha çok akademik şok yaşadım.
Amerika'dayken en utandığınız an? İlk sunumlarımda çok utanıyordum, oraya gitmeden sadece bir sunum yapmıştım hayatımda, o kadar. Amerika'daki o sunumlar sırasında hem utanmış hem de çok gerilmiştim.
Amerika'dayken nereden buraya düştüm, Türkiye'ye dönmek istiyorum dediğiniz olay oldu mu? Benim Türkiye'ye dönmek hep kafamda vardı zaten. Öyle lanet ettiğim bir an olmadı. Alışma dönemlerinde olmuştur mutlaka ama son yıllarda hiç olmadı.
Akademisyen olmasanız ne olmak isterdiniz? Yazar olmak isterdim.
Hayatınızda hiç yapmak istemeyeceğiniz meslek? İşletmeci, mühendis, muhasebeci
En sevdiğiniz film?
26
TPÖÇG e-Dergi
En sevdiğiniz yazar ya da kitap? Orhan Pamuk'u çok severim. Arundhati Roy'un kitabı The God Of Small Things'i çok sevmiştim.
Playlistinizden hiç eksik olmayan parça nedir? Dire Straits, MFÖ... Çok karışık türde müzik dinlerim aslında.
İkisi farklı şeyler bilirler, ama en güzeli hem gezip hem okumak.
Yaşanabilecek en güzel şehir? İstanbul bir tane. Her açıdan çok güzel bir şehir yaşamak zor olmasına rağmen. Fransa'da Lyon da olabilir.
En nefret ettiğiniz öğrenci profili? Bir şekilde ben yapamam ben edememe şartlanmış, hemencecik yılan ve kendisi hakkında negatif düşünceler barındıran. Nefret etmek değil tabii ki bu ama olmasına üzüldüğüm bir şey.
Nasıl bir teknolojik aygıt ya da gelişme yapacağınız deneylerde yardımcı olurdu? Biz çocuk dilinden örneklemler topluyoruz. Direkt o ses dosyalarını metin haline getirse ayrıca içindeki bütün bilimsel kodlamaları yapsa bayağı ilerleriz.
Batıl inancınız var mı? Yok.
En sevdiğiniz yemekler neler? Balık yemekleri, bol baharatlı yemekler, değişik çeşit salatalar, meyveler.
Bugüne kadar psikolojik destek aldınız mı? Amerika'dayken okuldaki danışman psikoloğa gitmiştim.
Son zamanlarda hiç vakit ayıramadığınız bir uğraş? Deniz kenarında oturup etrafa bakmak.
Sizce uzaylı diye bir şey var mı? Olabilir, neler gördük şimdiye kadar.
İstenilen sonuçlarla başarılı olmak arasındaki fark nedir?
çok güzel deneyler.
En sevdiğiniz kelime? Süpürge, şemsiye.
En çok sevdiğiniz ses? “S” sesi, yağmur sesi.
En nefret ettiğiniz ses?
Bayağı fark var aslında. Hiçbir çalışmada tam olarak istenilen sonuçları elde edemiyorsun. Başarılı olmak adına onları elde etmiş gibi gözükmek de hoş değil.
Araba kornası.
Bütün psikoloji tarihini düşünürsek, keşke ben yapsaydım dediğiniz bir deney var mı?
Buyurun çok güzel yemekler var demesini isterdim.
Var. Theory of Mind deneylerinin bir kısmı çok hoşuma gider. İki yaşında çocuklara brokoli mi yersin balık kraker mi diye sorulduğunda kendileri balık kraker tercih etmelerine rağmen karşılarındaki brokoli tercih ediyorsa brokoliyi veriyorlar. O tip deneylerin hem yapılması çok kolay hem de
27
TPÖÇG e-Dergi
Cennet gerçekten varsa kapıdan girerken Tanrı'nın size ne söylemesini isterdiniz?
Psikoloji öğrencilerine vermek istediğiniz bir tavsiye var mı? Biliyorum bir takım kararlarda zorlanıyorlar ama bunlar çok doğal, hepimiz zorlandık. Bu yaşların keyfini çıkartsınlar.
DAVRANIŞA GEREKÇE BULMAK İpek Bilen
Her insan, davranışlarını baskı altında kalmadan ve kendi kararlarıyla gerçekleştiğine inanır veya inanmak ister. Her insanın bazı tutumları vardır; bazı şeyleri severiz, bazı şeylere inanmayız, bazı şeyleri istemeyiz. Bazen davranışla tutumlarımız arasındaki çelişkiyi sözlü olarak dışarıya da vururuz: “Aslında bu tarz filmleri sevmem ama sen istiyorsan gidelim” gibi cümlelerle. Fakat bazı durumlar vardır ki bu tip çelişkileri ne sözlü ne de başka bir şekilde dışa vurup açıklayamayabiliriz. Bunu dışa vuramamak içimizdeki çelişkiyi büyütebilir, çelişkiden kurtulmak için çelişkiyi azaltmaya çalışabiliriz. Davranışımızı aslında istediğimiz için gerçekleştirdiğimize kendimizi inandırmak gibi. Fakat, bir arkadaşımızın yazdığı yazıyı okurken o yazıyı beğenmediğimiz halde arkadaşımızı kırmamak için yazısını beğendiğimizi söylemek, o yazıyı o andan itibaren gerçekten beğenmeye başlayacağımız anlamına gelmemektedir. Bu durumda gerekçemiz vardır: arkadaşımızı kırmamak. Böyle bir gerekçemiz olması bizi rahatlatır, onu kırmamak için yalan söyledim deriz kendimize. Festinger ve Carlsmith’in bir araştırmasından örnek vereceğim. Bir deneyde deneklere çok sıkıcı ve amaçsız bir iş yaptırılıyor: bir tahtaya tek tek çivi çakmak sonra bunları tek tek çıkarmak. Deney bitince, bu işi yapan deneklerden bir şey isteniyor: deneye katılacak sıradaki kişiye bu deneyin çok zevkli olduğunu söylemek. Bunun karşılığında onlara para verileceği de söyleniyor. Deneklerin yarısına 1$, yarısına 20$ veriliyor bu hizmetleri karşısında. Bir süre sonra başka bir yer ve mekanda bu deneklere katıldıkları deneyler hakkında sorular soruluyor. Sorulardan biri de bu çivi deneyini ne kadar çok sevdikleri. Sizce 1$ alanlar mı, 20$ alanlar mı deneyi daha çok sevmiştir? İçinizden geçen cevap maalesef yanlış, doğru cevap 1$. Neden mi? 20$ alanların deney hakkında yalan söylemeleri için yeterli bir gerekçe var çünkü: “Yalan söyledim çünkü ucunda 20$ vardı” gibi. 1$ ise yalan söylemek için yeterli bir gerekçe olmadığı için kimse bunu gerekçe olarak göremeyip çareyi tutumlarını değiştirmekte, yani deneyi gerçekten sevmiş olmalarına kendilerini inandırmakta çare bulmuşlardır. Neden yalan söyledim sorusuna cevap olarak “Çünkü 1$ aldım” değil de, “Aslında yalan söylemedim deney zevkliydi”.
28
TPÖÇG e-Dergi
Bu örnekte de olduğu gibi, bazen davranışlarımızı açıklamak için gerekçe bulamadığımızda o davranışa inanabiliriz. Hatta bazen söylediğimiz yalanlara inanabiliriz. Bu konuyla ilgili bir örnek de ailelerin çocuklarına bazı davranışları öğretmek ve eğitmek için cezalandırma yoluna başvurmaları ile ilgili verilebilir. Eğer bir çocuğa çok ağır bir ceza verilirse, örneğin “Odanı toplamazsan bir hafta televizyon izleyemezsin” gibi, çocuk bu cezaya maruz kalmamak için odasını toplar, ama odasını dağıtma konusunda eğitilmiş olmaz. Çünkü odasını o an sırf televizyon hakkı elden gitmesin diye toplar. Fakat odasını ilerleyen zamanlarda tekrar dağıtacaktır. Halbuki daha hafif bir ceza verilse, çocuk kendisine geçerli bir gerekçe bulamayacağından kendisini aslında odasını toplamanın o kadar da kötü bir durum olmadığını inandıracaktır. Bu duruma bir örnek daha Aaronson ve Carlsmith’in bir deneyinden vermek istiyorum: çocuk deneklerle çalışıp az veya çok baskı ile güzel bir oyuncakla oynamamaları sağlanmıştır. Bir süre sonra, az baskı yapılan çocukların o oyuncağı eskisi kadar çok beğenmedikleri gözlenmiştir ve onları gözleyen biri yokken bile oyuncakla ilgilenmemişlerdir. Çok baskı kurulan çocuklar ise, onları kimse izlemezken hemen o oyuncakla oynamaya devam etmişlerdir. Bu örnekler aslında hayatta nerede olursa olsun; okulda, işte, evde vs. Baskı ile bir şey öğretmenin boşuna emek sarf etmek olduğunu, az baskı ile daha kalıcı sonuçlar elde edilebileceğini göstermektedir. Fazla baskı kişi için bir gerekçedir, baskının az olduğu yerde gerekçe yetersiz kalacağından kişinin tutumu, yani o iş hakkındaki düşünceleri değişecektir.
29
TPÖÇG e-Dergi
Pembe Gözlük İpek Bilen Çoğu insan bir takım olayları sorgularken sebeplerini kendinde değil, dışarıda bulur. Çünkü dışarıda arar. Siz hiç bir zaman suçlu değilsiniz, siz her zaman en doğrusunu düşünürsünüz, siz oradaki en akıllı insansınız. Öyle mi? Bu soruların cevabı her zaman evet değildir, olamaz da. İnsan "Ben öyle yaptım" demez,"Bana böyle yaptılar" der. "Ben yanlış düşünmüşüm" demez, "Bana yanlış anlattılar" der. İnsanlar psikologlara gidip hayatlarını düzene sokmaya çalışıyorlar. Kimisi çocuğundan, kimisi eşinden, kimisi ailesinden, arkadaşından ondan bundan şikayetçi. Kısaca çevresindeki insanlardan şikayetçi olan kişileri ele alalım biz. Hatta şikayet ettikleri kişileri psikologlarla sınırlamayalım. Dertleştikleri kişiler diyelim bunlara. Herkes her zaman psikologa gitmiyor, arkadaşlar da var dertleşmek için. Arkadaşına "Ben artık çok sıkıldım, herkes bana kötü davranıyor" diyen birisini ele alsak. Bu kişi herkesin ona kötülük yapmasını istemiyor, peki bunu engelleyebilir mi? Engelleyemez, çünkü kendini herkesin ona kötü davrandığına inandırmış. Ne olursa olsun, o kişi herkese bu gözle bakacak. Birisi ona soru sorduğunda o, soru soran kişinin ona kötülük maksadıyla bu soruyu sorduğunu düşünecek. Birisi ona "Hava çok güzel neden dışarı çıkmıyorsun?" diye sorduğunda, o bunu kasten yapılmış sanacak, belki de evde oturmasının yüzüne vurulduğunu düşünecek. Ne de olsa herkes ona kötülük yapıyor. Günlük hayattan basit bir olay ele alalım. Evinizde rahat rahat oturuyorsunuz ve kapınız çaldı. Birisi sizden arabanızı olduğu yerden çekmenizi istiyor. Sizin aklınıza direk "Bir saniye rahat oturmam herkese dert oldu, herkes kötülüğümü istiyor, araba işi de nereden çıktı?" Söylene söylene yerinizden kalkıyorsunuz, çok sinirlisiniz, kaşlarınız çatık. Aşağı iniyorsunuz ve arabanızın yakınındaki ağacı kestiklerini görüyorsunuz. Yani arabanız orada kalmaya devam etseydi dallar arabanızın üzerine düşecek ve arabanız zarar görecekti. Sizce 30
TPÖÇG e-Dergi
herkes sizin kötülüğünüzü mü istiyor? Haydi, çatmayın kaşlarınızı. Bakış açısı, yaşarken takındığınız ruh hali... Sorun her zaman çevrenizdeki insanlarda değil. Siz etraftaki insanların size kötü davrandığını içinizden düşünürseniz, kim ne yaparsa yapsın o davranışın kötü amaçla yapıldığını düşünürsünüz. Size yapılan bir iyiliği bile görmeyip kötü davranıldığınız düşüncesiyle bir mutluluğa yazık edebilirsiniz. Tam tersine, herkesin size iyi davrandığını düşünürseniz, hayatta çoğu insanın kaçırdığı güzel anları yakalarsınız. Güzel, mutlu anları hayatın telaşına koşturmasına kapılan çoğu insan kaçırıyor. Bunun için sizi mutlu edecek küçük bir oyun oynayın. Her gün, sizi mutlu etmek için yapılmış beş hareket tespit edin. Hayatınıza devam edin. Hayatınız aksiyon dolu veya durgun olsun hiç fark etmez. Yolda yürürken bir arabanın size yol vermesi bile sizin için yapılmış bir iyiliktir, herkesin size kötülük yapmadığını gösteren bir işarettir. İki tane gözlük var. Bir tanesi siyah. Size herkesi “kötü insan” olarak gösteriyor. Herkes size kötülük yapıyor gibi düşünüyorsunuz. Diğer gözlük ise pembe! Size herkesi iyi insan olarak gösteriyor, onu taktığınız zaman herkesin içinde iyi bir niyet olduğuna inanıyorsunuz. Lütfen pembe gözlüklerinizi takar mısınız?
ALBERT ELLİS’İN RET TEORİSİ VE ABC YÖNTEMİNİN İNCELENMESİ Pelin ÖZAYDIN BÜLBÜL
Albert Ellis (b 1913) Pittsburgh’da doğmuştur. Zor bir çocukluk geçirmiş annesiyle babası kendisi 12 yaşındayken boşanmıştır. 1934 de New York’ta iş yönetimi alanından mezun olmuştur. Boş zamanlarının büyük bir bölümünü düş ürünlerini yazmaya harcamıştır. Fakat zamanla ve yayınlamada yaşadığı zorluklar nedeniyle artık gerçekçi şeyler özellikle “cinsellik ve aile devrimi” konularında yazmaya başlamıştır. 1942 de yazmak kadar psikolojik danışmanlıktan da hoşlandığını keşfedince Columbia üniversitesinde klinik psikoloji okumuş ve 1943’te master derecesi, 1947 de ise doktora derecesi almıştır. Master derecesini aldıktan hemen sonra, özel olarak aile cinsellik danışmanlığı yapmaya başlamıştır. Doktoradan sonra seçkin bir psikanalist olma sevdasına kapılmış ve Karen Horney’in grubundan bir analistle analiz eğitimini tamamlamış ve süpervizyon alarak psikanalizini uygulamaya başlamıştır. 1947’den 1953’e kadar klasik psikanaliz ve analitik yönelimlerle ilgili terapi yapmıştır. Ellis, psikanalizin etkisinden giderek kuşkulanmaya başlamış ve aktif yönlendirici yöntemleri aile ve cinsel terapide kullanmaya başlamıştır. Kendi analizine başlamadan önce, kendisinin bazı kişisel sorunlarını çözmek üzere Epictetus, Marcus Auerelius, Spinoza ve Bertranda Russel gibi filozoflardan faydalanmış, onların eserlerini okumuştur. Kendisinin sorunlarını çözmesine yardımcı olan felsefi ilkeleri, danışanlarına öğretmeye başlamıştır. 1955’lerde hümanistik, filozofik ve davranış terapilerinin birleşimi olan akılcı duygusal terapiyi ortaya çıkarmıştır (Jones, 1982; Corsini ve Wedding, 1989). 1960’ların başından itibaren de kuramın adını Akılcı Duygusal Terapi (Rational-Emotive-Therapy-RET); 1993’te ise “Davranışçı” kelimesini de ekleyerek Akılcı Duygusal Davranışçı Terapi-ADDT (Rational- Emotive Behavioral TherapyREBT) olarak değiştirmiştir (Ellis, 1995). ADDT’nin temel hipotezi, duygularımızın olaylar karşısındaki inançlarımız, değerlendirmelerimiz, yorumlarımız ve tepkilerimizden kaynaklandığıdır. ADDT sürecinde, kendini eğitme yolu ile akıldışı düşünce ve inançlar yakalanıp daha makul olanlarla değiştirilir. Uygulanan işlem sadece problemin çözümüne 31
TPÖÇG e-Dergi
yönelik olmayıp, kişinin yaşamındaki diğer sorunlar ve gelecekteki olası problemlerin çözümüne de yöneliktir. Çünkü ADDT süreci, bir anlamda terapistin öğretmen, danışanın da öğrenci olduğu bir eğitimi içerir (Corey, 2001). “İnsanlar şeylerden rahatsız olmazlar onlar, şeylerle ilgili düşüncelerinden rahatsız olurlar” (Dreyden ve Ellis 1988 p.214). ADDT’ye göre, insanlar temel olarak akılcı ve akılcı olmayan eğilimleri içeren potansiyel ile dünyaya gelirler. Kendilerini koruma, mutlu olma, düşünme, sevme, iletişim kurma eğilimine sahip oldukları gibi; çeşitli düşüncelerden kaçınma, öz yıkım, erteleme, hataları tekrar etme ve mevcut potansiyelini geliştirmekten kaçınma gibi akılcı olmayan eğilimlere de sahiptirler (Corey, 2001). Ellis, “doğuştan” demekle organizmanın belli biçimlerde davranmak için doğal bir eğilim içinde olduğunu ve bu gibi davranışlarını elemede ve hafifletmede zorlandığını ifade etmektedir. Ellis, insanların hepsinde temel mantıksızlıkların bulunabildiğine, bunun kültür ve eğitim düzeyine bağlı olmadığına inanmaktadır. Ellis, insanların kendilerinin mantıklı seçim yapma kapasitelerini geliştirmediklerine, mantıklarını kullanmayarak kişisel duygusal rahatsızlıklarını büyük ölçüde kendilerinin yarattığına inanmaktadır. Bunun yerine, çocukluk yıllarında kazanmış oldukları orijinal önyargıları ve batıl itikatları kendi kendilerine telkin etmektedirler.
ABC YÖNTEMİ RET, ABC çerçevesi içinde işlenmektedir. ABC yöntemini anlatırken görüşülen psikologların vaka örneklerinden yararlanıldı. Ellis (1979)’e göre akıl-dışılık, -meli, -malı gibi zorunluluklar içeren farklı taleplerden gelmektedir. Terapist ve danışan, birlikte, olumsuz duygusal sonuçlara yol açan akılcı olmayan inançları sorgulamak (dispute) durumundadırlar. Akılcı olmayan, olgunlaşmamış, talepkar düşünme biçimi; gerçekçi, olgun, mantıklı biçime dönüştürülmek için çalışılmalıdır. ABC teorisinin aşamalarını aşağıdaki gibi şematize etmek mümkündür. (Ellis 1979, Akt. Corey, 2001; 300)
A (Harekete geçiren olay) B (İnanç / Düşünce) C (Duygusal ve davranışsal sonuç) D (Düşüncenin tartışılması) (Etki / Sonuç) F (Yeni Duygularım)
A (Olay - Activating Event)←B (İnanç - Belief)→C (Duygusal Davranışsal Sonuç Consequence) D (Müdahale - Disputing Intervention)→E (Etki - Effect)→F (Yeni duygu –New Feeling) A; Bireyin davranışını, tutumunu ya da olan bir olayı ifade eder. B; ise kişinin A olayıyla ilgili inanç ve düşünceleridir ve C’nin ortaya çıkmasında etkendir. C; bireyin A’ya gösterdiği tepkidir. Vaka örneklerini incelerken yöntem daha iyi anlaşılacaktır. 32
TPÖÇG e-Dergi
Vaka1: Danışan1 ailesiyle birlikte bir tanıdığının cenazesine gidiyor. Cenaze işlemleri yapılırken babası arabayı almaya gidiyor ve bu sırada kalp krizi geçiriyor. Danışan1 toplanan kalabalığa doğru ilerleyince babasının kalp krizi geçirdiğini ve öldüğünü görüyor (A modeli). Daha sonra Danışan1 kendisinin de babası gibi kilolu olduğunu ve her an bir yerlerde babası gibi kalp krizi geçirerek öleceği inancını geliştiriyor ve öldükten sonra aynı babası gibi arkasında üzgün ve perişan insanlar bırakacağına inanıyor (B modeli). Daha sonra bu oluşan inancın arkasından panik ataklar ve kaygı bozuklukları yaşamaya başlıyor (C modeli). Tedavi ise bu inancın ortadan kaldırılmasına ve kişinin daha optimist düşünebilmesine yardımcı olunmasına yönelik sürdürülüyor (D modeli) (Empati Psk. Danışmanlık ile kişisel görüşme). Bu vakadan da anlaşıldığı gibi, bir olay oluyor ve birey bu olayla ilgili inanç ve düşünceler geliştiriyor bunun sonucunda da bu olaya karşı bazı tepkiler geliştiriyor. Eğer birey, bu olay karşısında inanç ve düşüncelerini olumlu yönde geliştirebilseydi, mesela evet babamı kaybettim fakat aynı şey benim de başıma gelecek diye bir şey yok çünkü insanlar değişik şekillerde hastalanıp ölebilirler tarzında bir inanç oluşturabilseydi bunun sonucunda C modeli değişecek, panik atak ve kaygı oluşmayacak ve birey normal hayatına devam edebilecekti. Demek ki bir olay sonucunda inanç ve düşüncelerimizi nasıl kontrol edebildiğimiz bizim C modelimizin yönünü belirliyor diyebiliriz (Empati ile kişisel görüşme).
Vaka 2: Danışan2, 11 yaşında bir çocuk. Bir gün İngilizce dersinde öğretmeninin, başka bir arkadaşına yanlış verdiği bir cevap üzerine bağırmasına tanık oluyor (A modeli).Danışan2 daha sonra ben de yanlış bir cevap verirsem aynı şey benim de başıma gelecek öğretmenim bana da bağıracak şeklinde bir inanç geliştiriyor (B modeli). Bunların sonucunda da Danışan2’de İngilizce fobisi gelişiyor ve öğretmen değişse bile bu fobi düzelmiyor, ciddi kaygı bozuklukları, her derste karın ağrıları, kusmalar, o dersin olduğu günler hastalanmalar ortaya çıkıyor ve İngilizce öğrenmeye karşı da direnç gösteriyor (C modeli). Bu danışanın tedavisi kognitif terapi yöntemiyle yapılıyor, bireyin
33
TPÖÇG e-Dergi
düşünce ve inancını değiştirmeye yönelik bir yol izleniyor (D modeli) (Empati psikolojik danışmanlık ile kişisel görüşme). Vaka 3: Danışan3 Diyarbakırlı bir genç kız, üniversite öğrencisi. Terör olaylarında anne ve babasını kaybediyor (A modeli). Bunun sonucunda Danışan3 de ben hep en yakınlarımı, en sevdiklerimi kaybedeceğim inancı gelişiyor (B modeli). Daha sonra Danışan3’te ciddi ilişki bozuklukları görülüyor. Asla kimseye bağlanmıyor, kimseyle yakınlaşmıyor, kimseyle sevgiye dayalı ilişkiler kurmuyor ve bunun nedenini de birini sevip bağlanırsam yine annem babam gibi onu da kaybedeceğim ve yine çok üzüleceğim kaygısı olarak dile getiriyor (Empati psikolojik danışmanlık, 2011). Bu vakanın tedavisi de yine aynı yöntemlerle istenilen tepki ve düşünce kalıbının danışan üzerinde oluşturulmasına dayalı olarak yapılıyor (D modeli) (Empati,2011). İnsanların inanç ve düşüncelerini değiştirmek D modelinin temelini oluşturuyor. Fakat bu çok da kolay değil, çünkü yerleşmiş otomatik düşüncelerimiz var. Örneğin kaygı bozukluğunu ciddi bir şekilde yaşayan ve tedavi olmayan bireylerde otomatik düşünceyi her ortamda görebiliriz. Mesela kalabalık bir ortamda nefes alamayacağım ve buradan çıkamayacağım ya da kırmızı ışıkta durduğunda şimdi bana bir şey olursa ilerleyemeyeceğim burada kalacağım düşünceleri oluşuyor. Bunlar uzun süreli kaygı bozukluklarında otomatik düşünceler haline geliyorlar. Bu otomatik düşünceyi değiştirmeye çalışmak bu modelin sonucunu belirliyor. Bireyin inanç ve düşüncelerini değiştirmek ve hatta bireyin duygu davranış ve hayat şekillerini bile değiştirmek anlamına geliyor. Çünkü çok fazla kaygı bozukluğu yaşayan bir bireyin hayat şekli de değişiyor örneğin köprüden karşıya geçemiyor, evden çıkamıyor gibi. Nasıl hastalıklar olumsuz anlamda bizim yaşam tarzımızı değiştiriyorsa bunun tam tersi olumlu düşünceler ve olumlu yönde değişen duygu inanç ve davranışlar da bizim hayat tarzımızı olumlu yönde değiştirecektir(Empati psikolojik danışmanlık ile kişisel görüşme). Ellis’e göre akılcı olmayan düşüncelerin tartışıldığı ve çürütülmeye çalışıldığı aşama (disputing) üç bölüme ayrılır (Dyden ve Gordon, 1990). Bunlar: Bulmak, meydana çıkarmak (detecting): Danışanlar öncelikle zorunluluk, talep içeren akılcı olmayan inançlarını yakalayıp ortaya çıkarmayı öğrenirler Tartışmak, sorgulamak (Debate): Daha sonra mantıklı sorularla bu fonksiyonel olmayan düşünceler
34
TPÖÇG e-Dergi
tartışılıp sorgulanır. Ayırt etme (Discriminate): Sonuçta danışanlar akılcı olmayan inançları akılcı olanlardan ayırmayı öğrenirler. Dryden ve Ellis (1988) e göre psikolojik değişiklikler oluşturmak için danışanlar şunları yapmalıdırlar: • Kendi rahatsızlıklarını kendileri oluşturmaları gerçeğini kabul ederler ve bunu değiştirecek yeteneğe sahiptirler. • Kişisel sorunların köklerinin esas olarak gerçek olaylardan çok irrasyonel mükemmeliyetçi inançlardan kaynaklandığını anlarlar. • İrrasyonel inanışlarına kusur bulmayı bırakmayı ve onları rasyonel seçeneklerle uygun hale getirmek için mücadele etmeyi öğrenirler. Bilişsel, duygusal ve davranışsal değişiklik yöntemini kullanarak yeni bir rasyonel felsefenin oluşumuna doğru çalışma ve uygulama yapma anlaşması yaparlar. RET Terapistlerinin uyguladığı birçok bilişsel tedavi yöntemleri vardır. Bu teknikler genel klinik sorunlara, anksiyete, depresyon, kızgınlık, evlilik sorunları kişiler arası ilişkilerde yetersizlik, ebeveyn başarısızlıkları, kişilik bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluk, yeme bozuklukları, psikosomatik bozukluklar, cinsel işlev bozuklukları ve psikotik bozukluklara uygulanır (Warren ve MC Belarn 1987). Bu yöntemlerden bazıları: İrrasyonel inançlarla mücadele, bilişsel ödev verme tekniği, Ellis’in terapiye ilişkin el kitaplarının okunması önerisi, kullanılan dili değiştirme, mizah kullanımı, duygusal teknikler gibi yöntemlerdir.
SONUÇ RET teorisi ve buna bağlı olarak ABC yöntemini ele aldığımızda en önemli noktanın şu olduğunu görüyoruz: Bir olay olduğunda bireylerin bu olaylara gösterdiği tepkiler bireyin duygu düşünce ve inançlarıyla doğru orantılıdır. Eğer bir olay karşısında optimist olarak düşünmeyi başarırsak olayın bize geri dönüşümü de olumlu olacaktır. Fakat pesimist olarak baktığımız ve duygu düşünce ve inançlarımızı bu yönde şekillendirdiğimiz zaman olaylar bizi olumsuz olarak etkileyecek ve sonucunda da bir takım kaygı bozuklukları, psikolojik bozukluklar, hastalıklar yaşamamıza ve buna bağlı olarak yaşam kalitemizin bozulmasına neden olacaklardır. KAYNAKÇA
<www.belgeler.com/.../dusunsel-duygulanimci-davranisterapisi-dddt-odakli-grupla-psikolojik-danismanin-ergenlerdeki<www.sanalpsikolog.com/AkilciDuygusalTerapi.doc>15/04/2011 benlik-saygisi-duzeyin.>26/04/2011 <www.mitosweb.com/browse/10043/login/>27/04/2011 EMPATİ PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK / PSİKOLOG İNCİ BAYLAV 26/04/2011 PSİKOLOG ARZU YEŞİLLETEN 23/04/2011
35
TPÖÇG e-Dergi
<http://www.personalitytext.com/ellis%20abc%20model%20of %20rebt.gif>26/04/2011 <http://mysite.du.edu/~chmorley/REBT_Notes.pdf>15/04/2011
“V” HARFİ Elif Torun
seVgi güVen ali Ve ayşe
Sizce aralarında bir benzerlik var mı? Evet var, V harfi. Üçünün de tam ortasında V harfi bulunmaktadır. Sanki hepsinin temel taşı gibi. Peki nedir bu V harfinin sırrı? Hiç düşündünüz mü? V harfinin sırrı hayati değerlerin yapı taşını saklamasıdır. Gelin bunu bir örnekler açıklayalım. Göçmen kuşları düşünün. Göç sırasında V şeklinde uçarlar. Birlik ve beraberlik içerisinde. En baştaki yorulunca sırayı bir arkadakine bırakır bu şekilde ne düzenleri bozulur ne de hedefleri şaşar. Şimdi sorarım neden akıl sahibi insanlar bir kuş kadar olamayıp V harfinin şuuruna varamazlar. Şimdilerde insanlar arasında dolaşan ‘bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!’, ‘önemli olan yalnız sensin!’ gibi teselli sanılan bu sözler insanların ruh dünyalarını yıkmakta ve tamamıyla bencilleştirmektedir. İnsanlar artık sevemiyor, güvenemiyor, oturup iki laf edip akıl danışamıyor. Bedenini çok güzel yetiştiren fakat içi boş insanlar türüyor. Sevemeyen bir kadın nasıl anne olabilir, bir erkek nasıl aile kurabilir. Güven ve sevgi çatısı eksik yuvalar… Günden güne hızla bireyselleşiyoruz. Önceleri evlenen çiftlere bir yastıkta kocayın derlerdi çünkü gerçekten bir yastığa baş koyarlardı. Şimdi yastıklar bile ayrıldı çiftler arasında. Bir tabakta beraber yemek yiyen neslin kişisel tabak-
36
TPÖÇG e-Dergi
larda yemek yiyen torunlarıyız. Sonu ne olacak bilmiyorum. Üzücüdür ki arada sırada duyuyorum birbirinden bihaber yaşayan aileler, çocuğunun odasında olup olmadığını bilmeyen ebeveynler, aynı ev içerisinde konuşmak yerine mesajlaşan kardeşler, gece yarılarına kadar konuşup kıkır kıkır gülmek yerine internet başında sabahlayan çocuklar… Böyle insanlar tabi ki sevgi nedir bilemezler, insan yaşamadığı şeyi nerden bilecek? Sevginin olmadığı yere güven hiç uğramaz ve böylece V harfinin sırrı bilinmez. Peki sizce çözüm nedir? Bir günlüğüne televizyonu, bilgisayarı, cep telefonunu kullanmamayı deneyebilir miyiz? Belki hayatımızın büyük bölümünü ele geçiren teknolojiyi bir kenara koyarsak birbirimizi hatırlarız, unutmak üzere olduğumuz göz renklerimizi tekrardan görürüz. Teknoloji tarafından gasp edilen insanlara bir soralım babanız çayı kaç şekerli içer diye? Sizce yanıtlayabilir mi? ‘En son hatırladığımda ikiydi sanırım’ diye bir cevabı ben yadırgamam. O en son hatırladığı ise eve bilgisayar alınmadan öncedir. Teknoloji düşmanı değilim sadece teknolojiyi hayatın merkezi yaparak insani değerleri öldürmesine izin verilmesine karşıyım. Elbette çağa ayak uyduracağız, fakat ‘V’ harfini unutmadan…
KÜÇÜK YAŞTA AKRAN ZORBALIĞINA MARUZ KALMAK VE BIRAKTIĞI İZLER Gül Özge ÇELEBİ
NEDİR AKRAN ZORBALIĞI? Zorbalığın tanımıyla ilgili tam bir birlik yoktur. Kimileri zorbalığı diğerlerine yönelik kasıtlı saldırgan davranışlar olarak tanımlarken, kimileri bu tür davranışların zorbalık olarak kabul edilmesi için düzenli olarak tekrar edilmiş olması gerektiğini ifade etmektedirler. Ancak en açıklayıcı tanım bence şu şekildedir; “Bir kişi, diğer bir kişi veya kişiler tarafından kasıtlı, tekrarlı ve en azından bir süre devam eden olumsuz davranışlarla karşı karşıya bırakılıyorsa bu
kişinin zorbalığa uğradığı söylenebilir”. Olumsuz davranışlar niyetli olarak bir kişiyi inciten, rahatsız eden veya bunu yapmaya çalışan davranışlar olarak açıklanmıştır. Zorbalığı yapan kişiye zorba, zorbalığa maruz kalan kişiye de kurban denmektedir. Bir başka grup çocuk ise kimi zaman zorba davranışlar sergilemekte, kimi zaman ise zorbalığa maruz kalabilmektedir ve zorba-kurban şeklinde tanımlanabilmektedirler.
ZORBACA DAVRANIŞ BİÇİMLERİ NELERDİR? Davranış kategorileri
Fiziksel Saldırganlık
Sözel Saldırganlık
Sosyal Yalıtım
37
TPÖÇG e-Dergi
Endişelenilmesi gerekilen davranışlar
Ciddiyetle endişelenilmesi gereken davranışlar
* İtme * Dürtme * Tekmeleme * Tükürme * Vurma
* Silahla tehdit etme * Mala zarar verme * Hırsızlık
* Alay etme * İsim takma * Kötü bakma * Sataşma
* Dedikodu yapma * Utandırma * Gruptan dışlama * Diğer öğrencilerin ona aptalmış gibi bakmasını sağlama * Hakkında söylenti yayma
* Telefonla korkutma * Haraç alma * Baskı kurma * Başkasını tehlikeli işlere cesaretlendirme * Mala karşı sözel tehdit oluşturma * Sözel olarak şiddet tehdidi oluşturmak * Kine kışkırtmak * Irkçı, seksist veya homofobik yalıtım * Diğerlerinin suçlamasını sağlamak * Toplum önünde küçük düşürme * Kötü niyetli söylentiler yayma
ZORBA VE KURBAN ÖZELLİKLERİ Zorba ve kurban özelliklerine yönelik araştırma sonuçlarına bakıldığında, zorbaların sert disiplin teknikleri aracılığı ile ve bedensel ceza alarak yetiştiril-dikleri sonucuna ulaşılmaktadır.(Kartal,Bilgin,2007) Zorbalar düşmanlık hisleri ile dolu, saldırgan, atak ve genel-likle popüler kişilerdir . Anne ve babalardaki saldırgan tutum çocuğun modeli olmuş ve benzer tutumlar sergilediği görülmüştür. Bernstein ve Watson (1997) zorbaların empati gücünün çok zayıf olduğunu bulmuşlardır. Kurbanların fiziksel olarak zayıf, kendine güvenlerinin düşük, diğer çocuklardan daha duyarlı, kaygılı, mutsuz ve çekingen olduğuna inanılır. Zorbalık terminolojisinde iki tür kurbandan söz edilir. Birincisi pasif kurbandır. Bunlar utangaç, duyarlı, güvensiz ve aşırı korunmuş çocuklardır. Zorbalığa kaçınarak ya da ağlayarak tepki verirler ve durumdan çok etkilenirler. Kışkırtıcı kurbanlar ise daha az tanınırlar. Bunlar aynı zamanda saldırgan özellikler de gösterirler. Daha güçlü olanlar tarafından zorbalığa uğratılırken, kendinden daha güçsüz olanlara ise zorbalık yaparlar. Bazen etrafındakileri o
denli kışkırtırlar ki öğretmenler bile onların zorbalığa uğramayı hak ettiğini düşünür ve onları gerçek kurban olarak görmezler. Aynı zamanda zorba-kurban olarak da adlandırılan kışkırtıcı kurbanlar hiç sevilmezler ve kurbanlardan daha büyük riske sahip olarak kabul edilirler. Üzerinde durulması gereken diğer önemli bir konu da özel eğitime ihtiyaç duyan çocukların pek çoğunun çok sık zorbalıkla karşılaşmasıdır.
ZORBA VE KURBAN DAVRANIŞLARINI BELİRLEMEYE YÖNELİK TÜRKİYE’DE YAPILAN ARAŞTIRMALAR Bu araştırmaların bulgularına göre, kurban ve zorba çocuklar kurban ve zorba olmayan çocuklara göre daha yalnızdır ve akademik başarıları daha düşüktür. Şirvanlı Özen (2006)’in çalışmasında zorbalığa maruz kalmanın yordayıcılarından biri olumsuz benlik imgesine sahip olmak olarak bulunmuştur. Yıldırım (2001) 8-11 yaş gruplarındaki çocuklarda yaptığı çalışmanın
bulgularında zorbalarda kavga etme ve rahatsız etme özellikleri yüksek bulunurken, kurbanlarda çekingenlik özelliği daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı araştırmaya göre en az sevilenler zorbalar ve zorba-kurbanlardır. Kurbanlar ve kontrol grubundaki çocuklar zorba ve zorbakurbanlara göre daha fazla sevilen çocuklar olarak değerlendirilmişlerdir.
ZORBALIĞIN NEDEN OLDUĞU SORUNLAR Zorbalığa maruz kalan çocukların pek çok psikolojik değişken açısından risk grubunda oldukları kabul edilmektedir. Zorbalığa maruz kalan çocukların daha fazla psikolojik yardıma gereksinim duydukları, depresyon ve kaygı düzeylerinin daha yüksek olduğu ve benlik saygılarının da 38
TPÖÇG e-Dergi
daha düşük olduğu bildirilmektedir. Kurbanlarda enürezis de geliştiğine ilişkin bulgular vardır. Zorbalığın çocuklara hem stres, hem de zarar vermesinin yanı sıra, çocuklukta yaşanan zorbalığın yalnızca kurbanların değil, zorbaların da olumsuz biçimde etkilendiği de belirtilmektedir.
Her ikisinin de kendilerini algılayış şekillerine bakıldığında, kendilerini kaygılı, yalnız, düşük benlik değeri olan kişiler olarak algıladıkları görülmektedir. Zorbalıkta, erkeklerin daha çok kaygı, depresyon, yeme bozuklukları ve psikosomatik semptomlar gösterdikleri hem kurbanlar hem zorbalar arasında kaydedilmiştir. Kızlar arasında daha çok yeme bozuklukları görülmektedir. Zorbalıkta hem zorbalar hem kurbanlar hoşlanma ve kızgınlık duygularını daha çok yaşadıkları ancak kurbanların zorbalardan daha çok şaşkınlık ve üzüntü yaşadıkları kaydedilmiştir. Zorbalarda, erken yaşlarda sigara ve içki, özel ve kamu mallarına zarar verme, kötü arkadaş gruplarına dahil olma, düşük akademik başarı, okul devamsızlığı ve yeteneklerinin veya zihinsel kapasitelerinin altına çalışma söz konusu olabilir. Erken yaşlarda saldırganlık olarak kendini gösteren zorbalık sonraki dönemde silah taşıma, te-
cavüz, soygunculuk ve gasp gibi çok ciddi sonuçlara öncülük edebilir. Rigby (2003) okul zorbalığının çocukların sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini incelemiştir ve zorbalığı uygulayan ve zorbalığa maruz kalan öğrenciler de; düşük psikolojik sağlık, zayıf sosyal uyum, psikolojik bunalma ve fiziksel rahatsızlıklar gözlemlendiğini belirtmiştir. Bu öğrencilerde gözlemlenen sorunlar incelendiğinde ; var olan sorunların daha çok artması, uyku sorunları, gece işemeleri, depresyon, psikosomatik yakınmalar, okul fobisi, intihar düşünceleri ve girişimi gibi ruhsal sorunlar, ders başarısında düşme, konsantrasyon kaybı, ders içi uyumsuzluk, okul reddi gibi akademik sorunlar, düşük benlik saygısı azalmış kendine güven, olumsuz kendilik algısı, arkadaşları tarafından ihmal edilme duygusu ,güvensizlik, içine kapanıklık, utangaçlık gibi sosyal beceri sorunları yaşayabilmektedirler.
AKRAN ZORBALIĞI NASIL ÖNLENİR? Akran zorbalığı, toplumsal yaşantının sürdürüldüğü her ortamda önemli bir sorundur ve bu sorunla ebeveynlerin tek başlarına baş etmeleri oldukça zordur. Bu nedenle aile okul ve çocuk üçgeni dikkate alınmalı, öğretmenlerin ve ebeveynlerin çocuklarının psiko-sosyal gelişimi ve eğitiminde birbirleri ile iletişim halinde bulun-
maları, gerektiğinde psikolojik destek almaları önerilebilmektedir. Ayrıca zorbalık davranışı ile karşılaşan aileler kızgınlık, suçluluk, hayal kırıklığı gibi duygular hissedebilirler ancak çözüm, olaylara sakin yaklaşmalarında gizlidir.
BEN NE DÜŞÜNÜYORUM? Sonuç olarak en büyük görevin aileye düştüğüne inanmaktayım. Her insanın küçüklüğünde farklı rol modelleri olmuştur. Bu zaman zaman anne zaman zaman baba zaman zaman diğer aile bireyleridir. Bu bir özenme, onun gibi olmayı isteme, onun gücüne erişebilme eğilimidir. Rol modelde görülen davranışlar reelde uygulanma isteği doğurur. Ve bu yolla diğerleri karşısında özendiği kişi gibi hayranlık uyandırabileceğini, saygı görebileceğini, istediklerini yaptırabileceğini düşünür. İşte bunu ne yolla yaptığı rol modelden yansıyandır. Hepimizin küçükken annemize özenip onun makyaj malzemelerini gizli gizli kullandığımız ve bunu her fırsatta yapmaya can attığımız anılar ımız olmuştur. Veya kurduğumuz oyunlarda büründüğümüz roller hep özendiğimiz insanlar olmuştur. Bu yüzden bu dönemin sağlıklı atlatılması için ailenin ve sosyal çevrenin önemi büyüktür. Unutmayalım ki hepimiz ailemizin ve çevremizin harmanlanmasının birer örneğiyiz.
39
TPÖÇG e-Dergi
… hoş geldin melek, sefalar getirdin. Bir sperm hücresi fallop tüpte ilerledi ve bir yumurtaya tutundu. Sonra bu yumurta döllendi ve zigot oluştu. Sonra daha da büyüdün embriyo oldun. 21. günde gözlerin ortaya çıktı, 24. günde kalbin oluşumunu ilerletti, 4. haftada kolların ve bacakların, 5-8. haftada yüzün belirginleşmeye başladı. 8. haftanın sonunda ise beynin oluştu. E embriyo demek olmadı artık sana, yeni adın fetüs oldu. 3. aya girdiğimizde minik fetüs, 7,5-8 cm ve 28 gramla başladın yaşamaya. Kollarını ve bacaklarını oynattın, ağzını açıp kapadın. Yüzün, alnın, göz kapakların, burnun, çenen, ellerin, kolların ve diğer uzantıların ayırt edilebilir duruma geldi. Bir de annenle baban için çok önemli olan genital organın da oluştu bu dönemde. Daha sonra 4. ayı bitirdin ve annen için muhteşem bir heyecana sahip olan tekmelemelerin hissedilmeye başlandı. Gelişimini hızla sürdürerek 15 cm ve 200 gram ağırlığına da ulaştın. 5. Ayın sonunda ise ayak parmakların iyice belirginleşti artık. Giderek büyüdüğün için rahim içinde genelde tek bir pozisyonu tercih ediyorsun, sen de haklısın tabi o küçücük yerde yaşamak zor olmalı 30 cm ve 450 gram ağırlığında olunca. Kocaman bir ay daha geçti ve artık gözlerinle göz kapakların tamamen şekillendi, küçücük ve incecik saç tellerin oluştu. Boyunu birazcık uzattın 35 cm oldun ama kilon 2 katına çıktı. 900 gram olarak devam ettin yaşamaya. Göbek kordonun sayesinde artık düzensiz de olsa soluk alma hareketlerin de oluştu minik fetüs. Giderek o küçük rahimden çıkacağın günler yaklaşırken 7. ay geldi çattı ve 40 cm uzunluğunda ve 1400 gram ağırlığında, artık temel soluk alması yoluna giren bir fetüs oldun. 8 ve 9 derken o beklenen gün geldi çattı. Artık rahimden çıkma vaktin geldi minik bebek. Dışarıya çıkma isteğinden kaynaklanan amnion sıvı açığa çıktı ve doğum sürecin başladı. Bu sırada uterus kasları kasılarak doğuma yardımcı olmaya çalıştılar. Sen de ittin kendini, annen de itti seni ve o küçücük vajinal bölge 10 cm genişleyerek senin çıkmana yardımcı oldu. Önce kafan çıktı dünyaya daha sonra geride kalan uzuvların. O karanlık yerden böylesine ışıklı bir yere çıktığın için ilk önce gözlerini açamadın tabi ama üzülme sakın, çok yakında açacaksın gözlerini de. Şimdi yıkadılar seni, üzerindeki plasenta kalıntılarını temizlediler bi güzel. Birazdan annenin yanına gideceksin bebek. Seninle olan yolculuğumuz burada sona erdi. Ne de güzel söylemiş şair senin için: ‘Hoş geldin melek, sefalar getirdin.’
Ulaş Ay
40
TPÖÇG e-Dergi
YUSUF ATILGAN’NIN AYLAK ADAM ROMANININ EDEBİ VE PSİKOLOJİK TAHLİLİ Yusuf Atılgan’s Novel’s Literary and Psychological Analysis ÖZET Yusuf Atılgan'ın Türk edebiyatında 1950 sonrasına denk gelen ve modern dönem bireyinin sorunlarını felsefi ve psikolojik açıdan ele alan romanı Aylak Adam (1959), bir kent aylağının büyüme sürecini, daha çok psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi temalar etrafında ele alır. Ölü baba, oğlun gündelik yaşamının hemen her aşamasında bir gölge gibi belirmekte, onun gelecek tasarımlarında belirleyici olmaktadır. Bu makalede; ilk önce roman edebi açıdan incelenecektir. Sonra da asıl konumuz olan baba figürü psikanalitik bir yaklaşımla ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Ödipal çatışma, Baba imgesi, Psikanaliz. ABSTRACT Yusuf Atılgan's novel Aylak Adam (1959), which appeared after 1950’s in Turkish literature and depicts the problems of the modern individual from a philosophical and psychological perspective, examines the development period of an urban idle around the themes of a psychological alienation, loneliness, and social outcast. The dead father shows up like a shadow almost in every phase of his son's daily life and plays an important role in his plans related to the future. In this article, firstly novel will be analyzed from literary point of view. Then, the image of father which is our main subject will be studied with a psychoanalytic approach. Key Words: Yusuf Atılgan, Aylak Adam, Oedipal confilict, the image of father, psychoanalysis.
Yusuf Atılgan, ilk romanı olan Aylak Adam’da modern dönem bireyinin sorunlarını felsefi ve psikolojik olarak ele almıştır. Romanın ana kahramanı Bay C1bize maddi olarak rahat bir insanın da sıkıntıda olabileceğini gerçekçi olarak ispatlar ve yazar tarafından psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi temalar ışığında karakterize edilir2.Bu özelliğiyle düşünecek olursak Oğuz Atay ile zirveye ulaşacak olan ‘tutunamama’3 probleminin Türk romanındaki fikir babasının Yusuf Atılgan olduğunu söyleyebiliriz. Yazıldığı yıllarda gereken değeri görmeyen, dönemin sanat çevrelerince yeterince ciddiye alınmayan fakat günümüz okuyucusunun yoğun ilgi gösterdiği bu önemli romanın edebi ve psikolojik niteliklerini ayrı ayrı incelemek daha verimli olacaktır.
1
Ekrem Işın’a ait “ Gündelik Yaşamın Eleştirisi; Aylak Adam” isimli yazının 274-291. Sayfaları arasında kahramanın ismi dikkatsizlik sonucu olsa gerek C.(C nokta) C ( Ce) ve C, ( C virgül) şeklinde farklı farklı şekillerde yazılmıştır. 2 BernaMoran, Türk Romanına Eleştirel Bakış, c.2., İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 219. 3 Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İletişim Yay., İstanbul 1972.
41
TPÖÇG e-Dergi
EDEBİ İNCELEME Romanda ilk göze çarpan unsur ana kahramanın ismi daha doğrusu isimsizliğidir. Yusuf atılgan romanının başkişisine bir ismi çok görmüştür adeta, üstelik sadece başkahramanın değil, bir diğer kahraman B.’nin de ismi roman sonuna kadar verilmemektedir4. Kahramana bir isim verilmemesinin nedeni; kişiler üzerine değil, romanın ve özellikle de kurgunun üzerine dikkat çekme çabasıdır. Klasik romanların roman kahramanlarıyla özdeşleşmesine bir tepki gibidir bu hareket. Robbe-Grillet’in Kıskançlık romanının kahramanı da A… olarak veriliyor okuyucuya5. Yeni dönem romancıları Goriot Baba, Madam Bovary gibi isimlerini romanlara veren roman kahramanlarını ve romanın adının önüne geçen roman kişilerinden rahatsızlık duymuşlar ve sadece anlattıklarına odaklanılmasını istemişlerdir. Eski anlayıştaki eserlerde bulunan isim sembolizasyonları okuyucunun tahminde bulunmasını kolaylaştırıyor, romanın heyecanını azaltıyordu. Felatun Bey’le Rakım Efendi romanındaki kahramanların isminden kahramanlar hakkında fikir sahibi olmak mümkündür. Felatun; filozofluk taslayan, ukala, alafranga anlamlarını verirken, Rakım; rakamlarla uğraşan, işlerini planlayan, ölçülü kişi çağrışımı yapmaktadır6. Bay C. ise bize hiçbir çağrışım yapmaz bu nedenle de okuyucuyu objektif olarak asıl mesajı dinlemeye iter. Bay C. günlük yaşamın monotonlaşan birçok unsuruna karşı tepkiliydi. Herhangi bir mağazada ya da lokantada müşteri muamelesi görmek, evlenmek ve eli paketlilerden olmak Bay C.’nin tamamen karşı olduğu şeylerdi7.Eli paketliler diye isimlendirilen grup; orta sınıf mensubu insanlardan oluşan, ekonomik anlamları dışında bir anlam ve kaygı taşımayanlar topluluğudur. Gülerle olan ilişkisini sarsan en büyük unsur, C.’nin eli paketlilerle ilgili yapmış olduğu açıklamadır. Romandan alınan aşağıdaki cümle ise Bay C.’nin sıradan bir müşteri olmaya karşı olan duygularının anlatıldığı kısımlardan sadece birisidir: ‘Bir lokantaya girdi. Suratı asıktı. Yemeğini sık sık burada yediği için ‘müşteri’ sanacaklarından çekiniyordu. ( Aylak Adam,2000, s.96.) Atılgan bir bakıma kendi roman ve yazar anlayışını da veriyordu ilk romanı Aylak Adam ile biz okuyucularına. Atılgan’a göre; yazar romanına sınır koymamalı, her şeyi olduğu gibi vermelidir. Roman kahramanı sarhoş da olabilmeli, tuvalete de gidebilmeli, canı çekince takım elbisesiyle simidini de yiyebilmelidir. Yine Aylak Adam’da geçen şu cümleler Atılgan’ın hayata ve edebiyata bakışını göstermektedir: “Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah Kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir
4
Ali Büyükaslan, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam Romanı ve A…’dan C.’ya (A üç noktadan C noktaya) Roman kişisi”, 2007 UNESCO Mevlâna Yılında VII. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu, Konya 02–05 Mayıs 2007, s.3. 5 Nurullah Çetin’in, Roman Çözümleme Yöntemi (Öncü Basımevi, Ankara 2003) adlı kitabında belirttiğine göre kişi isimleri yerine kahramana bir harf verme geleneği Kafka ile başlamıştır. 6
İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergah Yayınları, İstanbul 2007, s.199-200. Ali İhsan Kolcu, Yusuf Atılgan’ın Roman Dünyası, Toroslu Kitaplığı, İstanbul 2003, s.34.
7
42
TPÖÇG e-Dergi
Vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış Gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra Ağacın dibine işemiştir .” ( Aylak Adam,2000, s.13.) Atılgan’a göre romanda kahramanı idealleştirme çabası olmamalıdır. Kahramanlar gezmeli, uyumalı, çişi geldiğinde çişini etmelidir. Nitekim Atılgan söylediklerini bizzat tatbik etmiş, kendi romanındaki başkahraman Bay C.’yi her yönüyle esere yansıtmış, kahramanını sansüre uğratmamıştır: “Ayakyolundan çıkınca tıraş oldu. Yüzünü yıkadı. Giyindi, çıktı.”( Aylak Adam,2000, s.13.) Yaşadığı topluma yabancılaşan bireyin, psikolojik sorunlarının iç konuşma tekniği ve kahramana günlük tutturma şeklinde verilmesi romanın inandırıcılığını arttırmakta ve adeta okuyana kendi hislerinin yazıldığı izlenimini uyandırmaktadır. Atılgan; romanında İlahi bakış açısı kullanarak kahramanların aklından geçenleri, onların geçmişlerini ve geleceklerini okuyucuya vermiştir. Romanın başında “birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi” diyen Bay C. ne yazık ki aradığını bulamadan roman sona erer. “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı.”( Aylak Adam,2000, s.155.) C.’nin arayışının karşılığı yoktu. Başkahramanının boş bir çaba içinde olduğunu Yusuf Atılgan da çok iyi bilmektedir8. Atılgan’a göre C.’nin aradığı bu dünyada yoktur. Aradığı B.dir ama onla da karşılaşması mümkün olmamıştır. Ana hatlarıyla kahramanını incelediğimiz ve kaba sınırlarını çizdiğimiz romanın hiç şüphesiz ki tam olarak anlaşılması psikolojik tahliliyle mümkün olacaktır. Atılgan, romanını gençlik yıllarından beri ilgilendiği ve romanlarından anladığımız kadarıyla derin bilgi sahibi olduğu Freud’un psikanalitik yaklaşımına göre temellendirmiştir. Doğal olarak bizim de romanda kullanacağımız psikolojik inceleme metodu psikanaliz olacaktır.
8
SelmiAndak,“ Yunus Nadi Roman Mükafatı İkincisi”, Cumhuriyet, 3 Temmuz 1958; Yusuf Atılgan’a Armağan, s.61.
43
TPÖÇG e-Dergi
PSİKANALİTİK İNCELEME Ebeveynden Kalan Miras: Anneye Aşk, Babaya Nefret9 Bu romanda bahsettiğimiz miras türü maddi olmaktan ziyade kültürel özelliktedir. C.,muhakkak babasının parasından da yararlanmıştır ama onun ruhunda derin isimler bırakan, hayatını katlanılmaz kılan asıl unsur olumsuz baba imajının bıraktığı ve bir ömür boyu bilinçdışında10 yer edinmiş ödipal mirastır11. Bu miras C.’nin hayatını şekillendirmesinde paradan çok daha fazla belirleyici olmuştur. Romanın başkişisi C.’nin hayatının her yönünde babasının bıraktığı izlere rastlamak mümkündür. Hem baba kompleksinden güç alan kurulu düzen karşıtlığı hem de aylaklık kavramı babasından ona kalan miraslardır. C.nin hayatının tamamına babasının etkisi damgasını vurmuştur. Bu damga bazen babasının yaptığı hareketlerden tamamen kaçma şeklinde görülürken bazen de babasından kalan gücü kullanma, istemeden de olsa ona benzeme şeklinde kendisini göstermektedir. O da babası gibi sevgisizdir, para gücünü kullanır, bacaklara saplantısı vardır ve fiziksel olarak da babasına benzer12. Aylak adam, babasının sağladığı imkânlarla istediği her şeye sahip olabilecek olanağa sahiptir ama o roman boyunca babasını anımsatan her şeye karşı bir tutum sergiler. Babasının çalışan hizmetçilere ve özellikle de annesi kadar çok sevdiği Zehra teyzesine olan cinsel eylemlerinin ev içerisinde gelişmesi C. üzerinde yoğun bir ev karşıtlığı oluşturur. Bu karşıtlık o dereceye varır ki C., cinselliği bile ev ortamında yaşayamaz duruma gelir. C.’nin Güler ve şaşı fahişeyle ev içinde cinsel birliktelik yaşayamazken kitabın yaz bölümünde karşılaştığı Ayşe’yle sahilde ve pansiyonda rahatlıkla sevişebilmiş olması ev dışına yönelişine somut bir örnektir. Ev, babasının teyzesiyle yaşadığı cinselliği ve çocukluğunda yediği dayakları hatırlattığı için Bay C.’de bir saplantı şeklini almıştır. Ev ve yatak odası nefretinin sonucu olarak sinema salonlarında, pastanelerde ve deniz kenarlarında mutluluğu arama evresi başlar. Freudyen psikolojide bir çocuk için belirleyici olan her zaman erken dönem çocukluk yaşantıları ve ebeveyn ilişkileridir. Psikanalize okul yıllarından ilgi duyduğunu belirten Yusuf Atılgan yazdığı romanlarında özellikle psikanalizin ödipal çatışma13 temini çok başarılı kullanmıştır. Romanın sonlarına doğru, C. annesini bir yaşındayken kaybettiğini söyler.( Aylak Adam,2000, s.126.) Bu nedenle tanıyamadığı annesinin yerini her anlamıyla teyzesi alır ve ailedeki ödipal üçlüyü baba-teyze ve çocuk oluşturur. Teyze anne rolünü almış ve ödipal çatışmanın yaşandığı merkez olmuştur. Teyze Zehra, babasıyla C.’nin paylaşamadığı kadındır. Bu 9
Freud 1905’te yazdığı Cinsiyet Üzerine adlı yazısında psikoseksüel gelişim basamaklarıyla beraber ruhsal gelişimi açıklamıştır. Gelişimin 3. basamağı olan Fallik dönem(3-6 yaş) ödipal çatışma kavramıyla özdeşleşmiştir. Bu dönemde çocuk anne rolündeki kişiye aşk sevgi duygusu baba rolündeki kişiye de rekabet duygusu geliştirir. C.’nin annesi C. çok küçükken vefat ettiğinden ödipal çatışma üçlüsünü C. – baba ve anne rolündeki Zehra teyze oluşturmaktadır. Annenin yokluğunda anneye duyulacak aşırı ilgi anne rolüne geçmiş teyzeye aktarılmıştır. 10 Freud; bilinçdışını, ruhsal aygıtı yönlendiren gizil güç olarak belirtir. Bilinçdışında ulaşmanın en önemli yolu da rüya analizleridir. Görülemeyen bir kavram olan bilinçdışına ulaşmanın yolu ya dil sürçmeleri ya da rüyalardır. Yakın bir Freud takipçisi olduğu anlaşılan Atılgan, C.’nin gördüğü rüyaları vererek kahramanını yönlendiren içsel süreçleri de görmemizi sağlıyor. 11 RogerPerron, Neden Psikanaliz, İthaki Yayınları, İstanbul 2003, s.146. 12 Arzu Özdemir, Yusuf Atılgan’ın Romanlarının Psikanalitik Açıdan İncelenmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2005, s.41. 13
Ödipal çatışma için bkz. Dipnot:6.
44
TPÖÇG e-Dergi
durumda baba da oğul için ödipal bir rakip konumundadır. Rekabetin sonunda kendisinden çok daha güçlü olana babası tarafından hadım edilme14 korkusuyla burun buruna olan çocuk, rekabeti bastırma yoluyla bilinçdışına iter ve kendisine fayda getireceği umuduyla babasına benzemeye çalışır, onunla özdeşim kurar. Çünkü çocuğa göre babası annesini elde etmek için ne yaptıysa kendisi de yapacak ve bu sayede annesini geri alabilecektir ama unutmamak gerekir ki çocuk babasıyla olan rekabetini bitirmez sadece bastırır. İsteklerini bilinçdışına iter15.Bay C.’deki babasına benzer unsurları babayla kurulan özdeşleşime, ondan öldüğünde bile nefret etmeye devam etmesini de duyguların bilinçdışına gönderilmesine bağlayabiliriz16. Freud, dünya edebiyatında önemli bir yeri olan Antik Yunan edebiyatı verimi Kral Oidipus17 adlı eserin, oluşturmaya çalıştığı kuramına birçok yararı olmuştur. Her erkek; tıpkı hikâyede geçen Oidipus gibi ilk cinsel arzularını annesine ve ilk nefret duygularını da babasına yöneltmektedir. Ergenliğe doğru bu duygularını bilinçdışına bastıran bireyde bazı hareketlerle bilinçdışı denizinden gün ışığına bilgiler çıkmaktadır. İşte kahramanımız C.de de aynı durum mevcuttur. Babasını sevmemesinin nedenini tam olarak bilmez çünkü bu bilgiler bilinçdışındadır. Babasının onu dövmesi C.’de bir rahatlama yaratır. En azından babasını sevmemek için yeterli bir dışsal gerekçesi oluşmuş olur ve bu dövmeler ömrü boyunca ona babasını olumsuz hatırlama olanağı verir. Freud’a göre bir çocuğun hayatı boyunca yapacağı seçimlerde ebeveynin izlerine rastlamak mümkündür. Bay C. hayatına sokacağı birini ararken model olarak annesini, kendi kişiliğini oluştururken de model olarak babasını ele alır. Kendisi babasına her yönüyle karşı olmak gibi bir yol çizerken aradığı kadının da her yönüyle annesine benzemesini istemektedir. Roman boyunca hayatına giren tüm kadınların annesi gibi mavi gözlü olması ne kadar ileri derecede bir model alma olduğunu açıkça göstermektedir. Sadece duygusal olarak değil fiziksel olarak da annesine benzemesini ister kadınların. Babası ve benliği arasında büyük hasarlar oluşmuş olan C. babasını çağrıştıracak her olguya olumsuz bakar. Bıyık bu nedenle C.’de iğrenilecek bir sembol olur. Roman boyunca C.’nin kavga ettiği kişilerin hepsi bıyıklıdır, kocasını aldatan kadını mazur görür çükü duyar ki aldatılan koca bıyıklıdır. Görülüyor ki; romanda sadece babası değil, bıyıklı olan herkes Bay C.’nin düşmanıdır. C.’nin sevmemekle kalmayıp saldırgan tavırlar içerisine girmesi de ayrı bir psikolojik boyuttur18. Babası bıyıklı olduğuna göre, bıyık bırakan kişiler de babasından farksızdır ve C. sürekli onların tehdidi altındadır; “Bir ay önce biri siyah bıyıklı iki terzi – niye terzi? Bilmiyorum– dayak yediğim gece de aynı sebepten aynı sokağa düşmüştüm.” (Aylak Adam,2000, s.9.) 14
Sigmund Freud, Psikanalitik Kurama Giriş, Bağlam Yayınları, İstanbul 2006, s.97. A.g.e, s.95. 16 Bastırma Freud’un savunma mekanizmalarına verdiği genel bir isimdir. Freud’a göre hoşnutsuzluk yaratan dürtün uğrayacağı en büyük akıbet bastırmadır. Böylece kişiyi rahatsız eden düşünceler bilinçdışına itilmiş olur. Birey ödipal çatışmayı hiçbir zaman bitirmez sadece bastırır, bu nedenle de C.’nin bastırdığı duygular babası ölünce tekrar açığa çıkmıştır. 17 Detaylı bilgi için bkz. Şefik Can, Yunan Mitolojisi, İnkılap Yayınları, İstanbul 2000. 18 Allen Siegel, “ Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık”, http://www.icgoru.com/content/view/62/2/lang,/ . 15
45
TPÖÇG e-Dergi
“…Beyaz önlüklü bir kadın ona doğru koşup önünde duruyor. “Ah” diyor. ‘Baban sandım seni. Sizin evde hizmetçiydim ben. Tıpkı baban gibisin. Bir bıyıkların eksik.’ Defol, babama benzemem ben.” ( Aylak Adam,2000, s.22.) “Onsuz ilk defa görüyorum burayı. Ya o, sarı bıyıklı oğlanla mı?” ( Aylak Adam,2000, s.37.) “ Babası da öyleydi. Üstelik bıyıklarını da burardı.” ( Aylak Adam,2000, s.50.) “Arabanın ön penceresinden uzanmış surat bağırıyordu. ‘- Katil olacağız be. Yok mu bu piçin anası?’ Bıyıklıydı.” ( Aylak Adam,2000, s.64.) “… ‘- görürsünüz adam olmayacak bu çocuk’, derdi. Konuşmazdım. Sevinirdim. Babam adamsa ben olmayacaktım ‘ büyüyünce bıyık bırakmayacam’ derdim kendime.
( Aylak Adam,2000, s.126.)
C., bu fenomenlerin kendisini mutsuz geçmişinden syırabilecek potansiyele sahip olduğu kanısındadır ve takıntılarını gelecekte kuracağı ideal birlikteliğine yaptığı en büyük yatırım olarak görmektedir. Hâlbuki atılan her adımı obsesyonlarla ilişkilendirmek, ussal davranış biçimine aykırı düşer. Erkekleri bıyıklı olanlar ve bıyıklı olmayanlar diye iki temel gruba ayırması, onun giderek önyargılı bir kimliğe bürünmesine neden olmuştur. Psikanalist Otto Kernberg; aile içindeki özgül yapılanmanın bireyin sonraki uyum süreçlerinde etkili olduğunu söylemektedir19.Kernberg’in kitabında açıkladığı karakter patolojilerinden aylak adama en çok uyanı narsistik kişiliktir. Narsistik kişilik sahipleri; diğer insanlarla yüzeysel ve kayıtsız ilişkiler kurarlar, gelecek için plan yapmazlar, anın içinde arzuladıklarını gerçekleştirirler. Romanın genel yapısı içinde aylak adamın bu tarz hareketleri sık sık tekrarladığı görülür. Aile yaşantısı aylak adamın ilişkilerinde sıklıkla karşısına çıkar. Örneğin; Gülerden de kendisi gibi, babasının varlığına karşı çıkmasını ister. Hayatını ve hayatına girenleri bu anlayış çerçevesinde şekillendirmek ister Bay C. Aylak adamın kanunlara karşı oluşunu da baba figürü çerçevesinde açıklamak mümkündür. Psikanalizde; baba otoriteyi temsil eder. Toplumdaki cezalandırıcı kurallar ona babasını ve babasıyla yaşadığı rekabet sonrasında yaşadığı hadım edilme korkusunu hatırlatmaktadır20. En basit kurallardan biri olan ailenin çocuğa isim verme geleneğine bile karşıdır aylak adam. Bu kural ona çok acımasız gelir ve roman boyunca karşılaştığı kimse onun adını bilmez, kimse ona adıyla hitap etmez. Zaten kendisi bu konuyla ilgili görüşlerini kitabın altmış üçüncü sayfasında net şekilde dile getirir: “… Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor.” Romanda en büyük olgulardan bir diğeri ise bacak saplantısıdır. C.nin hem bacak saplantısının hem de bıyık düşmanlığının temeli şu cümlede gizlidir : “- Zehra, şu bacakların yok mu? Bıyıklarını buruyordu.”( Aylak Adam,2000, s.125.)Bay C. babasıyla ilgili en uzun cümleleri, en büyük itirafları Ayşe’ye yapar, gerek bacağa olan ilgisinin gerekse bıyık nefretinin babasından kaynaklandığını ima eder. 19
S.Battal Uğurlu, Yusuf Atılgan’da Baba İmgesi: Psikanalitik Bir Yaklaşım, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara 10-15 Eylül 2007, s.5. 20 Roger Perron, Neden Psikanaliz, İthaki Yayınları, İstanbul 2003, s.158.
46
TPÖÇG e-Dergi
"Bende gördüğün her şey babamla başlar. Pek küçükken yanaklarımı öpmeye yaklaşan adamın kara bıyıklarından gene o korkuyla karışık iğrenmeyi duyar mıydım, yoksa bunu sonradan mı düşündüm, bilmiyorum. Bu seyrek yaklaşmaları 'içilmiş şarap kokulu öpüşler' olarak hatırladığıma göre, onlara bende yarattıklarını sandığım duyguyu ileride eklemiş olacağım. O yaşta, içilmiş şarap kokusunu elbette bilemezdim. Ben onu daha çok, 'çocuğu yatır' sözüyle hatırlıyorum.”( Aylak Adam,2000, s.125.) Bacak saplantısı C.’yi tahrik edem erotik bir nesne, çocukluğundan kalan kötü bir deneyim, ceza korkusunu aklına getiren kötü bir takıntıdır. Babasıyla kurulan bağlantı sonucu o da mavi gözlü kadınların bacaklarında hoşlanır hale gelmiştir21 Aylak adamda var olan kulak kaşıma saplantısının kaynağı babasından yediği dayaktır. Bu dayağın neden olduğu travma sonucunda sıkıntılı anlarda, utançlı anılarda, cinselliği düşündüğü zamanlarda C. kulağını kaşımaktadır. Bu davranış o kadar çok tekrarlanır ki çizdirdiği tablosunda elini kulağına götürürken ki hali resmedilir ressam arkadaşı tarafından. Bu ressam tarafından bir alaya alma mı yoksa gerçekten aşırı tekrarın verdiği zaruri bir sonuç mu bilemiyoruz ama kulak kaşıma tikinin her sıkıntılı anda, cinsel istek anında oluştuğunu göz önünde tutarsak aşırı tekrar ressamın kasıtlı bir davranışı olmadığını düşündürür. Kulak kaşıma tiki aynı zamanda C.’de bir kulak saplantısı halini almıştı22.O, sokaktaki insanların kulaklarına büyük dikkatle bakar bazen kulaktaki bit anormallik onun tüm dikkatini çekerdi. Bir adamın kulağının arkasındaki pislik onun Gülerle olan konuşmasına odaklanmasını engelleyecek kadar şiddetli bir kulak saplantısının belirtisidir. Bay C. sonunda kesin bir hüküm verir. Kulaklar insanların en gereksiz organlarıdır diyecek kadar kulaklara karşı nefret duygusu geliştirir içinde. Kulakların görüntüsünü irenç bulur ve neden insanlarında böcekler gibi kulaksız olarak duyma özelliğine sahip olamadığını sorgular. Romandaki kulak kaşıma tiki örneklerine geçmeden önce bu tikin nasıl oluştuğuna dair görüş bildirmemiz daha isabetli olacaktır. C.’nin ‘kulak kaşıma’ saplantısı, geçmiş yaşamının kısa bir özeti gibidir. Adeta. C., teyzesiyle babasını sevişirken yakaladığında kendine hakim olamayıp babasının elini ısırmıştır. Babası da C.’yi tokatlamış ve C.’nin kulağının yırtılmasına sebep olmuştur. C.’nin başından geçen bu olayın güncel hayatındaki simgesel ifadesi de sürekli kulağını kaşımasıdır. Çünkü kulağı yırtıldığında elini kulağına götürmüş, dolayısıyla da babanın yıkıcı etkisi ilk defa bu davranışla simgeselleştirilmiştir. Cinselliği çağrıştıran durumlarda bilinçsizce kulağını kaşır Bay C. Bu saplantı, babasının şehvet düşkünlüğüne, sevgisizliğine karşı yapmış olduğu bir protestodur. Aynı zamanda babası gibi olmaması gerektiğini anımsatan bir formül olarak da düşünülebilir; “…Beş gündür Ayşe yoktu. Kulak memesini kaşıdı” ( Aylak Adam,2000, s.16.) “… Şaşı kadın yoktu. Sol kulağını kaşıdı.” ( Aylak Adam,2000, s.31.) “… Ya oradakilerin arasındayken duyduğu, elini paraya uzattıkça artan o utanca benzer duygu? Kulağını kaşıdı.”( Aylak Adam,2000, s.60.) 21
S.Battal Uğurlu, a.g.m.,s.6. A.g.m., s.15.
22
47
TPÖÇG e-Dergi
“… Adam, etekliğin altından kadının bacaklarını okşuyordu. Bir an, içinden bir duygular karmaşası oldu: çıkacakları için sevinç, adamı tekmeleme isteği, kalktılar diye pişmanlık!... Kulağını kaşıdı. Yoksa Salı bunu yapabilsin diye mi buradan çıkmak istememişti?” ( Aylak Adam,2000, s.77.) “… Kadının bacağı başka yapacağı kalmamış gibi bir zaman durdu. Soluğu hızlandı. Burnunun yakınındaki kumlar midye kabuğu kokuyordu. Kulağını kaşıdı.” ( Aylak Adam,2000, s.103.) Aylak adamın bilinçdışında babasıyla olan özdeşleşmelerin yer aldığını anlamanın bir diğer yolu da gördüğü rüyalardır. Freud rüyaları bilinçdışına gizlenen isteklerin bilinç düzeyindeki anlatımı olarak niteleyerek
rüyalara
verdiği
önemi
belirtmiştir.
Freud’un
yaptığı
bu tanıma göre rüyalar, bilinçdışı süreçlerin normal bir anlatımı olarak nitelendiriliyordu. Freud, normal sayılan insanların rüya içeriğinin, psikotik hastalarda bilinç düzeyinde gözlenen normal dışı duygu ve düşünce süreçlerine çok benzediğini fark etmişti. Bu benzerliği, rüya imgelerinin, bilinçdışındaki istek ve düşüncelerin simgeleştirme sürecinden ya da diğer saptırıcı işlemlerden geçmiş biçimleri olarak açıklamıştır. Freud’a göre bu, zihnin bilinçdışı bölümüyle bilinçöncesi düzeyi arasındaki sınırın korunması için gerekli bir sansür mekanizmasıdır. Bu mekanizma bilinçdışındaki isteklerin bilinç düzeyine çıkmasına engel olur. Uyku süresinde bu sansür gevşer ve bilinçdışındaki bazı duygu ve düşüncelerin, biçim değiştirdikten sonra bu sınırı aşmasına olanak verilir. Rüya gören kişinin algıladığı imgeler, sınır aşmış olan bilinçdışı duygu ve düşüncelerin maskelenmiş biçimleridir23. Romana bu bilinçle yaklaşırsak daha detaylı bilgiler elde ederiz. Bir gece rüyasında bir kadın C.’ye tıpkı babasına benzediğini söyler kendisinin de babası gibi bacaklarına baktığını söyler. Zehra teyzesine sahip olmak için babası gibi olması gerektiğini bilinçdışına yerleştiren C. her ne kadar bunları reddetse de babasıyla kurduğu özdeşimi rüyalarında açığa vuruyor. Günlük yaşantılarından sonra daldığı uykuda o günle ilgili gördüğü bazı rüyalar da yine onun bilinçdışından gün yüzüne çıkmayı başarabilmiş unsurlardır. Meyhanede konuştuğu aktörün söyledikleri onun açıkta sevişme isteğine benzediği için bilinçdışını harekete geçirir ve hemen aynı günün akşamında kendisini sahnedeki oyuncuyla öpüşür şeklide rüyada görür.( Aylak Adam,2000, s.21-22.) Görülüyor ki bu rüyada dolaylı da olsa babasından izler taşımaktadır. Babası nedeniyle ev kavramından soğuyan C.,açık alanda sevişme fantezilerini rüyalarına da taşımıştır. C., evde sevişmek istemez çünkü babası ve Zehra teyzesinin sevişmesine bir ev ortamında tanık olmuştur24. SONUÇ Sonuç olarak diyebiliriz ki “Aylak Adam” romanını Atılgan; günlük yaşamın tek düzeliğine karşı çıkmak, gerek bilinçli gerek bilinçsiz deneyciliği esas alan bireylerin varlıklarının rahatsızlık verici olduğunu belirtmek amacıyla yazmıştır. Toplumsal kuralları mantığa uyduramamak ve her şeye karşı durup, insanı ve yaşamı
23
24
Sigmund Freud, Psikanaliz Üzerine, Cem Yayınları, 2.baskı, İstanbul 1996, s. 67. Arzu Özdemir, Yusuf Atılgan’ın Romanlarının Psikanalitik Açıdan İncelenmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2005, s.92.
48
TPÖÇG e-Dergi
sorgulamak suretiyle karşılaşılan güçlükler, entelektüel olmanın bir bedeli olarak değerlendirilir. Atılgan bu romanında kendi yaşamından biriktirdiklerini ve bu birikimlerinin zihnindeki çıkarımlarını, bireysel çıkmazları esas olarak kurgulamıştır. Yusuf Atılgan ilk romanı olan Aylak Adam’ı özellikle psikanalitik okumayla daha fazla anlaşılır hale gelebilecek yapıda inşa etmiştir. Biz de bu çalışmada ilk önce romanın edebi açıdan iskeletini oluşturup daha sonra psikanalitik incelemesini yapmayı daha uygun gördük. Aylak Adam gerçek anlamda problemli bir karakterdir. Bu nedenle öncelikle edebiyatta kullanılan tip tahlili yöntemiyle okuyucuda kahramanın daha anlaşılır olmasını sağlamaya çalıştık daha sonra oluşan bu yeni kahraman imajının kökenine inme gayreti içerisine giriştik. Yani ilk önce kahramanı tanıtıp daha sonra da kahramanın bu özellikleri almasına neden olan psikolojik unsurları inceledik. Bunun için de çocukluk dönemini temel alan bir yaklaşım olan psikanaliz ışığında eserden anlayabildiğimiz derecede C.’nin çocukluk yaşantılarını irdeledik.
KAYNAKÇA Atılgan, Yusuf, Aylak Adam, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2000. Büyükaslan Ali, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam Romanı ve A…’dan C.’ya (A üç noktadan C noktaya) Roman kişisi”, 2007 UNESCO Mevlâna Yılında VII. Dil, Yazın, Deyişbilim Sempozyumu, Konya 02–05 Mayıs 2007. Cengiz, Metin, “Yusuf Atılgan: Sevgi Yazdıklarımın Temel Eksenidir.”, Gölge Adam, 9 Ağustos 1988; Yusuf Atılgan’a Armağan, İletişim yayınları, İstanbul 1992. Çotukseven, Yusuf, “ Aylaklığı, Yalnızlığı ve Güzelliği Seven Adam”, ( Yusuf Atılgan’la Anılar), Kitaplık, MayısHaziran 2000, s.41-43. Durbaş, Refik, “Aylaklık En Zor İş Ona Göre”, Cumhuriyet Dergi, İstanbul 1988, s.102. Enginün, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergah Yayınları, İstanbul 2007. Freud, Sigmund, Psikanaliz Üzerine, ( Çev.: Kamuran Şipal), Cem Yayınları, 2.baskı, İstanbul 1996. Freud, Sigmund, Psikanalitik Kurama Giriş,( Çev.: Yıldız Akvardar) , Bağlam Yayınları, İstanbul 2006. Kolcu, Ali İhsan, Yusuf Atılgan’ın Roman Dünyası, Toroslu Kitaplığı, İstanbul 2003. Moran, Berna, Türk Romanına Eleştirel Bakış, c.2., İletişim Yayınları, İstanbul 1995. Özdemir, Arzu, Yusuf Atılgan’ın Romanlarının Psikanalitik Açıdan İncelenmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2005. Perron, Roger, Neden Psikanaliz, (Çev.: Alp Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul 2003. Siegel, Allen “ Kendilik Psikolojisi ve Saldırganlık”, http://www.icgoru.com/content/view/62/2/lang,/ Uğurlu, Seyit Battal, Yusuf Atılgan’da Baba İmgesi: Psikanalitik Bir Yaklaşım, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara 10-15 Eylül 2007- Ankara: Atatürk, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı: s.1717-1742.
49
TPÖÇG e-Dergi
Hayatımız görünmez bir irade tarafından yönlendiriliyor, kökleştiriliyor… Gül Özge ÇELEBİ Filmde mavinin sakinleştirici; kırmızınınsa kışkırtıcı, duygu ayaklandıran bir renk olduğu göz önüne alınmış olsa gerek, düş ile gerçek arasında yapılacak seçim kırmızı ve mavi hap seçimi olarak sunulmuş. Ve ben daha az kullanılmış olan daha az insanın yürüdüğü yola sapardım. Yani Neonun yaptığı gibi kırmızı hapı yutardım. Matrix denen düşlerden ibaret olan dünyanın aslında gerçekle alakası olmayan, insan zihninin ekranların içinde olduğu ve bu sanal ortamdan hayatlarının fark ettirmeden manipüle edilen bir düş dünyası olduğunu biliyoruz. Her ne kadar gerçek gibi görünse de, alışkın olunan dünya görünüş ve düzenine benzese de Matrix insan özgürlüğünü kısıtlayan bir sistemdir, kontroldür. Gerçek dünya ise kasvetli ve çetindir. Bu durumda ya ne pahasına olursa olsun anarşizme göre insanlık onuru demek olan hürriyetlerimizi seçeceğiz kurtarılmaya hevesli olacağız, ya da Matrix’in bizlere sunduğu illüzyonu sömürülme ve köleleştirme pahasına kabul edeceğiz. Ama bu noktada bizim bildiğimiz gerçeklerin yanlışlık payı taşıyabileceğine inanmak istemiyoruz. Gerçekten de hepimiz zihinlerimizi önyargılar, batıl inançlar, korkular, kuşkular, yersiz prensipler, kısıtlayıcı toplumsal kurallar ve bunun gibi fazla dünyevî olan kavramlarla oluşturulmuş bir hücreye hapsederiz; dünyevî şeyler bizi gerçeklere karşı körleştirir, algı kapılarımız kapanır. Bu dünyevi şeylerin bir kalıp olduğunu düşünüyoruz. Fakat gerçeklerin toplumdan topluma, insandan insana hatta insan içinde evreden evreye değişeceğini aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Korkuyoruz. Çünkü gerçekler bizim gerçeklerimiz bile değil. Küçüklükten bu yana gerek ailemiz gerek toplum tarafından empoze edilmiş bir kesimin gerçekleri. İşte burada mahalle baskısı denen şey ortaya çıkıyor. Bir kızın ailesinden, çevresinden türlü baskılar gördüğü için evlenmeden cinsel deneyim yaşayamaması da gelenek denen şeyin çerçevesinde üzerimize gerçek olarak yapıştırılmış birey gerçeği değil mahalle gerçeği. Veya toplumumuzda sürekli vurgulanan çocukların ailelerinin dizlerinin diplerinde olması düşüncesi düş dünyası ve hapishane olan Matrix’in içinde gıyabımızda hüküm giyme kararının verilmesi gibi bir şey. Sırf bu Matrix’ten kurtulmak için o kırmızı hapı alır kendimle ve gerçeklerle yüzleşirdim. Doğduğumdan beri sınırlarım içinde gidip gelirken onun bunun veya şunun gerçekleriyle büyürken kendi gerçeklerimi oluşturmaktan aciz kalmış durumdayım. Aslında zor olan şey inanılmayana inanmak belki de bunu yapabilirsem algı kapılarım açılacak, kendimi keşfe çıkacak, küçük bir hücre içine hapsedilmiş zihnim geniş alanlara yayılabilecek ve içimdeki ‘o’ hayat bulabilecek. İnsan kendi özünü kendi belirler; bir korkağı korkak, bir kahramanı kahraman yapan kendileridir. İnsan kendi beyninin tasarısıdır. Kişi özünü yaratmak için içindeki potansiyeli fark etmeli ve ortaya çıkarmalıdır. Neo uzun bir süredir sun'î rahim içinde bedenen, sanal dünyada ise zihnen var olmasına karşın özünü gerçek dünyaya geldikten sonra bulur. Nitekim Kâhin'e giderlerken Neo bir restoranı göstererek orada yemek yediğini, oranın güzel makarna yaptığını, daha bir sürü bu tip gerçekte hiç olmamış hatıraları olduğunu söyler ve bunun anlamını sorar. Trinity ise cevaben "matrix sana kim olduğunu söyleyemez" der. Çünkü Matrix’te kişilerin hayatları istenildiği şekilde manipüle edilebilmesine rağmen, kişinin özü ancak kendi tasarısıdır ve buna yapay zekâ bile müdahale edememektedir. Yaşadığımız dünya bir Matrix bize gerçeği hiçbir zaman söylemeyecek ta ki kendi gerçek dünyalarımızın temellerini atabilecek cesarete kavuşana kadar. Bu yüzden bir solukta hiç düşünmeden kırmızı hapı yutar hala gerçek olduğunda ısrarcı olduğum dünyamdan uyanıp gerçekleri görmek isterdim… 50
TPÖÇG e-Dergi
KADINLARA YÖNELİK CİNSEL TACİZLER Nesli Yıldız Eğer kadınsanız bu başlığa pek de yabancı
Ataerkil toplumlarca durum kendi lehine
sayılmazsınız. Hemen hemen her kadın hayatında
yontularak, erkeği kurtarma ve koruma üzerinden
çeşitli fiziksel veya sözlü istismarlardan en az birini
geliştirilen bir anlayış erkeklerin sanki daha bir işine
yaşamıştır.
kültürümüz-
geliyor. Erkek de izinsiz bir şekilde bir kadına rahat-
de kadın üzerinde erkeğin otorite kurması fikrinden
lıkla tacizde bulunuyor, “'yaparım, çünkü ben
doğan erkeklerin bir cesaret göstergesi gibi algı-
erkeğim” diyebiliyor. Çoğunluklada erkek olmanın
ladığı bir durum. Taciz olayı insanlarımızda genel-
bir gereğiymiş gibi görülüyor. Eğitim bence bu nok-
likle şu önyargılı söylemlerle değerlendirilir, kadın
tada çok önemli. Öncelikle erkeklerimizin kafasın-
çok gezmemeli, açık giyinmemeli, erkeği tahrik
daki kadın figürünü giydirmeliyiz, bizlere et gözüyle
etmemeli denilir ve eğer kadın buna uymuyorsa
değil insan gözüyle bakmalarını ta küçüklükten ço-
hafif meşreplikle kınanır. Peki ya çok kapalı giyimli
cuklarımıza aşılamalıyız.
Taciz;
bizim
ataerkil
veya tesettürlü kadınların uğradığı tacizlere ne
Öte yandan suçun merkezine kadının alın-
demeli? Hatta Hacca giden kadınların şikayet ettiği
ması erkeğe ise imtiyazlı davranılması kadınların
şeylerden biri, kalabalıkta Hac yaparken tacize uğra-
kendine olan özgüvenini kırıyor ve kişisel sınırlarının
yacakları korkusu!
nerede başlayıp nerede bittiğine dair kafaları karışı-
Bu gibi kötü deneyimler sonucunda sanki
yor. Dahası bazı kadınlar bu onun kaderiymiş, öyle
tacizci erkek suçlu değil de kadın suçluymuş gibi;
giyinmemeliymiş, o ortamlarda bulunmamalıymış
mağdur bu olaydan utanır, bazen bu olay olmamış
gibi suç oklarını kendine yöneltiyor. Bu noktada ka-
gibi gizli tutar, suçluluk duygusu hisseder, içine
dınların kendilerine büyük haksızlık yaptıkları-
kapanır, kabuslar gö-
na inanıyorum. Kimileri
rür, depresyona girer,
ise kendi vücuduna ken-
kimileri
dinin izni olmaksızın bi-
ise sonraki
cinsel yaşamında bü-
rinin
yük sorunlarla karşı-
gibi kişisel haklarından
laşır. Bazen de kişide
bihaber! Bize başkaları-
çok derin ruhsal yara-
nın nasıl davranması ge-
lar açılmaktadır.
rektiğini
Peki bu durumda adam mı hata-
memiz gerekir.
lum mu? Aşağıdaki link’te gerçek yaşanmış bir taciz öyküsü yer alıyor. http://bianet.org/bianet/kadin/105756-kucuk-bir-oyku-her-kadinin-basindan-gecen-taciz
TPÖÇG e-Dergi
söylemeye
hakkımız olduğunu bil-
lı, kadın mı yoksa top-
51
dokunamayacağı
Müzik, Duygular, Hikayeler: Müzik Parçalarının Yarattığı Farklı Duygudurumların Edebi Tercihlerimiz Üzerindeki Etkisi Renginur Ocak Müzik;
dan verilen kelime listesindeki kelimelerle hika-
gökle
yeye devam etmeleri istendi. İkinci gruba hika-
yerarasın
yeyi devam ettirme aşamasında hüzünlü bir mü-
her
zik (Beethoven’ın Ay Işığı Sonatı) dinletildi. Üçün-
varlığı hiç
cü grup “hüzünlü-nötr” olarak isimlendirildi. Ka-
kimsenin
tılımcılar hikayeyi hüzünlü müziği dinleyerek o-
düşüneme
kuyup 5 dakikalık testi çözdükten sonra hikayeyi
daki
yeceği bir kudrette sarsar (W. Shakespeare).
kelime listesindeki kelimelerle nötr müzik eş-
Bu çalışmada ”hüzünlü” ve “nötr” olarak ayır-
liğinde devam ettirdiler. Üç grup arasında pozitif,
dığımız iki farklı müzik parçasının duygudurumu
negatif, nötr kelime kullanma sayısı bakımından
üzerindeki etkisi, yarım bırakılmış bir hikayenin
anlamlı bir farklılık olup olmadığını incelemek
ne şekilde tamamlandığına ve tamamlanırken
amacıyla tek yönlü ANOVA kullanıldı. Negatif ke-
verilen 18 nötr, 5 negatif, 7 pozitif kelimenin ne
limelerin “nötr-hüzünlü” grup tarafından kulla-
sıklıkta kullanıldığına bakılarak incelendi. Deney-
nılma sıklığı diğer iki gruba göre anlamlı düzeyde
in katılımcı grubunu üniversite öğrencileri oluş-
daha yüksek bulundu. Pozitif kelimelerin kullanıl-
turdu. Üç grubun her birinde 20 katılımcı olmak
ma sıklığı ise “hüzünlü-nötr” grupta diğer iki
üzere toplam 60 katılımcı araştırmaya dahil edil-
gruba göre anlamlı düzeyde daha yüksek bulun-
di. İlk grup “nötr-nötr” olarak isimlendirildi. Katı-
du. Hikayenin bitirilişi bakımından gruplar ara-
lımcılar Genç Werther’in Acıları adlı romandan
sında anlamlı bir farklılık olup olmadığını incele-
alınan bir hikayeyi nötr bir müzik (Bach’ın Çello
mek amacıyla ki-kare testi kullanıldı. Hüzünlü bi-
Süiti) eşliğinde okudular. 5 dakikalık bir mate-
tirişin “nötr-hüzünlü” grupta diğer iki gruba göre
matik testinin ardından katılımcılara 30 kelime-
anlamlı düzeyde daha sık görüldüğü bulundu. Bu
den oluşan bir liste verildi. Katılımcılardan hika-
bulgular ışığında değişik müzik parçalarının katı-
yeyi kelime listesindeki kelimeleri mümkün ol-
lımcıların duygudurumlarını değiştirdiğini ve hi-
duğunca çok kullanmaya çalışarak aynı nötr mü-
kayenin okunması aşamasında dinlenen müzik-
zik eşliğinde devam ettirmeleri istendi. İkinci
ten ziyade hikayenin devam ettirilmesi aşama-
grup “nötr-hüzünlü” olarak isimlendirildi. Katı-
sında dinlenen müziğin grupların kelime tercih-
lımcılar hikayeyi nötr müzik eşliğinde okudular.
lerini ve hikayeyi sonlandırış biçimlerini etkile-
Ardından 5 dakikalık testi çözdüler. Testin ardın-
diğini söyleyebiliriz.
Anahtar Kelimeler: Duygudurum, hüzünlü müzik, nötr müzik, hikaye okuma, hikaye yazma 52
TPÖÇG e-Dergi
Türk Üniversite Öğrencilerinde Türkçe ve İngilizce Kelime Listeleri Üzerinde Sahte Anı Oluşumu Özlem BUGUR
Bu araştırmada son yıllarda bilişsel psikolojinin oldukça ilgi çeken bir konusu haline gelen sahte anı (false memory) sürecinde dilin etkisini incelemek istedik. Örneklem olarak ana dili Türkçe, eğitim dili İngilizce olan 100 Doğuş Üniversitesi öğrencisini kullandık. Roediger ve McDermott'ın (1995) DRM prosedürünü ihtiyaçlarımız doğrultusunda değiştirerek kullandık. Hafıza süreci ile ilgili bir konunun işlendiğini bilen katılımcılara 2 safhadan oluşan bir prosedür uyguladık. Deese'in kelime listesinden "meyve" ve "müzik" listelerini seçtik. Her biri 15'er kelimeden oluşan kategorileri, katılımcıların yaşayabileceği olası anlam problemlerini engellemek için 13'e indirdik. Katılımcılara "Meyve-music" veya "müzik-fruit" olarak grupladığımız listeleri İngilizce-Türkçe sırası gözetmeksizin sunduk. Her bir liste okunduktan sonra prova (rehearsal) etkisini azaltmak için 1.5 dakika geçirttik. Daha sonra deneklere 2.5 dakikaları olduğunu ve en son duyduklarından itibaren hatırladıkları kelimeleri uydurma yapmadan yazmalarını istedik. Ardından aynı işlemi diğer dildeki kelime listesi için uyguladık. Ardından katılımcılara dörder derecelik birer ölçek verdik. Yazdıkları kelimelerden ne kadar emin olduklarını anlamak amacıyla her bir kelimeyi "kesinlikle duydum", "sanırım duydum", "sanırım duymadım", "kesinlikle duymadım" ifadelerini temel alarak değerlendirmelerini istedik. Her bir oturum 15-30 dakika sürdü. Öncelikle gözlediğimiz şey Türkçe listelerde de, İngilizce listelerde de tuzak kelimeyi (lure word) hatırlama oranının geçmiş araştırmalardan daha düşük düzeyde olmasıydı. İstatistiksel analiz sonuçları ana dilde, sonradan öğrenilen dile kıyasla, daha fazla sahte anı oluştuğunu gösterdi. Türkçe’de de İngilizce’de de doğru hatırlanan kelimelerdeki eminlik derecesi tuzak kelimenin eminlik derecesinden daha yüksek çıktı. Tuzak kelime dışında yanlış hatırlanan kelime çok az olduğu için tuzak kelimelerdeki eminlik derecesiyle diğer yanlış hatırlanan kelimelerdeki eminlik derecesini karşılaştıramadık. Bulgular çeşitli yönlerden Roediger ve McDermott’un orijinal bulgularıyla karşılaştırıldı. Anahtar kelimeler: Sahte anı; hafıza testi; tuzak kelime; ana dil-ikinci dil 53
TPÖÇG e-Dergi
Keşkesiz Hayat Mümkün Mü? Gülsüm Meriç Ocak Hayatımızdaki keşkeler yelkenlimize yön veren rüzgardır. Bu yaşarken bunaltan ve bizi karamsar bir insana dönüştüren kelime o an için en büyük engel gibi gözükse de ilerisi için önemli bir adımdır. Bir zaman her şey kötü gitmeye başlar ve biz kendi kendimize “Keşke” demeye başlarız. Olaylar öyle karmaşıklaşır ki örümceğin ağına takılmış, kaçmak isteyip de kaçamayan talihsiz bir kelebeğin yerini alır hayatımız. Hayat bu aslında ne her zaman keşkelerle doludur ne de dörtnala başarılara koşulur. Sadece bize iyi gelecek şeyin farkına varmamız biraz zaman alabilir. Belki birkaç engele üst üste takılınca sersemleyebiliriz ya da sona ulaşmamızı güçleştirecek o engelleri bilmeyerek kendimiz hayatımıza yerleştiririz. Keşkeye başvurmadan önce kendimizden olabildiğince uzağa kaçarız. Kimi zaman devrilen kadehlerdir sığınağımız kimi zaman saatlerce, günlerce sarıldığımız yastığımız. Ancak o gün gelip de tüm kapılar bir bir kapandığında dışarı çıkamamak endişesi içimizi kemirir durur. İşte tam da o an da en acınası ve zavallı bir tonlamayla dudaklarımızdan “Keşke” dökülüverir. Bir kabustaymışız da uyanmak için debeleniyormuşuz gibi sağa sola çatarız. Kendi kendimize içimizde biriken tüm sıkıntılardan sıyrılırcasına haykırarak, ardı kesilmeyen keşkelerle dolu cümleler kurarız. Ancak bir zaman sonra keşkeler de önemini yitirmeye, giderek içi boş bir kelime halini almaya başlar. Ne yazık ki bundan sonra ne gören gözlerimiz ne işiten kulaklarımız ne de çıkan sesimiz vardır. Her biri bu bedendeki işlevinden istifa edip uzaktan bizi seyretmeye başlar. Artık geride sadece duygularımız bizimle kalmıştır. Pişmanlık ve sonrasında gelen vicdan azabı -ki bu en dayanılmazıdır duyguların- bizi gün geçtikçe uykuya düşkün, hayata küskün, çatık kaşlı bir insana dönüştürmeye başlar. Çevremizdeki insanlar ağız birliği etmiş gibi “Sen eskiden böyle değildin” diyerek fakat bilmeden seni bu bunalım girdabında daha da derine iterler. Tabi bir de hiç bitmeyen çözüm önerileri vardır “ Bak ben de senin yaşındayken ” ile başlayan ve uzayıp giden daha da vahimi “Bu yanlış yoldu hiç girmeyecektin bak doğru yol bu ” cümleleridir. Elbette bu öneriler ilki gibi seni uçurumdan aşağı yuvarlamaz fakat doğrusunu söyleyen de çıkmaz. Çünkü sundukları –kendilerine göre çözüm diye adlandırdıkları- onların deneyimleridir ve onlara aittir. Bu öneriler “ Ben su içerek haftada 5 kilo verdim sen de iç bak kesin kilo verirsin ” önerisiyle eş değerdedir. Düşünün sahnede oyununu sergileyen hangi sanatçı, arkadaşının repliğini kendisininmiş gibi okur da alkış alır. Hayat sahnesinde herkesin kendi rolü kendi yanlışları, kendi doğruları yok mudur? Her insan kendi hayatını yaşamalı kendine ait sevdiği şarkıları, yanlışlarının kendine ait çözüm yolları olmalıdır. Odanın kapısını kilitleyen ile açacak olan nasıl aynı kişiyse, sorunlarını büyütüp keşkeye dönüştüren ile hayatı kolaylaştırıp, iyi ki yapmışım cümleleri biriktiren aynı kişidir. Yapmamız gereken tüm tembellik ve korkaklığımızdan sıyrılarak harekete geçmek ve istifasını vermek zorunda bıraktıklarımızı görevlerine geri dönmeleri için ikna etmektir. Gören bir gözle yanlışlarımızın farkına varmak, işiten kulaklarımızla duymazlıktan geldiklerimizi işitmeye başlamak ve en gür sesimizle olabildiğince bağırarak “ İstedim, başardım “ diyebilmenin zevkini tatmaktır. Bu haz Mel Gibson’ nın “ Braveheart ” filmindeki karakterinin son sözü kadar derinden ve sarsılmaz bir inançla söylenmiş “Özgürlük” kelimesindeki yoğun manada gizlidir “ İstedim, başardım. “ Unutmamalıyız ki hayat her zaman kötüye gitmez. Sadece bulabileceğiniz yerlere yerleştirdikleriyle doğru yolu bulmanızı sağlar. Bu süreç bazen çok zaman alıp yanlış yollara sapmanıza neden olabilir. Hayat yanlış yollara koyduğu uyarıcı duvarlarıyla sizi birazcık üzerek gerçek mutluluğa erişmenizi sağlar. Size düşen pay keşkelerinizi hayat tecrübesi saymak – duvarlara yaklaştığınızda kaskınızı takmak- ve her şeye inat güneşi kıskandırırcasına inancınıza sahip çıkarak gülümsemek.
54
TPÖÇG e-Dergi
SON... Rahel Karako Geyindiren Babam tam 20 yıldır seninle konuşmuyor. Seninle yemek yemiyor, senin kokunu hissetmiyor. Sabahları senin sesinle uyanmıyor. Her gece sessizce giriyorum odasına, üstü açılmış mı diye bakmak için. Senin fotoğrafını bastırmış yorganına; her defasında, ona, sıkı sıkı sarılmış olarak buluyorum onu. Duvarlarda senin fotoğrafın, her gözünü açtığında her şeyden önce seni görebilmek için... Sabahları, sırf bunun için ben uyandırmıyorum onu, ilk görmek istediği görüntüyü de elinden almamak için... Gizlice ağlarken görüyorum babamı, bana belli etmek istemiyor ama ben sessiz çığlıklarını duyuyorum onun. İçinde gizlemeye çalıştığı kızgınlığı var bana karşı, bunu göstermemek için benimle acısını paylaşmayı erteliyor her defasında, gecenin sessizliğinden alıyor intikamını. İçinden yıldızların varlığına küfrediyor. Değil mi ki, sen, o yıldızların yanındasın, en büyük düşmanı onlar. Aslında o da biliyor yıldızların masumluğunu ve asıl idam edilmesi gereken suçluyu. Babama, doya doya hiç bir zaman sarılmadım, sana ihanet etmemek için. Buna hakkım olmadığını bile bile; çok istedim, babamı öpmeyi… Ona, saatlerce, günlerce sarılmayı, öylece kalmayı. Her bunu istediğimde kendimi daha da suçladım. Yanında uyuması gerekeni, ondan alan ben, onunla uyumak, onunla uyanmak istiyordum. Bunu düşünmesi bile o kadar berbat bir şey ki… Kendimden ölesiye utanıyorum. Bir yerde okumuştum "sevenleri ayırmak en büyük günahtır" diye. Anne, senin kızın sadece katil değil, aynı zamanda günahların en büyüğünü işlemiş bir günahkar. Derler ya bebekler en masum canlılardır diye. Ben daha bebekken işlemişim en büyük kabahatı, seni babamdan ayırarak... Anne, ben bu yükü daha fazla taşıyamıyorum , omuzlarım çöktü. Beynim işlemez , gözlerim görmez , kulaklarım duymaz , dilim tad almaz oldu. Ben senin yanına gelmeye, bugüne kadar göremediğim seni görmeye karar verdim. Bu gece yatıyorum ve uyandığım yer senin yanın olacak. Az kaldı anne, sadece birkaç saat…
55
TPÖÇG e-Dergi
Anladım Belis Kamhi Anladım, Tek kıymetli varlık, Var olduğun anda saklı. Karanlıkta görebildiğin, Sessizlikte duyabildiğin, Dakikalar, saatler haklı. Ve ben, Akreple yelkovan arasında sıkışan, Pamuk kafes içinde tutsaktım. Bir daha anladım. Bu oyunun içinde, Oynanan oyunlar ve bütün kurallar, Unutulacaktı, Ve ben de yalandım. Bir gün uyandım, Etrafıma baktım, yalnızdım. Tutunduğum dallar kopmuş, Sığındığım limanlar yok olmuş. Anladım, İstemesem de anlamak zorunda kaldım. Artık yalnızdım. Bir başıma oynayacağım bir oyun vardı. Çok kez yoruldum, saatlerce uyudum, Her defasında kalkmalıydım. Yine anladım, Savrulduğum her yeri, Keşfetmeden dönmeyecektim, Dönecek yerim kalmadığında, Ve ben bunu anladığımda, Yine boğulacaktım tuzlu sularda. Her yeniliği tattığımda, Bir kez daha anladım; Değişikliğin yorduğunu, Ve unutulduğumu… Yine kalkmalıydım, Tuzlu suların içinden, çıplak ayaklarımla. Değmeli topuklarım, soğuk sulara. Üşümeliyim, ayılmak için uykumdan, Uyumamalıyım içimdeki mahkumla. 56
TPÖÇG e-Dergi
The History of Psychology in Turkey İclal Aydın
Emergence of Modern Science and Psychology in Ottoman State Gündüz Vassaf claims that, “… psychology in Turkey and many other Third World countries has not developed through such a dialectical interaction between science and society. Rather, it is the result of an “export-import” relationship between the industrialized and urbanized countries of the West and the peripheral Third World…” In other words; in the west, the history of psychology started because of the problems which appeared with the industrialization. So, in developed countries scientific developments always depend on the society. On the other hand, in the underdeveloped countries such as Turkey, knowledge of any science field is brought from the foreign, developed countries because of the remaining behind the process of industrialization. As a result, these countries have to import knowledge like psychology. In that case, in Turkey the institutionalization of psychology was brought into existence by some foreigner psychologists’ leadership and the Turkish students’ contribution that had finished a university in a western country by a scholarship from the government. Before the institutionalization of psychology, Ottoman state was an Islamic society and the thoughts of psyche were different from the modern and western concept. The cause of the difference was about the Islamic philosophers’ regarding the psyche in the metaphysics dimension. But in a course of time, the philosophers mentioned about the psyche without following any aim in their books after they paid attention to Sufism. With the Reforms Era in Ottoman Empire, the westernization started. In this way, some authors wrote books to signify psyche in a western sense. The first study is named Ruh which was written by Sırrı Paşa. Hoca Tahsin Efendi followed him by publishing İlm-ü Ahvalü’r Ruh and instructing it in Dar-ül Fünun (İstanbul University). By the Constitutional Monarchy Era in Ottoman Empire, as semantic, psychology was accepted as a natural science with the books which were published by Ali Ayni, Yusuf Kemal, Baha Tevfik, Abdullah Cevdet. In addition, Ahmet Naim who was one of the instructors in Darülfünun, translated Fonsgrive’s book on psychology into Turkish named Mebadi-i Felsefe: İlm’ün Nefs.
Institutionalization of Psychology and Modern Turkish Republic After the establishment of Turkish Republic, the modernization started to become more systematic. So, Turkish education system was influenced by the political changes and strategies. The government wanted to adopt the western education system in Turkey. In this way, some foreigner 57
TPÖÇG e-Dergi
psychologists were brought to Turkey. The first step started with the famous American psychologist John Dewey’s coming for preparing an educational report in 1924. Then Professor Alfred Kühne invited for the same cause. In their report, they mentioned about the necessity of a psychology institution in Turkey. The big changes in Turkish education system after 1924 had reached its peak with the reform of Dar-ül Fünun. In 1933 İstanbul University was established instead of Dar-ül Fünun. At the same year Nazis took the head in Germany. Because of that, a lot of Jewish escaped from Germany. Turkey benefited from this situation and some Jewish lecturers were invited to Turkey. The most important name was Wilhelm Peters in these lecturers. He came to Turkey in 1937 and established a permanent psychology institute in İstanbul University with Mustafa Şekip Tunç, Sabri Esat Siyavuşgil and Sadrettin Celal Antel. So the institutionalization of psychology started. Then a library and a laboratory were established. Because of the external politic changes in 1950s, psychological developments were affected. American lecturers came to Turkey in these years. So, American functionalism was in command of educational system instead of European experimentalism.
Some Important Turkish Psychologists in the Institutionalization Process Mustafa Şekip Tunç: Mustafa Şekip Tunç was born in 1883 in İstanbul. He graduated from Jean-Jacques Rousseau Institute in Switzerland. He became a professor in 1928. Then he became an instructor in İstanbul University, Pedagogy Department. He was the initiator of Bergson’s Philosophy in Turkey. He published his writings in some magazines like Dergâh, İnsan, Ağaç, Çığır, Türk Düşüncesi. His Books: Terbiye Musahebeleri Ruhiyat Dersleri Hissiyat Ruhiyatı Terakki Fikrinin Menşei ve Tekâmülü Yeni Türk Kadını ve Ruhî Münasebetleri İnsan Ruhu Üzerine Gezintiler Ruh Yapımız ve Onun Tipleri Bakımından Ahlâk Ruh Âleminde Bir Din Felsefesine Doğru Berg-son Freudizm Mümtaz Turhan: 58
TPÖÇG e-Dergi
Mümtaz Turhan was one of the instructors in Dar-ül Fünun (İstanbul University) in 1936. He was born in 1908 in Erzurum, Turkey. He graduated from Giessen Berlin and Frankfurt Universities in Germany with a government scholarship between 1928 and 1935. He became a professor on Experimental Psychology in 1952. He was one of the contributors of institutionalization of experimental psychology and establishing the first psychology library and laboratory in Dar-ül Fünun in 1937. He died in 1969. His books:
Kültür Değişmeleri Üniversite Problemi Toprak Reformu ve Köy Kalkınması Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Hâl Çareleri Psikoloji Bakımından Bir Tetkik Beden Yapısı ve Karakter Cemiyet İçinde Fert Garblılaşmanın Neresindeyiz
Erol Güngör: He was one of the famous names on social psychology field. He was born in Kırşehir in 1938. He graduated from İstanbul University, Philosophy Department in 1961. He earned his Ph.D. in 1965. Then he was invited to America by Kenneth Hammond who was the famous social-psychologist in Colorado University. Güngör became professor in 1978. In 1982 he became the Rector of Selçuk University. He contributed to the improvement of social psychology in Turkey with his important translations on this field. His Books:
İslamın Bugünkü Meseleleri
İslam Tasavvufunun Bugünkü Meseleleri
Türk Kültürü ve Milliyetçilik
Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik
Dünden Bugüne
Tarihte Türkler
Muzaffer Sherif: Muzaffer Şherif was one of the founders of the social psychology. He was born in İzmir, Turkey in 1906. He graduated from Dar-ül Fünun (İstanbul University), Philosophy Department in 1929. After he earned his Ph.D. at Columbia University, he came to Turkey for teaching at Ankara University. He 59
TPÖÇG e-Dergi
translated some psychology books to Turkish. He became professor in Oklahoma University in1949. He earned lots of awards. Also he belonged to many organizations in America. He died in 1978. His Books:
A Study of Some Social Factors in Perception
The Psychology of Social Norms
The Psychology of Ego- involvements
An outline of Social Psychology
Groups in Harmony and Tension
Intergroup Conflict and Cooperation: The Robber's Cave Experiment
Social Judgment: Assimilation and Contrast Effects in Communication and Attitude Change
Reference groups: An Exploration of Conformity and Deviance of Adolescence
Attitudes and Attitude Change
Problems of Youth: Transition to Adulthood in A Changing World
Common Predicament
Social Interaction, Process and Products
Reference Scale and Placement of Items with the Own Categories Technique
Interdisciplinary Relationships in the Social Sciences
Social Psychology
On the Relevance of Social Psychology
Norm Change over Subject Generations as a Function of Arbitrariness of Prescribed Norms
Crisis in Social Psychology: Some Remarks Toward Breaking Through the Crisis
References Batur, Sertan & Aslıtürk, Ersin (2006) ‘On critical psychology in Turkey’, Annual Review of Critical Psychology, 5, www.discourseunit.com/arcp/5 Batur, Sertan, Türkiye’de Psikolojinin Kurumsallaşmasında Toplumsal ve Politik Belirleyenler, Viyana University, 2007. Prof. Dr. Akyüz, Yahya ‘Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1982’ye)’, Ankara, 1982. Tanzimat 2,M.E.B., 1999, İstanbul. The Handbook of International Psychology. Michael J. Stevens - editor, Danny Wedding - editor. Brunner-Routledge. New York. Publication : 2004. http://www.elestirelpsikoloji.org/eleps/eleps/politikbelirleyenler.html
60
TPÖÇG e-Dergi
Human Mating with the Integration of Theories Mate Selection: The integration of evolutionary, biological, social and psychoanalytical perspective Pelin Dinc
As it is known mating is human universal (Buss, D., 1993). Marriages are regarded as formal reproductive agreement which contain the unwritten statements such as husband and wife have mutual obligation, there are rights of sexual access, expectation that marriage persists through pregnancy, lactation and child rearing, recognition of couple’s children legitimately (Daly and Wilson, 1988 cited in Buss, D., 1993). Personality characteristics are essential in what people want in a mate (Langhome & Secord, 1955 cited in Botwin et al., 1997). Both women and men tend to mate with those who are kind, understanding, dependable, sociable, stable and intelligent. Role of personality in mate selection and marital happiness are hypothesized in assortative mating and evolutionary psychology. Theories of human mating differ in two ways: mating decisions can be goal directed which means they are strategic or mating decisions can be product of forces beyond the individual’s choice. Freud and Jung proposed that people look for mates characteristics that remind images or models of their opposite-sex parent (Eckland, 1968 cited in Buss, D., 1993). Winch (1958) proposed that people seek in mates characteristics they themselves lack. Cattell and Nesselroade (1967), Thiessen and Gregg (1980), Rushton (1989), and many others proposed that people seek similarity in mates: that likes attract likes (Buss, D., 1993). According to the theories stated above, human mating seems strategic and choices are made to maximize some match and balance like equilibrium. The strategic components of these theories are broad such as seeking for equity, similarity or complemantarity. On the other hand, the theories of mating which do not contain any strategic or goal-directed components, include psychosocial and proximity theories. People mate with others whom they have close bonds and relationships, in other words, whom they come into contact (Eackland, 1968 cited in Buss, D., 1993). Also, social classes can determine the potential mates. For example, educational institutions sometimes bring together people who have similar characteristics such as socioeconomic status, achievement scores, intelligence test scores and social skills. Thus, similar individuals come together in close proximity. According to Buss (1985), similarity in height, weight, personality attributes, intelligence, values, nose breadth and earlobe lengths have crucial importance in human mating. However, the only characteristic in Freud’s and Winch’s theories of mating are biological sex: men tend to marry 61
TPÖÇG e-Dergi
women and vice versa. People tend to mate with others who are similar. Also, people marry those who resemble their parents (Eacland, 1968 cited in Buss, D., 1993). A core premise of the current theory is that human mating is inherently strategic: Individuals seek for mates to solve specific problems that their ancestors dealt with during evolution. Humans’ mating decisions are hypothesized to be goal-directed and problem-solving that is consciously planned or articulated (Buss, D., 1993). This theory supports the idea of sexual selection, which was proposed by Darwin (1871). Sexual selection refers to evolution of characteristics that give organisms reproductive advantage. Success at intrasexual competition and success at intersexual attraction are paths for reproductive advantage. Either successful competition or success at being preferentially chosen by the opposite sex will evolve since they give organisms reproductive advantage (Buss, D., 1993). Trivers (1972) who inspired Buss, proposed that central driving force behind sexual selection is the degree of parental investment each sex devotes to their offspring. Parental investment is any investment by the parent in an individual offspring that increases the offspring’s chance of surviving (and hence reproducing) at the cost of the parent’s ability to invest in other offspring (Trivers, 1972 cited in Buss, D., 1993). Current conception of parental investment is the investment that increases an offspring’s chances of survival and reproduction at the expense of alternative forms of reproductive investment whether or not they involve one’s own offspring (Clutton-Brock, 1991 cited in Buss, D., 1993). According to Trivers, there are two links between parental investment and sexual selections, which are the sex that invests more in offspring, should be choosier about who they mate with and the sex that invests less in offspring should compete for access to valuable high-investing members of the opposite sex. For the empirical support of Trivers’s theory, females invest more heavily than males in offspring and females are more selective whereas males compete more vigorously in intrasexual competitions among mammals. Moreover, from the view of social evolutionary theory, social psychological models and evolutionary models are integrated. Like the social psychological models, evolutionary models of relationships emphasize resource exchange and envision works in the way that is designed to maximize personal gain from a relationship (Kenrick & Trost, 1989 cited in Kenrick et al., 1993). However, evolutionary models focus on mechanisms that were selected since they helped to maximize our ancestors’ genetic fitness. Potential partners act on evolved cognitive-affective heuristics that they would value mates with traits related to possession of adaptive genes that might directly promote the survival of offspring and the capacity to contribute resources that could help the offspring survive (Buss, 1989; Kenrick & Trost, 1989; Sadalla, Kenrick, & Vershure, 1987 cited in Kenrick et al., 1993). It is simply that any tendency to mate with partners who will contribute to
62
TPÖÇG e-Dergi
having healthier, more attractive offspring would be selected (just as any tendency to eat more nutritive sweet fruits would have been selected) over opposing preferences (Kenrick et al., 1993). Evolved preferences still continue to be expressed in today’s world, but they now operate in a rapidly changing world. There are three broad categories of rapid cultural and social change which may impact the nature of mate choice and formation, maintenance and stability of consensual relationships. These three categories are the unprecedented levels of exposure to attractive individuals through various mass media, new ways of meeting potential partners in modern society, and culturally prevalent factors, such as use of hormonal contraceptives, which may disrupt evolved preferences. First of all, mass media presents unrealistic distribution of desirable others (Garner, Garfinkel, Schwartz, & Thompson, 1980; Leit & Pope, 2001; Voracek & Fisher, 2002 cited in Roberts, S., 2010). These presentations of desirable others are evolutionary novel, presenting modern people with stimuli to which our ancestors were not exposed. Media may lead people to inaccurate perceptions of the range and prevalence of desirable others (Kenrick & Gutierres, 1980; Kenrick, Gutierres, & Goldberg, 1989; Kenrick, Neuberg, Zierk, & Krones, 1994 cited in Roberts, S., 2010). Thus, both men and women perceive that highly desirable others are more common and more accessible than they actually are. These inaccurate perceptions may lead to variety of problems for people and their relationships (Gutierres, Kenrick, & Partch, 1999; Kanazawa & Still, 2000; Salmon, Crawford, Dane, & Zuberbier, 2008; Seto, Maric, & Barbaree, 2001; Sloman, Gilbert, & Hasey, 2003 cited in Roberts, S., 2010). In turn, contrast effects in perceptions of others’ desirability, contrast effects in self-perceptions of desirability, selective processing of attractive others and the consequences of these altered perceptions come up with misperception (Roberts, S., 2010). Secondly, exposure to mass media may present people in the modern world with an increasingly biased view of the range and frequency of attractive others (Garner et al., 1980; Leit & Pope, 2001 cited in Roberts, S., 2010). Media exposure produces contrast effects such that, for example, a man’s judgment of the attractiveness and desirability of an average woman declines. A field study by Kenrick and Gutierres (1980) was conducted in which they found that men who viewed some episodes of the TV show Charlie’s Angels rated an average female as less attractive than men who watched other shows or who did not watch TV immediately before rating the attractiveness of an average female (Roberts, S., 2010). Kenrick et al. (1994) tested the hypothesis that a woman’s rating of her partner and her relationship with her partner may be more affected by exposure to highly socially dominant men than to highly physically attractive men. According to Kenrick et al. (1994), the decrease in ratings of relationship quality as a function of exposure to highly desirable others may be mediated by perceptions of the availability of desirable others (Roberts, S., 2010). 63
TPÖÇG e-Dergi
The biased view of the range and frequency of the distribution of attractive others also may affect perceptions of our own attractiveness and, therefore, our self-esteem (Gutierres et al., 1999 cited in Roberts, S., 2010). Media exposure may produce contrast effects for self-assessments, not just partner-assessments and other-assessments (Gutierres et al., 1999 cited in Roberts, S., 2010). Gutierres et al. (1999) hypothesized that a person’s assessment of their own mate value will reflect the trait preferences of the opposite sex, rather than their own trait preferences in a mate (Roberts, S., 2010). Maner et al. suggest that women and men may overestimate the frequency of socially dominant men in an array when attentional capacities are limited. Maner et al. also documented individual differences in the selective attending to attractive faces and in the tendency to overestimate the frequency of attractive women based on the participant’s sociosexuality-a measure of a person’s likelihood of engaging in sexual activity with low levels of investment (Roberts, S., 2010). Current essay discussed human mating with biological, evolutionary, psychoanalytical and social theories. The articles used in the essay seem to have great comparison of theories and good sample sizes as well as satisfactory data analysis. If I would undertake research in this area, I would probably be T. Douglas Kenrick who integrates social psychology with personality psychology. In my opinion, both these fields are inseparable and should be studied together.
References Botwin, Michael D.; Buss, David M.; Shackelford, Todd K. (1997). Journal of Personality, Vol. 65 Issue 1, p107-136 Buss, David M.; Schmitt, David P. (1993); Psychological Review, Vol 100(2). pp. 204-232. Kenrick, Douglas T.; Groth, Gary E.; Trost, Melanie R.; Sadalla, Edward K. (1993); Journal of Personality and Social Psychology, Vol 64(6), Jun, 1993. pp. 951-969. Roberts, S. C., Miner, E. J., Shackelford, T. K. (2010). The Future of an Applied Evolutionary Psychology for Human Partnerships. Review of General Psychology, 14, 4, 318-329.
64
TPÖÇG e-Dergi
ON CHILDREN’S DEVELOPMENT WHICH ONE IS MORE INFLUENCIAL FAMILIES OR PEERS? Pelin Dinc In human development, relationships with parents have a crucial importance due to the fact that these relationships are first and for a long time the most significant of children’s relationships. When children move out of the family context into playgrounds or preschools, relationships with peers begin to get significance. Since family relationships come first in development, it is assumed that family relationships set pattern for later relationships with peers (Lamb, M., 1992). Families have really big influence on children’s development since peer groups begin to develop an influence on children later on development and the fundamental issue is that first relationships would affect following relationships in the life. In this case, it is easy to contrast influences of both families and peers. It would be obvious that family is the first step of life and family relationships always have an effect on peers’ relationships. The differences and contrast parts are generally in the form of time of the relationships. It means that families provide the first sociability of child and subsequent sociability of child depends on this family relationship so family relationships have bigger influence on children’s development. The fact is that early family relationships affect peer relationships but peer relationships do not affect family relationships at the 1st year of the life due to lack of peers . Children, in early years of life, particularly between the ages 0 and 5 years, feel insecure while exploring the life and environment. They need a lasting connection, which they feel safety and love with a specific caregiver who is available for a long period of time. Attachment is a strong tie and deep emotional bond between infants and adults, usually a parent or a caregiver. Attachment involves parents who are providing love, nurturing, trust, safety, and respect to their children, and sensitively responding to their children's needs (Ainsworth, 1978). It is argued that parent-child relationships have an underlying influence on developing relationships with peers (Lamb, M., 1992). Importance of secure infant-mother attachments for later competence in the peer group is the considerable fact which is consistent with the idea that social or unsocial dispositions in peer groups are related to relations of attachment security. It is believed that peer social skills are determined by quality or security of infant-mother attachment. According to Michael Lamb and Alison Nash (1992), there are some ways to conceptualize the association between infant-mother and peer relations. First of all, sociability with mother provides a precursor of sociability with peers. Maternal precursor hypothesis states that infants are biologically prepared to form social relationships with their primary care givers and that later relationships are based on 65
TPÖÇG e-Dergi
earlier infant-parent relationships. Therefore it can be easily said that new social skills appear first in interaction with mothers and later with peers and infants use some social skills more with mothers than with peers (Lamb, M., 1992). In second, it is noted that a person’s relationships with one person may affect his or her relationships with other social partners. Therefore, there should be a model so as to set pattern for later relationships (Vandell, 1985 cited in Lamb, M., 1992). In this case, the model is infant-parent relationship for the subsequent peer relationships. The third alternative is that capacities for relationships with peers and mothers develop from the beginning of life within the context of generalized developing sociability (Hay, 1985; Lewis&Rosenblum, 1975; Vandell, 1985 cited in Lamb, M., 1992). As it can be seen in these three theories, parents are more influential on children’s development rather than peers. Parents are always the first relations of children which results in parent-child relationships are considerably important. Since peers are subsequent relationships of children, these relationships are always affected by these first parent-child relationships. Because of the sequence of relationships, parents are always ahead of peers in children’s development. Research on the association between infant-mother attachment and peer competence is related to behavior in “Strange Situation”. Strange situation is developed by Ainsworth and Witting (1969) in order to observe how children organize their behavior around attachment figures when they are distressed by the unfamiliar environment and entrance of an unfamiliar adult, and brief separations from the parent (Lamb, M., 1992). Ainsworth, Bleher, Waters and Wall (1978) found out three major groups in the Strange Situation. A-group infants are labeled insecure and avoidant because they avoid rather than seek to engage the parent. In the reunion episodes, they do not need to go and engage with the parent. B group infants are securely attached to parent and use parent as a secure base to explore and socialize and they try to reengage the parent leading reunion before returning to exploration. C group infants are labeled insecure-resistant because they seek comfort but when it is offered, they reject it angrily. Also, they are passive and helpless. They seem to be unable to gain security from the parent. According to Ainsworth, strange situation behavior is determined by individual differences in the quality of parent-infant attachment in earlier months of life and predicted how the child would behave in a variety of situations. As it is seen, the best attachment type is B group. It is a fact that B group infants become more sociable and have high peer competence. The fact is that styles of sociability with peers are fundamental imitative of the infant-mother relationships. Research show associations between attachment security and interaction with peers and these associations are consistent with precursor hypothesis and general sociability hypothesis. General sociability hypothesis states that developmental sequences and individual differences in the attainment of social skills follow the same general pattern in interactions with both mothers and 66
TPÖÇG e-Dergi
peers (Lamb, M., 1992). It means that infants who are more sociable with mother are more sociable with peers and who are more sociable early in infancy are more sociable later in infancy. The important issue is that there are early predictors of childhood friendship such as epigenetic or attachment, social network and genetic or temperament. Epigenetic model is a kind of origin of friendship patterns. It states that there is a direct relationship from one set of earlier social experiences to the next ones. In this model, infant first adapts to one relationship and form the other relationships from this primary relationship. This model is associated with attachment theory directly since following relationships are dependent on the attachment relationship between mothers and infant (Lewis, M., 1986). As it is expressed, friendships should be affected by mother-child attachment in the 1st year of life. Infants who are securely attached to their mothers in the 1st year should be more competent in following childhood peer interactions. Another point is the social network model. This is a bit different content from the overall supporting above. It supports the idea that mother-child relationship is not the primary determinant of every type of relationships. The infant experiences and learns different things from the various people in network. Mother-child, father-child, sibling-child, grandparent-child are the examples of early relations which may influence the child’s subsequent relations. In this model, culture could be important factor since child’s relationships center on the child’s needs and culturally determined methods of meeting these needs. For instance, some cultures present the use of multiple cares giving in the form of mother and an older female sibling or friend (Whiting & Whiting, 1975), other cultures support day care settings with multiple adults. The values of culture could determine the nature of the social network, the number of people and the tasks they perform. How does this model affect peer relations in later development? For example, mothers, who are unable assist an attachment relationship, may at the same time prevent the infant from having peer experience. In American culture, it is the mother who assists early contact to others; her failure will result in the absence of contact. Absence of contact will prevent the child from learning how to interact with peers. In this situation, poor attachment and poor friendships are related. The reason is lack of experience with peers. Furthermore, inappropriate maternal behaviors cause a poor attachment relationship and may produce general fearfulness in the child which may affect the contact with peers in later development. To sum up, fear causes lack of contact and interaction, and lack of contact and interaction affect subsequent friendships. The last model is genetic or temperament model. This theory suggests that friendship patterns may be related to individual biological and genetic differences. Aspects of temperament seem to impact the formation of friendships. As it can be seen, parent-child relationships are important due to the fact that they affect peer-child relationships. It is generally difficult to compare families’ influence on children’s development and peers’ influence on children’s development. Nowadays, it is obvious that attachment is a bond not only 67
TPÖÇG e-Dergi
between parent and child but also child and peer. While care giving is more characteristic of a parent-child relationship, there is no reason to think that this function does not occur between friends. For instance, children share their dessert with each other and give money to one another. This is a prosocial aspect because it refers to helping others in need of assistance. For children, care giving between friends may engage sharing and helping activities as well as prosocial behavior (Berndt & Perry, 1986; Bigelow & La Gaipa, 1980; Furman & Bierman, 1983). Although there could be attachment between child and peer, quality of this attachment depends on the kind of interaction style which children have learned through previous interactions with their parents. That means that familial socialization determines the quality of peer relations. Another compare part is adolescence. Adolescents have been influenced both families and peers at the same time. Adolescents’ relationships with parents and peers apart from the social context are central issues for psychologists. Parents and peers have relative influence on the behaviors of adolescents. Parents are assumed to be important in the socialization process as they have knowledge of societal adaptive attitudes of adolescents. During adolescence, peers are seen as new sources of influence but with less awareness than adults. Therefore, it can be said that both parents and peers have an influence on children and their development. To sum up, it is now obvious that parents have more influence rather than peers on children’s development when they are contrasted. The first relationships are always with families so subsequent relationships depend on this family socialization. If child is sociable in early life and have good relationship with parents, it is expected that child will be sociable in later life and have good relationships with peers. That is the reason why parents are more important than peers on development. Peers have less influence than parents due to the fact that they are later relationships of the child. The quality of relationship in early life determines the later relationships. When attachment and adolescence comes to front, it can be argued that both parents and peers have big influence on children’s development. Attachment is bond which is between both child and parent, and child and peers. They are not the same as it is expected but it is obvious that there is bond between not only in the relationship of parent-child but also in peers-child. Adolescence is term which could easily affected by both peers and families. Child’s behaviors are determined by both families’ and peers’ attitudes. Apart from this adolescence issue, I believe that families have more influence rather than peers on children’ development but when I compare both families and peers in the form of adolescence, I can say both families and peers have big influences.
68
TPÖÇG e-Dergi
69
TPÖÇG e-Dergi