Aprilynne Pike - Kanatlar (Peri Serisi 1.Kitap)

Page 1

FARKLI OLDUĞUNUZU ] KEŞFEDERSENİZ NE YAPARSINIZ?

A M A GERÇEKTEN^ FARKLI! t Laurel'ın iki farklı hayatı var. Tamani'yle peri hayatına mı dönmeli yoksa David'le kalıp ailesini mi korumalı? Sihir ve entrika, romantizm ve tehlike dolu bu olağanüstü hikâyeyle perilere dair bildiğinizi sandığınız her şey tamamen değişecek.

"Aprilynne Pike'ın Kanatlar ı muhteşem bir kitap. Mitolojik yaratıcılığı, hikâyenin şaşırtıcı güzelliğine eş değer."

Stephenie Mieyer, Alacakaranlık Seriyi'jjin yazan

Büyüleyici bir hikâye v - Romantic Times

www.pegasusyayinlari.com

ISBN :*î7fl-bQ5-MM5b-57-1

9

"

7 8 6 0 5 4 14 5 6 5 7 4

A p rily n n e Pike


BİR

Laurel’m ayakkabılarının neşeli tıkırtısı, içinde bulunduğu ka­ ramsar ruh haliyle tam bir çelişki içindeydi. Del Norte Lisesi’nin koridorunda ilerlerken meraklı bakışların onu izlediğinin far­ kındaydı. Ders çizelgesini ikinci kez dikkatle inceledikten sonra biyoloji laboratuvarım buldu ve hemen pencerenin dibine oturdu. Madem içeride oturacaktı, o zaman hiç değilse dışarıyı görebilmeliydi. Sınıf arkadaşları odaya doluşurken ön kısma doğru ilerleyen gençlerden birisi ona bakarak gülümsedi. Laurel zorlanarak bu gülümsemeye karşılık verdi, davranışındaki yapmacıklığın his­ sedilmemiş olmasını umuyordu. Kendisini Bay James olarak tanıtan uzun boylu, ince bir adam ders kitaplarını dağıttı. Laurel hemen sayfaları karıştır­ maya başladı. Kitabın başlangıcındaki sayfalar oldukça sıradandı -bitki ve hayvanların sınıflandırılmaları vardı ki bunları zaten biliyordu- ardından da temel insan anatomisine geçiliyordu. Sekseninci sayfa civarındaysa metin sanki farklı bir dille yazıl­ mış gibi bir hal alıyordu. Laurel kendi kendine gülümsedi. Bu uzun bir yarıyıl olacaktı. Bay James’in yoklamada saydığı isimlerden bazıları Laurel’a hiç yabancı gelmedi, bunları o sabah katıldığı derslerden biliyor .7.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

ama hâlâ isimlerle yüzleri bağdaştırmakta zorlanıyordu. Kendini

“Merhaba!”

çevresi yabancılarla çevrilmiş bir ortamda yalnız hissediyordu.

Laurel başını kaldırdı. Bunu söyleyen biraz önce gizlice onu

Gerçi annesi lisedeki ilk gününde herkesin böyle hissettiği

süzen delikanlıydı. Delikanlıda ilk dikkatini çeken şey gözleri

konusunda ona güvence vermişti -sonuçta onların da lisedeki

oldu. Zeytin rengi teniyle tam bir tezat oluşturan duyarlı, açık

ilk günleriydi- ama onun dışında hiç kimse kendini kaybolmuş

mavi gözlerdi bunlar. Tuhaf bir renkti ama kesinlikle kötü an­

ve korkmuş hissetmiyor gibiydi. Kimbilir, belki de yıllarca devlet

lamda değil. Egzotik bir görünümü vardı. Hafif dalgalı, açık

okuluna gitmek bu kaybolmuşluk ve korku hislerine alışılmasını

kahverengi uzun saçları, yumuşak dalgalarla alnına dökülüyordu.

sağlıyordu.

“İsmin Laurel’dı, değil mi?” Gözlerinin altında sımsıcak

Aslında son on yıl boyunca evde eğitim almak Laurel’ın

bir gülümseme ve muntazam dişler vardı. Dilini ister istemez

hoşuna gitmişti. Ona kalsa bunun aynı şekilde sürmesini isterdi

kendi düzgün dişleri üstünde dolaştıran Laurel, diş teli olmalı,

ama ailesi tek çocukları için her şeyin en doğrusunu yapmakta kararlıydı. Beş yaşma basmasıyla birlikte, yaşadıkları küçük

diye düşündü. Kendi dişleri doğal olarak düzgün olduğu için çok şanslıydı.

şehirde evde eğitim almaya başlamıştı. Şimdiyse on beş yaşın­

“Evet.” Sesi boğuk çıkmıştı, bunu düzeltmek için hafifçe

daydı ve bu artık daha büyük şehirde, karma bir lisede eğitim almasını gerektiriyordu.

öksürdü ve aynı anda kendini çok aptal hissetti. “Ben de David. David Lawson. Şey... Yalnızca merhaba demek

Birden odaya tam bir sessizlik hâkim oldu ve Laurel düşün­ celerinden adını yineleyen öğretmenin sesiyle ayıldı.

istemiştim. Bir de sanırım Crescent City’ye hoş geldin demek istedim.”

“Laurel Sewell!”

Laurel gülümsemeye çalıştı.

Hemen, “Burada,” diye seslendi.

“Teşekkürler.”

Bay James onu gözlüğünün üzerinden süzüp bir başka isme geçerken Laurel da başını çevirdi. Rahatlayarak bir an için tuttuğu

“Öğlen yemeğinde ben ve arkadaşlarımla birlikte yemek ister misin?”

nefesini verdi ve elinden geldiğince dikkat çekmemeye çalışarak

Laurel, “Nerede?” diye sordu.

defterini çıkardı.

David onu şaşkınlıkla süzdü. “Şey... Kafeteryada.”

Öğretmen o yarıyılın ders programını açıklıyor, Laurel ise

Laurel hayal kırıklığıyla, “Ya!” dedi. Delikanlı sevimli ve

gözlerini daha önce kendisine gülümsemiş olan delikanlıdan

içten görünüyordu ama Laurel içeride kapalı kalmaktan bıkmıştı.

ayıramıyordu. Onun da gizlice kendisini süzdüğünü fark etti

“Aslında dışarıda biraz hava almak istiyordum.” Bir an sustu.

v<* gülümsememek için kendini zor tuttu.

“Yine de teşekkürler.”

Bay James öğle yemeği tatili için derse ara verince Laurel raliiitlayarak kitabım sırt çantasına yerleştirdi. • 8•

“Dışarısı bana da uyar. Kulağa hoş geliyor. Sana eşlik et­ memi ister misin?” .9 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Gerçekten mi?”

“Hayır, teşekkürler.”

“Kesinlikle, zaten öğlen yemeğim sırt çantamda.” Çantasını

David, Laurel’ın salatasına kuşkuyla baktıktan sonra yeniden

sırtına atarken ekledi: “Ayrıca seni daha ilk gününden yalnız

kendi kekine döndü.

bırakmak olmaz.”

Laurel, David’in ne düşündüğünü anlıyordu, içini çekti. Ne­

Laurel kısa bir tereddüdün ardından, “Teşekkürler,” dedi. “Bu hoşuma gider.”

den sanki insanlar hep aynı şeyi düşünüyorlardı ki? Yeryüzünde sebze yemeyi yeğleyen tek kişi o değildi ki. Laurel tırnaklarıyla

Beraberce arka bahçedeki çimenlere doğru ilerlediler ve ıslak

elindeki Sprite kutusunu tıklattı. “Diyet yapmıyorum.”

olmayan bir yer buldular. Laurel ceketini yayıp üstüne oturdu.

“Ben öyle demek...”

David ise ceketini çıkarmayıp Laurel’ın kısa kot şortunu ve askılı atletini kuşkulu bakışlarla süzdü. “Üşümüyor musun?” diye sordu.

Laurel onun sözünü keserek, “Ben vejamm,” dedi. “Hem de oldukça katı bir vejan.”

Laurel ayakkabılarını çıkardı ve parmaklarını nemli çimenlere

“Ah, öyle mi?”

gömdü. “Ben öyle pek kolay üşümem, özellikle de bu havada. Ama

Laurel başını salladı ve güldü. “Ne kadar çok sebze, o kadar

karlı bir yere gidince kendimi çok kötü hissediyorum. Aslında bu havalar tam bana göre.” Düşüncelere dalmış bir halde gülüm­ sedi. “Annem hep soğuk kanlı olduğunu söyleyerek dalga geçer.” “Öyleyse çok şanslısın. Ben buraya beş yıl önce Los Angeles’tan geldim ve buranın havasına tam olarak alışamadım.” “Ama o kadar da soğuk değil.” “Doğru,” dedi David sırıtarak. “Ama sıcak da sayılmaz. Burada

iyi-” “Haklı olabilirsin.” David hafifçe boğazını temizleyip, “Buraya ne zaman taşın­ dınız?” diye sordu. “Mayısta. O zamandan beri de babama yardımcı oluyorum. Şehirdeki kitapçı dükkânını devraldı da.”

geçirdiğim ilk yılın sonunda hava durumu raporlarını incele­

David heyecanla, “Gerçekten mi?” diye sordu. “Daha geçen

miştim. Burada temmuz ile aralık arasındaki ortalama sıcaklık

hafta oradaydım. Muhteşem bir dükkân. Ama seni orada gör­

farkının yalnızca on dört derece olduğunu biliyor muydun? Bu

düğümü anımsamıyorum.”

gerçekten korkunç.”

“Annem yüzünden. Bütün bir hafta boyunca okul gerek­

David sandviçini yer, Laurel çatalıyla salatasını didiklerken bir süre konuşmadılar.

sinimlerini karşılamak için beni oradan oraya sürükledi. Bu evde eğitim almadığım ilk yıl ve annem yeterince malzememin

Sonra sessizliği bozan yine David oldu. “Annem yanıma iki tane küçük kek verdi. Birini ister misin?” Laurel’a üstü mavi şekerlemeyle kaplı enfes görünümlü bir kek uzattı. “Kv yapımı.”

olmadığına inanıyor.” “Evde eğitim mi?” “Evet, ama bu yıl devlet okuluna gitmemin daha doğru ola­ cağına karar verdiler.”

• 10 .

. ıı.


KANATLAR

David sırıttı. “Bunu yapmış olmalarına sevindim.” Birkaç saniye elinde tuttuğu keki süzdükten sonra, “Eskiden yaşadığın şehri özlüyor musun?” diye sordu. “Bazen.” Laurel hafifçe gülümsedi. “Ama burası da güzel.

APRILYNNE PİKE “Okul nasıldı?” “Berbat.” Sarah işine ara verdi. “Laurel, ne dediğine dikkat et.”

Eskiden yaşadığım yer, yani Orick, çok küçük bir şehirdi. Yal­

“Ama öyleydi. Betimleyebilecek daha iyi bir kelime yok.”

nızca beş yüz kişinin yaşadığı küçük bir yer.”

“Biraz zaman tanımalısın, tatlım.”

“Vay be.” David kıkırdadı. “Los Angeles oraya göre biraz büyük sayılır.”

“Herkes bana hilkat garibesiymişim gibi bakıyor.” “Onların bakma nedenleri yeni birisi olman.”

Laurel gülünce gazoz boğazına kaçtı. David bir şeyler daha sormak ister gibiydi ama zilin çalma­ sıyla birlikte gülümseyerek yalnızca, “Aynı şeyi yarın da yapalım mı?” diye sordu. Bir an duraksadı, ardından ekledi: “Mesela

“Ben başkalarına benzemiyorum.” Annesi gülümsedi. “Peki, bunu gerçekten ister miydin?” Laurel gözlerini devirdi ama annesi haklıydı. Evde eğitim almış ve her şeyden uzakta yetiştirilmişti ama tüm çekingen­

arkadaşlarımla birlikte.” Laurel ilk anda hayır demeyi düşündü ama David’in arka­ daşlığından hoşlanmıştı. Üstelik annesinin o yıl okula gitmesi için ısrar etmesinin en önemli nedenlerinden biri de onun biraz sosyalleşmesini istemesiydi. Cesaretini kaybetmemek için hemen, “Elbette,” dedi. “Bu iyi olur.”

liğine rağmen dergilerdeki ya da televizyondaki genç kızlara benzediğini biliyordu. Ve bundan hoşlanıyordu. Ergenlik konusunda da şanslıydı. Neredeyse saydam beyaz teni sivilcelerden hiç çekmemiş, sarı saçları asla yağlanmamıştı.

“Harika!” David ayağa kalktı ve elini uzattı. Laurel’ın ayağa kalkmasına yardımcı oldu ve bir an tuhaf bir şekilde gülümsedi. “Peki o zaman... Görüşürüz öyleyse.” Laurel onun arkasından bakıp gidişini izledi. Ceketi ve bol kot pantolonu herkesinki gibiydi ama yürüyüşünde onu diğer­ lerinden ayıran bir özellik, kendinden emin, güvenli bir hava vardı. Laurel onun kendinden emin haline imrenmişti. Kimbilir belki bir gün o da... Laurel sırt çantasını köşeye savurup mutfaktaki bar sandalye­ sine tünedi. Annesi Sarah başım yoğurmakta olduğu hamurdan kaldırarak baktı.

O ince, narin yapılı, son derece güzel bir oval yüzü ve açık yeşil gözleri olan, çıtı pıtı bir on beşlikti. Her zaman ince olmuştu, ama asla zayıf değildi. Hatta son yıllarda vücudunun bazı kıvrımları iyice belirginleşmişti. Kol ve bacakları uzun ve narindi, hiç ders almamış olmasına rağmen bir dansçı zarafetiyle yürüyordu. “Kastettiğim benim onlardan farklı giyinmiş olduğumdu.” “Eğer istiyorsan sen de diğerleri gibi giyinebilirsin.” “Evet, ama onların hepsinin hantal ayakkabıları ve dar kot­ ları var, ayrıca üç kat üst üste tişört giymiş gibiler.” “Ne olmuş yani?”

• 12 •

. 13. \


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Ben dar giysilerden hoşlanmıyorum. Hem kaşındırıyorlar

Laurel ustalıkla annesinin pençesinden sıyrılarak bir gazoz

hem de berbat hissettiriyorlar. Ayrıca hantal, ağır ayakkabı giy­

aldı. “Şey... Hoş bir çocukla tanıştım,” dedi. “Adı David... David

meyi kim ister ki? İğrenç.”

bir şey.”

“O zaman sen de istediğini giy. Hem arkadaşların yalnızca

Gözlerini devirme sırası annesindeydi. “Demek öyle. Yeni

giysilerin nedeniyle senden uzaklaşıyorlarsa emin ol onlar senin

bir şehre taşınıyoruz, senin için yepyeni bir şey olan okula baş­

istediğin arkadaşlar değildir.”

lıyorsun ve ilk ilgini çeken bir delikanlı oluyor.”

Tipik anne öğüdü. Hoş, dürüst ama kesinlikle yararsız. “Ayrıca çok gürültülü.”

“Öyle değil ama.” “Şaka yapıyordum.”

Annesi hamur yoğurmayı bırakarak yüzüne düşen perçem­ leri geriye itti. Bu arada kaşlarına bir parça un bulaştı. “Tatlım, koskoca bir okulun ikimizin muhabbeti kadar sessiz olmasını beklememelisin. Biraz mantıklı ol.” “Ben zaten mantıklıyım. Söz ettiğim doğal gürültü değil, çocukların hepsi etrafta vahşi maymunlar gibi koşuşuyor. Bağı­ rıyor, çığlıklar atıyor, gülüyor ve avazları çıktığınca ciyaklıyorlar. Ayrıca kilitli dolapların önünde yiyişiyorlar.” Annesi ellerini beline koydu. “Daha başka?” “Üstelik koridorlar da çok karanlık.” Ses tonundan giderek sinirlenmeye başladığı anlaşılan annesi, “Hiç de karanlık değiller,” dedi. “Geçen hafta okulun tamamını dolaştım, tüm duvarlar beyazdı.” “Ama pencere yok, yalnızca o iğrenç floresan lambalar var. O uydurma şeylerin koridorları doğru dürüst aydınlattığı filan yok. İnsanın içini karartıyor işte. Orick’i özlüyorum.” Annesi hamuru küçük somunlar halinde şekillendirmeye başlamıştı. “Bana biraz da bugün olan iyi şeylerden bahset. Haydi.”

Laurel sessizce oturup tezgâhtaki ekmek hamurundan çıkan sesleri dinledi. “Anne?” “Evet?” Laurel derin bir nefes aldı. “Anne gerçekten de oraya gitmem gerekiyor mu?” Annesi şakaklarım ovuşturdu. “Laurel, bunu daha önce konuşup halletmiştik.” “Ama...” “Hayır. Yeniden aynı şeyi tartışmak istemiyorum.” Tezgâhın üstüne eğildi, şimdi yüzü Laurel’ın hemen karşısındaydı. “Artık seni evde eğitebilecek yeterlilikte olduğumu düşünmüyorum. Gerçeği söylememi istersen aslında seni ortaokula da gönder­ miş olmam gerekirdi. Ama sorun okulun Orick’e çok uzak ve babanın zaten her gün işe gidip geliyor olmasıydı... Artık okula gitme zamanı.” “İyi de evde eğitim programlarından birini sipariş edebi­ lirsin. İnternette araştırmıştım.” Laurel annesinin itiraz etmek

Laurel buzdolabına doğru ilerledi.

için ağzını açmasına fırsat tanımadan hemen ekledi: “Böylece

Annesi, “Hayır,” diyerek bir eliyle onu engelledi. “Önce iyi

beni çalıştırman da gerekmez. Zaten gönderilen program her

bir şey anlat.”

şeyi kapsıyor.” . 14.

• 15.


APRİLYNNE PİKE

KANATLAR

“Peki ya bunun maliyeti ne?” diye soran annesinin sesi sa­ kindi ama tek kaşı belirgin bir şekilde kalkmıştı.

Annesi elini Laurel’m elinin üstüne koydu; sıcak, rahatlatıcı bir temastı bu. “Laurel tatlım, maliyetinden de öte önemli olan

Laurel karşılık vermedi.

yeni şeyler öğrenmen. Bu senin için çok iyi olacak. Önümüzdeki

Annesi kısa bir süre sonra, “Bak dinle,” dedi. “Birkaç ay sonra,

yıl bir İleri Seviye Programı1 alır, bir spor takımına ya da sosyal

hâlâ okuldan nefret ediyor olursan seninle bu konuyu yeniden

kulübe katılabilirsin. Bütün bunlar üniversite başvurularında

düşünebiliriz. Ama Orick’teki gayrimenkulümüz satılana dek,

güzel duracaktır.”

ekstra bir ödemeyi kaldıracak paramız yok. Bunu biliyorsun.”

“Biliyorum. Ama...”

Laurel tezgâha baktı, omuzları düşmüştü. Crescent City’ye taşınmalarının esas nedeni babasının bu­

“Ben annenim,” diye çıkışan annesi haşin ses tonunu hemen yumuşatarak ekledi. “Ve ben okula gideceksin diyorum.”

rada, VVashington Caddesi’nde bir kitabevini devren satın almış olmasıydı. Yılın başlarında oradan geçerken kitabevi üstündeki Satılık tabelasını görmüşlerdi. Dükkânın sahibi işi bırakıyordu.

Laurel başını eğdi, parmağıyla tezgâhın üstündeki karoların arasındaki derzleri takip etmeye başladı.

Laurel annesi ile babasının haftalarca dükkânı satın almak için

Annesi ekmekçikleri fırına koyup saatini ayarladı.

neler yapabileceklerini konuştuklarını anımsıyordu. Evlendikleri

“Anne, şu konserve şeftalilerden var mı? Karnım çok aç.”

günden itibaren her ikisinin de tek düşleri buydu -bir kitabevine

Annesi gözlerini Laurel’a çevirdi. “Aç mısın?”

sahip olmak- ama bir türlü iki yakalarını biraraya getirmeyi başaramamışlardı.

Laurel annesiyle göz göze gelmemek için parmağını gazoz kutusunun üstündeki desenlerin arasında gezdirmeye başladı.

Sonra nisan ayının son günlerinde Jeremiah Barnes adında

“Bugün öğleden sonra acıktım. Son derste.”

birisi Laurel’ın babasını Eureka’daki işyerinde ziyaret etmiş ve

Annesi olayı büyütmemeye çalışıyordu ama her ikisi de bunun

Orick’teki gayrimenkulleriyle ilgilendiğini belirtmişti. Babası eve döndüğünde kelimenin tek anlamıyla sevinçten çılgına dön­

normal bir durum olmadığının bilincindeydi. Laurel aslında hiç

müştü. Ondan sonra her şey bir anda gelişmişti. Laurel şimdi

acıkmazdı. Hatta ailesi yıllar boyunca Laurel’ın bu tuhaf beslenme

neyin önce, neyin sonra olduğunu bile tam kestiremiyordu. Ailesi

alışkanlığı yüzünden başının etini yemişti. Laurel yalnızca onları

Brookings’teki bankada uzun saatler geçirmişti. Sonuçta mayıs

mutlu etmek için her öğün biraz bir şeyler yemeğe başlamıştı

ayının ilk günlerinde kitabevi onların olmuş ve Orick’teki küçük

ama buna ne ihtiyaç duyuyor ne de bundan zevk alıyordu.

evlerinden Crescent City’deki çok daha küçük bir eve taşınmışlardı.

Bu yüzden annesi buzdolabını Sprite’la doldurmayı kabul

Ancak aylar gelip geçmiş, Bay Barnes’la finansal konular bir

etmişti. Karbonatlı içeceklerin henüz tam kanıtlanmamış zarar­

türlü çözümlenememişti. Bu çözülene kadar da para sıkıntıları

larına aldırmıyor değildi ama sonuçta her bir kutu 140 kalori

sürecekti. Babası her gün geç saatlere kadar dükkânda çalışı­ yordu. Laurel ise okula gitmek zorundaydı.

•16 •

1

Advanced Placement. Amerika’da üniversitelerin lisans derslerine eşdeğer sa­ yılan, liselilere yönelik ders programlan, (ed.n.)

.17 .


KANATLAR

demekti. Bu, sudan 140 kat fazlaydı. Hiç değilse böylece Laurel kalori almış oluyordu, her ne kadar bunlar “boş” kalori olsa da. Annesi Laurel’ın her an fikrini değiştirebileceği korkusuyla hemen bir kavanoz şeftali kompostosu getirmek için kilere koştu. Laurel’m midesindeki bu alışık olmadığı burulma hissi İspan­ yolca dersinde, son zile yirmi dakika kala başlamıştı. Eve doğru

İKİ

yürürken biraz yatışmış ama tamamen kaybolmamıştı. Annesi kavanozu Laurel’ın önüne bırakırken, “Al bakalım,” dedi. Sonra da arkasını dönerek Laurel’ı rahat bıraktı. Laurel önündeki tabağa baktı. Annesi baştan önlemini almıştı, tabakta

Biyoloji dersinde son zilin çalmasıyla birlikte Laurel hemen

yarım şeftali ve yanında da yarım bardak şeftali suyu vardı.

lanet biyoloji kitabını çantasının mümkün olduğunca derinine

Şeftaliyi küçük parçacıklara bölüp yedi. Bu arada annesini

yerleştirmek için eğildi.

izliyor, onun dönüp gizlice bakmasını bekliyordu. Ama annesi

“İkinci günün nasıl geçti?”

dönmedi, bulaşıklarla oyalandı. Laurel kendini dile getirilmeyen,

Başım kaldırdığında laboratuvar masasının karşısındaki

hayalî bir savaşı kaybetmiş gibi hissediyordu Sonuçta yemeğini bitirir bitirmez tezgâhın üstüne attığı sırt çantasını aldı ve annesi arkasını dönmeden parmak uçlarına basarak mutfaktan çıktı.

sandalyeye ters bir şekilde oturan David’i gördü. “İyiydi.” En azından derslerdeki yoklamalar sırasında ilk defada ismini duyabilmişti. “Hazır mısın?” Laurel gülümsemeye çalıştı ama ağzı buna itaat etmedi. O gün öğle yemeğinde David ve arkadaşlarına katılmayı kabul ettiğinde, bu ona çok iyi bir fikir gibi görünmüştü. Ama yine de kendisine tamamıyla yabancı olan bir grupla biraraya gelecek olmanın düşüncesi bile onu ürkütüyordu. “Evet!” dedi ama ses tonunun pek de inandırıcı olmadığının farkındaydı. “Emin misin? Yapmak zorunda değilsin.” “Hayır, eminim,” dedi aceleyle. “Şunları toplayayım da.” Ağır ağır not defterini ve kalemlerini topladı. Kalemlerin­ den biri yere düştü. David hemen eğilerek aldı ve ona uzattı. Laurel kalemi kuvvetle çekti ama David, Laurel başını kaldırıp

.1 9 .


APRİLYNNE p ik e

KANATLAR

ona bakana dek kalemin ucunu bırakmadı. “Isırmazlar,” dedi şakayla. “Bunu sana garanti edebilirim.” Koridorda yürüdükleri sırada tek konuşan David’di. Kafe­ teryaya girene dek bir şeyler anlatıp durdu. İçeri girince hemen

“Bu arada sizi tanıştırayım, seni sorguya çeken bu kişi C’lıclsra, Laurel. Merhaba, Chelsea.” Chelsea, David’in selamını görmezden gelerek ekledi: “Her­ halde çok sıkı bir diyettesin.”

dipteki uzun, ince masalardan birinde oturan gruba el salladı.

“Sayılmaz. Böyle yiyecekleri seviyorum sadece.”

Ardından elini Laurel’ın sırtına atarak, “Haydi gel,” dedi.

Laurel, Chelsea’nin dikkatle salatasına bakmakta olduğunu

Laurel birisinin kendisini bu şekilde tutmuş olmasından

lark etti ve bir soru bombardımanının eşiğinde olduğunu hissetti,

dolayı kendini biraz tuhaf hissediyordu ama yine de bu bir şe­

(’.elecek yirmi soruyu yanıtlamak zorunda kalmaktansa gerçeği

kilde onu rahatlatmıştı. David onu kalabalığın arasından geçirdi.

itiraf etmek çok daha doğru olacaktı. “Sindirim sistemim normal

Masaya ulaştıklarındaysa hemen elini çekti.

yemeği pek hazmedemiyor,” dedi. “Meyve ve sebze dışında ne yesem hastalanmama neden oluyor.”

“Evet, beyler, bu Laurel.” David masadaki çocukları teker teker işaret ederek isimlerini

“Bu çok tuhaf. Nasıl bir insan yalnızca yeşillik ve meyve

söyledi ama Laurel beş saniye sonrasında bir tekini bile kulla­

yiyerek yaşayabilir ki? Bu konuyu bir doktorla konuştun mu?

nabilecek kadar anımsamıyordu. David’in hemen yanındaki boş

Çünkü...”

yere oturdu ve etrafında konuşulanları kısmen de olsa anlamaya

“Chelsea!” David’in uyaran sesi sert ancak kısık tondaydı.

çalıştı. Sonra dalgın bir şekilde annesinin o sabah çantasına

Laurel masadaki diğer kişilerin duyduklarından bile emin değildi.

yerleştirdiği gazoz kutusunu, çilekli ıspanak salatasını ve şeftali

Chelsea’nin gri gözleri büyüdü. “Ah, pardon!” Sonra gülüm­

kompostosunu çıkardı.

sedi. Bir anda yüzünün tüm hatlarıyla birlikte gözlerinin içi de

“Salata mı? Lazanya gününde salata mı yiyorsun?”

parlamıştı. Laurel da buna gülümseyerek karşılık verdi. “Se­

Laurel başını kaldırdı. Tam önünde, elinde okulun o günkü

ninle tanıştığıma sevindim,” dedi Chelsea. Sonra dönüp dikkatini

tabildotuyla dolu bir tepsiyle gür, kıvırcık saçlı bir kız duruyordu.

kendi yemeğine verdi ve yemek bitene dek Laurel’ın yemeğine

David, Laurel’ın yanıtlamasına fırsat vermeden atıldı. “Laurel vejan, üstelik de bu konuda çok katı.” Kız bir kaşını kaldırarak yarım şeftali parçasına baktı.

bir daha bakmadı. Öğle arası yaklaşık yirmi dakikaydı. Bu normal şartlar altında çok kısa bir zaman dilimiydi ama Laurel için hiç bitmeyecekmiş gibi uzadı da uzadı. Kafeterya küçüktü, çıkan sesler aynen masa

“Bence vejandan da öte. Vejanlar ekmek yemiyorlar mı?”

tenisi topları gibi duvarlara çarpıp yankılanıyor, çıkan uğultu

Laurel hafifçe gülümsedi.

kulaklarını tırmalıyordu. Laurel sanki herkes bir ağızdan ona

“Bazen.”

bağırıyormuş gibi bir his içindeydi. David’in arkadaşlarından

David kızı sert bakışlarla süzdü.

birkaçı, onu da konuşmalara katmak için girişimde bulundu

.20.

• 21 •


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

ama Laurel bir yandan gürültü, diğer yandan kafeteryanın gide­ rek artan sıcaklığı nedeniyle bir türlü konuşulanlara konsantre olamıyordu. Neden başka hiç kimse bundan rahatsız olmuyordu ki? Bunu anlayamıyordu.

David güldü. “Büyük olasılıkla Steve Tanner içindir. Son derece popüler.” “Herkes apaçık ortada olana kaptırıyor kendini galiba.” La­ urel ders kitabını çıkardı ve Bay James’in beyaz tahtaya yazdığı

O sabah atlet yerine yarım kollu bir tişört giymeyi yeğle­ mişti. Bir önceki gün kendisini o kadar farklı hissetmişti ki aynı duyguyu bir daha yaşamak istemiyordu. Ama şimdi sanki dar yakalı bir şey giymiş gibi tişörtün yakasının giderek yükselip onu boğduğu duygusuna kapılmıştı. Sanki birisi onu boğuyordu. Sonunda zilin çalmasıyla birlikte ayağa fırladı ve herkese birden hoşça kalın deyip David’e onu yakalama fırsatı bile vermeden hızla kapıdan çıktı.

sayfayı açtı. “Bugün yine benimle öğlen yemeğine çıkmak ister misin? Tabii arkadaşlarımla da...” diye sordu David. Laurel tereddüt etti. Onun bunu soracağını tahmin ediyordu ama onu incitmeden yanıt vermenin yolunu bilemiyordu. Ondan çok hoşlanıyordu. Gürültü arasındaki konuşmalarından anlaya­ bildiği kadarıyla arkadaşlarından da hoşlanmıştı. “Sanmıyorum,” dedi. “Ben...”

Doğruca tuvaletlere koştu, çantasını pencerenin eşiğindeki lavabonun yanında, yere bıraktı. Başını pencereden dışarı, açık havaya uzattı. Derin derin nefesler alarak soğuk, nemli ve tuzlu havayı soludu. Serin havanın vücuduna daha da çok temas et­ mesini sağlamak için defalarca tişörtünün önünü havalandırdı. Yemek sırasında hissettiği hafif mide bulantısı ve boğulma hissi giderek azaldı. Tuvaletten bir sonraki dersine son anda yetişecek

David hemen sözünü kesti. “Chelsea yüzünden mi? Onun yediklerin yüzünden seni utandırmak gibi bir düşüncesi yoktu. O yalnızca içinden geçeni açıkça, düşünmeden söyleyen çok dü­ rüst bir kız, hepsi o. Aslında alışınca bu hoşuna bile gidiyor.” “Sorun o değil, aslında arkadaşlarının hepsi çok iyi. Ama ben... Ben kafeteryaya dayanamıyorum. Bütün gün içeride kapalı kaldıktan sonra hiç değilse öğlen yemeği sırasında açık havada

şekilde çıktı. Okuldan sonra ağır ağır eve doğru yürüdü. Güneş ve temiz hava onu canlandırmış, rahatlatmış, midesindeki bulantı his­ sinin tamamen kaybolmasını sağlamıştı. Yine de ertesi sabah giysilerini seçerken atlet giymeyi yeğledi. Biyoloji dersinden hemen önce David yanındaki sandalyeye oturmuştu. “Buraya oturabilir miyim?”

bulunmaya ihtiyacım var. Sanırım on yıl süreyle evde eğitim almanın özgürlüğüne alışmış birisi olarak bundan vazgeçmekte zorlanıyorum.” “Peki o zaman, bizim seninle dışarıda yememizi ister misin?” Laurel filumdan bahsedilen dersin başını dinlerken sessiz kaldı. Ama sonra fısıldayarak, “Bu çok hoşuma giderdi,” dedi.

Laurel başını salladı. “Tabii. Genellikle burada oturan kız

Zilin çalmasıyla birlikte David hemen, “Seninle dışarıda bu­

tüm ders boyunca içine Steve yazdığı kalpler çizip duruyor. Bu

luşuruz,” dedi. “Bu arada ben de diğer çocuklara gelmek isteyen

da benim için oldukça dikkat dağıtan bir durum.”

olup olmadığını sorayım.”

• 22 •

• 23 •


KANATLAR

O

gün öğlen yemeği biterken Laurel çocuklardan yaklaşık

yarısının adını öğrenmiş ve bazı konuşmalara katılmayı başara­ bilmişti. Chelsea ve David’le bir sonraki dersinin olduğu sınıfa kadar yürüdüler ve bu ona çok doğal geldi. Koridorda David’in Bay James’le ilgili yaptığı bir esprinin ardından Laurel’ın attığı kahkaha koridorlarda yankıladı. Böylece okul Laurel’a yalnızca üç gün sonra daha sıcak, çok daha samimi görünmeye başlamıştı. Artık kendini kaybolmuş gibi hissetmiyordu. Hatta pazartesi günü dayanılmaz olarak nitelendirdiği gürültü bile artık o kadar kötü gelmiyordu. Orick’ten geldiğinden beri Laurel belki de ilk kez kendini bir yere ait hissediyordu.

Okulun sonraki haftaları ilk birkaç berbat günde düşleyemeyeceği kadar hızlı geçti. David’i tanımış olmaktan dolayı mutluydu; okulda sık sık birlikte takılıyorlardı, hatta Chelsea’yle ortak bir dersleri bile vardı. Öğlen yemeğinde asla yalnız kalmıyordu. Artık Chelsea ve David’i arkadaşları olarak düşünebileceği bir noktaya geldiğini hissediyordu. Dersler de fena sayılmazdı. Gerçi konu­ ları başkalarıyla aynı hızda kavramasının beklenmesi tuhaf bir durumdu ama Laurel buna da alışmaya başlamıştı. Crescent City’ye de alışmaya başlamıştı. Tabii ki Orick’ten büyüktü burası, ama yine de oldukça fazla açık ve yeşillik alan vardı. Binaların hemen hiçbiri iki kattan yüksek değildi. Her yerde ince uzun çamlar ve geniş yapraklı ağaçlar vardı, hatta marketin önünde bile. Çayırlık alanlardaki çimenler sık ve yük­ sekti. Tarhlarda büyüyen çiçek ve sarmaşıklar birçok binanın dış cephesini kaplamıştı. Eylül ayında bir cuma günü Laurel son dersi olan İspanyolcadan çıkarken sınıfın kapısında David’le çarpıştı. David bir elini Laurel’m omzuna atarak, “Özür dilerim,” dedi. “Sorun değil. Önüme dikkat etmiyordum.”


KANATLAR

a p r il y n n e p ik e

David'le gözleri karşılaştı. Laurel ürkek ürkek gülümsedi ve birden yolu kapattığını fark etti. I lemen kapının eşiğinden çekilerek, “Çok affedersin,” dedi.

Laurel, David’in peşinden kalabalık koridorda ilerledi. Serin eylül havasına çıktılar. Güneş sisi dağıtmaya çalışıyordu, hava oldukça rutubetliydi.

“Şey, aslında... ben de sana bakıyordum.”

Rüzgâr batıdan esiyor, okyanusun tuzlu, keskin yosun ko­

David gergin görünüyordu.

kusunu iç kesimlere taşıyordu. Laurel derin derin soluk aldı.

“Ben de tam...” Laurel kitabını gösterdi. “Bunu dolabıma

Evinden yaklaşık bir kilometre ötede sessiz, sakin bir bölgeye

koymam gerekiyor.” Birlikte Laurel’m dolabına gittiler. Laurel İspanyolca kitabını dolaba yerleştirdikten sonra soran gözlerle David’e baktı. “Şey, düşünüyordum da, acaba bugün öğleden sonra benimle takılır miydin?” Laurel’m yüzündeki gülümseme kaybolmadı ama midesinin kasıldığını hissediyordu. O zamana kadar arkadaşlıkları hep

ulaştıklarında, serin sonbahar havasını tekrar tekrar içine çeke­ rek bunun mutluluğunu yaşadı. “Annenle mi yaşıyorsun?” diye sordu David’e. “Evet. Annem ve babam ben dokuz yaşındayken ayrıldılar. İliz de annemle okulum bitince buraya geldik.” “Annen ne yapıyor?” “Eczacı.”

okulla sınırlı kalmıştı. Laurel birden David’in öğlen yemekleri ve

“Ah!” Laurel güldü. “İşte bu ilginç.”

dersler dışındaki zamanlarda ne yaptığını bilmediğinin farkına

“Neden?”

vardı. Bunu öğrenebilme ihtimali bir anda ona çekici gelmişti.

“Benim annem de uzman natüropat.”

“Ne yapacaksın?” diye sordu.

“O da ne?”

“Bizim evin arka tarafında bir koruluk var, sen de açık ha­

“Genel tanımıyla bitkilerden ilaç elde eden bir kişi. Hatta

vada olmaktan hoşlandığın için orada birlikte yürüyüş yapabi­

kullanacağı bitkilerin bir kısmını yetiştiriyor da. Ben şimdiye

leceğimizi düşündüm. Orada görmeni istediğim çok farklı bir

dek hiç ilaç almadım, hatta soğuk algınlığı hapı bile.”

ağaç var. Şey... Aslına bakarsan iki ağaç, ama neyi kastettiğimi ancak onları görünce anlayacaksın. Tabii istersen.” “Peki. Tamam.” “Gerçekten mi?” Laurel gülümsedi.

David şaşırmıştı. “Benimle dalga geçiyorsun.” “Hayır. Kullanacağımız ilaçları annem kendisi hazırlar.” “Annem bunu duysa çılgına dönerdi. Hastalıkların ancak uygun ilaçlarla geçeceğini düşünür.”

“Kesinlikle.”

“Benim annemse doktorların insanı öldürdüklerini düşünüyor.”

“Harika.” David arka kapıya giden koridora baktı. “Arka

“Bence annelerimizin birbirlerinden öğrenecekleri çok şey

kapıdan çıkarsak oraya çok daha kolay ulaşırız.”

var.” . 27.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR Laurel güldü. “Büyük olasılıkla.” “Yani annen hiç doktora gitmez mi?”

“Annem adım dışında hiçbir şey bilmediğimi söylüyor. Ne nereden geldiğimi ne kim olduğumu biliyormuşum. Hiçbir şey Itilıniyormuşum yani.”

“Asla.”

“Bu şimdiye dek duyduğum en tuhaf hikâye.”

“Peki sen evde mi doğmuşsun?”

“Bu yüzden de çok büyük yasal sorunlar çıkmış ya. Annem

“Beni evlatlık almışlar.”

ve babam beni evlat edinmeye karar verdiklerinde gerçek annemi

“Ah, öyle mi?” David bir an sustu. Sonra, “Peki, gerçek anne

huİması, geçici vesayet işlemlerini filan halletmesi için avukat

babanı tanıyor musun?” diye sordu. Laurel bir kahkaha attı. “Hayır.”

dışında özel bir dedektif bile tutmuşlar. Her şeyin sonuçlanması tam iki yıl sürmüş.” “Peki, bu süre boyunca koruyucu aile yanında filan mı kaldın?”

“Bunun nesi komik?”

“Hayır. Anne ve babamın başvurduğu yargıç çok anlayışlı,

Laurel dudağını ısırdı. “Gülmeyeceğine söz verir misin?”

yardımsever bir insanmış. Bu uzun süreç boyunca onlarla ya­

David ciddiyetle elini yemin edercesine kaldırdı. “Yemin

şamama karar vermiş. Evimize her hafta bir sosyal hizmetler görevlisi gelir, yaşantımızı denetlerdi. Yedi yaşıma kadar ailemin

ederim.” “Birisi beni bir sepet içinde annemlerin kapısına bırakmış.” “Haydi canım! Benimle dalga geçiyorsun.”

İteni eyalet dışına çıkarmasına bile izin yoktu.” “T\ıhaf. Nereden geldiğini hiç merak etmedin mi?” “Ettim. Ama bunun yanıtı yoktu. Sonuçta insan alışıyor,

Laurel kaşlarını çattı.

hatta bunu düşünmek bile istemiyor.”

David yutkundu. “Ciddi misin?”

“Peki ya gerçek anneni bulsaydın ne yapardın?”

Laurel başıyla onayladı.

“Bilemiyorum,” diyen Laurel ellerini cebine soktu. “Belki...

“Ben bir sepet çocuğuyum. Üstelik o sırada bebek bile de­ ğilmişim. Üç yaşındaymışım, annem kapıyı açtıklarında benim tepindiğimi ve kalkıp gitmeye çalıştığımı söylüyor.” “Demek bebek değil, küçük bir çocuktun. Konuşabiliyor muydun?”

Aslında şu anki yaşantımdan mutluyum. Sonuçta anne ve babamı seviyorum, onların çocuğu olmak beni mutlu ediyor.” “Bu harika.” David ilerideki bir bahçe yolunu işaret etti. “Oradan gideceğiz. Yağmur yağacak gibi. Umarım çantalarımızı bırakıp o ağacı görmeye fırsatımız olur.” “Burada mı yaşıyorsunuz? Çok güzel bir eviniz var.” O sırada

“Eh işte. Annem aşağı yukarı bir yıl çok tuhaf bir aksanla konuştuğumu söylüyor.”

parlak kırmızı kapılı, küçük, beyaz bir evin önünden geçiyor­ lardı. Evin önünde boylu boyunca uzanan çiçek tarhı rengârenk

“Peki, nereden geldiğini anımsamıyor musun?” • 28 .

katmerli zinnia çiçekleriyle doluydu. .29.


KANATLAR

“Öyle olmalı,” diyen David evin önündeki kısa bahçe yoluna girdi. “Bu yaz burayı boyamak iki haftamı aldı.” Çantalarını ön kapının dibine bıraktıktan sonra küçük, zevkle dekore edilmiş mutfağa girdiler. David, “Sana ne ikram edebilirim?” diye sorarken buzdo­ labını açtı. Bir kutu Mountain Dew2 çıkardı ve büfeden de bir kutu Tvvinkies3 aldı. Laurel Tvvinkies’lere burun kıvırmamak için kendini zorlarken etrafına bakındı. O anda gözüne meyve

APRİLYNNE p ik e

yumuşak ve kalın bir halıyla kaplıydı. Sık, büyük ağaçlar uzaktaki arabaların gürültüsünü perdeliyordu. Koruya derin bir sessizlik hâkimdi. Laurel hayranlıkla etrafına bakındı. “Çok güzel.” David ellerini beline koymuş etrafına bakıyordu. “Sanırım gerçekten de öyle. Aslında doğa düşkünlüğüm olmamasına rağmen burada mikroskobumun altında inceleye­ bileceğim çok değişik bitkiler bulabiliyorum.” Laurel onu gözlerini kısarak süzdü. “Mikroskobun da mı

dolu bir kap takıldı. Taze, yeşil bir armudu işaret ederek, “Şunlardan birini ala­

var?” Sonra kıs kıs güldü. “Bu ne bilim merakı!” David güldü. “Evet, herkes Clark Kentin de ahmağın teki

bilir miyim?” diye sordu. “Elbette. Haydi, istediğini kap da gidelim.” David bir de su

olduğunu düşünüyordu ama onun da gerektiğinde nasıl değiş­ tiğini biliyorsun.”

şişesi aldı. “Su ister miydin?” Laurel gülümsedi. “Elbette.” Yiyeceklerini ceplerine koyup arka kapıya doğru ilerlediler

“Yani bir tür Süpermen olduğun iddiasında mısın?” David şaka yollu takılarak, “Kimbilir,” dedi. Laurel güldü ve başını eğdi. Birden utanmıştı. Başını kal­

ve sürgülü kapıyı açtılar. Laurel bakımlı, yüksek bir çitle çevrilmiş geniş arka avluya çıktı. “Bana çıkmaza girmişiz gibi geldi.” David güldü. “Deneyimsiz gözler için öyle olabilir.” Tuğlalı duvara yanaştı ve birden sıçrayıp duvarın kenarına tutundu ve kendini duvarın üzerine çekip oturdu. Sonra elini uzatarak, “Haydi gel,” dedi. “Sana yardımcı olayım.” Laurel ona kuşkuyla baktıysa da elini uzattı. Ardından şa­ şırtacak kadar küçük bir çabayla duvarın öte tarafına geçtiler. Ağaçlar neredeyse çitin hemen dibinden başlıyordu. Dolayı­

dırdığında David’in ona bakmakta olduğunu gördü. Gözleri karşılaştı. Sanki bir anda koruluk daha da sessizleşmişti. La­ urel onun kendisine bakma biçiminden, yumuşak ve inceleyici bakışlarından hoşlanıyordu. Sanki yüzünü incelip onu daha yakından tanımak istiyordu. Uzun bir süre sonra David de gülümsedi. O da utanmış gibiydi. Başıyla ağaçlar arasındaki belli belirsiz bir yolu işaret etti. “Dediğim ağaca şuradan gidiliyor.” David önde Laurel arkada, sanki bir yere ulaşmayacakmış

sıyla çitin öte tarafına sıçradıkları anda kendilerini koruluğun

gibi ağaçlar arasından ileri geri kıvrıla kıvrıla uzanan yolda

içinde buldular. Zemin dökülen yaprakların oluşturduğu nemli,

ilerlediler. David birkaç dakika sonra durdu ve yolun hemen

2 3

Kafein oranı biraz yüksek bir gazoz türü, (ç.n.) İçi krema dolu bir tür kek. (ç.n.)

• 30.

yanındaki büyük bir ağacı işaret etti. Laurel, “Vay canına!” diye haykırdı. “Olağanüstü.” . 31.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Gerçekten de manzara büyüleyiciydi. Bir köknar ile akçaağaç

“Seni geri götüreyim. Birazdan yağmur yağacak.”

yan yana büyümüş, birbirine sarılmıştı. Dalları iyice birbirine

Laurel ayağa kalkarak üstüne yapışan kurumuş yaprak ve

karışmış ve dolanmış, sonuçta bir yanında dikenli çam yaprakları,

topraklan temizledi. “Beni buraya getirdiğin için teşekkürler.

diğer yanında geniş yaprakları olan dev bir ağaç ortaya çıkmıştı.

(Jerçekten olağanüstü bir yer burası.”

“Buraya taşındığımızda keşfettim bu ağacı.” “Peki... baban nerede?” Laurel sırtını ağaca dayadı ve yap­ rakların oluşturduğu yumuşak yığma oturdu. Sonra cebinden armudunu çıkardı.

“Beğendiğine sevindim.” David gözlerini ondan kaçırıyordu. “Ama... aslında amacım yalnızca bu kadar değildi.” “Ah.” Laurel kendisine kompliman yapılmasından hoşlansa da elinde olmadan garip hissetti.

David’in boğazından gülmeye benzer tuhaf bir ses duyuldu. “San Fransisco’da. Büyük bir firmada savunma avukatı.” “Onunla sık görüşüyor musun?” David de yanına, yere oturdu. Dizi hafifçe Laurel’m baca­ ğına değiyordu. Laurel bacağını çekmedi. “Birkaç ayda bir. Özel

“Buradan,” diyen David arkasını döndü. Yüzü kızarmıştı. Yağmurun ilk damlalarıyla birlikte çitin üstünden geçtiler. Yeniden mutfağa döndüklerinde David, “Seni almaya gelmesi için annene telefon etmek ister misin?” diye sordu

jeti var, McNamara Üssü’ne uçuyor ve hafta sonu için beni de

“Yo, gerek yok, ben giderim.”

yanına alıyor.”

“Ama yağmur yağıyor. Seninle birlikte geleyim.”

“Güzelmiş.”

“Sorun değil. Gerçekten, yağmurda yürümeyi severim.”

“Öyle denebilir.”

David bir an sustu, sonra birden, “Seni telefonla arayabilir miyim? Yarın mesela?” diye sordu.

“Onu sevmiyor musun?” David omzunu silkti. “Eh işte. Bizi terk eden o oldu, ayrıca asla benimle daha fazla zaman geçirmek için özel bir çaba filan da göstermedi. Hatta bunu denemiyor bile. Yani benim onun yaşamında özel bir yerim yok, anlıyorsun değil mi?” Laurel başını salladı. “Affedersin, üzgünüm.” “Sorun değil. Onunla beraberken çok eğleniyoruz. Yalnız bazen garip geliyor.” Birkaç dakika sessizlik içinde oturdular. Huzurlu, dingin ortam her ikisini de rahatlatmıştı. Neden sonra birden şiddetli

Laurel gülümsedi. “Elbette.” “Güzel.” David mutfak kapısının eşiğinde duruyordu, yoldan çekilmedi. Laurel elinden geldiğince nazik olmaya çalışarak, “Kapı bu taraftaydı, değil mi?” diye sordu. “Öyle de, telefon numaran olmadan seni nasıl arayabilirim ki?” “Ah, pardon.” Laurel bir kalem çıkararak numarayı telefonun hemen yanında duran not defterine yazdı.

bir gök gürlemesinin duyulmasıyla birlikte ikisi birden yerle­

“Benimkini vereyim mi?”

rinden sıçradılar.

“Tabii.” • 32 •

• 33.


APRİLYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel kâğıt çıkarmak için çantasını açmaya yöneldi. David onu durdurdu. “Hiç gerek yok, bununla uğraşma. İşte, al.”

“Kaçta istersen. Yarın anneme ev işlerinde biraz yardımcı olmak dışında hiçbir işim yok.”

Laurel’ın elini tuttu ve avucunun içine numarayı yazdı.

“Tamam. Seni ararım.”

Sonra da süklüm püklüm, “Böylece kaybetmezsin de,” diye

“Güzel. Yarın görüşürüz.” Laurel hoşça kal dedikten sonra telefonu kapadı. Basamakları

mırıldandı. “Güzel. Haydi, görüşürüz.” Laurel sağanak yağmura çık­ madan önce David’i sıcak bir gülümsemeyle süzdü ve vedalaştı. Ev gözden tamamen kaybolana dek şiddetli yağmurda yü­ rüdükten sonra Laurel anorağının kapüşonunu arkaya itti ve yüzünü gökyüzüne çevirdi. Yağmur damlacıkları yanaklarından süzülüp ensesine doluşurken derin derin soluk aldı. Kollarını yağmura doğru uzattı ama o anda telefon numarasını anımsadı. Ellerini cebine soktu ve yağmur yavaş yavaş başından aşağı sü­ zülürken gülümseyerek hızını biraz artırıp yürümeyi sürdürdü. Laurel eve girdiğinde telefon çalıyordu. Annesi evde yoktu, Laurel telefonun kapanmaması için son birkaç basamağı koşarak çıkmak zorunda kaldı. “Alo?” dedi soluk soluğa. “Ah, merhaba, eve vardın demek. Neredeyse mesaj bıra­ kacaktım.” “David?” “Evet. Seni böyle hemen aradığım için bağışla ama düşün­ düm de, haftaya biyoloji sınavımız var. Acaba yarın bize gelsen de beraber çalışsak nasıl olur?” “Ciddi misin? Bu harika. Sınav için çok endişeleniyordum. Konuların yalnızca yarısını biliyorum sanırım.” “Harika.” David bir an sustu. “Yani harika olan senin endi­ şeleniyor olman değil tabii... Neyse, görüşürüz.” Laurel onun mutluluğunu hissederek gülümsedi. “Kaçta?” . 34*

ikişer ikişer atlayarak merdivenlerden çıkarken kendi kendine gülümsüyordu.


DORT

Cumartesi sabahı Laurel’m gözleri güneşin ilk ışıklarıyla birlikte açıldı. Bu onun için özel bir durum değildi, o zaten her sabah erkenden, gün ağarırken kalkardı; bu hep de böyle olmuştu. Anne ve babasından yaklaşık bir saat önce uyanır, böylece açık havada tek başına dolaşma olanağı bulurdu. Böylece okula ka­ panıp kalmadan önce sırtında güneşin sıcaklığını, yanaklarında serin rüzgârı hissetmenin keyfini yaşayabiliyordu. Güneşi hissetmeye uygun açık giysilerini giydikten sonra arka kapının yanındaki kutusundan annesinin eski gitarını aldı. Sonra sabahın erken saatlerinin serin, dingin, sessiz ortamının keyfini çıkarmak için yavaşça evden dışarı süzüldü. Eylülün son günleriydi. O berrak, aydınlık sabahlar yerini okyanustan ya­ yılan ve şehri yaklaşık olarak öğlen saatlerine kadar kaplayan hafif sise bırakmıştı. Arka bahçelerine kadar uzanan dar, kıvrımlı yolda ilerledi. Evleri küçüktü ama arsası büyüktü. Hatta Laurel’ın ailesi günün birinde evi büyütmeyi bile düşünüyordu. Bahçede evi gölgelen­ diren birkaç ağaç vardı. Laurel buraya taşındıklarında neredeyse bir ay boyunca annesinin bahçeye çiçek, fide ve dış duvarların dibine de onları saracak asma ve sarmaşıkları dikmesine yar­ dımcı olmuştu. • 37.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Evleri yol boyunca sıralanan bir dizi evden biriydi. Dolayı­

Laurel banyonun kapısını kilitledikten sonra lavabo tezgâhının

sıyla her iki yanda da komşuları vardı. Yine de Crescent City’de

iistiine oturdu. Aynada sırtım görebileceği şekilde dönüp durdıı.

bulunan evlerin birçoğu gibi onların arka bahçesi de doğrudan

Elbisesinin üstünü aşağı sıyırdı ve şişliği aramaya koyuldu. So­

ormana açılıyordu. Laurel genellikle sabahın erken saatlerinde

nunda iki kürek kemiğinin ortasında, derinin altından parlayan

henüz temiz ve soğuk olan havada ormanın içindeki dar, kıvrımlı

kiiçük, kabarık bir daire şeklindeki yumruyu buldu. Pek fark

patikadan yürür ve koruluğun ortasında evlere paralel akan

edilmiyordu ama oradaydı işte. Laurel şişliği hafifçe dürttü. Acı

ince derenin kıyısına giderdi. Sonra derenin kıyısına oturur,

yoktu ama dürtünce o noktada belli belirsiz bir karıncalanma

ayaklarını çıkarır, suya sokardı.

hissetmişti. Bu bir sivilce olmalıydı. Laurel yüzünü ekşiterek,

O gün de dere boyunca yürüyüp kıyısına oturdu. Ayaklarını sabahın o erken saatinde henüz temiz, berrak olan serin suya soktu. Birazdan böcekler ve yakarcalar ortaya çıkacak, derenin yüzeyini yiyecek bir şeyler arayarak beneklendireceklerdi. Laurel gitarı dizlerinin üzerine yerleştirdi, acemice telleri tıngırdatmaya başladı. Bir süre sonra kulağa hoş gelen bir melodi çıkarmayı başarmıştı. Sessizliğin içinde müzik yapmak çok hoş bir duyguydu. Bir müzik aleti çalmaya üç yıl önce annesinin eski

o kadar da önemli değil, diye düşündü. Önemli aslında, ama önemli değil. O

sırada koridordan annesinin ayak seslerini duydu. Başını

banyo kapısından dışarı uzatarak seslendi. “Anne?” Annesi esneyerek, “Mutfaktayım,” dedi. Laurel sesi izledi. “Sırtımda bir şişlik var. Bir bakar mısın?” diye sordu. Annesi şişliğin üzerine hafifçe birkaç kez bastırdı. Sonra

gitarını tavan arasında bulduğunda başlamıştı. Gerçi gitarın

huzur veren bir sesle fısıldadı.

tellerinin yenilenmesi ve akort edilmesi gerekiyordu ama Laurel

“Yalnızca bir sivilce.”

annesini bunları yaptırmaya ikna etmeyi başarmıştı. Annesi gitarın artık onun olduğunu söylemişti ama Laurel halen an­ nesinin olduğunu düşünmekten hoşlanıyordu. Böylesi çok daha romantikti. Kuşaktan kuşağa geçen bir aile yadigârı gibi. Omzuna konan bir böcek sırtından aşağı doğru yürümeye başladı. Laurel parmağıyla onu ezmeye çalıştığında bir şeye değdiğini hissetti. Kolunu sırtına doğru biraz daha uzatıp aynı noktayı yeniden yokladı. Hâlâ oradaydı, derinin altında ancak

“Ben de öyle düşünmüştüm.” Laurel elbisenin üstünü giydi. “Sende sivilce olmazdı.” Annesi bir an duraksadı. “Acaba şey mi başladı... Biliyorsun işte.” Laurel aceleyle başını salladı. “Yalnızca bir rastlantı.” Sesi tatsız ve gülümsemesi acıydı. “Her zaman söylediğin gibi, bunun nedeni ergenlik olmalı.” Birden arkasını döndü ve annesinin başka soru yöneltmesine fırsat vermeden mutfaktan çıktı.

hissedilecek büyüklükte, yuvarlak, küçük bir şişlik. Başını ar­

Odasına dönünce yatağın üzerine oturup küçük şişlikle oy­

kaya çevirdi ama omzundan gerisini göremedi. Yeniden elledi,

namaya başladı. Aslında ilk sivilcesini normal karşılıyordu, er­

ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonunda ayağa kalktı, aynaya

genliğe geçiş töreni gibiydi. Kitaplarda anlatıldığı gibi bir ergenlik

bakmak için keyifsizlikle eve döndü.

yaşamamıştı. Gerçi göğsü ve kalçaları -belki biraz erken bile

.38*

.39.


KANATLAR

a p r il y n n e p ik e

olsa- beklendiği şekilde bir gelişim göstermişti ama hiç sivilcesi

“Bu öyle bir şey değil,” diyen Laurel doğruyu söylediğinden

olmamıştı. On beş buçuk yaşında olmasına rağmen henüz regl

pek de emin değildi. “Yalnızca ders çalışacağız. Pazartesi biyoloji

olmaya da başlamamıştı.

sınavımız var, ciddi şekilde yardım almazsam çakacağım kesin."

Annesi bu durumu her zaman omuz silkerek geçiştirmeye

“Evleri hemen köşenin ardında. Seni oraya götüreyim mi?”

çalışıyor, gerçek annesinin tıbbi geçmişini bilmediklerini ve bu

Birlikte köşeyi döndüklerinde bir çim biçme makinesinin

durumun onun ailesi için normal bir durum olabileceğini söylü­

uğultusunu duydular. David onların bahçeye girdiklerini fark

yordu. Ama Laurel annesinin giderek endişelenmeye başladığını seziyordu.

etmedi bile. İki kız birlikte yan yana durup kısa bir süre onu seyrettiler.

Laurel her zamanki gibi askılı atletini ve kot pantolonunu giyip saçlarını atkuyruğu biçiminde bağlamaya koyuldu. Sonra birden diğer kızların soyunma odasında gördüğü sivilceli sırt­ larının itici, lekeli görüntülerini anımsayarak saçlarını serbest bıraktı. Sivilcenin gelişip çirkin bir görünüm alma olasılığına karşı bir önlemdi bu. Özellikle de David’in evinde. Bu çok kötü olabilirdi. Laurel kapıdan çıkarken bir elma aldı ve annesiyle veda­ laştı. Tam David’in evine yaklaşmak üzereyken birden tam ters yönden koşarak gelen Chelsea’yi gördü. Laurel hemen el sallayarak seslendi. “Merhaba,” dedi Chelsea yüzüne dökülen buklelerinin ara­

David yalnızca kot pantolon ve eski spor ayakkabılarım giy­ iniş, çim makinesini yüksek otların arasında hareket ettirmeye çalışıyordu. Göğsü yapılı, kolları uzun ve sırım gibiydi, ama yine de kabarık kasları seçiliyordu. Güneş yanığı teni hafif sabah güneşinde hareket ettikçe terin de etkisiyle parlıyordu. Laurel elinde olmadan bakakalmıştı. Gerçi genç delikanlıların tişört ya da gömlekleri olmadan, üst kısımları çıplak koştuklarını çok görmüştü ama bu farklıydı. David büyük bir ot yığınına uzanır ve çim makinesini ilerletmeye çalışırken kaslarının gerilmesini izleyen Laurel göğsünde hafif bir kıpırtı hissetti. Chelsea gözlerindeki hayranlığı gizlemeye gerek bile duyma­

sından gülümseyerek. “Merhaba!” Laurel de gülümsedi. “Koştuğunu bilmiyordum.” “Kros koşusu. Genellikle sabahları takımla birlikte antren­ mana çıkıyorum ama cumartesileri boş günümüz, tek başıma koşuyorum. Ya sen? Sen ne yapıyorsun?” “David’lere gidiyorum. Ders çalışacağız.” Chelsea güldü. “Güzel, desene sen de David Lawson fan kulübüne girdin. Ben zaten üyesiydim, ama sen hâzineyi gö­

dan, “Tanrım yoksa öldüm de cennette miyim?” diye mırıldandı. David birden izlendiğini hissetmişçesine doğruldu. O anda bakışları Laurel’ınkilerle karşılaştı. Laurel utanarak başını eğdi ve ayakkabılarına baktı. ı Chelsea ise umursamadı bile. Bu arada Laurel yeniden başını kaldırdı. David tişörtünü giyiyordu. “Merhaba çocuklar. Erkencisiniz.”

türebilirsin.” .40.

• 41 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Gerçekten çok mu erken?” Laurel şaşırmıştı Saat neredeyse

O gün öğlen teneffüsüne çıktıklarında yağmur yağıyordu.

dokuzdu. “Ah,” dedi utanarak, “önceden telefon etmeyi unuttum.”

Noııuçta grup bahçe yerine küçük bir sundurmanın altında top­

David gülümseyerek omuz silkti.

landı. Tabii neredeyse kimse burada yemek yiyemedi çünkü ııe

“Sorun değil.” Çim makinesine baktı. “Zaten işim bitti.”

piknik masası vardı ne de zemin beton kaplıydı. Laurel ise üstü

“Neyse, ben koşmaya devam edeyim.” Chelsea her nedense yine soluk soluğaydı. Yüzünü yalnızca Laurel’ın görebileceği şe­ kilde döndü ve “Vay!” diye fısıldadıktan sonra, göz kırparak ikisine de el salladı ve yolun aşağısında kayboldu.

kapalı olmasına rağmen gün boyunca hiç kurumamış gibi görünen çimenlik alandan hoşlanmıştı. Yağmurda grup genelde içeride kalıyordu. O günse ona David ve Chelsea dışında adı Ryan olan bir erkek öğrenci daha katılmıştı. David ve Ryan birbirlerine kü­ çük ekmek parçaları atıyor, Chelsea ise sürekli yorum yapıyordu.

David kıkırdadı. Onun arkasından bakarken başını salladı.

I ledefe isabet ettirmelerini, atış şekillerini ve ekmek parçasının

Sonra Laurel’a döndü ve evi işaret etti. “İçeri girelim mi? Biyoloji

seyircilere gelmesini engelleyebilme yeteneklerini eleştiriyordu.

beklemez.”

Chelsea tam göğüs çatalına gelen bir ekmek parçasını alarak oğlanlara fırlattı.

Pazartesi günkü testin ardından David hemen yanına gelip

“İtiraz etmeyin, bunu bile bile yaptınız.”

Laurel’a, “Berbattı, değil mi?” diye sordu.

Ryan hemen karşı çıktı.

Laurel gülümsedi. “Yo, o kadar da kötü sayılmazdı. Tamamen senin yardımın sayesinde hiç de fena gitmedi.” Cumartesi günü

“Hayır, hiç de değil. Zaten bana hiç hedef tutturamadığımı söyleyen sen değil miydin?”

yaklaşık üç saat çalışmış, sonra pazar akşamı bir saat kadar da

“Desene aslında nişan aldığın hep bendim ama tuttura-

telefonda konuşmuşlardı. Telefon konuşmasının biyolojiyle ilgisi

mıyordun,” diyen Chelsea iç çekerek Laurel’a döndü. Yüzüne

olmadığı gerçekti ama ozmoz konusunda bir şeyler öğrenmişti.

düşen saçlarını geriye iterken ekledi: “Kuzey Kaliforniya’da

Telefonda ozmoz. Evet.

yaşamayı hiç istememiştim. Yaz boyunca saçım gayet iyi ama

David bir anlık bocalamanın ardından ağzındaki baklayı

basit bir yağmur bile göz açıp kapayıncaya kadar kabarmasına yetiyor. Bu hale geliyor.” Chelsea’nin sırtına dökülen kıvırcık,

çıkardı. “Bunu alışkanlık haline getirebiliriz. Yani birlikte çalışmayı

uzun, gür ve uçları kendinden röfleli kahverengi saçları vardı. Güneşli günlerde dökümlü, ipek gibi parlayan bukleler, hava

demek istiyorum.” “Olur.” Laurel onunla daha fazla sessiz, baş başa “çalışma” seansları yapabilme fikrinden hoşlanmıştı. “Ama bir dahaki se­ fere sen bizim eve gel.”

soğuyup da nemlendi mi kontrolden çıkıyor, kabarıyor, yüzüne dökülüyordu. Aslına bakılırsa burada yılın yarısından fazlası da soğuk ve yağışlı geçiyordu. Chelsea’nin açık gri gözleri Laurel’a gün ağarırkenki okyanusu ve kasvetli yarı karanlıkta dalgaların

“Anlaştık.”

sonsuz çırpınışını anımsatıyordu. .42.

.43.


KANATLAR

a p r il y n n e p ik e

Laurel, “Bence böyle de çok hoş,” dedi.

banyoya koştu ve aynada sırtını görebilmek için boynunu elinden

“Seninkiler böyle olmadığı için rahat konuşabiliyorsun. Onları

geldiğince arkaya döndürdü.

tarayabilmek için her gün özel şampuan ve saç kremleri kulla­ nıyorum.” Laurel’a bakıp onun ipek gibi dökülen düz saçlarını elledi. “Ele çok güzel geliyor, ne kullanıyorsun?” “Ah, ne bulursam.”

Kabarıklığın çevresi yaklaşık dörtte bir oranında büyümüştü. Bu sivilce değildi. Dikkatle elledi. Parmağı neresine değerse değsin aynı tuhaf karıncalanma hissini duyuyordu. Panik içinde geceliğini göğsüne tutup doğruca annesi ile babasının yatak oda­

“Hımm.” Chelsea yeniden Laurel’ın saçım elledi. “Canlandırıcı bir bakım kremi kullanıyor musun? Benimkine en iyi gelen o.” Laurel derin bir soluk alıp verdi. “Aslında... hiçbir şey kul­ lanmıyorum. Saç kremleri ve bakım kürlerinin hepsi saçımı düzleştiriyor, yumuşatıyor ve yağlı hissetmeme neden oluyor. Şampuan kullandığımdaysa -en nemlendiricileri bile- saçımı kurutuyorlar.” “Peki, yıkamıyor musun?” Bu düşünce Chelsea’ye çok ters gelmişti. “Yalnızca suyla duruluyorum. Kendiliğinden temizleniyor

sına koştu. Tam elini kaldırıp kapıyı çalacağı anda birden durdu. Kendini kontrol etmeye çalışarak derin bir soluk aldı. Laurel birden kendini çok aptal hissetti. Nasıl böyle bir şey düşünmüştü ki? Koridorda neredeyse iç çamaşırlarıyla duru­ yordu. Utanarak anne ve babasının yatak odasının kapısından geri çekildi ve banyoya döndü. Kapıyı aceleyle kapadı. Yeniden sırtını aynaya döndü ve kabarıklığı inceledi. Değişik açılardan görebilmek için sürekli dönüp duruyordu. Sonunda kabarıklığın düşündüğü kadar büyük olmadığına ikna oldu. Laurel insan vücudunun kendi kendini tedavi etmeyi bildiği

ve işte böyle oluyor.” “Yani hiç mi şampuan kullanmıyorsun?” Laurel başını salladı. Bir eleştiri bekledi ama Chelsea yal­ nızca, “Şanslı şey,” diye mırıldandı ve yemeğine döndü.

bilinciyle yetiştirilmişti. Birçok şey -şayet dokunulmadan bıra­ kılırsa- kendiliğinden iyileşirdi. Hem annesi hem de babası bu inançla yaşıyordu. Antibiyotik almak için bile olsa asla doktora gitmemişlerdi.

Laurel o akşam saçlarını dikkatle inceledi. Acaba yıkamalı mıydı? Ama her zamanki gibi görünüyordu, ele gelişlerinde de bir farklılık yoktu. Sırtım aynaya dönüp kabarıklığı yokladı, hafifçe sıktı. Cumartesi sabahı küçücüktü, ama hafta sonu bo­ yunca oldukça büyümüştü. Görüntüye bakarak, “Amma rezil bir sivilceymiş,” diye homurdandı.

“Bu çok büyük bir sivilce. Kendiliğinden iyileşecek.” Laurel kendini bu düşünceye inandırmaya çalışırken birden ses tonunun aynen annesininkine benzediğini fark etti. Annesinin çekmecesini karıştırdı ve onun her yıl hazırladığı merhemden bir tüp buldu. İçinde biberiye, lavanta, çay ağacı yağı ve daha bir sürü bitki vardı ve annesi bunu her şeyde kul­

Ertesi sabah Laurel kürek kemikleri arasında tuhaf bir karın­ calanmayla uyandı. Paniğe kapılmamaya gayret ederek doğruca • 44.

lanıyordu. Nasıl olsa zararı olamazdı. .45.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel parmağının ucuna bir miktar merhem alarak sırtını

yeterli olabilir miydi? Kimbilir, belki de bu bir tümördü. Lauıvl

ovmaya başladı. Kabarıklık parmaklarının temasıyla tahriş olmuş,

vücutlarında omurilik tümörüne rastlanan kişilere ilişkin bir

sızlıyordu. Buna çay ağacı yağının yakması da eklendi. Laurel

şeyler okuduğunu anımsıyordu. Derin bir soluk aldı. Tümör

geceliğini yeniden başından aşağı geçirdiği sırada yumru da ateş

kulağa daha anlamlı geliyordu.

gibi olmuştu. Laurel omzunu duvara yaslayarak odasına döndü. O gün giymek için yarım kollu, geniş kesimli, sırtı tamamen kapalı bir beyzbol tişörtü seçti. Aslında askılı atletleri de büyük olasılıkla sivilceyi gizlerdi ama Laurel işi şansa bırakmak istemi­ yordu. Bu nesne tam olgunluğa erişmediği için çok daha büyü­ yebilirdi ve Laurel onun bir tişörtün altında gizlenmiş olmasını yeğliyordu. Yumru üzerine ne değse sızlıyordu. Saçı, tişörtü ya da eli, hiç fark etmiyordu. Sanki her elleyişinde gerçek ve orada olduğunu anımsatıyordu. Merdivenlerden inerken vücudundaki her bir sinir ucunun sivilceyle bağlantılı olduğu kanısındaydı. Perşembe günü Laurel artık sırtındaki her neyse, yalnızca bir sivilce olmadığından emindi. Son iki günde yalnızca büyü­

“Hey? Beni dinlemiyor musun?” Laurel, Chelsea’nin sesiyle daldığı derin düşüncelerden uyanarak yüzünü arkadaşına çevirdi. “Ne oldu?” Chelsea gülüyordu. “Dinlemediğini anlamıştım zaten.” Sonra çok daha kısık bir sesle ekledi. “İyi misin? Uçup gitmiş gibiydin.” Laurel etrafına bakındı ve bir an hangi derse gireceğini bile anımsayamadı. Aksi, hırçın bir tavırla, “İyiyim,” diye mırıldandı. “Yalnızca düşünüyordum.” Chelsea, Laurel’m yüzüne dikkatle baktıktan sonra bir kaşını kaldırarak, “İyi o zaman,” dedi. O

sırada David de arkalarından geliyordu. Chelsea kendi

mekle kalmamış, büyüme hızı da artmıştı. O sabah neredeyse

sınıfına girmek için ayrılınca Laurel özellikle David’in önüne

bir golf topu büyüklüğüne ulaşmıştı.

geçmeye çalıştı. David uzanarak onu sırtından tuttu.

Laurel kahvaltıya indiğinde annesi ile babasına bu tuhaf

“Bu ne acele, Laury? Daha zile üç dakika var.”

derin bir soluk almış, ağzını bile açmıştı. Ama nedense son anda

Laurel kendini tutamayıp, “Bana öyle hitap etme,” diye terslendi.

geri adım attı ve babasından kavunu uzatmasını istemekle yetindi.

David bir an kalakaldı ama diğer öğrencilerin akını içinde

kabarıklıktan bahsetmeye kararlıydı. Hatta bunu açıklamak için

Son birkaç günde giydiği geniş tişörtler ve açık bıraktığı

kaldıklarından olsa gerek, hiçbir şey söylemedi.

saçları sayesinde kimse kabarıklığı fark etmemişti -am a öğ­

Laurel özür dilemek istiyor, ancak uygun sözcükleri bulamı­

renmeleri an meselesiydi- özellikle de büyümeyi sürdürürse.

yordu. Ne diyebilirdi ki? David pardon, çok üzgünüm, sırtımda

Eğer, diye yineledi Laurel kendi kendine, eğer büyürse. Belki

bir tümör olduğu için çok gerginim mi? Bunun yerine düşün­

de annemin merhemi işe yarar.

meden ağzına ilk geleni söyledi. “Bana lakap takılmasından hiç hoşlanmam.”

Üç gündür düzenli olarak merhemi sürüyordu ama henüz pek bir değişiklik olmamıştı. Acaba böylesine büyük ve hızla büyümeyi sürdüren bir şeyi iyileştirmeye birazcık çay ağacı yağı .46.

David yine de kendinde gülümsemeyi başaracak cesareti buldu.


KANATLAR

“Bilmiyordum. Affedersin.” Sonra elini saçlarının içine soktu. “Acaba...” Cümlesini tamamlamadı ve birden fikrini değiştirdi. “Haydi gel. Sana sınıfına kadar eşlik edeyim.” Laurel onun yanında yürürken kendini çok tuhaf hissedi­ yordu. Sınıfının kapısına geldiklerinde ona döndü ve el sallayarak, “Görüşürüz,” dedi.

a p r il y n n e p ik e

“Davidben...” Yüzünü ona çevirmeye çekiniyordu. “Gelemem." “Neden?” diye sordu David. Kitabevinde çalışacağını söyleyebilirdi -zaten son birkaç haftaya kadar her cumartesi zamanının oldukça büyük bir kıs­ mım babasına yardım ederek geçirmişti- ama yalan söylemeyi kendisine yediremedi. David’e yalan söyleyemezdi.

“Laurel?”

“Ben, gelemem işte,” dedi ve veda bile etmeden sınıfın ka­

Laurel arkasına döndü.

pısından içeri daldı.

“Cumartesi ne yapıyorsun?” Laurel bir an duraksadı. Hep David’le birlikte bir şeyler yapmayı umut etmişti. Hatta o sabah bile bunu ona teklifsiz, rastgele bir şekilde sormayı denemeye kararlıydı. Ama belki bu iyi bir fikir değildi. “Grupça piknik yapabileceğimizi, hatta şenlik ateşi yaka­ bileceğimizi düşünmüştüm. Sahilde çok hoş bir yer biliyorum. Chelsea geleceğini söyledi; Ryan, Molly ve Joe da. Birkaç kişi

Cuma sabahı yumru aşağı yukarı beyzbol topundan da büyük bir hale gelmişti. Bu kesinlikle tümör olmalıydı. Laurel artık bakmak için banyoya gitmeyi bile göze alamıyordu. Onu hissediyordu. Artık hiçbir tişört de bunu tamamen gizleyemiyordu. Laurel dolabını karıştırarak, iyice bol bir bluz çıkardı. Hiç değilse bununla o yumruyu gizleyebilecekti. Son günlerde hep okul zamanı gelene dek odasında bekliyor, sonra hızla merdiven­

daha olabilir.” Yemek, kum ve ateş. Hiçbiri Laurel’a çekici gelmiyordu. “Hava biraz serin ama yüzebiliriz de... Biliyorsun işte. Ge­ nellikle birisi itilir. Çok eğleneceğimizden eminim.” Laurel’ın yapmacık gülümsemesi de kayboldu. TVızlu suyun tenine değmesinden nefret ediyordu. Duş alsa bile bu his kaybol­ muyordu. 1\ız sanki derisindeki gözeneklerden hücrelerine işli­

lerden inerek kapının eşiğinden annesi ile babasına, “Günaydın!” ve “Görüşürüz!” diye sesleniyordu. Günün geri kalan kısmı bitip tükenmeyecek kadar uzun geliyordu ona. Yumru artık dokunmadığı zamanlarda da sü­ rekli sızlıyordu. Tek düşünebildiği oydu, sanki kafasının içine takılıp kalan önlenemez bir uğultuydu bu. Yemek sırasında da

yordu. Son olarak yıllar önce okyanusa yüzmeye gitmiş, ardından

kimseyle konuşmuyor, bundan dolayı da kendini kötü hissedi­

üzerine çöken ağırlığı günlerce atamamış, kendini hep yorgun

yordu. Ama sırtı böylesine sızlarken başka bir şeye odaklanması

hissetmişti. Üstelik giderse o yumruyu -ya da her neyse- nasıl

zaten olanaksızdı.

gizleyebilirdi ki? Mayoyla gizlenemezdi.

Son derste ona yöneltilen sorulara tam dört kez yanlış ya­

İki gün sonra yumrunun ne büyüklüğe ulaşabileceğini dü­

nıt vermişti. Aslında sorular her defasında bilinçli bir şekilde

şünerek hafifçe ürperdi. İstemiyordu ama istese bile gidemezdi.

kolaylaştırılmıştı -sanki Sinyora Martinez ona bir şans daha

• 48 •


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

vermeye çalışıyordu- ama öğretmen Svahili4bile konuşsa onun için bir şey fark etmezdi. Kafası başka yerdeydi.

Laurel bir an düşündü, sonra kendisi de sıraya oturdu ve hafifçe gülümseyerek eliyle hemen yanına hafifçe vurdu.

Zil çalar çalmaz Laurel yerinden fırlayarak herkesten önce

David davetine inanamıyormuşçasına çekinerek Laurel'ın

sınıftan dışarı fırladı. Böylece Sinyora Martinez’in de onu köşeye

yanma oturdu. Öne doğru eğildi, dirseklerini dizlerine dayadı

sıkıştırıp kötü performansının nedenini sormasını da engellemişti.

ve, “İnan bana, aslında seni izlemek gibi bir düşüncem yoktu,"

David ve Chelsea’nin, okul dolabının başında sohbet ettik­ lerini gördü. Hemen diğer yöne doğru saptı ve hızla arka kapıya doğru ilerledi. Bu arada ikisinden birinin bakıp onu arkadan

dedi. “Seni aşağıda bekleyecektim ama...” Omuz silkti. “Ne di­ yebilirim ki? Ben sabırsız bir insanım.” Laurel yanıt vermedi.

tanımamasını umuyordu. Sonunda okuldan uzaklaşarak doğ­

Bir süre orada öylece konuşmadan, sessizce oturdular. “Sen

ruca futbol sahasına yöneldi. Hâlâ tam tanıyamadığı bu şehirde

iyi misin?” David bu soruyu normal bir tonla sormuştu ama sesi

nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Ya bu kanserse? Kanser

boş metal sıralarda yankılanarak inanılmayacak kadar yükseldi.

kendiliğinden iyileşmez. Belki de artık anneme söylemeliyim. Soğuk rüzgâr saçlarını havalandırırken Laurel kendi ken­ dine, “Pazartesi,” diye fısıldadı. “Eğer pazartesiye kadar geçmezse annem ile babama söylerim.” Açık tribüne tırmandı, metal basamaklara her bastığında

Laurel gözlerinden yaşların boşalmak üzere olduğunu his­ sediyor, onları engellemek için olağanüstü bir çaba gösteriyordu. “İyi olacağım.” “Bütün bir hafta boyunca öylesine sessizdin ki.” “Üzgünüm.”

ayağının takırtısını duyuyordu. Sonunda en tepeye ulaştı. Kor­

“Ben... Ben mi bir şey yaptım?”

kuluğa dayanıp ağaçların üzerinden batıdaki gökdelene baktı.

Laurel birden başını kaldırdı. “Sen mi? Hayır, David, hayır.

Çevresindeki her şeyin böylesine üstünde olmak kendini farklı

Sen... Sen çok iyisin.” Birden suçluluk duygusuna kapıldı. Gü­

ve herkesten, her şeyden uzak hissetmesini sağlamıştı. Bu iyiydi.

lümsemeye çalıştı. “Yalnızca yalnız kalmak istedim, iyi değilim,

Birden hemen arkasında ayak sesleri duyarak başını çevirdi

hepsi o. Bu hafta sonu bana izin ver, bunu atlatacağım. Pazartesi

ve David’in mahcup yüzüyle karşılaştı. David, “Merhaba,” dedi.

kendimi çok daha iyi hissedeceğimden eminim. Söz.”

Laurel yanıt vermedi, onu görünce rahatlamış mıydı yoksa

David başını salladı. Yeniden ağır ve boğucu bir sessizlik

kızmış mıydı, bundan emin değildi. Kafasının içinde iki duygu

oldu. Neden sonra David boğazım temizleyerek, “Sana eve kadar

alabildiğine bir savaş içindeydi. Ama rahatlama hissi ağır basar

eşlik edeyim mi?” diye sordu.

gibiydi.

Laurel başını salladı. “Burada bir süre daha kalmak istiyo­

David eliyle Laurel’ın üzerinde durduğu sırayı işaret ederek, “Oturabilir miyim?” diye sordu. 4

Afrika’nın doğusunda konuşulan beynelmilel bir dil. (çev, n.)

•50 .

rum. İyi olacağım. İnan bana.” “Ama...” David sözünü tamamlamadı. Yalnızca başını salladı, ayağa kalktı ve uzaklaşmak için bir adım attı. Derken durdu,

.51 .


KANATLAR

yeniden Laurel’a döndü. “Eğer bir şeye ihtiyacın olursa numaramı biliyorsun, değil mi?” Laurel başıyla onayladı. Ezbere biliyordu. “Tamam öyleyse.” David sabırsızla ağırlığını bir o ayağına bir bu ayağına veriyordu. “O zaman gidiyorum.”

BESM

Ancak David daha gözden kaybolmadan Laurel arkasından seslendi. “David?” David ona bakmak için döndüğünde yüzü öylesine içten ve umutluydu ki Laurel bir anda cesaretini kaybetti. Kekeleyerek, “Yarın için iyi eğlenceler,” dedi. David’in yüzü biraz asıldı ama başını sallayarak yürümeyi sürdürdü. O

Cumartesi sabahı hava açıktı, yalnızca yükselen güneşle birlikte öğlene doğru dağılacak hafif bir sis vardı. Laurel şenlik ateşine giden herkesin yüzde yüz olasılıkla Pasifik Okyanusu’nun serin sularına dalmak ya da itilmek zorunda kalacağını tahmin ediyor, gitmekten kurtulduğu için Tanrı’ya şükrediyordu. Yatakta uza­

gece Laurel banyo tezgâhının üstüne oturarak aynadan

nıp uzunca bir süre güneşin doğuşunu, parlak, göz alıcı pembe

sırtındaki yumruyu seyretti. Üzerine yeniden merhem sürerken

ve turuncu tonların açık maviyle kaynaşmasını seyretti. Birçok

gözlerinden yanaklarına boşalan yaşlara engel olamıyordu. Daha

insan güneşin batışını seyretmekten hoşlanırdı ama Laurel için

önce bir yararı olmamıştı -mantık bu kez de olmayacağını söy­

güneşin doğuşu nefes kesiciydi. Gerinip oturdu, gözünü pen­

lüyordu- ama en azından bir şey yapmalıydı.

cereden ayıramıyordu. Şehirde uyudukları için bu akıl almaz manzarayı görmeyen ne kadar çok insan olduğunu düşündü. Örneğin babası. Tipik bir uykucuydu ve özellikle de cumartesi günleri öğleden önce yataktan kalkmazdı, zaten bu günü Uyku Günü olarak adlandırıyordu. Bunları düşünürken kendi kendine gülümsedi ama sonra birden gerçekler tüm çıplaklığıyla ağır bastı. Parmaklarını sır­ tında gezdirdi ve birden gözleri fal taşı gibi açıldı. Diğer elini de hissettiğinin doğru olup olmadığını saptamak için sırtına götürürken ister istemez hafif bir çığlık attı. Yumru kaybolmuştu. Ama yerini başka bir şeye bırakmıştı. Uzun ve soğuk bir şeye. . 53 .


APRILYNNE p ik e

KANATLAR

Ve yumrudan çok daha biiyük bir şeye. Odasında kendi aynası bulunan kızlardan olmadığına lanet

gln taın bedenle birleştiği noktada, alttaysa daha küçük birkaç vuprak daha vardı ki bunlar da çanak yapraklarına benziyordu.

okuyarak boynunu geriye çevirdi. Omzunun üstünden arkasında

Taç yapraklarının tamamı merkezde, yani çıkış noktalarında

ne olduğunu görmek istiyordu ama tek görebildiği beyaz bir şe­

kuyu maviydi, ortalara doğru mavi-beyaz ve uçlardaysa bembeyaz

yin yuvarlak uçları oldu. İnce çarşafı itip kapıya koştu. Yavaşça

lıiı renk alıyordu. Uçları kıvrımlıydı, aynen annesinin mutfakta

tokmağı çevirdi ve sessizce kapıyı araladı. Babasının horladığını duyabiliyordu ama annesi bazen çok erken kalkar, üstelik çok da sessiz hareket ederdi. Laurel kapıyı açtı -belki de yaşamında

Itlıı bir zorlukla özene bezene yetiştirdiği Afrika menekşelerine benziyordu. Yaklaşık yirmi kadar çiçek yaprağı vardı sırtında. Ilelki de daha fazla.

ilk kez menteşelerin iyice yağlanmış olmasına şükrediyordu-

Laurel yeniden aynaya yüzünü döndü. Gözlerini başının iki

ve sırtını duvara vererek yavaşça banyoya doğru ilerledi. Sanki

yıınından taşan, dik duran ve hafifçe dalgalanan yapraklardan

sırtını duvara dönmesinin yararı olabilirmiş gibi.

11vıramıyordu. Büyülenmiş gibiydi. Kanada benziyorlardı.

Banyonun kapısını kapayıp el yordamıyla kilidi çevirirken

O

anda kapının tıklatılmasıyla Laurel dalıp gittiği düşünce­

elleri titriyordu. Ancak kilidin yerine oturduğunu gösteren tık

lerinden koparak gerçek dünyaya döndü. Gelen annesiydi. Uy­

sesini duyduktan sonra rahat bir soluk aldı. Başını henüz bo­

kulu sesini duydu. “Laurel, işin bitiyor mu?” Laurel sırtındaki

yanmamış tahta kapıya dayadı ve sakinleşmeyi bekledi. Elleriyle

küçüklü büyüklü beyaz şeylere bakarken dehşetten tırnaklarını

yoklayarak elektrik düğmesini buldu ve ışığı açtı. Derin bir soluk

ııvuç içlerine geçirdiğini fark etmemişti bile. Çok güzel oldukları

aldı, aydınlanan spotlara baktı ve aynaya yaklaştı.

gerçekti. Ama şu dünyada başka kimin sırtında devasa bir çiçek

Yeni gelişimi görmesi için sırtını dönmesine bile gerek yoktu. Her iki omzunda da uzun, mavimsi beyazlıkta şekiller vardı. La­ urel bir an için büyülenmişçesine donup kaldı, gözlerini sonuna kadar açmış, bu soluk renkli güzelliğe bakakalmıştı. Güzellerdi. Hem de sözcüklerle anlatılamayacak kadar güzel. Onları daha iyi görebilmek için ağır ağır döndü. Tam yum­ runun bulunduğu noktadan çiçeklerin taç yapraklarını andıran

iiçııııştı ki? Bu o yumrudan on -hayır- yüz defa daha kötüydü. Ilımları nasıl gizleyecekti? Belki de bu yaprakları koparabilirdi. Uzun şeritlerden birini Iutarak hızla ve birden çekti. Belkemiği boyunca yayılan büyük bir acı hissetti, çığlık atmamak için yanaklarını ısırdı. Ama yine de dişlerinin arasından sızan iniltiye engel olamamıştı. Annesi yeniden kapıyı tıklattı. “Laurel, iyi misin?”

şeritler fışkırmış, sırtında çok hoş, dört uçlu bir yıldız oluştur­

Acı, sürekli bir sızıya dönüşürken Laurel derin bir soluk

muştu. En uzun taç yaprakları -omuzlarının üzerinde yelpaze

aldı. Yeniden konuşabilecek gücü kendinde bulmuştu. “İyiyim,”

gibi açılıyor, beline doğru yayılıyordu- 30 santimden bile uzun

ilerken sesi yine de titriyordu. “Bir dakika.” İşe yarar bir şeyler

ve yaklaşık el genişliğindeydi. Daha küçük taç yapraklarıysa

bulabilmek için gözlerini banyoda gezdirdi. Giymiş olduğu ince,

yaklaşık 20-22 santim uzunluğundaydı. Yumrunun bulunduğu

askılı geceliğin çiçeği gizlemeye bir yararı yoktu. Büyük banyo

orta noktayı çevreliyor, boşluğu dolduruyorlardı. Bu büyük çiçe-

bornozunu aldı, omzuna attı ve iyice sarındı. Aynaya son bir kez


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

bakıp büyük yaprakların görünmediğinden emin olduktan sonra

ılım kayıyordu. Ne yapacağını düşündükçe göğsünün sıkıştığını

kapıyı açtı ve annesine gülümsedi. “Affedersin, işim uzun sürdü.”

hissediyordu.

Annesi gözlerini kırpıştırdı. “Duş mu aldın? Suyun sesini duymadım.”

Yapılacak ilk iş belliydi: Bunları bir şekilde gizlemeliydi. 1

“Kısa bir duştu.” Laurel duraksadı. “Zaten saçımı da ıslat­

.aurel dolabını açtı, sırtında açan koca çiçeği gizleyebilecek

hır şey arıyordu. Ne yazık ki ağustos ayında giysi alışverişine çıktığında hiç böyle bir kaygısı, bu gibi bir önceliği yoktu. Laurel

madım.” Ancak annesi dikkatli olmayacak kadar uykuluydu. “Giyi­ nince aşağı in, sana kahvaltı hazırlayayım,” dedi esneyerek. “Çok güzel bir gün olacağa benziyor.” Laurel annesinin yanından geçip odasına girdi. Odasının kapısında kilit yoktu ama her olasılığa karşı filmlerde gördüğü gibi kapı tokmağının altına bir sandalye yerleştirdi. Aldığı ön­ leme kuşkuyla baktı. Pek işe yarayacağa benzemiyordu ama o anda yapabileceğinin en iyisi buydu. Omzundan havluyu atarak, kırışan yaprakları inceledi. Bi­ raz buruşmuşlardı ama acımıyorlardı. Uzun yapraklardan birini omzunun üstünden öne çekti ve inceledi. Büyük yumru neyse de, şimdi bunları ne yapacaktı?

tııce, açık renk bluzlar ve yazlık elbiselerle dolu dolaba baktı, iç (.ekerek inledi. Burada herhangi bir şeyi gizlemekte işe yara­ yın ak bir şey yoktu. Dolabı iyice karıştırınca işe yarayabileceğini düşündüğü birkaç tişört buldu. Hemen onları kaptı. Öncelikle koridorun K,iivenli olduğundan emin olduktan sonra banyoya koştu. Bu mada içinden o gün odası için bir ayna almaya söz verdi. Ban­ yonun kapısı niyet ettiğinden biraz daha sesli kapandı, hemen kapının ardında durdu. Bir süre kulağını kapının soğuk tahtasına dayayıp dışarıyı dinledi. Annesinden ses yoktu. Birinci tişört büyük çiçeğin üstünden geçmedi bile. Aynada dikkatle inceledi. Bunun başka bir yolu olmalıydı. Uzun, beyaz yapraklardan mümkün olduğunca fazlasını

Beyaz yaprağı kokladı, bir an durdu, yeniden kokladı. Meyve

tutarak omzunun üstünden öne doğru yatırmayı denedi. Bu da

çiçeklerini andıran bir kokusu vardı ama biraz daha güçlüydü.

pek işe yaramadı. Üstelik hayatının bundan sonraki kısmında

Oldukça güçlü bir kokuydu. İnsanı kendinden geçiren bu hoş

kollu tişört giymek gibi bir niyeti de yoktu, kol boyu ne olursa

koku odayı doldurmaya başladı. En azından kötü kokmuyordu.

olsun istemiyordu bunu.

Şimdi annesine bir de yalan söylemek, yeni bir parfüm aldığını

Bu kez de onları kolunun altından bel çevresine sarmayı

filan anlatmak zorunda kalacaktı. Laurel yeniden derin bir soluk

denedi. Bu işe yaramıştı. Çok çok daha iyiydi. Askıların birin­

aldı ve marketteki parfüm standında bu kadar iyi ve güçlü bir

den uzun, ipek bir şal çekip belinin çevresine sardı ve böylece

koku bulabilmeyi diledi.

yaprakları güvenceye aldı. Sonra şortunun belini şalın üstünden,

İçinde bulunduğu durumun ciddiyeti Laurel’ı ezip geçmişti, oda başının etrafında dönüyor, zemin sanki ayaklarının altın• 56 •

yaklaşık tam ortasından ilikledi. Hâlâ acı yoktu ama Laurel kendini kıstırılmış ve boğulacak gibi hissediyordu. .57.


KANATLAR

Yine de hiç yoktan iyiydi. Hafif, bol bir gömlek seçti ve hep­ sinin üzerine geçirdi. Sonra korku ve merakla aynaya döndü.

APRILYNNE PİKE

doğru ufukta, okyanusun üstünde hafif bir sis bulutu vardı. Aınıı gökyüzü masmavi ve pırıl pırıldı, güneş tepedeki yerini almak

“Oldukça etkileyici ve başarılı,” diye mırıldandı kendi kendine.

için ağır ağır ilerliyordu. Gerçekten muhteşem bir gündü. Doğa

Bluzun kendinden kabarık kumaşı, altında ne olduğunu anlamayı

Ana sanki onunla alay ediyormuş gibi hissediyordu. Çevresin­

olanaksızlaştırıyordu. Arkasındaki kabarıklığa gelince, zaten pek

deki her şey sanki ona nispet yaparcasına güzelleşirken kendi

fazla dikkat çekmiyordu, hele bir de uzun saçlarını açık bırakıp

yaşamı giderek kötüleşiyordu.

üzerini örtecek şekilde tararsa kimsenin bir şey anlamayacağı kesindi. Böylece ufak bir sorun şimdilik çözülmüştü. Ama yüzlerce büyük sorun duruyordu. Bu kesinlikle ergenlik olmazdı. Duygusal çalkantılar, sinirlilik hali, sivilceler, hatta aylar sürebilecek regl bile kısmen olağandı. Ama sırttaki beyzbol topu büyüklüğündeki bir yumrunun açılıp koskoca bir çiçeğe dönüşmesi? Bu kesinlikle bambaşka bir şeydi. Ama neydi? Bu ancak ucuz korku filmlerinde rastlanılacak türde bir durumdu. Birisine bunu anlatmaya karar verse bile ona kim inanırdı ki? En kötü kâbuslarında bile böyle bir şeyin başına gelebileceğini düşünmemişti. Bu her şeyi mahvedecekti. Yaşamını, geleceğini. Sanki bir anda her şey yok olup gitmişti. Birden banyonun çok sıcak olduğunu hissetti. Çok küçük, çok karanlık, çok... Çok her şey. Çaresizlik içinde her şeyi göze alarak evden dışarı çıkmaya karar verdi. Hızla mutfaktan geçti, bu arada bir gazoz kutusu kaptı ve arka kapıyı açtı. “Yürüyüşe mi?”

Gerek evden gerekse yoldan görünmeyecek bir ağaç kümesinin arkasında eğildi. Ama bu yeterli değildi. Yürümeyi sürdürdü. Birkaç dakika sonra durdu ve çevreyi dinledi. En ufak bir ses yoktu. Kendini güvende hissedince bluzunun arkasını sıyırdı, ipek şah açtı. Sırtındaki yapraklar yeniden doğal halini alırken derin bir soluk aldı. Sanki daracık bir kutudan çıkmıştı. Yaprakların arasından yol bulup sızan güneş ışığı gölge­ sinin hemen önündeki çayırlara boylu boyunca uzanmasına sebep oluyordu. Gölgesi, kanatlarını titreten koskoca bir kele­ beğe benziyordu. Tıpkı balonların gölgesinde olduğu gibi, kendi gölgesinin karartısında da hafif bir mavilik vardı. Kanatlara benzeyen kısımları oynatmaya çalıştı ama onları hissetmesine rağmen -güneş ışınlarını emen her zerresini hissedebiliyordu artık- kontrol edemiyordu. Yaşamını böylesine karartan bir şey bu kadar güzel olmamalıydı. Hayranlık içinde uzunca bir süre yerdeki görüntüsünü sey­ retti, ne yapabileceğini düşünüyordu. Acaba ailesine bu durumu açıklamalıydı mıydı? Kabarıklık geçmezse pazartesi günü onlara

“Evet, anne,” derken arkasına bile bakmadı. “İyi eğlenceler.”

bundan bahsedeceğine dair söz vermemiş miydi kendine? Kabarıklık geçmişti işte.

Laurel ağzının içinde anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı.

Omzundaki uzun şeritlerden birini çekti, boylu boyunca

Doğruca patikaya dalıp çevresindeki çiy yağmış yeşilliklere

parmağını yaprağın üzerinde gezdirdi. Yumuşacıktı. Hiç acımı­

bile dikkat etmeden paldır küldür ormana doğru ilerledi. Batıya

yordu. Belki de kendiliğinden geçer, diye düşündü iyimserlikle.

.58.


APRİLYNNE p ik e

KANATLAR

Annesi de hep aynı şeyi söylemiyor muydu? Genelde birçok şey kendiliğinden geçerdi. Belki... bu da iyileşecekti. İyileşmek mi? Bu sözcük sanki tüm düşüncelerini ele geçir­ miş, kafatasında yankılıyordu. Omuriliğimde yetişen koskoca bir çiçek varken nasıl her şeyin yoluna gireceğini düşünebilirim ki? Kafasında fırtınalar eser, karmakarışık duygular içinde bo­ calarken birden düşüncelerinin David’e odaklandığını hissetti. Belki de David buna mantıklı bir açıklama getirebilirdi. Bunun bilimsel bir açıklaması olmalıydı. Onun mikroskobu vardı, hem

Laurel dalgın bir şekilde, “Peki...” derken, normal rutinin dışına taşan bu değişikliği talihsizlik olarak görmemeye çalı­ şıyordu. Babası kolunu omzundan çekerken birden durdu ve omzunu kokladı. “Çok hoş kokuyorsun, Laurel. Bu parfümü daha sık kullanmalısın.” Laurel başıyla onayladı. Gözlerinin yuvalarından çıkıyormuş gibi görünmemesi için dua ediyordu. Kablosuz telefonu kaptığı gibi merdivenlerden yukarı koştu. Odasında uzunca bir süre elindeki telefona baktı durdu,

de söylediğine göre oldukça iyi bir mikroskop. Belki de onunla

ancak çok sonra parmaklarını David’in numarasını çevirecek

bu tuhaf çiçeğin bir kısmını inceleyebilirdi. David ona bunun

şekilde kontrol edebildi. Telefon ilk çalışta açıldı. “Alo?”

ne olduğunu açıklayabilirdi. Hiçbir fikri olmadığını söylese bile

Hemen, “Merhaba,” diyen Laurel telefonu kapamamak için büyük mücadele veriyordu.

nasıl olsa durumu şu anda olduğundan daha kötü olmayacaktı. Şalı yeniden çiçeğin etrafına dolayıp eve koştu. Bu arada telaştan neredeyse mutfaktan çıkan babasına çarpıyordu. Şaşırarak, “Baba!” diye haykırdı. Zaten neredeyse kopma noktasında olan sinirleri babasıyla karşılaşınca daha da gerilmişti.

“Laurel, merhaba. Nasılsın?” Sessiz geçen saniyeler gittikçe uzuyordu. “Laurel?” “Evet?”

Babası eğilerek başını öptü.

“Beni sen aradın.”

“Günaydın güzelim.” Omzuna elini atarak hafifçe sarıldı.

Yeniden sessizlik.

Laurel derin bir soluk aldı. Babasının gömleğin altındaki yap­

“Oraya gelebilir miyim?”

rakları hissetmemesini umuyordu.

“Elbette. Ne zaman?”

Neyse ki babası sabahları ikinci fincan kahvesini içmeden hiçbir şeyi fark edemiyordu. Sesi hafifçe titreyerek, “Neden bu kadar erken kalktın?” diye sordu. Babası homurdanarak yanıt verdi. “Dükkânı açmam gere­ kiyor. Maddie izin istedi.” .60.

“Hemen şimdi.”


ALTI

Laurel birkaç dakika sonra yine sandalyesini kapı tokmağının altına dayamıştı. Gömleğinin önünü kaldırdı ve pembe ipek şalın altından uzun mavi-beyaz yapraklardan birinin ucunu çıkardı. Orada, avucunun içinde yatarken öylesine saf ve temiz bir gö­ rünümü vardı ki. Laurel neredeyse onun sırtına bağlı olduğunu unutacaktı. Annesinin tırnak makaslarından birini alıp yaprağın ucunu inceledi. Büyük olasılıkla büyük bir parçaya gereksinimi olmayacaktı. Yeniden inceledi ve yaprağın kıvrımlı kenarındaki ufak bir parçayı seçti. Parlak makası uygun pozisyona getirirken kendini yapacağı şeye hazırlamaya, güç toplamaya çalışıyordu. Gözlerini kapa­ mak, görmemek istiyordu ama bu şekilde çok daha fazla zarar vermekten korkuyordu. Sessizce saydı. Bir, iki, üç!.. Beşe kadar saymalıyım. Zihninde kendini pısırığın, ödleğin teki olmakla suçluyordu. Makası yeniden ayarladı ve saymaya başladı. Bir, iki, iiç, dört, beş! Makası bastırdı ve küçük, tertemiz beyaz bir parça koparak yatak çarşafının üstüne uçtu. Laurel yutkundu ve birkaç saniye, yaprağın ucunun sızısı geçene dek olduğu yerde sıçradı. Sonra kesik kenara bakabildi. Kanamamıştı ama üzerinde bir miktar, şeffaf bir sıvı birikmişti. Laurel yaprağın ucunu yeniden • 63 •


KANATLAR

şalın içine sokmadan önce sıvıyı bir havluyla aldı. Sonra küçük beyaz parçacığı bir mendile sardı ve özenle cebine yerleştirdi. Merdivenlerden inerken elinden geldiğince sıradan bir gün­ deymişçesine davranmaya çalışıyordu. Hızla anne ve babasının yanından geçti, masanın başında kahvaltı ediyorlardı. “David’lere gidiyorum.”

APRILYNNE PİKE

“Laurel, seni görmek ne güzel.” “Merhaba!” Laurel hâlâ gerginliğini üzerinden atamamış! ı. ()ı ada durmaya devam ediyordu. Neyse ki o anda içeriden David göründü. Laurel’a içeri gel­ mesini işaret etti ve annesine dönerek, “Laurel’ın biyoloji ödevi için biraz yardıma ihtiyacı var,” dedi. “Odamda olacağız.”

“Laurel, dur bakalım,” diye seslendi babası. Laurel durdu ama arkasını dönmedi. ‘“David’lere gidebilir miyim?’ diye sorsan nasıl olurdu?” Laurel yüzünde zorlama bir gülümsemeyle babasına döndü. “David’lere gidebilir miyim?” Babası kahvesini ağzına götürürken bile gözünü gazetesin­ den ayırmamıştı.

David’in annesi her ikisine de gülümsedi. “İhtiyacınız olan l>ir şey var mı? Bir sandviç ya da tatlı bir şey ister misiniz?” David başını salladı. “Yalnızca biraz sessizlik. Bu çok önemli Itir ödev.” “O zaman sizi yalnız bırakayım.” O odasının orman yeşili kapısı aralıktı, David koluyla Laurel’a içeri girmesini işaret etti. Biyoloji klasörünü çıkarmak için eğildi.

“Elbette. İyi eğlenceler.”

I)aha sonra koridora bakıp annesinin yakınlarda olmadığından

Laurel acele etmeden, normal yürüyüşüyle kapıya doğru

emin olunca da kapıyı kapadı.

ilerledi. Ama kapıdan çıkar çıkmaz bisikletine koştu ve hemen yola koyuldu. David’lerle aralarında yalnızca birkaç blok vardı. Çok kısa bir süre sonra Laurel bisikletini onların garajına da­ yamıştı bile. Paspasın üzerinde durdu, evin parlak kırmızı ön kapısına baktı ve arkasına dönüp kaçmamak için zili hemen çaldı. Kapıya yaklaşan ayak seslerini duyduğunda heyecandan nefesini tuttu. Ardından kapı açıldı. Kapıyı açan David’in annesiydi. Laurel şaşkınlığını gizle­ meye çalıştı. Ne de olsa cumartesiydi ve Laurel’ın onun evde olacağını tahmin etmiş olması gerekirdi. Bu, Laurel’m onunla ikinci karşılaşmasıydı. Kadın kırmızı bir atlet ve açık mavi kot pantolon giymişti. Uzun siyah saçları açıktı ve gür dalgalar halinde sırtına dökülüyordu. Laurel’m rastladığı en anneye benzemeyen anneydi bu. Tabii iyi anlamda. .64.

Laurel kapalı kapıya baktı. Daha önce de David’in yatak odasına girmişti ama asla kapı kapalı olmamıştı. Belki de ilk kez David’in kapısının da kilidi olmadığım fark etti. “Annenin kapı dinlemek gibi bir âdeti yoktur, değil mi?” Laurel daha bu söz­ cükler dudaklarından döküldüğü anda kendini çok aptal hissetti. David homurdandı. “Asla. Annemin flörtlerinin neden sabaha kadar gitmediklerini sormamam sayesinde özgürlük adına çok şey kazandım. Ben onun kişisel konularından uzak duruyorum, o da benimkilerden.” Laurel güldü. Gerginliği buraya gelmesiyle birlikte yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. David ona yatağa oturmasını işaret etti ve kendisi de bir sandalye çekerek karşısına geçti. • 65«


KANATLAR

Birkaç saniye susup oturduktan sonra da sordu. “Evet, ne

APRILYNNE PİKE

ıırkasına yaslandı. “Sana kesin olarak tek söyleyebileceğim bu­ nun bir bitki parçası olduğu ve hücrelerin aktif, yani büyümekte

oldu?” Ya şimdi söyleyecekti ya da asla. “Aslında benim için mik­ roskobunda bir şeyi incelemeni istiyordum.” David’in yüzünden şaşkınlığı okunuyordu. “Mikroskobum mu?”

olduğu. Renkten anlayabildiğim kadarıyla çiçek açıyor.” “Bitki parçası mı? Emin misin?” David yeniden gözünü mikroskoba dayayarak, “Kesinlikle eminim,” dedi.

“Çok iyi bir mikroskobun olduğunu söylemiştin.”

“Yani bu... bir hayvandan alınmış parça olamaz mı?”

David kendini çabuk topladı. “Şey, evet. Tabii.”

“Hayır. Olanaksız.”

Laurel elini cebine götürerek mendili çıkardı.

“Nasıl bundan emin olabilirsin ki?”

“Bana bunun ne olduğunu söyleyebilir misin?”

David başka bir kutunun içindeki önceden hazırlanmış ve

David mendili aldı, dikkatle açtı ve küçük beyaz parçacığa baktı. “Çiçek yaprağından kopmuş bir parçaya benziyor.” Laurel gözlerini devirmemeye çalıştı. “Mikroskopta baka­ bilir misin?” “Elbette.” David üzerinde çeşitli araç gereçlerin bulunduğu uzun bir masaya geçti. Laurel bu donanımların bir kısmını bi­ yoloji laboratuvarından tanıyordu. Çok azını. David parlak si­

etiketlenmiş slaytları karıştırdı. Üzerinde pembe kabarcık olan birini seçti ve daha önce işlem yaptığı lamın bulunduğu mik­ roskoba taktı. Ayakta durup kendi sandalyesini işaret ederek, “Buraya gel,” dedi. Laurel onun sandalyesine oturdu ve çekinerek mikroskoba doğru uzandı.

yah mikroskobun gri kılıfını çıkardı. Sonra ince pelür kâğıtlarla

“Seni ısırmaz,” dedi David gülerek. “İyice yaklaş ve bak.”

birbirinden ayrılmış küçük cam panellerin bulunduğu kutudan

Laurel denileni yaptı ve gözlerinin önünde kahverengi çizgi

bir lam aldı. Laurel’a dönerek, “Bunu kesebilir miyim?” diye sordu.

ve noktacıkların bulunduğu pembe bir dünya belirdi. “Burada görmem gereken ne?”

Laurel yarım saat kadar önce o parçayı kendinden kesişini

“Senden hücrelere bakmanı istiyorum. Biyoloji kitabımızdaki

anımsayarak ürperdi. Ama sonra başını sallayarak onayladı.

resimlere ne kadar benziyorlar, değil mi? Ne kadar yuvarlak ya

“Hepsi senin.”

da düzensiz çeperleri olduğuna dikkatle bak. Hepsi birbiriyle

David incecik bir parça kesti, lamın üzerine koydu, sarı bir

bağlantılı kabarcıkları andırıyor, değil mi?”

sıvı ekledi ve üstüne lameli örttü. Lamı merceğin altına yerleştirdi

Mikroskobu yeniden kendi önüne çekerek, birkaç dakika önce

ve gözünü dayayıp odaklama ve ince ayar düğmeleriyle oynadı.

hazırladığı sarı lamı taktı. Birtakım ayarlamalar daha yaptıktan

Dakikalar geçiyor, David giderek daha fazla ayarlama yapıyor, lamın üstündeki örneğe farklı açılardan bakıyordu. Sonunda

sonra mikroskobu yeniden Laurel’ın önüne itti. “Evet, şimdi bir de buna bak.”

.66.

.67.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel eğilerek gözünü mikroskoba dayadı. Nedense lamdaki bu örnekten bir öncekinden çok daha fazla korkuyordu. Ellerinin titrediğini David’in fark etmemesini diledi. “Şimdi şu hücrelere bak. Hepsi kare biçiminde ve aşağı yu­ karı aynı, değil mi? Bitki hücreleri köşeli ve düzenlidir, hayvan

Belki de o anlayabilirdi. Hem kaybedecek neyi vardı ki? Bir an duraksadı. “Söyleyeceğim ama kimseye, hiç kimseye anlatmayacaksın. Asla.”

hücrelerine benzemezler. Ayrıca senin de burada gördüğün gibi

“Asla.”

kalın dayanıklı çeperleri vardır. Gerçi kare şeklinde hayvan hüc­

“Yemin eder misin?”

relerinin olmadığı kesin olarak söylenemez ama olsa da bu denli

David ciddiyetle başını salladı.

birbirinin aynı olmadıkları gibi, hayvanlardaki hücre duvarları çok daha incedir.” Laurel ağır ağır arkasına yaslandı. Buna bir anlam vere­ miyordu. Sırtında gerçek bir bitki büyüyordu. Bir mutant, asalak bir bitki. Ucubenin de ucubesiydi ve eğer birisi bunu keşfederse

“Bunu söylediğini duymak istiyorum, David.” “Yemin ederim.” “Bu yeminin sonsuza kadar geçerli olmalı, bil ki asla sözün­ den dönemezsin. Eğer bir kez sana anlatırsam...” Eğer sözcü­ ğünü vurgulaması dikkatten kaçacak gibi değildi. “Bunu asla,

tüm yaşamını itilip kakılarak geçirmek durumunda kalacaktı.

hiç kimseye söyleyemezsin. Sonsuza dek. Ne on yıl sonra ne

Başı dönmeye, boğazı tıkanmaya başlamıştı, sanki birileri bir

yirmi ne de elli...”

anda odadaki tüm havayı emip bitirmişti. Göğsü sıkışıyordu. Yeterince hava soluyamadığını, soluk alamadığını hissediyordu.

“Laurel, yeter artık. Sana kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. Ta ki sen bana izin verene dek.”

“Gitmeliyim,” diye mırıldandı.

Laurel bakışlarını ona dikti.

“Bekle.” David kolundan tutarak onu gitmekten alıkoydu.

“O bir bitki parçası değil, David. Benden bir parça.”

“Gitme. Bütün bunlar seni korkutmuş gibi görünüyor, gitme o yüzden.” Gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu ama Laurel buna fırsat tanımadı. “Gerçekten senin için çok endişeleniyorum. Bana anlatamaz mısın?”

David onu uzun uzun süzdü. “Benden bir parça derken, ne demek istedin?” Artık geri dönüşü yoktu. “Önce sırtımda tuhaf bir yumru

Laurel onun mavi gözlerine baktı. Öylesine yumuşak, içten

belirdi. 'Rıhaf davranışlarımın nedeni hep oydu. Onun bir tümör,

ve samimiydiler ki. Onun sır saklayamayacağını düşünüyor da

kanser ya da o tip bir şey olduğunu düşündüm. Ama bu sabah...

değildi. Aksine, sır saklayabileceğinden emindi. Ona güveni­

sırtımda bu çiçek benzeri şeyi gördüm. Bel kemiğimde büyüyen

yordu, bunun bilincindeydi. Sonuçta bunu birisine anlatmalıydı.

bir çiçek var sırtımda.” Kollarını göğsünde kenetleyerek arka­

Bu işten kendi başına sıyrılıp çıkmak istemişti ama olmamıştı.

sına yaslandı, ondan bunu kabullenme cesaretini göstermesini

Gerçekten de her şey arapsaçına dönmüştü.

bekliyordu.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel dudakları kenetlenmiş bir halde yüzünü ekşitti. "İşle

David şaşkınlıktan ağzı yarı açık bir halde ona bakıyordu. Elleri belinde, dişleri kenetlenmiş, dudakları birbirine bastırılmış bir halde ayağa kalktı. Döndü, yatağına gitti. Oturup dirseklerini dizine dayadı. Başını avuçlarının arasına aldı, düşünüyordu. “Bunu sana yalnızca bir kez soracağım çünkü sormam gerekiyor. Ama asla bir daha sormayacağımdan emin olabilirsin çünkü ne yanıt verirsen ver, buna kesinlikle inanacağım. Tamam mı?” Laurel başıyla onayladı. “Bu bir şaka mı yoksa bu söylediğine gerçekten inanıyor musun?” Laurel ayağa kalktı. Kapıya doğru ilerledi. Buraya gelerek hata yapmıştı. Büyük bir hata. Ancak daha kapıyı açamadan David önüne geçti. “Bekle. Bir kez soracağımı söylemiştim. Bunda samimiyim. Bana şaka olmadığını söyle, sana inanacağım.” Laurel onun gözlerine baktı ve dikkatle inceledi. Gördüğü şey onu şaşırtmıştı. İnançsızlık değildi gördüğü, kararsızlıktı. Aptalca bir şakanın, bir eşek şakasının kurbanı olmak istemi­ yordu. Böyle bir şeyi asla yapamayacağını kanıtlayabilmek isterdi, özellikle de ona. “Sana göstereceğim,” dedi. Ancak bu sözü daha çok bir nis­ pet gibi göründü. “Peki, tamam.”

bu.” “Ben... Ben... daha yakından bakabilir miyim?” Laurel başıyla onayladı. David çekinerek biraz daha yaklaştı. “Merak etme, ısırmam,” diyen Laurel’m ses tonu hiç de espri yapar gibi değildi. “Biliyorum, yalnızca...” David’in yüzü kızardı. “Boş ver.” Laurel’ın arkasına geçti ve elini yaprakların uzun, yumuşak yüzeyinde gezdirdi. “Sorun yok, değil mi?” Laurel başını salladı. David nazikçe, özenle Laurel’ın teninin küçük, yeşil yap­ raklarla birleştiği noktaları yokladı. “Bir tek ek yeri bile yok. Doğruca derinden çıkıyorlar. Bu şimdiye dek gördüğüm en inanılmaz şey.” Laurel önüne baktı, ne diyeceğini bilmiyordu. “Bütün hafta boyunca neden çok tuhaf davrandığını şimdi anlıyorum.” “Tahmin bile edemezsin.” Laurel yatağın üzerine oturdu ve sırtını pencereye verdi. Böylece güneş ışınları doğrudan çiçeğin yapraklarına gelebilecekti. Güneş anlaşılmaz bir şekilde rahat­ latıcıydı onun için. David ona bakıyor, bakışlarıyla sanki bin bir şey soruyordu.

David’in sesi de kararsızdı.

Ama bir şey söylemedi. Karşısına geçip oturdu. Onu yüzünden

Laurel arkasını döndü, şalının düğümüyle oynamaya baş­

başlayıp omuzlarını kaplayan yaprakların alt ucuna dek süzüyor

ladı. Düğüm açılıp yapraklar serbest kalınca tişörtünü sırtından sıyırdı. Böylece çiçek ağır ağır, normal şeklini alabilecekti. David yutkundu, gözleri fal taşı gibi açılmış, ağzı açık kalmıştı. “Ama nasıl... Sakın... Bunlar... Tanrım, bu da ne?”

ve sonra buna yeniden başlıyordu. “Sen...” diye söze başladıysa da cümlesini tamamlayamadı. Bir dakika sonra ayağa kalkıp odada aşağı yukarı yürümeye başladı. “Acaba bu...” Yine sustu ve odayı adımlamayı sürdürdü.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel şakaklarını ovuşturdu. “Lütfen yürüyüp durmayı keser misin? Beni deli ediyor.”

Laurel kıkırdadı. “Sırtımdan yetişmiş oldukları gerçeğinden bile daha mı mantıksız sence?”

David hemen sandalyesine oturdu. “Özür dilerim.” Yeniden

“Haklısın.” David güneş ışığında parlayan yapraklara göz

Laurel’ı incelemeye başladı. “Bunun olanaksız olduğunu biliyor­

atarak yutkundu. “Yani... acaba onu... onları sulaman gerekecek

sun, değil mi?”

mi?” “Bilmiyorum.” Laurel somurttu. “Bu ilginç olurdu, değil mi?

“İnan bana, bunun farkındayım.” “Şey, yalnız... İnsanın gözüyle gördüğüne inanması gerektiğini

Böylece onları öldürmenin yolunu da öğrenmiş olurdum.” David ağzının içinden bir şeyler mırıldandı.

biliyorum ama gözlerimi kırpıştırırsam sanki uykudan uyana­

“Ne dedin?”

cağım... ya da birden bir şey olacak ve gördüklerim kaybolacak.” “Anlıyorum.” Laurel kucağına koyduğu ellerine baktı. “Ben de hâlâ bu kötü rüyadan uyanmayı bekliyorum.” Elini omzunun üzerinden geriye attı, uzun yapraklardan birini aldı ve birkaç saniye kadar inceledikten sonra serbest bıraktı. Yaprak neredeyse yüzünü yalayarak eski pozisyonuna döndü. David, “Onları yeniden bağlamayacak mısın?” diye sordu. “Serbest oldukları zaman çok daha iyi hissettiriyorlar.”

David omzunu silkti. “Çok güzel olduğunu düşündüm, hepsi bu.” Laurel omzunun üstünden her iki yanına doğru yayılan mavi-beyaz dalgalı kenarlara baktı. “Öyle mi dersin?” “Kesinlikle. Okula böyle gitsen, kızların yarısının kıskanç­ lıktan çatlayacağına bahse girerim.” “Diğer yarısı da bana ucube gözüyle bakacaktır. Hayır, te­ şekkürler, almayayım.”

“Daha iyi mi? Onları hissedebiliyor musun?”

“Peki, ne yapmayı düşünüyorsun?”

Laurel başıyla onayladı.

Laurel başını salladı. “Ne yapabileceğimi bilmiyorum. Sanı­

David Laurel’ın kestiği küçük parçaya baktı. “Bunu keserken acıdı mı?”

rım hiçbir şey yapamayacağım.” Hüzünle gülümsedi. “Sanırım tüm vücudumu sarıp beni öldürmesini bekleyeceğim.”

“Çok sızladı.”

“Belki de geçecek.”

“Onları... hareket ettirebiliyor musun?”

“Yumru halindeyken de hep geçeceğini hayal etmiştim.”

“Sanmıyorum. Neden?”

David tereddütlüydü. “Sen... ailene bundan bahsettin mi?”

“Şey, yani, eğer onları hissedebiliyorsan, bu onun büyüyen bir

Laurel başını salladı.

bitkiden çok... senin parçan olduğunu gösterir. Belki de bunlar

“Peki söyleyecek misin?”

yalnızca çiçek yaprakları değil, çok daha fazlasıdır... Kanat gibi

Laurel yeniden başını salladı.

mesela.” Güldü. “Çok mantıksız, değil mi?”

“Bence söylemelisin.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel yutkundu. “Uyandığımdan beri tek düşündüğüm bu.

“Ah. Çok üzgünüm. Bugün gideceğinizi tamamen unuttum."

Sen çocuk sahibi olsaydın ve çocuğun sana sırtında bir çiçek

“Sorun değil. Zaten daha birkaç saat var.” David kısa bir süre

yetiştiğini söyleseydi ne yapardın?” David bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra vazgeçerek önüne baktı. “Böyle bir durumda üzerine düşeni yapar, çocuğunu alıp has­ taneye götürürsün, değil mi? Çocuğun da orada hilkat garibesi yerine konur, yapılmadık test, işlem bırakılmaz. Eğer söylersem başıma gelecek bu. Ve ben bunu istemiyorum, David.” David yarım ağızla, “Belki de annen yardımcı olacak bir şey hazırlayabilir,” dedi ama buna kendisinin de inanmadığı anlaşılıyordu. “Bunun annemin hazırladığı şeylerden çok daha ciddi bir du­ rum olduğunun ikimiz de bilincindeyiz, David.” Ellerini göğsünde

•.ustu. “Seni yeniden davet ederdim ama...” Yapraklara baktı, Laurel hüzünle başını salladı. “Pek işe yaramaz.” “Peki, sonra seni görmeye gelebilir miyim? Yalnızca iyi ol­ duğunu görmek için.” Laurel’ın gözleri yaşla doldu. “Sence iyi olabilir miyim?” David yatakta yanma oturdu ve bir kolunu omzuna atarak hafifçe sarıldı. “Umarım olursun.” “Sen de bilemiyorsun, değil mi?” David dürüstçe, “Hayır,” dedi. “Ama öyle olacağını umuyorum.” Laurel elini yüzüne götürdü.

kenetledi. “Doğrusunu istersen, bu nesne beni öldürecekse bunu

“Teşekkürler.”

yalnız ve özel olarak yaşamak istiyorum. Yok, eğer geçecekse...”

“Bu gelebileceğim anlamına mı geliyor?”

Birden omuz silkerek ellerini iki yana açtı. “Bunu hiç kimsenin

Laurel gülümsedi ve başını sallayarak onayladı.

öğrenmemesi çok daha iyi.” “Peki, nasıl istersen.” David biraz düşündükten sonra ek­ ledi. “Ama bence başka bir şey daha olursa bu kararını yeniden gözden geçirmelisin.” “Başka ne olabilir ki?” “Daha çok büyüyebilir. Ya da yayılabilir.” “Yayılmak mı?” Bunu düşünmemişti. “Evet, örneğin sırtına yayılacak yeni yapraklar olabilir ya da başka çiçekler açabilir... başka yerlerinde.” Laurel uzunca bir süre sustu. “Bunu düşüneceğim.” David kendi kendine gülümsedi. “Bugün sahile neden gelmek istemediğini şimdi anladım.”


YEDİ

Kapı çaldığında Laurel divana uzanmış, dinleniyordu. “Ben açarım,” diye seslendi. Kapıyı açtı ve açık sarı sörf şortunun üzerine siyah bir tişört giymiş olan David’i gülümse­ yerek karşıladı. “Merhaba,” dedi ve kapıyı hemen arkasından kapayarak verandaya çıktı. “Piknik nasıldı?” David omuz silkti. “Eğer sen de orada olsaydın çok daha iyi geçebilirdi.” Bir an duraksadı. “Nasılsın?” Laurel başını öne eğerek yere baktı. “İyiyim. Sabahla aynı.” “Acı ya da başka sıkıntı var mı?” Laurel başını salladı. David’in kolunu okşadığını hissetti. David yumuşak bir sesle, “İyi olacak,” dedi. “Nasıl iyi olacak ki, David? Sırtımda bir çiçek açıyor. Bu iyi değil.” “Bir çözüm bulacağız demek istedim.” Laurel hafifçe gülümsedi. “Çok üzgünüm. Buraya benim için geldin ama ben...” Yüzünü aydınlatan parlak far ışığıyla birlikte birden sustu. Elini gözüne siper ederek bu parlaklıktan sakınmaya


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

çalışırken evlerinin garaj yoluna sapan bir araba gördü. Arabadan

Laurel koridorda durup babasını izliyordu. Bu arada David’in

inen uzun boylu, geniş omuzlu bir adam onlara doğru ilerledi.

ı*li sırtında, tam ensesindeydi. Onun elini çekmemesini umu­

“SeweH’larm evi burası mı?” Adamın sesi boğuk ve ciddiydi.

yordu. Korkmuyordu belki ama bir şeylerin yolunda olmadığı

Verandanın ışığına doğru ilerlerken Laurel, “Evet,” dedi.

duygusundan kurtulamıyordu.

Laurel ister istemez burnunu kırıştırdı, adamdan hoşlanmamıştı.

Babası, “Sarah,” diye seslendi. “Jeremiah Barnes gelmiş.”

Yüzü bir tuhaftı, iyi bir izlenim uyandırmıyordu. Yüz kemikleri

Laurel’ın annesi fincanını gürültüyle masanın üzerine bıraktı.

sert ve keskin hatlıydı, sol gözünün kapağıysa hafif sarkıktı. Uzun burnu yüzünü ortalamıyor, defalarca kırılmış ama düzeltilememiş gibi görünüyordu. Dudak büküyor ya da küçümsü­ yor olmasa bile çarpık ağız şekli düş kırıklığına uğramış birisi izlenimi uyandırıyordu. İri yarı bir görünümü vardı. Omuzları öylesine genişti ki giydiği takım elbise bile bu heybetli yapıya uymamış, eğreti görünüyordu.

Laurel ve David’in önünden geçerek ön kapıya gitti. David yavaşça, “Jeremiah Barnes kim?” diye sordu. “Emlak komisyoncusu,” diye açıklayan Laurel etrafa bakındı. Sonra David’in elinden tutarak, “Gelsene,” dedi. Beraberce Bay Barnes’ın oturduğu kanepenin arkasında kalan merdivenlere doğru gittiler. Laurel aşağıdan görünmeyecekleri şekilde birkaç basamak çıktıktan sonra durdu. Sonra David’in elini bıraktı ve

Adam Laurel’a, “Annen ile baban evde mi?” diye sordu.

basamağa oturdu. David de onu izledi ve kolunu onun omzuna

“Evet, bir dakika.” Laurel birden döndü. “Şey, içeri gelin.”

attı. Laurel onun yanında olduğunu hissetmenin mutluluğuyla

Laurel kapıyı açık tutarken adam ve David içeri girdiler. Üçü

ona biraz daha sokuldu. Böylece Bay Barnes’ın gelişinin yarattığı

birlikte antrede durdukları sırada adam burnunu çekti, sonra da boğazını temizledi. Eleştiren gözlerle David’e bakarak, “Bugün ateş mi yaktınız?” diye sordu. “Evet. Sahilde. Ateşi tutuşturma görevi bana düştü. Ateşten önce çok fazla duman çıktı diyebiliriz.” Bir an güldü ama adamın gülümsemediğini görünce gülmesi yarıda kesildi. Laurel hemen, “Onları çağırayım,” dedi. David de onu izledi. “Ben de yardımcı olayım” Birlikte Laurel’ın annesi ile babasının çay içtiği mutfağa gittiler.

tedirginlikten de biraz olsun kurtulmuş oldu. Barnes, “Böyle habersiz gelerek sizi rahatsız etmediğimi umarım,” diyerek söze girdi. Annesi, “Önemli değil,” dedi. “Bir kahve alır mısınız? Ya da çay? Su?” “Teşekkürler. İstemem.” Adamın derin, boğuk sesi Laurel’ın tepeden tırnağa irkil­ mesine neden oldu. Barnes, “Resmî önerimizi sunmadan önce arazinize ilişkin birkaç sorum olacak,” dedi. “Buranın aile toprağı olduğunu bi­

Laurel, “Baba, içeride seni görmek isteyen bir adam var,” dedi. “Ah!” Babası çay fincanını masaya bıraktı, kitapta okuduğu

liyorum. Ne kadar zamandır ailenizin mülkü?” Laurel’ın annesi, “Altına hücum günlerinden beri,” diye ya­ nıtladı. “Büyük büyük büyük dedem bu araziye sahip çıkmış ve

sayfayı işaretledi. “Pardon.” . 78 •

.79.


KANATLAR

buradaki ilk evi yapmış. Bu arada belirteyim, asla altın filan bulamamış. Ailemin her kuşağı o zamandan bu yana bir şekilde burada yaşamıştır.” “Ama kimse satmaya kalkışmadı, değil mi?” Laurel’ın annesi başını salladı. “Benim dışımda hayır. Anne­ min kemiklerinin sızladığını hissediyorum ama...” Omuz silkti. “Buranın elimizden çıkacak olmasından hoşlanmıyor olsak da çok daha önemli durumlar var.” “Haklısınız. Bu araziyle ilgili... sıradışı bir durumla karşı­ laştınız mı?” Laurel’m annesi ile babası birbirlerine bakarak başlarını salladılar. Babası, “Hiç sanmıyorum,” dedi. Barnes başıyla onayladı. “Buraya izinsiz girenlerle bir sorun yaşadınız mı? Buraya izinsiz yerleşmek isteyenler oldu mu? Ya da bunun gibi bir şey?” Laurel’ın babası, “Pek sayılmaz,” dedi. “Zaman zaman bu arazide dolaşanlar oldu, bazen yabancılar gördük. Ama sonuçta arazimiz Redvvood Milli Parkı’nın hemen bitişiğinde, çitimiz filan yok, ayrıca özel mülke girilmez gibi bir uyarı yazısı da koymadık. Ama eğer siz bunu hallederseniz, hiçbir sorun yaşamazsınız.” Barnes başka bir konuya geçti. “İstediğiniz fiyatın ne oldu­ ğunu tam olarak anlayabilmiş değilim.” Laurel’ın babası boğazını temizledi. “Arazi söz konusu olunca tam bir değerlendirme yaptırmak maalesef pek mümkün değil. İki kez uzman çağırıp değer biç­ tirmek istedik ama her ikisi de gelmeyip bir şekilde dosyamızı

APRILYNNE PİKE

“Mantıklı.” Barnes ayağa kalktı. “Bir hafta içinde size yazılı olarak önerimi iletebileceğimi umuyorum.” Annesi ve babasıyla el sıkıştıktan sonra da gitti. Laurel arabanın çalışıp bahçe yolundan çıkmasını soluksuz bekledi. Sonra David omzundaki elini kaldırdı ve Laurel da he­ men merdivenlerden indi. Babası mutfakta mutluluk içinde, “Sonunda tamam, Sarah,” diyordu. “Benimle ilk görüşmesinden bu yana neredeyse altı ay geçti. Artık boşuna umutlandığımızı düşünmeye başlıyordum.” “Bu bir gerçekleşse her şey öylesine kolaylaşacak ki!” diyen annesi iç çekti. “Yine de daha bir şey olduğu yok.” “Biliyorum ama çok yaklaştık.” “Daha önce de yaklaşmıştık. Daha geçen yaz eve hayran kalan o kadın vardı.” “Hangi hayranlık?” Laurel’m babası buna şiddetle karşı çıktı. “Sonradan bu konuyu konuşmak üzere aradığımızda, ‘Hangi ev?’ diye sormuştu. Konuyu tamamen unutmuştu.” Annesi, “Doğru,” diyerek ona hak verdi. “Demek ki o kadar da etkilenmemiş.” Laurel birden hırçın bir tavırla, “Araziyi bu adama satmayı düşünmüyorsunuz, değil mi?” diye sordu. Annesi ile babası şaşkınlık içinde ona döndüler. Annesi, “Laurel?” dedi. “Sorun ne?” “Adamın ne kadar tüyler ürpertici bir tip olduğunu görme­ din mi?”

kaybetmeyi başardılar. Bu bizim açımızdan çok sinir bozucu

Laurel’ın annesi iç çekti. “Yalnızca karizmatik bir tip ol­

bir durum. Sonuç olarak sizin bir öneri yapmanızı bekliyoruz,

madığı için tüm yaşamımızı değiştirecek bir satış teklifini geri

hareket noktamız bu olabilir.”

çevirmemizi beklemiyorsun herhalde.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Ondan hoşlanmadım. Beni korkuttu.”

“Bak Laurel, bu hayatımda duyduğum en tuhaf şey Öyle değilmiş

“Korkuttu mu?” Bunu soran babasıydı. “Nesinden korktun ki?”

gibi davranamam.”

“Bilmiyorum.” Laurel, Bay Barnes nihayet gittiği için kendini biraz rahatlamış hissediyordu. “Şey... Çok tuhaf görünüyordu.” Babası güldü. “Olabilir. Adam büyük olasılıkla çok fazla darbe almış bir futbolcu. İnsanları görünüşlerine göre değerlendirmemelisin. Kitaplar ve kapaklan meselesini düşün.” “Evet, biliyorum.” Laurel babasına hak verse de ikna olma­ mıştı. Adamda bir tuhaflık vardı, gözlerindeki bakış Laurel’ı çok rahatsız etmişti. Ondan hoşlanmamıştı. David hafifçe öksürerek boğazını temizledi. “Artık eve git­ meliyim,” dedi. “Yalnızca birkaç dakikalığına uğramıştım.” “Seni geçireyim,” diyen Laurel hemen kapıya doğru yürüdü. Verandaya çıkmadan önce en az iki kez evin araba yolunun boş olup olmadığını kontrol etti. Dışarı çıkar çıkmaz da David’e sordu: “Adam sana da tuhaf, tehlikeli bir tip gibi görünmedi mi?” “Barnes denen herif mi?” David uzunca bir süre düşündükten sonra omuz silkti. “Tam olarak değil. Görüntüsü hoş değildi ama sanırım bunun sebebi burnundan kaynaklanıyor. Tıpkı Owen

Laurel başıyla onayladı. “Biliyorum. Ben bir hilkat garibe­ siyim.” “Hayır, kesinlikle öyle değilsin. Şey... biraz.” Sonra aceleyle ekledi: “Hayır, sen öyle değilsin. Yalnızca bu tuhaf şeye sahipsin ve ben... sana yardımcı olmak için elimden geleni yapacağım. Tamam mı?” Laurel, “Gerçekten mi?” diye fısıldadı. David başını salladı. “Söz veriyorum.” Laurel gözünden boşalmak üzere olan minnettarlık gözyaş­ larını tutmakta zorlanıyordu. “Yarın sabah annemle kiliseye gideceğim, sonra da büyü­ kannem ve büyükbabamla Eureka’da yemek yiyeceğiz. Öğleden sonra döneceğim. Hemen seni ararım.” “Güzel. İyi eğlenceler.” “Çalışırım.” Bir an için duraksadı, arkasını dönüp gidecek gibiydi. Ama sonra birden ileri doğru bir adım atıp Laurel’a sarıldı. Laurel da şaşkınlık içinde ona sarıldı. David’in bisikleti yoğun toz bulutu içinde kaybolana dek izledi ve o gözden uzaklaştıktan sonra da uzunca bir süre ve­

Wilson gibi. Büyük olasılıkla babanın da dediği gibi Amerikan

randada arkasından bakakaldı. O sabah onun evine gittiğinde

futbolunda çok darbe yemiş.”

öylesine korkmuştu ki. Ama şimdi onun bu durumu anlatmak

Laurel iç çekti. “Belki de bu yalnızca benim kuruntum... Son zamanlarda aşırı derecede hassaslaştım çünkü...” Arkasını

için doğru insan olduğunu biliyordu. Gülümsedi ve arkasını dönerek eve girdi.

işaret etti. “Biliyorsun işte.” “Evet, zaten benim de seninle konuşmak istediğim buydu.”

Pazartesi Laurel’ın sırtındaki büyük çiçekle okulda geçirdiği ilk

David ellerini cebine soktu, sonra çıkardı, göğsünde kenetledi.

gündü. Önceleri hasta numarası yapmaya karar vermişti ama

Birkaç saniye sonraysa yeniden fikrini değiştirerek cebine soktu.

çiçeğin ne kadar orada kalacağını kim bilebilirdi ki? Ürpererek,


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

belki de sonsuza kadar, diye düşündü. Her gün de hasta numa­ rası yapamazdı ya. Okuldan önce David’le okulun avlusunda

Chelsea evinde hastaydı. Dolayısıyla David, Laurel’a İngilizce dersliğine kadar tek başına eşlik etti.

buluştu. David defalarca tişörtünün altında bir şey olduğunun

“David?” dedi Laurel.

anlaşılmadığını yinelemek zorunda kaldı. Laurel sonunda ikna

“Efendim?”

olarak derin bir soluk aldı ve sınıfına doğru ilerledi. Öğle yemeği sırasında Laurel oturup David’i seyretti. Bu­ lutlar zaman zaman birkaç dakikalığına aralanıyor, güneş ara­ dan kendini gösteriyordu. Laurel güneş ışınlarının doğrudan David’in üzerine geldiğini fark etti. Kumral saçlarının ilk anda göze çarpmayan röflelerini parlatıp ortaya çıkarıyor, kirpikle­ rinin uçlarında ışıldıyordu. Daha önce onun ne denli yakışıklı olduğunu pek düşünmemişti ama son birkaç gündür ona çok daha fazla bakıyor, neredeyse gözünü ondan alamıyordu. Hatta

“Bugün öğleden sonra benimle kısa bir gezintiye çıkmak ister misin? Benimle ve ailemle?” David’in yüzü asıldı. “Gelemem.” “Neden?” “Birkaç hafta içinde ehliyetimi alacağım. Annem benzin ve sigorta giderlerini karşılamak için çalışmam gerektiğine karar verdi. Benim için süpermarkette iş bulmuş, bugün başlamam gerekiyor.”

yemek sırasında David iki kez başını kaldırmış ve onu kendisine

“Ah. Bana söylememiştin.”

bakarken yakalamıştı. David onda, hep kitaplarda okuduğu o,

“Ben de dün öğrendim. Ayrıca...” Laurel’a biraz daha yaklaştı.

midenin içinde kelebekleri pır pır ettiren, baş döndürücü duy­

“Şu sıralar senin sorunların benimkilerden biraz daha büyük.”

guyu yaratmaya başlamıştı.

“Neyse, yeni işinde iyi şanslar.”

Kimse bakmadığı zamanlarda Laurel elini güneşe tutuyordu.

David iç çekti. “Tüm iş arkadaşlarının seni sevmesi için

Eskisi gibi görünmüyordu sanki. David’in gövdesi güneşi nere­

küçük bir akraba kayırmasından daha iyi ne olabilir ki?” Güldü.

deyse kapatmıştı, güneş ışınları yalnızca kenarlardan sızıyordu.

“Nereye gidiyorsunuz?”

Kendi eliyse yalnızca güneşin bir kısmını bloke edebiliyor, ışık sanki derisinden geçip parlıyordu. Elini cebine soktu. Giderek paranoyaklaşıyordu. Belinin çevresindeki yapraklar oldukça rahatsızlık veriyor, Laurel onları bir an önce özgür bırakabilmenin özlemini çekiyordu, özellikle de gelecekteki aylarda çok daha ender rastlanacağını iyi bildiği güneşli günlerde. Ama bu onun katlanacağı -katlanmak zorunda olduğu- bir rahatsızlıktı. O gün öğleden sonra kısa bir yürüyüşe çıktığında güneş olmasını umuyordu.

“Eski evimize. Son iki gündür annem oranın satılmasından başka şey konuşmaz oldu. Çok heyecanlanıyor ama bence yine de tereddüde düştü.” “Neden? Ben gerçekten satmak istediklerini düşünmüştüm.” “Ben de öyle. Ama annem bir yandan da üzülüyor. Orada büyümüş. Annesi de. Büyükannesi de, büyük büyükannesi de. Biliyorsun değil mi?” “Bence bu çok korkunç. Keşke satmasaydınız.”


KANATLAR

“Keşke,” diyen Laurel hemen aceleyle ekledi. “Burayı güzel bulmadığım, sevmediğim için değil. Buraya taşınmış olmaktan mutluyum. Ama yine de zaman zaman oraya gitmenin hoş ola­ cağını düşünüyorum.” “Buraya taşındıktan sonra hiç gittin mi?” “Hayır. Dükkânı çalışabilir duruma getirmek ve bu yeni eve

SEKİZ

yerleşmekle öylesine meşguldük ki zamanımız olmadı. Dolayı­ sıyla annem orayı ziyaret edip gerçekten satmak istediğinden emin olmak, o sırada da bahçeyi filan toplamak istiyor. Bir de pencereleri silmek. Babam da çalıları budamayı düşünüyor.” Yapmacık bir coşkuyla gülümsedi ve alaycı bir tonda, “Çok eğ­ lenceli olacakmış, hem de çok,” dedi. David başını sallarken onu ciddi bakışlarla süzdü. “Keşke gelebilseydim. Gerçekten isterdim bunu.” Laurel başını eğdi. David kendisine çok ciddi bakıyordu. Hayal kırıklığına uğradığını belli etmemek için soğuk ve ciddi bir ses tonuyla, “Belki başka bir zaman,” dedi. “Umarım.”

Oraya vardıklarında Laurel’m saçları vahşice savrulmuş ve ka­ rışmıştı. Onları açıp taramak dünya kadar zamanını alacaktı. Ama yine de eski, üstü açılabilen arabada kırk beş dakika serin rüzgâr yüzüne çarpa çarpa yol almak her şeye değmişti. Evin uzun araç yoluna saptıklarında yol kenarlarındaki ağaçların ve uzaktan görünen tahta evin güzelliği karşısında Laurel bir an soluğunun kesildiğini hissetti. Eski evlerini görmek Laurel’da hiç beklemediği nostaljik duygular uyandırmıştı. Tahta ev küçük ama şirindi, yoğun otların tam ortasında kalmış, etrafı yıkık dökük bir çitle çevrilmişti. Laurel taşınmalarından bu yana sık sık eski evlerinin Özlemini duymuştu ama hiç dört ay sonra ilk kez gördüğü o andaki kadar yoğun duygular yaşamamıştı. Tam on iki yıl süreyle bu evde, bu topraklarda yaşamıştı. Evin arkasındaki engin ormanda kıvrım kıvrım uzanan tüm patikaları biliyordu, oralarda dolaşarak uzun saatler geçirmişti. Gerçi tam olarak yeniden burada yaşamayı istiyor değildi ama yine de kendini çelişkili duygulardan kurtaramıyordu. Annesi ile babası arabadan tırmık ve kovaları indirip diğer malzemeleri hazırlamaya başlamışlardı. Laurel da arka koltuktan


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

gitarını adı. Annesi güldü. “Senin hâlâ bu eski şeyi çalman çok

su damlacığını ışıl ışıl parlatarak onları zümrütten yüzeyleri*

hoşuma gidiyor.”

dönüştürmüştü. Ağaçlar arasındaki patikalar kıvrıla kıvrıla ka­

“Neden?”

ranlık iç kısımlara doğru uzanıyordu. Laurel ağır ağır onlardan

“Bana Berkeleyde onu çaldığım günleri anımsatıyor.” Laurel’m

birini izledi.

babasına bakarak gülümsedi. “İlk karşılaşmamızı. O zamanlar ikimiz de hippiydik.” Laurel bir an annesinin uzun saç örgülerini ve babasının da Birkenstock sandaletlerini düşünüp güldü. “Siz şimdi de hip­ pisiniz.” “Ah, bu hiçbir şey değil. O zamanlar gerçek hippiydik.” Annesi uzanıp babasının elini tuttu, parmakları iç içe geçti. “Oturma eylemi yaptığımız yerlere bu gitarı götürürdüm. Akortsuz, no­ tasız We Shall Not Be Moved adlı şarkıyı çalardım ve herkes de bana avazı çıktığınca eşlik ederdi. O günleri anımsıyor musun?” Babası gülümseyerek başını salladı. Alaycı bir tonda, “Eski

Burada büyülü topraklarda yürüdüğünü hayal etmek öyle kolaydı ki. Örneğin tarih öncesinden kalma bir tapmağın kalınl ılarında dolaştığını düşünmek. Laurel yolunun üstüne uzanmış, güneş ışınlarının aydınlattığı yosunla kaplı bir dal görünce gü­ lümsedi, elini daim üzerinde gezdirdi. Parıldayan su damlacık­ larının parmaklarından kayıp ışık zerrecikleri halinde toprağa düşmesini izledi. Birkaç dakikadır ailesinin görüş alanının dışına çıkmıştı. Laurel gitarı önüne alıp şah gevşetti. Rahat bir soluk alarak tişörtünü hafifçe yukarı kaldırıp çiçeğin yapraklarını özgür bı­

güzel günler,” diye mırıldandı.

raktı. Günün büyük bir kısmında sımsıkı bağlı kaldıkları için

“Ah, çok hoş günlerdi.”

serbest bırakınca biraz sızlamışlardı. Yapraklar tutulmuş kaslar

Babası bir öpücük için eğilirken, “Öyle diyorsan öyle olsun,” dedi. Laurel gitarın askısını omzuna geçirdi. “Biraz dolaşmamda bir sakınca var mı? Birazdan yardıma gelirim.” Annesi o sırada bagajı karıştırmaktaydı. “Tabii git,” dedi. “Görüşürüz.” Laurel evin arkasına doğru ilerledi. Ormanda zemini halı gibi kaplayan yeşil bitki örtüsünü göl­

gibi ağır ağır esneyerek açılırken Laurel dar patikada yürümeyi sürdürdü. Uzaktan geniş bir derenin şırıltısı duyuluyordu. Laurel yoğun bitki örtüsünün arasından o yönde ilerledi. Kısa bir süre sonra da dereye ulaştı ve hemen kıyısındaki bir kayaya çöktü. Sandaletlerini çıkardı ve ayaklarını akan suya daldırdı. Bu dereyi her zaman çok sevmişti. Su, derenin durgun noktalarında o kadar temiz ve berraktı ki dibini görebiliyor,

geleyen büyük yapraklı ağaçlar yanında çok sayıda çam ağacı da

balıkların sağa sola yüzüşünü izleyebiliyordu. Kayalara çarptığı

vardı. Ağaçlardan birçoğunun gövdesi koyu yeşil renkte yosun ve

ya da yüksekten düştüğü noktalardaysa küçücük şelaleler oluş­

sarmaşıklarla kaplanmıştı, kabukları yeşil konuklarının altına

turuyor, köpürüp kalın, dolgun sabun baloncuklarını andıran

gizlenmişti. Nereye bakarsa yemyeşildi. Sabah hafif bir yağmur

bembeyaz taneciklere dönüşüyordu. Manzara en güzel posta

yağmış, sonra güneş çıkmış, yaprakların üzerindeki milyonlarca

kartlarmdakinden farksızdı.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel, Sarah McLachlan’m en sevdiği şarkısından bölüm­

Laurel gerçek olamayacak kadar canlı ve derin koyu yeşil

ler tıngırdatmaya başladı. Çiçeğin kokusu bedenini kaplarken

gözlere baktı. Yere serilmiş yatıyordu ve tam karşısında ona

sessizce melodiyi mırıldandı.

doğru eğilmiş, sevgiyle bakan genç bir adamın yüzü vardı.

İlk kıtayı henüz tamamlamıştı ki sol tarafında bir hışırtı

Genç adam elini uzattı.

duyarak dikeldi. Dikkatle dinledi ve bir an fısıldaşmalar duy­

“Gerçekten çok üzgünüm. Biz... yani ben seslenmiştim. Beni

duğunu düşündü. “Anne? Baba?”

duyduğunuzu sandım.” Temiz ve saf bir ifadeyle gülümsedi. “Sanı­ rım yanıldım.” Yüzü klasik sanat eserlerini andırıyordu; pürüzsüz

Gitarını hemen yakındaki ağaca dayadı ve bileğine bağladığı şalın düğümünü çözmeye başladı. Ailesinden birisi görmeden

1

yanık teni, kusursuz hatları ve çıkık elmacık kemikleriyle yosun

önce yaprakları örtmesi iyi olacaktı.

i

kaplı, nemli bir ormandan çok, Los Angeles plajlarına yakışacak birisine benziyordu. Saçları, hüzünlü gözlerini çevreleyen uzun

Ne var ki ince ipek şalın düğümü gevşememekte direniyordu.

kirpikleri ve biçimli kaşları gibi gür ve siyahtı. Uzun saçları sanki

O sırada bir hışırtı daha duydu, ama bu defaki bir öncekinden

yağmur başladığında kuytu bir yere sığınmamış gibi nemliydi.

daha yüksek bir tondaydı. Sol omzunun üzerinden hışırtının

Her nasılsa yalnızca diplerini gözlerinin muhteşem yeşiline bo­

geldiği noktaya baktı. “Hey, kim var orada?”

yamayı başarmıştı. Öylesine yumuşak ve hoş bir gülümsemesi

Laurel özenle sırtındaki yumuşak yaprakları aşağı bastırıp

vardı ki Laurel bir an soluğunun kesildiğini, boğazına bir şeylerin

belinin etrafına sardı. Tam onları bağlayacakken bir ağacın ge­

düğümlendiğini hissetti. Kendini toparlayıp konuşabilmesi bile

risinden birisi sanki itilmişçesine birden tökezleyerek öne fır- 3

birkaç saniye sürdü.

ladı. Laurel’a bakmadan önce kısa bir süre için öfkeyle ağaca

“Kimsin sen?”

baktı. Sonra döndü, öfkesi kayboldu ve gözleri inanılmaz bir

Genç adam durdu ve Laurel’ı tuhaf, kararlı bakışlarla süzdü.

sıcaklıkla doldu.

Laurel yineledi. “Evet, bekliyorum.”

Gülümseyerek, “Merhaba,” dedi.

“Beni tanımadın, değil mi?” Laurel çekinerek geriye doğru bir adım atmak istedi ama topuğu yerdeki bir ağaç köküne takıldı ve düştü. İster istemez i sırtındaki yaprakları bırakmak zorunda kaldı. Artık gizlemek için çok geçti, yapraklar tüm görkemiyle açılmıştı.

i j j

\

“Ah, hayır...” dedi yabancı. “Tanrım, çok üzgünüm. Yardımcı ; olabilir miyim?”

Laurel ne diyeceğini bilemiyordu. Duraksadı. Onu bir şekilde tanıdığını hissediyordu. Belleğinin bir köşesinde takılıp kalmış bir anı gibiydi ama ona ulaşmaya çalıştıkça zihninden kayıp gidiyordu. Çekinerek, “Tanımalı mıyım?” diye sordu. Israrlı, umut dolu bakışlar belirdiği gibi birden kayboldu. Yabancı hafifçe güldü, aslında hüzünlü bir gülüştü bu. “Ben Tamani’yim,” dedi. Ağaçlarda yankılanan tatlı sesi insandan

.90.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

çok bir kuşun sesini andırıyordu. Laurel’a yardım için uzattığı

girdin.” Gözleri nasıl böylesine capcanlı bir yeşil olabilirdi? I-a-

eli hâlâ havadaydı. “İstersen bana kısaca Tam diyebilirsin.”

ıırel içinden, lens, diye düşündü.

Laurel birden hâlâ yerde, düştüğü ıslak zeminde yattığını

“Giremez miyim yani?”

fark ederek utandı. Sırtındaki yaprakları tutması gerektiğini

Laurel’a doğru bir adım atan genç adamın gözleri biraz daha

unutup genç adamın elini görmezden geldi ve kendi gayretiyle

açılmıştı. Yüzü öylesine güven verici, gülümsemesi öylesine et­

ayağa kalktı. Ani bir hareketle tişörtünü aşağı çekti ve çiçeğin

kileyiciydi ki Laurel istese bile geri çekilemiyordu. Ona yaşamı

yapraklarının tenine çarpmasıyla irkildi.

boyunca daha önce hiç rastlamamış olduğundan emindi ama

“Hiç endişelenme,” dedi Tamani. “Çiçeğinden uzak dura­ cağım.” Gülümsedi. Laurel o anda kendini bir şeyleri atlamış gibi hissetti. “Hangi çiçeği elleyip hangisini elleyemeyeceğimi bilirim.” Derin bir soluk aldı. “Hımm. Ne kadar güzel kokuyor­ sun. Yaprakların benim için yasak bölge.” Kaşlarını kaldırdı. “En azından şimdilik.” Elini Laurel’ın yüzüne doğru uzattı. Laurel donup kalmıştı,

yine de bir şekilde yüzü tanıdık geliyordu. Laurel, “Kimsin sen?” diye yineledi. “Söylemiştim ya, Tamani.” Laurel başını salladı. “Gerçekten kimsin sen?” Tamani işaret parmağını Laurel’m dudaklarına götürdü. “Şşş, her şeyin bir zamanı var. Benimle gel.” Laurel’ı elinden

kıpırdayamıyordu. Tamani, Laurel’ın saçına yapışan birkaç yap­

lutarak onu ormanın derinliklerine doğru sürükledi. Laurel buna

rağı aldı ve onu tepeden tırnağa dikkatle süzdü. “Neyse, sağlam

karşı koymadı, elini çekmedi. Diğer eli de bir an ne yaptığını

görünüyorsun. Yaprakların ya da sapın zarar görmemiş.”

unuttu ve tişört kendiliğinden yukarı sıyrıldı. Yapraklar ağır

“Neden bahsediyorsun?” diye soran Laurel bu arada tüm gayretiyle tişörtünün altından dışarı taşan yaprakları gizlemeye çalışıyordu. “Sence de bunu yapmak için biraz geç değil mi?” Laurel onu sert ve düşmanca bakışlarla süzdü. “Burada ne arıyorsun?” “Burada yaşıyorum.” Laurel, “Burada yaşıyor olamazsın,” dedi kafası karışmış bir şekilde. “Burası benim toprağım.”

ağır açılarak arkasına tüm güzelliğiyle, tüm görkemiyle yayıldı. Tamani arkasına baktı. “Evet, böylesi çok daha iyi, değil mi?” Laurel yalnızca başını sallayabildi. Kafasının içi karmakarı­ şıktı, bilinçaltının gerisinde bir yerlerde bu olanlardan rahatsız olması gerektiğini düşünüyor, ama her nedense bu ona o anda hiç de önemli görünmüyordu. O anda tek yapmak istediği, gü­ lümsemesiyle aklını başından alan genç adamı izlemekti. Genç adam onu ormandaki bir açıklığa götürdü. Tam bu noktada, ağaçların yaprakları aralanmış, güneş ışıkları dalların arasından süzülerek nemli, yer yer yumuşak yosunlarla benek­

“Gerçekten mi?”

lenmiş ufak bir çimenlik alanı aydınlatıyordu. Tamani çimenlerin

Laurel yine çok şaşırmıştı. “Evet, burası ailemin toprağı.”

iizerine sere serpe uzandı ve Laurel’a da karşısına oturmasını

Eliyle tişörtünün ucunu çekiştirdi. “Ve sen de... buraya izinsiz

işaret etti. . 93 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel kendinden geçmiş bir halde bakakalmıştı. Genç ada­

Laurel yavaş yavaş kafasını toplamaya başlıyordu. “Evet...

mın yeşil-siyah saçları geniş tutamlar halinde alnından aşağı dökülüyor, yalnızca gözlerini açıkta bırakıyordu. Üzerinde evde

Hayır... Bilmiyorum, ayrıca bundan sana ne?” Ancak son söz­ cükleri çok kısık bir sesle söylemişti.

dikilmiş gibi görünen beyaz bol bir gömlek ve aynı tarzda, paçalan

Tamani’nin gözlerinin ucunda ince çizgiler belirdi. Laurel

tam dizlerinin altında bağlanmış kahverengi bol bir pantolon

bir an için bu gözlerde bir korku kıvılcımı gördüğünü düşündü.

vardı. Gerçi bu giyim stili demodeydi ama diğer tüm nitelikleri

Ama genç adam hemen sonra arkasına yaslandı. O içten gülüm­

gibi onda son derece moda gibi görünüyordu. Ayakları çıplaktı ama yol boyunca bastıkları sivri çam iğneleri ve kırık dallar bile onu hiç rahatsız etmemiş gibiydi. Laurel’dan yaklaşık 15 santim daha uzundu ve daha önce hiçbir erkekte görmediği bir zarafetle, tıpkı bir kedi gibi çevik hareket ediyordu. Laurel yere bağdaş kurarak oturdu ve ona beklentiyle baktı. Kendisinin bile hâlâ akıl erdiremediği, hiç düşünmeden onu izleme isteği yavaş yavaş kaybolmaya başlamış, yerini kafa ka­ rışıklığına bırakmıştı.

semesi geri döndü. Laurel yanılmış, hatta hayal görmüş olabi­ leceğini sandı. “Öyle olsun.” Tamani bir otla oynuyordu. “Ama ailen bilmiyor, değil mi?” Laurel başını salladı ve birden içinde bulunduğu durumun saçmalığının bilincine vardı. “Hayır... Evet... Olabilir...” Aniden sert bir sesle, “Burada olmamalıydım,” dedi ve ayağa kalktı. “Sakın beni izleme.” “Bekle,” diyen Tamani’nin sesinden paniğe kapıldığı anla­ şılıyordu. “Git buradan!” Laurel hırsla önüne çıkan alçak bir dalı itti.

“Böyle kaçarak bizi gerçekten çok korkuttun.” Konuşurken sanki şarkı söylüyordu, ama ne tam İngiliz ne de İrlanda aksam vardı. “Nasıl yani?” Laurel kafasını toplamaya çalışıyordu. “Bir gün buradaydın, ertesi gün yok oldun. Nereye gittin? Paniğe kapılmaya başlıyordum.” “Panik mi?” Laurel daha fazla bilgi isteyemeyecek ya da bunu tartışamayacak kadar şaşırmıştı. Genç adam Laurel’m sırtını işaret ederek sordu: “Bundan kimseye söz ettin mi?”

Tamani seslendi. “Ama sorularına yanıtlarım var.” Laurel bir an durup arkaya baktı. Tamani dizlerinin üstüne çökmüştü ve sanki gözleriyle ona gitmemesi için yalvarıyordu. “Tüm sorularının yanıtı bende. O çiçeğin... ve diğer her şeyin.” Laurel yavaşça döndü, ona inanıp inanmaması gerektiğin­ den emin değildi. “Sana öğrenmek istediğin her şeyi anlatacağım,” diyen Tamani’nin sesi şimdi çok daha sakindi. Laurel ileri doğru iki adım attı ve Tamani anında rahatladı.

Laurel başını salladı. “Hayır... Ah, evet. Arkadaşım David’e.” Tamani’nin yüzünde anlaşılmaz bir sıkıntı belirdi. “Yalnızca

Laurel açıklığın öteki ucunu işaret ederek, “Olduğun yerde kal,” dedi. “Ben burada oturacağım. Bana bir daha dokunmanı istemiyorum.”

arkadaş mı?” • 94.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel bir an soluksuz kaldığını hissetti. Onun erkek oldu­

Tamani iç çekti. “Peki, anlaştık.” Laurel çimene oturdu ama her an ayağa fırlayıp gidecek kadar tedirgin ve gergindi. “Evet. Anlat.”

Tamani, “Hangi yönde?” diye yineledi.

“Bu bir çiçek.”

“Kuzey. Haritan yok mu?”

“Peki, kaybolacak mı?”

Tamani gülümsedi.

“Sıra bende. Nereye gittin?”

“Bu bir soru muydu?”

“Crescent City. Kaybolacak mı?” Laurel’ın sesi bu kez daha ; sertti. “Maalesef evet.” Tamani üzüntüyle iç geçirdi. “Ne yazık ki evet.” “Bunun geçeceğinden emin misin?” Ondan aldığı bu iyi ha­ berle Laurel’ın kararsızlığı kaybolmuştu. sın, ama tüm çiçekler gibi bu da solup kaybolacak, sonsuza dek sürmeyecek.” “Bunu nereden biliyorsun?”

Laurel omuz silkti.

“Hangi yönde?”

“Ben de senin gibiyim. Aynı türden.”

liyse de gülmedi ve yumuşak bir tonda, “Hayır,” dedi. Laurel birden rahatladığını hissetti. “Sen zaten her zaman çiçektin.”

“Sen bir bitkisin. İnsan değilsin, asla da olmadın. Çiçek Tamani bunları söylerken Laurel’m düşünebileceğinden

deki en gelişmiş, evrimini tamamlamış türü.” Öne doğru eğildi,

“Benimle aynı türden olduğunu söylemiştin. Eğer bu doğ­ ruysa senin de çiçeğin olmalı.” Tamani bir dirseğinin üstüne yaslanarak uzandı. “Bilmem fark ettin mi ama ben aynı zamanda bir erkeğim.” .9 6

........

“Bitki mi?” Laurel sesindeki kuşkuyu gizlemeye bile gerek

“Evet. Sıradan bir bitki değil, elbette. Doğanın yeryüzün-

Tamani güldü. “Ben çiçek açmam.”

M

“Çiçeğe mi dönüşeceğim?”

duymadı.

“Peki, o zaman seninki nerede?”

f

topladı ve kısık bir sesle sordu.

çok daha sakindi.

“Dur bakalım, sıra bende. Bütün bunları nereden biliyorsun?”

B

alacağı yanıttan korkuyordu. Sonunda yutkunarak cesaretini

açmansa bunun en belirgin kanıtı.”

“Yetmiş, seksen kilometre kadar. O civarda.”

f

baktı. Sorması gereken başka bir soru olduğunu hissediyor ama

“Nasıl yani? Bununla ne demek istedin?”

“Sıra yine bende. Crescent City’nin buraya uzaklığı ne kadar?”

f

Laurel, “Hayır,” dedi ve gülmeye başlayan Tamani’ye öfkeyle

Tamani’nin ağzının köşesinde neşeli bir gülümseme belir­

“Elbette. Önümüzdeki yıl yeniden filiz verip çiçek açacak- '

i

ğunu elbette fark etmişti, hem de nasıl.

• —

...

gözleri parlıyordu. “Laurel, sen bir perisin.” Laurel ona inanmakla ne kadar aptallık ettiğinin bilinciyle dişlerini sıktı. Onun güzel yüzüne, yakışıklılığına kapılmış, elin­ den tutup ormanın derinliklerine sürüklemesine göz yuınmııy,


KANATLAR

hatta olmayacak iddialarına bile kısmen inanmaya başlamıştı. Ayağa kalktı, gözlerinden öfke fışkırıyordu. “Bekle,” diyen Tamani ileri doğru uzanarak onu bileğinden yakaladı. “Bekle. Gitme. Ailenin bu araziyle ne yapmayı düşün­ düğünü bilmem gerekiyor.” Laurel hırsla bileğini kurtarmaya çalıştı. “Git buradan,” diye

DOKUZ

bağırdı öfkeyle. “Eğer seni bir daha burada görürsem, polis ça­ ğırırım.” Arkasını döndü ve koşmaya başladı. Bu arada tişörtünü çe­ kiştiriyor, sırtındaki yaprakları gizlemeye çalışıyordu. Tamani arkasından sesleniyordu. “Laurel, bunu bilmem gerek, Laurel!” Laurel daha da hızlı koşmaya çalıştı. O anda onun için hiçbir

Laurel ertesi gün kendini bir zombi gibi hissediyordu. Tamani’nin söylediği hiçbir şeye inanmak istemiyordu. Ama bunları dü­ şünüp merak etmekten de alıkoyamıyordu kendini. Bu olabilir

şey Tamani’den, duygularını altüst eden bu tuhaf yabancıdan

miydi? Sonra bu denli saçmaladığı için kendi kendine kızıyor,

mümkün olduğunca uzaklaşmaktan daha önemli değildi.

öfkeleniyor ve aynı kısır döngü en baştan yeniden başlıyordu.

Tamani’yle ilk kez karşılaştığı açıklığa ulaştığında birkaç

David defalarca onu koridorda yakalamaya çalışmış ama

dakika için durdu, yaprakları belinin etrafına sardı ve ipek şalla

Laurel her defasında ondan önce kendi sınıfına kaçıp sığınmayı

sabitledi. Gitarını aldı. Askısını omzuna geçirdi. Bunu yaparken

başarmıştı.

eli bir an için güneş ışığına denk geldi. Durdu ve elini ileri doğru uzattı. Bileğinin çevresi sanki parlak bir pudra sürülmüş gibi, minimini zerrecikler halinde pırıldıyordu. Bir bu eksikti. Bende bir de iz bırakmış. Çok aptalca bir taktik. Evi görebileceği bir uzaklığa eriştiğinde durdu, soluk soluğaydı, göğsü inip kalkıyordu. Yeniden bileğine baktı ve bu pa­ rıldayan pudrayı tüm izler kaybolana dek silip çıkarırken öfkesi iyice kabardı.

Ama biyoloji dersinde bunu engellemesi olanaksızdı. David gerçekten de koşup Laurel’m hemen yanındaki her zamanki yerini kaptı. Ondan uzaklaşmasına fırsat vermeden, “Neler oluyor?” diye sordu. “Ters giden bir şey mi var? Daha da mı gelişti?” Laurel başını salladı ve önüne düşen saçları yüzü ile onun arasında âdeta bir duvar oluşturdu. Sınıftaki diğer öğrenciler yerlerini alırken David kendi san­ dalyesini onunkine biraz daha yaklaştırdı. “Laurel, benimle ko­ nuşmalısın. Eğer her şeyi böyle kendine saklamaya çalışırsan çok geçmeden çıldırırsın.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Yapamam...” Gözlerinden yaşlar boşalırken boğuk bir sesle mırıldandı. “Şimdi konuşamam.” David başını salladı. Bay James derse başlarken fısıldadı: “O zaman okuldan sonra, oldu mu?” Laurel başıyla onayladı ve dikkat çekmeden gözyaşlarını silmeye çalıştı.

da biliyordu. David gözünü ayırmadan ona, gözlerinin içine ba­ kıyordu. Laurel ellerini cebine sokup zorlanarak da olsa arkasını döndü. David sarılmış ağaçlara gittikleri günkü patikayı işaret ede­ rek, “Buradan,” dedi. Laurel başını kaldırıp başlarının üzerini kaplayan yoğun

David masanın altından bacağına teselli eder gibi hafifçe

yaprak kubbesine baktı. Ekimdi, yapraklar dönüşümün yarısında,

vurdu ve sonra not defterine bir şeyler karalamaya başladı. La­

en muhteşem görünümlerindeydi. Uçları sarı ve kırmızı bir renge

urel onun daha sonra -kendisine kopyalayacağı- fazladan not

bürünmüştü, bazı dallarsa şimdiden sarı ve kahve karışımı bir

almasını diliyordu.

renk almıştı. Gövdeye yakın kısımlar yeşil kalmaya çalışıyordu.

Gün, Laurel’m kafasındaki gelgitlerle geçti. Kendi kendine David’e her şeyi anlatmaya söz verdiği için kızıyor ama sonra sonuçta birisine anlatması gerektiğini düşünüp rahatlıyordu.

Hu renk harmanı ormana bambaşka bir güzellik kazandırıyor, ama yeşilin daha çarpıcı renk tonları karşısında savaşı giderek yitirdiğini görmek Laurel’ı üzüyordu.

Aslında söze nasıl başlayacağından bile emin değildi. İnsan na­

Birden kendi çiçeğini düşündü. O da yavaş yavaş bu yap­

sıl böyle bir şeyi söyleyebilirdi ki? “Şey, bak, ben mitolojik bir

raklar gibi solup ölecek miydi? Birden korkuyla, acaba canım

yaratık olabilirim.” Böyle mi diyecekti?

yanacak mı? diye düşündü. Acısa da ondan kurtulmak her şeye

“Değilim,” diye fısıldıyordu sonra kendi kendine. “Bu saç­ malık.”

değerdi. Ama Tamani bir sonraki yıl yeni bir çiçeğin daha geli­ şeceğini söylemişti. Onun söylediklerinin büyükçe bir kısmının gerçek olmasını diliyordu ama kalanı... Onları düşünmek bile

Ama kendisi de emin olamıyordu. Okuldan sonra David’le birlikte onun evine doğru yürüdüler. David onun konuşmaya hazır olmadığını sezmiş olmalıydı zira sessizce yürüyorlardı.

istemiyordu. Ancak kendini geçmişi düşünmekten de alamıyordu. Kabul etmek istemese, hatta bundan nefret de etse, bunun nedeni yal­ nızca aldığı bilginin tuhaflığı değil, Tamani’nin kendisiydi de.

Evlerinin arka çitinden atlamasına yardımcı olurken de son

Tamani onu çok etkilemişti. Daha önce hiç bilmediği duygularla

derece nazik ve anlayışlıydı. Elini titizlikle Laurel’ın sırtından

tanışmasına neden olmuştu. Tam olarak tanımadığı birisini is­

sakınmaya çalıştı. Laurel çitin üzerinden atladığı sırada kolla­

temek, ona karşı şiddetli bir arzu duymak... Daha önce hiç böyle

rından tuttu ve atlayıp güvenli bir duruma gelmesinin ardından

bir şey hissetmemişti. Kimseye. Gerçi bu insanı heyecanlandı­

da hemen ellerini çekmedi.

ran, coşturan, neşelendiren bir duyguydu ama aynı zamanda

Laurel o anda göğsüne sarılıp ona yaslanmak ve tüm bu

da korkutucuydu. Bir yönünün tamamen kontrolünün dışına

saçmalıkları unutmak istiyordu. Ama bunun olanaksız olduğunu

çıktığını hissediyordu. Bundan hoşlandığındansa emin değildi. . 101 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

O

öylesine... güzeldi ki... Bu onu ifade etmeye yeterli bir

Laurel içinden geldiği gibi konuşmaya ara vererek ağaca yas­

sözcük olabilir miydi? Doğru muydu bu? Sonuçta gözlerini ondan

landı. “Birisine rastladım. Orada, bizim arazimizde. Bir adam."

ayıramadığı gerçekti. Bir hayal olup olmadığını merak ediyordu.

Cenç bir erkek, demek istiyordu, ama bunu yüksek sesle söyle­

Fazlasıyla gerçek bir düş olduğu kesindi.

yemedi. “Bana orada yaşadığını söyledi.”

Parıldayan pudrayı kazımaya çalıştığı bileğine baktı. Bu gerçekti. Eve döndüğünde kot pantolonunda da bir tutam aynı pudradan bulmuştu. O gerçekti, öyle olmalıydı. Onu asıl tedirgin eden, rahat vermeyen diğer bir kuşkuysa onu daha önce görüp görmediğiydi. Tam olarak kestiremiyordu. Ama Laurel’ı kesinlikle daha önceden tanıyormuş gibi davranmıştı.

“Sizin toprağınızda mı?” “Öyle dedi.” “Peki ya ailen, onlar ne diyor?” Laurel başını salladı. “Onu görmediler.” “Ona yalnızken mi rastladın?”

Hatta bundan emindi de. Nasıl tanıyordu? Nereden tanıyordu?

Laurel başıyla onayladı.

Tüm bu düşünceler kafasını altüst ediyordu.

“Tek başınayken tuhaf bir yabancıyla mı karşılaştın? Çok

David sonunda o ağacı görecekleri bir noktaya ulaştıklarında sordu: “Evet, anlat bakalım, dün neler oldu?”

şanslıymışsın ki sana bir şey yapmamış.” Bir an sustu, sonra yavaşça ekledi. “Yoksa yaptı mı?”

Laurel homurdandı. David’le konuşmayı kabul ettikten sonra

Laurel hızla başını salladı. “Öyle bir şey değil bu.” Bir an

bütün bunların ona ne kadar aptalca gelmeye başladığını dü­

o küçük açıklıkta otururken hissettiklerini, o tuhaf duyguyu

şünüyordu.

anımsadı. “Güven duydum, güvendeydim. O... beni tanıyordu.

“Bu o kadar saçma ki David, neden buna aklımı taktığımı kendim de anlayamıyorum. Herhalde kendimi aptal gibi hisset­ mekten hoşlanıyorum.” “Bunun... çiçekle bir ilgisi var mı?” “Öyle denebilir. Bilemiyorum.” Birden sözcükler birbiri ardın­

Nasıl bilmiyorum ama tanıyordu işte. Çiçeği gördü ve şaşırmadı bile. Bana çiçek açtığımı söyledi.” “Çiçek açtığım mı?” “Ayrıca kaybolacağını da söyledi. Geçeceğini. Konuşmamızın gerçek olmasını umduğum ve dilediğim tek yönü bu.”

dan ağzından dökülüverdi. “Tabii eğer bu doğruysa, ki ben buna

“Peki, o kimmiş? Bunu söyledi mi?”

inanmıyorum. Bence bütün bunlar benim hayal gücümün ürünü,

“Adının Tamani olduğunu söyledi.” Laurel ağzından bu isim

sanki bir düş gördüm ama uyuyakaldığımı anımsamıyorum.”

çıktığı anda bunu hiç söylememiş olmayı diledi. Sanki büyülü

“Şu söylediklerinin hiç anlamı yok ki.”

bir sözcüktü bu; bu adı yüksek sesle yinelemek, yeniden onu

“Anlamı mı?” Laurel homurdandı. “Asıl sana ne söylediğini

tuhaf bir coşkuyla ürperten, kontrolünü kaybettiren duyguyu

söylersem iyice anlamsız konuşmaya başlamış olacağım.” “Kimin?”

hissetmesine neden oldu. Her şey gözünden silindi, kafasının içi onun güzel yüzünün görüntüsüyle doldu. Onun derin, insanın


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

içine işleyen yeşil gözleri, elini tuttuğunda duyduğu sıcaklık ve huzur duygusu tüm benliğini kapladı. David’in, “Tamani mi?” diye sormasıyla birlikte yeniden gerçeklere döndü. “Tuhaf bir isim.” Laurel hayallerden kurtulup gerçeğe dönme çabası içinde başını salladı.

Laurel sırtını dönerek yaslandığı ağacın gövdesinden küçük kabuklar koparmaya başladı. “Yalnızca saçmaladı, hepsi bu.” David ayağa kalkarak Laurel’ın saldırısına uğrayan ağacın yanına geldi ve o başını kaldırana dek bekledi. “Madem dediklerini saçmalık olarak nitelendiriyorsun, neden bu kadar gerginsin?” “Çünkü... Çünkü bütün bunlar çok aptalca.”

“Başka ne söyledi?”

“Laurel.”

“Benimle aynı türden olduğunu, çiçeği bilmesinin nedeninin

Laurel onun gözlerinin içine baktı.

de bu olduğunu.”

“Ne dedi?”

“Aynı tür mü? Neyi kastediyordu ki?”

“Bu çok aptalca. Dedi ki ben... Güleceksin.”

Laurel güldü, gergin ortamı rahatlatmak istemişti. Ama işe

“Gülmeyeceğim. Haydi söyle, ne dedi?”

yaramadı. “Bu o kadar aptalca ki. Dedi ki... ben bir bitkiymişim, bir çiçek.” “Bitki mi?”

Laurel derin bir soluk aldı, omuzları dikeldi. “Benim peri olduğumu söyledi,” diye fısıldadı. David bir an için susup kaldı, sonra baş ve işaret parmağı­

“Kesinlikle. Çok saçma, değil mi?”

nın arasında beş santimlik mesafe kalacak şekilde elini havaya

David bir an susarak bunun üzerinde düşündü. “Başka bir

kaldırdı. “Peri mi?” diye sordu kuşkuyla.

şey dedi mi?” diye sordu. “Başka bir şey mi? Bu kadarı yetmez mi? Yeterince kötü

“Pekâlâ, ondan biraz daha iri olduğunu ortada ama...” Laurel şaka yapmaya çalıştı.

değil mi? Benim sıradışı bir bitki olduğumu söyledi. Ben bitki

David yalnızca gülümsedi.

değilim.” Vurgulamak için bir kez daha yineledi. “Değilim.”

“Ne oldu?” Laurel’m sesi amaçladığından daha sert çıkmıştı

David sırtını ağacın gövdesine yaslayarak yere oturdu, par­ maklarıyla dizine vurdu. Çekinerek, “Bu birçok şeyi açıklar, bunu biliyorsun, değil mi?” diye mırıldandı. “Ah lütfen, David, sen de mi?” “Başka bir şey söyledi mi?” David onun itirazını duymazdan geldi.

ama özür dilemedi. “Şey yalnızca... bu anlamlı olabilir.” Laurel ellerini beline koydu. “Deli herifin teki benim mi­ tolojik bir yaratık olabileceğimi söylüyor ve sen bunu anlamlı I»uluyorsun, öyle mi?” David kızardı ve omuz silkti. “Eğer benden yeryüzünde periyi anımsatan birisini seçmemi isteselerdi bu sen olurdun.”


KANATLAR

Laurel, David’in gülmesini ve bunun aptalca bir şey oldu­ ğunu söylemesini bekliyordu. Tek umudu buydu. Ama o inanmış gibi görünüyordu. Bunun saçma, anlamsız olduğunu bilmesine rağmen bu onu öfkelendiriyordu. “Artık gidelim,” dedi ve birden arkasını dönerek hızla patikada ilerlemeye başladı. “Bekle.” David arkasından koşarak onu yakaladı. “Bu seni meraklandırmadı mı?” Laurel onu, “Hayır, David,” diye tersledi. “Meraklandırmıyor. Şu anda tek isteğim eve gitmek, uyumak ve uyandığımda tüm bunların yalnızca bir düş olduğunu görmek. Çiçeğin, o kaba­ rıklığın, hatta okulun bile hiç gerçek olmamış olması. Tek ama tek isteğim bu!” Onun yanıt vermesine fırsat tanımadan hızla koşmaya başladı. Nereye gittiğini bile bilmiyordu. Tek isteği oradan uzaklaşmaktı. David arkasından seslendi. “Laurel, seni asıl korkutan onun haklı olması mı, yoksa ol­

APRILYNNE PİKE

Ama o akşam Laurel’a bu bile güzel gelmiyordu. Laurel evin ön bahçesine, bahçe yolunu çevreleyen beyaz çiçekli çalılıklara baktı. Eğer Tamani’ye inanacak olursa ağaç­ larla, yaşayan, soluk alıp veren annesi ile babasından çok daha i'azla ortak noktası vardı. Ayaklarına baktı. Farkında bile olmadan sandaletlerini çıka­ rıp atmış, çıplak ayaklarını evin önündeki çiçek tarhının kuru, topak topak toprağına sokmuştu. Ayaklarındaki pisliği temizleyip sandaletlerini giyerken kapıldığı panikten kurtulabilmek için sık sık, derin derin soluk aldı. Peki ya arka bahçeye gidip ayaklarını oranın verimli, humuslu toprağına gömse ve ellerini gökyüzüne kaldırsa ne olacaktı? Teni yavaş yavaş ağaç kabuğuna mı dönü­ şecekti? Daha mı fazla çiçek açacaktı, midesinden, kafasından da mı çiçek verecekti? Bunun düşüncesi bile korkunçtu. Ama Tamani tamamen normal görünüyordu. Gerçekten onun

maması mı?”

gibiyse, acaba Laurel’m de değişebileceğini mi söylemek istemişti? *##

Hâlâ onun söylediklerine inanabileceğinden emin değildi. Ön kapı gıcırdadı. Laurel irkilerek arkasını döndüğünde kar­ şısında babasının kapıdan dışarı bakan yüzünü gördü. “Bir ses

Laurel eve kadar koştu ve ön kapıya giden bahçe yoluna sap­ madan önce araba girişinde sakinleşene dek soluk soluğa durup bekledi. Günler giderek kısalıyordu, güneş batmaya başlamıştı bile. Kollarını dizlerinin etrafına dolayarak ön verandaya oturdu. Bulutların turuncuya boyanarak pembeye dönüştüğü bu saatler mucizeden farksızdı. Laurel bu saatleri seviyordu. Yeni evleri­ nin büyük, batıya bakan bir penceresi vardı, annesi ile orada oturup sık sık bulutların önce pembeye ve sonra batan güneşin kızıllığının üstün gelmesiyle açık mora dönüşmesini izlerlerdi.

duydum da,” dedi babası gülümseyerek. “Burada ne yapıyorsun?” Laurel bir an duraksadı, orada oturmaktaki amacının ne olduğunu anımsamaya çalıştı. Sonra zorlama bir gülümsemeyle, “Güneşin batışını seyrediyordum,” dedi. Babası iç çekerek kapının çerçevesine yaslandı. “Çok güzel, değil mi?” Laurel başıyla onayladı ve yutkunarak boğazındaki düğümü gidermeye çalıştı.

.10 7 .


KANATLAR

Babası yumuşak, şefkat dolu bir sesle sordu: “Son birkaç haftadır çok sessizsin. İyi misin?” “Okul nedeniyle biraz gerginim. Düşündüğümden daha zor

APRILYNNE PİKE

“Elbette. Evlat edinme işlemlerini tamamlayabilmemiz içiıı bir çocuk doktorunun evimize gelerek sağlıklı olduğunu sapta­ ması gerekmişti.” Bir an sözlerine ara verip düşündü. “Aslına bakarsan bu çok ilginç bir öykü. Seni muayene etti ve her şeyin

çıktı.” Babası da onun yanma, verandanın birinci basamağına oturdu. “Peki, başa çıkabiliyor musun?” “Evet ama çok çaba harcamam gerekiyor.” Babası gülümseyerek kolunu omzuna attı. Laurel kaskatı ■

yolunda olduğunu söyledi.” Babası güldü. “Yalnız, dizine o küçük tokmağıyla vurduğunda bacağın tepki vermiyordu. Endişelenmişti ama sonradan sanırım bunun önemi olmadığını düşündü. Ardından stetoskobunu çıkardı. Asıl tuhaflık o zaman başladı. Stetoskobunu sırtında, göğsünde dolaştırıp durdu. Ona sorunun

kesildi ama babası ne bunu ne de keşfedilmekten bir kumaş

ne olduğunu sordum, benden anneni çağırmamı ve ikimizle bir­

parçasının birkaç milim altına saklanarak kurtulan çiçeğin narin

likte konuşmak istediğini söyledi. Tabii hemen anneni çağırmaya

yapraklarını fark etti. Babası gülümseyerek, “Enerjini tazelemen

gittim, döndüğümüzde doktor eşyalarını topluyordu. Gülümsedi

için sana şeftali aldım,” dedi.

ve konuşacak bir şey olmadığını, çok sağlıklı olduğunu söyledi.”

“Teşekkürler, baba.”

“Peki, sorun neydi?”

“Sonra içeri gel. Neredeyse akşam yemeği zamanı geldi.”

“Ben de ona bunu sordum. Neden bahsettiğimi anlamadığını

“Baba?”

söyledi. Annenin doktorlar hakkındaki görüşlerini biliyorsun,

“Evet?”

adamın davranışı da bunu teyit etti. Haftalarca adamın kafadan

“Ben... Şey... Küçük bir çocukken diğer çocuklardan farklı

çatlak olduğunu söyleyip durdu.” “Peki, adamın tuhaf davranışının nedenini keşfedebildin mi?”

mıydım?” Babası durdu, Laurel’m yüzüne baktı, sonra yeniden birinci basamağa oturdu. “Öğrenmek istediğin ne?” Laurel babasına sırrını açmaya karar vermişti ama bir anda fikir değiştirdi. Öncelikle onun ne bildiğini öğrenmeliydi. “Ör­ neğin beslenme şeklim. Diğer çocukların yeme biçimleri benden çok farklı. Herkes benim tuhaf olduğumu düşünüyor.” “Bu biraz farklı bir durum. Ben senin kadar meyve ve sebze yiyen başka birisini tanımıyorum. Ama sanırım bu çok sağlıklı bir durum. Herhangi bir sorunun yok, değil mi?” Laurel başını salladı. “Ben hiç doktora gittim mi?”

. 1 08 . ÎT ntriH ltlH lIllIl

Babası omuz silkti. “Senin sağlığında bir sorun olduğunu sanmıyorum. Ya adamın stetoskobu kırıktı ya da doğru kul­ lanamadı, öyle bir şey işte. Sonradan hatasını fark etti, yete­ neksizliğinin ortaya çıkmasını istemedi ve üstünü kapamaya çalıştı. Doktorlar asla yanıldıklarını kabul etmek istemezler.” Laurel’a baktı. “Neden soruyorsun bütün bunları? Seni doktora götürmemizi gerektiren bir durum mu var? Seni okul doktoruna götürmedik ama istiyorsan, şimdi götürebiliriz.” Laurel başını salladı. Bu isteyebileceği en son şeydi. “Hayır, hiç istemiyorum bunu.” “İyi misin?”

. 109.


KANATLAR

Laurel gülümsedi. “Evet, sanırım iyiyim.” “Emin misin?” Babasının bakışları yumuşak ama endişeliydi. Laurel başını salladı. “İyiyim.” “Güzel.” Babası ayağa kalkarak kapının tokmağını çevirdi. “Bu arada, sabah Barnes’m teklifini aldık.” “Bu harika!” Laurel gözlerini giderek kararan ufka dikmişti.

ON

“Umarım çok yakında satın alır orayı.” Bu arada kafasından, oraya bir daha asla gitmek istemiyorum, diye geçiriyordu.

David ertesi sabah okula gitmek üzere evden çıktığında Laurel’ı kapının önündeki merdivende oturmuş, onu beklerken buldu. Birkaç saniye bir şey söylemeden baktı, sonra derin bir soluk alıp kapıyı kilitledi. Laurel, David’in arkasını dönmesini beklemeden, “Çok özür dilerim,” dedi. “Sana bağırmaya hakkım yoktu. Sen o kadar iyisin ki bana yardımcı olmaya çalıştın ve ben sana kötü davrandım.” David anahtarını cebine yerleştirirken mırıldandı. “Sorun değil.” “Hayır, sorun.” Laurel ayağa kalkarak David’in yanında yürümeye başladı. “Çok kötüydüm. Sana bağırdım. Ben asla bağırmam. Yalnızca çok gergindim, hepsi bu.” David omuz silkti. “Ben de bunu hak etmiş olabilirim. Öyle davranmamalıydım. Yüzüne pat diye söyleyeceğim yerde kendimi l utmayı bilmeliydim.” “Aslında bu bazen gerekli. Kötü şeylerle yüzleşmekten ka­ çıyorum. Sen bu konuda benden çok daha iyisin.” “Sorunu yaşayan kişi ben değilim diye böyle. Sonuçta sır­ lında çiçeği taşıyan ben değilim.” . 111 •


KANATLAR

Laurel durdu ve David’in elini tutarak kendine döndürdü ama elini bırakmadı. Elini elinde hissetmekten hoşlanıyordu. “Buna yanımda bir dostum olmadan katlanamam. Gerçekten

APRILYNNE PİKE

ormanlarında insanoğlunun henüz tanımadığı, inceleyeııuHİİği milyonlarca tür olabileceğinden söz ediliyor.” “Olabilir de sen hiç topraktan çıkıp yolda yürüyen bir bitki gördün mü?”

çok üzgünüm.” David başını salladı. Sonra elini yavaşça Laurel’ın yüzüne

“Hayır.” David omuz silkti. “Ama daha önce görmediğim

götürdü, yüzüne düşen saçları kulağının arkasına attı. Bu arada

o kadar çok şey var ki. Bu, gerçek olmadığı anlamına gelmez.”

başparmağıyla hafifçe yanağını okşuyordu. Laurel kıpırdamadan

Gözlerini devirdi. “Bunu her gün yeniden öğreniyorum.”

durdu, onun elini yüzünde hissetmekten hoşlanıyordu. “Sana

Laurel, “Bu mantıklı değil,” diye yineledi.

kızmak mümkün değil ki.”

“Aslına bakarsan dün gece bunu çok düşündüm. Olur da

“İyi.” Böylesine yakın olmak, ona değen göğsünün sıcak­

benimle yeniden konuşursan diye. Gerçekten bunu kabul etmek

lığını hissetmek Laurel’da birden onu öpme isteği uyandırdı.

de reddetmek de hiç kolay değil, ama kanıtlamanın oldukça

Bunu sorgulamaya bile gerek görmeden hemen parmaklarının

kolay bir yolu var.”

ucunda yükseldi ve öne doğru eğildi. Ancak tam o anda yanla­

“Nasıl yani?”

rından hızla geçen bir araba o anın büyüsünü bozdu ve Laurel

“Doku örneğiyle.”

cesaretini kaybetti. Birden döndü ve yürümeye başladı. “Geç

“Ne?”

kalmak istemiyorum,” dedi.

“Bana bedeninin çeşitli kısımlarından alınmış doku örnek­

David hemen ona yetişti. “Bu konu hakkında konuşmak istemez misin?”

leri verirsin ve mikroskobun altında onların hayvan mı yoksa bitki hücresi mi olduklarını inceleriz. Bu oldukça inandırıcı bir sonuç sağlar.”

“Konuşacak ne var ki?” “Ya onun dedikleri doğruysa?” David “o” derken isim verme

Laurel burun kıvırdı. “Peki, doku örneklerini nasıl vereceğim?” “CSI'm yaptığı gibi yanağının içinden epitel hücreler alabiliriz.”

zahmetine girmemişti. Laurel başını salladı. “Ne fark eder ki, önemli değil. Farklı

Laurel güldü. “CS/ mı? Ne yani, beni araştıracak mısın?”

olduğumu zaten kabul ediyordum, sırtımdaki çiçekse zaten çok

“İstemezsen yapmam. Ama bana kalırsa bunu test etmek

tuhaf, gerçekten bitki olup olmadığıma gelince... Öyleysem nasıl yaşıyorum?”

gerekir, yani onun... adamın adı neydi?” “Tamani.” Laurel bel kemiğinde hafif bir ürperti hissetti.

“Şey, bitki sözcüğünün anlamı çok geniş olabilir. Hayal bile ^ edemeyeceğin nitelikleri olan bitkiler var, üstelik bunlar yal­

..

nızca bilim insanlarının şu ana kadar keşfedebildikleri. Yağmur

112

“Evet. Tamani! Tamani’nin söylediklerini test etmeli ve ne kadarının doğru olduğunu öğrenmelisin.” Laurel birden durdu. “Peki ya doğruysa?”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

David de durup arkaya baktı. Laurel’m yüzünden korkusu okunuyordu. “O zaman öğrenmiş olursun.” “Ama bu tüm yaşamımın korkunç bir yalan olduğu anlamına gelecek. Nereye gideceğim? Ne yapacağım?” “Hiçbir yere gitmen gerekmez. Hiçbir şey değişmeyecek, her şey aynı olacak.” “Hayır, bu mümkün değil. İnsanlar bunu öğrenecekler ve... beni dışlayacaklar, bana bir şeyler yapmaya çalışacaklar.” “Kimsenin öğrenmesi gerekmez. Sen söylemezsin, ben de söylemem. Seni herkesten farklı kılan böylesine muhteşem bir sırrın olur. Sen de böylelikle olağanüstü birisi olduğunu bilirsin... Bunu yalnız sen bileceksin, başka kimse kuşkulanmayacak bile.” Laurel asfaltı tekmeledi. “Bunu muhteşem ve olağanüstü

Öylesine hoş ve etkileyiciydi ki. Varlığı bile rahatlatıcıydı. Ama Laurel bunun doğru olmayabileceğinin farkındaydı. Omı seviyordu -hem de çok- ama duygularının romantizmden mi yoksa ihtiyaçtan mı kaynaklandığından emin değildi. Duygu­ larının niteliğinden tam olarak emin olmadıkça hiçbir şey için söz veremezdi. “David, sanırım sen haklısın, bunun yanıtını öğrenmeliyim. Şu an için tek gereksinimim, tek söyleyebileceğim, yakın bir dosta ihtiyacım olduğu.” David’in gülümsemesi biraz zorlamaydı ama yine de Laurel’m omzunu hafifçe sıktı ve fısıldadı. “Öyleyse onu bulacaksın.” Sonra döndü ve yürümeye başladı. Omuzları birbirine değecek kadar Laurel’m yakınında yürüyordu. Ve Laurel bundan hoşlanıyordu.

bir şey yapıp çıkardın.” “Belki de öyle.” Laurel duraksadı, David biraz daha yaklaştı.

“Bu kesinlikle bitki hücresi, Laurel!” David mikroskobuna göz­ lerini kısarak yeniden baktı.

“Bu sana kalmış,” dedi yumuşak bir sesle. “Kararın ne olursa

“Emin misin?” Yanağının içinden pamuklu çubukla aldıkları

olsun yardıma hazırım.” Sıcak, yumuşak elini ensesine koydu.

hücrelere bakma sırası Laurel’daydı. Mikroskobun başına geçtiği

Laurel o an kalbinin duracağını sandı, soluğu kesildi. “Neye

anda ışıklandırılmış lamın üzerindeki kalın duvarlı, kare şekilli

ihtiyacın olursa yanındayım. Eğer kitaba bakıp ahkâm kesecek

hücreleri gördü.

bir bilim meraklısına ihtiyacın varsa, o benim. Yok, eğer yalnızca biyoloji dersinde yanında oturup üzgün olduğun zamanlarda sana destek olacak bir arkadaşa ihtiyacın varsa, o da benim.” Başparmağı ağır ağır Laurel’ın kulak memesinden yanağına doğru hareketlendi. “Eğer seni kollayacak, yanında olacak ve yeryüzünde seni incitecek herkesten koruyacak birisine ihtiyacın varsa, o da kesinlikle benim.” Mavi gözlerini Laurel’ınkilerin içine dikti. Genç kız bir an soluk alamadı. David, “Her şey sana bağlı,” diye fısıldadı.

“Yüzde doksan dokuz.” David kollarını başını üzerine kal­ dırıp gerindi. “Bence bu Tamani denilen herif bir şeyler biliyor.” Laurel iç çekerek gözlerini kıstı. “Sen orada değildin, ciddi anlamda tuhaftı.” Bir yandan da içinden, Haydi, durmadan söyle bunu kendine, belki bir an gelir inanırsın... diye mırıldanıyordu. “Bu da seninle bir akrabalık bağı olabileceğini gösteriyor.” Laurel kaşlarını çattı ve o sırada gülen David’in sandalyesine bir tekme indirdi. . 115 •


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Gerçekten çok alındım,” diye bağırdı gözlerini sonuna ka­ dar açarak. “Sakin ol. Bulgular onun haklı olabileceğini gösteriyor. En azından bu kadarı.” Laurel başını salladı. “Başka bir şeyler olmalı.” David duraksadı. “Aslında bir şey var ama... hayır, bu an­ lamsız.” “Ne?” David bir an düşündü. “Ben... Ben kan örneğine bakabilirim.” “Ah!” Laurel’ın bir an kalbi sıkıştı. “Ne oldu?” “Kanı nasıl alacaksın?” David omuz silkti. “Parmaktan, ufacık bir iğne deliğiyle.” Laurel başını salladı. “İğneden hoşlanmam. Beni korkutuyor.”

Neden sonra Laurel sordu. “Bakmak zorunda değilim, değil mi?” “Söz veriyorum. Hiç acımayacak.” Laurel boğazına bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Yutkunamıyordu. Ama bunu yapmaları önemliydi. “Peki, bir deneyelim.” “Annem şeker hastası, dolayısıyla odasında test yapmak için özel iğneleri var. Bence en kolayı bu. Hemen dönerim.” Laurel, David odada yokken soluk almakta bile zorlanıyordu. David döndüğünde elleri boştu. Laurel merakla, “Ne oldu?” diye sordu. “Sana söylemeyeceğim. Görmeni de istemiyorum. Yana kay­ şana. Bir fikrim var.” Yatakta Laurel’m hemen önüne oturdu. “Evet, şimdi arkama geç ve kollarını belime sar. Başını arkama yasla, korkuyorsan beni sıkabilirsin.”

“Sahi mi?”

Laurel arkasına geçti. Başını sırtına yasladı ve sımsıkı sarıldı.

Laurel başıyla onayladı, yüzü kızarmıştı. “Hiç iğne olmadım.”

“Yalnızca bir elini istiyorum,” diyen David’in sesi biraz gergindi.

“Hiç mi?”

Laurel gevşemeye çalışarak bir elini uzattı. Laurel kollarıyla

Laurel başını salladı. “Sana hiç doktora gitmediğimi söyle­ miştim... Anımsamıyor musun?”

ona daha da sıkı sarılırken David hafif hafif parmağını okşuyordu. “Hazır mısın?” diye sordu.

“Peki ya aşı?”

“Haydi, şaşırt beni,” diyen Laurel’m heyecandan sesi titriyordu.

“Hiç olmadım. Annem okula girebilmem için özel bir form

David elini biraz daha ovuşturdu. Laurel bir an parmağında

doldurdu.”

ani bir sızı hissederek ufak bir çığlık attı.

“Hiç dikiş atılmadı mı?”

David soğukkanlılıkla, “Evet, geçti, tamam,” dedi.

“Aman Tanrım.” Laurel elini ağzına kapadı. “Böyle bir şeyi

“Aldın mı?” Laurel halen başını kaldırmamıştı.

düşünmek bile istemiyorum.” “İyi o zaman, bunu unutalım.” Bir süre konuşmadan oturdular.

“Evet.” David’in sesi oldukça tuhaftı. “Laurel, bunu görmelisin.” Laurel başını David’in sırtından kaldırırken merakı korku­ sunu bastırmıştı.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Ne oldu?” David hâlâ Laurel’ın orta parmağının ucuna hafifçe basınç uyguluyordu. Parmağın ucundan aşağı damla damla, berrak bir sıvı akıyordu. Laurel merakla sordu.

David’in ima etmeye çalıştığı her şeyden nefret ediyor ııınıı ne yazık ki gerçeği yadsıyamıyordu. “Bilmiyorum. Gerçekten de kanayıp kanamadığımı hatırlamıyorum.” David yeniden sandalyesini mikroskobun başına doğru itti, yeni lamı mikroskobun aydınlatılmış sıkıştırma klipslerine yer­ leştirdi ve farklı merceklerle uzun uzun inceledi. Sonra lamı

“Bu da ne?”

değiştirdi ve yeniden baktı. Ardından diğer kutudan kırmızı

David, “Beni asıl endişelendiren ne olduğu değil, ne olma­

noktalı birkaç lam daha çıkardı ve sırayla üzerlerinde çalıştı.

dığı.” dedi. “Kırmızı değil.” Laurel bakakaldı. “Şey, izin verirsen...” David lamların durduğu kutuya baktı. “Elbette.” Laurel şaşkınlıktan uyuşmuş gibiydi. David ince bir lam aldı ve Laurel’ın parmağını üzerine bas­ tırdı. “Birkaç örnek alabilir miyim?” Laurel yalnızca başım sallamakla yetindi. David üç lama daha parmak bastırdıktan sonra Laurel’ın parmağını gazlı bezle sardı. Laurel elini kucağına koydu. David yanma oturdu, kalçası Laurel’ınkine değiyordu. “La­ urel, bir yerini kestiğin zaman hep aynı şey mi olur?” “Bir yerimi kesmeyeli asırlar oldu.” “Peki, düşüp dizini de mi çizmedin?” “Hiç kuşkusuz düşmüşümdür ama...” Böyle bir şeyi anım-

Laurel bütün bu süre boyunca hiç kıpırdamamıştı. David ona dönerek, “Laurel,” dedi. “Ya hiç kanın yoksa? Ya damarlarında akan yalnızca bu berrak sıvıysa?” Laurel başını salladı. “Bu olanaksız. Herkesin kanı vardır, David.” “Herkesin tükürüğünde hayvan hücresi de vardır, Laurel ama seninkinde yok. Ailenin doktorlara inanmadığını söylemiştin. Hiç doktora göründün mü?” “Çok küçükken. Babam geçen gün anlattı.” Birden gözleri büyüdü. “Ah, aman Tanrım.” Babasının anlattığı öyküyü David’e aktardı. “Biliyordu, biliyor olmalı.” “Peki ailene niçin söylemedi?” “Bilmem ki?” Laurel başını salladı. David susup düşündü, kaşları çatılmıştı. Neden sonra konuş­ tuğunda kararsızlık içinde olduğu anlaşılıyordu. “Bir şey daha denersem rahatsız olur musun?”

sayamadığım fark edince sesi giderek kayboldu. “Bilmiyorum,”

“İç organlarımı görmek için beni kesmediğin sürece hayır.”

diye fısıldadı. “Anımsamıyorum.”

David güldü.

David elini saçının içine sokup saçıyla oynamaya başladı.

Laurel gülmedi.

“Laurel, hiç mi bir yerin kanamadı... hiçbir yerin?”

“Nabzına bakabilir miyim?” . 119 •


KANATLAR

Çok daha farklı bir şeyler bekleyen Laurel’ın birden sinir­

APRILYNNE PİKE

“Stetoskopla dinler gibi mi?”

leri boşaldı, rahatladı. Kahkahalarla gülmeye başladı. Kendini

“Stetoskobum yok. Ama eğer...” Bir an duraksadı. “Ama eğer

tutamıyor, gülüyor, gülüyordu. David sessizce oturup bu isterik

kulağımı tam kalbine dayarsam, kalbinin atışlarını net olarak

gülme krizinin geçmesini bekledi. Laurel neden sonra kendini

duyabilirim.”

kontrol etmeyi başardı. “Pardon,” dedi ve yine kıkırdayarak ek­ ledi. “Bu... beni kesmenden çok daha iyi.” David gülümseyerek gözlerini devirdi. “Bana elini uzat.”

Laurel dik oturdu. “Peki, tamam,” dedi sessizce. David ellerini Laurel’ın kaburgalarının iki yanına koyarak

Laurel kolunu uzattı. David iki parmağını bileğine koydu.

ağır ağır başını eğdi. Laurel düzgün soluk almaya çalışıyordu

“Tenin çok soğuk,” dedi. “Bunu daha önce fark etmemiş

ama kalbinin delicesine bir hızla attığından emindi. Tenine de­

olmam çok ilginç.” Sonra susarak, yaptığı işe odaklandı. Bir

ğen gömleğinin kumaşına rağmen David’in yanağının sıcaklığını

süre sonra yatağın başındaki sandalyeden kalktı. “Bir kez de

hissediyordu.

boynundan deneyebilir miyim?” Laurel’ı ensesinden tutarak parmaklarını boynunun sağ tarafına hafifçe bastırdı. Laurel onun soluğunu yanağında his­ sediyordu. David dikkatle ileride bir noktaya bakmasına rağmen

David uzun bir süre sonra başını çekti. “Evet...” “Şişşt,” diyerek bu kez de diğer yanağım göğsünün tam karşı tarafına koydu. Burada da başını oldukça uzun bir süre tuttu. “Bir

Laurel gözlerini ondan ayıramıyordu. Birden onda daha önce hiç

şey duyamıyorum,” dedi yavaşça. “Ne bileğinde ne de boynunda.

görmediği bazı şeyleri fark etti. Tam saç dibine dizilmiş çiller,

Göğsünden de ses alamıyorum. Sanki... Sanki... boşmuş gibi.”

kaşlarının gizlediği bir yara izi ve kıvrık uzun kirpikler. O sırada David’in parmaklarını biraz daha bastırdığını hissetti ama Da­ vid onun soluğundaki değişimi sezerek hemen elini geri çekti. “Canını mı yaktım?” Laurel başını salladı ve ne kadar yakın olduklarını fark et­ memiş gibi davrandı. Birkaç saniye sonra David elini çekti. Gözlerindeki bakış Laurel’m hiç hoşuna gitmemişti, endişesi kaşlarının çatılma­ sından da anlaşılıyordu. Laurel, “Ne oldu?” diye sordu. David yalnızca başını salladı. “Emin olmalıyım. Seni boş yere korkutmak istemem. Ben... Ben göğsünü dinleyebilir miyim?”

“Bu ne anlama geliyor, David?” “Kalbin atmıyor, Laurel. Büyük olasılıkla kalbin yok.”


ON BİR

I.aurel’ın tüm vücudu zangır zangır titriyordu. David’in onu saran kollarının sıcaklığını hissediyordu. Sanki tüm duyuları donup kalmıştı, başka hiçbir şey hissedemiyordu. David bir cankur­ tarandı, bir an bile bıraksa ondan sonraki saniyeleri yaşamayı başarabilir miydi bilmiyordu. “Ne yapacağım, David?” “Hiçbir şey yapmana gerek yok.” “Haklısın,” dedi Laurel umutsuzluk içinde. “Yalnızca bede­ nimin ölüp gitmesini beklemem gerekiyor.” David ona biraz daha sıkı sarılarak saçlarını okşadı. Laurel, gözyaşları boşanırken David’in tişörtüne yapıştı ve David soluk alması için kollarını biraz gevşetti. “Hayır,” diye fısıldadı Laurel’ın kulağına. “Ölmeyeceksin.” Çeneleri birbirine sürünüyor, Laurel onun tıraş sonrası uzayan seyrek sakallarının sertliğini hissediyordu. David’in burnunun ııcu Laurel’m yüzünde geziyordu. Laurel’ın bir an onun yüzü­ nün kendininkine değdiği duygusuna odaklanması gözyaşlarını durdurdu. Teni öylesine sıcaktı ki... Oysa kendininki her zaman soğuktu. David’in alnında gezinen dudaklarını hissedince bel kemiğinde hafif bir ürperti oldu. Kaşları kaşlarının üstündeydi, bir an gözlerini açtı ve düşünceleri David’in mavi gözlerinin derinliğinde kaybolup gitti. David dudaklarını Laurel’ınkilerle . 123 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

hafifçe birleştirdi ve bir anda Laurel’ın şimdiye kadar hiç his­

Uiyoloji dersinde Laurel her zamanki yerine geçti ama kitap­

setmediği bir sıcaklık dalgası dudaklarından yüzüne yayıldı.

larını çıkarmadı. Sırtını arkasına dayamış dimdik oturuyor,

Kıpırdamayınca David onu yeniden öptü ama bu kez biraz

heyecanla David’in ayak seslerini duymayı bekliyordu. David

daha tereddütsüzdü. Bir anda David Laurel’ın içinde esen fırtı­

sırt çantasını hemen yanındaki sıranın üzerine bırakınca yine

nanın bir parçası oldu. Laurel kollarını onun boynuna doladı,

de irkildi. Karşısında beklediği şekilde gergin, endişeli bir yüz

daha da sokuldu, sımsıkı sarıldı. Sanki ondaki inanılmaz sıcaklığı

yoktu kesinlikle, aksine içten bir gülümseme ve heyecandan

içine çekmek ister gibiydi. Saniyeler, dakikalar, saatler geçmiş

pembeleşmiş yanaklardı gördüğü. David klasik selamlaşma söz­

olabilirdi. Onun sımsıkı sarıldığı vücudunun sıcaklığının ağır ağır

cüklerine bile gerek duymadan, “Dün gece biraz okudum,” diye

kendininkini kuşattığını hissederken zaman anlamsız geliyordu.

söze girdi. “Bazı teorilerim var.”

David’in birden ani bir hareketle geri çekilip soluk almaya çalışması Laurel’ı gerçeklere döndürdü. Ne yaptım? “Affedersin,” diye fısıldadı David. “Böyle bir niyetim...” “Şişşt.” Laurel parmağını onun dudağına bastırdı. “Sorun yok.” Laurel hâlâ ona sarılmış durumdaydı, geri çekilmeye de çalışmayınca David yeniden çekinerek yaklaştı. Ama Laurel son anda elini genç adamın göğsüne koyarak başını salladı. Derin bir soluk alıp, “Bu hissettiklerim gerçek mi yoksa yalnızca bir panik sonucu mu bilemiyorum,” diye mı­ rıldandı. Sözlerine ara verdi. “Bunu yapamam, David. Bütün bunlar olurken mümkün değil.” David yavaşça geri çekildi ve uzunca bir süre konuşmadı. “Öyleyse beklerim,” diye fısıldadı neredeyse duyulamayacak kadar kısık bir sesle. Laurel sırt çantasını aldı. Çaresizce, “Artık gitmeliyim,” dedi.

Teori mi? Laurel bunları duymak istediğinden bile emin değildi. David’in yüz ifadesinde gördüğü bir şey ona bunu öğ­ renmek bile istememesi gerektiğini hissettiriyordu. David bir kitabı açarak ona doğru uzattı. “Bir sinekkapan resmi mi? Genç bir kızın gönlünün nasıl alınacağını çok iyi biliyorsun doğrusu.” Kitabı yeniden ona doğru itmek istediyse de David iki elini birden bastırarak bunu engelledi. “Bir dakika dinle. Sana sinekkapan olduğunu filan söylüyor değilim. Ama lütfen bu çiçeğin beslenme alışkanlıklarını okur musun?” “Bu çiçek etobur, David.” “Teknik olarak evet, ama lütfen nedenini okur musun?” Parlak yeşil kalemle çizdiği paragrafı işaret etti. “Sinekkapanlar zayıf topraklarda yetişir, özellikle de nitrojen açısından zayıf toprak­ larda. Sinek yemelerinin nedeni sineklerin bedeninde kolesterol ve

David onun odadan çıkmasını bakışlarıyla izledi.

yağ bulunmazken çok miktarda nitrojen olmasıdır. Bu çiçeklerin

Laurel kapıdan çıkmadan önce son bir kez durup arkasına

sinek yeme nedenleri et değil, sineklerde gerek duydukları besin

baktı ve sonra kapıyı arkasından çekip kapattı.

maddesinin bulunmasıdır.” Bir sonraki sayfayı çevirdi. “Bak işte burada da evde sinekkapan çiçeğinin nasıl yetiştirebileceğinden


KANATLAR

bahsediliyor. Birçok insanın evde yetiştirdikleri sinekkapan çim­

APRILYNNE PİKE

O anda Bay James’in sınıftan sessiz olmasını istemesiyle

çeklerine, aynen senin gibi ‘etobur’ olduğunu düşündükleri için

birlikte Laurel bir an için sustu. Ama hemen sonra, “Demek sen

hamburger ya da biftek verdiklerini anlatıyor. Ancak sinekkapan

hâlâ benim bir bitki olduğumu düşünüyorsun?” diye fısıldadı.

çiçeklerine hamburger verince çiçek ölüyor çünkü hamburgerde bulunan fazla yağ ve kolesterolü hazmedemiyor.” Laurel resimdeki canavar bitkiye bakakalmıştı. David’in nasıl

David, “Akıl almaz bir evrim geçirmiş, çok gelişmiş bir bitki,” dedi. “Ama evet, bitki.” “Bu korkunç bir şey.”

olup da kendisini onunla karşılaştırmaya kalkıştığını anlayamı-

“Bilmem ki.” David sırıttı. “Bence çok havalı bir durum.”

yordu. “Seni hiç anlamıyorum,” dedi kızgınlıkla.

“Sence öyle olabilir, ne de olsa sen bilim hastasısın. Ama

“Besin maddeleri, Laurel. Süt içmiyorsun, değil mi?” “Hayır.” “Neden?” “Midemi bulandırıyor.” “Bahse girerim sütün içinde yağ ve kolesterol olduğu için seni hasta ediyor. Peki sen ne içiyorsun?” “Su, gazoz.” Bir an susup düşündü. “Annemin yaptığı şeftali şurubunu. Aşağı yukarı bu kadar.” “Su ve şeker. Hiç vazodaki çiçeklere ömürlerini uzatmak için şeker vermeyi denedin mi? Çiçekler bundan hoşlanır, diri kalırlar.”

ben yalnızca beden eğitimi dersinde kimsenin bana gözlerini dikip bakmasını istemeyen bir genç kızım.” David, “İyi o zaman,” diye ısrarını sürdürdü. “Ben ikimiz yerine de havalı olduğunu düşünürüm.” Laurel burun kıvırarak homurdandı ama bu Bay James’in da dikkatini çekmişti. “Laurel, David? Aranızda yaptığınız şakayı sınıfla da paylaşır mısınız?” diye seslendi elini beline koyarak. David hemen, “Hayır, efendim,” dedi. “Ama bize bu şansı verdiğiniz için teşekkürler.” Çevrelerindeki öğrenciler gülmeye başladılar. Bay James bu yanıttan pek de hoşnut kalmışa ben­ zemiyordu. Laurel arkasına yaslanarak sırıttı. David bir, David kadar zeki olduğunu sanan öğretmen, sıfır.

David’in açıklamaları çok mantıklıydı. Laurel’ın başı ağrı­ maya başlamıştı. Şakaklarını ovuştururken, “Peki o zaman ben neden sinek yemiyorum?” diye sordu alaycı bir dille. “Sanırım senin hoşuna gidemeyecek kadar küçük oldukları

Cumartesi günü David ve Laurel “ders çalışmak” gerekçesiyle David’in evinde buluştular. David, Laurel’a bilgisayarda bulduğu, bitkilerin nasıl yaprakları vasıtasıyla karbondioksit emdiğini ve

için. Yediğin şeyleri düşünsene. Taze meyve ve sebzeler. Toprakta

fotosentez olayını anlatan bir makaleyi gösterdi. Sonra, “Peki ya

yetişen ve kökleri sayesinde topraktaki besin maddelerini emen

sen?” diye sordu. Laurel onun yatağının üzerinde oturuyordu.

bitkiler. Onları yiyorsun ve aynı besin maddelerini tıpkı köklerin

Çiçeğinin yapraklarını özgür bırakmış, güneşi rahatça alabileceği

varmış gibi alarak besleniyorsun.”

şekilde batıya bakan pencereye arkasını dönmüştü. Her gün


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

okuldan sonra David’in boş evinde ders çalışmanın en büyük

Laurel omuz silkti. “Yeterince.”

avantajı buydu. David yapraklara gözünü dikip bakmamak için

“Hadi ama. Yüzdüğünde görmüşsündür, nefesin ne kadar

büyük çaba harcıyordu ama Laurel onun göz ucuyla bile olsa

dayanıyor?” Laurel’m başını salladığım görünce ısrarını sürdürdü.

onun yapraklarına ya da çıplak sırtına bakıp bakmadığından /

"Yani yaklaşık olarak?”

emin olamıyordu.

“Yüzerken suyun altına battığım anda yüzeye çıkıyorum.

Aslında bakıyor olsa da pek umursamıyordu.

Aslında pek dalmam. Ancak saçlarımı ıslatacak kadar. Bilemi­

“İyi de benim yeşil yapraklarım yok ki, tabii taç yapraklarının

yorum.”

altındaki minik çanak yaprakları dışında.” Ardından gizemli bir havada ekledi: “Şimdilik.” “Teknik anlamda öyle ama bence tenin bu işi görüyor.”

David gülümseyerek saatini gösterdi. “Ne kadar olduğunu saptayalım mı?” Laurel birkaç saniye ona dik dik baktı. Sonra gazozunu bir

“Neden böyle dedin? Sence tenimin yeşile çalan bir görünümü

yana bırakıp eğildi ve gülümseyerek David’in göğsüne parmağını

mü var? Özellikle de bugünlerde?” Birden çenesini kapadı. Yeşile

dayadı. “Üzerimde deney yapılmasından bıktım artık. Asıl senin

dönüşme fikri ona Tamani’yi ve onun yeşil saçlarını anımsat-

nefesini ne kadar tutabildiğini görelim.”

mıştı. Onu düşünmek istemiyordu. Kafası karışıyordu. Ayrıca

“Oldukça mantıklı. Ama sonra sen de deneyeceksin.”

David’in yanmdayken onu düşünmekle David’e haksızlık etmiş

“Anlaştık.”

olacağı kanısındaydı. Bir anlamda sadakatsizlikti. Bu düşünce­ lerini geceye, uyumadan hemen önceye saklıyordu. “Bütün yapraklar yeşil değildir,” diye ekledi David. “Bitkilerde en geniş yüzey yapraklardır, bu anlamda senin de tenin yaprak görevi görüyor olabilir. Karbondioksiti tenin aracılığıyla emiyor olabilirsin.” Kızardı. “Soğuk havada bile açık atletler giymek i istemenin nedeni bu olamaz mı?” Laurel pipetiyle gazozundan bir yudum çekti. “İyi de o zaman neden soluk alıyorum? Soluk aldığımı biliyorsun,” diye belirtti üstüne basa basa. “Acaba gerçekten ahyor musun?”

David birkaç kez derin nefes aldı. Sonra Laurel’ın işaretiyle ciğerlerini havayla doldurup arkasına yaslandı. Aldığı havayı hızla verene dek giderek kıpkırmızı kesilen bir yüzle tam elli iki uzun saniye geçti. Sıra Laurel’daydı. Laurel, “Sakın gülme,” diye uyardı. “Büyük olasılıkla beni geçeceksin.” “Bundan kuşkuluyum.” Her zaman kendisinin haklı oldu­ ğuna inandığında yaptığı gibi, kendinden emin bir havada sırıttı. Laurel derin bir soluk aldı ve David’in yastıklarından birine yaslandı. David küçük bir bip sesiyle kronometreyi başlattı. Saniyeler geçiyor, David’in kendinden emin yüzüne bak­

“Acaba derken neyi kastediyorsun? Tabii ki alıyorum.”

mak Laurel’ı sinirlendiriyordu, başını pencereye doğru çevirdi.

“Bence almıyorsun. En azından benim aldığım anlamda

Soluk mavi gökyüzünde uçan bir kuşu tepenin ardında gözden

değil. Soluğunu ne kadar süreyle tutabilirsin?”

kaybolana dek izledi. . 129.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Başka ilgilenecek bir şey kalmayınca da kendi göğsünü in­

David suçluluk duygusu içinde omuz silkti. “Nabzım almaya

celemeye başladı. Yavaş yavaş rahatsızlık duymaya başlıyordu.

çalıştığım zaman. Ama öylesine dehşete kapılmıştın ki bunu bir

Biraz daha bekledi, artık daha fazla uzatmasına gerek kalma­

süre sonra öğrenmende sakınca olmadığına karar verdim. Ayrıca

dığını düşündü. Bu histen hoşlanmamaya başlamıştı. Nefesini

söylemeden önce araştırma yapmam gerekiyordu.”

bıraktı. “Evet, işte. Sonuç ne?” David saatine baktı. “Nefesini dayanabileceğin son ana kadar tuttun mu?”

“Teşekkürler... Sanırım.” Uzunca bir süre susup oturdu, kafasının içinde binbir türlü düşünce âdeta dans ediyor, arap­ saçına dönüşüyordu. Vardığı sonuç her defasında aynıydı, hiç değişmiyordu. “Ben gerçekten bir bitkiyim, değil mi?” diye sordu.

“Aslında istediğim kadar.” “Bu aynı şey değil. Daha uzun tutabilir miydin?” “Büyük olasılıkla. Ama rahatsız olmaya başlamıştım.”

David ona baktı ve kararlı bir biçimde başını salladı. “Sa­ nırım öyle.” Laurel neden ağladığını bilmiyordu. Bu aslında sürpriz de­

“Ne kadar daha tutabilirdin?”

ğildi. Ama daha önce hep bu gerçekten kaçmış, kabullenmemişti.

“Bilmiyorum.” Telaşlanmaya başlıyordu. “Ne kadar tuttum ki?”

Şimdiyse kabullenmesiyle birlikte korku, rahatlama, hayret ve

“Üç dakika, yirmi sekiz saniye.”

tuhaf bir hüzünden oluşan farklı bir duygu karmaşasının içinde

Bu sayıları algılaması da bir süre aldı. Sonra birden ayağa

bocalıyordu.

kalktı. “Ne yani, ben mi kazandım?” “Yoo, pek sayılmaz. Asıl yaptığın benim teorimi doğrula­ mak oldu.” Laurel koluna baktı. “Yaprak mı yani? Sahiden mi?” David Laurel’ın kolunu aldı ve kendininkinin yanına koydu. “Kendin bakabilirsin. Dikkatle bakarsan kollarımızın görünü­ münün aynı olmadığım fark edeceksin.” Kendi kolundaki da­ marları işaret ederek, “Bak işte!” dedi. “Erkeklerde damarların

David yatağın üstüne, yanma oturdu. Bir şey söylemeden arkasına doğru eğilerek Laurel’ı kendine çekti, göğsüne bastırdı. Laurel karşı koymadı, onun kollarının arasındayken duyduğu güvenden hoşlanıyordu. David elleriyle kollarını, sırtım okşuyor, bu arada yaprakları incitmemeye büyük özen gösteriyordu. Laurel onun kalbinin düzenli bir ritimle attığını duyuyor, bu ona bazı şeylerin hâlâ normal olabileceğini anlatıyordu. Gü­ venilebilecek bir şeyler olduğunu. David’in vücut ısısı onu da sarmalamış, vücuduna yayılmaya

daha yüzeyde olduğunu ve daha kolay görünebildiğin/ kabul / etsek bile, yine de seninki kadar duru ve açık bir tende -soluk

başlamıştı. Tıpkı güneş ışığı gibi, farklı anlamda olsa bile onu

mavi izler halinde bile olsa- damarların görülebilmesi gerekirdi.

ısıtıyor, güç veriyordu. Gülümsedi ve biraz daha sokuldu.

Senin damarların yok.” Laurel dikkatle kolunu inceledikten sonra sordu: “Bunu ne zaman fark ettin?”

“Önümüzdeki cumartesi ne yapıyorsun?” Laurel kulağını David’in göğsüne dayamıştı. Sesinin titreşimlerini algılayabi­ liyordu. • 131 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel yavaş yavaş konuyu anlamaya başlıyordu. Hayret

“Bilmiyorum. Sen ne yapıyorsun?” “Bu sana bağlı. Tamani’nin sana söylediklerini düşünüyordum.”

içinde, duyduklarına inanamayarak David’e baktı. “Yani ortalıkta

Laurel başım onun göğsünden kaldırdı. “Bunları konuşmak

böyle dolaşmamı mı istiyorsun? Herkesin görebileceği şekildi* çiçeğim açıkta olarak? Delirmiş olmalısın. Hayır, asla.”

istemiyorum.” “Neden ki? Senin bitki olduğunu söylerken haklıydı. Kimbilir

“Dinle bak.” David doğrulup oturdu. “Bunu düşündüm. Simli,

belki de... Belki de... senin peri olduğunu söylerken de doğruyu

organze kurdeleleri biliyorsun, değil mi? Eğer çiçeğin ortasını

söylüyordu.”

onlarla sarar sonra da uçlarını omuzlarından aşağı sarkıtırsak

“Mikroskobunun seni duyabileceği bir yerde böyle bir şeyi nasıl söyleyebilirsin, David?” Laurel bu konuyu şakaya vurarak

hiç kimse çiçeğinin sahte olmadığını anlayamaz. Tek düşüne­ cekleri bunun muhteşem bir kıyafet olduğu olur.” “Kimseyi bunun yapma bir kıyafet olduğuna inandıramayız,

geçiştirmeye çalıştı. Gülerek, “Sahibinin böylesine bilimden uzak olduğunu fark ederse, çalışmayı bile durdurabilir,” diye ekledi.

David. Bunun için fazla iyi.”

“Bitki olan bir arkadaşımın olması zaten yeterince bilim dışı.”

David omuz silkti ve başını salladı. “İnsanlar genellikle ken­

David onun bu tavrına eşlik etmeyi açıkça reddetmişti.

dilerine söylenene inanırlar.” Sırıttı. “Ne yani, birisinin yanma

Laurel iç geçirdi ve başını yeniden David’in göğsüne yasladı.

gelip yapraklarını elleyerek, ‘Bence bu kız bir bitki,’ diyeceğini

“Her küçük kız aslında bir peri, prenses, deniz kızı ya da öyle bir

mi sanıyorsun?”

şey olmayı hayal eder. Özellikle de gerçek annesinin kim olduğunu

Bu gerçekten saçma görünüyordu. Laurel’ın aklına birden

bilmeyenler. Ama altı yaşma basınca bu hayaller kaybolmaya

annesinin kuzeninin düğününde giydiği gök mavisi parlak tuvalet

başlar. On beş yaşına gelip gerçeklerle yüzleştiğindeyse, ortada

geldi. “Bunu düşüneceğim,” diye söz verdi.

hayal filan kalmaz.” Dişlerini sıktı. “Peri diye bir şey yok.” “Olmayabilir ama illa gerçek bir peri olman gerekmez ki.”

Çarşamba öğleden sonra David’in çalışması gerekiyordu. Laurel

“Ne demek istiyorsun?”

şehir kütüphanesine gitti. Doğruca müracaata ilerledi. Kütüpha­

David dikkatle çiçeğine bakıyordu. “Gelecek cumartesi okulda

neci kadın orada ufak bir çocuğa Dewey onlu sınıflama sistemini5

bir kıyafet balosu var. Bence oraya peri kılığında katılabilir, peri

açıklamaya çalışıyordu. Çocuk ya bu konuda bir şey anlamıyor

rolü oynamayı deneyebilirsin. Bunun gerçekte olup olmadığını

ya da anlamak istemiyordu. Zaten birkaç dakika sonra da omuz

tartışmaktansa bence önce bu kişiliği benimsemeyi, buna fikren

silkerek uzaklaştı.

alışmayı dene. Kafanı rahatlat.” “Ne yani? Kanat takıp komik bir elbise mi giyeceğim?” “Bence zaten kanatların var.” David bunları söylerken son derece ciddiydi. • 132.

Kütüphaneci kadın hayal kırıklığına uğradığını belli edecek şekilde iç geçirdikten sonra Laurel’a döndü. “Evet, buyurun?” 5

Deıvey decimal system: Her çeşit evrakın dosyalanmasına yarayan ve kütüpha­ nelerde kullanılan numaralama sistemi, (ç.n.)


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“İnterneti kullanabilir miyim?” Kütüphaneci kadın gülümsedi, sonunda mantıklı bir soruyla karşılaştığı için sevinmişe benziyordu. “Bilgisayar ileride,” dedi içeriyi işaret ederek. “Kütüphane kartınızın numarasıyla bir saat kullanabilirsiniz.” “Yalnızca bir saat mi?” Kütüphaneci kadın bir sır verecekmiş gibi öne eğildi. “Birkaç

makaleye bakmak zorunda kalıyordu ki onlardan da hiçbir şey anlamıyordu. Bu şekilde ancak birkaç paragraf ilerleyebildi. Derin bir soluk alarak sinirle gözlerini kıstı ve makaleyi yeniden okumaya başladı. “Perilere bayılırım.” Laurel tam kulağının dibinde Chelsea’nin sesini duyduğunda şaşkınlıktan neredeyse oturduğu sandalyeden düşüyordu.

ay önce koyduğumuz bir kural bu. Emekli bir kadın okurumuz

Laurel’ın hemen yanındaki sandalyeye çöktü. “Bir yıl önce

vardı, her gün gelip sabahtan akşama kadar kâğıt oynuyordu.”

perilerle ilgili her şeyi araştırmaya çalıştığım sırada ben de senin

Doğrulurken omuz silkti. “Nasıldır bilirsin, kurunun yanında yaş da yanar. Kural bu. Neyse ki internete yüksek hızda bağlanılıyor.” Ardından içlerine göz gezdirdiği kitap yığınının başına döndü.

gibiydim. Perilerle ilgili on kadar kitabım var, odamın tavanında da resimleri. Hatta İrlanda’nın periler diyarı tarafından kontrol edildiğine ilişkin bir adamın yazdığı komplo teorisinin broşü­ rünü bile ele geçirmiştim. Gerçi adamın düşünceleri inanılır

Laurel internete bağlı bilgisayarın bulunduğu bölmeye gitti. Crescent City’deyken babasıyla sık sık Eureka Kütüphanesi’ne gidiyorlardı. Bu geniş kütüphanenin aksine orası normal bir evden biraz büyüktü. Yalnızca bir raf resimli kitaplar, bir raf da büyükler için romanlar vardı. Bunların dışındakilerse eski referans kitaplarıydı ki, onların sayısının da fazla olduğu söy­ lenemezdi. Laurel bilgisayarın başına oturarak şifresini tanımladı. Sa­ atine göz attıktan sonra Google’da araştırmaya başladı.

gibi değildi, fazlasıyla uçmuştu ama yine de birkaç geçerli nokta da yok değildi.” Aklına çok geç sözcükleri takılmasına rağmen Laurel hemen ekranı kapadı. Chelsea, “Eski karanlık çağlarda insanlar tüm kötülüklerin perilerden geldiğine inanırlarmış,” diye ekledi. Laurel’m o ana kadar hiçbir şey söylememiş olduğunu fark etmemişti. “Tabii iyilikleri de onlara bağlayanlar varmış. Eşit bir durum yani.” Sırıttı. “Peki, sen niye perileri araştırıyorsun?”

Kırk beş dakika sonra çiçeklerde yaşayan, çiçeklerden yapılmış

Laurel ağzının kuruduğunu hissediyordu. Bir bahane bulmaya

giysiler giyen, minik çiçek fincanlardan çay iç^n peri resimleri

çalıştı, kafasından onlarca peri masalı geçti ama bir gerekçe

bulmuştu. Ama hiçbir yerde perilerin aslında çiçek ya da bitki

bulup çıkaramadı. Hatta Chelsea’yle İngilizce dersinde birlikte

olduklarından bahsedilmiyordu. Ya da öyle bir şey. Sıkıcı, diye

olduğunu bile neredeyse anımsayamıyordu o anda. “Şey, yalnızca

düşündü keyifsizce.

araştırıyordum...” dedi.

Bu konuda Wikipedia’daki uzun bir makaleyi okumaya

İşte tam o anda David’in önerisini anımsadı ve ekledi: “Bu

başladı ama her iki üç cümlede bir referans verilen başka bir

cumartesi kıyafet balosuna peri kılığında gitmeyi düşünüyorum.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Onlar hakkında biraz daha fazla bilgi sahibi olmam gerektiğini

hoşlanmamıştı. Ama bu, Chelsea’ye gerçeği anlatmaktan çok

düşündüm.”

daha iyiydi.

Chelsea’nin yüzü aydınlandı. “Bu çok hoş. Aslında ben de peri olmayı düşünüyordum. Uyumlu olmaya çalışabiliriz.” Bir bu eksikti. “Aslında benim için kanatları David hazır­

“Bu arada neden burada sörf yapıyorsun ki? Evde internetin yok mu?” Laurel gözlerini devirerek, “Çevirmeli ağ,” dedi.

layacak. Tam bir fikrim yok. Bana sürpriz yapacağını söyledi.”

“Gerçekten mi? Hâlâ bunlardan var mı? Babam bilgisayar

“Öyle mi?” Chelsea bir anlık tereddüdün ardından ekledi:

delisi, evimize eksiksiz bir kablosuz ağ kurdu. Tam altı bilgisa­

“Oldu o zaman. Ben de Ryan’la işbirliği yapmaya çalışırım.”

yarda yüksek hızda internet kullanabiliyoruz. Ona senin hâlâ

Yanakları hafifçe kızardı. “Geçen cuma bana birlikte gitmeyi

çevirmeli ağ kullandığını söylesem aklı gider. Bir dahaki sefere

önermişti.”

bize gel. Hem sinyal çok güçlü hem de sana ödünç birkaç kitap

“Bu çok iyi.” “Evet. Ryan iyi bir çocuk. Sence de şirin değil mi?” “Kesinlikle.” “İyi.” Chelsea bir an daldı. “Demek sen David’le geliyorsun?” Laurel başıyla onayladı. Chelsea gülümsedi ama aslında üzülmüş olduğu anlaşılı­ yordu. “Muhteşem bir peri olacağından eminim. Zaten periye benziyorsun, olağanüstü olacağın kesin.” “Öyle mi dersin?”

verebilirim. Anlaştık mı?” Laurel ister istemez onayladı ama asla Chelsea’lere araştırma yapmaya gidemeyeceğinin bilincindeydi. Chelsea çok zekiydi, parçaları kolayca biraraya getirebilirdi. Tabii biraraya getirilecek parçalar olursa. Laurel perilerin ona benzediğine ilişkin tek bir kaynak bile bulamamıştı. Bul­ duğu en yakın kaynak orman perileriydi; onlar da ağaçların, ormanın ruhuydular. Laurel bir ruh olmadığından kesinlikle emindi. Chelsea, “Artık gitmeliyim,” dedi. “Yapmam gereken gerçek

Chelsea omuz silkti. “Bence öyle. Özellikle de bu açık renkli

bir araştırma var.” Tarih kitabını gösterdi. “İnternetten olmayan

tenin ve saçlarınla. İnsanlar meleklerin peri olduklarını düşü­

en az üç kaynak bulmak zorundayım. Bayan Mitchell zamanın

nürler ama perilerin çok daha açık renkli ve narin olmaları ge­

o kadar gerisinde kalmış bir kadın ki. Neyse, yarın görüşürüz.”

rekir, değil mi?”

Laurel el sallayarak, “Tamam,” dedi. “Yarın görüşürüz.”

Narin mi? Laurel şaşkınlık içindeydi.

Biraz daha araştırmak için bilgisayara döndü. Ancak ekranın

“Çok güzel olacaksın.” Chelsea neşe içindeydi. “Seni kapıda

açılmasıyla birlikte süresinin dolduğu mesajını gördü.

bekleyeceğim. Kostümünü ilk ben görmek istiyorum.”

Laurel iç çekerek, aldığı az sayıdaki notu topladı. Daha fazla

Laurel zorlama bir gülümsemeyle, “Anlaştık,” dedi. Birden

araştırma yapmaya gerek duyarsa başka bir gün gelmesi gere­

David’in önerisini kabul etmek zorunda kalmış olmaktan hiç

kiyordu. Kitap raflarının arasından Chelsea’nin kıvırcık saçla-


KANATLAR

nnı görmeye çalıştı. Kimbilir, belki de Chelsea nin evi çok daha uygun olabilirdi. Ancak uygun olmak öncelikler listesinin pek üst sıralarında yer almıyordu.

ON İKİ

Cumartesi günü, balodan birkaç saat önce Laurel onu telefonla aradığında David merakla sordu. “Hâlâ bir şey yok mu?” “Hiçbir şey. Kütüphanede tam üç gün üst üste araştırma yaptım ve hiçbir şey bulamadım.” “Ufak bir iz, bir değinme bile mi?” “İstediğin takdirde herhangi bir açıklamayla arada bir bağ­ lantı kurabilirsin ama tam bir tanım yok...” Sesini alçalttı. “Yani benim gibi perilere ilişkin bir şey yok.” “Peki ya Shakespeare? Bir Yaz Gecesi Rüyası?” “Aslında bakarsan o bir hayli yakın sayılabilir. Ama onların da kanatları var ve sihir güçleri. Yaramaz olmaları da cabası. Ben öyle değilim... değil mi?” David güldü. “Hayır değilsin.” Bir an sustu. “Belki de masallar yanlıştır.” “Hepsi mi?” “Masal ve mitlerin hangisi ne kadar doğru ki?” “Bilmem ki. Doğru olsalardı belgeleri olurdu, değil mi?” . 139.


KANATLAR

“Neyse, araştırmaya devam edeceğiz. Bu arada, akşam için hazır mısın?”

APRILYNNE PİKE

senin geldiğini öğrenmeden tüm hazırlıkları tamamlamamız daha doğru. Kapının açık kalmasında filan ısrar edebilir.”

“Elbette.”

“Sorun değil, nasıl istersen.”

“O zaman akşam sekizde görüşüyoruz, tamam mı?”

David’i odasına aldı. Dikkatle koridoru inceledikten sonra

“Hazır olacağım.”

kapıyı kapadı. Laurel beyaz şalının düğümünü açtı ve çiçeğini

David birkaç saat sonra elinde içinde sözde “kanatların” bu­

özgürce dalgalanmaya bıraktı. Taç yapraklarını düzelterek dik

lunduğu büyük bir kutuyla geldi. Ona kapıyı Laurel açtı. Hazırdı,

durmalarına yardımcı oldu. Nedense son birkaç gündür biraz

mavi tuvaletini giymiş, omzuna da bir şal almıştı. David onu gördüğü anda, “Harika!” dedi. “Muhteşem gö­ rünüyorsun.” Laurel utanarak önüne baktı. Çok daha az dikkat çeken bir şey giymiş olmayı isterdi. Bu giysiyle herkes ona bakacaktı. Elbisesi parlak mavi satendendi ve üzerine gümüş renkli bon­ cuklar işlenmişti. Kloş kesimli geniş etek kısmı kalçalarından

solgun görünüyor, dimdik durmuyorlardı. David’in derin solu­ ğunu duyunca merakla döndü. “Ne oldu?” “O kadar güzeller ki, özellikle de bu elbisenle. Onları her gördüğümde büyüleniyorum.” “Tabii,” dedi Laurel alaycı bir tonda. “Senin olmadıkça muh­ teşem oldukları gerçek.”

aşağı dökülüyordu. Üst kısmıysa boyundan bağlıydı ve sırtım

Kurdeleleri çiçeğin köküne dolayıp Laurel’ın omuzlarından

açık bırakıyordu. Sırt kesimi yuvarlaktı ve kenarlar parlak gümüş

aşağı sarkıtmak David’in yalnızca iki dakikasını aldı. Laurel oda

renkli boncuklarla süslenmişti. Gösterişli, parlak bir broşsa bu görüntüyü tamamlıyordu.

kapısının arkasına astığı yeni aynaya dönüp baktığında gülmeye başladı. “David sen bir dâhisin. Gerçekten de bir kostüm olup çıktı.”

David siyah pantolon ve bedenine oturan beyaz, kuyruklu bir frak ceketi giymişti. Belinde kırmızı ipek bir kuşak vardı, boynunaysa şık bir papyon bağlamıştı. Göğüs cebinden beyaz eldivenleri görünüyordu. Saçlarınaysa jöle sürmüştü. Laurel hayranlıkla, “Sen ne rolündesin?” diye sordu. David kızardı. “Beyaz atlı prens.” Laurel’ın güldüğünü görünce omuzlarını silkti. “Birlikte ünlü bir masalın mistik kahramanları olabileceğimizi düşünmüştüm.” Laurel aceleyle, “Annem geleceğini biliyor,” diye fısıldadı ve hemen David’i merdivenlerden yukarı çıkarırdı. “Bence o

David hemen yanında durmuş, Laurel’ın verdiği tepki kar­ şısında sırıtıyordu. “Henüz bitirmedim.” Yeniden kutuya döndü. Sonra sandalyeyi işaret ederek, “Otur,” dedi. “Ve gözlerini kapa.” Laurel o anın zevkini yaşayarak denileni yaptı. David’in yüzünde gezinen ellerini hissediyordu, sonra göz kapaklarında ve yanaklarında soğuk bir fırçanın temasını hissetti. “Ne yapı­ yorsun?” “Soru yok. Sakın gözlerini açma.” Bir şeyin çalkalandığını duydu ve sonra saçları boyunca yayılan soğuk bir şeyler hissetti.


KANATLAR

“Yalnızca bir saniye,” dedi David o anda. Laurel kirpikle­ rindeki ıslak noktacıklar hâlâ soğukken birden David’in yüzünü ısıtan ılık nefesini hissetti. “Evet, tamam, bakabilirsin.”

APRILYNNE PİKE

Hazır değildi ama çaresizce başını sallayarak onayladı. David kapıyı açtı, sonra girmesi için kolunu uzattı. “Gideliııı mi?”

Gözlerini açtı ve aynanın karşısına geçti. Yüzünü bir o yana bir

Laurel’ın annesi onları aşağı inerken merdivende yakaladı.

bu yana çevirirken yutkundu, mutlulukla güldü, güneş ışınlarının

“Demek buradasınız,” dedi elinde tuttuğu fotoğraf makinesini

yanaklarındaki ve gözlerindeki simleri daha da parlatması için

sallayarak. “Gizlice sıvışacağınızdan korkuyordum.” Gülümse­

pencereye döndü. Saçındaki simler sırtından elbisesine doğru

yerek hayranlıkla Laurel’ı inceledi. “Muhteşem görünüyorsun.”

olağanüstü dekoratif bir şekilde dökülüyor, her başını kıpırdat­

Sonra David’e döndü. “Sen de çok yakışıklısın.”

tığında ışıl ışıl parlıyordu. Yüz ve omuzlarındaki sim ve pulların ışıltısı arasında Laurel bile kendini tanımakta zorlanıyordu. David hayranlıkla, “İşte şimdi gerçek bir peri gibi görünü­ yorsun,” dedi. Laurel iç çekti. “Kendimi gerçekten peri gibi hissediyorum. Böyle bir şeyi söyleyebileceğim hiç aklıma gelmezdi.” David’e döndü. “Olağanüstüsün.”

Laurel oturma odasına bakarak sordu. “Babam nerede?” “Bu gece geç vakte kadar çalışması gerekiyor. Ona fotoğrafını çekeceğime söz verdim. Haydi gülümse.” Annesi, David’in annesi onları almaya gelene dek yaklaşık elli fotoğraf çekti. Daha sonra annesi onları yolcu edip iyi eğlenceler dilerken Laurel özellikle David’in hep tam arkasında kalmasını sağladı.

“Hayır.” David sırıtıyordu. “Bunu bilimsel olarak da kanıtla­

David’in annesi de ikisini büyük coşkuyla karşıladı. Daha önce

dık, asıl olağanüstü olan serisin.” Sinsice gülümseyerek ellerini

David’in tek başına fotoğrafını çekmişti ama yine de ikisinin

Laurel’ın parlak saçlarında gezdirdi. “Bense yalnızca sıradan

birlikte beş ya da altı fotoğrafını daha çekti.

bir insanım.” Laurel gülümsedi ve elini sıktı. “Olabilir ama muhteşem bir insansın.” “İnsanlardan söz etmişken,” David kapıyı işaret ederek ek­

Yolda Laurel neredeyse fikrini değiştirip gitmekten vazge­ çiyordu. David’in annesinin arabasının arkasında otururken eğilip David’in kulağına, “Çok dikkat çekiyor,” diye fısıldadı. “Birisi keşfedecek.”

ledi. “Gidip sizinkilere gösterelim. Annem on dakika içinde bizi

David güldü. “Hiç kimse anlamayacak. Emin olabilirsin.”

almak için burada olacak.”

“Umarım haklısındır,” diye söylendi Laurel okulun park

Geceyle ilgili endişeleri bir anda tekrar aklına doluşmuştu.

alanına geldiklerinde.

Laurel sıkılarak, “Annemin bunu anlamayacağını mı düşünü­ yorsun?” diye sordu. “Kuşkulanmayacak bile. Eminim bundan.” Laurel’m iki elini birden tuttu. “Haydi, hazır mısın?”

Laurel ve David dekore edilmiş jimnastik salonuna doğru yürürken onları gören Chelsea coşkuyla, “Şunlara bakın!” diye haykırdı. Heyecanla ekledi: “Tanrım, inanamıyorum! David kanatların


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

güzel olacağını söylemişti ama bu kadar güzel olabileceği ak­

değildi. Bir erkek arkadaştan daha fazla ne isteyebilirdi ki? David

lıma bile gelmezdi.” Laurel’dan kendi etrafında dönmesini istedi.

tatlı, sabırlı, zeki ve neşeli bir insandı. Laurel’dan hoşlandığım

“Biliyor musun, bu kanattan çok çiçeğe benzemiş, sence de öyle

da gizlemiyordu. Gülümseyerek David’e baktı. El ele yürüme­

değil mi?”

leri haklarında söylentilerin çıkmasına neden olabilirdi ama bu

Laurel endişeliydi. “Çiçekten kanat olarak düşün sen de.” Chelsea omuz silkti. “Muhteşem olmuş. David sen bir dâ­ hisin.” Hafifçe David’in sırtına vurdu.

Laurel’ın umurunda bile değildi. Herkes Laurel’ın “kanatlarına” yol veriyordu. Daha önce hiç konuşmadığı insanlar bile yanma geliyor, giysisinin ne kadar

Laurel zorla sırıttı. O akşam çiçek onun olmasına rağmen

muhteşem olduğunu söylüyorlardı. Nereye baksa insanlar onu

övgülerin odağı David olacaktı. Aslında bu Laurel için hiç fark

izliyorlardı. Ama o gece bu davranışlar onu sinirlendirmiyordu.

etmiyor, hatta hoşuna bile gidiyordu. Özellikle de diğer seçenek

Onların neye baktıklarını, ne gördüklerini biliyordu; daha önce

çiçeğin onun sırtında yetiştiğinin ortaya çıkması olunca.

aynada gördüğünden öte bir şey değildi bu. Sihirli bir görünümü

Chelsea’nin sırtını koklamasıyla birlikte Laurel kaskatı kesildi.

vardı, hepsi bu.

“İnanılmaz,” diye haykırdı Chelsea, çiçeği yeniden koklarken.

On bir buçuğa doğru yavaş bir şarkı çalmaya başladı ve David

“Olağanüstü. Buna ne sıktın? Bu kullandığın parfüm için her

onu nihayet gecenin birlikte yapacakları ilk dansı için piste davet

şeyimi vermeye hazırım.”

etti. Hep geride durmuş, arkadaşlarıyla sohbet etmiş, bütün gece

Laurel bir an duraksadı. “Aslına bakarsan bu benim zaman zaman kullandığım çok eskiden kalmış bir parfüm. Adını bile unuttum.”

uzaktan başka erkeklerin Laurel’ı dansa kaldırmalarını izlemişti. “Evet, anlat bakalım,” dedi ona biraz daha sıkı sarılarak. “O kadar da kötü değildi, değil mi?”

“Kokusunu beğenmiyorsan bana verebilirsin.” Laurel gülümsedi ve başını Chelsea’nin aksi yönüne, salonun diğer tarafına doğru uzatarak anlamlı anlamlı David’e baktı. David hemen Laurel’m elinden tutarak, “Haydi gel, gidip içecek bir şeyler alalım,” dedi. Neyse ki aynı anda yanlarına

Laurel gülümseyerek kollarını David’in boynuna doladı. “Hiç değil. Kesinlikle haklıymışsın.” David güldü. “Hangi konuda?” Laurel’ın yüzündeki gülümseme kaybolmadı ama söyledik­

yaklaşan Ryan, Chelsea’nin dikkatini dağıttı ve Chelsea onları

lerinde ciddiydi. “Herkes beni olduğum gibi gördü ama kimse ne

izlemedi.

korktu ne de dehşete kapıldı. Kimse ucube olduğum kaygısıyla

Laurel elini David’in elinden çekmedi. David henüz çıktıkla­

hemen bir bilim insanı çağırmayı filan düşünmedi. Kuşkulan­

rını söylememişti, aslında çıkmadıklarını da söylememişti. Acaba

madı bile. Bence bu çok hoş.” Kısa bir kararsızlığın ardından

onu erkek arkadaşı olarak tanımlayabilir miydi? Kararsızlığına

ekledi. “Yani hoş olabilir demek istedim.”

rağmen Laurel aslında bunu istediğinden de tam olarak emin • 144 •

“Çok hoş. Olağanüstü.” David sırıttı. “Sen olağanüstüsün.” . 145 •


KANATLAR

Laurel bakışlarını onun omzuna kaydırdı, hafifçe kızardığını hissediyordu. “Kendini peri olarak hissetmek nasıl bir şey?” Laurel omuz silkti. “O kadar kötü değilmiş. Tabii bu her gün böyle olmayabilir.” “Bu fikre alışmaya başladıysan, belki artık bunun gerçek olabileceğini de düşünmeye başlayabilirsin.” Laurel ona neşeyle baktı. “Bunun gerçek olmasını istiyorsun!” “Ya istiyorsam sahiden?” “Neden ki?” “Çünkü büyülü bir şeye ancak bu kadar yaklaşabilirim.” “Ne demek istiyorsun? Sen beyaz atlı prens.” “Evet ama... biliyorsun ki bu gerçek değil. Ama ya sen? Laurel, Tanrım, bence bu doğru. Ve de olağanüstü. Muhteşem. Kimin en yakın arkadaşı bir peri olabilir ki? Kimsenin.” Laurel gülümsedi. “Gerçekten senin en yakın arkadaşın mıyım?”

APRILYNNE PİKE

Laurel güldü ve hemen sonra birisinin sırtına hatifçe vur­ masıyla irkildi. Okuldan tanıdığı büyük sınıftan birisi hemcıı arkasında duruyordu. “Hey, bu sen dans ederken düştü. Geri almak isteyebileceğini düşündüm.” Uzun, mavi-beyaz bir taç yaprağı uzattı. Laurel fal taşı gibi açılmış gözlerle David’e baktı. David he­ men atak davranarak yaprağı aldı. “Teşekkürler dostum.” “Bir şey değil. Bunu neyle yaptınız? İnsan bir an gerçek çiçek yaprağı olduğunu sanıyor.” “Bu meslek sırrı,” diyen David sinsice gülümsedi. “Neyse, gerçekten muhteşem.” “Teşekkürler.” Büyük sınıftaki öğrenci kalabalığa karışırken David yaprağı masanın üstüne bıraktı. Laurel onun herkesin görebileceği bir yerde durmasından fazlasıyla utanmıştı. Bu çok özeldi, sanki David onun iç çamaşırlarından birini masanın üstüne bırakmış gibi hissediyordu. David iyice yanına sokularak, “Kendiliğinden mi düştü? Hissetmedin mi?” diye sordu.

David ciddi bir ifadeyle önüne baktı. “Şimdilik evet.”

Laurel başını salladı.

Laurel ona biraz daha sokuldu ve şarkının geri kalanı bo­

“Sen farkında bile olmadan kopmuş olamaz, değil mi?”

yunca başını onun omzuna koydu. Şarkı bittiğindeyse bir an için daha sıkı sarılarak kulağına, “Teşekkürler,” diye fısıldadı.

Laurel birkaç hafta önce yapraklardan birini koparmayı denediğinde hissettiği dayanılmaz sancıyı anımsadı. “Asla.”

David gülümsedi ve girmesi için kolunu uzattı. “Gidelim mi?”

“Laurel,” diyen David’in sesi o kadar alçaktı ki Laurel bile

Beraberce arkadaşlarından çoğunun oturduğu masaya gittiler.

duymakta zorlandı. “Tamani’nin dediği gerçekleşiyor olmasın?”

Laurel hemen sandalyelerden birine çöktü. “Ah, yorgunluktan canım çıktı.”

Laurel hemen başını salladı. “İnanmamıştım, in a n a m a m ıştım Bu gerçek olamayacak kadar iyi bir şey.” Ağzından kendiliğinden

David kulağına doğru eğildi. “Ne bekliyordun ki? Güneş

dökülen bu sözcüklere rağmen zihninde yine o aynı soru belirdi.

batalı saatler oldu. Tüm cici periler çoktan evlerinde, çiçek ya­

Eğer Tamani haklıysa, acaba benim peri olduğumu söylerken

taklarında uyuyorlar.”

de gerçeği söylemiş olabilir mi?


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

David bir an için yere baktı, sonra eğildi. Doğrulduğunda

Uzunca bir süre susup kucağındaki yapraklara baktı. Neden

elinde iki çiçek yaprağı daha vardı. Gruba bakarak gülümsedi

sonra David’e baktığında boğazının kuruduğunu, yutkunmak! ji

ve omuz silkti. “Anlaşılan tasarımım dağılıyor.”

zorlandığını hissetti.

Chelsea hemen, “Sorun değil,” diye atıldı. “Zaten parti de

“Bu doğru, değil mi?”

birazdan bitecek.” Laurel’a bakarak gülümsedi. “Onlar üzerin­

“Ne?”

deyken muhteşemdin.”

Omzunu silkti ama söylemek için kendisini zorladı. “Ben

Laurel çaresizlik içinde sıkıntıyla, “David artık çıkıp anneni bekleyelim mi?” diye sordu.

gerçekten bir periyim, değil mi?” David yalnızca gülümsedi ve başını salladı. Laurel nedense o anda kendini iyi hissetti. Kıkırdadı. “Ha­

“Elbette. Haydi gel.” David onun kalabalığın içinde ilerlemesine yardımcı olur­

rika!” diye mırıldandı.

ken Laurel yol boyunca çılgın bir halde yaprakları topladı. Her

David’in annesi birkaç dakika sonra geldi ve ikisi birden

eğildiğinde birkaç yaprak daha düşüyordu. Ön kapıya ulaştık­

hemen arabanın arka koltuğuna geçtiler. “Ah, demek kanatlar

larında sırtında yalnızca birkaç yaprak kalmıştı ama kolları

düştü, iyi ki daha önce birkaç resmini çekmişim.”

onlarla doluydu.

Laurel hiçbir şey söylemeyerek, iki yaprak daha topladı ve

“Acaba hepsini toplayabildim mi?” diye sordu çevresine bakınarak.

yığına kattı. Laurel’ın evinin bahçe kapısında durdular. David önden inerek Laurel’m kucağında yapraklarla arabadan inmesine yardımcı oldu.

“Sanırım evet.” Laurel iç çekerek yüzünü ovuşturdu. Bir anda yere sim yağdı.

“Yalnızca beş yaprak kalmış,” dedi arkasına bakarak. “Onlar da büyük olasılıkla sen uyurken düşer.”

“Lanet olsun, unutmuşum.” David gülerek saatine baktı. “Saat on iki. Ayakkabının tekini

“O kadar dayanırlarsa.” David kısa bir sessizliğin ardından, “Rahatladın mı? Mutlu

de kaybettin mi?” Laurel sinirle gözlerini kıstı. “Hiç komik değil.” David ellerini cebine sokmuş sırıtıyordu. Laurel ona arkasını dönerek, “Nasıl görünüyor?” diye sordu.

musun?” diye sordu. Laurel bir an düşündü. “Öyle denebilir. Artık saklayaca­ ğım bir şey olmadığı için mutluyum, tabii yumrunun bulunduğu yerde bir iz kalmazsa. Yeniden atletlerimi giyebilirsem çok mutlu

“Üzerinde kurdeleler varken bir şey söyleyemem.”

olacağım. Ama...” Kararsızdı, düşüncelerini toparlamaya çalışı­

“İy i”

yordu. “Bu gece bir şeyler değişti, David. Birkaç saat boyunca o • 148 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

çiçeği sevdim. Gerçekten sevdim. Çok özel ve sihirli olduğumu

Laurel’ın bir şey söylemesine fırsat vermeden eğildi. Alnına

hissettim.” Gülümsedi. “Bunu sen yaptın, benim için. Ve... ben

bir öpücük kondurdu. Sonra birden arkasını döndü, mırıldanarak iyi geceler diledi ve arabaya doğru ilerledi.

gerçekten çok mutluyum.” “Unutma, önümüzdeki yıl yeniden açacak. Tamani öyle de­ mişti, değil mi?” Bu ismi duymak kaşlarının çatılmasına neden olmuştu. “Bunu bir gelenek haline getirebiliriz. Yılda bir kez onları gizlemekten vazgeçersin ve herkesin görebileceği şekilde peri olursun.” Laurel başını sallayarak onayladı. Bu düşünceden o geceye kadar tahmin bile edemeyeceği kadar hoşlanmıştı. “Diğer kızlar da kıskançlıktan ölürler.” David’e bakıp gülümseyerek uyardı. “Hepsi senden kendileri için de kanat yapmanı ister.” “Ben de onlara bunların sadece Laurel’ın kanatları olduğunu söylerim. Bunun ne kadarının doğru olduğunu bilemezler.” “Sence inanan olur mu?” “Olabilir. Her zaman içten içe mit ve masalların gerçek ol­ duklarına inananlar vardır, ya da hiç değilse bir kısmının. Bu kişiler görünenin ötesine bakabilen ve bu dünyanın olağanüstü bir yer olduğunu görebilen kişilerdir.” Omuz silkti. “Ama görseler bile hiçbir şey söylemezler. Çünkü bizler, yani dünyaya bilim ve mantık çerçevesinde bakan diğer insanlar ilan panolarına ya­ pıştırılmış olsa bile gerçeği göremeyiz. Bunu başıma vura vura bana öğrettiğin için mutluyum, yoksa asla senin gerçekte ne olduğunu göremezdim.” “Ben neysem oyum, David.” “İşin en iyi tarafı da o ya zaten.” . 150.


Laurel omzunun üstünden aynadaki çıplak sırtına baktı. Tam ortada ince, beyaz, ufak bir çizgi vardı. Uzun, uzak geçmişte kalmış unutulmuş bir yara izi, belli belirsiz bir iz. İç çekerek tişörtünü başından aşağı geçirdi. Böylesi çok daha iyiydi. Bir gece önce peri olma fikri öylesine akla yatkın gelmişti ki ona. Bugünse milyonlarca kilometre uzakta gibiydi. Yüz hatlarının kısmen de olsa değişmiş olabileceği umuduyla dikkatle inceledi. “Ben bir periyim,” diye fısıldadı. Ne var ki bir değişiklik göremedi. Bunu söylediği için kendini aptal gibi hissediyordu. Kendini peri gibi hissetmiyordu, aslında kendini olduğundan farklı da hissetmiyordu. Hatta normal hissediyordu. Ama artık gerçeği biliyordu, normal onun yaşamı için söylenebilecek belki de en son sözcüktü. Tamani’yle konuşmalıydı. Merdivenlerden aşağı koştu, telefonu aldı ve David’in cep telefonunu aradı. Ancak onun değişik ses tonunu duyduğunda saatin kaç olduğunu fark etti. “Efendim?” . 153 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Artık telefonu kapamanın anlamı yoktu, onu uyandırmıştı

“Olmaz. Eğer senin yanımda olduğunu fark ederse ortaya

bir kere. “Merhaba. Çok affedersin. Uyuduğunu düşünemedim.”

çıkmaz. Çiçekten ilk sana bahsetmiş olduğum düşüncesine bili*

David uykulu bir sesle sordu. “Sabahın altısında ne yapı­ yorsun?”

sıcak bakmadı.” “Ona bunu söyledin mi yani?”

“Şey, güneş çıktı.”

Laurel telefonun kordonunu bileğine doladı. “Birisine söylemiş

David homurdandı. “Elbette.”

olup olmadığımı sordu, ben de istemeden ağzımdan kaçırdım.

Laurel anne babasının yatak odası kapısının aralık olduğunu

O çok farklı birisi David, ikna etme gücü çok yüksek. Onda öyle

fark ederek mutfağın köşesine sindi. “Bugün beni idare edebilir misin?” diye sordu fısıldayarak.

bir şey var ki, yalan söyleyemiyorsun.” “Bundan hiç hoşlanmadım, Laurel. Çok tehlikeli olabilir.” Bütün bir hafta boyunca onun haklı olduğunu söyleyen sen

“İdare etmek mi?” “Annem ile babama sizin evde olduğumu söyleyebilir miyim?” David daha da meraklanmış gibiydi. “Peki, ama nereye gideceksin ki?” “Tamani’yi görmem gerekiyor, David. Ya da en azmdan de­

değil miydin? Bana benim gibi olduğunu söyledi. Eğer bütün diğer söyledikleri doğruysa, neden bu konuda yalan söylemiş olsun ki?” “Peki ya Barnes? Ya o oradaysa?” “Bizimkiler henüz belgeleri imzalamadılar. Ev hâlâ bizim.”

nemeliyim bunu.” “Eski evinizin oraya mı gideceksin yani? Oraya nasıl gitmeyi

“Emin misin?” “Evet. Annem daha dün söyledi.”

düşünüyorsun?” “Otobüsle olabilir. Pazar günleri ıo ı numaralı hattın seyrek de olsa çalıştığını sanıyorum, sence de öyle değil mi?” “Böylece ancak Orick’e kadar gidebilirsin. Evinin oraya

David iç çekti ve hatta kısa süren bir sessizlik oldu. “Lütfen. Gitmem gerekiyor. Daha fazlasını öğrenmem gerek.” “Peki tamam. Yalnız bir şartım var, döndüğünde bana onun söylediklerini anlatacaksın.”

uzaklığı ne kadar?” “Otobüsün önüne bisikletimi koyabilirim. Otobüs durağın­ dan oranın uzaklığı yaklaşık bir buçuk kilometre kadar ancak on dakikamı alır.”

“Söyleyebileceğim her şeyi.” “Bu da ne anlama geliyor şimdi?” “Bana ne söyleyeceğini bilmiyorum. Ya hiç kimseye söyle­

David iç geçirdi. “Keşke ehliyetimi almış olsaydım.” Laurel güldü. David sık sık mızmızlanıyordu. “İki hafta daha, David. Alacaksın nasıl olsa.”

memem gereken, perilerle ilgili çok büyük bir sırrı açıklarsa?” “Tamam, iyi öyleyse, eğer varsa dünyanın bu en büyük sırrı dışında tüm söylediklerini anlatacaksın. Anlaştık mı?”

“Sorun o değil. Seninle gelebilmek isterdim.” . 154.

“Anlaştık.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Laurel?”

Iaştan oyulmuş ucu keskin bir jilet gibi parlıyordu. Daha öııce

“Efendim?”

olduğu gibi kendini beğenmiş, güvenli bir havası vardı ama yay­

“Dikkatli ol. Lütfen çok, çok dikkatli ol.”

dığı gözdağı hissi bir sis bulutu gibi etrafını sarmıştı. Tamani Laurel’ı uzun uzun süzdü, Laurel bunu istemesine

Bisikletini küçük bir ağaca zincirledikten sonra Laurel sırt çanta­ sını omzuna attı. Boş evden geçti ve çok sayıda patikanın yoğun çalılıklara ve ormana doğru ilerlediği ağaçlık alanın kıyısında

rağmen gözlerini ondan ayıramıyordu. Neden sonra Tamani’nin dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi, üzerindeki tuhaf zırhı çıkardı ve böylece ürkütücü havasından da sıyrılmış oldu.

bir an duraksadı. Sonunda daha önce onunla karşılaştığı yol­

“Kıyafetim için çok özür dilerim,” dedi zırhını ağaçlardan

dan gitmeye karar verdi. Bu ona o an için en uygun yol gibi

birinin gövdesinin arkasına yerleştirirken. “Bugün üst düzey

görünmüştü.

alarmdayız da.” Doğruldu ve kararsızlıkla gülümsedi. “Geri

Derenin kıyısındaki büyük kayaya ulaştığında Laurel etrafına

döndüğüne sevindim. Geleceğinden emin değildim.” Zırhının

bakındı. Akarsuyun kenarında oturmak onu rahatlatmış, çok

altında tepeden tırnağa koyu yeşil giysiler vardı: Kolunun dörtte

mutlu etmişti; bir an burada bir saat kadar oturup Tamani’yle

üçünü kaplayan dar bir tişört ve yine bir önceki defa giydiği

konuşmadan eve dönmeyi düşündü. Onunla konuşmak öylesine

gibi bol, dizin altında biten pantolon. “Hem de yalnız geldin.”

zor, sinir bozucuydu ki.

Bu bir soru değildi.

Ancak kendini yan çizmemek için zorladı, derin bir soluk aldı ve bağırdı: “Tamani!”

“Bunu nereden biliyorsun?” Tamani güldü, gözleri parlıyordu. “Eğer alanıma kaç kişinin

Sesi kayalıklarda yankılanacağına ormanın derinliklerinde kaybolup gitti. Laurel o an kendini çok zayıf hissetti. Yeniden, “Tamani!” diye seslendi ama bu kez sesi biraz daha yumuşaktı. “Hâlâ burada mısın? Seninle konuşmak istiyorum.” Çevreye ba­

ayak bastığını bile bilemiyorsam ben nasıl muhafız olabilirim ki?” “Muhafız mı?” “Bu doğru.” Bir önceki defa konuştukları açıklığa giden yolda ilerlemeye başlamıştı.

kınmak için kendi etrafında döndü. “Tam...” “Merhaba!” Tamani’nin sesi mutlu ama aynı zamanda kuş­

“Neyi koruyorsun ki?” Tamani gülümseyerek döndü ve başparmağıyla Laurel’m

kuluydu. Laurel hemen döndü. Neredeyse Tamani’nin göğsüne çarpacaktı.

burnunun ucuna dokundu. “Çok çok özel bir şeyi.”

Çığlık atmamak için ellerini ağzına kapadı. Gelen Tamani’ydi.

Laurel nefes nefese kalmamak için kendisini zor tutuyordu

Öncekinden çok farklı görünüyordu. Kolları çıplaktı ama omuzları

ve zor da olsa başardı bunu. “Ben... buraya... senden özür dilemek

ile göğsü yaprak ve ağaç kabuklarından yapılmış zırh benzeri

için geldim,” diye kekeledi.

bir şeyle kaplıydı. Omzunda uzun bir mızrak dimdik duruyor, . 156.

“Ne için?” Tamani aynı hızla yürümeyi sürdürüyordu.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE 1

Bana takılıyor mu yoksa sahiden aldırmamış olabilir mi? Laurel, “Geçen gün aşırı tepki gösterdim,” dedi ona yetişmeye çalışırken. “Ama bütün bu olanlar beni öylesine dehşete dü­ şürmüştü ki. Senin söylediklerin de üstüne tuz biber ekti, bir an çıldırdım. Sana karşı öyle davranmaya hakkım yoktu. Çok üzgünüm.”

“Büyük ölçüde.” “Ve buraya peri olup olmadığın konusunda daha fazla bilgi edinmeye geldin, öyle mi?” Laurel amacının bu kadar ortada olmasından utanmıştı ama Tamani haklıydı ve Laurel’ın da kabul etmekten başka çaresi yoktu.

Birkaç adım daha attılar. Tamani birden dönerek sordu. “Ve?” “Ve ne?” Onun kendisini süzen yeşil gözlerine baktıkça La­ urel göğsünün sıkıştığını hissediyordu. “Ve sana söylediğim her şeyin doğru olduğunu anladın ve şimdi de daha fazlasını öğrenmek için buraya geldin.” Tamani birden sustu. “Buraya gelmenin nedeni bu, değil mi?” Bir ağaca yaslandı ve neşe içinde Laurel’a bakmaya başladı. Laurel başım salladı. Kendini hiç bu kadar garip hissetme­ mişti. Neden sanki onun karşısında dili tutuluyordu ki? Yanında o varken ne düşünebiliyor ne de konuşabiliyordu. O ise tam aksine son derece rahat ve kayıtsız görünüyordu. Tamani incelikle yere oturdu. Laurel o anda aynı açıklığa varmış olduklarını fark etti. Tamani kendinden biraz ötede bir yeri işaret etti. “Otursana.” Yana doğru eğilmiş bir halde otur­ muş gülümsüyor ve eliyle hemen yanındaki çimenlere hafifçe vuruyordu. “Tabii istersen yanıma da oturabilirsin.”

“Sana anlatacak pek bir şeyim olup olmadığından emin değilim, sonuçta on iki yıldır kendi ayaklarının üzerinde dur­ mayı başarıyorsun; benim seni tuz yememen için uyarmama hiç gerek yok.” “Biraz araştırma yaptım.” Tamani kıs kıs güldü. “Bu hoş işte.” “Ne gibi?” “İnsanların asla doğruyu bulmayı başaramadıkları düşü­ nülürse bu hoş.” “Bunu ben de fark ettim.” Laurel bir anlık tereddüdün ardın­ dan sordu. “Tişörtünün altında bir yerde gizlediğin kanatların yok, değil mi?” “Kontrol etmek ister misin?” Tamani elini tişörtünün ucuna götürdü. Laurel hemen atıldı.

Laurel boğazını temizledi ve karşısına oturdu.

“Hayır, tamam.”

“Daha o kadar şanslı değil miyim yani?” diyen Tamani el­

Tamani birden ciddileşti. “Kanat diye bir şey yok, Laurel.

lerini başının arkasında kenetledi. “Neyse, her şeyin zamanı

Hiç kimsede yok. Nasıl ki bazı çiçekler kelebeği andırırsa, bazı

var. Evet,” dedi Laurel’m yerine yerleşmiş olduğunu görünce.

çiçeklerin taç yaprakları da kanada benzer. Senin taç yaprakların

“Yaprakların soldu, değil mi?”

da gerçekten çok etkileyici bir biçimde kanada benziyordu. Ama

Laurel başıyla onayladı. “Dün gece.” “Rahatladın mı?”

yine de yalnızca çiçekti, senin de keşfettiğin gibi.” “Peki, o zaman neden tüm masallar böylesine yanlış?”

• 158 •


KANATLAR

“Bence insanoğlu gördüğünü yanlış yorumlamakta ve abart­ makta oldukça yetenekli, Laurel.” “Şimdiye dek hiç perilerin bitki olduğuna ilişkin bir şey okumadım. İnan bana, araştırdım da.” “İnsanlar öykülerinde yine insanları canlandırmaktan hoş­ lanırlar, Laurel kanatları, toynakları, büyülü çubukları olan ola­ ğanüstü insanları. Ama asla bitkileri değil. Asla olmadıkları ve

APRILYNNE PİKE

Tamani Laurel’ı birkaç saniye dikkatle süzdü ama Laurel bakışlarının karşılaşmasından kaçındı. Bakışları öylesine ısrarlı ve sahipleniciydi ki, sanki Laurel onun çoktan kalbini kazanmış olduğu sevgilisiydi ve bunun gerçekleşmesi için yalnızca biraz beklemesi gerekiyordu. Laurel konuyu değiştirerek, “Bana sihirden bahset,” dedi. “Uçabilir miyim?”

olmayacakları şeylerden bahsetmekten hoşlanmazlar.” Omuz

“Hayır, aynen kanatlar gibi bu da yalnızca bir mit.”

silkti. “Ve insanlar bize çok benzedikleri için bu çok mantıklı

“Peki, ne yapabilirim?”

bir çıkarım.”

“Ne yapabileceğini çok mu merak ediyorsun?”

“Ama yine de gerçek anlamda yanılıyorlar. Kanatlarım yok. Sihir gücüm de.”

“Sihir yapabilir miyim?” “Kesinlikle. Hatta sihir yeteneğinin çok güçlü olduğunu

“Öyle mi dersin?” diye sordu Tamani sırıtarak.

söyleyebilirim. Sen bir sonbahar perisisin.”

Laurel’ın gözleri açıldı. “Yani var mı?”

“Bunun anlamı ne?”

“Elbette.”

“Dört tür peri vardır: Sonbahar, yaz...”

“Gerçekten mi?”

“İlkbahar ve kış mı?”

Tamani, Laurel’m bu heyecanı karşısında kendini tutama­

“Aynen.”

yarak güldü.

“Ben neden bir sonbahar perisiyim?”

“Sihir mi? Yani gerçek sihir mi? Demek her şey David’in dediği gibi bilimle açıklanamaz, öyle mi?” Tamani gözlerini devirdi. “Yine mi David?” Laurel dikeldi. “O arkadaşım. En iyi arkadaşım.” “Erkek arkadaşın değil mi?”

“Çünkü sonbaharda doğdun. Bu yüzden de sonbaharda çiçek açıyorsun.” “Bu pek sihir gibi görünmüyor.” Laurel az da olsa hayal kı­ rıklığına uğramıştı. “Daha çok bilimsel bir açıklamaya benziyor.” “Öyle de. Yaşamındaki her şeyin sihirli olmasını bekleme­

“Hayır. Yani... hayır.”

melisin. Gerçekten, periler de yaşamlarının oldukça büyük bir

Tamani onu birkaç saniye boyunca süzdü. “Demek o pozisyon

kısmında son derece normallerdir.” “Peki ya sihir?”

şu an için açık, öyle mi?” Laurel gözlerini devirdi. “Böyle bir konuşma yapmıyoruz

“Her perinin kendine özgü bir sihir gücü vardır.” Tamani’nin yüzünde tuhaf bir saygı ifadesi belirdi. “Kış perileri tüm peri­

varsayıyorum.” . 160.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

lerin içinde en güçlü olanlar ve de en ender bulunanlardır. Bir

“Ama öyle. Farklı sonbahar perilerinin farklı özellikleri

kuşakta iki ya da üç tane üretilirler, hatta bazen daha bile az.

vardır. Belirli özler ve iksirler hazırlarlar; örneğin işgalcileri

Bizi her zaman kış perileri yönetir. Liderimiz onlardır. Tüm bit­

şaşırtıp uzaklaştıran bir sis tabakası oluşturmak ya da onları

kiler üzerinde egemendirler. Hepsinin. Eğer bir kış perisi isterse

hepten uyutacak bir toksin hazırlamak gibi. Sonbahar perileri

yetişkin bir sekoya ağacı bile yarı yarıya eğilir.”

sihir güçleriyle bitki dünyasındaki türlerin yaşam savaşından

“Söylediklerinden onların her şeyi yapma gücünde oldukları gibi bir sonuç çıkıyor.”

galip çıkmalarını sağlarlar, onlar için çok önemlidirler. Çok, çok önemlidirler.”

“Bazen ben de bunun gerçekten öyle olduğunu düşünüyo­

“Kulağa havalı geliyor gibi.” Laurel yine de pek ikna olmuş

rum. Ama kış perileri genellikle yeteneklerini kendilerine saklar

sayılmazdı. Bütün bunlar ona kimyasal bir süreç gibi görünü­

ve bunları kuşaktan kuşağa aktarırlar. Bazıları kış perilerinin

yordu ve eğer aldığı biyoloji dersi bunun için bir tür gösterge

en büyük yeteneklerinin sır saklayabilmek olduğunu söylerler.”

sayılabilirse, bunda hiç de iyi olmadığı gerçekti.

“Peki ya sonbahar perileri, onlar ne yaparlar?” diye sabır­ sızlıkla sordu Laurel.

“Peki, yaz perileri ne yaparlar?” Tamani gülümsedi. “Yaz perileri cafcaflı, gösterişlidirler.”

“İkinci derecede güçlü olan sonbahar perileridir ve onlar

Tamani’nin ses tonundaki coşku bir ölçüde kaybolmuştu. “Aynen

da kış perileri gibi çok enderdir. Sonbahar perileri bazı şeyler

yaz çiçekleri gibi. Görüntülerden, yanılsamalardan ve en akıl

yaparlar.” “Ne gibi şeyler?” “Başka bitkilerden bir şeyler. Hayat iksirleri, özler, ilaçlar, merhemler gibi.”

almaz ışık ve renk gösterilerinden onlar sorumludur. İnsanların sihir olarak nitelendirdikleri şeylerden.” Laurel yaz perisi olmanın sonbahar perisi olmaktan çok daha eğlenceli olabileceğini düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. “Sen yaz perisi misin?”

Bu pek de sihre benzemiyordu. “Yani bir tür aşçı mıyım? Nesneleri birbirine mi karıştırıyorum?” Tamani başını salladı. “Anlamıyorsun. Bu bazı şeyleri birbi­ rine karıştırmak gibi basit bir şey değil, yoksa bunu başkaları da

“Hayır.” Tamani duraksadı. “Ben yalnızca bir ilkbahar perisiyim.” “Neden ‘yalnızca’?”

yapabilirdi. Sonbahar perilerinin bitkiler karşısında olağanüstü

Tamani omuz silkti. “İlkbahar perileri tüm periler içinde en

bir algılama güçleri ve sağduyuları vardır ve bunu periler diyarı­

güçsüz olanlarıdır. Muhafız olmamın nedeni de bu. Sıradan, beden

nın yararına kullanırlar. Bana iksirler konusunda yazılmış tüm

gücüyle yapılan bir iş. Bunun için sihir gücüne ihtiyacım yok.”

kitapları versen bile küflenmeye karşı bir karışım hazırlayamam.

“Peki, sen ne yapabilirsin?”

Her ne kadar mantıklı görünse de bu sihirdir.”

Tamani uzaklara baktı. “Sana söylersem bundan dolayı bana

“Bu kulağa hiç de sihir gibi gelmiyor.”

kızmayacağına söz vermelisin.” . 163.


ON DORT

“Ne yaptın?” Laurel’ın sesi yükselmişti. “Sinirlenmeyeceğine söz vermelisin.” “Beni büyülemeye kalkışıyorsun ve benden yalnızca gülüm­ seyip her şeyin yolunda olduğunu söylememi bekliyorsun, öyle mi? Mümkün değil!” “Bak, bu pek işe yarayan bir şey değildi... Diğer perilerde pek etkili olmuyor.” Laurel kollarını kenetledi. “Anlat bana.” Tamani arkasındaki ağaca yaslandı. “Senin aklım çeldim.” “Aklımı mı çeldin?” “Buraya, bana gelmen için etkiledim.” “Neden bunu yaptın?” “Gerçeği söyleyecek kadar uzun süre yanımda durman ge­ rekiyordu.” “Ne yani? Gözlerime peri tozu mu attın?” “Hayır, bu çok gülünç.” Tamani başını salladı. “Sana daha (ince de söyledim, gerçek peri sihri senin düşündüğün gibi bir j?ey değil. Ne seni uçuran peri tozu var, ne sihirli değnekler, . 164.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

ne bulut ne de duman. Yalnızca yaşamdaki rollerimizi yerine getirmekte bize yardımcı olan şeyler.” “İyi de akıl gelebilmenin muhafızlık görevinde sana yararı ne?” Laurel’ın ses tonu alaycıydı ama Tamani bunu fark etmemiş gibi davranarak sözlerini sürdürdü. “Düşünsene. Topraklarımıza giren birisini mızrağımla geri

Tamani sırıtarak, “Bugün de sana aynı şeyi uygulamış ola­ bileceğimden mi korkuyorsun?” diye sordu. “Olabilir.” “Hayır. Tüm bu çekicilik ve etkileyicilik doğal.” Gülümsemesi yeniden zarif, güven verici bir hal almıştı. “Bir daha bana sihir yapmayacağına söz ver.”

püskürtebilirim ama böyle bir durumda o ne yapar? Hemen gider

“Bu çok kolay. Artık bildiğine göre yapmayı denesem bile

dostlarına durumu anlatır ve hepsi birden bizimle savaşmaya

etkili olmayacaktır. Zaten yapmayacağım,” diye ekledi gülerek.

gelir.” Tamani ellerini öne doğru uzattı. “Bunun yerine onun

“Seni sihir kullanmadan, kendi cazibemle büyülemek daha güzel.”

aklım çelerim, ona bir hafıza iksiri verir ve gönderirim. Hiç serap diye bir şeyden söz edildiğini duydun mu?” “Elbette.”

Laurel gülümsediğini gizlemeye çalışarak arkasına yaslandı ve o anda duyduğu huzurun kaybolmasını bekledi. Ama kaybolmadı.

“İşte o biziz. İnsan bizim iksirimizi tattıktan sonra yaşadığı olaya ilişkin tek anımsayabildiği bir ışık oyunu, bir yanılsama olur. Çok yumuşak, barışçı bir yöntem, değil mi? Hiç kimse

Kaşlarını çattı. “Yeter artık. Kes şunu. Söz verdin.” Tamani’nin gözleri şaşkınlıktan açıldı. “Neye son vereyim?” “Şu akıl çelmeye. Hâlâ yapıyorsun.”

incinmiyor.” “Ama ben seni anımsadım.” “Sana iksir içirmedim ki, böyle bir şey yaptım mı?” “Ama yine de bana sihir uyguladın, değil mi?” Laurel hemen geri adım atmak niyetinde değildi. “Evet. Eğer yapmasaydım peşimden gelir miydin?” ı

Laurel başını salladı ama içinden bunun tam olarak doğru olmadığını düşündü. Tamani’nin peşinden her yere giderdi.

Tamani’nin yüzündeki şaşkın ifade sıcak bir gülümsemeye dönüştü. Gözlerinin çevresinden bundan hoşlandığı anlaşılıyordu. “Bunu ben yapmıyorum.” Laurel onu haşin bakışlarla süzdü. “Bu, yörenin sihri. Periler diyarından buraya süzülen sihir bu. Böylece muhafızların kendilerini evlerinde hissetmelerini sağlıyor.” Gülümsemesi soğuk ve ciddi bir hal almıştı, gözleri­ nin çevresindeyse hoşnutluğun ancak zerresi kalmıştı. “Bunu

“Ayrıca, daha önce de söylediğim gibi bu başka periler üze­

biraz önce sen de hissettin, biliyorum bunu. Bu toprak parçasını

rinde etkili olmamıştı, belki de başlarına gelebileceğini bildikleri

bu kadar sevmenin nedeni de bu. Ama şimdi kim olduğunu

için. Bunların hakkında düşündüğün anda etkisinden kolayca

biliyorsun ve ilk kez çiçek de verdin, bundan sonrası çok daha

çıkabildin mesela.” Yine aynı baştan çıkarıcı gülümseme.

güçlü olacak.” Öne doğru eğildi, burnu Laurel’dan en fazla bir

Laurel onun gülümsemesinden hipnotize olmaya fırsat ta­ nımadan hemen sordu: “Peki ya bugün?” • 166.

iki santim ilerideydi. Tamani’nin yaklaşmasıyla birlikte Laurel neredeyse tüm vücudunun gevşediğini fark etti ve ardından


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

onun sıcak soluğunu göğsünde hissetti. “Bu yöre seni yuvana

ııüyordu ama ne de olsa aynı yüzü yaşamı boyunca her aynaya

çağırıyor, Laurel.”

baktığında görmüştü.

Laurel gözlerini Tamani’nin bakışlarının sonsuz derinliğinden uzaklaştırırken o andaki hislerine odaklanmaya çalıştı. Çevre­ sindeki yeşilliklere baktı ve duyguları yoğunlaştı. Bu sarhoş edici mutluluk duygusu ağaçlardan yayılıyor ve havayla taşınıyordu. “Bu gerçekten sihir mi?” diye sordu soluğunu tutarak. Ne var ki başka bir şey olamayacağını çok iyi biliyordu. “Elbette.”

Bir an, Tamani’ye baktığı zaman gördüğünün David’in ona bakarken gördüğüyle aynı olup olmadığını merak etti. Bu düşünce onu biraz rahatsız etti. Boğazını temizledi ve rahatlayabilmek için sırt çantasını karıştırmaya başladı. Sonra bir kutu gazoz çıkardı ve kapağını açarken dalgın bir şekilde, “Sen de ister misin?” diye sordu. “O da ne?”

“Yani sen değil misin?”

“Sprite.”

Tamani hafifçe güldü, ama kesinlikle alaycı bir gülümseme değildi bu. “Bu, basit bir ilkbahar perisinin yapabileceğinden

Tamani güldü. “Sprite mı? Benimle dalga geçiyorsun.” Laurel gözlerini kıstı. “İstiyor musun istemiyor musun?”

çok daha büyük bir sihir.” Bakışları karşılaştı. Laurel bir an gözlerini kaçırmayı ba­

“İsterim.”

şaramadı. Tamani’nin derin yeşil gözleri gözlerinin içindeydi.

Laurel kapağın nasıl açılacağını gösterdi. Tamani çekinerek

İnsanca, sevgi dolu bir bakıştı bu, ama bir şey daha vardı; tam

denedi. “Hımm, fena değilmiş.” Laurel’ı birkaç saniye dikkatle

olarak algılayamıyordu fakat bu bakışlar ifade ettiğinden çok

süzdü. “Genelde bunu mu içiyorsun?”

daha fazlasını anlatıyordu.

“Sevdiğim ender şeylerden biri.”

Laurel yavaşça, “Bütün periler senin gibi midir?” diye sordu. Tamani göz kırpınca Laurel bakışlarını kaçırabildi. “Bu ne kastettiğine bağlı. Eğer kastettiğin bendeki çekicilik ve zekâ kıvraklığıysa, hayır; bunlar benim doğamda var. Görüntümü kastediyorsan...” Susup baştan aşağı kendini inceledi. “Bir peri olarak normal olduğumu düşünüyorum. Bir özelliğim yok.” Laurel bu konuda onunla aynı fikirde değildi. Yüzü film yıldızlarının ancak yoğun makyajla elde edebildikleri kadar ku­ sursuzdu. Ama kimbilir, belki de tüm periler böyleydi. Laurel birden akranlarının da ona aynı gözle bakıp bak­ madığını merak etti. Yüzü kendisine son derece normal görü• 168 •

“Saç ve kirpiklerinin neredeyse renksiz olması hiç şaşırtıcı değil.” “Nasıl yani?” “Benimkilerin neden seninkiler gibi olmadığını hiç merak etmedin mi?” “Ben... Sanırım saçın biraz ilgimi çekmişti.” Bu, gerçeği olduğundan çok daha eksik gösteren bir ifadeydi. “Çok fazla yeşillik yiyorum. Özellikle de nehir kıyısındaki yosunları.” “İğrenç.”


KANATLAR

“Öyle deme, çok hoştur. Sen insanların değer yargılarıyla yetiştin. Bahse girerim denemiş olsaydın sen de hoşlanırdm.” “Hayır, teşekkürler.”

APRILYNNE PİKE

Tamani tereddütle başını salladı, bunu doğruluyor olmalıydı ama yüz ifadesinden tam bir şey anlaşılmıyordu. “Geçen defa buraya geldiğimde bileğimi tuttun ve üzerinde

“Nasıl istersen. Böyle de yeterince güzelsin.” Tamani içmeden önce gazoz kutusunu ona doğru kaldırırken Laurel ürkek ürkek gülümsedi. Sonra birden, “Ben şeftali yiyorum,” dedi. Tamani başını salladı. “Lezzetli sayılırlar. Ama benim tat­ lıyla aram pek yok.”

parlak pudra benzeri bir şey kaldı. Eğer o peri tozu değilse ne?” Tamani yüzünü ekşitti. “Çok affedersin, çok daha dikkatli olmalıydım.” “Neden, tehlikeli bir şey mi bu?” Tamani güldü. “Pek değil. Yalnızca polen tozlarıydı.” “Polen mi?”

“Demek istediğim o değildi. Neden turuncu bir renk almı­ “Evet, bilirsin işte.” Ellerini inceledi, sanki birden ona ilginç

yorum?”

görünmeye başlamışlardı. “Polen taşımak... yani döllemek için.”

“Başka ne yiyorsun?” “Çilek, kıvırcık salata ve ıspanak. Bazen de elma. Ama ge­

“Döllemek mi?” Laurel gülmeye başladı ama Tamani hiç de şaka yapıyor gibi değildi.

nellikle sebze ve meyve.” “Çeşitli gıdalar aldığın için saçların ve gözlerin belirli bir renk almıyor, açık renk kalıyorlar.” Sırıttı. “Bir hafta yalnızca çilek ye, annenin nasıl şoke olacağını göreceksin.” Laurel dehşet içinde, “Yani, kırmızıya mı dönüşeceğim?”

“Neden çiçek açtığım sanıyorsun ki? Yalnızca görüntüsü için mi? Bu arada, çiçeğin muhteşemdi.” “Ah!” Laurel kısa bir süre susup düşündü. “Polen yaymak çiçeklerin yeniden üremeleri anlamına geliyor.” “Bizim ürememiz de aynı şekilde olur.”

diye sordu. “Her tarafın değil.” Tamani bilgiç bilgiç güldü. “Yalnızca gözlerin ve saçlarının dipleri. Benimkiler gibi. Bizim oralarda bu moda. Mavi, pembe, mor. Çok eğlenceli.”

“Yani şey... sen beni dölleyebilir miydin?” “Böyle bir şeyi asla yapmam, Laurel.” Tamani’nin yüz ifadesi çok ciddiydi.

“Bu çok saçma.”

Laurel üzerine gitti. “Bunu yapabilirdin, değil mi?”

“Neden ki? İnsanların anlattıkları öykülerin yarısından

Tamani ağır ağır, söyleyeceği her sözcüğü seçerek yanıtladı.

çoğunda bizlerden yeşil tenli olarak bahsedilmiyor mu? Bu çok daha saçma.”

“Teknik olarak, evet.” “Peki, o zaman ne olurdu? Bebeğim mi?”

“Olabilir.” Laurel Tamani’yle bir önceki karşılaşmasını anım- t siimıştı. “Peri tozu diye bir şey olmadığını söylemiştin, değil mi?” . 170.

“Evet, bir filiz.” “Sırtımda mı büyüyecekti?”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Hayır hayır. Periler çiçeklerin içinde büyürler. İnsanları anlattıkları peri öykülerinde doğru olan belki de tek şey bu. Dişi... erkek tarafından döllenir ve yaprakları düştükten sonr* geriye bir tohum kalır. Bu tohum ekilince de gelişir, filizlenir." “Peki sen... Biz... Yani periler nasıl döllenirler?” “Erkek elinde polen üretir ve iki peri çiftleşmeye karar verirse, erkek dişinin çiçeğine ulaşır ve ikisinin polenlerinin karışmasını sağlar. Çok hassas bir işlemdir.” “Hiç de romantik görünmüyor.” “Bunun romantizmle hiçbir ilgisi yok.” Tamani’nin yüzünde kendinden emin bir gülümseme belirmişti. “O yüzden seks diye bir şey var.” “Yani siz yine de...” Laurel sorusunu tamamlayamadı. “Kesinlikle.”

“Bazen.” Tamani Laurel’a yeniden baktı ve birden gözlerinin lliidesi değişti. Laurel bu gözlerdeki derin hüznü görebiliyordu; ııı tık saklamıyordu, gardım kaldırmıştı. Bu gözlere bakmak onu ıı/iiyor olsa da Laurel bakışlarını uzaklaştıramıyordu. Sonra birden Tamani’nin gözerindeki bu ifade, ortaya çıktığı ^ibi bir anda kayboldu. Yerini kaygısız bir gülümsemeye bıraktı. "Sen buradayken daha eğlenceliydi. Ama tabii bu arada başımı büyük belaya soktun.” “Ne yaptım ki?” “Ortadan kayboldun.” Tamani güldü ve başını salladı. “Tan­ rım, geri döndüğün için çok mutluyuz. Eğer sen...” “‘Biz’ de kim?” “Benim buradaki tek peri olduğumu düşünmüyorsun herhalde.” Laurel atkuyruğundan serbest kalan bir tutam saçla oyna­ maya başladı. “Yani, şey, evet.”

“Ama periler hamile kalmazlar, değil mi?”

“Biz izin vermediğimiz sürece bizi göremezsin.”

“Asla.” Tamani göz kırptı. “Döllemek üremek, seks ise yal­

Tamani’nin bu sözlerine rağmen Laurel çevredeki ağaçlara

nızca zevk içindir.” “Polenleri görebilir miyim?” Laurel bunun için elini uzattı. Tamani birden istemsizce elini çekti. “Şu anda yok ki. Sen de çiçek açma döneminde değilsin. Bizler yalnızca çevremizde çiçek açmış bir dişi olduğu zamanlarda polen üretiriz. Zaten far­

baktı. “Kaç tane?” diye sorarken etrafının görünmez bir peri ordusuyla sarılmış olup olmadığını merak ediyordu. “Kesin değil. Shar ve ben hep buradayız. On, on beş kadar başka periyse dönüşümlü olarak altı ayda ya da yılda bir deği­ şerek geliyorlar.”

kına varmadan bileğinde polen tozu bırakmamın nedeni de bu.

“Peki, sen ne kadar zamandır buradasın?”

Uzun zamandır çevremde çiçek açmış dişi bir peri olmamıştı.”

Tamani onu uzunca bir süre sessizlik içinde, anlaşılmaz bir

“Neden?” “Ben bir muhafızım. Burada, çevrede başka muhafızlar da var, ama hepsi erkek. Eve de pek sık dönmüyorum.” “Çok yalnız olmalısın.”

ifadeyle süzdü. Sonunda, “Çok uzun zamandır,” dedi. “Neden buradasın?” Tamani gülümsedi. “Seni gözetlemek için. Tabii, sen gidene kadar.” . 173 .


KANATLAR

“Yani buraya beni izlemeye mi geldin? Neden?” “Seni koruyabilmek için. Hiç kimsenin gerçekte ne olduğunu anlamaması için.” Laurel araştırmalarındaki bir şeyi anımsadı. “Ben... perilerin

APRILYNNE PİKE

buradaki muhafızlara katıldığımda senin yaşamına ilişkin yeterli bilgiyi edindim.” Laurel bu düşünceden hiç hoşlanmamıştı. “Tüm yaşamım mı?” “Evet.”

değiştirdiği bebek miyim?” Tamani bir an tereddüt etti. “Sözcüğün en kaba anlamıyla

Laurel gözlerini kıstı. “Yani benim casusluğumu mu yaptın?”

evet. Tabii hiç kimseyi çalıp yerine seni yerleştirmiş filan değiliz.

“Buna tam olarak casusluk denemez. Yardımcı oluyorduk.”

Ben bunu bir aşılama olarak nitelendirmekten yanayım.” “Aşılama mı?”

"Yardımmış.” Kollarını göğsünde kenetledi.

“Bu bir bitkiden bir parça alarak diğerine doku nakli yapmak

“Gerçekten. Annenle babanın senin gerçekte ne olduğunu öğrenmelerini engelledik.”

gibi bir şey. Sen de bizim dünyamızdan alındın ve insanların

“Planınız kusursuz işlemiş gibi görünüyor.” Laurel’ın ses tonu

dünyasına aşılandın.”

kuşkuluydu. “Hımm, peki burada yaşayan bu iki insanı periler

“Peki ama neden? Çok sayıda şey... aşılanmış peri var mı?”

hakkında bazı şeyleri keşfetmekten nasıl alıkoyabildiniz? Ah,

“Hiç yok. Şu an için bir tek sen varsın.”

evet biliyorum, pat diye kapılarının önüne birisini bırakarak. Öyle mi?”

“Neden ben?” Tamani biraz öne eğildi. “Sana her şeyi anlatmam mümkün değil, sen de bunu saygıyla karşılamalısm. Ama anlatabileceğimi

“Öyle değil. Bir peri çocukları olması için onlara ihtiyacımız vardı.” “Neden?”

anlatacağım, anlaştık mı?” Laurel başını sallayarak onayladı. “On iki yıl önce insan dünyasıyla bütünleşmek için buraya bırakıldın.”

Tamani önce tereddüt etti, sonra dudaklarını büzdü. “Öyle olsun, Bay Bunu-sana-anlatabilirim-ama-o-zamanseni-öldürmem-gerekir. Neden beni buraya bebekken gönder­ mediniz?” Kendi kendine güldü. “İnan bana, eğer üç yaşında

Laurel gözlerini kıstı. “Bunu tahmin etmeliydim. Başka kim beni bir sepet içinde kapı eşiğine bırakmış olabilirdi ki?” Tamani’nin güldüğünü görünce gözleri kocaman açıldı. “Yoksa bunu yapan sen miydin?”

olmasaydım sepete çok daha iyi sığardım.” Tamani bu kez gülümsemiyordu bile. “Aslına bakarsan bun­ dan biraz daha büyüktün.” “Ne demek istiyorsun?”

Bu kez Tamani başını geriye atarak kahkahalarla gülmeye başladı. “Hayır. Hayır. O sırada bunun için çok gençtim. Ama . 174.

“Periler insanlar gibi yaşlanmazlar. Hiçbir zaman da gerçek anlamda bebek olmazlar. Yani demek istediğim, ilk doğdukla­ • 175.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

rında insan bebeklerine benzerler ama asla onlar gibi muhtaç

“Öyle diyorsan öyledir. Yani dediğine göre beni buraya bebek

değillerdir. Yürümeyi ve konuşmayı bilerek doğarlar ve zekâ

olarak bırakamazdınız çünkü ben yeni doğduğumda bile yürüyor

seviyeleri...” Biraz düşündü. “Yaklaşık olarak beş yaşında bir

ve konuşuyor olacaktım, öyle mi?”

çocuğa eşittir.”

“Aynen.”

“Gerçekten mi?”

“Öyleyse buraya bırakıldığımda kaç yaşındaydım?”

“Elbette. Sonra fiziksel olarak biraz daha yavaş yaşlanırlar,

Tamani iç geçirdi. Laurel bir an onun bunu söylemeyece­

yani bir peri üç ya da dört yaşında bir çocuk görünümü kazan­

ğini düşündü. Ama sonra birden fikir değiştirmiş olmalıydı ki

dığında, aslında yedi ya da sekiz yaşındadır... Ama zekâ seviyesi on bir, on iki yaşında bir çocuk gibidir.”

açıkladı. “Yedi yaşmdaydm.” “Yedi mi?” Bunun düşüncesi bile Laurel’ı sarsmaya yetti. “Peki neden hiçbir şey anımsamıyorum?”

“Bu çok garip.” Tamani öne doğru eğildi, dirseklerini dizlerine dayadı, çe­ “Bizim bitki olduğumuzu unutmamalısın. Çaresiz yavruları büyütüp yetiştirmek hayvanlara özgü bir şeydir, bitkilere değil. Bitkilerden filizler oluşur ve onlar kendi başlarına gelişirler. Yar­ dıma ihtiyaçları yoktur.” “Peki perilerin aileleri yok mudur? Benim bir yerlerde bir peri ailem yok mu?” Tamani dudaklarını ısırarak yere baktı. “Peri dünyasında her

nesini avuçlarının arasına aldı. “Benden bunun yanıtım öğrenmeden önce, anımsamıyor olsan da bütün bunları yapmayı kabul ettiğini anlamak zorundasın.” “Neyi?” “Her şeyi. Buraya getirilmeyi, sana verilen rolü oynamayı, insanlarla yaşamayı, her şeyi. Bu görev için çok uzun bir zaman önce seçildin ve gelmeyi kabul ettin.”

şey çok farklıdır. Ne çocuk olmak için yeterince zaman vardır

“O zaman niçin anımsamıyorum?”

ne de oturup çocuklarının oynamalarını seyredebilecek yete­

“Sana insanlara beni gördüklerini unutturabildiğimi söy­

rince aile. Herkesin bir rolü ve amacı vardır, bu rolü çok erken üstlenmesi gerekir. Çok çabuk büyürüz. On dört yaşımdan bu yana muhafızlık yapıyorum. Gerçi buna biraz küçükken başla­ dım ama sadece bir iki yıl kadar. Birçok peri mesleğini kendisi öğrenir ve on beş, on altı yaşında kendi ayaklarının üstünde durmaya başlar.” “Bu kulağa hiç eğlenceli gelmiyor.” “Önemli olan da eğlenceli olması değil zaten.”

lemiştim, değil mi?” Laurel başını salladı. “Sana da aynı şeyi yaptılar. Bir insanın yerini alabilecek yaşa geldiğinde, peri yaşamını unutmanı sağladılar. Zihnini sildiler.” “Yani özel bir iksir filan mı içirdiler?” “Evet.” Laurel susup oturdu. “Yani bana yaşamımın yedi yılını unutturdular mı?”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Tamani ciddi bir şekilde başım salladı. “Ben... ne diyeceğimi bilemiyorum.”

“Bu, sonbahar perilerinin doğasında olan bir özellik. Onla­ rın sihrinin bir kısmı da içgüdüsel olarak kendileri için ııt-yin iyi, neyin kötü olduğunu bilmek. Gerektiğinde kendi iksirlerini

Bir süre konuşmadan öyle oturdular. Laurel bütün bunla­

yapabilmek. Kendi isteğinle sana zarar verebilecek bir şeyi ye­

rın kendisi için ne anlam ifade ettiğini kavramaya çalışıyordu.

meyeceğini biliyorduk. Tek dikkat etmemiz gereken annen ile

Tamani’nin kendisine unutturulduğunu söylediği yılları topladı.

babanın seni böyle bir şeye zorlamamalarıydı. Ama onlar da

Hayretle, “Yani ben şimdi on dokuz yaşında mıyım?” diye

bunu asla yapmadılar.” Laurel’ın soru sormasına fırsat tanımadan ekledi: “Her şey tamamen kontrolümüz altındaydı. Şey... ta ki

sordu. “Teknik olarak evet. Ama diğer yönden sen henüz on beş

sen burayı terk edene dek.” “Terk etmek mi? Madem beni bu denli sıkı gözetim altında

yaşında bir insansın.” “Peki sen kaç yaşındasın?” diye sordu sesinde belirgin bir

tutuyordunuz, taşındığımızı da bilmeniz gerekmez miydi?” “Birkaç yıl önce gözetlemeye ara verdik. Bunu ben istedim.

öfkeyle. “Elli mi?” Tamani yavaşça, “Yirmi bir,” dedi. “Neredeyse aynı yaştayız.” “Ama bana geçmişimi unutturdular, öyle mi?”

Ben... senden bir anlamda ben sorumluydum. Artık çocuk değil­ din. Hatta peri yaşıyla bakacak olursak tam bir ergendin. Ayrıca peri olduğunun işaretleri de artık o kadar belirgin değildi. Pek

Tamani omuz silkti, yüzünden gerginliği anlaşılıyordu.

sık düşmüyordun ve ailen de beslenme şekline alışmıştı. Biraz

Laurel’m olayı kavradıkça öfkesi de artıyordu. “Bunun so­

daha özgür olmayı, sorumluluk almayı hak ettiğini düşündüm.”

nuçlarını hiç düşünmediniz mi? Milyonlarca olasılık vardı ters

Hırçın bir tavırla ekledi: “Senin de bunu takdir edeceğin kanı-

gidebilecek. Ya ailem beni istemeseydi? Ya benim kalbim, ka­

sındaydım.”

nım olmadığını, hatta onlar gibi solumadığımı fark etselerdi?

Laurel ister istemez onayladı. “Bilseydim ederdim.”

İnsanların çok büyük bir kısmının üç yaşındaki çocuklara neler

Tamani iç çekti. “Maalesef biraz fazla geri çekildik ve nak­

yedirdiklerini, neyle beslediklerini bilmiyor musunuz? Süt, kek,

liyatçılar gelene dek taşınmayı düşündüğünüzü anlayamadık.

hatta sosisli sandviç. Ya bana da verselerdi? Ölebilirdim.”

En uç noktayı göze alıp her şeyi hemen o anda durdurmak is­

Tamani başını salladı. “Sen bizi ne zannediyorsun? Amatör

tedim. Nakliyecileri uyuşturmak, seni yeniden periler diyarına

mü? Yaşamın boyu en az beş perinin seni sürekli olarak gözet­

götürmek, tüm bu projeyi rafa kaldırmak. Ama... şu anda tek

lemediği, her şeyin yolunda gidip gitmediğini kontrol etmediği anlar çok enderdir. Ayrıca yemek konusu hiç de senin düşündü­ ğün gibi önemli bir sorun değildi. Zaten en başta senin seçilmiş

söyleyebileceğim azınlıkta kaldığım. Böylece sen ve ailen ara­ baya binip uzaklaştınız... kayboldunuz.” Acı acı güldü. “Tanrım, başım dertteydi.” “Çok üzgünüm.”

olmanın nedeni de buydu.” “Yani bana ne yemem gerektiği unutturulmadı mı?” . 178 •

“Neyse sorun değil. Döndün ya. Artık her şey yolunda.”


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel onu endişeyle süzdü. “Beni evime kadar izleyip arka

arkasında kenetleyerek arkasına yaslandı. “Artık tek yapmamı/,

bahçemize yerleşmeyi mi düşünüyorsun? Beni gözetlemekten

gereken oturup buranın sana miras olarak kalmasını beklemek."

böylesine hoşlandığına göre?” Tamani güldü. “Hayır. Teşekkürler, burada iyiyiz. Bizi asıl endişelendiren şendin. Çiçek vermiş olman ve bundan dolayı büyük sorunlar yaşayabileceğin gerçeği. Neyse ki bununla mü­ kemmel bir şekilde başa çıktın.” “Öyleyse ben orada yaşayacağım, sen de burada, öyle mi?”

Laurel önüne, ellerine baktı. “Ya miras olarak bana kalmazsa? Ya ailem burayı satarsa?” Tamani kayıtsız bir havada, “Satamazlar,” dedi. Laurel başını kaldırdı. “Neden?” Tamani sinsice güldü.

“Şimdilik evet.” “Peki ama... beni aşılanmış çocuk olarak göndermenizin amacı neydi? Yalnızca bir deney miydi bu?” “Hayır. Tam olarak değil.” Tamani derin derin iç geçirdi ve aceleyle açıklığın çevresine bakındı. “Senin buraya yollanmanın

“Hiç kimsenin var olduğunu dahi anımsamadığı bir evi sa­ tamazsın da ondan.” “Nasıl yani?” “İnsanlara unutturabildiğimiz yalnızca bizi görmeleri değil.”

nedeni bu toprakların korunmasına yardımcı olmaktı. Burası...

Konuyu anlayınca Laurel’m gözleri fal taşı gibi açıldı. “Satışı

periler için çok önemli bir nokta. Bu toprakları elinde tutanın

sabote ediyorsunuz. Evi görenlere gördüklerini unutturuyorsunuz.”

bizi anlaması şart. Senin buraya yerleştirilme nedenin de buydu.

“Bunu yapmamız gerekiyor.”

Annenin annesi öldüğünde, annen çok üzüldü ve hemen burayı

“Peki ya eksperler?”

satışa çıkardı. O zamanlar henüz on dokuzundaydı ve sanırım buranın onda çok anısı vardı.” “Bana bundan bahsetmişti.” Tamani başıyla onayladı. “Babanla evlendikten sonra olaylar daha iyiye gitmeye başladı ama annen satma fikrinden asla vaz­ geçmedi. İşte periler diyarının seni bu ailenin yanma yerleştirme fikri de bundan kaynaklandı. Aslında işler umulandan da iyi gitti.

“İnan bana annen bu arazinin gerçek değerini öğrense çok şaşırır, aklı başından giderdi.” “Demek onlara da işlerini unutturuyorsunuz?” “Bu gerekli, Laurel. İnan bana.” “Şey... bu kez işe yaramadı ama,” dedi Laurel yavaşça. Tamani’nin yüzünde birden endişeli bir ifade belirdi.

Annen sana gerçekten öylesine bağlandı ki satmaktan vazgeçti.

Ciddi, kısık bir sesle, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu.

Zaman zaman gelen olası alıcılar karşısındaysa işimiz oldukça

“Annem burayı satıyor.”

kolaydı. Burayı gördüklerini bile unutturuyorduk. Sonra alıcı sayısı

“Kime? Bakmaya gelen filan olmadı ki. Buna çok dikkat ettik.”

neredeyse yok denilecek kadar düştü.” Tamani ellerini başının

• 180 .

“Bilmiyorum. Babamın Brookings’te tanıştığı birisine.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Tamani öne eğildi. “Laurel bu çok önemli. Onların burayı satmalarına izin vermemelisin.”

türümüzün en büyük sırlarından birini açıklamamı istiyorsun. Bunu benden bekleyemezsin.” Sessizlik içinde birkaç saniye geçti. Sonra Laurel, “Elimden

“Neden?” “Birincisi ben burada yaşıyorum. Evsiz kalmak istemiyorum tabii ki. Ama...” Çevresine bakınarak hafifçe ürperdi. “Sana şimdi her şeyi açıklayamam ama onların burayı satmalarına izin vere­ mezsin. Ne olursa olsun eve dönünce hemen onlarla konuşmalı ve onları bundan vazgeçirmek için her şeyi yapmalısın.” “Şey, bu sorun olabilir.”

geleni yapacağım,” dedi. “Tek istediğim bu.” Laurel gülümsemeye çalıştı. “Annem ve babam aklımı ka­ çırdığımı düşünecekler.” “Benim açımdan sorun yok.” Laurel omzuna bir şaplak indirmeden önce birkaç saniye için Tamani’yi süzdü

“Neden?” “Teklifte anlaştılar bile. Yakında belgeleri imzalayacaklar.”

Tamani yalnızca güldü. Sonra ciddileşerek gözlerini Laurel’a

“Yo, hayır.” Tamani alnına düşen saçları geriye itti. “Bu kötü,

dikti. Çekinerek yaklaştı ve parmaklarını Laurel’ın çıplak ko­

çok, çok kötü. Shar beni öldürecek.” İç çekti. “Bir şey yapamaz

lunda gezdirmeye başladı. “Bugün buraya gelmene sevindim,” dedi. “Seni özlemiştim.”

mısın?” “İnan bana bu benim kararım değil. Onlara bu konuda ne yapacaklarını söyleyemem.”

“Ben... Sanırım ben de seni özledim.” “Geçekten mi?” Tamani’nin gözlerine dolan umut öylesine

“Senden bunu yalnızca denemeni istiyorum. Bir şeyler söyle. Sonrasına bakarız artık. Bu arazinin periler diyarı için ne ka­ dar önemli olduğunu bilseydin, inan bana güvende olduğundan emin olana dek gözüne uyku girmezdi. Sen buraya geri dönüp sorunun çözüldüğü ve güvenliğin sağlandığı haberini verene dek ben uyuyabilecek miyim onu bile bilmiyorum.” “Neden?”

belirgindi ki Laurel başını çevirip ürkekçe güldü. “Biliyor musun, buradan ayrıldığımda senin evsiz, çılgın bir genç olduğunu düşünüyordum.” Karşılıklı olarak gülüştüler. Laurel Tamani’nin yumuşak, şen, insanın içine işleyen sesiyle âdeta büyüleniyordu. Sırtından aşağı inen sıcak, hafif bir ürperti hissetti. Birden saatine baktı. “Ben... artık gitmeliyim.” Sesinden aslında bunu istemediği

Tamani öfkeyle pufladı. “Söyleyemem bunu, yasak.” “Yasak mı? Ben de bir periyim sonuçta.” “Anlamıyorsun, Laurel. Yalnızca bizden birisi olman her şeyi öğrenmen için yeterli değil, en azından şimdilik. Periler diyarında yaşayan genç perilerin bile bağlılıklarını kanıtlayana dek insanların dünyasına girmelerine izin verilmez. Benden sana . 182.

anlaşılıyordu. Sanki özür diliyordu. Tamani, “En kısa zamanda yine gel,” dedi. “Daha konuşa­ cağımız çok şey var.” Laurel gülümsedi. “Bunu çok isterim.” “Anne ve babanla konuşmaya söz verdin, unutma.”


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel başını salladı. “Konuşacağım.”

kendisi de gitmek istemiyordu. Bunu fark etmek onu biraz da

“Bana haberleri getireceksin, değil mi?”

olsa şaşırtmıştı. “Ailem burada olduğumu bile bilmiyorlar. Giz­

“Elimden geldiğince çabuk. Ama ne zaman olacağından

lice kaçıp geldim.” Tamani başını salladı. “Seni özleyeceğim,” diye fısıldadı.

emin değilim.” “Ailene bütün bunları anlatacak mısın?”

Laurel gülümsedi. “Beni daha pek tanımıyorsun bile.”

“Bilmiyorum. Anlatsam da bana inanacaklarını sanmıyo­

“Her şeye rağmen seni özleyeceğim.” Gözleri karşılaştı. “Eğer

rum. Üstelik artık bunu kanıtlayabileceğim bir çiçeğim de yok.

sana bir şey verirsem beni anımsamak için yanında taşır mısın?

David’i öyle ikna etmiştim.”

Kimbilir, belki böylece beni biraz daha fazla düşünürsün.”

“David,” dedi Tamani alaycı bir tonda. “David’den ne istiyorsun?” “Bir şey istemiyorum. Onun güvenilir bir insan olduğundan

“Olabilir.” Tamani’nin koyu yeşil gözleri sanki onun içini okuyordu. Tamani ensesinden incecik bir ip parçası çıkarıp küçük, parlak bir halka yaptı. “Bu senin için.”

emin misin?”

Laurel’ın avucunun içine küçük, ışık saçan bir şey bıraktı.

“Eminim.” Tamani iç geçirdi. “Birisine açılma ihtiyacını anlıyorum. Ama yine de bundan hoşlanmıyorum.” “Neden?”

Bu pırıl pırıl parlayan altın bir halkaydı, bir bezelye tanesinden biraz büyüktü ve üstünde minimini bir kristal çiçek vardı. “Bu da ne?” diye sordu Laurel hayranlıkla. “Yeni bir filiz için yüzük,” diye yanıtladı Tamani. “Biliyorsun

“Çünkü o bir insan. Herkes insanlara güvenilemeyeceğini bilir. Çok dikkatli olmalısın.” “Ona karşı dikkatli olmama gerek yok. Hiç kimseye anlat­ mayacak.”

işte, bebek periler için yapılanlardan. Her filize olgunlaşmaya başladığında bir yüzük takılır. Eğer üzerinde taşırsan seninle birlikte gelişir. Kış perileri yapar bunları. Gerçi ilkbahar perileri yaparlar ama kış perileri bunları büyüler.” Kendi gümüş halka­

“Haklı olduğunu umarım.”

sını göstermek için elini uzattı. “Bak bu benimki. Bu da seninki

Ağır ağır, Laurel’ın da çok iyi tanıdığı patikada ilerlediler.

kadar küçüktü. Gerçi artık filiz değilsin, parmağına sığmayacak

Ağaçlık alanın sınırında durdular. Tamani yavaşça, “Gitmen gerektiğinden emin misin?” diye sordu. Laurel onun sesindeki duygusallığa şaşırmıştı. Konuşmaları

ama yine de hoşlanabileceğini düşündüm.” Küçük yüzük çok özel, her ayrıntısında güzeldi. “Bunu baııa niçin veriyorsun?”

sırasında onun kendisinden hoşlandığını... hem de çok hoşlan­

“Kendini daha çok bizden birisi olarak hissetmen için. ()ııtı

dığını hissetmişti. Ama ses tonu bundan biraz daha fazlası ol­

kolye olarak da takabilirsin.” Bir an duraksadı. “Sana vernu'in

duğunu gösteriyordu. Kişisel bir durum söz konusuydu. Aslında

gerektiğini düşündüm.”

. 184.


KANATLAR

Laurel ona soran bakışlarla baktıysa da Tamani gözlerini kaçırdı. Laurel orada daha uzun kalıp daha çok şey öğrenmek istiyordu. “Her zaman takacağım,” dedi. “Ve beni mi düşüneceksin?” Gözleri karşılaştı, Laurel veri­ lebilecek tek bir yanıt olduğunu fark etti. “Evet.”

ON BES§

“Güzel.” Gitmek için arkasını döndüğü anda Tamani uzanarak elini tuttu. Gözlerini Laurel’m gözlerinden ayırmadan, elini yüzüne götürdü ve parmaklarının eklemlerini dudaklarında gezdirdi.

Laurel bisikletini evlerinin garajına park ettiğinde saat dörttü.

Yalnızca bir an için gözlerindeki koruma duvarı kalktı. Laurel

Hiçbir ders çalışma gerekçesiyle açıklanamayacak kadar uzun

o gözlerde beliren bir anlık kıvılcımda o aşırı, saf, dizginlene-

bir süre kalmıştı dışarıda. Kendine güç vermeye çalışarak ön

mez arzuyu gördü. Ama daha fazla bakmasına fırsat kalmadan

kapıyı açtı.

Tamani gülümsedi ve sihir bozuldu.

Babası salondaki divanın üzerinde uyukluyor, düzenli, hafif

Laurel bisikletine doğru ilerledi. Tamani’nin dudaklarının

horlama sesi duyuluyordu. O cephede bir sorun olmadığı an­

değdiği noktadan tüm vücuduna yayılan hoş sıcaklığı bastırmaya

laşılıyordu. Annesine kulak kesildi ve mutfaktaki şişe şangır­

çalışırken kesik kesik soluyordu. Ana yola doğru ilerlerken zaman

tılarını duydu. “Anne,” diye seslendiği anda, annesi koridorun

zaman dönüp arkasına baktı ve her defasında Tamani’nin onu

köşesinde göründü.

izleyen gözlerini gördü. Hatta ana yolun kenarındaki bisiklet yoluna girdiğinde ve artık onu göremediğinde bile Tamani’nin gözlerinin onu izlediğini hissediyordu.

“Demek geldin. David’le son sayfanın üzerinden çok çabuk geçmişsiniz. Daha arayalı yarım saat bile olmadı.” “Şey, evet. Düşündüğümden daha kolaydı.” “İyi zaman geçirdin mi? David iyi bir çocuk.” Laurel başıyla onayladı ama aslında aklı David’de değil, ondan altmış kilometre ötedeydi. “Siz ikiniz...” “Ne?” Laurel annesinin sözlerine odaklanmaya çalıştı. “Şey, onun evinde çok fazla zaman geçiriyorsun. Düşündüm de siz ikiniz acaba... Aranızda bir yakınlaşma var mı?” Laurel dürüstçe, “Bilmiyorum,” dedi. “Olabilir.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Şey... yani David’in annesinin çoğu kez geç saatlere kadar çalıştığım biliyorum, dolayısıyla sen ve David o evde çok uzun bir zaman yalnız kalıyorsunuz. Boş bir evde yalnızken bazı şeylerin kontrolden çıkması öyle kolay ki.” Laurel yüzünü ekşiterek, iğneleyeci bir havada, “Dikkatli olurum,” dedi. “Olacağını biliyorum ama sonuçta ben bir anneyim ve seni uyarmak da görevim.” Annesi gülümsüyordu. “Bu arada,” diye ekledi, “reglinin başlamamış olması kesinlikle hamile kalma­ yacağın anlamına da gelmeyebilir.” “Anne!” “Yalnızca uyardım.”

“Bay Barnes bize dünya kadar para önerdi, Laurel. Böylm* daha önce isteyip de olanağımız olmadığı için yapamadığımı/, birçok şeyi yeniden bütçemize koyabileceğiz.” “Peki ya satmazsan? Yine de bir sorun çıkar mı?” Annesi iç geçirerek bir an düşündü. “Babanın işleri iyi gi­ diyor ama böyle süreceğinin garantisi yok.” Dirseklerini mutfak tezgâhına dayayarak öne doğru eğildi. “Bu dar bütçeyle daha uzunca bir süre yaşamamız gerekecek, Laurel. Bu kadar tutumlu davranmaktan hoşlanmıyorum. İsteklerinden vazgeçen yalnızca sen değilsin.” Laurel bir süre sustu. Bu, on beş yaşında bir genç kızın kaldıramayacağı kadar büyük bir görevdi. Ama sonra, mantıklı bir şekilde düşününce, Ama ben sıradan bir kız değilim, diye

Laurel o gün ilerleyen saatlerde Tamani’nin söylediklerini

geçirdi içinden. Bu düşünceden güç alarak, “Anne, hiç değilse

düşündü: Döllemek üremek içindir, seks ise zevk. Annesine asla

bunu bir kez daha düşünemez misin?” diye sordu. Annesinin

hamile kalamayacağını, reglinin asla başlamayacağını söylediği

dudaklarını büzüştürdüğünü görünce de hemen ekledi. “Yalnızca

takdirde tepkisinin ne olacağını merak ediyordu. Seksin onun

bir hafta daha.”

için yalnızca seks olabileceğini, başka bir sonucu olamayaca­ ğım. Eğer annesinin gerçekten aklım karıştırabilecek bir tek şey varsa, o da buydu. O bile kafasında bunları şekillendirmeye çalışıyordu hâlâ. “Anne,” dedi çekinerek. “Seninle eski evimizin arazisi ko­ nusunda konuşmak istiyordum. Orası onlarca yıldır ailemizin

“Belgeleri çarşamba günü imzalamayı düşünüyorduk.” “Bir hafta? Lütfen. Bay Barnes’a bir haftaya ihtiyacınız olduğunu söyleyin. Eğer gerçekten bir hafta daha bu konuyu düşünürseniz, söz veriyorum bir daha bu konuyla canınızı sık­ mayacağım.” Annesi onu kuşkuyla süzdü.

malıydı. Benim bütün yaşamım da orada geçti.” Gerçek kökeni­ nin, gizli evi periler diyarının düşüncesiyle irkildi. “En azından

“Lütfen?”

anımsayabildiğim kadarıyla.” Annesine baktığında gözlerinden

Annesinin yüzü yumuşamıştı. “Sanırım Bay Barnes yalnızca

hiç beklemediği yaşlar boşalmaya başlamıştı. “Orası dünyanın

bir hafta zaman istediğimiz için önerisini geri çekmeyecektir.”

benim için en büyülü yeri. Orayı satmanı istemiyorum.” Annesi yanıt vermeden önce onu uzun uzun süzdü.

Laurel tezgâhın öbür tarafına geçip annesine sarıldı. “Te­ şekkürler,” diye fısıldadı. “Bunun anlamı çok büyük.”

. 189 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Demek sana gerçekten de pek bir şey anlatmadı.” David evle­

mişlerdi, hatta bu arkadaşlık değil, çok daha ötesiydi. Arkadaş

rinin mutfağındaki bar taburesinde oturuyordu. Annesi erkek

sözcüğü onların ilişkisini tanımlamak için basit kalıyordu. Çok

arkadaşıyla buluşmuştu, dolayısıyla o akşam ev yalnızca ikisine

daha fazlası, onları birbirlerine bağlayan bir şey vardı aralarında.

aitti. David mikrodalga fırında ısıttığı kalmış yemekleri yiyor,

Bir bütünün parçalarıydılar sanki. David’e bunları anlatamazdı.

Laurel ise dikkatini yemek kokularından başka yöne çekmek için

Tamamen kayıtsız olduğun birisine açıklamak bile çok zordu.

önündeki not defterine rastgele bir şeyler karalıyordu.

David’in kayıtsız olduğunu söylemekse mümkün değildi. Tamani

“Yeterince anlattı,” dedi Laurel savunmaya geçerek. “Aslında daha fazlasını da anlatmak ister gibiydi ama izni yoktu. Bundan rahatsız olduğunu söyleyebilirim.”

için hissettiği fırtınalı duyguların bilincinde olsa çok kıskana­ cağı kesindi. Ancak bu kesinlikle David’den hoşlanmadığı anlamına gel­

“TYıhaf birisine benziyor.”

miyordu. Onu en yakın arkadaşı olarak görüyordu, hatta zaman

“Oldukça farklı, üstelik farklı olan yalnızca görünüşü de

zaman daha bile ötesiydi. Tamani’de olmayan her şey David’de

değil.” Çizdiği halkaları yarıda bırakarak, anımsamaya çalıştı.

vardı; soğukkanlı, dengeli, mantıklı ve rahatlatıcıydı. Ona karşı

“Öylesine özel, duyguları öylesine yoğun ki ister iyi ister kötü,

duygulan kesinlikle fırtınalı değildi, sakin, güçlü ve dengeliydi.

ne hissederse hissetsin sanki tüm duyguları sihirli. Ve bulaşıcı.”

O, Laurel’ın yaşamının Tamani’nin asla olamayacağı temel ta­

Yeniden karalamaya başladı. “Onun gibi hissetmeye çalışıyor­

şıydı. Tamani’yle ise bir bütünün asla biraraya gelemeyecek iki

sun ama kesinlikle ona ayak uydurman mümkün değil, çünkü

parçasıydılar.

duyguları öylesine çabuk değişiyor ki. Böylesine tutkulu olmak çok yıpratıcı olsa gerek.” Sonunda doğru sözcüğü bulduğunu hissederek hafifçe ürperdi. Tutkulu, her zaman. “Demek ikiniz arkadaş oldunuz, öyle mi?” “Bilemiyorum.” Gerçekse Tamani’nin onu istediğini bildiğiydi. Ve bunu göstermek istemese de kendisinin de aynı duygular içinde olduğu. Laurel tüm gününü Tamani’yle geçirdikten sonra o akşam David’le olmakla ona ihanet ediyormuş gibi hissedi­ yordu. Kimbilir, belki de günü Tamani’yle geçirmiş olmasıydı asıl sadakatsizlik. Bundan emin olmak öyle zordu ki. İnce gümüş bir zincirle boynuna astığı Tamani’nin verdiği yüzüğü okşadı. O gün bunu en azından yüz kez tekrarlamıştı. Yüzüğü elleyince kendini yeniden onun yanındaymış gibi hisse­ diyordu. Kısa ziyareti sırasında arkadaşlıklarını oldukça ilerlet­

David sonunda yemeğini bitirdi. Laurel defterini kenara iterek yüzüne baktı. “Bu arada bugün beni idare ettiğin için teşekkürler. Annemin seni arayacağı aklıma bile gelmezdi.” David omuz silkti. “Orada çok uzun kaldın, ayrıca annen de biyolojiden pek hoşlanmadığını biliyor.” “Bugün öğleden sonra biraz biyolojiye baktım. Bitkilerin havadan karbondioksit soluyup sonra yan ürün olarak oksijen verdiklerini biliyorsun, değil mi?” “Evet, bu yüzden ağaçları filan korumamız gerekiyor ya.” “Düşünüyordum da, benim için oksijen solumak o kadar da anlamlı olmayabilir.” “Yani... Yani sen karbondioksit soluduğunu mu düşünü­ yorsun? • 191.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Ve oksijen verdiğimi, evet.”

“Önce sen derin bir soluk alıp havayı yaklaşık on saııiyt*

“Bence bu mantıklı olabilir.”

kadar ciğerlerinde tutacaksın ki karbondioksite dönüşsün. Sonra

Laurel ağır ağır mırıldandı. “Düşünüyordum da, belki bir

ağzıma üfleyeceksin ve ben soluyacağım. Ben de on saniye kadar bekleyip senin ağzına üfleyeceğim. Anlaştık mı?”

deney daha yapabiliriz.” David onu meraklı gözlerle süzdü. “Tamam da nasıl bir

David onayladı. Bu kolay görünüyordu. Tabii ağızdan ağıza kısmı dışında.

deney?” “Şey... Hava senin mikroskop altında bakabileceğin nitelikte bir şey değil, bu durumda benim dışarı oksijen verdiğimi test etmenin tek yolu senin benim soluğumu sorun olmadan içine çekip çekemediğini test etmek olabilir.” David sözün nereye geleceğini anlamaya çalışıyordu, ağzının kenarında hafif bir gülümsemeyle, “Peki, bunu nasıl yapabile­ ceğimizi düşünüyorsun?” diye sordu. “Şey, şöyle olabileceğini düşünüyorum... resusitasyon... yani bir tür hayata döndürme öpücüğüyle. Oksijen-karbondioksit dön­ güsünü saptayarak. Önce sen benim ağzıma nefes vereceksin ve sonra ben yeniden hava solumadan nefesimi sana vereceğim." Bir an David’e baktı ve kızardı. “Tabii bunu yapman için bir neden yok. Yalnızca bir fikirdi.” David, “Çok etkilendim,” dedi. “Epeyce biyoloji çalışmışsın.”

Ama Laurel bunun üstesinden geleceğine inanıyordu. Gelirdi herhalde. David’in aldığı derin solukla birlikte göğsü şişti ve havayı içinde tutarken yüzü hafifçe kızardı. Artık geri dönüş yoktu. Yaklaşık on saniye sonra Laurel’a işaret ederek öne doğru eğildi, gözleri Laurel’ın ağzındaydı. Laurel ona doğru eğilirken kendini buna odaklanmaya zorluyordu. Önce dudakları hafifçe birbirine değdi, Laurel kendinden geçecek gibi oldu ve heyecanla birkaç kez nefes aldı. David ağzını daha da kuvvetli bastırarak içindeki havayı onun ağzına üfledi. Laurel ciğerlerinin havayla dolmasına izin verdi. David geri çekildi. Laurel o anda bir hata yaptı ve bakışları karşılaştı. Gülümsedi ve ona kadar saymak için başını çevirdi. David yeniden eğildiğinde elini hafifçe Laurel’ın sırtına koydu.

Laurel gözlerini devirdi ama gülümsedi. “Google’la yakın Laurel bu kez duraksamadan ağzını onunkine bastırdı, David

arkadaşız.”

dudaklarını hafifçe araladı. Laurel ciğerlerindeki tüm havayı

David homurdandı ve sonra hafifçe öksürerek bunu kapa­ maya çalıştı.

onun ağzına boşalttı ve bunu solumasını bekledi. David geri çekilmekte bir an gecikti, ama sonra uzaklaştı.

Laurel ona bakıyordu.

“İnanılmaz.” Soluk verip elini saçlarının arasına götürdü.

“Bu mantıklı olabilir,” dedi David. “Haydi deneyelim.”

“Muhteşemdi. Ama biraz başım dönüyor. Sanırım sen gerçekten

Ona döndü ve dizleri birbirine değecek kadar yaklaştı.

de saf oksijen veriyorsun, Laurel.”

. 192.

. 193.


KANATLAR

“Sandalyeden düşecek gibi filan değilsin ya?” Laurel elini onun bacağına koydu. “İyiyim,” diyen David ağır ağır soluyordu. “Yalnızca bana birkaç saniye zaman ver.” Elini kaydırarak, halen bacağında du­ ran Laurel’ın elini tuttu. Laurel başını kaldırdığında onun üst

APRILYNNE PİKE

David başını salladı. “Sen asla o kızlardan olamazsın.

Sim i

çok duyarlı bir kızsın. Öptüğün her gencin kalbini kırıyor ola­ bileceğinden bile endişelenirsin.” Laurel bunun iltifat olup olmadığını tam olarak anlaya­ mamıştı ama içinden öyle olduğunu kabul etmek geldi. “Şey, teşekkürler. Sanırım.”

dudağını yaladığını ve bu arada sırıttığını gördü. “Gülecek ne var?” “Çok affedersin.” David yeniden kızardı. “Ama o kadar tat­ lısın ki.” “Tatlı derken neyi kastediyorsun?” David dudağını bir kez daha yaladı. “Tadın bal gibi.”

“Peki şu ne?” David boynundaki kolyeyi işaret etti. “Sürekli onunla oynuyorsun.” Laurel yüzük asılı kolyeyi tişörtünün altına kaydırdı. Bu ona sürekli Tamani’yi düşündüren bir tür tılsımdı sanki. Bir an Tamani’nin ona bunu verirken bu etkiyi yapacağını bilip bilmedi­ ğini merak etti. Bu düşüncenin kendisini kızdırmamasına şaştı. “Bu bir yüzük,” diye itiraf etti sonunda. “Tamani verdi.”

“Bal mı?” “Evet. O gün aklımı kaçırmaya başladığımı sanmıştım... Şey, biliyorsun işte, o gün. Ama bugün de aynı şey oldu. Dudakların gerçekten tatlı.” Bir an sustu, sonra gülümsedi. “Bal da değil, nektar tadı var. Bu çok daha mantıklı.” “İşte bu iyi. Desene bundan sonra, yaşamımın kalan kısmında kimi öpersem açıklama yapmak zorunda kalacağım, tabii sen ve... başka bir peri dışında.” Neredeyse Tamani diyordu. Elleri istemeden boynundaki yüzüğe gitti. David omuz silkti. “O zaman benim dışımda kimseyi öpme.” “David...” “Yalnızca geçerli bir çözüm önerdim, hepsi o...” diyen David gülerek ellerini iki yana açtı. Laurel de gülerek gözlerini kıstı. “Sanırım bu beni önüne gelenle öpüşen kızlardan olmaktan uzak tutacak.”

David onu kötü kötü süzdü. “Tamani sana yüzük mü verdi?” “Bu öyle bir şey değil.” Erkekler. “Bu bir bebek yüzüğü. Sanınm tüm perilere bebekken verilirmiş.” Yüzüğü yalnızca kendine ait bir sır olarak saklamak istiyordu ama yine de zinciri tişörtünün altından çekerek David’e küçük halkayı gösterdi. David homurdanarak, “Gerçekten çok hoşmuş,” dedi. “Peki, sana neden verdi?” Laurel bu soruyu geçiştirmeye çalıştı. “Bilmiyorum. Yalnızca vermek istedi.” David kolyeyi yeniden Laurel’ın göğsüne bırakmadan önce uzun uzun inceledi.


ON ALTI

Ertesi gün okuldan eve döndüğünde annesi onu kapıda karşıla­ yarak, “Tam zamanında geldin,” dedi. “Telefon sana.” Laurel ahizeyi aldı. David’den köşede daha yeni ayrılmıştı. Neden hemen aramış olabilirdi ki? “Alo?” dedi merakla. “Merhaba Laurel. Ben Chelsea.” “Merhaba.” “İşin var mı? Hava güzel, güneş var. Battery Point fenerine kadar yürümek isteyebileceğini düşündüm.” Laurel bu tarihî yapıdan bahsedildiğini duymuş ancak he­ nüz görmemişti. “Tabii,” dedi. “Seve seve gelirim.” “Beş dakikaya görüşürüz öyleyse.” “Tamam.” Annesi, “David’le bir yere mi gidiyorsunuz?” diye sordu. “Chelsea’yle. Fenere gidelim diyor. Gidebilirim, değil mi?” “Elbette, bu çok iyi. Senin çevrenin genişlemesinden mutlu oluyorum. Biliyorsun, David’i çok seviyorum ama başka arka­ daşların da olmalı. Böylesi çok daha sağlıklı.”


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel buzdolabına gitti ve bir gazoz açtı. “Bugün e-postayla yarı dönem notların geldi.” Gazoz neredeyse Laurel’ın boğazında kalıyordu. Çiçek aç­ tığı güne kadar okulda derslerde oldukça iyiydi ama yaşamı çılgın bir hal aldıktan sonra bunu ne kadar koruyabildiğinden

Chelsea’nin annesi onları otoparkta indirdi. “İki saat som a sizi almak için burada olurum.” Chelsea el sallayarak, “Görüşürüz,” diye seslendi. Laurel okyanusa bakarak sordu. “Nereye gidiyoruz?” “Yürüyoruz.” Chelsea sahilden yaklaşık 150 metre kadar ilerideki bir adacığı işaret etti.

hiç emin değildi“Üç A, iki B. Çok memnunum,” diyen annesi mutlulukla gülümsüyordu. Sonra da yine gülerek ekledi: “Bu arada açıkçası kendimle de gurur duyuyorum. Bu kararımla senin için çok iyi bir şey yaptığım ortada.” Laurel annesinden notlarını alırken merakla gözlerini kıstı. Biyolojiden B almış olması sürpriz sayılmazdı, İngilizceden A almış olması da. Tek yapması gereken bunu dönem sonuna kadar da aynı şekilde sürdürmekti. Aslında bu pek zor da değildi. İşin asıl zor kısmını geride bırakmıştı.

“Adaya mı yürüyeceğiz?” “Genellikle gelgit sırasında sular çekildiğinde kara ile ada arasında dar bir geçit ortaya çıkıyor.” Laurel gözlerini güneşten sakınmaya çalışarak elleriyle ha­ fifçe perdeledi ve adaya baktı. “Feneri göremiyorum.” “Orası resimlerde gördüğün gibi bir fener değil. Yalnızca çatısında lamba olan bir ev.” Küçük adayı ana karaya bağlayan kumlu dar geçitte yürüdük­ leri sırada Chelsea önden gidiyor, bir anlamda yol gösteriyordu. İçine girmeden okyanusa bu kadar yakın olabilmek çok hoş bir

“Babamın arabası neden burada?” diye sordu.

duyguydu. Laurel tuzlu suyun keskin kokusundan, yüzünü yala­

Annesi iç geçirdi. “Baban hasta. Bütün gün hastaydı. İşe

yan, Chelsea’nin kıvırcık saçlarını dağıtan nemli, serin rüzgârdan hoşlanıyordu. Tuzlu sudan bu denli nefret ederken okyanusun

de gidemedi.” “İn a n a m ıyo ru m .”

Laurel şaşırmıştı. “Daha önce hiç işe git­

mediği gün olmamıştı.” “Öyle. Günü yatakta geçirmesini sağladım. Yarma iyileşir.” Laurel o anda bahçe yolunda bir korna sesi duydu. Hemen ceketini aldı. “Bu Chelsea olmalı.” Annesi gülümseyerek, “İyi eğlenceler,” dedi. Laurel Chelsea’nin annesinin arabasının arka koltuğuna

kokusundan böylesine hoşlanması çok ilginçti. Adaya ulaştıklarında tepeye çıkan çakıllı yola saptılar. Yal­ nızca birkaç dakika sonra fenerin göründüğü küçük dönemece ulaşmışlardı. Laurel şaşkınlık içinde, “Gerçekten normal bir evden hiçbir farkı yok,” dedi. “Tepesindeki ışık dışında.” Chelsea parmağıyla lambayı işaret etti.

bindi. Chelsea arkaya döndü. Gözlerinin içi parlıyordu. “Fener

Chelsea tur rehberi rolündeydi, oradaki güvenlik memurunun

muhteşem bir yer, gerçek anlamda bir klasik. Oraya bayılacaksın.”

dikkatli bakışları altında Laurel’a küçük evi gezdirdi, fenerin . 199 •


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

tarihini, birkaç yılda bir Crescent City’yi sular altında bırakan tsunamideki rolünü anlattı. “Tsunami harika bir şey,” dedi Chelsea, “en azından dalgalar çok büyük olmadığında.” Laurel bundan pek emin değildi, Chelsea’nin bu konudaki coşkusunu kesinlikle paylaşmıyordu. Chelsea daha sonra da onu küçük bir bahçeye götürdü. Ada­ nın her tarafındaki kayalarda yetişen mor çiçekleri gösterdi. “Gerçekten çok güzeller,” diyen Laurel küçük bir çiçek de­ metini ellemek için eğildi. Chelsea çantasından bir örtü çıkararak yumuşak çimenlerin üstüne yaydı. Yan yana oturup birkaç dakika konuşmadan, ses­ sizlik içinde okyanusu seyrettiler. Laurel kendini bu güzel, ıssız

“Sözü dönüp dolaştırmadan asıl konuya gelseydin ya.” Laurel bu sözleri Chelsea’den çok çileklere söylemişti sanki. “Seni.gerçekten çok seviyor Laurel.” Chelsea iç geçirdi. “Keşke beni seni sevdiğinin yarısı kadar sevseydi.” Laurel çatalıyla çilekleri dürtüp duruyordu. “Sanırım ondan buraya taşındıkları ilk günden beri hoş­ lanıyorum,” dedi Chelsea. “Onunla futbol takımında birlikte oynuyorduk,” diye ekledi ve gülümsedi. Laurel gözünde on yaşındaki Chelsea’yi canlandırabiliyordu. Aynen şimdiki gibi dikbaşlı ve açık sözlü, David’le ilk karşılaştı­ ğında bile onu incelemeden, yargılamadan kabul edecek kadar rahat. Chelsea’nin David’den hoşlanması hiç sürpriz değildi. Ama yine de... “Chelsea, kusura bakma ama bütün bunları bana ne­ den anlatıyorsun?”

yerde çok huzurlu ve dingin hissediyordu. Chelsea yeniden sırt çantasını karıştırarak kendisi için bir Snickers çıkardı, Laurel’a da küçük bir plastik kutu uzattı. “Bu da ne?” “Çilek. Bilmem senin için fark ediyor mu ama organik.”

“Bilmiyorum.” Kısa bir sessizlik oldu. “Sakın sana kendini kötü hissettirmeye çalıştığımı filan sanma. David’in beni bu anlamda sevmediğini biliyorum. İşin doğrusu, eğer onun bir kız arkadaşı olacaksa bunun senin gibi birisi olmasını isterim. Benim de arkadaş olabildiğim birisi.”

Laurel gülümseyerek kutunun kapağını açtı.

“Evet, sanırım bu iyi.”

“Teşekkürler. Gerçekten çok hoş görünüyorlar.”

“Peki şimdi... sen onun kız arkadaşı mısın?” Chelsea baskı

Chelsea’nin büyük bir zevkle yediği çikolatadan milyonlarca defa daha iyi oldukları kuşkusuzdu.

yapmayı sürdürüyordu. “Bilmiyorum. Belki.”

“Evet, söyle bakalım, David’le aranda ne var?”

“Bu bilinmeyecek şey mi?” Chelsea gülümsedi.

O anda ısırmış olduğu çilek neredeyse Laurel’m nefes boru­

“Bilmiyorum.” Kısa bir süre sustu, sonra Chelsea’yi yan

suna kaçıyordu. Neyse ki kuvvetle öksürerek bundan kurtuldu.

bakışlarla süzdü. “Eğer sana ondan bahsedersem bunu kafan»

“Ne demeye çalışıyorsun?”

takmayacağından emin misin?”

“Hiç, yalnızca çıkıp çıkmadığınızı merak ettim de.”

.

“Hiç önemli değil. Bu başkası adına mutlu olmak gibi bir şey."

.201


KANATLAR

Laurel üzülerek, “Bazen çok tuhaf şeyler söylüyorsun,” diye fısıldadı. “Evet, David de hep aynı şeyi söylüyor. Bana sorarsan, in­

APRILYNNE PİKE

“Ben herkes değilim” Chelsea savunmaya geçmişti. “Ayrıca," diye ekledi çok daha yumuşak bir tonda, “bu onu çok ıııutlıı edecek. Ben de David’in mutlu olmasını istiyorum.”

sanların büyük bir kısmı gerçekte düşündüklerini söylemiyor, o yüzden benimkiler tuhaf geliyor.”

“Ben geldim!’’ Laurel eve girince sırt çantasını kapının arkasına

“Bunda haklı olabilirsin.”

atarken seslendi ve doğruca konserve armut almak için kilere

“Neyse, söyle, kız arkadaşı mısın?” Chelsea’nin kesin yanıt

gitti. Birkaç dakika sonra annesi geldiğinde Laurel kavanozdan

beklediği anlaşılıyordu.

çıkardığı bir armudu ısırıyordu. Ancak annesinin yüzündeki

Laurel omuz silkti. “Gerçekten bilmiyorum. Bazen bunu

ifade Laurel’ın alışık olduğu, yediği şeyin altına tabak almadığı

istediğimi düşünüyorum ama daha önce hiç erkek arkadaşım

zamanlardaki tipik “anne” bakışından çok farklıydı. Annesi iç

olmadı. Hatta şimdiye kadar yakın dost olduğum bir erkek de

çekerek bitkin bir şekilde gülümsedi.

olmadı. Bundan hoşlanıyorum... onun bu yönünü kaybetmek istemiyorum.” “Belki de etmezsin.” “Belki. Ama emin değilim.” “Ayrıca bunun başka yararları da olabilir.” “Ne gibi?” “Eğer öpüşme aşamasına geçtiysenız senin biyoloji ödevle­ rini de yapabilir.” “İşte bu harika.” Laurel gülümsedi. “Biyolojim berbat.” Chelsea sırıttı. “Evet, o da aynı şeyi söyledi.” Laurel’ın gözleri büyüdü. “Söyledi mi? Gerçekten mi?” “Bu sır değil ki, hemen her gün öğlen yemeğinde bundan dolayı sızlanıyorsun. Bence David kusursuz bir erkek arkadaş olacaktır.” “Neden beni cesaretlendirmeye çalışıyorsun ki? Senin du­ rumundaki birçok kişi bizim aramızı bozmaya çalışırdı.”

“Bu akşam yemeğini kendin ayarlayabilir misin?” “Elbette. Ne oldu ki?” “Babanın durumu giderek kötüleşiyor. Midesi ağrıyor ve şiş, şimdi de ateşi çıktı. Gerçi çok yüksek değil, otuz sekiz civarında ama düşüremiyorum. Soğuk kompres, soğuk banyo hatta çördük otu ve meyan kökü şurubu bile işe yaramadı.” “Gerçekten mi?” Annesinin her hastalık için bir otu vardı ve bunlarla muci­ zeler yaratırdı. Dostları genellikle hastalandıklarında ve başka ilaçlarla çözüm bulamadıklarında onu ararlardı. “Ona ekinezya çayı vermeyi denedin mi?” diye sordu. Annesi ne zaman rahatsızlansa ona bunu verirdi. “Dünya kadar hazırladım, buzdolabında. Ama midesi ra­ hatsız, yutkunma zorluğu var, faydası olacağını sanmıyorum.” Laurel tahmin yürüterek, “Bahse girerim yediği bir şey do­ kunmuştur,” dedi.


KANATLAR

“Olabilir.” Annesini ikna olmuşa benzemiyordu. “Sen gittikten biraz sonra durumu iyice kötüleşmeye başladı. Bu geceyi onun yanında geçirip elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım.” “Hiç sorun değil. Konserve armut aldım, zaten yapacak bir sürü ödevim de var.” “İkimiz için de heyecan verici bir gece olacak desene.”

ON YEDİ

“Evet,” diyen Laurel iç geçirerek masanın üzerinde kendini bekleyen kitap yığınına baktı.

O perşembe okuldan sonra Laurel mavi önlüğünü kaptığı gibi Mark’s Bookshelf’in yolunu tuttu. Babasının yardımcıları Jen, Brent ve Maddie yine fazla mesai yapmak zorunda kalmışlardı. Böyle sürerse üçü de cuma gününe kadar kırk saatlik mesai sınırını tamamlamış olacaktı. Laurel hiç değilse Jen ve Brent’e bir gün izin vermeyi düşünüyordu. Maddie’yle birlikte dükkânı yönetebilirdi. Maddie, Laurel’m babasına dükkânın bir önceki sahibinden kalan tek elemandı. Bu dükkânda yaklaşık on yıldır çalışıyor ve neyse ki dükkânı tek başına bile işletmeyi başara­ biliyordu. Ana yolda ilerlediği sırada Laurel’ı asıl endişelendiren dük­ kânın işleri değildi. Babasından son dakika talimatlarını almak için annesi ile babasının odasına girmiş ve babasının görüntüsü karşısında dehşete düşmüştü. Babası her zaman ince bir insan olmuştu ama şimdi yüzü çökmüş ve gri bir renk almıştı, gözle­ rinin altında kaim gölgeler vardı. Dudakları solgundu ve alnının üzerinde ince bir ter tabakası göze çarpıyordu. Laurel’ın annesi her şeyi denemişti. Göğsünü lavanta ve biberiye yağıyla ovmuş, midesi için rezene çayı yapmış, bağışıklık sistemini güçlendir­ mek için C vitamini yüklemişti. Ama hiçbiri işe yaramamış gibi görünüyordu. Annesi babasının uyumasına yardımcı olması için

. 204 .

.2 0 5

.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

ona konyak da içirmişti. Ayrıca nemlendiriciye de nane ruhu

“Bildiğim kadarıyla bu mucizevi bir ilaç.”

damlatmıştı. Yine de bir gelişme sağlanamamıştı. Hatta annesi

“Babam için değil. En azından bu kez.”

gururu bir yana bırakıp avuç dolusu tıbbi ilaç bile vermiş ama en ufak bir iyileşme bile görülmemişti. Herkesin düşündüğü ve de umduğu, kötü bir grip mikrobunun annesinin beklediğinden çok daha seri ve ciddi bir etki yarattığıydı. Laurel annesinin babasıyla birlikte evde kalabilmesini sağlamak için o gün öğleden sonra kitabevine gitmeye gönüllü olduğunda annesi ona sımsıkı sarılmış ve kulağına fısıltıyla te­ şekkür etmişti. Babasının yataktaki görünümü aslından o kadar

“Onun için her akşam bir mum yakıyorum.” Çördük otu ve meyan kökü annesi için neyse, mum da Maddie için aynıydı. Kökten dinci bir Katolikti, ön camında hep koca bir kutu mum durur, kilise cemaatinden herhangi birisi kanserden ölmek üzere olsa da, komşusunun kedisi kaybolsa da bir mum yakardı. “Babam haftanın geri kalan kısmı için bir çalışma programı gönderdi.”

farklıydı ki; sanki birkaç gün önceki adamın hasta ve perişan bir

Maddie güldü. “Yatakta hasta yatıyor ve hâlâ çalışma prog­

karikatürüydü orada yatan. Babası gülümsemiş ve her zamanki

ramı mı yapıyor? Ölümün eşiğine çok yakın değil belli ki.” Elini

gibi şaka yapmaya çalışmıştı ama bu bile ona çok ağır gelmişti.

uzattı. “Bir bakayım.” Maddie elle yazılmış çalışma programını

Laurel dükkânın kapısını açtığında hoş bir çan sesi duyuldu.

inceledi. “Gördüğüm kadarıyla çalışma saatlerimizi azaltmış.”

Maddie başını kaldırdı ve gülümsedi. “Laurel? Bu sen misin?

Laurel başıyla onayladı. “Ne yazık ki her zamanki sürelere

Her gördüğümde daha da güzelleşiyorsun.”

uyabilecek kadar personel yok.”

Ona sarıldı ve Laurel da onu kucaklayarak, bir süre ayrıl­

“Böylesi daha iyi. Babana aylardır burayı sabah sekizde

madı. Onun sarılması bir an için kendini daha iyi hissetmesini

açmanın aptallık olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Sabahın

sağlamıştı. Aslında Maddie her zaman kurabiye, baharat ya da

sekizinde kim kitap almak ister ki?” Özel bir sır verecekmiş gibi

Laurel’ın tam olarak çıkaramadığı bir şeyler kokardı.

öne doğru eğildi. “Doğrusunu istersen ben sabahın sekizinde

Maddie kolunu Laurel’ın omzundan çekmeden, “Baban nasıl oldu?” diye sordu.

yataktan çıkmak bile istemiyorum.” Ondan sonraki birkaç saat boyunca birlikte neşe ve uyum

Karşısında başka birisi olsaydı yanıt basitti: “İyi.” Ama soran

içinde çalıştılar. Her ikisi de Laurel’ın babasından bahsetmek­

Maddie olunca Laurel’ın bunu geçiştirmesi olanaksızdı. “Çok

ten kaçınıyordu. Ama Laurel’ın aklından babası bir an için bile

kötü görünüyor, Maddie. Sanki iskeletin üstüne deri kaplanmış

çıkmıyordu. Gün sonu belgelerini hazırlayıp gerekli kayıtları

gibi. Annem de yardımcı olabilecek bir şey yapamıyor. Hiçbir

yapmayı Maddie’ye bırakarak, kapıya asmak için o hafta sonunda

şey işe yaramıyor.”

alışıldık çalışma saatlerine uyamayacakları için özür dilediklerini

“Çördük otu ve meyan kökü şurubu bile mi?” Laurel acıyla gülümsedi. “Aynı şeyi ben de sordum.”

belirten bir yazı hazırladı.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel ağır ağır eve doğru yürüdü. İki saat boyunca kitap dolu

Laurel ambulansın sirenlerim çalarak uzaklaşmasını seyreder­

kutuları istiflemekten tüm vücudu bitkin düşmüştü. Tam evle­

ken midesinde tuhaf bir kramp hissetti. Laurel’m anımsayabildiği

rine giden son dönemece girdiğinde evlerinin araç yolunda çok

kadarıyla daha önce ne annesi ne de babası hastaneye gitmişti,

büyük bir aracın durduğunu gördü. Gördüğünü anlamlandırması

tabii hasta ziyareti dışında. Laurel yine de bunun kendiliğinden

birkaç saniye sürdüyse de, kırmızı beyaz ambulans çizgilerini

geçecek güçlü bir virüsten öte bir şey olduğuna inanmak iste­

algıladığı anda ayaklarına hâkim olamayarak koşmaya başladı.

miyordu. Ama durum farklı görünüyordu.

Ön kapıdan içeri yıldırım hızıyla daldığında sağlık görevlileri

Eve girdi ve kapıyı iki eliyle birden iterek kapattı. Kilidin

babasını sedyeyle merdivenlerden aşağı indiriyorlardı. Annesi

yerine oturduğunun tıkırtısı boş antrenin sessizliğinde yankı­

de tam arkalarındaydı.

ladı. Ev, ailesi olmayınca çok boş ve büyük göründü gözüne.

Laurel gözlerini babasından ayırmadan, “Ne oldu, nesi var?” diye sordu.

Buraya taşınmalarından sonraki beş ayda birçok kez evde yalnız kalmıştı ama bu kez farklıydı. Ürkütücüydü. Anahtarı içeriden kilide sokarken elleri titriyordu. Yere çöktü ve batan güneşin son

Annesinin gözlerinden aşağı yaşlar süzülüyordu. “Kan tü­ kürmeye başladı. Ambulans çağırmak zorunda kaldım.”

ışıkları da kaybolup antrenin loş ışığı yerini derin bir karanlığa bırakana dek orada oturdu.

Sonunda merdiven Laurel’m annesine koşup sarılabileceği

Karanlıkla birlikte kasvetli düşünceler de kafasının içine

şekilde boşaldı. Annesini sımsıkı kucaklarken, “Hiç üzülme anne,”

akın etti, sanki bilinçaltından sözsüz bir şekilde izin almışlardı.

dedi. “Babam bunu yaptığın için mutlu olacak.”

Laurel zorlanarak ayağa kalktı, mutfağa koştu ve yemek masasına

Annesi telaşla, “Doktorlara güvenmez o,” diye mırıldanırken, aklının başka yerlerde olduğu anlaşılıyordu. “Sorun değil. Buna ihtiyacı vardı.”

oturmadan önce tüm lambaları yaktı. İngilizce ödevini çıkarıp yapmaya çalıştı ama daha ilk cümleyi okuduğu anda harfler gözlerinin önünde anlaşılmaz bir şekilde yüzmeye başladı. Başım kitabına yasladı. Düşünceleri kitabevinden Tamani’ye,

Annesi başını salladı ama Laurel onun kendisini duyduğun­ dan bile emin değildi. “Onunla gitmeliyim,” dedi annesi. “Ambu­ lansa yalnızca bir kişinin binmesine izin veriyorlar. Onun yerini ayarladıktan sonra seni telefonla ararım, bence doğrusu bu.”

David’e, hastanedeki annesi ile babası arasında gidip geldi ve ağır ağır gözleri kapandı. Yüksek bir zil sesiyle karmaşık, anlamsız düşlerinden uya­ narak ayağa sıçradı. Sese kulak kesildi ve bir an sonra sesin kay­

“Haydi git. Ben kendime bakabilirim.”

nağını anlayarak telefonunun konuş düğmesine bastı ve uykulu

Annesi Laurel’m varlığının farkına bile varmadan ambulansa

bir sesle, “Alo?” diyebildi.

doğru yürürken Laurel annesinin çantasını koluna takmayı ba­

“Tatlım, benim, annen.”

şardı. Annesi ambulansa bindikten sonra kapılar kapandığında

Laurel uyanıp kendine gelmeye çalışırken

da arkasına bakmadı.

közIpi'İHİ kliNNlk

kırışmış ders kitabına baktı. “Ne oldu, ne diynıİlH’V • 208 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Bu gece burada tutup antibiyotik verecekler. Bekleyip ya­

boyunca orada öylece kaldılar. Laurel onunla rahatlıyor, tescili

rın durumun ne olacağını göreceğiz.” Annesi duraksadı. “Henüz

buluyordu. Onun güvenilirliğini ve sıcaklığını hissetmeye öyle­

odası yok, odaya yerleştirildiğinde epeyce geç olacak. Bu gece

sine ihtiyacı vardı ki kollarını acıyana kadar sıktı. Ve bir an için

evde yalnız kalıp yarın onu görmeye gelebilir misin?”

sanki her şey yolundaymış gibi hissetti.

Laurel bir an bocaladı. İçinde hemen hastaneye gitse bir

Sonunda kendini geri çekti. David’e bunca zaman ve bu kadar

şeyler yapabilirmiş gibi bir his vardı. Ama bu aptallıktı. Ertesi

sıkı sarılmış olmaktan dolayı kendini mahcup hissediyordu. Ama

gün de yeterince çabuktu. Sesinin neşeli çıkmasına gayret ede­

David yalnızca gülümsedi. Divana doğru yürüyüp eline gitarı

rek yanıt verdi.

aldı. Birkaç kez tıngırdattıktan sonra, “Bunu kim çalıyor?” diye

“Benim için hiç endişelenme, anne. Ben iyiyim.” “Seni seviyorum.” “Ben de seni seviyorum.” Laurel yeniden koca evde yapayalnızdı. Parmakları kendi­ liğinden, istem dışı David’in numarasını çevirdi. Laurel daha onu aradığının bilincine varamadan telefondaki sesini duydu. “David,” dedi gözlerini kırpıştırarak. “Merhaba.” Mutfak pen­ ceresinden dışarı baktı ve aym yükselmekte olduğunu gördü. Zamanın farkında bile değildi. “Bize gelebilir misin?”

sordu. “Baban mı?” “Hayır. Şey... ben çalıyorum. Ama ders filan almadım. Ge­ nellikle doğaçlama, kendiliğimden melodiler çıkarıyorum.” “Ben bunu niye bilmiyorum?” Laurel başını salladı. “Gerçekten, hiç iyi değilim.” “Ne kadar zamandır çalıyorsun?” “Yaklaşık üç yıldır.” Gitarı David’den alarak dizinin üstüne yerleştirdi. “Bunu tavan arasında buldum. Anneminmiş. Bana temel parmak hareketlerini ve doğaçlama bir şeyler çalmayı gösterdi.”

Kapının zili çaldı. Laurel hemen David’i karşılamak için kapıya koştu. “Seni aradığım için çok affedersin. Saatin bu kadar geç olduğunu bilmiyordum.” “Sorun değil,” diyen David ellerini sevgiyle Laurel’ın omuz­ larına koydu. “Saat henüz on, annem eve ne zaman istersem

“Benim için bir şeyler çalar mısın?” “Yo, olmaz.” Laurel parmaklarını tellerden çekti. “Lütfen. Bahse girerim kendini çok daha iyi hissedeceksin.” “Neden böyle düşünüyorsun?”

dönebileceğimi söyledi. Acil durumlar her zaman olabilir. Senin

David omuz silkti.

için ne yapabilirim?”

“Öylesine doğal tutuyorsun ki. Onu çok sevdiğin anlaşılıyor."

Laurel omuz silkti. “Annem gitti ve... yalnız kalmak iste­ miyorum.” David ona doğru eğilirken kollarını omuzlarına doladı. Laurel onun göğsüne yaslandı, kollarını beline sardı ve birkaç dakika

Laurel elleriyle gitarın sapını okşadı. “Öyle. Bu çok o.skl bir gitar. Eski şeyleri seviyorum. Onlarda... tarih ve nice öyküler #1*11," “Haydi çal.” David ellerini başının arkasında kenetleyerek arkasına yaslandı.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel bir an çalmakla çalmamak arasında bocaladı, sonra ufak ayarlamalar yaparak gitarı hafifçe tıngırdattı. Yavaş yavaş elleri akorttan John Lennon’ın Imagine adlı melodisine geçti. İlk giriş kısmının, ardından da yumuşak bir sesle ağır ağır söz­

olarak kolunu kaldırdı ve onun omzuna attı. Laurel onun göğ süne sokuldu ve başını göğsüne dayayarak kıvrılıp yattı. David kolunu daha da sıkılaştırdı ve yanağı Laurel’ın başının üstüne gelecek şekilde başını eğdi.

lerini mırıldanmaya başladı. O gece için uygun bir şarkıydı bu.

“Geldiğin için teşekkürler,” diye fısıldadı Laurel gülümseyerek.

Parmakları son notaları tıngırdatırken iç çekti.

“Ne zaman istersen,” diyen David’in dudakları Laurel’ın

“İnanılmaz!” diye haykırdı David. “Bu gerçekten muhteşemdi.”

saçında geziyordu.

Laurel omuz silkerek gitarı kutusuna bıraktı. “Bana şarkı söyleyebildiğini de söylememiştin.” Bir an sustu,

Laurel kitabevinin kapısındaki çanın ritmik sesiyle doğrulup

sonra ekledi: “Daha önce hiç böyle bir şey dinlememiştim. Pop

başını kaldırdı. Bir müşteriye daha güler yüzle hizmet edebilecek

yıldızı söylüyor gibi değildi, muhteşem ve sakinleştiriciydi.”

hali olduğundan emin değildi. Ancak karşısında David’i gördüğü

Laurel’ın elini tuttu. “Şimdi kendini daha iyi hissediyor musun?”

anda rahatlayarak gülümsedi. “Merhaba,” diyerek ayırmakta ol­

Laurel gülümsedi. “Evet. Teşekkürler.” David Laurel’ın elini sıkarken hafifçe öksürerek boğazını temizledi. “Evet, şimdi ne yapalım?” Laurel çevresine bakındı. Eğlenmek adına yapılabilecek pek bir şey yoktu. “Televizyon seyretmek ister miydin?”

duğu kitap destesini rafın üstüne bıraktı. “Merhaba,” dedi David yavaşça. “Nasılsın, ne yapıyorsun?” Laurel gülümsemeye çalıştı. “Yaşıyorum.” “Pek sayılmaz.” David bir an duraksadı. “Baban nasıl?” Laurel rafa döndü. Gözyaşlarını gizlemek için arkasını dön­

David başını salladı. “Tabii.”

müştü, o gün belki de elli kez yapmıştı aynı şeyi. David’in elle­

Laurel kimsenin hasta olmadığı ya da ölmediği bir müzikal

rinin sırtını okşadığını hissetti ve ona yaslandı, kendini bıraktı,

seçti. “Yağmur Altında mı?” diye sordu David burun kıvırarak.

Laurel omuz silkti. “Hiç değilse eğlenceli.”

şimdi kendini daha iyi ve güvende hissediyordu. “Onu Brookings Hastanesi’ne götürüyorlar,” diye fısıldadı birkaç dakika sonra.

“Nasıl istersen.”

“Kötüleşti mi?”

On beş dakika sonra, David filme bakıp gülerken Laurel

“Tam olarak söylemek zor.”

onu izliyordu. Televizyonun ışığı David’in silüetini aydınlatıyor,

David yanağını onun başına yasladı.

sürekli gülümseyen yüz ifadesini ortaya çıkarıyordu. David sık sık başını geriye atıyor, kahkahalarla gülüyordu. Onun yamndayken Laurel için başka her şeyi unutmak öyle kolaydı ki. Laurel hiçbir şey düşünmeden ona biraz daha sokuldu. David içgüdüsel

O sırada ön kapının çanı yeniden çaldı. Jen müşteriye yar­ dımcı olmaya koştu. Laurel ise ürpererek geri çekildi ve yeniden soğukkanlılığını kazanmak için derin bir soluk aldı. “Bunları


KANATLAR

bugün yapmam gerekiyor,” dedi masanın üzerinden küçük bir kitap yığınını alırken. “Dükkân bir saate kadar kapanıyor ve daha boşaltmam gereken dört koli var.” “Ben yardımcı olurum.” David gülümseyerek yanına geldi. “Yalnızca bana nereye konulacaklarını söyle yeter. Sen yönetici ol.” Laurel’m elindeki kitap yığınım aldı ve en üsttekinin parlak kapağım birkaç saniye için ovaladı. “Belki yarın da gelir sana

ON SEKİZ

yardımcı olurum.” “Senin kendi işin var. Arabanın sigortasını ödemen gerek­ tiğini söylemiştin.”

David’in tüm iyimser tahminlerine rağmen bir haftanın üzerine

“O aptal sigorta umurumda mı sanıyorsun, Laurel?” Sesi

bir hafta daha geçmiş ama Laurel’ın babası iyileşmemişti. Laurel

sertti ama bir an sustuktan sonra yumuşak, sakin bir tonda

yaşamını sanki uykuda gibi geçiriyordu, hayaletten farksızdı.

konuşmaya devam etti. “Bu bütün hafta boyunca öğlen yemeği

Maddie, David ve zaman zaman dükkâna sohbet etmek için

ya da ders dışında seni ilk görüşüm. Seni özledim.”

uğrayan Chelsea dışında hemen hiç kimseyle konuşmuyordu.

Laurel karar vermekte bocalıyordu.

Aslında Chelsea’nin ona yardımcı olduğu söylenemezdi, doğuş­

“Lütfen?”

tan yönetici olduğuyla ilgili espri yapıyordu. Yine de iki dostun

Laurel yumuşadı. “İyi o zaman, ama yalnızca babam iyi-

varlığı bile Laurel’ı rahatlatıyordu.

leşene kadar.”

David sözünü tutmuştu, babası gelene kadar dükkânda Laurel’a

“Çok yakında iyileşeceğinden emin ol, Laurel. Brookings’te

yardımcı olmaya kararlı görünüyordu. Laurel kendini suçlu his­

işinin uzmanı çok doktor var. Neyi olduğunu bulacak ve iyileşti­

sediyor, David gönüllü olarak ücretsiz çalışmayı sürdürüyor ve

receklerdir.” Gülümsedi. “Beni bütün bir hafta çalıştırma fırsatı

Laurel onunla girdiği tartışmaları kaybediyordu.

bulursan kendini şanslı saymalısın.”

Bazı günler kitapları ayırır ya da tozlu rafları silerken sohbet ediyorlar, Laurel bir an için babası endişelenmeyi unutuyordu. Tabii bu uzun sürmüyordu. Babası nakledildiğinden beri artık her gün görmeye de gidemiyordu. David ehliyetini almıştı ve iki üç günde bir gönüllü olarak Laurel’a şoförlük yapıyordu. Ehliyetini aldıktan sonraki ilk gün David, Laurel ve Clu'lseıı'yi Brookings’e götürmüştü. Her ne kadar Laurel emniyet kemerine büyük bir heyecan ve korkuyla sarılmış olsa ve Chelseıı Dnvitl'i

• 214.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

hız limitini her aştığında uyarmak zorunda kaldıysa da tek parça

nızca annesinin evde olmadığını söyledi. Ama adanı bir süre

olarak gidip dönmeyi başardılar.

sonra bu yanıtı kabul etmemeye başladı. Laurel iki kez ciddi

Laurel o gün babasına evlerinin arka bahçesinden topladığı

şekilde sorgulanmasının ardından tüm aramaları telesekretere

kır çiçeklerinden bir demet götürdü. Evi anımsamanın babasında

yöneltti ve ahizeyi ancak arayan David ya da Chelsea olursa

bir an önce eve dönme isteği uyandıracağını umuyordu. Babası

açmaya başladı.

bitkindi, yalnızca birkaç dakika gözlerini açık tutabilmiş, onda da bir merhaba deyip Laurel’m kendisine sarılmasına karşılık verebilmişti. Ardından morfinin etkisiyle bilincini yitirmişti. Bu, Laurel’m babasını son uyanık görüşüydü. Hemen sonra hastane yetkilileri yaptıkları konsültasyonda onu morfinin bile etkili olamadığı ağrılarından kurtarmak için sürekli uyutmaya karar vermişlerdi. Laurel içten içe buna seviniyordu. Onu uyurken izlemek daha kolaydı. Hiç değilse huzurlu ve mutlu görünüyordu. Uyanık olduğu zamanlardaysa gözlerinde gizlemek istediği acıyı, ne kadar bitkin ve çaresiz olduğunu görüyordu. Uyuması çok daha iyiydi.

Annesineyse Bay Barnes’ın aradığından hiç bahsetmedi. Aslında her akşam bırakılan mesajı -k i bazen sayısı iki oluyordu- silerken bu yaptığından dolayı suçluluk duygusuna kapılıyordu. Ama Tamani’ye de elinden geleni yapacağına söz vermişti. Tamani’yi düşünmek garip geliyordu. Şimdi ona tüm ya­ şananlar bir düşmüş gibi geliyordu. Ona peri olduğunu kabul ettiren, parıltı ve hayranlıkla şekillenen insanüstü, kusursuz bir kişilik. Ama bütün bunların o an için hiçbir önemi yoktu. Bir an onu görmeye gitmeyi düşündü ama yolu halletse bile onun ne yararı olabilirdi ki? O an için babasının zihnini silmenin

Laboratuvardaki teknisyen, babasının kanındaki toksini sap­ tamayı başarmıştı ama bu, doktorların daha önce hiç görmedikleri bir mikroptu ve dolayısıyla tedavisi konusunda da çaresizdiler. Her yola başvurmuşlardı, vücuduna etkili olabileceğini düşün­ dükleri tüm kimyasalları yüklemiş, toksinin etkilerini geriletme girişimleriyle babasını kobaya çevirmişlerdi. Ama hiçbir şey işe yaramıyordu. Vücudu gün geçtikçe güçsüzleşiyor, çöküyordu. Daha iki gün önce doktorlardan birisi annesini odanın dışına çağırmış, ellerinden geleni yapmayı sürdüreceklerini ama eğer bu toksini vücuttan temizleyemezlerse babasının organlarının teker teker iflas etmesinin yalnızca an meselesi olduğunu söylemişti. Bay Barnes ise her gece aramaya başlamıştı. Birinci hafta boyunca Laurel ona başka bir açıklamaya gerek görmeden yal•

216

------ ----

hastalığına yararı olamazdı. Araziyle ilgili bir sorun olduğu takdirde Tamani’yi uyarmaya söz vermişti ama Bay Barnes’ın mesajlarını sildiği sürece böyle bir durum söz konusu değildi. Sonuçta tek yaptığı Tamani’yi düşünmemeye çalışmaktı. Laurel evden dükkâna henüz ulaşmıştı ki içeriden telefonun çaldığını duydu. Telaş içinde anahtarı kilitte döndürdü. Telefona ulaşıp ahizeyi kaldırdığında telefon en az altı kez çalmıştı. Ara­ yan annesiydi. “Günaydın anne. Babam bugün nasıl?” Telefonda ses yoktu. “Anne?”


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Annesinin kesik soluklarını ve ardından sesini duydu. “Biraz

deyip coşkuyla baş salladığını anlıyordu. Laurel gözlerini kısarak

önce Doktor Hansen’la konuştum,” dedi annesi. Sesi titriyordu.

annesinin gülümsemesini, başını sallamasını ve de ne yazdığına

“Babanda kalp yetmezliği görülmüş. Böyle giderse en fazla bir

bakmaya bile gerek görmeden önüne konulan kâğıtları imzala­

haftalık ömrü kaldığını söylüyorlar.”

masını izledi. Bu çok tuhaftı. Annesi sözleşme yapmaktan hoşlanmazdı, kendi deyişiyle

David karanlık otobanda arabayı kullanırken hiç konuşmadı. Laurel ona tam evine varmak üzereyken cep telefonundan ulaş­ mıştı. David de onu ertesi sabahı beklemeden hemen o akşam Brookings’teki hastaneye götürmekte ısrar etmişti. Laurel pen­ cereyi sonuna kadar açtı. Arabanın hızıyla birlikte içeri dolan serin sonbahar havası David’i üşütüyordu ama itiraz etmedi. Laurel onun kendisini göz hapsinde tuttuğunu hissediyordu. Hatta David ara sıra elini uzatarak kolunu tutuyordu. Ama hiçbir şey söylemedi.

“hukuk” diline güvenmiyordu. Form ve anlaşmaları genellikle tüm dikkatini vererek okur, imzalamadan önce birçok satırın üstünü çizerdi. Ama şimdi, tam sekiz sayfayı okumadan ve bir tek sözcüğün bile üstünü çizmeden imzalamıştı. Barnes ise bütün bu süre boyunca bir kez olsun onların olduğu yöne bakmamıştı. Barnes bir tomar kâğıdı daha imzalaması için annesine uzatıp diğerlerini çantaya koyarken Laurel teninde tuhaf bir ürperti

Brookings Hastanesi’nin otoparkına girip arabayı bırak­

hissetti ve David’in elini sıktı. Adam annesine elini uzatırken

tılar. Her zamanki yoldan babasının odasına ilerlerken David

birden başını çevirdi ve Laurel’la göz göze geldiler. Bir Laurel’a,

Laurel’ın elinden tuttu. Laurel babasının odasına girmeden önce

bir David’e sonra yeniden Laurel’a baktı. Yüzünde beliren sinsi,

hafifçe kapıyı tıklattı. Sonra kapıyı açtı ve girişi kapayan perdeyi

şeytani gülümsemeyi gören Laurel ister istemez bir adım geri

aralayarak içeri baktı. Annesi odadaki küçük masanın başında

çekildi.

oturuyordu, tam karşısında sırtı kapıya dönük bir adam vardı. Annesi eliyle içeri girmelerini işaret etti. Laurel adamı hemen o anda tanıdı. Omuzları geniş ve hey­

“Laurel,” diye seslendi Bay Barnes samimi, ancak Laurel’a yapmacık gelen bir ses tonuyla. “Ben de tam seni soracaktım. Sanırım mesajlarımdan hiçbirini almadın.”

betliydi, giydiği tişörtten taşmış gibi görünüyordu. Onu orada görebileceği Laurel’m hiç akima gelmemişti. Onu gördüğü anda tüyleri diken diken oldu. Çünkü bu adam Bay Barnes’tı. Annesi, Bay Barnes’la konuşmayı sürdürürken Laurel kol­ larını kenetleyip duvara yaslandı ve bekledi. Annesi birçok kez gülümseyerek başını salladı. Laurel adamın ne dediğini duyamıyordu ama annesinin tekrar tekrar, “Ah, evet,” ya da “Elbette,”

Cümlesini bitirirken ses tonunda belli belirsiz bir sitem sezi­ liyordu. Laurel dişini sıktı, birden göğsünün öfkeyle dolduğunu hisseti. Ardından Bay Barnes omuz silkti ve yüz ifadesinde yine o kendinden emin, kibirli ifade belirdi. “Neyse ki anneni bulabildim, böylece her şey yoluna girdi.”


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel hiçbir şey söylemeden ona bakıyordu. İçinden David’le

bakarsan, sen o evin ailemizde kalmasını istediğin İçin bizim

oraya daha önce gelebilmiş olmayı diliyordu. Eğer gelmiş olsalar...

de bunu yapmamız gerektiğine karar vermiştim.” Laurel birden

iyi de ne yapabilirdi ki? Laurel bunu bilemiyor, ama bir şeyler

umutlandı. Belki de geç kalmamıştı. “Ama artık bu olanaksız."

yapabilmiş olmayı istiyordu.

Annesi kısa bir süre sustu, yeniden konuşmaya başladığında

“Seni yeniden gördüğüme sevindim, Laurel,” diyen Bay Barnes

sesi boğuk ve gergindi. “Bay Barnes buraya geldi ve teklifini

Laurel’m hâlâ gülümseyen annesine baktı. “Kızınız gerçekten...”

yükseltti.” Annesi başını kaldırıp Laurel’ın gözlerine baktı. “Bunu

Sustu ve elini Laurel’a uzattı. Laurel geri çekilmek istediyse de

kabul etmem gerekiyordu.”

tam arkasında duvar vardı. Başını çevirdi ama adamın kaba

Laurel birden o araziyi ve Tamani’yi kaybetme düşüncesiyle

parmakları yanağını okşadı. Adam sözlerini, “Tatlı,” diyerek

midesinin kasıldığını, soluğunun kesildiğini hissetti. “Anne, orayı

tamamladı ve odadan çıktı.

satamazsın!” Sesi çok yüksek ve tizdi.

Ancak adam perdenin arkasında kaybolduktan sonra Lau­

Annesinin bakışları sertleşti, bir an için babasına baktı, sonra

rel, David’in elini tüm gücüyle sıktığını fark edebildi. David’in

Laurel’a doğru iki adım attı ve kolundan tuttu. Çekerek odadan

parmakları neredeyse beyazlaşmıştı.

çıkardı. Annesinin kuvvetli parmakları karşısında Laurel’ın kolu

Laurel dişlerini gıcırdatarak, “Bu adam burada ne arıyor?” diye sordu. Annesi hâlâ adamın çıkışıyla dalgalanan perdeye bakıyordu.

öylesine zayıftı ki. Daha önce annesinin hiç bu denli haşin dav­ randığını anımsamıyordu. Annesi duvardaki küçük bir bölmeye girdi ve Laurel’m kolunu bıraktı. Laurel acıyan kolunu ovmamak için kendini zor tutuyordu.

Laurel ve David’in bulunduğu yöne dönerek, “Efendim?” dedi. “Şey...” Cümlesini tamamlamadan masaya döndü ve kâğıtları toparlamaya başladı. “Orick’teki arazinin satışı için evrakları tamamlamaya gelmiş.” “Ama anne, bana bunu düşüneceğine söz vermiştin.” “Evet doğru. Ama sanırım sen benim yerime düşünmüşsün.” Laurel’ı anlamlı bakışlarla süzüyordu. “Bundan böyle bana gelen mesajları iletmeni istiyorum, anlıyor musun?” Laurel önüne baktı.

“Bunun seninle ilgisi yok, Laurel. Bu kadar değerli bir şeyi sırf sen istediğin için elimde tutamazdım. Ne yazık ki hayat o kadar kolay değil.” Annesinin yüz ifadesi gergin ve sertti. Laurel duvara yaslanarak annesinin ağzına geleni söyle­ mesine fırsat tanıdı. Annesi haftalardır bir kaya kadar sağlam durmuştu, hiç kimse bu kadar strese eninde sonunda patlama­ dan dayanamazdı. “Özür dilerim,” dedi Laurel fısıldayarak. “Bağırmamalıydım.” Annesi derin bir soluk alarak yürümeyi bıraktı ve Laurel’a

“Peki, anne,” dedi yavaşça.

baktı. Yüz ifadesi ağır ağır gevşerken gözyaşlarına boğuldu.

Annesi ufak masanın üzerinde duran kâğıtlara baktı ve par­

Sırtını duvara yaslayarak yavaşça yere kaydı. Bu arada yaşlar

mağını düzenlemiş olduğu kâğıtların kenarında gezdirdi. “Aslına

yanaklarından aşağı yağmur damlacıkları gibi süzülüyordu. La.221 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

urel derin bir soluk aldı, annesinin hemen yanındaki dar yere

Laurel bakışlarını annesinin hüzünlü, kahverengi gözlerinden

sıkışarak oturdu. Bir kolunu annesinin beline doladı ve başını

ayırmak istiyordu ama başaramadı. Bir an Tamani’yi zihninden

omzuna yasladı. Annesini teselli etmek ona çok tuhaf gelmişti.

sildi ve mantıklı düşünmeye çalıştı. Ağır ağır başını sallayarak

Annesi gözyaşları biraz olsun yatışınca şefkatle, “Kolunu acıttım mı?” diye sordu. “Hayır.” Laurel bilerek yalan söyledi.

mırıldandı. “Haklısın. O araziyi satmalısın.” Annesinin yüzü süzülmüş, bakışları perişandı. Her halinden tükenmiş olduğu anlaşılıyordu. Elini Laurel’ın çenesine götürdü. “Anlayışın için teşekkürler. Başka bir şansım olmasını isterdim

Annesi derin, uzun bir soluk aldı. “Gerçekten orayı satmamayı düşündüm, Laurel. Ama artık başka şansım kalmadı. Hastane faturalarıyla iflasın eşiğine geldik.” “Sigortamız yok mu?” Annesi başını salladı. “Pek yok. Hiç böyle bir şeye gerek­ sinimimiz olabileceğini düşünmedik. Ama yapılan tüm bu test ve tedavilerin faturası öyle yüksek çıkacak ki.” “Başka bir yolu yok mu?”

ama yok işte. Bay Barnes yarın sabah satışı tamamlamak için diğer belgelerle gelecek. Belgeleri notere teslim ederek, satışın vekâleten bir an önce gerçekleşmesine çalışacak. Şansımız yaver giderse para bir hafta içinde elimizde olur.” “Bir hafta mı?” Her şey öyle hızlı gelişiyordu ki. Annesi başıyla onayladı. Laurel bir an duraksadı. “İçerideki davranışların çok tuhaftı. Mutluydun ve onun söylediği her şeyi kabul ediyordun.”

“Olmasını çok isterdim. Düşünmekten neredeyse beynim

Annesi omuz silkti. “İşkadını yüzümü takındım. Bu satışı

çatlayacak ama inan bana para bulmanın başka yolu yok. Ya

engelleyecek bir şey daha çıkmamasını istiyorum, hepsi bu.

o arazi ya dükkân, birini satmak zorundayız. Açıkçası, o arazi

Bay Barnes’ın önerisi tüm hastane faturalarını ve borçlarımızı

daha çok para getiriyor. Babanı burada tutabilmek için tüm kredi

karşılayacağı gibi elimize de bir miktar para kalacak.” İç çekti.

olanaklarımızı da sonuna kadar kullandık. Hiç kimse bize daha

“Neyin peşinde olduğunu bilmiyorum ama benim isteğim fiyat

fazla borç vermez.”

yüksekken orayı satabilmek.”

Laurel’a döndü. “Sağduyulu davranmak zorundayım. Gerçek

“İyi de önüne ne koyduysa imzaladın. Okumadın bile.”

şu ki...” Gözlerinden aşağı yeniden yaşlar boşandı. “Baban bir

Annesi çaresizlik içinde başını salladı. “Biliyorum. Ama

daha uyanmayabilir. Asla. Geleceğimizi düşünmek zorundayım.

buna zaman yoktu. Hazır adam ayağıma kadar gelmişken bu

Dükkân tek gelir kaynağımız. Ayrıca iyileşip kalkacağını düşün­

fırsatı kaçırmak istemedim. Eğer yine çekingen davrandığımı

sek bile bu borç yükünün altından bir şey satmadan kalkmamız

görürse, bizim kararsız insanlar olduğumuzu düşünüp teklifini

olanaksız. Babanın o dükkânı ne kadar sevdiğini bile bile başka

tamamen geri çekebilirdi.”

şekilde davranmamı bekleyebilir misin?”

“Sanırım bu doğru anne. Ama...”


KANATLAR

“Lütfen artık ama demeyi kes, Laurel. Şu anda seninle tartışacak halim yok.” Laurel’m elini avuçlarının arasına aldı. “Elimden gelenin en iyisini yaptığıma inan. Tamam mı?” Laurel isteksizce başını salladı. Annesi yerden doğrularak yüzünde kalan son gözyaşlarını sildi. Laurel’ı da ayağa kaldırarak sarıldı. “Bütün bunları atla­ tacağız, Laurel,” dedi. “Ne olursa olsun bir yolunu bulacağız.” Yeniden babasının odasına döndüklerinde Laurel’ın gözü iste­

APRILYNNE PİKE

“David acıkmış.” David de gülümseyerek, “Açlıktan ölüyorum,” diye onayladı. Laurel de hemen atılarak, “Yarın okul olmasına rağmen bir­ de beni buraya getirdi,” diye ekledi. Annesi onları birkaç saniye için kuşkuyla süzdü, sonra dik­ katini yeniden uyuyan kocasına yöneltti ve onları, “Kafeteryayı denemeyin, kötü,” diye uyardı.

meden Barnes’m oturduğu sandalyeye kaydı. Bir insan hakkında * * *

bu kadar az şey bilirken ondan böylesine nefret etmek aslında hiç Laurel’a göre bir şey değildi. Ama onun oturduğu sandalyeye oturma düşüncesi bile yüzünün ekşimesine yetiyordu. Masaya gitti ve kartvizitini aldı.

David şehrin doğru bölgesini bulmak için yaklaşık bir saat araba kullandıktan sonra merakla, “Bunu neden yapıyoruz ki?” diye sordu.

JEREMIAH BARNES, EMLAK KOMİSYONCUSU

“David, bu adamda bir terslik var, bunu hissediyorum.” “Olabilir. Ama bir adamın işyerine gizlice girmek ve camdan

Altında da adresi vardı.

içeriyi gözetlemek... Bu biraz fazla değil mi?”

Gerçi yeterince güvenilir görünüyordu ama Laurel’ın içinde yine de bir kuşku vardı. Kartı arka cebine atıp David’in yanına

“Peki ya sen ne yapmamı bekliyorsun? Adama telefon edip neden tüylerimi diken diken ettiğini sormamı mı?” diye mırıl­

gitti. Onu anlamlı bakışlarla süzerek, “Acıktın mı?” diye sordu. Ancak David onun bakışlarını anlamlandıramayıp, “Pek

dandı Laurel. “İşe yarardı, değil mi?” “Peki ya polisler bizi yakalarsa, onlara ne diyeceksin?” Da­ vid’in ses tonu iğneleyiciydi.

sayılmaz,” dedi. Laurel biraz daha yanına sokularak tişörtünün arkasını

“Yapma. Karanlık işte. Üstelik biz yalnızca büronun yerini

çekiştirdi. “Anne, David’le gidip ona bir akşam yemeği ısmar­

belirleyip her şey doğru ve yasal mı diye pencerelerden içeri

layacağım. Birkaç saate kadar döneriz.”

bakacağız. Ama eğer bir pencereyi açık bıraktılarsa, bu benim

Annesi başını kaldırdı, şaşırmış görünüyordu. “Saat dokuzu geçiyor.”

sorunum değil.” “Sen akimı kaçırmışsın.”

. 224 .

.2 2 5 .


KANATLAR

“Olabilir ama sen de burada, yanımdasın.”

APRILYNNE PİKE

“Çünkü saklayacak bir şeyleri var,” diye fısıldadı Laurel. “Biliyordum.”

David gözlerini devirdi. Laurel birden, “İşte Sea Cliff burası!” diye haykırdı. “Far­

“Laurel, sence de burada kalmamız yanlış değil mi? Haydi hastaneye dönüp polisi arayalım.”

larını kapat.” David iç geçirerek arabayı kenara çekti ve farlarını kapadı. Ağır ağır çıkmaz sokağın sonuna kadar ilerlediler ve 1900’lerin başında yapılmış gibi görünen yıkık dökük bir binanın önünde

“Peki onlara ne diyeceğiz? Emlak komisyoncumuzun kart­ vizitindeki adres sahte mi? Bu suç değil ki.” “O zaman annene anlatırız.” Laurel başını salladı. “Satmayı aklına takmış, başka çaresi

durdular. Laurel kartvizitteki numarayı ve kaldırımın kenarındaki bina numaralarını karşılaştırarak, “Burası,” dedi. David şaşkınlık içinde etrafına bakındı. “Burası gördüğüm emlak bürolarına hiç benzemiyor. Terk edilmiş gibi bir hali var.”

de yok. Onun Barnes denilen herifle nasıl konuştuğunu gördün. Adam onu sanki büyülemişti. Yalnızca gülümsüyor ve onun her dediğini kabulleniyordu. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Ayrıca imzaladığı kâğıtlar kimbilir neydi.” Laurel eğilip kendini gizleyerek yandaki kısmen yıkık çı­

“Öyleyse yakalanma olasılığımız çok daha düşük. Haydi gel.”

kıntılardan birinin köşesinden baktı ve David’e el salladı. “Bir

David evin yan tarafına geçtiklerinde ceketine biraz daha

ışık gördüm.”

sarıldı ve dikkatle pencereleri incelemeye başladı. Karanlıktı ve sadece yeni ay vardı ama Laurel üzerindeki açık mavi tişörtle

David hemen koşarak yanma gitti ve çömeldi. Gerçekten de evin arka tarafındaki küçük bir pencereden ışık sızıyordu.

kendini çıplak gibi hissediyor, siyah ceketini arabada bırakma­

Laurel ürperdi.

mış olmayı diliyordu. Ama şimdi geri dönerse de bir daha oraya

“Üşüdün mü?”

dönecek cesareti bulamamaktan çekiniyordu.

Laurel başını salladı. “Ürktüm.”

Burası geniş bir alana yayılmış büyük ve eski, alçak bir bi­ naydı; az sayıdaki daha yeni görünümlü eklentiler ise sonradan inşa edilmiş gibi görünüyordu. Laurel ve David pencerelerden

“Fikrini mi değiştirdin?” “Asla.” Laurel avluya yayılmış dal parçaları ve çöplerin ara­ sından ileri doğru süzüldü. Pencere, yere çömelmiş birisinin

içeri baktıklarında karanlık odalarda yalnızca büyük, gölgeler

içeriyi görebileceği kadar alçaktı. Laurel ve David pencerenin

içinde kaybolan karartılar gördüler. David Laurel’ı rahatlatmak

iki yanma gizlendiler. Gerçi camda jaluzi vardı ama bunlar d»

için, “Eski eşyalar,” diye mırıldandı. Bunlar dışında bina büyük

içerinin kolayca görülebileceği şekilde parçalanmıştı. İçeriden

ölçüde boştu. David, “Burada bir işyerinin olması olanaksız,”

sesler geliyor ve hareket edildiği duyuluyordu ancak pencere

dedi. “Acaba kartvizitinde neden buranın adresini verdi ki?”

kapalı olduğu için tekbir sözcüğü bile anlayamıyorlardı. Laurel

.2 2 6 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

sakinleşmek için birkaç kez derin derin soluk aldıktan sonra içeri bakmak için başını çevirdi. İlk gözüne çarpan heybetli gövdesi ve tuhaf yüzüyle Jeremiah Barnes oldu. Bir masanın başına oturmuş, büyük olasılıkla ertesi sabah annesine imzaya getireceği kâğıtlarla uğraşıyordu. Odada yan yana ayakta duran iki adam daha vardı, duvardaki bir dart tahtasına atış yapıyorlardı. Eğer Barnes iticiyse, bu adamlar kesinlikle iğrençlerdi. Yüzlerinin derisi sanki tam oturmamış gibi sarkıyordu ve dudakları sanki sürekli sırıtıyorlarmışçasına bir yana kıvrılmıştı. Adamlardan birisinin yüzü yara izleriyle ve lekelerle doluydu ve odanın diğer ucunda olmalarına rağmen Laurel adamın bir gözünün siyah diğerininse beyaz olduğunu seçebiliyordu. Diğer adamınsa şapkasıyla bile tam olarak gizleyemediği tuhaf, dik ve düzensiz kırmızı saçları vardı. “Laurel!” David pencerenin öbür tarafından el sallayarak ona odanın Laurel’m bulunduğu tarafını işaret ediyordu. Laurel pencerenin eşiğine sığınarak odaya bir de farklı açıdan baktı. “Tanrım, bu da ne?” Odanın uzak köşesine yarı insan, yarı hayvan bir yaratık zincirlenmişti. Kargacık burgacık yüzü sanki tamamen rastgele yerleştirilmiş et parçalarından oluşmuştu. Şişkin çenesindeki dudaklarının arasından büyük, çarpık dişler sarkıyordu, bunun hemen üstündeki soğanı andıran devasa ve şişkin çirkinlik ör­ neği kabarıklıksa burnu olmalıydı. İnsana benzemiyordu, La­ urel yaratığın omuzlarına ve karnına kumaş parçaları sarılmış olduğunu görebiliyordu. Boynuna bağlanan tasmayla çaresiz, zavallı bir ev hayvanı gibi görünüyordu. Yaratık pis bir döşeğin üzerine kıvrılmıştı, büyük olasılıkla uyuyordu. .2 2 8 *

Laurel yaratığa bakarken tırnaklarını farkında bili* olmadım pencerenin eşiğine geçirmişti. Kesik kesik soluk alıyor, gözleri ıı i yaratıktan uzaklaştıramıyordu. Tam başını çevirebilecek cesaret i bulduğunu düşündüğü anda mavi bir göz açıldı ve onunla göz göze geldi.


ON DOKUZ

Laurel hemen pencereden çekildi. “Bana bakıyordu.” “Sence seni gördü mü?” “Bilmiyorum. Ama gitmeliyiz. Hemen şimdi.” İçeriden boğuk sesler duyuyordu. Dizleri sanki zemine yapışıp kalmıştı. İki adam yaratığa sesini kesmesi için bağırıyordu. Barnes yüksek sesle Laurel’m anlayamadığı bir şeyler söyleyerek onları susturdu. Biraz homurdanmanın ardından birkaç saniye içinde tuhaf yaratığın sesi de kesildi. Laurel yeniden pencereye doğru eğildi ama aynı anda biri­ sinin tişörtünün arkasını çekiştirdiğini hissetti. Arkasını döndü. David başını sallayarak arabayı işaret ediyordu. Laurel bir an durdu, ama henüz tam tatmin olmamıştı. David’e parmağıyla beklemesini işaret ederek yeniden pencerenin yan tarafından içeri bakmak için eğildi. Ve o anda bakışları Jeremiah Barnes’ın öfkeli bakışlarıyla karşılaştı. Laurel evin ön tarafına doğru fırlarken David’e, “Git!” diye fısıldadı. Ancak daha bir adım bile atamamıştı ki bir cam şan­ gırtısı duydu ve büyük bir elin onun ensesinden yakalayarak pencereden pis odaya doğru çektiğini hissetti. Pencerenin tahta .231 •


KANATLAR

çerçevesinin sırtında kırıldığını hissederken kalın, kaba par­ maklar boynuna sarıldı.

APRILYNNE PİKE

Barnes aynı tuhaf, buyurgan sesle sordu: “Peki, bir şey bul­ saydınız ne yapacaktınız?”

Sonra âdeta içeri uçtu. Odanın karşı tarafındaki duvara doğru savrulurken bir an çığlık attı. Başı dönüyordu. O sırada hayal

“Kanıt olarak alacak ve polise götürecektik.” “David!” Laurel bağırdı ama David onu duymuyor gibiydi

meyal hemen yandaki duvara çarpan David’in iniltisini duydu. Oda gözlerinin önünde dönüyor, Laurel kendini toplamaya, bir

“Neden bu kadar endişelendiniz ki?”

noktaya odaklanmaya çalışıyordu. David uzandı ve onu kendine

David yeniden ağzını açtı, açığa vurabileceği o kadar çok

çekti. Laurel, onun omzuna damlayan sıcak kanım hissediyordu.

sır vardı ki. Laurel gözlerini kapadı, içinden özür diledi ve tüm

Nihayet başının dönmesi geçti, oda durdu ve Laurel, Barnes’ın alaycı, iğrenç yüzünü gördü. “Şuraya bakın, kimler gelmiş.” Pis pis sırıttı. “Sarah’nın küçük kızı. Bugün senin marifetlerin hak­ kında öğrenmek istediğimden de fazlasını dinledim.” Laurel karşılık vermek için ağzını açacak olduysa da David

gücüyle David’in yüzüne bir tokat indirdi. “Lanet olsun. Ah. Laurel!” David çenesini elleriyle ovuştu­ rurken, ağzını oynatmaya çalıştı. Laurel rahatlayarak bir oh çekti ve David’in elini sıktı. David yalnızca sersemlemiş görünüyordu.

kolunu sıkarak bunu engelledi. Laurel ensesinden aşağı kalın, şurup kıvamında bir sıvının süzüldüğünü hissediyor, pencere çerçevesinin sırtına ne kadar zarar verdiğini merak ediyordu. “Aferin kızım, Bess!” Barnes tuhaf yaratığın yarı çıplak ba­ şına hafifçe vurarak söyledi bunları. Sonra da Laurel ve David’in yanma çömeldi. Yumuşak ama yine de buyurgan bir sesle, “Neden buradasınız?” diye sordu. Laurel ağzının ona karşı koyma fırsatı tanımadan açıldığını ve sözcüklerin kendiliğinden döküldüğünü hissetti. “Biz... Öğrenmemiz gerekiyordu, senin niçin... Niçin...” Birden kendini kontrol ederek ağzını kapadı ve Barnes’a öfkeyle baktı. “Bir terslik olduğunu düşündük ve buraya bir şey bulabilir miyiz diye geldik,” diye açıkladı David o anda. Laurel gözlerini kocaman açtı. David’e döndü. David daha

“Öğrendiklerim yeterli,” diyen Barnes ayağa kalktı. Kızıl saçlı adam sırıttı, bu öylesine tuhaf bir sırıtmaydı ki Laurel korkudan sinerek David’in göğsüne doğru büzüldü. “Ke­ miklerini kıralım. Biraz egzersiz iyi olabilir.” Laurel, David’in kaskatı kesildiğini hissedebiliyordu, soluğu kesik kesik ve düzensizdi. Barnes başını salladı. “Burada olmaz, burası kartvizitim­ deki adres. Zaten temizlemem gereken yeterinden fazla kan var.” Yeniden çömeldi ve bir David’e, bir Laurel’a baktı. “Yüzmeyi sever misiniz?” Laurel gözlerini öfkeyle kısarak adama baktı ama David onu tuttu.

bir saat önce annesinde gördüğü aynı şaşkın, teslimiyetçi ifa­

“Bence bu akşam Chetco Nehri’nin serin sularında dibi boy­

deyle doğrudan Barnes’m gözlerinin içine bakıyordu. “David,”

lamak ikinize de iyi gelecek.” Barnes ayağa kalkarak David’in

diye tısladı.

omzundan tuttu ve onu ayağa kaldırdı. “Üstünü arayın!” • 232 •


KANATLAR

Diğer iki adam sırıtarak David’in ceplerini boşaltmaya baş­ ladılar; cüzdan, anahtarlar ve bir kutu nane şekeri çıktı. Barnes anahtarları alarak Yaralı Yüz’e fırlattı ve nane şekerleri ile cüzdanı yeniden David’in pantolon cebine soktu. “Böylece cesetleriniz nehirde bulunduğunda polis kimliklerinizi saptayabilir,” dedi

APRILYNNE PİKE

Laurel sıktığı dişlerinin arasından mırıldandı. “Bu yanına kalmayacak.” Barnes yalnızca güldü. Laurel’ın kolunu bırakarak eliııc bu laşan kırmızı lekeye baktı: David’in kanı. “Büyük kayıp!” Elin­ deki lekeyi beyaz mendiliyle silerken öfkeyle haykırdı. “Haydi,

pis pis kıkırdayarak. David sırtından tutmayınca Laurel hemen Barnes’ın üze­

götürün şunları.”

rine atıldı, yüzünü, gözünü ya da erişebildiği herhangi bir yeri tırmalamaya çalıştı. Barnes David’i ortaklarına doğru savurur­

İki adam Laurel ve David’i sımsıkı bağlayarak David’in Civic

ken Laurel’ın kolunu tuttuğu gibi arkasına çevirdi ve öyle bir

marka arabasının arkasına tıktılar.

burktu ki Laurel acıyla haykırdı. Sonra ağzını Laurel’ın kulağına yaklaştırdı ve yüzünü sıvazladı. Laurel’ı öylesine sıkı tutuyordu ki kız geri bile çekilemedi. “Evet, şimdi uslu dur bakalım,” dedi alaycı bir tonda. “Eğer durmazsan kollarını koparırım.” David kendini esir alan iki adamın arasında çırpınıyor, ba­ ğırıyor ve Laurel’a ulaşmaya çalışıyordu ama onun da durumu Laurel’dan iyi değildi. “Sessiz olun!” Barnes’ın gürleyen sesi odayı doldururken oda­ nın çıplak duvarlarında yankıladı. David’in ağzı birden kapandı. “Arabayı alın,” dedi Barnes adamlara dönerek. “Azalea’dan geçip bunları nehre atın. Ayaklarına ağırlık bağlamayı da unut­ mayın,” diye ekledi alaycı bir tonda. Sonra Laurel’ı işaret ederek,

“Şimdi istediğiniz kadar bağırabilirsiniz,” dedi Kızıl. “Nasıl olsa kimse sizi duymaz.” Yolda ilerledikleri sırada şehrin ışıkları zaman zaman ara­ banın içini aydınlatıyor, bu bile Laurel’m David’in yüzünü gör­ mesine yetiyordu. Çenesi dağılmıştı ve en az Laurel kadar yara bere içindeydi. Ama bağırmaya filan çalışmıyordu. “Yeniden bu işi yapmak ne güzel, değil mi?” Yaralı Yüz’ün sesini belki de ilk kez duyuyorlardı. Arkadaşının aksine Yaralı Yüz’ün boğuk ve derinden gelen bir sesi vardı. Bu kaba ve şekil­ siz adamdan çok, eski siyah beyaz filmlerdeki jönlere yakışan bir sesti.

“Bunun cesedinin yarın kâğıtlar imzalanmadan önce ortaya çık­

“Öyle...” dedi Kızıl gülerek. Bu sanki nezle olmuş birisinin

mayacağından emin olmalısınız,” dedi. Güldü. “Aslında ilkba­

pis, hırıltılı gülmesiydi. Laurel midesinin bulandığını hissetti.

harda çıksa ideal olurdu ama yarın olmadığı sürece ne zaman

“Moruk bir şeyler bekliyor diye oturup pineklemekten sıkıl­

bulunurlarsa bulunsunlar. Arabayı orada bırakın. Sakın park

mıştım.”

yerine getirmeyin, kayıp çocukların arabasının büromun yakı­

“Biz ikimiz sürünün en iyilerindeniz. Ama Barnes bize pislik

nında bulunmasını istemem.” David ve Laurel’ı sinsi bakışlarla

muamelesi yapıyor, sanki hiçbir işe yaramazmışız gibi. Şu hale

süzdü. “Geriye yürüyerek dönersiniz. Bu ikinize de iyi gelecek.”

bak, bize bir çocuk bakıcılığı yaptırmadığı kalmıştı!”

• 234.


KANATLAR

“Öyle.” Bir iki dakikalık sessizliğin ardından Kızıl yeniden konuşmaya başladı. “Onları nehre atacağımıza parçalamahydık. Bu sana kendini çok daha iyi hissettirirdi.” “Bu çok güzel olurdu.” Çok alçak tonda olmasına rağmen adam kıkırdayınca arabanın neredeyse her milimini dolduran film yıldızlarına özgü boğuk sesle birlikte Laurel bel kemiğinde soğuk bir ürperti hissetti. Adam arkaya dönerek Laurel ve David’i soğuk, ürpertici bir gülümsemeyle süzdü. İç çekti ve gözlerini yeniden yola çevirdi. “Birkaç günden önce bulunmamaları ge­ rekiyor. Parçalan gizlemek zor, nehirde olsa bile.” Konuşmasına ara verdi. “Emirlere uymamız daha doğru olacak.” “Laurel?”

APRILYNNE PİKE

Yaralı Yüz anlamsız, kayıtsız bir ifadeyle seslendi, “'/aıııauı geldi!” “Bunu yapamazsınız,” diye haykırdı David. “Çenemizi tu­ tarız. Kimseye...” “Şişşt.” Kızıl eliyle David’in ağzını kapadı. “Dinleyin. Du­ yuyor musunuz?” Laurel kulak kesildi. Birkaç kuş ve cırcır böceğinin dışında uzaktan Chetco Nehri’nin şırıltısı duyuluyordu. “Bu geleceğinizin sesi, sizi uzaklara götürmek için bekliyor, haydi.” Adam, David’i zorla ayağa kaldırarak sürükledi. “Ran­ devunuz var, geç kalmanızı istemeyiz.” Esirlerini karanlık patika boyunca sürüklerken adamlardan

David’in fısıldaması bir an için Laurel’m dikkatini dağıttı. “Evet?”

birisi bet ve boğuk bir sesle şarkı söylüyordu. “Ah Shenandoah, seni görmeyi özledim. Çağlaya çağlaya akan nehir.” Laurel çıp­

“Barnes konusunda sana inanmadığım için özür dilerim.”

lak ayağını yerdeki kayalardan birine çarptı ve duyduğu acıyla yüzünü ekşitti. Belki de hayatında ilk kez parmak arası terlikler

“Sorun değil.” “Aslında sana inanmam gerekirdi. Keşke...” Birkaç saniye

yerine gerçek ayakkabılar giymiş olmayı diledi. Sonra ağaçlar aralandı ve Chetco Nehri’nin kıyısına ulaştı­

için sesi kesildi. “Keşke...”

lar. Laurel önlerinden hızla akıp giden köpüklü sulara bakarken

Elinden geldiğince kısık bir sesle, “Daha şimdiden pes edip veda sözleri söylemeyi kes, David Lawson,” diye fısıldadı Laurel. “Henüz her şey bitmedi.”

derin bir soluk aldı. Yaralı Yüz onu yere itti. “Otur şurada,” diye homurdandı. “Birazdan dönerim.” Laurel tutunamadığı için boylu boyunca karnının üzerine

“Öyle mi?” David’in yılgınlığı sesinden anlaşılıyordu. “Ne yapabiliriz ki?”

yere serildi. Çenesi karanlık, nemli toprağın içindeydi. Çok geç­ meden David de hemen yanma uzandı. O anda durumlarının

“Bir şeyler düşüneceğiz.” Araba dönüş sinyalinin ardından

çaresizliği Laurel’ın kafasına dank etti. Bütün bunlar onun ha-

yavaşladı. Laurel artık tekerleklerin bozuk, engebeli bir yolda

tasıydı, bunu biliyordu ama birisinin ölümüne neden olduğu

çatırdayarak ilerlediğini duyuyordu. Şehrin tüm ışıkları geride

için özür dilenemezdi ki?

kalmıştı. Birkaç dakikalık sarsıcı bir yolculuğun ardından adam­ lar arabayı durdurup kapıları açtılar. • 236 •

David, “Sonumuzun böyle olacağı hiç aklıma gelmezdi,” diye mırıldandı.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Benim de. Bu adamların elinden... Sence bunlar ne? Ben...

daha bu garip durumu tam olarak anlamaya fırsat bulamadan

bunların insan olduklarını düşünemiyorum. Hiçbirisinin. Hatta

Yaralı Yüz onu ileri doğru havaya fırlattı. Laurel nehrin ortasına

Barnes’ın da.”

doğru havada süzülürken çığlık attı ve ardından, birden yüzüm*

David iç geçirdi. “Şimdiye kadar hiç bu kadar içtenlikle ka­

çarpan soğuk suyun temasını hissetti. Kaya hızla suyun atına doğru batar ve onu da derin sulara çekerken son anda tam an­

tılmamıştım sana.” Birkaç saniye için konuşmadan sessiz kaldılar. “Sence ne kadar sürer?” diye soran Laurel’ın gözleri hızla akan köpüklere takılıp kalmıştı. David başını salladı. “Bilmiyorum. Soluğunu ne kadar tuta­ bilirsin?” Acı acı güldü. “Sanırım benden daha çok dayanacağın kesin.” Ama gülmesi hemen kesildi ve iç geçirdi. Laurel’ın kafasını toparlaması iki saniye sürdü. “David!” diye seslendi. Kafasında ufak da olsa bir umut belirmişti. “Deneyi anımsıyor musun? Sizin evde, mutfakta yaptığımızı?” Nehrin kıyısında ilerleyen adamların mırıldanmalarını duyuyordu. “Da­ vid, derin ama çok çok derin bir nefes al ve tut,” diye fısıldadı.

lamıyla derin bir soluk almayı bile başaramamıştı. Gürleyen karanlık sular kafasının üstünü kaplarken su buz­ dan iğneler gibi batıyor, tenini sızlatıyordu. Gözlerini açmaya çalışırken David için kulak kesildi. Ve o anda David’in kayası hemen yanı başından kayıp geçti. Kaya aşağıdaki karanlık batak­ lığa doğru inerken neredeyse Laurel’m başına çarpacaktı. David yanından aşağı doğru kayarken Laurel hemen bacaklarını onun göğsüne doladı. Kendi kayasının kollarını aşağı doğru çektiğini hissedince David’e doladığı bacaklannı daha da sıkılaştırdı. Onun derin bir nefes alabildiğini ve soluğunu tutabildiğini umuyordu. Kayaların ürkütücü bir patırtıyla nehrin zemine çakılmaları yalnızca birkaç saniye sürdü. Laurel yukarı baktı ama en ufak

Adamlar ellerinde büyük kaya parçalarıyla geldiler. Laurel’ın daha önce duymadığı bir şarkı mırıldanıyorlardı. Kollarına biraz daha ip dolandı ve düğümlendi. Laurel Yaralı Yüz’ün koluna bağladığı yaklaşık bir deniz topu büyüklüğündeki kayanın ağır­ lığını test ettiğini hissediyordu. Birkaç saniye sonra David de aynı durumdaydı. Yaralı Yüz, “Hazır mısın?” diye sordu.

bir ışık belirtisi bile göremedi. Ancak David’in tam gözlerinin önündeki beyaz yüzünü seçebiliyor, yine de onun bilincinin yerinde olup olmadığını kestiremiyordu. Ağzını David’inkini bulmak için karanlıkta gezdirdi. Onun yüzünün de hareket et­ tiğini hissedince rahatladı. Dudakları birbirini buldu ve Laurel öncelikle David’in soluk verebilmesini sağlamak için dudaklarını onunkilere bastırıp neredeyse mühürledi. David birkaç saniye

Laurel nehre baktı. Ortasına kadar en azından iki yüz metre

soluğunu tuttu ve sonra tuttuğu nefesini geri verdi. Laurel onun

vardı. Ne yani, adamlar onların oraya kadar yürüyeceklerini mi

ne yaptığını anlayabileceği umuduyla ağzını biraz geriye çekti

düşünüyorlardı yoksa? Sanki bu soruyu yanıtlarcasına Yaralı Yüz

ve iplerini kontrol ederek hareket etmeye çalıştı.

Laurel’ı bir kolunun altına aldı, kayayıysa diğer eliyle kaldırarak

Su buz gibiydi ve Laurel acele etmesi gerektiğini biliyordu.

ilerlemeye başladı. Kayayı öyle kolay taşıyordu ki en fazla bir iki

Önce arkasında bağlı olan ellerini önüne alabilmeliydi, yoksa

kilo olduğu sanılabilirdi. Kızıl da aynı şeyi David’e yaptı. Laurel

bu çabaları hiçbir işe yaramayacaktı, eğer ellerini kullanamazsa

. 238 .

. 239 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

David’e yeniden soluk verebilecek kadar yaklaşması mümkün

yalnız yapması gerekiyordu. Yeniden ipi izleyerek kendini ıışnftı

olamayacaktı. Öne doğru eğildi, kollarını kalçasından ve ardın­

David’in kayasındaki düğümü çözmeye çekti.

dan da bacaklarının altından geçirmek istedi ama sırtı bunu

Düğüm tamamen açılana dek üç kez daha yukarı çıkıp soluk

yapabilecek kadar eğilmesine izin vermedi. Kollarını var gü­

vermesi gerekti. Sonuçta düğüm açıldı ama ipin bir kısmı biiyük

cüyle çektikçe bileklerinin derisinin yırtıldığını hissediyor, ama

kayanın altında kalmıştı. Laurel ayağıyla nehrin dibinden güç

David’in soluğunu daha uzun süre tutamayacağını da biliyordu.

almaya çalışarak kayayı hafifçe kaldırıp ipi kurtarmaya çalıştı.

Eğilmek için kendini biraz daha zorlayınca bel kemiği sızladı

Ayağı kaydı, terliğinin buzlu suya girerken ayağından çıkma­

ama o daha da zorladı.

yan tekini de çıkarıp attı. Çıplak ayak parmaklarıyla kayanın

Vücudu isyan ediyordu ama sonunda ellerini dizlerinden kaydırmayı başardı ve ayakları serbest kalır kalmaz çılgınca­ sına David’i aramaya başladı. Bulur bulmaz kollarını boynuna geçirdi ve ağzını ona dayadı. Karşılıklı olarak defalarca soluk alıp verdiler. Bu arada Laurel ne yapacağına karar vermeye ça­ lışıyordu. David’in akciğerine güçlü bir soluk verip ardından yeniden uzaklaştı. Kendisini kayaya bağlayan ipe tutundu, ken­ dini zemine çekti, uyuşmuş parmaklarıyla nehrin dibinde sivri bir şeyler araştırdı.

girintilerine daha iyi tutunmayı başardı, tüm gücüyle kayaya yüklenerek biraz kaydırmaya çalıştı. Kayanın hareketlenmeye başladığım hissedince daha da güçlü itti. Kaya birden yerinden oynadı ve Laurel’ın ayağı kayaya sürünerek kaydı. İp iyice geri­ lirken Laurel akıntıya kapılıp sağa sola yalpaladı. O anda akıntıya kapılan David’in beyaz silüeti hızla yanın­ dan geçti. O kadar hızla kayıp gitmişti ki Laurel onu yakalamayı deneyemedi bile. Gözden kaybolması yalnızca bir saniye sürdü ve ondan geriye yalnızca birkaç kabarcık kaldı. David gitmişti ve Laurel kendini aptal gibi hissediyordu.

Ne var ki nehir çok hızlı akıyordu. Bu durumda bir zamanlar

Bunu çok daha iyi planlamış olması gerekirdi. Çaresizlik içinde

sivri olan bir şey bile çoktan aşınmış, kaygan, düzgün bir yüzeye

çılgıncasına karanlığa bakarken tek düşünebildiği David’e en

dönüşmüş olmalıydı. Biraz daha soluk vermek için kendini yukarı

son nefes vermesinin üzerinden uzun bir süre geçtiği ve onun

çekti ama bu kez David’in ipini izledi. Sonra yeniden aşağı indi.

dayanamayacağıydı.

El yordamıyla kayanın etrafındaki ipin düğümünü yakaladı ve ağır ağır çekerek ipin bir ucunu serbest bıraktı.

Panik, düşüncelerine hâkim olmaya başlamıştı, Laurel bu duygunun esiri olmamaya çalıştı. Hava eksikliği yavaş yavaş

Birkaç denemenin ardından yeniden nefes vermek için

göğsünü sıkıştırmaya başlamıştı ama o anda hissettiklerinin

David’in yanma yüzdü. David de tıpkı kendisinin biraz önce

yanında bu çok önemsiz sayılabilirdi. Ayağının derisi David’in

yaptığı gibi ellerini önüne almaya çabalıyordu. Ama Laurel ka­

kayasını iterken soyulmuş, çaresizlik içinde akıntıyla boğuşurken

dar esnek değildi ve pek bir ilerleme kaydedememişti. Derin bir

gerilen ipler bileklerini kesmişti.

soluğun ardından David yeniden kollarını kurtarmaya çabaladı

Gözlerini kapadı ve bir an için annesi ile babasını düşündü.

ama yine buna yaklaşamadı bile. Laurel dişlerini gıcırdattı, bunu

Yeniden soğukkanlılığını kazanmaya çalışıyordu. Annesinin bil-


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

tün ailesini bir anda kaybetmesine izin vermeyecekti. Laurel

birden ayaklarının yere değdiğini hissetti, doğrulmaya çalıştı

elini elinin üstüne koyarak, ağır ağır kendi ipinde kayarak ka­

ama ayakları ona itaat etmedi. Suyun gücüyle sürükleniyor ve

yasına indi. Bu David’de işe yaramıştı. O anda kurtulmak için

o kontrol kazanmaya çalışırken kolları ve bacakları kıyıdaki

tek yapabileceği buydu. Soğuk nedeniyle parmakları biraz daha

kayalara çarpıyordu.

uyuşmuş ve katılaşmıştı. Ayrıca Yaralı Yüz de işini arkadaşın­

Sonra birden başının üzerinden bir şeyin geçtiğini ve oıııı

dan çok daha iyi yapmış olmalıydı. Düğümü çözmekte çok daha

suyun derinliklerine çektiğini hissetti. Laurel yine başladıkları

fazla zorlandı, Laurel’ın göğsü ipleri çözdüğü sırada daha önce

işi bitirmeye kararlı o iki adamın eline geçtiği düşüncesiyle in­

hiç hissetmediği güçlü bir acıyla kasılıyordu.

ledi. Ancak kalın halka beline geçti, onu önce aşağı sonra yukarı

Üstelik işin zor kısmı hâlâ bekliyordu. Basacak uygun bir yer bularak kayayı itti, onun kolayca

doğru çekti ve sudan çıkardı. Acımasız kayalardan uzağa. “Seni buldum,” dedi David akıntının sesini bastıracak şe­ kilde. Hâlâ bağlı olan ellerini Laurel’ın beline geçirmişti ve sığ

hareketlenmesini diledi. Ama kaya kıpırdamadı bile. Talihsizliğine lanet ederken suyun içinde bile gözleri doldu. Fazlasıyla değerli birkaç saniyesini ipini engelleyen birkaç küçük kayayı hareketlendirmek için harcadı ve bu arada soyulmuş, sız­ layan ayağını daha da zedeledi. Sonra tüm gücüyle itti ve gözleri neredeyse tamamen kararırken birden kaya kaymaya başladı. Laurel ellerinin yönünü değiştirerek yeniden itti. Böylece kalan son soluğunu da harcadı. Sonra birden bir bez bebek gibi akıntıya kapılıp sürüklen­ meye başladı, ne yöne savrulduğunu bile kestiremiyordu. Ça­ resizce çırpınıyor, bulanık suda dayanmaya çalışıyordu. Ayağı hızla bir kayaya çarptı ve o anda dayanılmaz bir acı duydu. Bunu umursamayarak bacaklarını büküp kayaya dayandı ve gi­ derek kaybolan gücünü sonuna kadar toplayarak kendini suyun yüzeyine doğru itti. Tam dayanabilecek bir saniyelik gücü bile kalmadığını düşündüğü bir anda yüzü suyun yüzeyini aşarak dışarı fırladı ve bir an için hava soluyabildi. Ne var ki akıntı onu hâlâ sürüklüyordu. Kıyıya doğru gitmeye çalışıyordu ama artık vücudunun hiç gücü kalmamıştı. Sonra . 242 •

sularda bata çıka sahile doğru sürükledi. Onu bırakmadan önce nehirden ve kenarındaki sazlıklardan birkaç metre ileriye kadar sürükledi. Orada yan yana yatıp soluk almaya çalıştıkları sırada Laurel David’in dişlerinin birbirine çarptığını duyuyordu. “Tanrım, sana şükürler olsun,” diye mırıldandı David, Laurel’a doladığı kollarını gevşetirken.


YİRMİ

Dakikalar geçmesine rağmen ikisi de kendinde hareket edecek gücü bulamıyordu. David kollarını Laurel’dan kurtarırken tüm vücudu soğuktan zangır zangır titriyordu. “Seni bir daha hiç göremeyeceğimi düşünmüştüm,” dedi. “Kollarımı ön tarafa ge­ çirip de saatime bakabildiğim andan sonra bile yaklaşık on beş dakika suyun altında kaldın.” On beş dakika ! Laurel kendi yerine önce David’in kurtul­

masını sağladığı için mutluydu. Yoksa yalnızca beş dakikadan sonra ölmüş olacaktı. “Sahile nasıl çıktın?” David bitkin bitkin gülümsedi. “Çok çok inatçı olmam sa­ yesinde. Aslında bunu başaracağımdan emin değildim. Ama akıntıya rağmen yüzmeye çalıştım. Çırpınmayı ve fırsat bul­ dukça soluk almayı sürdürdüm ve böylece sığ sulara ulaştım.” Omuzları birbirine değecek kadar eğildi. “Senin nerede olduğunu bilemiyordum. Nehir o kadar karanlıktı ki nerede bağlı olduğunu bile kestiremedim. Yalnızca kıyı boyunca ileri geri yürüdüm ve senden ufak da olsa bir işaret, bir iz aradım.” Laurel, “Peki ya o iki haydut kıyıda bekliyor olsaydı?” diye çıkıştı. .245 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

David yumuşak bir sesle, “Bu isteyerek göze aldığım bir

Beyaz sandalete bakmak bile Laurel’ın midesini bıılıındırı

riskti,” dedi ama aynı anda belirgin bir şekilde ürpererek titredi.

yordu. Ayaklan zonkluyordu ama yeniden o ayakkabılın ı niy

Laurel ağır ağır doğrularak ayağa kalktı.

menin düşüncesine bile katlanamazdı.

“Bir şekilde seni ısıtmalıyız. O kadar suda kaldıktan sonra hipotermiye yakalanmış olabilirsin.” “Peki ya sen? Sen benden daha fazla kaldın.” Laurel başını salladı. “Ben sıcakkanlı değilim, anımsamıyor musun? Haydi, sivri bir şeyler bulup şu ipleri keselim.” Eğildi ve eliyle toprağı yoklamaya başladı. “Hayır. Haydi, arabaya dönmeye çalışalım. Orada bıçağım var. Çok daha az vakit alır.”

“Hayır,” dedi kararlılıkla. “Suya at.” Ayın rehberliğinde ağır ağır patika boyunca ilerlediler. İki kez geri dönüp yeniden başlamaları gerekmiş olsa da yarım saate kalmadan David arabanın yanma diz çökmüş, çamurluktaki yedek anahtarı bulmaya çalışıyordu. “Anneme bunu buraya koymanın çok aptalca bir fikir olduğunu söylemiştim,” dedi David. Titriyor, dişleri birbirine çarpıyordu. “Yine de bana günün birinde bunu buraya koyduğu için ona minnettar olacağımı söylemişti.” Gümüş renkli anahtarı çıkararak, titreyen parmaklarının arasında tuttu.

“Bulabilecek misin?”

“Tabii tam olarak bunu kastettiğini hiç sanmıyorum.” Anahtarı

“Umarım, yoksa nehirden kurtulmuş olmamızın bir anlamı

bagaj kapısına soktu ve bir klik sesinin ardından bagaj kapağının

kalmaz.” Ağır adımlarla yorgun argın dakikalarca ırmağın yukarısına doğru yürüdükten sonra tanıdık görünen bir yere vardılar. “İşte

açılmasıyla ikisi de rahat bir soluk aldı. “Eve döndüğümde ona çiçek alacağım,” diye kendi kendine söz verdi David. “Ve tabii çikolata da.”

şurada,” dedi Laurel ilerideki bir noktayı işaret ederek. Kıyıda,

Hemen ilk yardım çantasını buldu ve içindeki küçük çakıyı

sakin beyaz suda, akıntıyla birlikte hafifçe kımıldayan beyaz

çıkardı. Kalın ipleri kesmeleri birkaç dakikalarını aldıysa da

sandaletini görebiliyordu.

bu, kayayla parçalamaya çalışmaktan binlerce defa daha iyiydi.

“Yaralı Yüz beni kucakladığında düşürmüş olmalıyım.” David durup sandalete baktı. “Bunu nasıl yaptılar, Laurel? Adam beni tek eliyle havalandırdı.” Laurel başıyla onayladı. “Beni de.” O an için o iki kayanın ne kadar ağır olduğundan söz etmek gelmemişti içinden. “Araba şu tarafta olmalı,” diyerek başıyla ağaçların arasındaki patikayı işaret etti. Nehri arkalarında bırakmak ve bir daha da hiç gör­ memek istiyordu. David sandaleti kaldırarak, “Bunu istiyor musun?” diye sordu.

Arabanın ön koltuğuna geçtiler. David hemen arabayı çalıştırdı, kaloriferi sonuna kadar açtı ve ellerini havalandırma deliklerine tuttu. Bu arada halen yaş olan giysilerini de kurutmaya çalışıyordu. Laurel, “Gömleğini çıkarıp benim ceketimi giymelisin,” dedi. “Pek kalın değil ama hiç değilse kuru.” David başını salladı. “Bunu yapamam. Ona senin ihtiyacın var.” “Benim vücudum içinde bulunduğu sıcaklığa uyum sağlıyor, bu her zaman böyle oldu. Isınması gereken sensin.” • 247.


KANATLAR

David’in ikilemde kalıp şövalye ruhu ile ısınma gereksinimi arasında bocalarken yüzünün asıldığını gördü. Laurel gözlerini devirerek hışımla arka koltuktaki ceketi aldı. “Giy şunu,” diye emretti. David önce tereddüt ettiyse de birkaç saniye sonra kendi ıslak gömleğini çıkararak yerine ceketi giydi. “Arabayı kullanabilecek misin?” David burnunu çekti. “Bir polis merkezi buluncaya kadar kullanabileceğimi sanıyorum. Bu işe yarar mı?”

APRILYNNE PİKE

Öylesine bitkindi ki bir ayağını diğerinin önüne koymakta bile* zorlanıyordu. “Tamani?” diye seslendi yavaşça. Karanlık, sessiz gecede sesi sanki doğaüstüymüş gibi yankıladı. “Tamani? Yardımına ihtiyacım var.” Tamani hemen o anda yanında o kadar yavaş yürümeye başlamıştı ki Laurel onu konuşuncaya kadar fark bile edemedi. “Arabadaki çocuk David’di, değil mi?” Laurel yürümeye ara vererek durdu ve gözlerini onun göz­

Laurel David’in vitesteki elini tuttu. “Polise gidemeyiz.”

lerine dikti. O akşam üzerinde zırhı yoktu, uzun kollu siyah

“Neden? İki adam bizi öldürmeye çalıştı. İnan bana, bu tam

bir gömlek ve karanlıkta dikişsiz gibi görünen, siyah, dar bir pantolon giymişti. Gece öylesine karanlıktı ki Laurel ancak onun

polislik olay.” “Bu polisi aşan bir konu, David. İki adamın bizi nehre nasıl attığını unuttun mu, sanki hiç ağırlığımız yokmuş gibi fırlattılar. Sence bir iki polis onlara karşı ne yapabilir ki?” David pedometresine baktı ama bir şey demedi. “Onlar insan değil, David. Ve insan olan birisi onları dur­ durmaya kalkışırsa onun canına kıyarlar.” “Peki öyleyse ne yapacağız?” David’in sesi sertti. “Onları yok sayıp kuyruğumuzu bacaklarımızın arasına sıkıştırıp eve

profilini, yüzünün yumuşak ve olağanüstü güzellikteki hatla­ rını seçebiliyordu. Aslında onun kollarına atılmak istiyordu ama kendini tuttu. “Evet, David’di.” Tamani’nin bakışları yumuşak ama meraklıydı. “Neden onu yanında getirdin?” “Başka şansım yoktu.” Tamani tek kaşını kaldırdı. “En azından ona arabada kal­ masını söylemişsin.”

mi döneceğiz?” “Hayır,” dedi Laurel kısık sesle. “Tamani’ye gideceğiz.”

“Elimden geleni yapıyorum, Tamani. Ama inan bu gece bu­ raya gelmemin tek yolu buydu.”

Ağaçlık alanın sınırından geçip ormanın bildik huzurunu hisseden Laurel’ın gözlerinden birkaç damla mutluluk gözyaşı süzüldü. Yüzüne düşen arapsaçına dönmüş saçlarını geriye itti ve de­ reye giden dar patikada topallayarak ilerledi. Bu arada çaresizce parmaklarıyla saçlarını taramaya çalıştı ama başarılı olamadı. .2 4 8 .

Tamani iç çekerek yolun gerisine, Laurel’m David’i arabada bıraktığı yere baktı. “Seni gördüğüme çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Ama bu gece bunun için uygun değil, orman peri dolu.” “Neden buradalar?”


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

“Son zamanlarda bu bölgede çok sayıda düşmanca girişim

ve Laurel’ın yüzünü bir o yana bir bu yana döndürdü. Som a kol

oldu. Nedenini bilemiyoruz. Tek söyleyebileceğim bu.” Aceleyle

ve bacaklarını inceledi, karşılaştığı her sıyrık ve kesikte kendi

yolun gerisine bir göz attı. “Haydi, biraz daha içerilere gidelim.”

kendine mırıldanıyordu. Sonra yavaşça Laurel’ın bacağını kuca­

Laurel’m elinden tuttu ve patikada ilerledi. Ancak Laurel daha ilk adımını attığı anda sıyrılmış ayağına bir dal parçası battı. Bacağına saplanan büyük acıyla haykırdı. “Lütfen dur!” Sesi, boğazı sıkılan bir insanın yalvarışından farksızdı

ğına aldı. Laurel, Tamani parçalanmış ayak tabanlarına sıcak bir şey sürerken lavanta ve ylang-ylang’ın çok iyi bildiği kokusunu duydu. Bir an için ayak tabanında bir sızlama ve hatta yanma duydu ama ardından bunlar geçti, soğudu ve acı yatıştı.

ama Laurel o gece utanç hissedecek durumda değildi. Tamani durup döndü. Laurel’ın gözlerinden yaşlar boşalıyordu. “Ne oldu?” Laurel bir türlü gözyaşlarına engel olamıyordu. O gece ya­ şadığı tüm korku ve panik, Chetco Nehri’nin akıntısı gibi bir anda üstüne atıldı ve nefes almaya çalıştı. Tamani’nin onu sarmalayan kollarıyla birlikte soğuk havaya rağmen göğsünde bir sıcaklık hissetti. Tamani sırtını yukarı aşağı okşuyordu. Derken eli pencerenin kestiği yaraya geldi ve Laurel kendini tutamayarak inledi. Tamani elleriyle saçlarını okşarken kulağına eğilerek, “Ne oldu sana?” diye sordu. Laurel denge sağlayabilmek için iki eliyle birden Tamani’nin

Tamani görebildiği tüm yaraları tedavi ettikten sonra, “Başka bir yerinde de yara var mı?” diye sordu. “Sırtımda.” Laurel yan dönerek gömleğini kaldırdı. Tamani’nin soluğu bir anda hafif bir ıslığa dönüştü. “Bu çok kötü. Bağlamam gerekecek.” “Canım yanacak mı?” Laurel küçük kürenin sıcaklığının ağır ağır bedenini sarmaladığını hissediyordu. “Hayır, ama birkaç gün, iyileşme aşamasında dikkatli olman gerekecek.” Laurel başıyla onaylayarak yanağını Tamani’nin koluna dayadı.

gömleğinin ön kısmını kavradı. Tamani eğildi ve kollarım altın­

Tamani parmaklarıyla derin yara üzerinde çalışırken, “Bu

dan geçirerek Laurel’ın ağrıyan bacağını kaldırmasına yardımcı

nerede oldu Laurel?” diye sordu. “Periler asla sakar değillerdir.”

oldu ve onu kucakladı. Laurel gözlerini kapadı, Tamani’nin zarif,

Laurel yanıt vermeye çalışırken dilinin ağırlaştığını, hatta

asla ses çıkarmayan adımlarının hoş ritmiyle hipnotize olmuştu. Tamani patikada birkaç dakika yürüdükten sonra onu yerdeki

dönmediğini hissediyordu. “Bizi öldürmeye çalıştılar. David ve beni.”

yumuşak bir noktaya bıraktı. Bir kıvılcım parladı ve Tamani pirinçten yapılmış, beysbol topu büyüklüğünde bir küre çıkardı. Küçük açıklık, kürenin minik deliklerinden sızan yüzlerce titrek ışıkla hoş bir parıltıyla doldu. Tamani sırtındaki çantayı indirdi ve Laurel’m hemen yanma çöktü. Hiçbir şey söylemeden parmağını çenesinin altına koydu

“Kim?” Tamani’nin sesi yumuşaktı ama Laurel bu sözcüğün gerisindeki yoğun ilgiyi ve merakı sezebiliyordu. “Bilmiyorum. İğrenç birileri, insan dışı yaratıklar. Annemi bu araziyi satması için kandırmaya çalışanlar.” “İğrenç mi?” .251 .


KANATLAR

Laurel başını sallayarak onayladı. Ona babasından ve Jeremiah Barnes’tan bahsederken gözlerini kapadı, sözcükler sanki

APRILYNNE PİKE

“Uyudun mu?” Tamani başını salladı. “Yapacak çok iş var.”

iç içe geçiyordu. “Ama...” “Toksin mi?” Gözleri büyüyen ve sesi giderek kaybolan Ta­ mani sözlerini üzerine basarak yinelemişti. Laurel teni gün ortası güneşine tutulmuşçasına ısınırken

“Merak etme, ben iyiyim. Çok daha kötülerini yaşadım.” Gülümsemesi kayboldu ve dişlerini sıktı. “Haydi, gitme zamanı.”

derin bir soluk alarak asıl en önemli mesajı iletti: “Belgeler yarın

Laurel doğrulup oturdu. “Nereye?”

imzalanacak.”

“Onlar babanı öldürmeyi başaramadan trollere karşı önlem

Birkaç saniye sonra kendine sarılan kolun sıcaklığım hissetti ve Tamani yanağını saçına dayadı. “Haydi, uyu,” dedi fısıldayarak. “Sana hiç kimsenin zarar vermesine izin vermem.”

almaya.” “Troller mi?” Laurel başını salladı. Yanlış duymuş olmalıydı. Çok çabuk doğrulmuştu, bunun nedeni bu olmalıydı. “Babam mı? Ona yardım edebilir misin?”

“D... David, o bekliyor...”

“Bilmiyorum. Ama öncelikle trolleri bertaraf etmeliyiz, yoksa

“Hiç endişelenme.” Tamani hafifçe kolunu okşadı. “O da uyuyor. Shar onun güvende olmasını sağlayacak. İkinizin de şu anda dinlenmeye ihtiyacınız var.”

bunun bir anlamı olmaz.” Tamani başını yavaşça yan tarafa çe­ virdi. “Haydi Shar, ortaya çık. Orada durup beni dinlediğini biliyorum.”

Laurel’ın o anda tek yapabildiği başını sallayarak Tamani’nin göğsüne gömülmek ve her şeyi kafasından silmek oldu.

Ağacın arkasından başka bir genç adam çıktı. Genç adam öylesine yapılıydı ki Laurel gözleriyle görmemiş olsa onun o

Uyanıp ağır ağır gerinerek sırtüstü döndüğünde zarif parmaklar yumuşak hareketlerle saçlarını okşuyordu. Laurel gözlerini açtığı anda karşısında Tamani’yi gördü. Tamani yumuşak bir gülümsemeyle, “Günaydın,” dedi. Baş

ağacın arkasına saklanabileceğine inanamazdı. Tıpkı Tamani kadar kendinden emin, güvenli bir duruşu vardı ve gözleri de aynı yeşillikteydi. Onun da saçlarının dibi yeşildi ama kalan kısmı uzun ve kumraldı. Saçları arkasında toplanmıştı. Shar da Laurel’ın hâlâ Tamani’de bile görmeye alışamadığı kusursuz bir

uçundaydı. Laurel da gülümsedi. O anda gözleri gökyüzündeki yıldız­

güzellikteydi, yüz hatları Tamani’ye göre daha keskin ve sertti.

lara ve ağacın dallarından birine asılı küçük lambaya takıldı.

Tamani’den daha uzundu, ince bacakları, güçlü kolları ve geniş

“Sabah oldu mu?”

bir göğsü vardı.

Tamani güldü. “Henüz sabahın çok erken bir saati, ama evet, gün ağarıyor.”

“Laurel, Shar. Shar, Laurel.” Tamani diğer periye bakmadan gerekli tanıştırmaları yaptı.

.252

.

. 253 .


KANATLAR

Laurel gözlerini açmış merakla ona bakıyordu ama Shar kollarını göğsünde kenetleyerek başını sallamakla yetindi. Sırtını ardından çıktığı ağaca dayamış onları dinliyordu.

APRILYNNE PİKE

“Sana güveniyorum Tamani ama bunu gizleyemeyeceğini i biliyorsun.” İki genç adam bir dakika süreyle birbirini süzdü. Sonra,

“Araziyi satın almaya çalışanların troller olduğunu tahmin

“Öyle olsun,” diyen Tamani, Laurel’a döndü. “Sana çok özel bir

etmem gerekirdi. Tanımladığın yaratıklar onlardan başkası ola­

şeye bekçilik ettiğimi anlatmıştım. Bu alıp götürebileceğim bir

maz. Kâğıtlar imzalanmadan önce bu işi halletmeliyiz.”

şey değil, bunun için de bu arazi bu kadar önemli. Burası periler

“Troller mi? Yani gerçek troller mi? Ciddi misin? Ama ne­ den... troller bu araziyi almaya çalışsınlar ki? Yalnızca siz burada yaşadığınız için mi?” Tamani Laurel’a dönmeden önce omzunun üstünden bir an için Shar’a baktı. “Hayır. Geçit burada olduğu için.” “Geçit mi?” Shar homurdandı. “Tamani, çok ileri gidiyorsun.” Tamani birden döndü. “Neden? Yani sence tüm periler ara­ sında özellikle de onun bunu bilmeye hakkı yok mu?” “Bu yalnızca senin karar verebileceğin bir şey değil. Konuyu fazlasıyla kişiselleştiriyorsun.” “Zaten kişisel.” Tamani’nin sert sesinde hüzün vardı. “Her zaman da öyle oldu.” Shar ısrarını sürdürdü. “Plana bağlı kalmalıyız.” “Plana tam on iki yıldır bağlı kaldım, Shar. Ama trollerin birkaç saat içinde bu arazinin resmen sahibi olacakları ve uğruna çaba harcadığımız her şeyi mahvedecekleri planda yoktu.” Susup ısrarlı bakışlarla arkadaşını süzdü. “Olaylar değişti ve onun nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızı bilmek hakkı.”

diyarına geçişin bulunduğu yer. Avalon’un geçidinden önceki son engel.” “Avalon mu?” Laurel derin bir soluk aldı. Tamani başıyla onayladı. “Yeryüzünde oraya giden sadece dört geçit var. Bu geçitler yüzlerce yıl önce açıldı. O zamandan beri de bir sır olarak saklanıyor ve varlıklarını bilenler tarafından korunuyor. Ama asıl sorun onların varlığını çok bilen olması. Zamanın başlangıcından bu yana troller Avalon’u ele geçirmek istediler. Orası doğanın hiçbir kaynağını esirgemediği, olağanüstü bir yeryüzü parçası. Altın ve elmas orada taş ve dal kadar doğal. Onların bizim için dekorasyonun ötesinde hiçbir değerleri yok.” Tamani gülümsedi. “Parlak şeylerden hoşlandığımızı biliyorsun.” Laurel yıllar önce yatak odası penceresinin önüne astığı cam prizmayı anımsayarak güldü. “Ben de bunun benim kişisel tercihim olduğunu sanıyordum.” “Şimdiye dek bundan hoşlanmayan bir periye hiç rastlama­ dım,” dedi Tamani gülerek. “Troller her zaman insanların dün­ yasında para yedirerek kendilerine yer edinmeyi denemişlerdir. Bazı troller tüm yaşamlarını hazine avcılığına bağlamışlardır ve Avalon da ulaşılabilecek en büyük hazine. Orası asırlarca trollerin istila edip bizleri yok etmeye çalıştıkları bir savaş alanı, öliim ve*

“Kraliçe bundan mutlu olmayacaktır.”

yıkımın kol gezdiği bir yer oldu ama periler her zaman evlerini

“Kraliçe hükümdarlık döneminin büyük kısmında beni mutsuz

kahramanca savundular. Ancak Kral Arthıır’ıııı lıiikiiıııdıırlıRı

etmekle uğraştı. Bence artık bazı şeylerin değişme zamanı geldi.”

sırasında her şey değişti."


KANATLAR

“Kral Arthur mu? Yani bildiğimiz Kral Arthur mu? Benimle dalga geçiyorsun.”

APRILYNNE PİKE

Shar homurdanıyordu ama Tamani ona aldırmadı bile. “İşte bunun için bu arazinin trollerin eline geçmemesi bu ka­

“Asla. Tabii tüm öykülerde olduğu gibi onunla ilgili olanlarda

dar önemli. Geçişler yok edilemez ama onları koruyan kapı yok

da doğru olmayan taraflar var. Eğer bir sır saklamak istiyorsan

edilebilir. Ama eğer kapı yok edilirse Avalon herkese açılmış olur.

bunu insanların hikâyesi haline getir. Sadece yüz yıl içinde ku­

Ülkemiz yeniden bir savaş ve yıkım alanına dönüşür. Trollerin

laktan kulağa iletirken bunu öylesine altüst ederler ki artık hiç

Camelot’tan aldıkları korkunç intikam konusunda bilgimiz var,

kimse gerçeği yalandan ayırt edemez olur.”

eğer bir yolunu bulup Avalon’a girebilirlerse aynı kaderin bizi

“Gücenirdim ama şimdiye kadar bunun doğru olduğunu öğrendim.” Tamani omuz silkti. “Peki, Kral Arthur ne yaptı?” “Genel anlamda büyücü Merlin’in yaptıklarım. Arthur, Merlin ve Oberon...” “Oberon mu? Shakespeare’in bahsettiği Oberon mu?”

de beklediğini düşünebiliriz.” “Peki ama neden şimdi? Annem daha önceden de bu araziyi satmak istemişti. Yıllarca önce de alabilirlerdi.” Tamani başını salladı. “Nedenini bilmiyoruz. Doğrusunu istersen öğrenmekten bile korkuyorum. Troller kaybetmekten nefret ederler. Kazanacaklarından emin olmadıkça harekete geç­ mezler. Belki de ancak şimdi gerçekten büyük bir grup oluşturmayı başardılar. Belki... Belki...” İç çekti. “Bilmiyorum. Ama kendi­

“Shakespeare onun adını ilk dile getiren kişi değildi ama evet,

lerine üstünlük sağladığını düşündükleri bir sırları var. Bunun

Periler Kralı Oberon. Oberon, Arthur ve Merlin’le birlikte kimin

ne olduğunu bulmadıkça, onları anlama konusunda şansımız

eline geçerse her savaşı kazanabileceği sihirli bir kılıç yarattı.”

olamaz.” Tamani sözlerine kısa bir ara verdi. “Bu arada onların

“Excalibur,” dedi Laurel bir solukta. “Kesinlikle. Oberon, Arthur ve Merlin hep birlikte trollere karşı, onları sonsuza dek buradan sürmek için tarihin görebileceği

bu kapının nerede olduğunu bildiklerini de sanmıyorduk.” “Neden? Kapılar yapıldığından beri içeri girmeye uğraş­ mıyorlar mı?”

en güçlü ordunun başına geçtiler. Periler, Arthur ve şövalyeleri,

“Tek söyleyebileceğim Avalon’dan sağ olarak kurtulmayı ba­

Merlin ile üç gözdesi ve Oberon’un kendisi. Trollerin bu orduya

şaran trol sayısının çok çok az olduğu. Çok uzun yıllar boyunca

karşı hiçbir şansları yoktu. Periler Avalon’u trollerden temizlediler

hayatta kalmayı başaran bu trollerin kapının aşağı yukarı ne­

ve Oberon onların geri dönme olasılığına karşı geçitler tasarladı.

rede olduğunu bilebileceklerinden kuşkulanıldı, kimbilir belki

Ama bu bir kış perisi için bile bir bitkinin kaldırabileceğinden

de bildiklerini sonraki nesillerle aktardılar ama şimdiye kadar

çok daha fazla sihir gerektiriyordu. Tarihin en büyük peri kralı

tam olarak doğru yerini saptayamadıkları da bir gerçek.”

benim nöbet tuttuğum geçidi yapma uğruna yaşamını feda etti.” “Bütün bunlar o kadar inanılmaz ki.” “Bu senin tarihin,” dedi Tamani “Senin mirasın.”

“Peki ya bulurlarsa?” “Bulurlarsa onları öldürürüz. Bizim burada olmamızın ne deni bu. Ama işin asıl kötü yanı bu değil, olabilecekler bununla

. 25 7 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

sınırlı değil. Eğer bu araziyi almayı başarırlarsa, belirli bir in­

sağlıyor. Bunu sık kullanmam olanaksız, yoksa hücrelerin farkı

şaat projesiyle üzerimize bir insan ordusu gönderebilir ve biz

algılayacaktır, ama acil durumlarda işe yaradığı kesin. Yine de...”

insanların dikkatini çekmeden trolleri öldürmeyi başaramadan

dedi yeniden çantasına elini sokarak, “belki bunlar da işine yarar.”

önce her şey yıkılmış olur. Kapılar çok güçlü ama aşılmaz değil.

Ardından Laurel’a üzerindeki giysiye tam uyan bir çift yumuşak

Birkaç buldozer ve biraz patlayıcı madde onları yıkmaya yeterli

bağcıklı ayakkabı uzattı.

olabilir. Ayrıca bu olmasa bile kapı ortaya çıkacaktır.”

Laurel ayakkabının iplerini bağlarken Shar ileri doğru bir

Laurel, “Babamı hastalandıran da onlar mı?” diye sordu.

adım atıp elini Tamani’nin omzuna koydu. “Size iyi şanslar. Des­

Tamani onu uzun uzun süzdü, gözlerinden öfke fışkırıyordu.

tek birliği istedim, bir saat içinde burada olurlar.”

“Öyle olduğunu sanıyorum. Ayrıca yine inanıyorum ki bu toksin yüzünden...” Shar boğazını temizleyip Laurel’a döndü. “Tamani konuş­ mayı sever ama eminim sen de zamanımızın çok az olduğunun farkındasındır.” Tamani dudaklarını büzdü ve gökyüzüne baktı. “Çok uzat­ tım. Gitmemiz gerekiyor. Gün ağarırken onları yakalamalıyız.” “Neden?” “Troller gecelerin yaratıklarıdır, güneş çıkınca uyumayı yeğlerler. Eğer kendi günlerinin sonunda yakalarsak yorgun ve halsiz olacaklardır.” Laurel başını salladı. Yeniden gerindi, çekinerek ayağa kalktı ve büyük bir dikkatle ayağının gücünü test etti. Şaşırtıcıydı ama ayağı tamamen normale dönmüştü. Ne yorgunluk ne de sızı hissediyordu, tüm vücudu kendini yenilemişti. Laurel, “Bunu nasıl başardın?” diye sordu. Tamani gülümsedi ve lambayı işaret etti. “Sihir görmek istediğini söylemiştin.” Laurel küçük, pirinç küreye baktı. “O ne yaptı ki?” “Küre yapay güneş ışını etkisi yapar. Sanki güneşe çıkmışsın gibi vücudunun kendi kendini onarıp yeniden canlandırmasını

Tamani, “Umarım onlara ihtiyacın olmaz,” dedi. “Eğer karşımızdakiler gerçekten trollerse ve senin kuşku­ landığın kadar bilgiye sahiplerse, sanırım bu yörenin çok daha fazla sayıda muhafızın gözetimine ihtiyacı olacaktır.” “Son birkaç haftayı düşününce, bu anlamlı olabilir.” “Seninle birlikte birisinin gelmesine gerek olmadığından gerçekten emin misin?” “Az olmamız daha iyi.” Tamani gülümsedi. “Ayrıca, sayıları yalnızca dört ve içlerinden birisi aşağı dereceden bir trol. Gel­ mene izin vermediğim için kıskanıyorsun, değil mi?” “Belki biraz. Ama Tam, onlardan birisi en üst dereceden. Sakın onu küçümseme. Seni pelte haline getirilmiş olarak bul­ mak istemiyorum.” “Hiç merak etme, bulmayacaksın, söz veriyorum.” Shar kısa bir süre durup düşündü, sonra başıyla onaylayarak çenesini kaldırdı. “Hekate’nin gözü üzerinde olsun.” “Senin de,” diyen Tamani yavaşça arkasını döndü. Hızla patikadan geri döndükleri sırada Laurel kendini çok iyi hissettiği için şaşırıyordu. David’i ve sonra da kendisini nehirden kurtarmak için verdiği mücadeleden sonra kendini daha öıu-t* hiç hissetmediği kadar bitkin ve tükenmiş hissediyordu. Ama . 259 .


KANATLAR

şimdi tam anlamıyla sağlıklı ve zindeydi. Elini tutan Tamani’nin elinin basıncı onda koşma isteği uyandırıyordu. Ama Tamani’nin ciddi yüzüne baktı ve bu dürtüye karşı direnmeye karar verdi. Birkaç dakika sonra arabayı görebildikleri bir noktaya ulaştılar.

YİRMİ BİR

Laurel, “Hazır mısın?” diye sordu. “Trol çetesini yok etmeyi soruyorsan, evet. David’le karşılaşmayaysa kesinlikle hayır.” Laurel açıklama ve gerekli tanıştırmaları yapmaya çabalarken, kendisine tamamen yabancı olan Tamani’nin onu dik dik süzme­ sine ve sarsarak uyandırmasına rağmen David’in, bu ilk karşı­ laşmayı olgunlukla karşılamış olması gerçekten takdir edilecek bir durumdu. Bu adamların trol olabilecekleri düşüncesini de Laurel’d an çok daha kolay kabul etmişti. Laurel onun henüz tam olarak uyanamadığım ya da olayların şokunu üzerinden atamadığını düşünüyordu. David her şeye rağmen şoförlük yap­ maya hazırdı. Tamani arka koltuğa geçti ve kapıyı özellikle Laurel’ı yanma oturmaya davet eder şekilde açık bıraktı. Laurel David’e baktı, giysileri nehirdeki macerada paramparça olmuştu ve pisti. Yü­ zünde, Laurel’m vurduğu yerdeyse büyük bir morluk kendini göstermeye başlamıştı. Laurel arka koltuğa bakıp özür dilercesine gülümsedi ve arka kapıyı kapatıp yolcu koltuğuna geçti. Ama Tamani kaybetmeyi bu kadar da kolay kabullenmeye hazır değildi. David otoyola çıkar çıkmaz öne eğilerek kollarını sürücü koltuğunun başlığına öyle bir doladı ki eli Laurel’ın omzuna geldi. David loş ışıkta onu gördüyse bile herhangi bir yorıını yapmadı. • 261 .


KANATLAR

Laurel saatine baktı. Neredeyse dörttü. İç çekti. “Annem çılgına dönmüştür. Seninki ne der?”

APRILYNNE PİKE

“Simetri eksikliğini. Perilerin farklılığının temelinde de bu simetri konusu var. İnsanlarda büyük ölçüde simetriye rastlanır;

“Umarım endişelenmemiştir. Ona geceyi seninle birlikte

o düzensiz, karmakarışık hücre yapılarına rağmen hem de. İki

geçirebileceğimi söylemiştim, okula bir gün gitmesem de ola­

göz, iki kol, iki bacak. Hepsi -öyle ya da böyle- aynı büyüklük

bileceğini söyledi. Biraz zaman geçince arayıp seninle olduğumu

ve oranda. Göreli olarak etkileyici tabii.” David sinirlenerek, “Neye göre?” diye sordu.

bildiririm.” “Olanlardan haberi olsaydı...” Laurel cümlesini tamamlamadı. David konuyu değiştirmek amacıyla, “Plan ne?” diye sordu. Yanıtlayan Tamani oldu. “Beni o eve götüreceksiniz, trolleri haklayacağım, sonra beni yeniden buraya getireceksiniz. Plan basit.”

“Hücrelerinizin düzensizliğine göre. Laurel’ın bana bahsettiği kadar zekiysen bunun aksini iddia edemezsin.” Bu sözcüklerde üstü kapalı bir ima seziliyor olsa da David’i yatıştırmaya ye­ terli olmuştu. Tamani, “Laurel ve ben...” diye söze başladığında Laurel’ın boynunu okşuyordu. “Biz tam anlamıyla simetriğiz. Eğer bizi ortadan ikiye bölersen her parçamızın karşıtıyla tam

“Bana şu trollerden biraz daha bahsetsene. Onlar hayatımda gördüğüm en korkunç şeylerdi.” “Umarım başka da görmezsin.” David ürperdi. “Bence de. Bizi nehre götürdüklerinde o... o trol beni sanki hiç ağırlığım yokmuşçasına havaya kaldırıp fırlattı. Üstelik o kadar zayıf da sayılmam.” “Benden uzunsun sadece,” diyen Tamani Laurel’a döndü ve küçümseyici tavrı geldiği gibi kayboldu. “Troller, şey... On­ lar evrimin kusurlu bir halkası sayılabilirler. Onlar senin gibi hayvan, David, hatta primatlar. Ama tam olarak insan değiller. İnsanlardan çok daha güçlüler, bunu siz de fark etmişsiniz ve çok daha çabuk iyileşiyorlar. Evrim bir süper insan yaratmaya çalışmış ama işler sarpa sarmış gibi düşünebilirsiniz.”

bir uyum içinde, eşit olduğunu görürsün. Laurel’m sizin ünlü mankenlerinize benzemesinin nedeni de bu. Ölçülerindeki simetri.” “Yani troller simetrik değiller mi?” Laurel konuyu kendinden farklı yöne çekmek amacıyla söze karıştı. Tamani başını salladı. “Kesinlikle değiller. Bana Barnes’ın bir gözünün takma gibi göründüğünden ve burnunun yüzünü ortalamadığından bahsettiğini anımsıyor musun? Bu fiziksel asimetri. Ondaki durum hemen dikkate çarpacak gibi değil. Nor­ malde böyle olmaz. Çirkin annelerinin bile yaşamasını isteme­ yeceği kadar berbat durumda trol bebekler gördüm. Bacakları kafasından çıkan, boyunları omuzlarından gelişmiş. Bunları görmek bile korkunç. Çok çok uzun zaman önce periler onlara yardımcı olmayı denemişler. Ama evrim sizden vazgeçmişse, ölüm kaçınılmazdır. Ve bu yalnızca fiziksel olmaktan da öte

David, “Çirkinler diye mi böyle söylüyorsun?” diye sordu.

bir durum. Zekâ seviyen düştükçe -evrim seni ne kadar kötü

“Çirkinlik yalnızca görüntü. Asıl sorun uyumsuzlukları.”

etkilerse- giderek daha asimetrik oluyorsun.”

Laurel söze karıştı. “Uyumsuz derken neyi kastediyorsun?” • 262 «

David, “Peki, neden trollerin soyları tükenmedi?” diye sordu.


KANATLAR

“Maalesef eksileri kadar artıları da var, Barnes gibi troller insanların dünyasına karışabiliyorlar. Hatta bazıları bir ölçüde insanlar üzerinde kontrol bile sağlayabiliyorlar. Sayıları hakkında bir fikrimiz yok ama her yerde olabilirler.” “Peki, insanlardan nasıl ayırt edilebilirler?” “Sorun da bu zaten, bu hiç kolay değil. Hatta bazı durum­ larda neredeyse olanaksız ama yine de bir muhafız için değil. Troller bizim sihrimize karşı koyamıyorlar.” “Hiç mi?” diye sordu Laurel. “En azından ilkbahar büyülerine. Yazık. Bu işimi bir hayli kolaylaştıracak. Trolleri insanlardan ayıran bazı özellikler var tabii, ama bunlardan birçoğu gizlenebilir.”

APRILYNNE PİKE “Senin kolunda mı?”

Laurel başıyla onayladı. “Pencereden geçerken o da kırık camda kolunu kesmişti. Benim sırtımı kestiğim zamana.” “Çok kan var mıydı?” “Beni yakaladığında Barnes’ın avucunun içinin kanla kap­ lanmasına yetecek kadar.” Tamani kıkırdadı. “Bu da sizi neden nehre attıklarını açıklı­ yor. Aklı başında hiçbir trol bir periyi boğmaya çalışmaz. Senin ne olduğunu anlayamamış.” “Nereden bilecekti ki?” Tamani iç geçirdi. “Maalesef troller için perileri insanlardan ayırmak çok kolaydır. Trollerin koku alma duyuları tamamen

“Ne gibi özellikler?”

kan kokusu almaya ayarlanmış olup çok hassastır. Perilerde kan

“Öncelikle güneş ışınları tenlerine zarar verdiği için trol­

olmadığı için onları insanlardan kolayca ayırt edebilirler. Eğer

ler karanlık bodrum katlarında yaşarlar. Gerçi yüksek koruma

çiçek açmıyorsan trol senden hiçbir koku alamaz. Sözün kısası

faktörlü modern güneş kremleri ve losyonları onların dayanma

eğer bir trol insan görünümlü birisiyle karşılaşır ve kan kokusu

gücünü artırıyor ama bu durumda bile ciltlerinin gerçek anlamda

alamazsa onun insan değil, peri olduğunu hemen anlar.”

sağlıklı kaldığı söylenemez.” Laurel, Bess’in derisinin tasmasının çevresindeki tüylü ve çatlak halini anımsayarak ürperdi. “Asimetrinin yanında iki gözü genellikle birbirinden farklı

“Benim üzerime David’in kanı bulaşmıştı. Dolayısıyla kan kokusu alıp benden kuşkulanmadı, öyle mi?” “Tek mantıklı açıklama bu.” “Peki ya hastanede?”

renklerdedir ama bu da lenslerle gizlenebiliyor. Bundan emin

“Hastaneler troller için zaten her zaman buram buram kan

olmanın en güvenilir yolu bence insanüstü güçlerini izlemek ya

kokar. Hatta çamaşır suyu ve deterjan bile bu kokuyu gideremez.

da onları kanlı et yerken görmek.”

Hastanede on peri olsa bile fark edemez.”

Laurel atıldı. “Kolumdaki kan Barnes’ı çok heyecanlandır­ mıştı.” Tamani, “Senin kanın yok ki,” dedi. “Şey, evet de, bu David’in kanıydı.”

“Ve sizin evde de,” dedi David, ”ben sahildeki mangal par­ tisinden dolayı et kokuyordum demek ki.” “Evinize de mi geldi?” diyen Tamani, Laurel’ın omzunu sıktı. “Bana bundan bahsetmeyi unuttun.” • 265 •


KANATLAR

“Çok uzun zaman oldu. O zaman kim olduğunu bile bilmi­ yordum.”

APRILYNNE PİKE

“Onlarla dövüşmeye filan girişecek değilim,” diye ısrar elli Laurel.

Tamani’nin omzundaki eli biraz daha gerildi. “Çok, çok şanslısınız. Eğer o sırada kim olduğunu anlayabilmiş olsaydı, büyük olasılıkla şimdiye çoktan ölmüş olurdun.”

Tamani bir an düşündü. “Eğer hayır desem bile beni izle­ yeceksin, değil mi?” “Elbette.”

Laurel’ın başı dönmeye başlamıştı, başını başlığa doğru yasla­

Tamani iç geçirerek gözlerini kıstı. “Öyleyse beni iyi dinle.”

dı, doğrudan Tamani’nin yanağına. Ve yaptığı yanlışı düzeltmedi.

Öne doğru eğildi, burnu neredeyse Laurel’ınkine değecek kadar

Brookings’e yaklaşıyorlardı. Tamani Laurel’ı ev ve yeri ko­

yaklaşmıştı. Ardından fısıldayarak, sözcükleri öylesine vurgulaya­

nusunda sorguya çekmeye başlamıştı.

rak konuştu ki, Laurel bir an bu konuyu hiç gündeme getirmemiş

Laurel evi elinden geldiğince tanımlamaya çalıştıktan sonra

olmayı diledi. “Eğer bir sorun olursa beni orada bırakacaksın.

buna karşı çıkarak, “En iyisi benim de seninle gelmem,” dedi.

Doğruca Shar’a gidip olanları anlatacaksın. Söz veriyor musun?”

Fazla detay verememişti çünkü etraf çok karanlıktı.

Laurel başını salladı. “Seni bırakamam.”

“Kesinlikle olmaz. Seni riske atamam, sen çok önemlisin.”

“Söz vermeni istiyorum, Laurel.”

“Önemli filan değilim,” diye homurdanan Laurel koltuğun

“Bir şey olmayacak. Shar’a da söylediğin gibi, endişelenecek

biraz aşağısına kaydı.

bir şey yok.”

“Senin görevin bu arazinin sana miras kalmasını sağlamak, Laurel. Bunu hafife alma.”

“Konuyu değiştirmeye çalışma. Söz ver.” Laurel alt dudağını kemiriyor, bu durumdan kurtulmanın

“Yardımcı olurum, seni korurum.”

bir yolu olup olmadığını düşünüyordu. Ama Tamani vazgeçe­

“Yardımına ihtiyacım yok.”

ceğe benzemiyordu. Laurel sonunda suratım asarak çaresizce,

“Neden?” diye diklendi Laurel. “Deneyimli, özel eğitimli bir

“Peki,” dedi.

muhafız olamadığım için mi?” “Çok tehlikeli olduğu için.” Tamani’nin ses tonu iyice yük­

“Öyleyse gelebilirsin.” O anda David de atıldı. “Peki ya ben?”

selmişti. Koltuğunun arkasına yaslandı. “Seni yeniden kaybe-

“Bu olanaksız.”

demem,” diye fısıldadı.

David direksiyonu sıkıca kavrarken, “Neden?” diye sordu.

Laurel koltuğun üzerine diz üstü oturarak arkaya döndü. “Peki, asla görünmeyeceğim bir yerde dursam? Eğer başına bir şey gelirse bunu bilmeliyiz.”

Sonra da gülümseyerek ekledi. “Darılmak yok ama benim Laurel’dan çok daha fazla yararım dokunabilir.” “Pekâlâ, bence de gelebilirsin.” Tamani sinsice gülümsedi.

Tamani’nin yüzü hiç değişmedi. • 266 •

“Tabii yem olmak istiyorsan.” . 267.


KANATLAR

Laurel öfkeyle, “Tamani,” diye haykırdı. “Bu doğru. İnsan olmasının dışında bir de açık yaraları var. Barnes onun kokusunu yüz metre öteden alacaktır. Hatta daha bile uzaktan. Yem olmayı kabul ediyorsa gelebilir, yoksa hayır.” Tamani yeniden öne doğru eğilerek David’in omzunu sıvazladı. Başka birisinin dostça nitelendirebileceği bu davranışın anlamını Laurel çok iyi anlıyordu. “Hayır dostum. Bence sen arabada

YİRMİ İKİ

kalmalısın.” David bunu tartışmadı. Yem olmakta ısrar etmediği sürece bunu yapamazdı. ıo ı numaralı otoyoldan Alder kavşağında ayrıldılar. Gökyüzü

David’in arabası ağır ağır Sea Cliff çıkmazına girdi. Laurel par­ mağıyla işaret ederek, “Yolun sonundaki bina,” dedi.

pembeleşmeye başlamıştı. Maple’a ulaşıp Laurel ve David’in bir

“O zaman burada duralım.”

gece önce geçtikleri yolda ilerlemeye başladıklarında Laurel’ın

David arabayı yolun kenarına çekti ve üçü birlikte arabanın

gerginliği giderek artıyordu. Bir gece önce ne kadar kendinden

içinde oturup büyük binaya baktılar. Sabahın ilk ışıklarında evin

emin ve küstahtı. Haklı olduğunu biliyordu ve yanıt bulmaya

bir zamanlar gri olduğu görülüyordu. Laurel saçaklardaki ince,

kararlıydı. Şimdiyse neyle karşı karşıya olduklarım biliyordu ve

çatlamış oymalara ve süslü pencere çerçevelerine bakıp gözünde

kendine güveni giderek azalıyordu.

bu evin yüz yıl önceki halini canlandırmaya çalıştı. Acaba burası

“Tamani?” dedi bunun için doğru zaman olmadığını bile bile. “Bir bitki olağanüstü güçteki bir trolle nasıl savaşabilir?” Tamani belki de ilk kez gülümsemedi. Yüz ifadesi taşlaşmış, gözleri kısılmıştı. “Görünmezlik,” dedi yavaşça. “Görünmezlik ve hız. Tek

ne kadar zamandır trollere aitti? Acaba bu evi satın mı almışlardı, yoksa evin sakinlerini öldürüp el mi koymuşlardı? İster istemez ürperdi. O an için ikinci olasılık çok daha olası görünüyordu. Tamani çantasından kemerini çıkarıp küçük ceplerini yok­ ladı. Laurel’a ucuna küçük bir bıçak bağlı deri bir kayış uzattı. “Her olasılığa karşı yanında olsun.”

avantajım bunlar.” Laurel elindeki bıçağın ağırlığını hissederek bir süre bakakaldı. Bu Laurel’ın hiç hoşuna gitmemişti. Tamani, “Beline bağla,” diye uyardı. Laurel onu ters ters süzdü ve kayışı beline geçirip sıktı. “Hazır mısın?” diye sordu Tamani. Yüz ifadesi çok ciddiydi. Saçından alnına dökülen tutamlar yüzünde uzun gölgeler oluştu­ • 269.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

ruyor, gözlerinin üzerine düşen çizgiler görünmesine yol açıyordu.

Geniş, yıkık dökük, uğursuz eve doğru ilerlerken David ile

Kaşları ciddiyetle çatılmış, alnında beliren küçük bir kırışıklıkla

Laurel’m bir gece önce gittikleri yolu izlediler. Laurel daha bir gece

kaş çatan bir modele dönüşmüştü.

önce onu öldürmeye çalışan yaratıklara adım adım yaklaştıkça

“Hazırım,” diye fısıldadı.

göğsünün sıkıştığım hissediyordu. Kim gönüllü olarak kendi

Tamani arka koltuktan çıkarak yavaşça kapıyı kapadı. Laurel emniyet kemerini çıkarırken David’in omzunu tutan elini his­ setti. David Laurel’a bakarken bir an gözleri Tamani’ye takıldı. “Gitme,” diye fısıldadı hiddetle. Laurel onun elini sıktı. “Gitmeliyim. Onu yalnız bırakamam.”

ölümüne gider ki? diye soruyordu kendi kendine. Bir yandan da

gözlerini Tamani’nin sırtından ayıramıyordu. Duvarın dibinden gizlice süzülüyor olsa bile onun kendinden emin duruşu Laurel’a cesaret veriyordu. Laurel zihninde durmadan, Onun için bura­ dayım, diye tekrarlıyordu, öyle ki bir süre sonra bu davranışı

ona mantıklı görünmeye başladı. David dişlerini sıkıp suratını astı ve isteksizce başını salladı. “Geri dön ama.”

Kırık pencereye yaklaştıklarında, Tamani elini uzatarak onu binanın dökülmüş dış cephesine doğru çekti. Kendisi de

Laurel ne söyleyeceğini bilemedi, başım sallayarak kapıyı açtı. Tamani başını uzatarak David’e baktı. “On dakika sonra biraz daha ilerle. Eğer o sırada bu evdekiler bizim orada olduğumuzu öğrenmedilerse bunun tek nedeni bizim ölmüş olmamız olur.”

içeriyi gözlemek için kırık pencere çerçevesinin kenarında diz çöktü. Troller pencereyi tahta çakarak kapatma zahmetine bile girmemişlerdi. Tamani elini kemerindeki küçük ceplerden birine soktu. Kahverengi kamışa benzeyen bir şey çıkardı ve içine ufak

David yutkundu.

bir şey koydu. Bir dizinin üstüne çöktü, duvardan biraz geriye

“Her an tetikte olmalısın. Eğer birisi gelip de arabana yana­

çekildi ve bir an için odada kim olduğuna baktı. Sonra kamışı

şırsa hemen gaza basıp uzaklaş. Eğer sana ulaşmayı başarırlarsa bizim için artık çok geç demektir. Hemen ormana git ve durumu Shar’a anlat.” Laurel bu bölümden hiç hoşlanmamıştı. Tamani duraksadı. “Kusura bakma ama senden fazlasını

üfledi ve Laurel havada bir vınlama duydu. Sonra Tamani karnının üstünde, kırık pencere pervazının altından evin arkasına doğru süründü. Laurel de karın üstü yatarak onu izledi. “Ne yapıyorsun?” diye fısıldadı ona doğru.

yapmanı isteyemem.” Ses tonu içtendi. “Özür dilerim.” Kapıyı

Tamani susması için parmağını ağzına götürerek, süriimneyi

kapadı, Laurel’ın elini tuttu ve arkasına bile bakmadan eve doğru

sürdürdü. Birkaç saniye sonra Laurel birilerinin kısık bir sesle

yürüdü.

konuştuğunu duydu. Tamani yaklaşık bir metre kadar ilerisinde

Laurel başını geriye çevirerek omzunun üstünden uzunca bir süre David’e baktı.

durdu, köşeden baktı ve çevreyi araştırdı. Birden gözüne çarpan eski bir pencere kafesiyle dudaklarında hafif bir gülümseme


KANATLAR

belirdi. Laurel’a döndü, hemen yanında zemini işaret ederek, “Kal burada,” diye fısıldadı.

APRILYNNE PİKE

Laurel’m merakı daha da kamçılanmıştı. Tamani’nin kendi­ sine bakmamasını fırsat bilerek başını köşeden geriye çekmedi,

Laurel itiraz etmek istediyse de kafesteki kırık ve çatlakları fark edince ekstra bir ağırlığın Tamani’ye hiçbir yararı olmaya­

kendinden geçmiş bir halde, heyecanla onun yapacaklarım seyre daldı.

cağına karar verdi. Tamani ustalıkla, sessizce kafese tırmandı.

Tamani dizini Yaralı Yüz’ün sırtına dayayarak başını iki

Laurel bu çürük, tahta kafeste böyle bir şeyin mümkün olabile­

elinin arasına aldı. Laurel o anda olacakları anladı ama artık

ceğini düşünemezdi bile. Tamani bu haliyle insandan çok ağaca

çok geçti. Tamani trolün boynunu kıvırıp korkunç bir çatırtıyla

tırmanan çevik bir maymunu andırıyordu.

kırarken Laurel istese de gözlerini kapatamadı. Tamani Yaralı

Laurel evin köşesine sinerek gizlice öbür tarafa baktı. Yaralı Yüz ve arkadaşı pis verandanın aynı derecede pis kanepesinde aylak aylak oturuyor, konuşuyorlardı. Sesleri Laurel’ın ne söyle­ diklerini anlayamayacağı kadar kısıktı. Bir gece önce arabadaki konuşmalarını anımsayınca Laurel bunun çok daha iyi olduğuna

Yüz’ü yastığın üstüne bırakıp dikkatini diğer trole yöneltti. Bu arada Laurel gözlerini yastığa düşen hareketsiz, artık yaşamayan yüzden ayıramıyordu. Tamani dizini diğer trolün omzuna yerleştirdiğinde Laurel köşeden geri çekilerek parmaklarıyla kulaklarını tıkadı. Ama bu işe yaramadı. Kızıl’ın kırılan boynunun sesi bir şekilde iç kula­

karar verdi. Yaralı Yüz esnedi, diğer trol de neredeyse uyumak üzereydi.

ğına ulaştı ve gözlerinin görmediği şey zihninde canlandı. Sonra birden omzuna değen Tamani’nin parmağıyla yerinden sıçradı.

Laurel Tamani’nin çatıya çıkarken çıkardığı ufak çıtırtıları du­ yuyordu, ama anlaşılan iki trol ya çok yorgundu ya da dikkatleri dağınıktı ki hiçbiri başını kaldırıp bakmadı bile. Her ne kadar bunu bekliyor olsa da Laurel Tamani’nin birden çatıdan aşağı âdeta uçup tam trollerin önüne dimdik dikildiğini görünce şaşkınlıktan bir çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Tamani’nin elleri bir anda iki yana açıldı ve iki trolün kafa­ sını yakaladığı gibi büyük bir patırtıyla birbirine çarptı. Troller kanepenin minderlerine yığıldılar ve hareketsiz kaldılar. Laurel ileri doğru bir adım attı ve aynı anda kuru bir dal parçasına bastı.

“Haydi gel, gitmeliyiz.” Tamani Laurel’ı kolunun altından tutarak ölü trollerden uzaklaştırmaya çalıştı ama Laurel hâlâ onun omzunun üstünden gizli gizli uyuyor gibi görünen iki ya­ ratığı gözlemeyi sürdürüyordu. “Bunu yapman gerekiyor muydu?” diye fısıldarken bir yandan da bu iki adamın onu ve David’i öldürmeye çalıştığını anımsa­ tıyordu kendine. Yaratıklar loş sabah ışığında cansız, dingin deforme yüzleriyle öylesine zararsız görünüyorlardı ki. “Evet, muhafız olmanın kurallarından biri de asla karşına çıkan bir trolü sağ bırakmamaktır. Bunun için yemin ettim. Sana söylemiştim, gelmemeliydin.”

Tamani yavaşça, “Bekle,” dedi. “Bırak işimi bitireyim. Bunu görmek istemezsin.”

Sonra yeniden elini kemerine sokarak bir şey çıkardı ve arka kapının menteşelerine püskürttü. Kapıyı ittiğinde kapı sessizce

.272 .


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

açıldı. Laurel Bess’i anımsadı ve Tamani’yi çekinerek, isteksizce

İçeride tozla kaplı mobilyalar ve uçuşan toz zerreciklerin­

izledi. Ama Bess yerde hareketsiz yatıyordu. Tamani yanından

den başka hiçbir şey bulunmayan üç aralık kapının önünden

geçti ve ensesine saplanmış küçük bir oku çıkardı. Laurel o anda

geçtiler. Tamani gizlice dördüncü kapı aralığından içeriyi' göz

kahverengi kamışı anımsayarak, onun ne yapmış olduğunu anladı.

attığında birden geri çekilerek elini beline götürdü. Laurel doğuya

“Ölmüş mü?” diye fısıldadı.

bakan pencereden sızan güneş ışığında uzamış olan Barnes’ın gölgesini görebiliyordu. Gölgenin onun olduğu o kadar belliydi

Tamani başını salladı. “Yalnızca uyuyor. Öldürücü oklar biraz daha büyüktür ve bu kadar çabuk etki etmez. Garip sesler çıkarıp her şeyi berbat edebilirdi.” Elini yeniden kemerine soktu. Küçük bir şişeyi açarken iç geçirdi. “Bunlar için her zaman vicdan azabı duydum. Bunlar ne yaptıklarının farkında bile olamayacak kadar

ki. Tamani yeniden uzun kamışı çıkardı ve bir dizinin üstüne çöktü. Derin bir soluk aldı ve dikkatle nişan aldı. Ufak bir püf sesinin ardından ok fırladı. Laurel’ın gözleri gölgedeydi. Belli belirsiz bir inleme ve ar­ dından bir homurtu duyuldu. Birkaç saniye geçti ve gölgenin

aptal yaratıklar. En azından başlangıçta, yemek için avlarının

başı masaya yığıldı. Tamani Laurel’a kapının eşiğinde, kendi

peşine düşüp sinsice öldüren bir aslan ya da kaplandan daha

saklandığı duvarın dibini işaret ederek orada kalmasını söyledi.

suçlu değiller. Ama sonra efendilerinin her buyruğunu yerine getirip acımasız peri düşmanına dönüştüklerinde çok tehlikeli olup çıkıyorlar.” Bess'in göz kapağını kaldırıp içine sarı sıvıdan iki damla damlattı. Şişeyi kemerindeki yerine koyarken, “Birkaç dakikaya kalmaz ölür,” dedi.

Laurel bu kez söz dinledi. Tamani ilerledi ve birkaç saniye içinde hareketsiz trolün arkasına geçti. Laurel gölgelerden Tamani’nin ellerinin trolün başının iki yanında pozisyon almasını izledi. Bunu neyin izleye­ ceğini çok iyi biliyordu. Gözlerini kapadı ve ellerini kulaklarına

Sonra Laurel’a dönüp yüzünü onun kulağına fısıldayabilecek kadar yaklaştırdı. “Diğer trolün nerede olduğunu bilmiyorum. Eğer onu bulur ve bizi fark etmeden karşısına dikilebilirsek işi­ miz kolay. Haydi, beni izle ama bundan sonra sakın konuşma. Tamam mı?”

bastırdı. Ne var ki duyduğu ses bir çatırtı değil hemen karşısın­ daki duvarı inleten büyük bir patırtıydı. “Küçük peri numaralarının bana işleyeceğini mi sandın, sersem?” Laurel’ın gözleri açıldı ve hemen Tamani’nin daha birkaç

Laurel başıyla onayladı ve içinden onun kadar sessiz yürü­

saniye önce durduğu noktaya kaydı. Barnes’ı göremiyordu ama

yebilmeyi diledi. Yaşamı boyunca kendini hiç bu kadar hantal

Tamani duvarın dibinde yere kıvrılmış yatıyor ve Barnes’a baka­

hissetmemişti. Her zaman akranlarından çok daha zarif ola­

rak başını sallıyordu. Uzun gölgenin Tamani’nin üzerine doğru

bilmişti ama Tamani’yle kıyaslanınca tek kelimeyle sakarın te­

atladığını gördü, bağırıp uyarmak için ağzını açtı. Anuı tam o

kiydi. Tamani’nin adımlarını izleyip onun ayak izlerine basarak merdivenleri bir ölçüde sessizce çıkmayı başardı. • 274.

anda Barnes duvarı tekmeleyip büyük bir çatırtıyla sıvalar ı indir­ meden Tamani’nin oradan uzaklaştığını gördü. Tamani odanın


KANATLAR

içinde dört dönerken Laurel bulunduğu yerde, duvarın dibine giderek daha da büzülüyordu. Koca ev Barnes’m tekrar tekrar Tamani’nin üzerine atılması ve Tamani’nin sürekli ulaşılama­ yacak bir noktaya kaçmasıyla sarsılıyor, zangırdıyordu. Laurel onların gölgelerinin dansını izliyor, her harekette, her seste ele geçeceği korkusuyla soluğunu tutuyordu. Barnes bir çığlık ve uzun kollarının güçlü hamlesiyle Tamani’yi göğsünden yakaladı ve kapının tam karşısındaki, Laurel’ın daha önce dibine sinmiş olduğu güney duvarına fırlattı. Tamani’nin çarpmasıyla birlikte duvarın sıvalan döküldü ve Tamani yere yı­ ğıldı. Laurel onun kalkıp kaçmasını istemesine rağmen Tamani’nin başı yana düştü ve ağır ağır soluk aldı. Barnes, “Böylesi daha iyi,” dedi. Laurel başını köşeden içeri çekti ama bunun hiçbir önemi yoktu. Barnes sırtı ona dönük, odanın karşısındaki koridorun ortasında durmuş, Tamani’ye tepeden bakıyordu. Öne doğru eğildi ve Tamani’yi yakından inceleyerek kahkahayı bastı. “Şuna bakın. Yalnızca bir çocukmuş. Bir bebek. Sen muhafız olacak yaşa geldin mi, çocuk?” Tamani trolü haşin ve öfkeli bakışlarla süzerek, “Yeterince büyüğüm,” diye tısladı. “Benim işimi bitirmeye seni mi yolladılar? Siz periler zaten her zaman aptaldınız.” Tamani bir tekme savurdu ama bu kez çok yavaştı. Barnes onu baldırından yakalayarak bacağını burdu, yerden havalandı­ rarak, büyük bir güçle geriye doğru savurup yeni sıva çatlakları yaratacak şekilde duvara fırlattı. .2 7 6 .

APRILYNNE PİKE

Barnes, “Madem bu oyunu sert oynamak istiyorsun çocuk, sana sertlik neymiş göstereyim,” diye bağırdı. “Doğrusunu is tersen, ben de sertlikten hoşlanırım.” Barnes’m kemerinden tabancasını çıkarıp Tamani’ye yönelt tiğini ve tetiğe bastığını gören Laurel’ın gözleri büyüdü.


YİRMİ

uct

Tabancanın ateş almasıyla birlikte Laurel’m kafasında tiz ve kulakları sağır edecek bir çığlık yankılanırken dudaklarından yalnızca küçük bir inleme döküldü. Barut kokusu burnuna do­ larken sessiz bir haykırışla bilinci yerine geldi. Gözlerini açtı ve Tamani’ye baktı. Yüzü acıyla buruşmuştu ama sıktığı dişlerinin arasından hâlâ inlediği duyuluyordu. Ateş püsküren gözlerle trole bakarken kurşunun isabet ettiği bacağını kavrayan parmakla­ rından aşağı bitki özü süzülüyordu. Barnes tabancasını bir kez daha ona yönelterek ateş etti. Ta­ mani bu kez dayanamayarak diğer baldırına isabet eden kurşunla birlikte acı bir çığlık attı. Laurel’m tüm vücudu zangır zangır titriyordu, sanki Tamani’nin çığlığı bedenindeki tüm düzenli, simetrik hücreleri bir karmaşaya sürüklemişti. İleri doğru bir adım atmak istediyse de Tamani bir bakışıyla ona yerinde kalması gerektiğini belirtti. Tamani bir an için Laurel’a baktıktan sonra hemen ardından bakışlarını yeniden Barnes’a yöneltti. Barnes tabancayı gürültüyle masanın üzerine bırakıp ileri doğru hamle yaparken Tamani’nin alnının üzerinde biriken terler parlıyordu. “Artık bir yere gidemiyorsun nasılsa, değil mi?” diye sordu alaycı bir sesle. .2 7 9 .


KANATLAR

Karşısındaki iri kıyım yaratığa dik dik bakan Tamani’nin gözlerinden nefret fışkırıyordu.

APRILYNNE PİKE

“On saniyen kaldı, eğer söylemezsen ayağını alıp bacağındaki her lifi un ufak edeceğim.”

“Tam gidip değerli kapınızın bulunduğu araziyi almak için

Laurel’ın parmakları soğuk çeliğe değdiğinde babasının yıllar

gerekli belgeleri imzalatacağım günde buraya geldin. Bunun rast­

önce silahlarla ilgili olarak öğrettiklerini anımsamaya çalıştı. Bıı

lantı olduğuna inanacak kadar aptal mı sandın beni? Nereden

ağır, eski tipte bir tabancaydı. Emniyet ya da horoz parçacığını

öğrendin bunu?”

aradı ama göremedi. Bir an için gözlerini kapadı ve tüm gücüyle

Barnes Tamani’nin bacağına bir tekme attı, Tamani kendini tutamayarak hafifçe inledi. “Nasıl?” diye haykırdı Barnes yeniden. Tamani hâlâ bir şey söylemiyor, Laurel buna daha ne kadar

bunun nişan-al-tetiğe-bas tipi tabancalardan olmasını diledi. “Bana yanıt vermen için sana son bir şans daha, peri. Bir, iki...”

katlanabileceğini bilemiyordu. Tamani’nin gözleri neredeyse ka­

“Üç!” Saymayı onun yerine tamamlayan Laurel olmuştu.

palıydı ama bir an için açıldığında doğrudan Laurel’a yöneldi.

Barnes donup kaldı.

Laurel onun ne istediğini biliyordu. Sözünü tutmasını isti­ yordu. Ona sırtını dönüp tek başına merdivenlerden inmesini ve Shar’ı bulmak için o araziye gitmesini istiyordu.

“Ayağa kalk!” Laurel onun kolunun uzanabileceği alanın dışında kalmaya özen gösteriyordu. Barnes ağır ağır ayağa kalkarak Laurel’a döndü.

Söz vermişti buna.

Laurel, “Duvara dayan!” diye bağırdı. “Uzaklaş ondan!”

Ama bunu yapamayacağını da biliyordu. Onu bırakamazdı.

Barnes güldü. “Gerçekten de bana ateş edebileceğini mi

Bir bakışı bile onu yalnız bırakmaktansa onunla birlikte ölmeyi yeğlediğini anlamasına yeterli olmuştu.

sanıyorsun, ufaklık?” Laurel çekinerek tetiğe bastı ve tabancadan çıkıp duvara

Tam da bu teslimiyet anında gözleri silaha kaydı.

saplanan kurşunu görünce duyduğu rahatlamayla neredeyse ufak

Barnes tabancasını masanın üstüne bırakmıştı, onunla il­

bir çığlık atacaktı. Sonra tabancayı yeniden Barnes’a yöneltti.

gilenmiyordu bile. Tamani gözlerini kısmış, onun bakışlarını

“Tamam, tamam,” diyen trol birkaç adım geri çekildi. Bu

izliyordu. Bir an için gözlerini Laurel’a yöneltip başını öylesine

süre boyunca gözlerini Laurel’dan ayırmamıştı. Onun yüzünü

hafifçe salladı ki bunu ancak Laurel fark edebildi. Sonra yeniden

tanımasıyla birlikte gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ben seni öldür­

başını çevirdi ve Barnes’ın yeni bir tekmesiyle inledi.

düğümü düşünüyordum.”

“Nasıl öğrendin bunu?”

“Bir dahaki sefere daha iyi düşün.” Laurel sesinin bacakları

Barnes Tamani’nin önünde diz çöktü. Laurel düşündüğünü

gibi titrememesinden mutluluk duydu.

yapacaksa bundan daha iyi bir fırsat bulamayacağının farkındaydı.

“Demek adamlarım emrimi... Hayır dur, bekle...” Kuşkuyla

İleri doğru süründü, Tamani’nin o sabahki ustalıklı adımlarına

havayı kokladı. “Sen... Sen...” Cümlesini tamamlamadan Tamani’ye

öykünmeye çalışıyordu.

dönüp pis pis sırıttı. “Şimdi anlıyorum. Siz periler gizlice bebek

. . 280

.2 8 1

.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

değiştirme yoluna gittiniz. Bebek değiştirme demek.” Tamani’ye

isabet eden kurşunla bir an sendeleyerek geri çekildi. Laıırel

baktı, ses tonu sıradandı. “Biz trollerin her zaman en iyi fikirleri

çığlık atarak elindeki silahı yere attı.

bulacağımızı ne zaman öğreneceksiniz?” Laurel yeniden duvara ateş etti ve Barnes yerinden sıçrayarak haykırdı. “Çok konuştun, yeter!” İkisi sanki karşılıklı olarak aynı açmazın içinde bocalıyorlardı. Barnes onun kendisini vurmayacağından emin gibi görünüyordu ve Laurel da bunu yapamayacağından emindi ama Barnes’m bunu öğrenmesine izin veremezdi.

Tamani inleyerek ileri doğru atıldı ve parmakları tabancaya kenetlendi. Barnes acıyla haykırıyordu ama kızgın bakışları ye­ niden Laurel’a yöneldi. Tamani tabancayı ona yöneltirken, “Bırak onu Barnes!” diye haykırdı. Barnes’m tam kafasına nişan alınmış tabancaya dikkat edecek zamanı yoktu. Gerçekten de Tamani tetiğe bastığı anda

Ne yazık ki Barnes’m kuşkularım silmenin tek yolu gerçekten

Barnes pencereye doğru sıçradı ve bir anda camı parçalayarak

ona ateş etmekten geçiyordu. Namluyu trolün tam yüzüne nişan

aşağı atladı. Tamani’nin tabancasından çıkan kurşun pencerenin

aldı. Trolün yüzü bir an için görüş alanından kaybolduğunda

yanındaki duvara gömüldü. Laurel kırık pencereye koşarak dı­

tetikteki parmağının terlediğini ve titrediğini hissediyordu.

şarı baktı ve Barnes’ın kanlar içindeki iri yarı gövdesini son bir

En fazla bunu yapabilirdi.

kez, tepenin arkasında kaybolup nehre doğru koşarken gördü.

“Sana söylediklerimi anımsa, Laurel,” dedi Tamani yavaşça.

Tamani tabancayı yere bıraktı. Laurel hemen yanma koşarak

“O sizin öldürülmeniz için emir verdi, babam zehirledi, anneni

diz çöktü ve onu kollarının arasına aldı. O anda kulağında bir

oyuna getirdi... Eğer onu bırakırsan bunu yine yapacak.”

tek Tamani’nin iniltisi vardı, geri çekilmek istediğinde Tamani

“Yeter artık, beni çok övdün.” Barnes pis pis sırıtıyordu.

ona daha da sıkı sarılarak göğsüne bastırdı. “Bir daha asla, asla

Laurel parmaklarıyla bağlantı kurmaya çalışırken tek duy­

beni bu kadar korkutma.”

duğu kendi kesik soluk sesiydi. Kolunun söz dinlemeyerek hafifçe

“Ben mi?” diye itiraz etti Laurel. “Vurulan ben değilim ki.”

inmesiyle birlikte Barnes’ın dudağının kenarındaki pis sırıtma

Kolunu Tamani’nin boynuna dolayan Laurel’ın tüm vücudu yap­

daha da genişledi.

rak gibi titriyordu.

“Bunu yapamayacağını biliyordum çocuk,” diye bağırdı. Sonra

Birden merdivenlerde duydukları ayak sesleriyle birlikle

dizlerinin üzerinde hafifçe yaylanarak Laurel’ın üzerine atıldı.

Tamani irkildi. Biraz yana eğilerek tabancayı kaptı ve kapıya

Laurel’ın o anda tek görebildiği kıpkırmızı, öldürme hevesiyle

nişan aldı.

dolu gözler ve tek hissedebildiği parmaktan çok pençeyi andıran

Ama aynı anda merdivenlerin başında David’iıı bembeyaz

ellerin temasıydı. Parmaklarının birden kasıldığını, ateş alan

olmuş yüzü belirdi. Tamani iç çekerek tabancayı yere bmıklı,

tabancanın gümbürtüsünü bile hissedemedi. Barnes omzuna

kolları gevşedi.

• . 282

. • 283


KANATLAR

“Silah sesleri duydum ve Barnes’m kaçtığını gördüm,” diyen David’in sesi titriyordu. “İkiniz de iyi misiniz?” “Tanrı aşkına, siz ikiniz de söz dinlemeyi bilmez misiniz?” diye yüksek sesle homurdandı Tamani. “Anlaşılan hayır,” diye yanıt verdi Laurel umursamaz bir havada. David panik içinde, altüst olmuş odaya bakarak sordu: “Bu­ rada neler oldu?” “Bunu arabada konuşuruz. Haydi, acele et David, Tamani’nin yardıma ihtiyacı var.” İkisi de birer kolunun altına girerek Tamani’yi yerden kal­ dırmayı başardılar. Tamani cesur davranmaya çalışıyordu ama Laurel her dudaklarından kaçan acı dolu inlemeyi duyduğunda ürperiyordu. Onu yarı taşıyıp yarı sürükleyerek kapıya ulaştır­ dıkları anda Laurel birden durarak, Tamani’nin tüm ağırlığını David’e bıraktı. “Bekle,” diyerek yazı masasına koştu ve üzerindeki kâğıtlara baktı. En üstteki dosya tamamen kan olmuştu. Laurel yüzünü buruşturarak, Trol kanı, diye düşündü. Sonra derin bir soluk alarak dikkatini kâğıtlara vermeye çalıştı. Annesinin ya da arazilerinin adresinin bulunduğu kâğıtların hepsini toplamaya çalıştı. Neyse ki çok fazla kâğıt yoktu.

APRILYNNE PİKE

Aslında bunun önemli olup olmadığından emin değildi, burası silah sesinin sıradan sayılacağı bir mahalleye benziyordu. David Tamani’yi arka koltuğa bırakıp rahat ettirmeye çalıştı ama Tamani onun ellerini iterek, “Beni Shar’a götürün,” dedi. “Haydi, acele edin.” David ön yolcu tarafının kapısını açık tuttuysa da Laurel bu kez başım sallayarak arkaya, Tamani’nin yanma geçti. Laurel Tamani’nin başını ve göğsünü kucağına yerleştirdi. David her engebeden geçtiğinde Tamani inleyerek küçük bir çocuk gibi Laurel’a sarılıyordu. Yüzü solgundu ve saçları çektiği ıstırabın teriyle ıslanmıştı. Laurel onun gözlerini açmaya çalıştı ama Tamani karşı koydu. Soluğu giderek daha kesik kesik bir hal aldığında Laurel dikiz aynasından onlara bakan David’e döndü. “Biraz daha hızlı gidemez miyiz?” diye yalvardı. David dudaklarını büzerek başını salladı. “Hız yapamam, Laurel. Bu çok riskli. Düşünsene, ya bir polis bizi durdurur ve Tamani’yi bu halde görürse, ona ne anlatabiliriz ki?” Dikiz ay­ nasında gözleri karşılaştı. “Elimden geldiğince hızlı gidiyorum zaten.” Laurel’m gözleri yaşla doldu ama başını sallayarak durumu kabul etti. Bu arada Tamani’nin onu sımsıkı kavrayan parmak­ larının giderek gevşediğini fark etmemeye çalışıyordu.

Sonra yeniden Tamani’nin kolunun altına girerek, “Haydi gidelim,” dedi. Ölen trollerin cesetlerinin yanından geçerken hiç konuşmadı­

Yol genel anlamda boştu ama Laurel yine de Crescent City ve sonra Klamath’tan geçerken, yol boyunca yanından geçtikleri her arabayla birlikte heyecanlanıp soluğunu tuttu. Hatta bu ara­

lar. Güneş iyice belirginleşmişti ve Laurel hiç kimsenin onları bu

balardan birindeki bir adam ona baktı ve Laurel bir an adattım

ciddi şekilde yaralanmış kişiyi arabalarına taşırken görmemesini

güneş gözlüklerini birbiriyle uyumsuz gözlerini gizlemek için

diliyordu. Bu arada, gecikerek de olsa David dışında birisinin

takıp takmadığını merak etti. Tam o adamın onları yok t'lııu'k

tabanca seslerini fark edip etmediğini merak ediyordu. Köhne

için gönderilmiş bir trol olduğundan emin olacakken adam baıjıın

ve yıkık dökük evlerin bulunduğu yolda aşağı yukarı bakındı.

çevirerek yan yollardan birine saptı.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Sonunda eve giden araba yolu göründü ve David ana yol­

arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyen tuhaf bir yoldan götürdüler ve

dan çıktı. Asfaltlanmamış yol engebeliydi ama Tamani araba

sonbaharın son günleri olmasına rağmen renk değiştirmemiş

çukurlara girip çıkarken hiç inlemedi bile. David nihayet yolun

ulu bir ağacın önündeki açıklıkta durdular.

sonuna ulaşıp arabayı durdurduğunda Laurel bir an boğazına bir şeylerin tıkandığını, soluk alamadığını sandı. “Lütfen acele et, David,” diye fısıldayarak yalvardı Laurel. David arabanın diğer yanma koşarak kapıyı açtı ve Laurel’m Tamam yi indirmesine yardımcı oldu. Onu evin yanından geçi­ rip patikada taşıdılar. Tam ağaç çizgisini geçtikleri anda Laurel ağlamaklı, gergin bir sesle bağırdı: “Shar! Shar! Yardımına ih­ tiyacımız var.” Hemen o anda Shar yakındaki ağaçlardan birinin arkasından çıktı. Şaşırmış olsa bile bu, yüz ifadesinden anlaşılmıyordu. “Onu ben alayım,” dedi soğukkanlılıkla. Tamani’yi Laurel ve David’den alarak yavaşça omzuna yerleştirdi. Sonra David’e dönerek, “Siz buradan ileriye gelemezsiniz,” dedi. “Bugün olmaz.”

Periler sırayla birbiri ardına ağacın gövdesindeki içi boş, sığ bir çukura ellerini koydular. Shar son olarak da Tamani’nin güçsüz, gevşek elini alarak boşluğa yerleştirdi. Birkaç saniye boyunca kimse kıpırdamadı ve hiçbir şey olmadı. Sonra ağaç sallanmaya başladı ve koca ağacın gövdesinde bir çatlak mey­ dana gelirken Laurel şaşkınlıkla yutkundu. Çatlak genişledi, büyüdü, ağacın gövdesi ayrılarak kemerli bir kapıya dönüştü. Kapının etrafındaki sis öylesine parlaktı ve pırıldıyordu ki göz kamaştırıyordu. Sonra parlak bir şimşek çaktı ve Laurel gözle­ rini kapadı. O gözlerini açıncaya kadar, bir anda parlak sis pırıl pırıl parlayan beyaz çiçekler ve milyonlarca pırıltılı mücevherle donatılmış altından bir geçide dönüşmüştü. Laurel soluğu kesilerek Shar’a, “Avalon’a açılan kapı bu mu?” diye sordu.

David’in kaşları çatıldı ve Laurel’a baktı. Laurel ona sarıldı ve kulağına, “Çok üzgünüm,” diye fısıldadı. Sonra da arkasını dönerek patikada ilerledi. David uzanarak elini tuttu. “Geri döneceksin, değil mi?” Laurel başıyla onayladı. “Söz.” Sonra elini çekti ve hızla Tamani’nin hareketsiz bedeninin peşinden gitti.

Shar ona bakmadı bile. “Selam duruşu, Jamison geliyor.” Tam önünde mızraklar çaprazlandı ve Laurel ileri doğru çok fazla adım atmış olduğunun farkına vardı. O an mızrakların arasından koşup pırıltılı kapıdan içeri girmek isteği duyduysa da kendini kontrol ederek olduğu yerde kaldı. Kapı hareket etmeye başlamıştı, tüm periler eğilip yol açarken geçit bir yay çizerek

David gözden kaybolur kaybolmaz diğer periler ortaya çıkıp

ağır ağır açılmaya başladı. Mızrakların gerisinde kalan Laıı-

hep birlikte Tamani’yi omuzlarının üzerine aldılar. Bu sanki

rel pek bir şey göremiyordu ama yine de gözüne ziimriit yeşili

zırhlı, kamuflaj giysileri içinde olağanüstü güzellikteki erkekler­

bir ağaç, pırıl pırıl bir gökyüzü ve pırlanta gibi parlayan giiııcş

den oluşan bir geçit töreniydi. Ortaya çıkan her periyle birlikte

ışınları takıldı. Çevresi yoğun, tertemiz bir havayla sarıldı ve ne

Laurel kendini daha da iyi hissediyordu. Tamani şimdi yalnız

olduğunu çıkaramadığı kuvvetli, insanı kendinden geçiren Itir

değildi, periler onu iyileştirmenin nasıl olsa bir yolunu bula­

koku duydu. Uzun, bol, gümüş renkli giysiler içinde ak saçlı bir

caklardı. Buna inanıyordu, inanmak istiyordu. Onu ağaçların

adam geçidin öte yanında duruyordu. Adam, Tamani’niıı yanımı . 2S7 .


KANATLAR

gelirken Laurel durup izlemekten başka bir şey yapamadı. Adam parmağını Tamani’nin yüzünde gezdirdi, sonra arkasına dönüp sedye taşıyan bir grup periye baktı. Onlara eliyle gelmelerini işaret ederek, “Hemen alın onu,” dedi. “Kayıp gitmek üzere.”

APRILYNNE PİKE

Laurel gözlerini Avalon’un kapısından ayıramıyordu ama içgüdüsel bir şekilde, “Elbette,” dedi. Sessizlik içinde birkaç dakika yürüdüler, sonra Jamison durdu ve Laurel’a düşmüş bir kütüğün üzerine oturmasını işa­ ret etti. Kendisi de hemen yanına oturdu. Omuzlan neredeyse

Tamani beyaz, yumuşak bir sedyenin üzerinde götürüldü. Laurel çaresizlik içinde onun geçitten yayılan parlak ışığın içinde

birbirine değiyordu. “Bana trollerden bahset,” dedi. “Sanırım onlarla çatışmaya girmişsiniz.”

kaybolmasını izledi. İyileşeceğine ve onu tekrar göreceğine ina­

Laurel başıyla onaylayarak ona Tamani’nin çok dikkatli

nıyordu. Böylesine mucizelerle dolu bir dünyaya gidip de iyileş­

ve cesur davrandığını anlattı. Tamani’nin vurulduktan sonra

memek mümkün müydü?

bile inatla konuşmadığını anlatırken Jamison’ın gözlerinin tak­

Başını kaldırdığında ihtiyar perinin gözleriyle onu süzdüğünü

dirle parladığını fark etti. Aslında ona kendinden bahsetmek

gördü. “Bu o sanırım!” dedi yaşlı erkek peri. Sesi bu dünyadan

istemiyordu ama farkına bile varmadan, silahı nasıl aldığını

olamayacak kadar tatlı ve melodikti. Sanki havada süzülürmüş­

ve yaşamının buna bağlı olduğunu anlayana dek canavara ateş

çesine Laurel’a doğru yürüdü. Yüzü o kadar güzeldi ki sanki

edemediğini anlatmaya başladı. Hatta o zaman bile bunun bir

parıltılar saçıyordu, gözleri yumuşak ve maviydi. Gözlerini çev­

kaza olduğunu açıkladı.

releyen kırışıklıklar Maddie’nin yüzünde gördüğü eğri büğrü çizgilere benzemiyor, düzenli pililer oluşturuyorlardı. Laurel’a

“Demek kaçtı, öyle mi?” İhtiyar perinin sesinde hiçbir şekilde bir yargılama yoktu.

sevgiyle gülümsedi ve Laurel bir anda son yirmi dört saatin

Laurel başıyla onayladı.

sıkıntısının akıp gittiğini hissetti.

“Biliyorsun ki bu senin hatan değil. Tamani muhafızlık eğitimi

“Çok cesur davrandın,” dedi Jamison yumuşak, meleklere

aldı ve işini çok ciddiye alıyor. Ama sen, sen iyileştirmek için

özgü bir sesle. “Sana bu kadar çabuk ihtiyacımız olacağını hiç

yaratıldın, öldürmek için değil. Bir trol bile olsa, eğer birisini

düşünmemiştik. Ama işler bazen planlandığı gibi yürümeyebi­

öldürebilmiş olsaydın bu beni hayal kırıklığına uğratırdı.”

liyor, değil mi?”

“Ama şimdi biliyor. Kim olduğumu biliyor artık.”

Laurel başını salladı ve geçidin öte tarafına, Tamani’nin artık

Jameson başıyla onayladı. “Nerede yaşadığını da biliyor. 11w

yalnızca başının göründüğü kısma baktı. “O... O iyileşecek mi?”

an tetikte olmalısın. Hem kendinin hem de ailenin iyiliftl İçin.

“Hiç endişelenme. Tamani her zaman ondan beklenenden

Seni onları korumakla görevlendiriyorum. Onların ynşnınlıırım

çok daha güçlü olmuştur. Özellikle de sen söz konusuysan. Ona çok iyi bakacağız.” Elini Laurel’m omzuna koyarak, “Benimle gelir misin?” dedi.

sürdürmelerini sağlayacak sırları bilen bir tek sensiıı.” Laurel bir an hastanede yatan babasının o undu bi'lki d»' son nefesini veriyor olabileceğini düşündü. “Babam öliiyor, bir

.2 8 8

.

.289.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

kaç güne kalmadan bu dünyada annem ve ben yalnız kalacağız.

annene vermeni istiyorum.” Taşı Laurel’a verdi. Laıırel şaşkın

Benden istediğinizi yapmam mümkün olmayabilir,” dedi sesi

şaşkın mücevhere bakakaldı.

titreyerek. Ardından yüzü avuçlarının araşma düştü ve göz­

“Bu elmas mı?”

yaşları sel gibi boşaldı.

“Evet yavrum. Bu büyüklükte bir elmas tüm gereksinimle­

Yaşlı peri onu hemen kollarının arasına aldı, göğsüne bas­

rinizi karşılamaya yeterli olacaktır. İşte sana sunduğum koşul.

tırdı. Laurel perinin yüzünü okşayan elbisesinin tüyden yumuşak

Seni oraya yerleştirmemizin nedeninin insan ailenin ölümün­

kumaşının temasım hissediyordu.

den sonra o arazinin sana miras kalması olduğunu biliyorsun.”

“Bizlerden birisi olduğunu asla unutmamalısın,” diye fı­ sıldadı Jamison Laurel’ın kulağına. “Biz her konuda elimizden geldiğince sana destek olmak için buradayız. Bizim yardımımız senin en doğal hakkın, mirasın.” Jamison elini bol elbisesinin içine sokarak küçük, parlak, koyu mavi bir sıvıyla dolu bir şişe çıkardı. “Sıkıntıda olduğun zamanlarda kullanman için,” dedi. “Bu, sonbahar perilerinden birinin yıllar önce yaptığı çok ender bulunan bir iksir. Bugünlerde insanlara yardımı dokunacak çok az iksir yapıyoruz ama buna şimdi ihtiyacın var, gelecekte de olabilir. Ağza iki küçük damla, etki etmesi için yeterli.” Laurel’ın küçük şişeyi almak için uzattığı eli titriyordu. Ja­ mison şişeyi avucuna koydu ve Laurel’ın parmaklarım kapadı. “Bunu çok iyi koru,” diye uyardı. “Artık bunun kadar güçlü bir iksir yapabilecek kuvvette başka bir sonbahar perimiz olup olmadığından emin değilim. En azından şimdilik.” Laurel başını salladı.

Laurel’ın başıyla onaylamasının ardından sözlerini sürdürdü. “Son olaylar bu amacımızın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi, bu arazinin mülkiyetinin bir an önce bize geç­ mesini sağlamalıyız. Bu mücevher, baban iyileştikten sonra ve ailen araziyi tapuda senin adına geçirdikleri takdirde onların olabilir. Onlara bunu yaptırmak için neyi nasıl anlatacağınsa sana kalmış bir konu.” Sesi kararlı, sert bir ton almıştı. “Bu arazinin senin olması gerekiyor, Laurel. Ve bizler bunun gerçekleşmesi

için gerçekten cömert sayılabilecek bir bedel ödemeye hazırız.” Laurel peki anlamında başını sallayarak mücevheri cebine yerleştirdi. “Kabul edeceklerinden eminim.” “Umarım haklısındır.” Jamison gülümsedi. “Acele etmelisin, Laurel. Babanın yaşamı saatlere bağlı, günlere değil.” “Teşekkürler,” diyen Laurel hemen oradan ayrılmak için arkasını döndü. “Ah, Laurel?” “Evet?”

“Seni başka bir yönden de destekleyeceğiz. Ama...” İşaret

“Seni yakında yeniden göreceğimi umuyorum. Çok yakında."

parmağını havada salladı. “Bunun için bir koşulumuz olacak.”

Yaşlı adam zarif, bilgiç bir şekilde gülümsemek için dudaklımın

“Ne isterseniz,” dedi Laurel içtenlikle. “Ne isterseniz yaparım.” “Bu sana getirilen bir koşul değil. Al bunu!” Avucunu açtı. İçinde golf topu büyüklüğünde bir ham kristal vardı. “Bunu . 290*

hareketlendirdiğinde gözleri pırıldıyordu.


YİRMİ DORT

Laurel Brookings ile Orick arasındaki yolun, giderek tükenmekte olan Tamani kucağındayken bile olmadığı kadar uzun hissedilebileceğini hiç düşünemezdi. Ama -cepleri düşünülebilecek en büyük iki hâzineyle doluyken bile- David’in yanında, kilometreler sanki her zamankinden çok daha yavaş eriyordu. Yaşlı perinin sözleri kulaklarında çınlıyordu: Babanın ömrü saatlere bağlı, i! lifi im:•!ı»

III

günlerle değil. Saatler demişti, günler değil, çoğul, peki ama bu

ne anlama geliyordu? Son için ne zaman artık çok geç olacaktı? Laurel sürekli olarak cebinden şişeyi çıkarıyor, avuçlarının içinde evirip çeviriyor, sonra yeniden cebine koyuyordu. Hangisinin daha güvenli olduğuna kadar veremiyordu. Cebinde kalması mı, avucunda tutması mı? Sonunda cebinde kalmasının daha doğru olacağına karar verdi, yalnızca David’in yanıtlayamayacağı so­ rular sormasını engellemek için bile değerdi buna. David şimdiye dek buna yanaşmamıştı. Ormandan sendele­ yerek çıktığında ona sarılmış, sessizce arabanın kapısını «içmiş, “Hastaneye mi?” diye sormuş ve başka bir şey söylememişti. Laurel konuşmadığı için ona minnettardı. Henüz ona ııe an­ latıp ne anlatamayacağından emin değildi. Haftalar önce ona Tamani’nin söylediği her şeyi, peri sırrı olmamak koşuluyla, . 293 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

anlatacağına söz vermişti. Ama böylesine özel ayrıntıların ola­

için David’den ceketini almayı unutmuştu. Üstelik saçları da

bileceği hiç akima gelmemişti.

darmadağındı, kot pantolonu tam dizinin üstünden yırtılmıştı

Ne var ki şimdi boyler sırları biliyordu. Geçebilmek için her trolün göz kırpmadan onu ve sevdiklerini öldüreceği geçidin

ve ayaklarında hâlâ o bağcıklı ayakkabılar vardı. Neyse ki nehrin suları tişörtündeki David’in kanının çıkına

yerini biliyordu. Bunu ona anlatmak, David’i daha çok tehlikeye

sini sağlamıştı. Ayrıca yüzünde o adamın yaptığı morluklar ve

atmak demekti.

zedelenmeler de yoktu. Görünür bir yara yok en azından, diye

Bu durumda o an için yapılabilecek en iyi şey hiçbir şey söylememekti. David sonunda hastanenin otoparkına girdi ve yüksek, gri binaya baktı.

düşündü yanağındaki hassas noktayı eliyle yoklarken. Sonunda birisi tarafından yakalanmadan babasının odasına ulaşmayı başardı, gerçi birçok meraklı bakışın hedefi olmuştu ama kimse yakından ilgilenmemişti. Kapıyı çalmadan önce

“Seninle içeri gelmemi ister misin?”

derin bir nefes aldı ve kapıyı itti. Perdeyi aralayarak içeri göz

Laurel başını salladı. “İkimiz birden girersek durum daha

attı. Annesi başı babasının kucağında uyuyordu. Odaya bilindik

da karışır. Ben yalnız olursam belki pek fazla dikkat çekmem.”

sesler hâkimdi; babasının monitördeki kalp atışları, burnundaki

Bu arada zihninden, olası değil, diye geçiyordu.

borudan oksijen üfleyen tüpün tıslaması, kolundaki tansiyon

“O zaman ben de burada kalıp annemi arayayım.” Kısa bir

aletinin vızıltısı. Ne var ki bu kez bütün bunlar son üç haftada

bocalamanın ardından elini Laurel’ın elinin üstüne koydu. “Birkaç

olduğu gibi Laurel’ın gözünü korkutmadı, tam aksine rahatlattı.

saat sonra Crescent City’ye dönmem gerekiyor, annemi aradığımda

Şimdilik bile olsa babası hayattaydı.

çıldırmış olacak zaten. Bana en azından yirmi mesaj bırakmış.

Birden annesinin gözleri açıldı. “Laurel? Laurel?” Ayağa

Ama bir şeye gereksinimin olursa...” Sesi giderek kayboldu ve

fırladı ve koşarak kızma sarıldı. “Nerede kaldın? Dün gece gel­

omuz silkerek ekledi: “Beni nerede bulacağını biliyorsun.”

meyince çok korktum. Düşündüm ki... Tanrım, ne düşündüğümü

“Birazdan gelir seninle vedalaşırım. Ama önce babamı gör­ mem gerekiyor.”

bile bilemiyorum artık. Bir anda binlerce, milyonlarca korkunç düşünce geçti kafamdan.” Laurel’ın omuzlarım hafifçe sarstı.

“Sana onun için bir şey verdiler, değil mi?”

“Eğer seni gördüğüm için bu kadar sevinmemiş olsam seni ceza

Laurel’m gözleri yaşla doldu. “Eğer geç kalmadıysak...”

olarak bir ay eve kapatırdım.” Geri çekilerek Laurel’ı dikkatli*

“Öyleyse git... Seni bekleyeceğim.”

süzdü. “Sana neler oldu böyle? Berbat görünüyorsun.”

Laurel arabanın kapısını açmadan ona sarıldı ve sonra hızla hastanenin girişine koştu. Olanaklar elverdiğince görünmemeye çalışıyordu. Atleti Chetco Nehri’nin kıyısındaki çamurla lekelenmişti ve o bunu gizlemek

Laurel yeniden annesine sarıldı. Chetco Nehri’nin çamurlu sularına gömülüp gitmiş olsa bir daha asla tadamayacağı kolların sıcaklığını hissetti. “Uzun bir gece oldu,” dedi yaşlar gözlerinden boşanırken titrek bir sesle.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Annesi ona biraz daha sıkı sarılırken Laurel onun omzunun

“Bay Barnes bu sabah gelmeyecek.” Annesi bir şey söylemek

üzerinden babasını inceledi. Burada, bu hastane yatağında öyle­

için eğildi ama Laurel ona fırsat vermeden konuşmayı sürdürdü.

sine uzun bir zamandır yatıyordu ki onun uyanacağını, oradan

“Hiçbir zaman gelmeyecek, anne. Umarım onu bir daha hiç gör

kalkıp gideceğini düşünmekte bile zorlanıyordu. Laurel anne­

mezsin. O sizin düşündüğünüz gibi birisi değil.”

sinin kollarından ayrılarak, bir adım geri çekildi. “Babam için

Annesinin yüzü birden bembeyaz oldu. “Tamam da... o arazi,

bir şey getirdim.” Güldü. “Sana da getirdim. Yolculuğa çıkıp da

para, bilemiyorum...” Annesinin sesi kaybolurken gözyaşları sicim

armağan getirmeden dönmek olmaz, değil mi?” Laurel kendi

gibi yanaklarından aşağı boşaldı.

kendine gülmeyi sürdürürken annesi onu dehşet dolu gözlerle

Laurel uzanarak elini tuttu. “Her şey yoluna girecek, anne. Her şey iyi olacak.”

süzüyordu. Laurel babasının yatağının öbür tarafına geçti ve başının yakınma bir ayaklı tabure çekti. Cebinden küçük şişeyi çıkarır­ ken annesine seslendi. “İçeri kimsenin girmesine izin verme.”

“Ama Laurel, bunu daha önce de konuştuk. Başka çaremiz yok.” Laurel diğer cebindeki elması çıkararak avucunun içine koydu ve uzattı. “Başka yolu var.”

“Laurel, o da ne?..” “Sorun yok, anne. Bu onu iyileştirecek.” Şişenin kapağını açtı ve damlalığa bu çok değerli sıvıdan bir miktar çekti. Sonra dikkatle babasının üstüne eğildi, iksirden iki parlak mavi dam­ lacığı babasının ağzının içine damlattı. Sonra solgun yüzüne baktı ve her olasılığa karşı bir damla daha damlattı. Ardından da annesine döndü. “Merak etme, iyileşecek.”

Annesinin şaşkın, yorgun bakışları Laurel ile elmas ara­ sında gidip geldi. Neden sonra gözlerini parlak, değerli ham taştan ayıramadan sert, ciddi bir tonda sordu: “Bunu nereden aldın Laurel?” “Bir teklif aldım.” Annesinin sesi titriyordu. “Laurel, beni korkutuyorsun.” “Hayır, anne, hayır. Korkma. Her şey yolunda. Yalnızca...”

Laurel’ın annesi ağzı açık onu seyrediyordu. “Bunu nereden aldın?”

Anlık bir kararsızlık geçirdi. “Yalnızca birisi... o toprakların ailemizin mülkü olarak kalmasını istiyor. Özellikle de benim.

Laurel annesini yorgun bakışlarla süzerek gülümsedi. Soruyu duymazdan gelerek, “Kendi armağanını sormadın hâlâ,” dedi. Annesi yatağın baş ucundaki koltuğa çöktü, Laurel da kendi ayaklı taburesini çekerek onun yanma oturdu. Birkaç saniye

Tapuyu benim adıma geçirmeniz koşuluyla bu elması satmanıza izin vermeye hazırlar.” Annesi hiç konuşmadan onu uzun uzun süzdü. “Senin jıdma mı?”

için sustu kaldı, nereden başlayacağını bilemiyordu. Böylesine

Laurel başını sallayarak onayladı.

büyük bir öykünün neresinden başlanabilirdi ki? Saatine baktı

Annesi değerli taşa bakarak, “Bunun karşılığında mı?" diye

ve yutkunarak boğazım temizledi. .2 9 6 .

sordu. . 297 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

“Kesinlikle.”

Annesine bir terslik olduğunda, yüzlerce kez garip bir dıırıım

“Ve babanın yaşamını mı kurtarıyorlar?”

yaşandığında kuşkulanması gereken onlarca olayı unutturmuş

“Evet.”

lardı elbette. Laurel birden kendini çok zayıf hissetti.

“Hiçbir şey anlamıyorum.”

“Ah anne, çok üzgünüm.”

Laurel elmasa bakıyordu. Orick’ten Brookings’e gelene dek,

“Laurel, bu odaya girdiğinden beri söylediğin hiçbir şeyi*

yol boyunca annesine ne anlatacağına karar verememişti. Şimdi o an gelmişti ve o hâlâ kararsızdı. “Anne? Ben... Ben, senin gibi değilim.” “Senin gibi değilim derken neyi kastediyorsun?”

bir anlam veremiyorum.” Tam o anda cılız, titrek bir ses ikisinin birden irkilmesine neden oldu. “Sarah?” “Mark! Mark, uyandın sonunda!” Annesi şaşkınlığını unuta­

Laurel ayağa kalktı ve kapıya gitti. İyice kapadı, aslında

rak bağırmaya başlamıştı. Şimdi ikisi birden yatağın iki başında

kilitlenebilir olmasını isterdi. Sonra ağır ağır annesinin yanma

duruyor, babasının kararsız göz kırpıştırmalarını mutlulukla,

döndü. “Hiç benim neden bu kadar farklı olduğumu merak et­ medin mi?”

ellerini çırparak izliyorlardı. Ağır ağır babasının gözleri açıldı ve odada, çevresinde vı­

“Sen farklı değilsin. Sen olağanüstüsün, çok güzelsin. Neden birden böyle düşündüğüne hiçbir anlam veremiyorum.” “Beslenme şeklim garip.”

zıldayan, homurdanan sayısız tıbbi araç gereçte gezindi. Ardın­ dan kalın, kızgın bir sesle homurdandı: “Tanrım, lanet olsun, neredeyim ben?”

“Ama sen her zaman çok sağlıklıydın. Ve...” “Nabzım yok.” Laurel annesinin temiz tişörtlerinden birini giyip hastanenin

“Nasıl yani?”

park yerine döndüğünde David arabasının bagajının üstüne

“Hiçbir yerim kanamıyor.” “Laurel, bu çok saç...”

oturmuş bekliyordu. “Her şey yolunda mı?” diye sordu yavaşça.

“Hayır, hiç de değil. En son ne zaman bir yerimi kestim? Ne zaman bir yerimin kanadığını gördün?” Laurel’ın sesi iyice

Laurel gülümsedi. “Evet. Ya da olacak.” “Baban uyandı mı?”

yükselmişti. “Ben... Ben...” Annesi şaşkınlık içinde etrafına bakındı. Birden kafası karışmıştı. “Anımsamıyorum,” dedi yavaşça. Ve sonra her şey, her şey birden anlam kazandı. “Anımsamıyorsıın,” dedi Laurel yumuşak bir sesle. “Tabii ki anımsamazsın.” • 298 .

Laurel mutlulukla hafifçe gülümseyerek başım salladı. '<>na verdikleri morfin ve sakinleştirici ilaçların etkisiyle lıeııiiz lanı olarak kendine gelemedi ama onları bünyesinden attıktan soııra iyileşecek.” . 299 •


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Laurel bagajın üstüne çıkıp David’in yanına oturdu. David

O daha şişeyi cebine sokamadan morluk kaybolmuş, Dn-

kolunu omzuna attı, Laurel başını onun omzuna yasladı ve sordu:

vid şaşkınlıktan ağzı açık kalmış bir şekilde kesiğin gözlerinin

“Annen nasıl karşıladı durumu?”

önünde kırmızıdan açık pembeye dönüşmesini seyrediyordu.

David güldü. “Ustaca yalan söylediğim düşünülürse oldukça iyi. Ona gece telefonumu arabada unuttuğumu ve bütün geceyi babanın odasında uyuyarak geçirdiğimizi söyledim.” Elindeki küçük telefona baktı. “Neyse, en azından yarısı doğru.” Laurel gözlerini devirdi.

Birkaç saniye sonraysa kesikten iz bile kalmadı. David şaşkınlık içinde kaybolan yarasına bakarken, “Babana da bundan mı verdin?” diye sordu. Laurel başıyla onayladı. David sırıttı. “Göz açıp kapayana kadar ayağa kalkar. Bu

“Bir süre nutuk çekip sorumsuz bir insan olduğumu söyledi

harika bir şey.” Sonra sahte bir kızgınlıkla, “Hem bana kitabe-

ama artık arabayı alamayacağım gibi bir cezadan filan bah­

vinde köle muamelesi yapmandan da bıktım. Biliyorsun, benim

setmedi bile. Sanırım bu senin sayende, Laurel. Sana yardım

de haklarım var,” dedi, Laurel birkaç kez sırtına vururken. David

ettiğimi biliyor.”

ellerini yakalayarak pes ettirene kadar bileklerini tuttu. Ardından

Laurel iç çekerek, “Evet,” dedi. David’in annesi gerçeğin

ikisi birden derin bir sessizliğe daldı. “Ne zaman döneceksin?” Laurel omuz silkti. “Babamın burada çok uzun süre kalaca­

yarısını bile bilemezdi. David yüzündeki büyük morluğu işaret ederek, “Tabii bunu

ğını sanmıyorum. Belki de onu bu hafta sonu taburcu ederler.”

görünce ne yapacak, onu hiç bilemiyorum,” dedi. Sonra kolun­

“Bu nesnenin her şeyi yoluna koyacağından emin misin?”

daki derin yaraya bakarak ekledi. “Ve de bunu. Aslına bakarsan

“Eminim.”

nehrin suyunda ne olduğunu bilmediğim düşünülürse, sanırım

David yaradan iz bile kalmayan pürüzsüz koluna baktı. “Ben

içeri girip tetanos aşısı olmam gerekir. Dikiş de attırabilirim.”

kendi adıma kesinlikle eminim.” Birkaç saniye sustu. “Annene

Somurtarak ekledi. “Sonra da bunu açıklamak için bir şeyler

ne anlattın?”

bulmam gerekiyor.”

Laurel iç çekti. “Ona gerçeği anlatmaya tam başlamıştım

Laurel karar vermeden önce uzun uzun açık, geniş kırmızı kesiğe baktı. Eğer bunu David de hak etmiyorsa, kim hak ede­ bilirdi ki? Cebindeki iksir şişesini çıkardı ve dikkatle açtı.

ki babam uyandı. Ona bir şeyler anlatmalıyım. Ama ne anlata­ cağımdan emin değilim.” “Bence en doğrusu gerçeği anlatman. Tabii her şeyi değil.

David, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

Trolleri ve annenin evine nasıl bir insafsız canavarı aldığını es

“Şişşt,” diye fısıldayan Laurel onun yanağına erişebilecek

geçebilirsin.”

şekilde başını çevirip eğildi. Parmağına iksirden bir damla aldı

Laurel başını salladı.

ve yüzündeki morluğu ovuşturdu. İkinci bir damlayı açık kesiğin

“Ama seninle ilgili gerçekleri bilmeliler. Kendi evinde, kendi

içine damlatmadan önceyse uyardı: “Bu yakabilir.” . 300.

ailenden bunu gizlememelisin.” .3 0 1 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Parmakları iç içe geçti ve David elini sıktı. “Periler, troller... Başka inanmadığım ne kalmıştı geriye? Büyülü ilaçlar. Bu arada teşekkürler.”

larının ucuyla David’in yüzünü okşadı ve arabanın bagajındım aşağı kaydı. David sürücü koltuğuna geçti, gözleri hâlâ Laurel’daydı. IjhiivI

Laurel, “Bir şey değil,” dedi. “Asıl ben sana çok şey borç­

araba park yerinden çıkıp ağır ağır caddeye, ıo ı numaralı otoyolu

luyum. Tabii kastettiğim yalnızca o trollerden dolayı yaşadık­

ve normal yaşama doğru ilerlerken arkasından bakıp el salladı.

larımız değil.” “Bu yükümlülüğün altına girerken nasıl bir sorumluluk aldı­ ğımın farkındaydım.” David omuz silkti. “Her şeyi bilmiyordum belki, ama en azından senin farklı olduğunu biliyordum. Seni ilk gördüğüm andan itibaren, bir şeyler... Sende özel bir şeyler olduğunu anlamıştım.” Sırıttı. “Ve bunda haklıydım.” “Özel mi?” diye sordu Laurel dudak bükerek. “Bunu böyle mi tanımlıyorsun?” “Evet,” diye ısrar etti David. “Öyle nitelendiriyorum.” Susup uzandı, Laurel’ın elini aldı ve kendi ellerinin arasına koydu. Bir süre sessizlik içinde onu seyrettikten sonra bir elini yanağına götürerek ona biraz daha sokuldu. Dudakları birleş­ tiğinde Laurel buna karşı koymadı, bu hafif bir meltem kadar yumuşak bir öpücüktü. David geri çekilerek ona yeniden baktı. Laurel konuşmadı, eğilmedi. Eğer David artık her şeyin değiştiği bu yaşamının her evresinde olmak istiyorsa bu onun seçimiydi. Kendisi ne istediğini biliyordu ama artık kararlarında etken olan yalnızca kendisi değildi. David kısa bir tereddüdün ardından onu daha da sıkı göğsüne bastırdı ve öptü. Ama bu kez çok daha uzun. Laurel onun beline sarılan kollarını hissettiğinde rahatlayarak iç geçirdi. Dudakları yumuşak, sıcak ve nazikti; tıpkı David gibi. Öpüşmelerinin ardından David karşısında durdu. Hâlâ el eleydiler. Söylenecek bir şey yoktu. Laurel gülümsedi, parmak­


YİRMİ b e s#

“Seninle birlikte gelmemi istemediğinden emin misin?” diye sordu Laurel’m annesi evlerinin uzun, engebeli araç yoluna girerken. “Eğer gelirsen ortaya çıkmazlar,” dedi Laurel. “Merak etme, güvendeyim.” Sık ağaçlara bakarak gülümsedi. “Yeryüzünün hiçbir yerinde buradan daha güvende olabileceğimi sanmıyorum.” Son üç günü ailesini peri olduğuna inandırmak ve onları yapacakları en iyi şeyin perilerin önerisini kabul etmek olduğuna ikna et­ mekle geçirmişti. Annesi ile babası her ne kadar kuşkulu olsalar da, perilerin babasının yaşamını kurtarmış olmaları karşısında istedikleri bu düzenleme konusundaki itirazları da önemsiz de­ nilecek kadar azdı. Ayrıca en az sekiz yüz bin dolar değer biçilen ham elmasın da kararlarında etkili olduğu kesindi. Laurel eğilerek annesine sarıldı. Annesi, “Geri dönecek mi­ sin?” diye sordu. David’in de aynı şeyi sorduğunu anımsayan Laurel gülüm­ sedi. “Evet, anne, geri döneceğim.” Arabadan serin, temiz havaya çıktı. Gökyüzü yağının yağa­ cağının belirtisi olan yoğun gri bulutlarla kaplıydı ama Laurel bunu kötüye yormadı. “Yalnızca kış havası,” diye mırıldandı kendi kendine. Yine de içinde ayakkabıların bulunduğu çantayı . 305 .


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

-sanki kendini ormandaki kötü gelişmelerden koruyabilirmiş gibi- sımsıkı göğsüne bastırdı. Ne gibi bir kötü haber olabilirdi ki? Olamazdı. Ormanın gölgelerinin arasına dalıp nehre giden patikada ilerledi. Çev­

Laurel sonunda ondan ayrıldığında bir yandan giiliiyor, bir yandan da gözyaşlarını siliyordu. “Seni gördüğüme gerçekten çok sevindim. İyisin, değil mi? Daha yalnızca dört gün oldu.”

resinin peri muhafızlarla çevrilmiş olduğundan emindi, ama

Tamani omuz silkti. “Biraz halsizim, aslında buraya yeniden

onlara seslenmeye cesareti yoktu, zaten istese bile bunun için

sağlığımı kazanmak için geldim, görevde değilim. Geleceğini

sesinin çıkacağından emin değildi. Dereye ulaştığında çantayı ilk kez Tamani’yle karşılaştı­ ğında oturduğu kayanın üzerine bıraktı. Sonra kayaya oturup beklemeye başladı. Hiçbir şey yapmadan yalnızca beklemeye. “Merhaba Laurel.”

biliyordum. Sen geldiğinde burada olmak istedim.” Eğildi ve Laurel’ın bir tutam saçım kulağının arkasına attı. “Ben... Ben bunları geri getirdim,” diye kekeledi Laurel içinde ayakkabıların bulunduğu çantayı uzatırken. Her yakınlaşma­ larında olduğu gibi tüm vücudunun ürperdiğini hissediyordu.

Bu sesi nerede duysa tanırdı, son dört gündür tüm düşle­ rinde yakasını bırakmayan sesti bu. Hayır, bu doğru değildi. Son iki aydır düşlerinde hep yanında olan, fırtınalar estiren sesti bu. Döndü ve kendini Tamani’nin kollarına bıraktı, gözyaşları tişörtünü ıslatırken derin bir huzur tüm benliğini kapladı. Tamani onu kollarının arasında sıkarken, “Çok daha sık vurulmalıymışım,” dedi.

Tamani başını salladı. “Onları senin için yaptım.” “Başka bir hatıra daha mı?” Laurel bunu sorarken eli iste­ meden boynundaki minik yüzüğe gitti. “Hiçbir armağan asla fazla olamaz.” Tamani’nin gözleri kü­ çük açıklığa odaklandı. Boğazını temizledi. “Ama önce iş. Sana önerimizin nasıl karşılandığını sormakla görevlendirildim.” “Çok iyi.” Laurel da aynı alaycı resmî tonda yanıt verdi.

Laurel yanağını Tamani’nin göğsüne yapıştırırken, “Sakın bir daha vurulma,” diye haykırdı. Gömleğinin kumaşı o kadar yumuşaktı ki. Laurel özellikle de o anda, yüzünü bu yumuşak kumaştan ayırmak istemiyordu, hem de hiç. Tamani’nin elleri Laurel’m saçları arasında gezini­ yor, omuzlarını okşuyor, yanaklarındaki gözyaşlarını siliyordu, sanki aynı anda her yerindeydi. Laurel’ın anlayamadığı bir şeyler mırıldandı, ama dudaklarından dökülen sözcükler her neyse Laurel’ı hiçbir sözcüğün yapamayacağı kadar rahatlattı, gevşetti. Tamani’nin sihir gücünün az olmasının ne önemi vardı ki? Asıl sihir kendisiydi.

“İlk fırsatta belgeleri imzalayacaklar. Sanırım bana burayı Noel armağanı olarak vermeyi düşünüyorlar.” Tamani güldü ve onu biraz daha yakınına çekti. “Haydi, buradan gidelim. Yerin kulağı vardır.” “Bence kulakları olan yerler değil,” dedi Laurel alaycı bir tonda. Tamani kıkırdadı. “Belki öyledir. Buraya gel.” Laurel’ın elinden tuttu ve onu kıvrıla kıvrıla uzanan, hiçbir yere gitmiyor gibi görünen bir yola götürdü. Laurel’ın elini sıkarken, “Baban iyileşti mi?” diye sordu.

. 306.


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel gülümsedi. “Bugün akşam eve çıkarıyorlar. Hemen

Tamani’yle birlikte geçirilecek muhteşem bir yaşamın dü­

yarın sabah işinin başına dönmek için diretiyor.” Ciddileşti.

şüncesi bir an için Laurel’ın kafasından geçtiyse de kendini bunu

“Buraya gelmemin nedeni de bu. Hep birlikte birkaç saate ka­

düşünmemeye zorladı. “Hayır, Tam. Bunu yapamam.”

dar Crescent City’ye gideceğiz. Ben...” Başını eğerek ayaklarına

“Daha önce burada yaşıyordun. Ve her şey yolundaydı."

baktı. “Bir daha buraya ne zaman geleceğimi hiç bilemiyorum.”

“Yolunda mı? Sürekli gözetleniyordum ve siz aileme su gibi

Tamani döndü ve ona baktı, gözlerinde Laurel’ın tam olarak çözümleyemediği çok derin bir ifade vardı. “Yani buraya veda etmeye mi geldin?” O söylediğinde kulağa çok sertmiş gibi geliyordu. Başıyla onayladı. “Şimdilik.” Tamani çıplak ayaklarıyla yerdeki ölü yaprakları tekmeledi. “Bu ne demek? Yani David’i bana tercih mi ediyorsun?” Buraya David’den bahsetmeye gelmemişti. “Her şeyin farklı

hafıza iksiri veriyordunuz.” Tamani yere baktı. “Bunu da mı öğrendin?” “Tek mantıklı açıklama buydu.” “Yardımcı olacak mı bilmiyorum ama bundan hoşlanmı­ yordum.” Laurel derin bir soluk aldı. “Bana... Bana da bir şeyleri unut­ turdular mı? Yani buraya gelmemden sonra.” Tamani gözlerini kaçırdı. “Bazen.”

olmasını isterdim, Tamani. Ama şu an senin dünyanda yaşaya­ mam. Benimkinde yaşamalıyım. Ne yapayım yani? Annemin veya David’in beni buraya erkek arkadaşımı görmeye getirmelerini mi isteyeyim?” Tamani arkasını döndü ve birkaç adım uzaklaştı. Laurel peşinden gitti. “Sana telefon açıp mektup mu yollayayım? Elimden gelen bir şey yok.” Tamani Laurel’ın neredeyse duyamayacağı kadar kısık bir sesle mırıldandı. “Kalabilirsin.” “Kalmak mı?” “Burada yaşayabilirsin... benimle birlikte.” Laurel’ın konuş­ masına fırsat vermeden ekledi. “Çok yakında bu topraklar senin olacak. Ev de var. Burada kalabilirsin.”

Laurel sitemle, “Peki ya sen... Sen yaptın mı bunu?” diye sordu. Tamani gözlerini açarak ona baktı, sonra başını salladı. “Ya­ pamadım.” İyice yaklaştı, sesi duyulamayacak kadar kısıktı. “Bir defasında yapmam gerekti. Ama yapamadım.” “Ne oldu?” Tamani ensesini kaşıdı. “Bunu anımsamıyor olmandan nef­ ret ediyorum.” “Üzgünüm.” Tamani omuz silkti. “O sırada henüz çok küçüktün. Ben yeııi muhafız olmuştum, bir haftadır buradaydım, aptallık eltim ve senin beni görmene izin verdim.” “Seni gördüm mü?” .309 .


KANATLAR

APRILYNNE PIKF.

“Evet. O sırada insan yaşıyla on yaşmdaydın. Hemen ellerimi

Laurel birkaç saniye susarak duygularını kontrol etınryc*

dudaklarıma koyarak sana susmam işaret ettim ve bir ağacın

çalıştı. “Kalmayı aslında ne kadar istediğimi anlamıyor nuısıın?

arkasına saklandım. Bir iki dakika kadar beni aradın, birkaç

Bu ormanı seviyorum. Seni...” Bir an bocaladı. “Seninle olmayı

saat sonra unuttun ya da öyle görünüyordun.”

seviyorum. Avalon’u dinlemeyi, onun ağaçlardaki sihrini hisset­

Laurel bir süre konuşmadan sessiz durdu. “Bunu anımsı­ yorum. Yalnızca hayal meyal. Demek o şendin.” Tamani’nin gözlerinde bir kıvılcım yanıp söndü. “Anımsıyor musun?”

meyi seviyorum. Her buradan ayrıldığımda kendime nedenini soruyorum.” “O zaman neden gidiyorsun?” Sesi şimdi yüksek ve istekliydi. “Benimle kal. Seni Avalon’a götürürüm. Avalon, Laurel. Oraya

Laurel bakışlarım kaçırdı. “Biraz,” dedi yavaşça. Yutkundu. “Peki ya ailem? Onları uyuttun mu?” Tamani iç çekti. “Birkaç kez.” Laurel’ın karşı çıkmasına fırsat vermeden ekledi: “Buna mecburdum. Ama yalnızca iki ya da üç kez. Ben buraya geldiğimde sen çok daha dikkatliydin. Size haf­ tada bir kez bile müdahale etmemiz gerekmiyordu. Bazen annen

gidebilirsin. Birlikte gidebiliriz.” “Yapma! Hayır, Tamani, yapamam. Şu anda senin dünyanın bir parçası olamam.” “Orası senin de dünyan.” Laurel hafifçe başını salladı. “Benim dünyam,” dedi. “Ailemin bana çok ihtiyacı var. İnsan yaşamımı sürdürmeliyim.”

ile baban gerçeğe yaklaşır gibi olduklarındaysa yerime başka birisini görevlendirmeye çalışıyordum.” Omuz silkti. “Başlan­ gıçtan itibaren bunun kötü bir plan olduğu düşüncesindeydim.” Laurel bir an için sustu. “Teşekkür etmem gerek sanırım.” “Kızma. Burada kalırsan, bu böyle olmayacak. Her şeyi bili­ yorsun. Ailen bile biliyor. Artık bunu yapmamız gerekmeyecek.” Laurel başını salladı. “Ailemle kalmalıyım. Hiçbir zaman olmadıkları kadar tehlikedeler. Bana onları koruma sorumluluğu verildi. Onlara şu anda sırtımı dönemem. Onlar insan, belki bu senin için önemsiz ama ben onları seviyorum ve yollarına çıkan ilk trol tarafından katledilmelerine izin veremem. Bunu yapamam.”

“David’le.” Laurel başını salladı. “Madem öğrenmeyi çok istiyorsun, öyle. David benim için çok önemli. Ama sana daha önce de bunun David ile senin aranda seçim yapmak gibi bir şey olmadığını söyledim. Gerçek aşkımın kim olduğuna karar veriyor filan de­ ğilim. Bu böyle bir şey değil.” “Senin için olmayabilir.” Tamani’nin sesi sakindi, neredeyse duyulamayacak kadar alçaktı ama etki açısından Laurel’a ok gibi saplanmıştı. “Daha ne yapmam gerekiyor Laurel? Senin içiıı diişimi'hileceğim her şeyi yaptım. Seni korumak için vuruldum. Başka

Tamani hüzünle, “Peki, o zaman neden buradasın?” diye sordu.

ne yapabileceğimi söyle, inan yapacağım. Ne pahasına olursa olsun, yeter ki kal.”

• 310.

• 311 •


APRILYNNE PİKE

KANATLAR

Laurel onun gözlerine bakmamaya çalışıyordu, hiçbir zaman

“Sana... Sana yüzük konusunda yalan söyledim.” Tamaııi’ııin

çözümleyemediği derin bir tutku gizliydi onlarda. Konuşmaya

sesi yumuşak ve ciddiydi. “O sıradan bir yüzük değildi. Senin

çalıştığında ağzının kuruduğunu hissetti.

yüzüğündü. Sen dönene kadar saklamam için bana sen ver

“Neden beni bu kadar çok seviyorsun, Tamani?” Bu, haf­

miştin. Geri döndüğünde sana vermemi istemiştin. Bunun sana

talardır sormayı istediği bir şeydi. “Beni daha doğru dürüst

buraya gelmeden önceki yaşamını hatırlatacağını düşünüyordun,

tanımıyorsun bile.”

umudun buydu.” Omuz silkti. “Sanırım işe yaramadı, ama ben

O anda tepelerindeki gökyüzü gürledi. “Peki ya... bu doğru değilse?”

deneyeceğime söz vermiştim.” Karşılıklı sessiz durdukları o anda çiseleyen soğuk yağmur

Laurel uçurumun kenarında olduklarını hissediyordu. Ama atlayacak gücü olduğundan emin değildi. “Bu nasıl doğru olmaz ki?” diye fısıldadı.

Laurel’ın kollarından aşağı süzülüyordu. “Senden hiç vazgeçmedim, Laurel. Senin yaşamına yakın olmanın bir yolunu bulmaya yemin ettim. İzin verdikleri ilk

Aynı anda gözlerinde iki ateşli gözün tutkusunu hissetti. “Ya sana yaşamlarımızın çok önceden birbirine kenetlendiğini söylersem?” Parmaklarını Laurel’ın parmaklarının arasına ge­ çirip tek bir yumruk haline getirdi. Laurel ellerine baktı. “Anlamıyorum.”

anda muhafız olmayı seçtim ve bu kapıda görevlendirilmek için elimden geleni yaptım. Jamison da bana yardımcı oldu. Ona borcumu nasıl öderim hiç bilemiyorum.” Laurel’ın ellerini yü­ züne götürdü ve parmaklarının boğumlarını teker teker öptü. “Seni yıllarca izledim. Küçük bir kız çocuğundan ergen bir peri

“Buraya insanlarla yaşamaya geldiğinde yedi yaşında ol­

olmana dek tüm evrelerini izledim. Küçükken birbirimizin en

duğunu söylemiştim. Peri dünyasında çok daha yaşlı olduğunu

yakın arkadaşıydık, son beş yılımın da neredeyse her dakikasında

söylediğimi anımsıyor musun? Senin bir yaşamın vardı, Laurel. Arkadaşların vardı.” Sözlerine ara verdi. Laurel onun duygularını bastırmaya çalıştığını görebiliyordu. “Ben vardım.” Tamani’nin sesi neredeyse fısıltı halini almıştı. “Seni tanıyordum, Laurel, sen de beni tanıyordun. Biz arkadaştık, hem de çok yakın arkadaş. Ben... senden gitmemeni istedim ama sen bunun görevin oldu­

seninleydim. Bu durumda sana âşık olmam hâlâ anlamsız mı?” Hafifçe güldü. “Buraya gelir, derenin başına oturur, gitarını çalar, şarkı söylerdin. Ben de bir ağaçta oturur seni dinlerdim. Bu yapmaktan en çok hoşlandığım şeydi. Öylesine güzel şarkı söylerdin ki.”

ğunu söyledin. Görev ve sorumluluğu senden öğrendim ben.”

Perçemleri yumuşaktı, çiseleyen yağmurla ıslanmış, nemli

Önüne baktı ve ellerini göğsüne kaldırdı. “Beni anımsamaya

yeni filizler gibi alnına dökülüyordu. Laurel bakışlarıyla onu te­

çalışacağına söz verdin ama unutmanı sağladılar. İlk kez bana

peden tırnağa süzdü: Tam dizlerinin altında bağlanmış yumuşak,

bakıp beni tanımadığında bir an öleceğimi düşündüm.”

siyah pantolon, göğsünü sımsıkı saran gömlek ve insanoğlunun

Laurel’m gözleri yaşla doldu. • 312.

dilemekten bile çekineceği kadar simetrik, kusursuz bir yüz.


KANATLAR

“Demek beni bu kadar uzun bir süre bekledin,” dedi fısıl­ dayarak.

APRILYNNE PİKE

El ele kıvrımlı yolda yürümeye başladılar. Bir süre sonra Laurel nerede olduklarını kestirmeye başladı. “Seni burada bı­

Tamani başıyla onayladı. “Ve daha çok uzun bir süre bekle­ yeceğim. Bir gün Avalon’a döneceksin ve o zaman geldiğinde ben

rakayım,” dedi Tamani ağaçların başladığı çizgiye yaklaşık ;j<> metre kala. Laurel başıyla onayladı. “Bu son değil,” diye fısıldadı.

sana kendi dünyamda, bizim dünyamızda neler sunabileceğimi

“Biliyorum.”

göstereceğim. Beni seçeceksin. Benimle yuvana döneceksin.”

Laurel boynundaki gümüş zinciri kaldırarak bebeklik yü­

Laurel’ın yüzünü ellerinin arasına aldı. Laurel’m gözlerinden yaşlar boşandı. “Bundan emin ola­ mazsın, Tamani.”

züğünü okşadı. Artık bu yüzüğün onun için önemi çok daha fazlaydı. “Söz verdiğim gibi seni düşüneceğim.”

Tamani endişeyle dudaklarını yaladı ama bir an sonra yüzünde yeniden zorlama bir gülümseme belirdi. “Evet,” dedi boğuk bir sesle. “Emin olamam.” Tamani’nin elleri Laurel’ın yüzündeydi, önce buz gibi olan bu eller, başparmakları elmacık kemiklerini izlerken gözlerindeki ateşle sanki ısınıyordu. “Ama buna inanı­ yorum, ümit etmek zorundayım.” Laurel ona gerçekçi olmasını söylemek isterdi, asla ola­ mayacak bir şeyi umut etmemesini. Ama sözcükleri ağzından çıkaramadı bir türlü. Kafasında bile yanlış olduğuna inanmak istiyordu bunun.

Tamani, “Her gün, her dakika olduğu gibi, ben de seni dü­ şünmeye devam edeceğim,” dedi. “Güle güle Laurel.” Birden arkasını döndü ve kıvrımlı yolda yürümeye başladı. Laurel arkasından baktı. Attığı her adımda sanki Laurel’ın yü­ reğinden bir parça kopup onunla gidiyordu. Yeşil gömleği bir ağacın gerisinde kaybolurken, Laurel gözlerini kapadı. Açtığında Tamani kaybolmuştu. Sanki onunla birlikte ormanın sihri de kaybolmuştu. Lamelin çevresinde algılayabildiği yaşam, geçitten sızan sihir... Çevre­ sindeki ağaçlar onsuz cansız ve boş gibiydi.

“Bekleyeceğim Laurel. Bekleyebildiğim kadar bekleyeceğim. Asla senden vazgeçmedim.” Dudaklarını Laurel’m alnına bastırdı. “Ve asla vazgeçmeyeceğim de.” Onu kendine çekti ve sarıldı. İkisi de konuşmuyordu. Bir an, o olağanüstü anda, ormandaki patikanın bu küçük noktasında dururlarken sanki yeryüzünde onlardan başka kimse yoktu. “Haydi, gel,” dedi Tamani onu bir kez daha kucaklayarak. “Annen endişelenecek.”

“Bekle,” diye fısıldadı. Onun arkasından bir adım attı ve birden ayakları kendiliğinden koşmaya başladı. “Hayır!” Laurel yoluna çıkan ağaç dallarını itip kendine yol açmaya çalışırken farkında bile olmadan avazı çıktığınca bağırıyordu. Sanki söz­ cükler kendiliğinden dökülüyordu ağzından. “Tamani, bekle!" Mir köşeyi daha dönüp gözleriyle onu aradı. “Tamani, lütfen!" İleri doğru attığı her adımda çaresizce onun koyu yeşil gömleğinin parıltısını görmeyi umuyordu.

. 314.


KANATLAR

APRILYNNE PİKE

Sonra onu gördü, karşısındaydı, yüzüne yerleşen hüzünlü

"Sıma yüzüğünü veren küçük periyi anımsamıyorum, Tmiii.

ifadeyle gardım almış bir halde ona bakıyordu. Laurel onu görünce

Neni di- anımsamıyorum. Ama bir şey... bir parçam anıııiNiynt',

durmadı, hatta adımlarım yavaşlatmadı bile. Ona ulaştığındaysa

İçlinde bir şey geçmişteki seni önemsiyor.” Başını eğdi. "Ben de

iki eliyle birden gömleğinin önünü kavradı, onu aşağı çekti ve

»t'in önemsiyorum.”

dudağını dudağına dayadı. Onun yüzünü, yüzünün temasım his­ settikçe Laurel tüm vücudunda benzersiz bir sıcaklık dalgasının dolaştığını hissediyordu. Tamani kollarım ona doladı ve vücutları Laurel’ın bir an bile sorgulama gereği duymadığı bir doğallıkla

Tamani tuhaf, melankolik bir şekilde güldü. “Geçici dı* o I n i i , İm uınut kırıntısı için teşekkürler, Laurel.” Umut her zaman vardır, Tamani.” “Artık var.”

bütünleşti. Laurel’ın dudakları onun ağzının tadıyla dolarken Tamani onu sanki içine alabilir, bir parçası yapabilirmişçesine kendine çekti, sımsıkı sarıldı. Ve bir an Laurel kendini onun parçasıymış gibi hissetti. Öpüşmeleri sanki yalnızca kısa, muhteşem bir an için bile olsa iki dünya arasındaki uçuruma köprü olmuştu. Yüzleri birbirinden ayrıldığında Tamani iç çekerek âdeta yılların ağırlığını üzerinden attı. “Teşekkürler,” dedi duyulamayacak kadar alçak bir sesle. “Ben...” Laurel evinde onun dönmesini bekleyen David’i dü­ şündü. Neden sanki birisiyle beraberken, diğerini düşünüyordu ki? Sürekli olarak kendini ikilemde hissetmesi adil değildi. Ne kendisi ne David ne de Tamani için. Başını kaldırdı, kendini Tamani’nin gözlerine bakmaya zorladı. “Neler olacağını bilemiyorum. Ama ailem tehlikede. Bana ihtiyaçları var, Tam.” Laurel yüzünden aşağı bir gözyaşı damla­ sının süzüldüğünü hissediyordu. “Onları korumalıyım.” “Biliyorum. Senden aksini isteyemem.” “Eğer onlar için olmasaydı, ben...” Ne yapardım? diye düşündü. Yanıtı bilemiyordu. • 316.

Laurel başıyla onayladı. Zorlanarak parmaklarını Tamani’nin gömleğinden ayırdı ve geldiği yoldan geri döndü.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.