PANDORA’NIN KUTUSU AÇILIYOR Efsanelere inanmalı mıyız bilinmez ama dilden dile nesilden nesile dolaşırlarken hep kulağımızda küpe, dilimizde söz olurlar! Bizim efsanemiz eğer inanırsanız PANDORA’ya ait… Çünkü onun efsanesi hepimizin efsanesi… Masal bu ya; tanrıların tanrısı Zeus, bilgelik ateşini Olimpos Dağı'ndan çalıp, insanlara götüren Prometheus'u cezalandırmak için kadını yaratmaya karar verir. Baş tanrı Zeus ilk olarak, demirci tanrısı Hephaistos'a bir parça toprağı suyla karıştırarak bir kadın yapmasını söyler. Daha sonra ise bilgeliğin tanrıçası Athena, bu kadına el işlerini ve beceriyi öğretir. Sıra kadını kadın yapan özelliklere gelince, devreye Afrodit girer. Afrodit, bu kadının yüreğini arzularla doldurur, yüzüne zarafet serper, tutku, heyecan, güzellik, şehvet hepsini ona adeta yükler. Zeus'un kötü olarak nitelendirdiği bu kadına şeytani duyguları, yalanı, düzenbazlığı ise haberci tanrı Hermes verir. Son olarak ise Zeus, dört rüzgârın esmesini emreder ve esen rüzgârla can bulan kadına PANDORA adını verir. Zeus, perilerin süslediği PANDORA denilen bu kadını hiç bekletmeden Prometheus'a gönderir. O artık hem bir ödül hem de cezadır. Prometheus görür görmez büyüsüne kapıldığı PANDORA ile evlenmek için hiç vakit kaybetmeyince Zeus’un planı da böylece işlemeye başlamış olur. Tanrıların ve insanların bir araya geldiği düğünde Zeus hediye olarak onlara bir kutu gönderir. Prometheus aynı zaman da bir kâhin olduğu için karısına kutuyu asla açmamasını söyler; bilir ki o kutu açılırsa hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Kocasına söz verse de merakın içini kemirdiği PANDORA dayanamaz ve çok geçmeden Prometheus’un sarayda olmadığı bir gün saklandığı yerde bulduğu kutuyu açar.
Açılan kutudan ölüm, açlık, öfke, kıskançlık ve yeryüzünde insanoğlunu acıya ve kedere boğacak aşk da dâhil tüm duygular dünyaya yayılır. Şaşırıp kalan PANDORA son bir gayretle kutuyu kapatmak istemişse de artık çok geçtir. İçindeki tüm duygu ve kötülüklerin dünyaya yayılmasını engelleyemeyen PANDORA kutuyu kapadığında içinde tek bir şey kalmıştır. İnsanoğlunu ayakta tutabilecek tek şey; UMUT kutunun içinde hapsolmuştur. Âdem babamız ve Havva anamızdan beri insanoğlu aşkı seçmiş, onun için savaşmış ve aşk için beklemiştir. Umut ise hep saklandığı kutuda kalmıştır.
SONBAHAR, 1992
Körebe oynamaktan nefret ediyorum ama körebe olmaktan daha çok nefret ediyorum. Karanlığın içinden çıkıp gelecek canavarlara hiç inanmadım ama kötü şeylerin karanlıkta olduğunu erken zamanlarda öğrenmiştim. Buna rağmen beni savunmasız bırakan bu oyuna katılmayı kendi rızamla kabul ettim. Mızıkçıları kimse sevmez ama ben sevilmek istiyordum. Anne demek zorunda olduğum bir kadın ve neredeyse yüzünü görmediğim bir babam vardı. Babam şoför olduğunu ve uzaklara gitmesi gerektiğini söyleyip duruyor ama bizim bir arabamız bile yoktu. Çocuk aklımla onun benden, huzurun uğramadığı evimizden kaçtığına inanıyordum. Ona kızmıyordum, benim de şansım olsaydı bir an bile arkama bakmaz kaçardım. Arkadaşlarımın başları, aileleri tarafından sevgiyle okşanırken, benimkilerin bana her dokunuşlarının ardından bedenimin ve ruhumun aldığı yaralara engel olamayacak kadar güçsüzdüm. Çift rakamlı yaşlara ulaşamadan büyümüştüm. Bir çocuk gibi sokaklarda oyun oynuyor, her türlü haylazlığı yapıyor olmama rağmen aslında hep bir sonraki adımımı düşünürdüm. Karşılığında alacağım ya da ödeyeceğim bedel ne olacak diye hesaplardım. İnsanların yüzlerinden özellikle benim için neler düşündüğünü anlamaya çabalardım ve çoğunda da tespitimde haklı çıkardım. Oysa gözlerim kapalıyken ne attığım adımı ne de etrafımdakilerin yüzünü görebiliyordum. Savunmasız kalmaktan, çocukluğumun altında ezilmekten ölesiye korksam da görevimi layıkıyla yerine getirmek için çabalarken ki tek amacım, takdir edilerek tüm oyunlara davet edilmeyi garantilemekti. Sonuncu kişiyi de yakaladığımda, oyunun bittiğini söyleyen arkadaşıma teşekkür edip yaşadığım mutlulukla boynuna sarılma isteğimi aklımdan geçen düşünceler sayesinde bastırdım. Eve gitmek istediğimden emin değildim.
Yarın tekrar buluşacağımızı söylemeye gerek görmeden yollarımızı ayırırken onlar gibi gülümsemeye çalıştım. Ne yaşarsam yaşayayım, yürürken başım hep dikti. Gururuma sıkı sıkıya bağlıyımdır. Küçük yaşıma rağmen korkularımı ve sırtıma inen darbelerin bıraktığı izleri gizlemeyi öğrenmiştim.
Eskimeye yüz tutmuş, evim diyemediğim yerin önüne geldiğimde bacası tüten çatıya daldı gözlerim. Dışarıdan bakıldığında mutlu bir ailenin huzurla yaşadığı sıcak bir yer gibi görünen bu evin kapısından içeriye girmek benim için cehenneme girmek gibiydi. Eve varan patika yola yeni ulaşmıştım ki şiddetle açılan kapının yarattığı etki paniklememe sebep oldu. Sadece birkaç saniye süren tereddüdümün ardından bakışlarımı gözlerini bana dikmiş kadının yüzüne sabitledim. Ondaki değişikliği fark edecek kadar çok tanıyordum onu. Ve eğer onu tanımasam bana gülümsediğine inanacaktım. Hâlbuki ne beni kapıda karşılama ne de bana gülümseme alışkanlığı vardı. “Nerede kaldın?” diye başladığı cümlesini, “Acele et misafirliğe gitmemiz lazım!” diye bitirdiğinde ağzım açık kaldı. Onunla bir yere gitmek istediğimi de nereden çıkarmıştı? Üstelik bir adım dahi atamayacak kadar açtım! Hiçbir şey söylemeden yanından geçmek istediysem de kararlı tutumu beni durdurdu. Yeterli olacağını umarak, “Ben gelmek istemiyorum!” dedim. “Seninle hiçbir yere gitmek istemiyorum,” diyemeyeceğim için en uygun açıklamanın bu olduğuna inandım. “Hadi ama…Üzerine temiz bir şeyler giy de gidelim.”
“Çok açım ve uykum var.” diyerek ısrarımı sürdürmemin onun tepesini attırdığının farkındaydım. Daha fazla itiraz edemezdim. “Gideceğimiz yerde seveceğin yemekler olduğuna eminim,” dedi, bana bir adım daha yaklaşırken. “Hem söz, beğenmezsen eve döndüğümüzde ne yemek istersen sana onu yapacağım.” Olduğum yere çivilenmiş gibiydim. Bana şefkatle ve yalvararak bakan gözlerine zaten kanmak üzereyken beni ikna etmeye çalışması ayrıca şaşırtıcıydı. Oysaki benim üzerimdeki yaptırımlarını kaba kuvvete başvurarak uygularken, şimdiki tavrı hayallerimi süsleyen anne görüntüsündeydi. Belki de ben yokken bir şey olmuştu ve sonunda gerçek bir aile gibi yaşamamız gerektiğine karar vermişti. Bunun çok komik ve saçma olduğunu biliyordum ama ileride böyle düşünerek çocukluk ettiğimi zaten anlayacaktım. Olsun, on dakika da olsa önemsenmenin ve değer verilmenin tadına varmıştım. Zayıflıktan kırılmaya yüz tutan vücudumu nihayet hareket ettirmeyi başarıp “Tamam,” dedim. Bir süre sonra bu kararımdan pişman olacaksam da hayatımın yönünü değiştirenin sadece bu beş harfli kelime olduğunu tüm yaşamım boyunca bilecektim. Elimi yüzümü temizleyip üzerimi değiştirmek için insanüstü bir çaba harcadım. Güzel başlayan akşamı, sırf uyuşukluğum yüzünden berbat etmek istemiyordum. Babam yine bilmediğim bir yerlerdeydi ve adı anne olan, ama beni doğurmamış bu kadınla aynı evde yaşamak zorundaydım. Babam varken bile bana iyi davranma zahmetine girmeyen kadının bu akşamki hali gelecek için bana umut veriyor, kıpır kıpır eden kalbim kabına sığmıyordu. Çocukluk işte! Dışarıya çıktığımda, hazır halde beni bekleyen kadın gülümseyince mutluluktan sırıttım. Çocuktum daha; bir şekere, bir tatlı gülüşe kanacak kadar masumdum. Henüz kirlenmemiş duygularım ve kavuşacağıma inandığım hayallerim vardı.
Yaşadığım coşkuya rağmen elimi tutmasına izin vermeden yanında yürüdüm. Gideceğimiz yerin uzak olmadığından ve orada uslu olmam gerektiğinden bahsetti. Eğer bu gece söz dinleyen bir çocuk olursam her istediğimi yapacağına yemin etti. Çok kolaydı. Birkaç saat onun isteklerini yerine getirmeyi başarırsam tüm tasalarımdan kurtulacaktım. Sanırım, bunu yapabilirdim! Dediği gibi fazla bir yol kat etmemize gerek kalmadan üç katlı bir apartmanı işaret ederek “Geldik,” dedi. Bizim sadece iki mahalle aşağımızda olan bu yerden daha önce hiç geçmemiştim. Sessiz, sakin ve tertemiz olan bu sokakta bizimkinin aksine tüm kapı ve perdeler sıkı sıkıya kapanmıştı ve yolda neredeyse ikimizden başka kimse yoktu. Acıktığını ve artık yemek istediğini söylemeye çalışan midemde trampetler çalmaya başlamıştı. Ancak biraz daha onu duymazdan gelebilirdim. Misafir olacağımız evde bizi bekleyen masayı hayal ederken bu pek de zor olmadı. Sessizce üçüncü kata çıktık. Kapının ziline basmadan önce beni süzen kadına başımla onay verdim. Uslu çocuk olacaktım. Zili çaldıktan kısa bir süre sonra kapı açıldı. “Ooo nerde kaldınız?” diyen adamı görebilmek için hafifçe yerimde kıpırdandım. Uzun boylu, kel ve göbekli olan adamın yaşının babamdan da büyük olduğuna emindim. Ben onu incelemeye koyulmuşken adam da beni süzüyordu. Bu bakışları bilmiyor olmam gerekiyordu ama ben biliyordum. İçinde duygu barındırmayan, insanın içini soğutan bakışlardı bunlar.
Korktuğumu belli etmemek için önce onun gözlerini çekmesini bekledim. Ancak kolumdan tutup ayakkabılarımı çıkarmamı söyleyen kadının ani iteklemesiyle duruşumu bozmak zorunda kaldım. Evden içeri girmek istemiyordum. Ama girmezsem başıma gelecekleri tahmin etmem zor değildi. Belki de sadece bebek gibi davranıyordum. Ben daha ne yapmam gerektiğine karar veremeden kadın içeri girmişti bile. “Hadisene ne bekliyorsun?” derken o eski tanıdığım hali de geri gelmişti. Ardına kadar açılan kapıdan, içeride ne olduğunu görmeye çalıştım ama dar koridor görüş alanımı engelliyordu. Burnuma yemek kokusunun gelmesini ve beni ikna etmesini sağlamak için derin bir nefes aldığımda tek duyumsayabildiğim, rakı olduğuna karar verdiğim keskin içki kokusuydu. Evde olduğu zamanlar içen babamdan dolayı çok iyi bildiğim bu kokuya şimdi başka şeyler karışmıştı. “ Hadi be çocuk!” diye yeni bir girişimde bulunan kadının önünü kesen adam, “Ayakkabılarını çıkarmana yardımcı olayım mı?” diye sordu. Panikten ağzımda büyüyen dilim konuşmama izin vermese de onun bana dokunmasını ve bu eve girmek istemediğimi artık biliyordum. Bakışlarım ikisi arasında gidip gelirken içeriden “Yahu hadin be!” diye bağıran başka bir adamın sesinin gelmesiyle geri adım attım. Yalvaran gözlerimi çevirdiğim kadının bana yönelttiği bakışlarında gördüğüm kızgınlık, yanlış bir şey yaptığımı söylüyordu. Ancak asıl yanlışın içeri girmek olduğunu biliyordum. Sadece çocuk olmanın verdiği zayıflıktan dolayı kararımı uygulayamıyor, kaçıp gidemiyordum. “Korkma! İçeride seni bekleyen bir sürü oyuncak var!” diyen kel ve şişko adam bana aldırmadan yanıma geldi. Midemin bulanmasına açlığım mı yoksa adamın yüzüne yerleştirdiği
sırıtma mı neden oldu bilmiyordum. Ama uzanıp saçlarımı okşamaya başlayan eli sırtıma doğru indiğinde daha fazla dayanamayacağımı anlamıştım. Dışarıda açlıktan ve soğuktan ölmeye razıydım. Erken büyümüş olmam ilk defa işe yaramıştı. Beni bekleyen tehlikeye adım atmadan önce başıma gelecekleri sezmiştim. Keşke her çocuk gibi sıcak evimde karnım tok, yatağıma uzanmış olsaydım ama ben ta en baştan küçük çöpü çekmiş ve kaybetmiştim. Mide bulantıma engel olmaya çalışırken gözyaşlarım engel tanımadı. Hıçkırığım boğazımı yakarken adamın sırtımda dolaşan elini sertçe itip koşmaya başladım. Aklımın yerinde olduğunu sanmıyorum. Eğer yerinde olsaydı o adamdan nasıl kurtulduğumu ya da o merdivenleri düşmeden nasıl indiğimi bilirdim. Son hatırladığım karanlık ve ıssız sokaklarda koştuğum ve koşarken kulağıma çarpan hıçkırıklarımın boğuk sesinin arasında kaderime yenilmeyeceğime dair kendime verdiğim sözlerdi. Hayattan alacaklarım kısa zamanda çoğalmıştı ve ben hepsini tahsil edeceğime işte o zaman yemin etmiştim. Aradan yıllar geçse de ben, ne bu yeminimi ne de bu geceyi unutacaktım.