En Uzun Kış

Page 1

EN UZUN KIŞ

Öyküler | Muhammet DEMİR


EN UZUN KIŞ Öyküler Muhammet Demir

Koyu Kahverengi Gözlere Adanmıştır...

3 EN UZUN KIŞ


EN UZUN KIŞ / Öyküler Copyright © 2017, Muhammet DEMİR Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır. ISBN: BASKI: KİŞİSEL YAYIN

4 EN UZUN KIŞ


Hakkımda; 1970 yılında Artvin, Ardanuç’da doğdum, 1990 yılında Gazi Üniversitesi İnşaat Teknikerliği bölümünden mezun oldum. Evli ve iki çocuk babasıyım. Halen işçi sınıfına yakın olmak kaygısıyla inşaat sektöründe saha mühendisi olarak çalışmaktayım. Bu okuduğunuz çalışma dışında çeşitli kısa öykü ve makalelerim var.

5 EN UZUN KIŞ


Öyküler... En Uzun Kış / Pandora kutusu................................. 9 I / "Hı Hı" ................................................................... 12 II / Yani O Ben........................................................... 15 III / Tatlı Cadı............................................................ 19 IV / Kum Gibi............................................................ 22 V / Her mevsim kış .................................................. 25 VI / Işıklı Yol ............................................................. 29 VII / Kağıttan kayık.................................................. 35 VIII / Saklambaç ....................................................... 42 IX /İşte hepsi bu kadar ............................................. 47 X / Herkes nereye gitti? ........................................... 52 XI / Kadim Zamanlar ............................................... 63 XII / İki bisküvi arası lokum ................................... 69 XIII / Ne mutlu ki bana............................................ 72 XIV / Bir kış masalı................................................... 74 XV / Hayatla bir mikado oyunu oynamak ........... 77 XVI / Kaybet(me)mek .............................................. 80 XVII / İnteraktif ........................................................ 82 XVIII / 1991-2009 ...................................................... 91

6 EN UZUN KIŞ


XIX / Acemi berber .................................................. 98 XX / İnsanları görmek ........................................... 101 XXI / Bir yudum çay .............................................. 104 XXII / Ya Sonra… Yeniden başlıyor hayat… ..... 110 XXIII / Sonra kusmalıyım yine... ......................... 117 XXIV / Sonsuz bir uykudan uyanır gibi ............. 119 XXV / Yağmurun Sesi................................................ 122 XXVI / Melodi ........................................................ 127

7 EN UZUN KIŞ


8 EN UZUN KIÅž


En Uzun Kış / Pandora kutusu Merhaba okuyucu... Uzunca süredir adını "En uzun kış" koyduğum bir kutu içinde birikiyor anı yazılarım. Bana bu "En uzun kış"ımın sonunda gelip alacağına söz veren kızıl ve kara kıyafetli, koyu kahverengi gözlü bir kadın emanet ettmişti bu kutuyu. İçimdeki her şey bu pandora kutusunun içinde birikti zamanla. Uzunca zaman bu garip kadının gelip bu emanet ettiği kutuyu benden alarak bu uzun kışımı sonlandıracağı günü bekledi bir köşede. Bu "En uzun kış" döneminin günlerini boş geçirmedim elbette. Örnek olsun bir gün kıyamayıp atamadığım bir plastik parçasından çocuklarımla birlikte rüzgar gülü yaptık. Bir iki köy tavuğu beslemek için kıyıda köşede biriktirdiğimiz malzemelerden kümes yaptık. Bahçeyi çeşitli sebzeler ekmek için belledik. Garajı tamir ettik. Kendi ellerimizle yaptığımız vadi manzaralı ahşap ayvanımızın tabanına tahta çakıp daha sağlam hale getirdik. Evin mevcut ahşap

9 EN UZUN KIŞ


pencerelerinin değiştirilmesi sonrası müştemilatın bir köşesinde bulunan pencere kanatlarından yararlanarak sabit bir sera yaptık. Çocuklarla birlikte atık kağıtlardan yararlanarak geri dönüşüm kağıtları ürettik. Yine odun talaşını organik bağlayıcılar ile karıştırarak bir tür yakıt projesi üzerinde çalıştık. Alüminyum kutuları ve hurda parçalarını eritecek bir kupol ocağı yaptık. Müştemilattaki çeşitli çap ve boydaki çivileri düzeltip kutulara dizdik. Dış kapıya çıtalardan hazırladığımız çerçeve üzerine sineklik teli gererek bir tür tel kapı yaptık. Bahçedeki yarım asırlık dut ağacına ağaçtan ev yaptık. Dut, üzüm pekmezi kaynattık. Kuşburnu marmeladı yaptık. Tarhana, yufka yaptık, erişte kestik. Dut ağacından vadinin karşısındaki yamaca doğru zipline hattı tasarladık. Tornet yaptık, bisiklet bindik. Şimdilerde jeodezik bir kulübe ve sonrasında tamamıyla geleneksel malzemeler kullanarak jeodezik bir konut tasarlıyoruz. Bu işleri yaparken bir kaç hafta ve birkaç ay bir işe başka bir kaç hafta ve birkaç ay daha başka bir işe. İşten işe ekmek parasını çıkartmak için koşturarak. Ama hep iki kazanıp bir kaybederek bu ömrümün "En

10 EN UZUN KIŞ


uzun kış"ını taşra evimde, evimizde ailemle birlikte geçirmeye çalışıyorum. Evet haklısın hep kaybeden taraftayım. Ama ne var ki, bu ömrümün "En uzun kış"ında şimdilik durumum hiç de fena değil... Çok uzun zaman oldu bu gizemli kadını beklediğim. Sana kutuda biriktirdiklerimden bir kaçını okuman için sunacağım. Biliyorum ki, bu pandora kutusu bir defa açıldığında efsanedeki gibi hiçte hoş olmayan şeyler gerçekleşecek ama olsun. Bu coğrafyanın deyimi değil mi? "Hamama giren terler" diye. İyi okumalar.

11 EN UZUN KIŞ


I / "Hı Hı" Ani bir sesle uyanıverdim. Hemen elimi alışkanlıkla sol yanıma uzattım. İşte sen oradaydın, yanımdaydın, dokundum sımsıcaktın. Senin gül yüzüne daldım. Çillerini saymaya başladım. Tam on bininci çilini sayarken sıcacık bir uykunun kollarına attım kendimi. Sana sarılmıştım. İçim kıpır kıpırdı. Rüyamda seni görüyordum. "Lütfen bana bir öykü anlat" diyordun. Sana bir öykü anlatmaya başlayacaktım ki telefonun sesiyle uyandım. Kalkıp telefonu açtım. Telefondaki ses senin sesindi. Ama hayır, sen biraz önce yatağımızda, yanımda kollarımın arasında değil miydin? "Lütfen" diyordun; "Lütfen hemencecik buraya gel." "Tamam, bekle geliyorum" diyerek telefonu kapattım. Mutfağa gidip su içtim. Odamıza girdiğimde sen hâlâ yataktaydın, dokundum sımsıcaktın. Yatağa yanına uzandım. Bir süre sonra uyuyakalmışım. Yine aynı rüyayı görüyordum. "Bana bir öykü anlat" diyordun. "Sana bir öykü anlatacağım, ama şimdi değil. Önce bana bir kahve yap, sonra da bir falıma bak,

12 EN UZUN KIŞ


ondan sonra" diyordum. "Peki" diyerek kahve yapmak için mutfağa yöneldin. Senin mutfakta bana kahve yapmanı beklerken ben de balkona yöneldim. Ve sandalyeye oturup gecenin karanlığında şehrin ışıklarını seyre daldım. Bir el beni dürtüyordu. Birden uyandım. "Hadi aşkım kalk da şu kahveyi iç" diyordun. O anda kanepede olduğumu fark ettim. Kanepede ne işim var diye düşünüyordum. Çünkü ben şu anda odamızda ve balkonda olmalıydım. "Eline sağlık aşkım" diyerek kahvemi yudumlamaya başladım. Beni yanağımdan öptün. Kahvemden bir yudum daha aldım. Biraz önce yanağımdan öptüğün tarafa baktığımda sen yoktun. Birden kapının zili çaldı. Kapıyı açtığımda hayretten küçük dilimi yutacaktım. Çünkü kapının önünde duran kişi sendin. Elinde bir sürü öteberi vardı. Annen, baban, kardeşlerin ve en sevdiğin arkadaşın. Öteberileri yere bırakıp boynuma sarıldın. Hep birlikte "s ü r p r i z !.." diye bağırdınız. Bu sesle irkilmişim. Benim apartmanın kapısında ne işim var. AA… Üstümde hiçbir şey yok, adeta çırılçıplağım. Hemencecik üst sıradan üçüncü düğmeye, evimizin ziline basıyorum. Saatlerce zile basıyorum. Hiç kimse kapıyı açmıyor.

13 EN UZUN KIŞ


Üşüyorum, utanıyorum, panikliyorum. Çöpçüler de geldi işte. Çöpçüler çöpleri toplarken çöplükte geçmişime ait binlerce ıvır zıvırın da çöplerin arasında olduğunu fark ediyorum. O anda tatlı ve acı anılarıma dalıyorum. Çöpçüler ise sanki ben orada yokmuşum gibi davranıyorlar. Çöplerin arasından bir zamanlar en çok sevdiğim şarkının ıslık sesini almak istiyorum. Ama alamıyorum. Sanki aramızda sonsuz bir boşluk var. Çöp kamyonu hareket ettiğinde yolun karşısından sen çıkıyorsun. Bana doğru gülümseyerek geliyorsun. "Hadi aşkım" diyorsun. Beni bir küçük bir çocukmuşum gibi okşuyorsun. Ve işte o anda yatakta olduğumuzu fark ediyorum. Bedenimi sımsıcacık ellerinle incitmeden okşuyorsun. Bedenim gibi adeta içim de ısınıyor. Beni sımsıcacık yorganın altına sokarak yorganı örtüyor ve alnımdan öpüyorsun. "Seni seviyorum aşım" diyorsun."Ben de seni seviyorum aşkım" diyorum. "Hıhı" diyorsun."Hiç ayrılmayalım" diyorum. Yine "Hı hı" diyorsun.

14 EN UZUN KIŞ


II / Yani O Ben Bugün pazar. Benim için yine yeni bir otobüs yolculuğu. Yıllar öncesinden içimde kalan umut ve hayal kırıklıklarımın şehrine şimdilerde bambaşka arzu ve emellerle yapılan yolculuklar. Adeta tersine dönüşüm. Kolonya, kek, meyve aromalı gazoz ve otobüsün penceresinden sarı, yeşil bir dünyaya bakar kör dalgın bir çift ela göz. Yani o ben. Saçları insanlığın kurtuluşu davasına adanmış bir hayatın anısına kırlaşmış bir kafa. Yüreğim senle dolu, senin sevginle… Ve yoğun düşünceler, hayaller, arzular, elemler, emeller ve hepsinden baskın bir sana, sen sevgiliye kavuşma özlemi. Anla işte sevgili seni özlüyorum. Seninle geçirdiğimiz saatler boyunca yanımda olsan da, saatlerce sus pus gözlerimizin derinliklerine bakarak karşılıklı olarak bakışsak da. Unutma, anla bir tane… Bu istek, arzu ve hayallerle ne de kısacık gelir şehirlerarası yolculuklarım. Yüreğimde kıpır kıpır heyecanlarla karışık bir şeyler, yok yok birçok şeylerle karışık geçen yolculuklarım, yolculuklarımız... Bir tokalaşma, bir sarılış, uzun uzun el tutuşmalar, hafif okşayışlar ve seni

15 EN UZUN KIŞ


sevebilmek, sevilebilmek… Ve vurdumduymazca kayboluş bu kentin caddelerinde ve sokaklarında, dostça el sıkılan ve mekân paylaşılan bana yabancı sana yıllardır dost olan insanlar, kimi yeni arkadaşlar. Ve inan ki ne de güzeldir içmek senin gözlerinden akan sevgini. İçmek, içmek ve asla sarhoş olmamak, sadece çakır keyif olmak… Ve işte nihayet karşımdasın. İşte karşındayım. Susma anlat. Yâda sus-anlat. Anlatmak istediklerini anlatmak istediğin biçimde anlat. Anlattığın aynı şeyleri bir başka biçimde de olsun tekrar anlat. Asla anlatmak istediklerini anlatmak istemediğin biçimde anlatma. Şunu bil ki sevgili ben seni hep dinlerim. Ki dinledim saatlerce ve hiç sıkılmadan. Seninleyken hiç sıkılabilir mi insan. Ben sen anlatmasan da senin sevgili gözlerinden de okuyabilirim seni, sevgini, sevgili… Örneğin bir an öncesini, sana gelmeden bir an öncesini anlat… Ama dur. Şimdi değil. Bu sana gelmeden önceki anı anlatmadan önce ben sana bir şeyler anlatayım. Bak bisikletimin ortasındaki demirin üstüne bir minder yerleştirdim. Hadi gel yanlamasına otur. Ben bir elimle seni belinden tutarım. Korkma düşürmem seni.

16 EN UZUN KIŞ


Kulağına bir şey söyleyeceğim. "Seni seviyorum!.." Her zaman olduğu gibi bana bakıp koyu kahverengi gözlerinle tatlı ve ışıltılı gülümsedin. Benim de sana ne zaman baksam gözlerim gülümsüyor. Sana ve resmine. Biliyorum şu anda bisikletin üstünde bu halde tehlikeli ama. Şu anda gözlerinden sevgini içiyorum. Hafiften sarhoş mu oluyorum ne. Bu sözlerimi işitince biliyorum ki dudaklarını büzeceksin. “Hadi gülümse…” Düz bir yoldan sola doğru hafif bir dönemece sapıyoruz. İkimiz de birden az ötedeki ulu ağacın gölgesinde dinlenmeyi o kadar arzuluyoruz ki. Ve ikimiz de aynı anda ağacın altında, oturup dinlenmeyi bir birimize teklif ediyoruz. İkimizin de gözleri o anda ışıltılı ve güzel. Bu sevginin güzelleştirdiği gözlerimizle birbirimize gülümsüyoruz. Bisikletimin selesindeki sepetten kırmızı ve siyah ekoseli kilimi yere seriyoruz. Sepette sadece sevgimiz var. Sevgiyi sepetten özenle çıkartıp örtünün ortasına yerleştiriyoruz. Ben sana sen de bana ortadaki sevgiyi, sevgimizi lokma lokma sunuyoruz. Bugün ikimiz de karşılıklı olarak sevgiye, sevgimize doyuyoruz. Sevgimizle besleniyoruz. "Bak işte şuraya dudağının şurasına birazcık

17 EN UZUN KIŞ


sevgi bulaştırmışım." Dudaklarımla dudağının kanarına bulaşmış olan sevgiyi öpüyorum. Sevgiyle öpüşüyoruz. İşte ben seni ilk kez dudaklarından bugün, bu Pazar günü öpüyorum… “Seni seviyorum… Ya sen…” "Ben de seni seviyorum..."

18 EN UZUN KIŞ


III / Tatlı Cadı Adam kadına "Merhaba 'Tatlı Cadı'... " dedi. "Umarım bugün senin için her zamankinden güzel bir gün olur." Çantasından minik bir kedi resmi kartpostalı çıkartarak kadına uzattı. "Bu minik pisi'yi seversin umarım." dedi. Kadın adamın uzattığı kartpostalı aldı, baktı, gözleri ışıldayarak ve tatlı bir sesle "Çok güzel" dedi. Adam memnun bir ifadeyle ve aynı gülümseyen gözleri ve tatlı sesiyle "Değil mi?" dedi. Kadın onu karşılıksız bırakmadı. "Evet..." diyerek onayladı adamı. Adam kadının bu olumlu tavrından daha da cesaret alarak kadına "Sen de çok tatlısın..." dedi. Titrek, heyecanlı bir ses tonuyla söylemişti. "Çok güzel gözlerin var. Derin... karanlık... gizemli..." adamın bu sözler ağzından çıkarken kalbi de küt küt atıyordu heyecandan. Kadın da ondan farksız değildi bu anlarda. Adam bir süre sustu, kadını izliyordu, koyu kahverengi gözlerinin derinliklerine bakıyordu. Elbette bu anlarda kadın da onun ela gözlerine. Adam devam etti sözünü söylemeye, sesi biraz daha titrekliğini kaybetmiş, daha berrak bir hal almıştı. "Dün... zaman demiştin...

19 EN UZUN KIŞ


Zaman nede hızlı akıyor... Kazancakis 'Zaman bir yürek çırpıntısıdır' diyor. Zaman bir yürek çırpıntısı 'Tatlı Cadım' kadınım. Yürek çırpıntını o ilk tanıştığımız anlarda hissettim. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Usulca yüreğine dokundum. Tıpkı senin de benim yüreğime dokunduğun gibi." Kelimeler o kadar sade, duru, ikircimsiz, içten dökülüyordu ki adamın dudaklarından buna adamın kendisi ve 'Tatlı Cadı' diye hitap ettiği kadın hayret ediyordu. "Senin sevdiğin bir şarkının sözlerini dudaklarımı dudak kımıltılarının ritmine uydurarak söylemek ne hoş bir duygu. Tıpkı... Sen gibi. Eskiden, sen yokken hayatımda. Çevremdeki herkes sarhoştu, ben değildim. Herkes içkisini bir şeyler ile karıştırarak içerdi. Ben ise her zamanki sek ve katıksız içerdim. O gün, seninle tanıştığımız gün yani 'Merhaba' dedin ya bana. İşte o anlardan başlayarak yavaş yavaş beni esir aldın. Gözlerinin derinliğine hapsettin. Ellerimle ellerini sımsıkı kavradım. Soğuktu ellerin, çabucak ısıttım onları. Titriyordu ellerin, bir süre sonra kesildi titremesi ellerinin. Yumuşak, ipeksi... Ve evet itiraf ediyorum beni sarhoş ettin kendinle.

20 EN UZUN KIŞ


Boşuna demiyorum sana 'Tatlı Cadım' diye." Adam sustu. Çantasından bir kartpostal daha çıkarttı, uzattı 'Tatlı Cadı'sına, kadına "Bak ben fındık faren." Kadını yalnızlığı içinde bırakarak, arkasına bile bakmadan hızla uzaklaştı oradan. Uzaktan bakan birisinin "Kokun ve ruhun hala üzerimde kaldı. Bu senin bana yaptığın nasıl bir sarhoşluk, emin ol ki bilemedim, 'Tatlı Cadım'." diye dudaklarının kıpırdamasından okuyabilirdi adamın kendine sakladığı son düşüncelerini. Yürek sızısına dayanamamış uzaklaşmıştı elbette ya da belki de. Sahi kim bilebilir ki, adamın kendisinden başka.

21 EN UZUN KIŞ


IV / Kum Gibi Dışarıda geceden beri yağmur yağıyordu. Bilgisayarın başına geçmiş yıllar sonra dostluklarıma kaldığım yerden devam ettiğim arkadaşıma bir öykü için taslak hazırlıyordum. “Yağmurda sırılsıklam olmuş üç arkadaş e-mail profilindeki resmin gibi üç arkadaş. Belki de o günden başlayabilirsin. Fotoğraf albümüne bakarken bu fotoğrafla karşılaşmışsın örneğin. Belki bir piknik sonrası, belki bir ziyaret sonrası. Muhakkak kırda bir yerde. Orta Anadolu da bir yer. Sığınacak bir yer yok. Ya da bir kulübe var ilerde, çok ilerde bir yerde. Kulübeye ulaşınca bir ateş yakılacak. Ortalığı önce hafif bir duman kaplayacak. Ateş harlanacak. Muhakkak kahkahalar patlatılacak. Şakalar yapılacak. Anlamsız bir şarkıya başlayacaksınız. ‘Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, çadırımın üstüne şıp şıp dedi damladı, çadırımın üstüne şıp şıp şıp dedi damladı...’ gibi bir şey. Uzayıp gidecek. Uyku bastıracak... Dışarıda yağmur

22 EN UZUN KIŞ


bir süre sonra dinecek yerini hafif bir güneş alacak. Ve sonrası Gökkuşağı…” Daha fazla devam edemedim. Bilgisayarın başından kalkıp çocuklarımın yanına gittim. Çocuklarıma; “Mahallede kızlı erkekli arkadaşlarla yağmur dinince çivi ile pes denilen bir oyun oynardık.” Dedim. Yağmur dinmişti. Oğlumu ve kızımı yanıma alıp dışarıya çıktım. “Burada beni bekleyin” dedim çocuklarıma. Kömürlükten bir çivi aldım en uzunundan. “Hadi size bu pes oyununu öğreteyim dedim.” Çocuklarımla pes oynamaya başladık. Çocuklarımın gözlerinde kendimi gördüm. Sevindim. Eşimin “Hadi gelin sofra hazır” seslenmesiyle daldığımız oyundan uzaklaştık. “Hemen geliyoruz.” Dedik hep bir ağızdan. “Hadi çocuklar eve geçelim geç oldu başka bir yağmurlu gün sonrası devam ederiz…” Eve girer girmez tekrar yağmur başladı. Yemeklerimizi hep beraber yedik. Çocuklar erkenden yattı. Eşim bu günün anısına keyif çayı demlemişti. Keyif çayımızı içtik. Eşim çayı nadir içerdi. İçince de keyfini çıkartarak içmeyi severdi benim gibi. Ama ben oldum olası çay içmeyi severim. Çokça eşim ve şimdilerde nadir olan dostlarım şekersiz çay içmeme şaşarlar. Alışkanlık yapmıştır bende şekersiz çay

23 EN UZUN KIŞ


içmek. Kendimi en zor koşullarda yaşamak için alıştırdığım o eski günlerimin, o havai günlerinin, o adanmışlık günlerinin bir eseridir halbuki. Ancak uzun süredir eşimin kendime yarattığı bu konfora alıştım galiba. Önceleri bu yeni hayatıma adapte olmakta zorlanmıştım. O çayın bahane olduğu gecelerde eşiyle saatlerce mırıl mırıl konuşurlar. Belki konuştukları incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerdir ama olsun. Her seferinde bu uzun sohbetlerinden eşi de kendisi de mutlu olarak kalkarlar, yenilenirler, hayata daha sıkı bağlanırlar. Değil mi ki oğlu ve kızı ile birlikte eşi vardır bu hayatta. Onlar kendi küçük ailelerine "Koskocaman küçücük bir aile" diyorlar. Adamın biricik amacı bu olmuştur, onca badireden, çileden, mücadeleden sonra. Tıpkı selin ardında bıraktığı kum gibi. Adam eşi yattıktan sonra bir iki cümle daha yazmak için bilgisayarının başına geçti. Ama tek bir satır dahi yazamadı. Bilgisayarı tekrar kapatıp. Yatağına uzandı. Kendini uykunun kollarına teslim etti.

24 EN UZUN KIŞ


V / Her mevsim kış Dolmuş durağının yanındaki çay ocağından çıkan genç adam bir an için kapıda durdu. Montunun cebinden sigara paketini çıkartıp bir dal sigara aldı içinden. İki parmağının arasında yuvarladı sonra dudaklarının arasına aldı. Sağına soluna bakındı. Durakta sigara içen orta yaşlı adamı gözüne kestirdi. “Ateş var mı? Babalık” dedi. Orta yaşlı adam kendisinden ateş isteyen genç adama ters ters baktı. Paltosunun cebinden çakmağını çıkartıp çakmağı ateşledi ve çakmağını tekrar cebine soktu. Genç adam sigarasının dumanını içine çekti, havaya savurdu, sigarasını yakan orta yaşlı adama “Eyvallah babalık” diyerek uzaklaştı. Çakmakla genç adamın sigarasını yakan orta yaşlı adam gence kızgın kızgın başını sallayarak “Her mevsim kış” dedi. Bir tek yanında duran genç kadın duymuştu bu sözleri. Tüm bunlar olurken dolmuş da durağa yanaşmış, orta yaşlı adam ve kalabalık ite kalka dolmuşa binmiş, dolmuş ardında egzozundan çıkan mazot kokusunu bırakarak uzaklaşmıştı. Sadece genç kadın adeta büyülenmiş bir biçimde durakta kalmıştı. Dolmuş durağının yanındaki çay ocağına yaşlı bir adam girdi, eskiden memur olduğu her halinden belli bir adamdı. Siz görmediniz ama cebinde

25 EN UZUN KIŞ


parabellum marka 7,65mm bir tabanca saklıydı. Geçenlerde bir tanıdığı aracılığıyla silah kaçakçılarından almıştı. Halkalıda, ıssız bir şosede. Yaşlı adam içeriye girdikten tam bir dakika sonra içeriden silah sesi duyuldu. Durakta bekleyen genç kadın saymıştı peş peşe dört el dördüncüsü biraz daha geç patlamıştı. Sonra tabanca tutukluk yapmıştı kaçakçılardan aldığı tabanca çakma çıkmıştı. Demek ki Parabellumu taklit etmişlerdi. Bağırış, çağırış kapladı ortalığı. Tabancasını ateşleyen yaşlı adam kapıdan ilk çıkmıştı. Çıktığında elinde tabanca yoktu. Atmıştı ortalığa kesin. Olanları bir tek genç kadın görmüştü, elinde eldiveni vardı, gecen yıl akciğer kanserinden ölen karısı örmüştü yıllar önce. İyi işte tedbirliydi en azından parmak izi bırakmak istememiş olacak. Ama sağ eliyle göğsünü tutuyordu. Dördüncü silah sesi ateş ettiği adamın silahından çıkmış olmalı. Bloğun kösesini dönemeden düştü yere. Kadının dudakları kıpırdadı. “Her mevsim kış” der gibi, dua eder gibi kıpırdadı. Dudaklarında siyah renkli ruj, parmaklarında siyah renk oje, başında siyah renkli kürk bir kalpak, diz kapaklarının altına kadar inen siyah deri bir pardösü ve diz kapaklarının üzerine kadar çıkan uzun siyah bir çizmesi. Baştan aşağıya siyahlara bürünmüştü. Benim gibi sizde dikkat etseydiniz, o anlarda, kadının dudak

26 EN UZUN KIŞ


kıpırdatması anlarında hüznü görürdünüz.

gözlerindeki

Dolmuş durağının yanındaki çay ocağı ve çevresinde korku, panik, kargaşa hâkimdi. O küçük çay ocağında ne kadar çok insan varmış öyle. Polis arabaları, ambulans, sirenler, sirenler. Sedye ile çıkarttılar yaralıyı. Her yanı kan içinde. Acıdan bağırıyordu, ana avrat küfrediyordu kendisini vuran yaşlı adama. Köşe başında yere düşen yaşlı adam ise ölmüştü oracıkta. İçerden her çıkan tabancayı ateşleyen yaşlı adamın, tabancayı ateşlemeden önce “Her mevsim kış” diye bağırdığını söylüyordu. Dolmuş durağında yalnız başına bekleyen genç kadın duraktaki banka oturdu. Oturma denemezdi bu yaptığına, çökmeydi onun yaptığı. Bir süre sonra ortalık sakinleşti. Yaşlı adamın öldüğü yerdeki kan izi deterjanlı su ile yıkanmış. Çay ocağı yine müşterilerini ağırlamaya kaldığı yerden devam etmeye başlamıştı. Yani kısacası her şey rutine bağlanmış, durak kalabalıklaşmıştı yine. Banktaki genç kadının yanına orta yaşlı bir kadın oturdu. Çantasından bir sigara çıkarttı. Çakmak aradı çantasından buldu ve yaktı. İlk nefesini çekti, ilk dumanını savurdu atmosfere. Göz ucuyla yanında oturan genç kadına baktı. Genç kadın sessizce ağlıyordu. Çantasından

27 EN UZUN KIŞ


lavanta kokulu kâğıt mendili poşetinden çıkartıp şefkatli bir anne gibi kadının gözyaşlarını sildi ve bir başka mendili eline tutuşturdu. Ağlama der gibiydi her halinden, şefkatinden. Uzak bir şehirde üniversitede okuyan kızı ile önceki gece telefonda konuşurken kızının söylediği ve gün boyunca aklından bir türlü çıkmayan “Her mevsim kış.” sözünü bu genç kadına demedi, diyemedi. Sigarasını yarım bıraktı, yere attı, sosyete pazarından aldığı ucuz ayakkabısının ucuyla ezdi. Banktan kalkıp gelen dolmuşa bindi. Genç kadını kendi iç derinliğinde yalnız başına bırakıp, kendi derinliğine doğru dolmuş halkıyla birlikte yol aldı. Genç kadın dolmuş durağında saatlerce öyle kaldı. Durak, çay ocağı, kaldırım, cadde zaman geçtikçe ıssızlaştı. Kent geceye teslim oldu. Ertesi sabah gün ağardığında çay ocağını açmaya gelen çocuk bankta budu genç kadını. Avucunu yumruk biçiminde sımsıkı tutmuş, gözleri derinlerde kaybolmuş bir biçimde. Hemen ambulansı çağırdılar. Sağlık ekipleri geldiğinde henüz yaşıyordu. Elini zorla açtıklarında, genç kadın son nefesini verdi. Avucunun içinde bir not kâğıdı vardı. Kâğıtta “Her mevsim kış” yazıyordu. Anlaşılan o ki yüreği bu sızıya dayanamamıştı.

28 EN UZUN KIŞ


VI / Işıklı Yol Küçüktüm… Işıklı yolda yol aldım… Hiç büyümedim… Küçüktüm evet. Şehre inmiştim arkadaşlarla. Okul ödevimiz vardı. Batılılaşma mevzusunda. Kütüphane şehirde idi. Kalabalıktı. Her yer kalabalık. Ben küçüktüm ve hepten küçülmüştüm sokaklarda. Her şey ne kadar heybetliydi. Korktum. Kaçtım. Küçüktüm evet. Toydum. Alışık değildim. Halbuki emeklemeden, yürümeden, koşmadan önce bisiklete ve tekerlekli patene binmeyi öğrenmiştim. Bisikletimle hızla yokuş aşağı inerken önce bir elimi sonra diğer elimi, ellerimi bırakmayı öğrenmiştim. Rüzgarın vücudumu yalayıp geçmesinden, dişlerimin sızlanmasından hoşlanıyordum. Mizacımın aksine hıza tutkundum. Bu anlarda hiç düşmedim… Kente bir kez daha gittim. Bir daha, bir daha. Artık büyümeliydim. Sonra şehirden şehre, ülkeden ülkeye gittim. Oradan oraya sürüklendim. Yaşıma göre çok yüksek yerlere kadar çıkıp, binlerce kişinin kaderini kendi kaderimle bütünleştirdim. Hiç kimseyi kendi emellerim için zorlamadım. Ama hep toydum, amatördüm. Hep inanmış ve hep hırpalanmış…

29 EN UZUN KIŞ


Buradayım şimdi. Bu vadide. Gözlerim hep ufukta. Serüvenlerimde… İstanbul’da, bizim ona onunda bize layık olduğu bu kahpe şehirde buluşurduk sıklıkla. Kimi Arnavut, kimi Çengel, kimi Kadı, kimi Yeşil, kimi Bakır, kimi Ata, kimi Eren, kimi Yeni, kimi Mecidiye, kimi Vani, kimi Polonez, kimi Boğaz, kimi Alibey, kimi Küçük, kimi Has, kimi Bahçe ön ismi verilmiş olan ve sonu köy ama kendisi köy olmayan yerlerde ihtilalciler olarak toplanır ve adeta saçmaya kadar tartışır asgari müştereklerde anlaşır ve tekrar kendi evrenimize dönerdik. Maksim Gorki gibi bizim üniversitelerimizde bunlardı bu toplantılar, tartışmalar ve bu eylemler. Ne çok şey öğrendik ve öğrettik birbirimize. Ne yüce gönüllü insanlardı onlar, yoldaşlar. Yarın yanağından gayrı her şeyi paylaşırdık. Haydarpaşa garında inerdim trenden eski Türk filmlerindeki gibi garın kapısından çıkınca önce deniz karşılardı beni. Hep sabahtı. Sabahın serinliği, iyot kokusu, martılar, güvercinler ile köşedeki simitçi. Sıcacık simit alır ve vapura doğru hızlı adımlarla ilerlerdim, buluşacağımız "köy"lerden birine doğru, yahut İstanbul’daki mabedimize giderdim. Feribotla sirkecide iner, tramvaya biner Beyazıt, Laleli ve önce

30 EN UZUN KIŞ


hep çorbacıya uğrardım. Meşhur işkembe çorbasından içerek içimi ısıtırdım. Sonra dostların arası, dostların sofrası. Kartal’da inmiştim bir seferinde denize doğru tek tük insanlarla ilerlemiştim. Hepimiz aynı hedefe yürüyorduk ve hepimizin ortak bir sırrı vardı. Hepimizin istediği emeli aynı emeldi. Daracık sokaklar, kahvehaneler, kadınlar, erkekler. Simit, çay ve hayata akış hep beraber. Alanları doldurup, halaya durmak. Sokağa taşımıştı bir gurup arkadaş tiyatroyu. Hayat ise tiyatro değildi. Onlarda tiyatro yapmıyorlar mevcut durumu eleştiriyorlardı teatral olarak. Haksızsam haksızsın de. Ne yüce gönüllü insanlardı onlar ve oradakiler. Bir seferinde ise Maltepe’de inmiştim. Sabah serindi, öğleye doğru sıcaktı. Kayalıklarda denize bakarak vakit geçirdim, sahilde uzun uzun dolaştım gün boyu. Akşam ilk trenle kaçmıştım kendi evrenime. Taksimdeydim bir defasında. Sanki milyonlardık o anda. Alana akıyorduk. Çatışa çatışa halaya durmuştuk… Haydarpaşa. Eminönü, Sirkeci, Gülhane, Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli, Aksaray, Yeni Cami, Mısır çarsısı, Kapalıçarşı, Cağaloğlu, Gülhane, Sultanahmet, Topkapı, Kumkapı. Galata köprüsü, Karaköy, Galata, Tünel, İstiklal Caddesi, İstiklal caddesi,

31 EN UZUN KIŞ


Çiçek pasajında dinlenme ve Taksim, Kazancı yokuşu, Cihangir, Sıraselviler. Şehzadebaşı, Vefa, Fatih. Harem, Kadıköy, Fikirtepe, Çamlıca tepesi. Yenikapı, Koca Mustafa Paşa, Yedikule, Zeytinburnu, Yeşilköy, Florya, Küçük çekmece, Halkalı, Bağcılar, İkitelli, Bayrampaşa. Kumkapı, Kadırga, Ayasofya, Yerebatan, Piyer Loti, Dikilitaş… Asya’dan Avrupa’ya ve Avrupa’dan Asya’ya asma köprüler. Boğaziçi ile Fatih köprüleri. Camiler, Kiliseler, Sinagoglar ve Topkapı sarayı. Trenler, Vapurlar, Tramvaylar, Otobüsler, Dolmuşlar, Tabanvaylar… Bulvarları, caddeleri ve en önemlisi arka sokaklarıyla İstanbul. Bir zamanlar bir küçük adam dolaştı üzerinde ve doyasıya tepindi, yaşadı. Gizli matbaalarında dizgi yapıp, kağıt, mürekkep kokularını içine çekti. Gazete, dergi, parti, dernek, sendika bürolarını tek tek dolaştı. Çay ocakları, lokaller, birahaneler ve kahvelerinde işçi önderleriyle çay içip ihtilal örgütledi. Duvarlarına koca koca kızıl harflerle yazılar yazdı, afiş astı, üst geçitlerinde pankart sallandırdı. İşkence odalarında, hücrelerinde direndi. Adliye koridorlarında bekledi. Esnaf lokantalarında çorba, kuru fasulye pilav yedi. Berberlerinde saç tıraşı oldu. Eskiyen pabucunu tamir ettirdi.

32 EN UZUN KIŞ


Bit pazarlarını dolaştı. Zapatista’ları selamladı soğuk bir Ocak ayı sabahı. Kimi zaman kuytuluk bina köşelerinde sabahladı. Parasız kaldığında iftar çadırlarında karnını doyurdu. Gizli gizli çöp bidonlarını karıştırdı, pazar yerlerinde atıklarda yiyecek aradı. Bayrampaşa da bir tekstil atölyesinde iş bulup çalıştı. Gidecek yeri yoktu, balya çuvallarını yorgan yastık yapıp sabahladı. İlk haftalığını alınca karnını tıka basa doyurdu. Halbuki nice açlık grevlerinden dolayı açlığa alışkındı. Simdi ayaktakımıydı o da hep haklarını savunduğu ve ihtilale kazandırdığı kadın ve erkekler gibi. "Artık ben de onlar gibi düşünüyordum. Değil miydi 'bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür.' Eskiden farkına varmasam da ayak takımını hakir gördüğümün ayırtına vardım. Çünkü şimdi bana da bu zamanlarda sokakta diğer insanlar hakir olarak bakıyordular. Bu aşağılanmayı ta iliklerime kadar hissettim, gururlandım ve gülüp geçtim… İstanbul’da son yemeğim sokakta bir satıcının bisiklet tezgahında buğusu üstünde olan pilav üstü nohut yemek oldu. Tek başınaydım. Ama yalnız değildim. Sonra bir nakliye kamyonunun arkasında kaçak olarak bu kahpe şehri terk ettim… Şimdi burada bu vadide çocuklarım ve hayat arkadaşımla birlikteyim. Birazdan hayat arkadaşımın tatlı sert sesi beni bu içine daldığım geçmiş serüvenimin içinden sıyırıp

33 EN UZUN KIŞ


alacak ve ailecek sevdiğimiz bol tereyağlı peynir eritmesini lokmalarımızla tüketme telaşı içerisinde olacağız. Bu vadide biz bizeyiz. Çünkü biz bir aileyiz."

34 EN UZUN KIŞ


VII / Kağıttan kayık Bir sonbahar günüydü. Kendimi sokaklara vermiştim, kaybolmuştum ya da kaybolmak istiyordum. Bu mümkün değildi elbette. Sancım tutmuştu böbreklerim sancıyordu. Bir parkın yanından geçiyordum. Parktaki bir bankta oturmuş buldum kendimi. Yorgundum yeşil parkama daha da sıkı sarılmıştım. Üşüyordum köşede mısır kaynatan bir satıcı vardı. Bir süre onu izledim gelenler, gidenler nadir olarak pişmiş mısır alıyorlardı. Canım çekmişti benim de, banktan kalkıp bir mısır aldım ondan. Gözleri ışıldıyordu her satıştan sonra, teker teker liralarını biriktiriyordu adam. Ben aylaktım oysaki. Bu saatte herkes işinde gücündeyken, ben sokakları arşınlıyordum. Amaçsızca tekrar banka oturdum, haşlanmış mısırımı yemeye başladım. Mısır sıcaktı, ben ise üşüyordum. Ellerim ısınmıştı önce, gelenler ve gidenler hızlı adımlarla geçiyorlardı önümden. Mısır bitmiş koçan elimde kalmıştı, tıpkı hayatım gibi. İşe yaraması için bankın köşesine bıraktım koçanı. Bir süre sonra bir güvercin kondu ürkek adımlarla koçana saldırdı, daha sonra bir tane daha ve başkaları da geldi yanına. Ben banktan kalktım bir tebessüm fırlattım güvercinlere. Yola

35 EN UZUN KIŞ


kaldığım yerden devam ettim böğrümde bir sancı ile yüreğimde değil ama... Sonra sancımla beraber eve gittim. Daha doğrusu kendimi eve zor attım. Üç gün çektim acıyı. Artık dayanacak hal kalmamıştı bende. Acile gittim. Hemencecik iğne yaptılar böğrüme. Ertesi gün polikliniğe gelmemi salık verdiler. On, on beş dakika sonra sancım bitti. Hastaneden çıktım, yürümeye başladım, rahatlamıştım artık yeni bir sancıya kadar. Yolum yine o parka düştü. Geceydi. Köşe de arkadaşları gördüm, gece avarelerini. Ateş yakmışlardı. Bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı. Sarhoştular. Selamlaştık, öpüştük, sarıldık. Şarapları tükenmişti. Tükenmiştik… Onları kendi sarhoşluklarıyla yüz yüze bırakarak oradan ayrıldım. Kaçtım demem gerek belki de. Neden kaçtım sanki. Hâlbuki onlar için canımı seve seve verebilirdim ve bunu hemen yapardım, hemen. Caddeye çıktım. Caddede kimsecikler yoktu. Tenhalar kalabalık, açıklıklar ise tenhaydı bu şehirde. Bir yerlere gitmeliydim. Bir yerlere gitmeliydi ayaklarım. Beynim bir yerlere gitmek istiyordu. Bir yerlere, hep bir yerlere gitmem gerekli. Bir yere, bir ana bağlı

36 EN UZUN KIŞ


kalmamalıyım. “Bir yere bağlı kalmamalısın” diye telkin ediyordu beynim. Buna yalnızlık demek yanlış olur. Kök salınca sanki ölecekmişim gibi bir his. Ama değil. Kök salmak istiyorum. Ama şimdi değil. Böyle bir his yok. Yok, bu da değil. Bir his işte… Keşke sarhoş olsaydım, parktaki arkadaşlarım gibi. Sarhoş olsam ve kussam, içim dışıma çıksa, iğrensem kendimden, berbat bir halde uyansam, kaldırımda. Biliyorum onlar şimdi yine oradadır. Ne yapıp edip bir şişe şarap parası bulmuşlardır bir yerlerden. Geri dönmeliyim. Geri dönmek mi? Bayılmışım sokağın ortasında. Bir süredir böyle oluyor hep. Zaman zaman bayılıyorum. Bayılacağımı anlıyorum, tam bir yere tutunacakken… Kendimi ayıltılırken buluyorum. Tuhaf işte. Soğuktu kaldırım granit, pürüzsüz. Çöpçüler beni ayıltmıştılar. Bir iki yudum su içirdiler. Teşekkür ettim. Gittiler. Kendimi karşıdaki otobüs durağının taburesine zor attım. Sabah oluyordu ve ben daha çok üşüyordum git gide. Arabaların sayısı arttı, otobüsler işlemeye başladı, şehir kalabalıklaştı. Artık caddeler ve sokaklar kalabalık tenhalar ise olması gerektiği gibi ıssızlaşmıştı. Günün ışıltısıyla birlikte ben de güne doğmuştum. Güne doymuştum...

37 EN UZUN KIŞ


Hayır, sanmayın ki ısındım. İnsan ısınamaz ki. Daha çok üşür, içten içe donar, bir tek yürek o da yavaş yavaş söner. Yüreğimin yavaş yavaş söndüğünü hissediyordum. Böğrümün sızısının ilacı vardı. Bir iğne saplıyordular böğrünüze tamam sızı geçiyordu. Hâlbuki yürek sızısı… Ona çare yoktu ki. Avareydim. İşsiz, beş parasız. Bu halde nasıl çalışabilirdim, bu haldeyken kendimi işime nasıl verebilirdim? Hem ne gereği vardı anlamsız ilişkiler içine girmenin? Aylaktım, alışmıştım aylaklığıma. Herkes bana acıyordu elbette ama ya ben. Ben onlara acımıyor muydum sanıyorsun. Güne hiç uyanmamalı insan, güne hiç doğmamalı, günü hiç yaşamamalı. Ama ne fayda, bu mümkün değil ki. Yine yollara düşmeliyim, bildiğim bir iki yerdeki ekmek kırıntılarıyla karnımı doyurmalıyım, bir iki kafadara takılıp, bir iki lakırdı etmeliyim, bir çatı altı bulup dinlenmeliyim belki de… Hâlbuki yakınlarda birçok tanıdık var. Ama ben yine de onlara görünmesem iyi olur diye düşünüyorum. Bu rezil halimi görmemeliler. Acımalarını istemiyorum onların. Zaten bin bir sıkıntıları, dertleri var. İçten içe sevinirler bu halime. Ben bilmiyorum, aslında hiçbir şeyden emin değilim. Her şey yaban, her şey yavan geliyor. Bir şeyler var anlamlandıramadığım. Dedim

38 EN UZUN KIŞ


ya, bir his lanet olasıca bir his beni kemiriyor, verem gibi, kanser gibi. Birisi simit bırakıyor kucağıma, birisi bir kaç bozukluk bırakıyor kucağıma, birisi “vah vah” diyor “ne zavallı bir adam” Simidi umursamadan yiyorum. Açım çünkü. Bozuklukları cebime koyuyorum. Muhtacım çünkü. Zavallıyım. Evet, ben zavallının tekiyim, naçarın tekiyim, bu toplumda işim yok benim. Pisliğim onlar için. Çöpçüler dün gece beni ne diye ayılttılar ki. Donup ölseydim oracıkta. Bir pislikten kurtulurdu toplum işte. Tüm kötü görüntülerinden kurtulurdu. Bir ekip otosu yanaşıyor durağa. “Hişt” diyor “çek git buradan, insanları rahatsız ediyorsun. Yoksa seni karakola çekeriz” diyorlar. Umursamıyorum. Sonra benim koluma birisi giriyor. Kolumda bir sıcaklık hissediyorum. Tanıdık birisinin… Tanıdık birisinin şefkatli bedeni koltuğuma giriyor. Bu bu... Çok seviniyorum. “Hadi gel” diyor bana. “Hadi gel, uzaklaşalım buralardan, çöplüğümüze geri dönelim.” Ben onu kıramam ki. Beni anlayan tek kişi bu dünyada. Zor zamanların savaşçılarıyız, dostluğumuz bu nedenle baki kalmıştır. Tüketmeyiz hiçbir şeyi. Şarap gibidir dostluğumuz, yıllar geçtikçe daha bir kıymet kazanır. Hep olması gereken zamanlarda olur karşılaşmalarımız. Hızır’ı gibiyizdir birbirimizin. Yürek sızılarımızı en iyi

39 EN UZUN KIŞ


biz anlarız birbirimizin. Aslında mizacımız, düşüncelerimiz birbirine taban tabana zıttır. Fakat asıl önemli ve değerli olan da budur, bu bizim dostluğumuzun değerini arttırır. Başka bir şey değil. Belki de ben değil ama o hep oradaydı, hep beni gözlemliyordu, o hep en dirençli olanımızdı. O hep bilir, o her zaman kararlıdır. Oysa ben hep yalpalarım zaten, hep kaçarım, hep bir gölge gibiyimdir, hiçbir samimi inancım yoktur. Ne diye bana değer verir ki. Hep zor zamanlarımda omzuma girer, yürek sızılarıma ortak olur, buna anlam veremem. Ben ona hep dert, sıkıntı vermişimdir. Oysa ben onun hiçbir vakit zor zamanında yanında olmamışımdır ve şimdi bu pejmürde, bu avare, bu dilenci kılığımla, bu ne idüğü belirsiz yerde, yine yanı başımda. “Çöplüğümüz” diyor ama oysa bu, burası, bu yer benim çöplüğüm. Yine kaybolacak, yine vaktini bekleyecek. Tıpkı Sur'a üfleyecek İsrafil gibi... Bırak kolumu yürürüm ben. Hem neredeydin sen, neredeydin bu zamana dek. Yine tansiyonum düşüyor galiba tut beni düşüyorum. Yine soğuk kaldırımdayım etrafımda yabancı insanlar acıma hisleriyle dolu bir kalabalık. Ne oldu bana, neredeyim ben, kimim, siz kimsiniz, nereye kayboldunuz, hepiniz nerede, kayboldum

40 EN UZUN KIŞ


ben... Hey sen Halüsinasyondu galiba…

neredesin.

Parka gitmeliyim hemen şimdi. Bir şey unuttum. Çoktandır yapmayı istediğim bir şey. Kâğıttan bir kayık yapmalıyım, suya bırakmalıyım, küçülmeliyim. Ta ki kayığa sığacak kadar küçülmeliyim. Yelken açmalıyım havuzun içinde. Bir yel esmeli, kayığım alabora olmalı, düşmeliyim suya. Yüzme bilmem ben. Boğulmalıyım, ölmeliyim. Yoksa bu yürek sızısı dinmez başka türlü... Tıpkı dediğim gibi yaptım. Parktayım şimdi. Kâğıttan kayık yaptım, suya bıraktım. Annesinin kolundan çekiştiren bir kız ve erkek çocuk annelerini yanıma doğru çekiştirdiler. Çocuklara tebessümle baktım. Anneleri gibi ikisinin de ışıl ışıl ve koyu kahverengiydi gözleri. Onlara da birer kayık yaptım kâğıttan. Sevindiler ve suya bıraktılar. Yürek sızım işte o anda geçti…

41 EN UZUN KIŞ


VIII / Saklambaç ISaklanmıştım. Evet saklanmıştım. Daha doğrusu arkadaşlarla saklambaç oyunu oynuyorduk. Ebe olan arkadaş saymaya başlamıştı. Tuhaf işte. Garip bir dilde sayı sayıyordu. O hep öyleydi ezelden beri hep garip şeyler yapardı. Sonra saklanmam gerektiği aklıma geldi yoksa ebe tarafından sobelenecektim. Ama nereye... Nereye saklanacaktım ki. Herkes hemen hemen benimde saklanabileceğim yerleri birer birer işgal etmişti. Bu duyguyla etrafıma bakınırken ebe olan arkadaşım da sanırım sayı saymanın sonuna gelmişti. Birazdan "sağım solum arkam önüm ebe sobe" diyecek eminim. İşte o anda o yeri gördüm yani bu yeri şu anda saklandığım bu yeri. Annemin artık mazide kalan masallarında bir masal kahramanı girmiş olduğu yada itilmiş olduğu dehlizden bir tavşanın eşliğinde çıkardı. Fakat bu yerde ne bir ışık ne bir ses ne bir hava akımı ne de bir canlı var. Ama ama baksana ben şimdi seninle konuşabiliyorsam bu düşüncelerimi seninle paylaşabiliyorsam işte sende buradasın öyle değil mi? Burada yanımda... Yoksa amiyane deyimle çıldırdım mı acaba. Yok yahu... Yok yok. Neden çıldırsın ki insan durduk yere.

42 EN UZUN KIŞ


II- Saklanmıştım. Bu doğru. Ama dediğim gibi saklandığım yer dünyanın en tuhaf yeriydi. Derinlerden uğultular geliyordu. Anlamını çıkartamadığım tuhaf sesler. Sanırım bu derinliklerde olabiliyor böyle şeyler. Hemen hemen dışarıdaki her çıtırtı burada derin anlamları olan seslere, düşüncelere dönüşüyor. Dediğim gibi çıldırmış olmalıyım. Ama kendimi çıldırmış olarak göremiyorum. Kaldı ki benim çıldırmış ya da çıldırmamış olmamı bana söyleyecek hiç kimse yok ki yanımda. Tabii ki seni saymazsam. Çıldırmak ne ki. O çıldırma anı ne ki. Şimdi şuradan annemin masallarından tanıdığım o tavşan gelse. Bana “hadi” dese, “beni takip et” dese. Bana yol gösterse. Benim uzunca süredir farkına varamadığım o gizli kapıyı bir hamlede açsa ve oraya o ışığa doğru yolculuğa çıkartsa. Kısacası beni bu saklandığım yerden çıkartsa. Ama ben senin kafandaki düşünceleri okuyorum. Diyorsun ki “nasıl bir akıldır senin ki, o girdiğin kapıdan çıksana”. Biliyorum tabii ki bende biliyorum o kapıdan çıkmayı ama, ama bulamıyorum ki. Hafızamı kaybettim anlasana. Hafızamı ve her şeyimi kaybettim. Ne diye bu oyuna katıldım ki sanki. IIITuhaf işte. Halüsinasyon görmeye başladım. İnsan burada olunca

43 EN UZUN KIŞ


bu karanlıkta bunun olması kaçınılmaz. O halüsinasyonlardan birinde ben dışarıdaymışım. Hala saymaya devam ediyor ebe olan arkadaşım. Ben işte şu anda olduğum yere doğru gidiyorum. Bir kerpiç duvarın önünde duruyorum. Sanki duvar beni kendisine çekiyor. Tılsımlı sanki. Sonra o duvara doğru hamle yapıyorum ve duvar beni içine çekiyor. Bir kapı yok duvarda. Kapısı yok işte bu yerin. Nasıl oluyor neden oluyor anlam veremiyorum. Halbuki ben o kadar makul ve mantıklı bir kişiydim ki. Kişiydim diyorum çünkü şu an bir kişiliğimin olduğunu sanmıyorum. Ama tuhaf işte kişi kim, kişilik ne. Bunların hepsi gerçeklikte yani buraya gelmeden önceki yerde anlamlı. Orada anlam kazanıyor. Burada bu yerde. Bu yer diyorum. Yani işte anla. Bu yerin tanımı yok. Sadece kapısı olmayan bir kerpiç duvarın içinde. Hiçbir düşüncenin ve tanımlamanın anlamı kalmıyor. Hakikat var ama bu sadece benim anlayabileceğim ve tanımlayabileceğim ama paylaşamayacağım bir şey. Sesli ya da sessiz üzerinde tartışamayacağım bir hakikat. Dolayısıyla bir hakikat değil. Yoksa yanlış mı düşünüyorum. Dediğim gibi hissiz kaldım. Sen ise bir cevap verme tenezzülünde dahi bulunmuyorsun. Anlasana belirsiz bir yerdeyim. Kayboldum. Kaybedildim. Kaybettim. Kendi kendime kayboldum.

44 EN UZUN KIŞ


IV- Hatırladım galiba bu yeri. Bu kerpiç duvar hep beni çekmişti yanına. Ta küçüklüğümden beri. Dibinde oyun oynardım. Çamurdan kap kacak yapardım. Onları gömerdim bu duvarın dibine. Garip işte düşünürdüm ki çağlar sonra bu kap kacak bulunacak. Ölümsüzlük duygusu işte. Ölümden bu şekilde sıyrılacaktım. Yırtacaktım. Yırtmak, yani kefeni yırtmak. Ama şimdi buradayım. O yani bu duvarın içinde. Beni asla bulamayacaklar. Asla sobelenemeyeceğim. Ama sobelemek ya da sobelenmek isterdim. Ak ve kara olmak. Bir şey olmak. Ne tuhaf. Ne hoş bir şeymiş. Fark edilmek, fark ediliyor olmak, fark ediyor olmak. Beni bir süre sonra unutacaklar hepsi. Beni anmayacaklar bile bir süre sonra. Ama suçlu benim ne diye bu oyuna katıldım ki sanki. Başka oyunlar oynayabilirdim. Başka bir oyun oynayabilirdik. V- Burada annemin masallarındaki o gizemli tavşanı beklemek. Ondan medet ummak ne de tuhaf. Ama o tavşan sanırım öldü. Buraya. Bu oyuna başlamadan önceki son okuduğum kitapta bana bildirmişti yazar şimdi anımsıyorum ve anlam veriyorum. Aslında beni uyarmak istemiş. Çünkü o öyküde benim en çok sevdiğim kahramanın tavşanını afiyetle yiyorlardı. Kahramanım dahil. Ama bilmeden yediriyorlardı. Ne yapsınlar

45 EN UZUN KIŞ


aç kalmışlardı. Açlık. Evet, ben tuhaf işte nice zamandır buradayım ne açlık ne de susuzluk hissetmiyorum. Yoksa öldüm mü? Sana soruyorum öldüm mü? Ama ölüler düşünemez ki. Hissedemez. Nefes alamaz. Kendimi tokatlasam mı? Yahut çimdiklesem. Ölmüş olamam değil mi?

46 EN UZUN KIŞ


IX /İşte hepsi bu kadar “Bir yudum daha bu son. Çünkü artık param yok. Hesap ödenmeli. Ayağa kalkmalı. Lavaboya gidilmeli. Yüze musluktan akan su çarpılmalı. Yola çıkıp eve doğru uzun uzun yürünmeli…” Daha düne kadar dibe vurmuştum. Ama şimdi tüm sıkıntılar bitti. Yaş kırk bir, otuz beşi geçeli altı yıl oldu. Halbuki otuz beşinci yaşımı bir kentten başka bir kente taşınmakla geçirmiştim. Taşınmak bir anlamda terk etmekti. Bu olaya terk etmek / terk edilmek mecazi ikilemini takmıştım. Yuvadan çıkış, başka bir yuvaya gidişti. Ki o terk edilen yuva yıllarca yuvamız olmuştu. Terk etmek… Bir mekanı terk etmek, bir hayatı terk etmek, yenilmek… Bunun adına yenilmek desem de kastettiğim şey yenilenmek ihtiyacı diyebilirim. Yenilmek mi? Yenilenmek mi? Kararsızım hala. Şairin ömrün yarısı tabirini doğrularcasına girildi o yıla ve o ömrün kalan yarısı altı yılda bitti. Vaftiz olmaktı belki de o yarıyı geçtiğim anlar ve ben belki de şu geçen altı yıl içinde vaftizimi tamamladım. Yenildim demiştim. Sonra yenilenmek demiştim. Yok yok benimkisi yenilmek ya da yenilenmek değildi. Başlı başına yenmekti. Neyi mi yendim.

47 EN UZUN KIŞ


Ölümü elbette. Hem de bir çok kez. Biliyorsun işte. Öyküledim tüm bu süreci. Öykülemek bir terapiydi. Tüm bu süreçte. Çok iyiydim, çok iyimserdim, çok çömezdim, çok masumdum, çok ama o kadar çok çoktum ki. İğrenmedim kendimden, yazgımdan. Ben ben değildim ki aslında. Oh be itiraf ettim sonunda size. Ben koskocaman küçücük bir bireydim. “Zavallı” mı dediniz bana. Hayır hayır asla zavallı olmadım. Acıdınız belki de. Ah vah ettiniz çokça. Eminim buna. Oğlunuz kızınız olur unutursunuz. Unuttunuz işte. Unuttuk işte. Unuttum işte. Bu bir kanun. Oğullarımız ve kızlarımız oldu. Unuttuk her şeyi. Zaman yapmadı bunu. Kendimiz yaptık. Yenilmedik asla. Hem kim kimi yenebilir ki. Dedim ya; çok iyiydim, çok saftım, çok kandırıldım. Çok ama çok zarara uğratıldım. Çok üzüldüm tüm bunlara. Zararım kendime olsaydı elbette bu kadar çok üzülmezdim. Zararım en çok bana oğul ve kız veren kadınıma oldu. Ama çok mesudum ki; bana oğul ve kız veren o kadın, kadınım olmasaydı nasıl başarabilirdim bu kör, dilsiz, sağır, topal olarak girdiğim kavgayı. İkimiz beraber yendik o belayı. Ama başkaca kimse yoktu. Örneğin sen yoktun, o yoktu, öteki yoktu, siz yoktunuz, onlar yoktular, ötekiler ve berikiler yoktu. Ama bunu sizleri incitmek için söylemiyorum. Elbette vardınız. Kendi evreninizde. Elbette sizlerinde kendi

48 EN UZUN KIŞ


sorunlarınız vardı onlarla meşguldünüz. Ara sıra yönünüzü çeviriyordunuz. İyi ki varsın diyordunuz. İyi ki vardım… Heyhat hayat işte. Bize oğul ve kız veren hayat. Becerebildiysem ne mutlu bana. Yaş kırk bir ve neme lazım kırk bir kere maşallah demek lazım. Ama tekrarlıyorum, hep tekrarlayacağım. Her şeyimizi kaybettik. Tüm birikimlerimizi. Tek bir şey kaldı tüm bu süreçte; kendimizi de kaybettiğimizi sandığımız bir anda kendi kendimizi tekrar kazandık. Kabuk değiştirdik, tüy değiştirdik, deri değiştirdik. 'Oğula ve kıza kesmiş bir ülkeye armağan' bizimkisi. İşte hepsi bu kadar. -- Bir tek sen varsın. Bir tek sen ve çocuklar. Her şeye sıfırdan başlıyoruz. Tıpkı yıllar öncesi olduğu gibi. Bavuluma tüm eşyalarımı sığdırdım. Eşyalarımı ve anılarımı. Bu kolay olmadı elbette. Bu kente bir defa daha elveda etmek, yeniden topraklarıma dönmek, beyaz çeşmede elimi yüzümü yıkamak, kana kana suyundan içmek, eskiden olduğu gibi oğlumuz ve kızımızla birlikte yeniden canlanan derenin kenarına gitmek, suya taş atmak, taşı sektirmeye çalışmak, ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp suya dalmak, eğlenmek. Oğul, kız, baba, anne yeniden hayat bulmak. Bu kente bir defa daha elveda ettim. Yeniden topraklarıma döndüm.

49 EN UZUN KIŞ


Beyaz çeşmede elimi yüzümü yıkadım. Kana kana suyundan içtim. Eskiden olduğu gibi oğlumuz ve kızımızla birlikte yeniden canlanan derenin kenarına gittik. Suya taş attık. Taşı sektirmeye çalıştık. Çocukluğumdaki gibi, çocuklarımızla hep beraber. Ayakkabılarımız ve çoraplarımızı çıkarttık suya daldık. Eğlendik. Oğul, kız, baba, anne. Yeniden hayat bulduk. Şevket Süreyya gibi ben de işte sonunda o suyu buldum. Arayış sona erdi. “Oğlun, kızın olsun hele unutursun” diyordu ya şarkıda. Oğlum, kızım oldu unuttum. Sahi unuttum mu? - Yuvaya dönmeli. Kucaklaşılmalı. Eş, kız, oğul her zamanki gibi birlikte uyunmalı. Horozlar ötmeli. Sabah olmalı. Kuşlar cıvıldamalı. Güneş vurmalı. Uyanmalı hep beraber yeni bir hayata. Öyle de oldu değil mi? Yuvaya dönüldü. Kucaklaşıldı. Eş, kız, oğul her zamanki gibi birlikte uyundu. Horozlar öttü. Sabah oldu. Kuşlar cıvıldadı. Güneş vurdu. Uyanıldı hep beraber yeni bir hayata. Öyle de oldu. Sonra; Kahvaltı hazırlandı. Asma yapraklarının çatıyı oluşturduğu çardağın altında kuruldu sofra. Hep birlikte güle oynaya kahvaltı yapıldı. Hep beraber o kadar mutluyduk ki. Gördün işte. Uzaktan derenin çağıldayan sesi. Kuş cıvıltıları. Arıların vızıldaması. Yeşillikler içinde.

50 EN UZUN KIŞ


Peynir, tereyağı, zeytin, bal, reçel, pekmez, yumurta, ekmek. Saman sarısı. Bol kahkaha. Bol sohbet. Cıvıl cıvıl. Ateş kırmızısı. Nihayet sonunda başardık işte; “Biz bir aileyiz” sence de öyle değil mi?

51 EN UZUN KIŞ


X / Herkes nereye gitti? Ancak insanlar çocukturlar ve her soru bir başkasına babalık yapar. İşyerimde e-maillerimi kontrol ederken uzunca süredir haber alamadığım bir arkadaşımdan gelen bir maili fark ettim. Maili açtığımda; “Bana İstiklal’ de balık ısmarlayacakmışsın. Yanında buz gibi bir bira olacakmış. Bir sahil lokantası da olabilir. Ya da bir balıkçı kayığının yanında. Bir masa, bir tabure, bir kaldırım taşı, ama olursa manzaramızda boğaz köprülerinden birisi olsun. Karşı yakayı görebileceğimiz bir panoramik yapıda olursa sevinirim. Bir yanda galata, bir yanda ise köprü. Olur mu? Bulunur mu? Böyle bir yer. Bulursak böyle bir yer. Orada saatlerce sus pus otururuz. Manzaraya karşı balıklarımızı yer, biralarımızı içeriz. Mümkündür bu anlarda üzülürüz, hüzünleniriz. Ama üzüldüğümüzün ve hüzünlendiğimizin farkına bile varmayız. Sonraki günlerde nezle

52 EN UZUN KIŞ


oluruz, grip oluruz, nihayetinde iyileşiriz. Ne dersin. Sonra kenti dolaşmaya çıkarız. Sevdiğin mekânları bana gezdirirsin. Mekânlarla ilgili anılarını, öykülerini anlatırsın. Ya da ne bileyim anlatmazsın. Kâh bir yerde oturur çay içeriz. Kâh bir yerde güvercinlere yem atarız. Kâh hüzünlenir, kâh seviniriz. Mümkündür. Bir çocuğa renkli, uçan bir balon alırız. Hatta kendimize de birer adet uçan balon alırız. Hop, onu gökyüzüne salarız. Salınarak uçuşunu, ufukta kayboluşunu seyrederiz. Hatta bunu bir vapurun güvertesinde yaparız. Denize dalıp çıkan, vapuru takip eden Martılara çeşitli nitelemelerle sataşırız. Vapurun yanaştığı iskelede midye yeriz. Bir köprüden geçeriz. Bu geçiş esnasında denizi ve balık tutmak için olta sallayanları seyrederiz. Rastgele deriz onlara. Rastgele… Sokaklardaki sergilere bakarız. Belki de birbirimize abuk sabuk hediyeler alırız. Bir günü de böyle yaşarız.” Diyordu.

53 EN UZUN KIŞ


Bende “Elbette neden olmasın muhakkak bir gün gel bekliyorum” diyerek maili yanıtladım. İşten çıktım. İşyerimin yakındaki parka geçtim. Boş bir banka oturdum. Oturduğum banka bir Çingene kadın yaklaştı. “Falına bakmamı ister misin? Abiciğim” dedi. “İstemem” dedim. Bu tepkim karşısında uzaklaşan falcı kadının arkasından bir süre baka kaldım. Aniden “Hey” diye falcı kadına seslendim. “Hadi gel de falıma bak” dedim… Aslında bugün başka niyetlerle evden çıkıp işe gelmiştim. Evdekilere mesai bittikten sonra şehir dışına çıkacağımı söylemiştim. Şehir dışı… Ama mesai bitiminden sonra bir süre dinlenmek için uğradığım parktaki bu bankta nerdeyse bir saattir oturmuş etrafımı seyrediyorum. Güvercinler, serçeler, insanlar, insanlar… Genç, yaşlı, çocuk, kız, erkek, kadın, şişman, zayıf, kısa, uzun, esmer, sarışın, kumral, kır saçlı, kâh makyajlı, kâh makyajsız, kâh kirli, pasaklı, kâh şık, çıtkırıldım. Ve dediğim gibi ben biçare bu bankta oturuyorum. Kaçıncı kez "abi ayakkabılarını boyayalım, parlatalım, tozunu alalım"lar. "Taze kavrulmuş çekirdek"çiler. "Süt gibi mısır"cılar. "Hemencecik şipşak foto"cular… Falcı kadın elimi avuçları arasına alarak, "ne ise halin, o çıksın faalin" diyerek başladı anlatmaya. “Ne kadar karmaşık 54 EN UZUN KIŞ


bir ruh halin var. Aslında kendi durduğun yerden haklısın da. Hiçbir şeye ve kimseye kendin dâhil güvenmiyor, güven duygunu yitirmişsin. Dandik bir durum abiciğim. Nasıl yardımcı olabileceğimi bilemiyorum. Bildiğim tek şey kişinin kendisini buna hazır hissetmesi. Ama sen kendini hep olumsuza endeksliyorsun. Hayata olumsuzdan bakmak, kuşkulanmak, hissettiğini dahi hissetmemek. Senin öykünde burada başlıyor. Bir öyküye başlaman gerekiyor. Sana ve onlara dair bir öykü. Bu öykü ile ruh sıkıntılarına deva olabilirsin abiciğim.” Neler yumurtluyor bu kadın. Ne saçma şeyler anlatıyor. Falcı dediğin başka şeyler söyler. Saçma şeylerdir söylediği ama. Üç vakte kadar beklenir. Ama neyse ne. Yine de bu kaba saba görünüşüne bakıldığında tahmin edemeyeceğiniz bir yumuşaklıkta ve küçüklükte elleri var. Tenine tezat bir yaratılışta bir çift el. Gözleri de ne kadar güzel öyle. Maviden, yeşilden, griden tonlar taşıyan ışıl ışıl bir çift göz. Hele sesi, yeşillikler içinden akan ve ileride gölcük oluşturarak içinde binlerce nilüfer adacığı oluşturan duruluktaki bir dere gibi. İnsanın aklını başından alacak bir çekiciliği var. O şişman, deforme olmuş, bakımsız, pis kokulu, yaşlı fiziğine karşın böyle. Ben bu duygularla gerçeklikten uzaklaşmıştım ki. Falcı kadın elimi çoktan bırakmış ve vereceğim parayı 55 EN UZUN KIŞ


bekliyordu. “Hey abiciğim paramı vermeyecek misin?” diyen sesiyle kendime geldim. “Pardon özür dilerim kaç para.” “Gönlünden ne koparsa be abiciğim.” dedi. “Buyur” diyerek cebimdeki bozuklukları avucuna bıraktım. Pek memnun olmamışa benzese de parayı alıp başka diyarlara doğru yol aldı. Ama ben her zaman böyle bir tanımsızlıkta kantarın topuzunu bir türlü tutturamaz ve sonuçtan hep üzüntü duyarım. Yine böyle olmuştu. Sonra oturduğum banktan kalkarak hızlı/ağır adımlarla yıllardır her sıkıntı ve sevincimde gitmeyi alışkanlık edindiğim açık hava birahanesine doğru yola koyuldum… İşte birahanenin o sevdiğim köşesindeydim yine. Garson’un “Ne içersin” sorusuna “Her zamanki gibi soğuk bir bira ve patates cipsi” rutinliğiyle cevap vererek siparişimi veriyorum. Rutin bu olmalı herhalde. Nihayet bira ve cips geliyor. Cipsten bir adet alıp ağzıma atıyorum ve üstüne bir yudum birayı boca ediyorum. Oh be... Yaşa... Varol... Sonra her zamanki alışkanlığımla bira bardağını seyre dalıyorum. O kabarcıkları seyrediyorum. Bira bardağının dibinden yüzeye doğru yolculuğa çıkan o her biri diğerinden eş zamansız hareket eden, ama bu eş zamansızlığı telafi edercesine bir rekabet ve yarış içerisinde davranan o 56 EN UZUN KIŞ


kabarcıklar. Bu modda iken bu kabarcıklara dalarak hayaller kurarım. Bu süreç adeta bana en iyi sakinleştiriciden, en iyi dost tavsiyesinden ve hatta en iyi dosttan bile daha iyi gelir. "Senin için anlamsız olabilir ama öyle işte. Bu küçük şeylerin tanrısıdır öyle bil sen de." Bu açık hava birahanesini, bu köşeyi ve buz gibi bir bardak bira eşliğinde ağzımda dağılan çıtır çıtır patates cipsini ve en önemlisi bira bardağımın dibinden sanki yoktan var olan şu kabarcıklar. Sadece bu kabarcıklar beni anlayabiliyorlarmış gibi gelir o anlarda. Bu bir bakıma inançlı insanların imanının yaşattığı ruh huzurunun bende ki karşılığı. Tıpkı benim düşüncelerim ve serüvenlerim gibi bir nebze soluk almak, ama ne yazık ki tam nefes aldıklarında yaşama veda etmek. Tüm yaşamımda karşılaştıklarım gibi. Kendim gibi. Tüm dostlarım gibi. Kâh kendi başıma, kâh çeşitli dostlarımla yaşadığımız o serüvenler gibi. Bir yudum bira ve bir cips. "Oh be yine tazelendim." Şimdi sıra bu mekânı ve bu mekânı şenlendiren insanları seyretme zamanıdır benim için… Ama her zaman olduğu gibi her şey bir süre sonra bulanıklaşır. Masama teklifsizce elindeki bardağıyla bir oturdu. “Merhaba” dedi. “İçeriden çıktım. Babam ölmüş. Milyonlarca

bira adam yeni lira

57 EN UZUN KIŞ


borç bırakmış. Babam Tarık Akana benzerdi. Depremde evimizin tüm duvarları çatlamış. Karım benden boşandı. Kızım şu an yedi yaşında. Annesi onu bana göstermiyor. Kitap okumayı severim. Hapiste Abdi abi vardı. Üç sandık kitabı vardı. Adam iki defa müebbet almış. Entelektüel bir katil anlayacağın. Hayatta ağzına bir damla dahi içki koymamış. Namazında niyazında bir adam. Allaha inanır mısın Abi… Şey her halde ben de inanmıyorum. Ama öldükten sonra ya varsa diye bazen karabasanlar basıyor. Biliyor musun ben şizofreniyim. Bak şu tımarhanedeki düşünen adam heykelinin karşısındaki bankta oturup saatlerce bu heykeli seyrettim ben. Sigarayı bıraktım. Ama içkiyle iyi gidiyor. Sen sigara içmiyorsun.” Diyerek masadan yan masadaki adama seslenerek. “Affedersin bir sigara verir misin. Bir de ateş.” İstedi. Tekrar konuşmaya başladı. “Suçum siyasi gibi bir şeydi. Bir bavul döviz (süpermarino) ama yakalattım. Üç yıl verdiler. İlk suçum değildi. Ben barmenim. Bu sanatçı takımı beş para etmez. Yakalanmasaydım paşalar gibi yaşayacaktım. Kim bilir. Bu kadar sefil dolaşmam mali polisi atlatmak içindir. Biliyor musun benim adım Erdal. Ama sen yine de Serhan olarak bil. Bir gün başın belaya düşerse Ulucanlarda cezaevinde üçüncü koğuşta benim adımı ver. Rahat edersin.” Daha sonra yine teklifsizce 58 EN UZUN KIŞ


geldiği gibi masamdan kalkarak hızla uzaklaşıp meyhaneden çıkıp gitti. Aniden şimşek çaktı, bir süre sonra gök gürledi. İşte o anda ilk birkaç damla Açıkhava meyhanesinin üstünü örten sac levhalara çarpmaya başladı. Ardından bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. bardağımdaki biramdan bir yudum daha aldım. Sokağa bakan taraftan hızlı adımlarla bir kadın meyhaneye daldı. Biran gözlerimiz çakıştı. Hiç tereddüt etmeden masama gelip oturdu. Islak saçlarını eliyle arkaya doğru tarayıp paket lastiğiyle arkada topuz yaptı.“Merhaba ben Ezgi sen Muhammet olmalısın. Bana bir votka bira ısmarlarsan hayır demem” dedi.“garson bayana bir votka bira, benim biramı da tazele” Dalgalı kızıl saçlarını biraz önce arkadan topuz yapmış olan bu orta yaşlı kadına. “Kimsin” dedim. “Beni nerden tanıyorsun.” “Ben Ezgi dedim ya. Sus şimdi. Bak bu yağmurun Ezgisi. Hadi fondip yapalım.” “Peki Ezgi.” Dedim ve ikimiz birlikte bir dikişte içkimizi bitirdik. “Hadi hesabı öde de yağmurun tadını çıkartalım” dedi. “Peki, başımın belası” diyerek hesabı ödedim. O sokağa çıkmıştı bile. Koluma girerek başını omzuma dayamış bir halde bir ezgi tutturmuştu. Daha önce bu ezgiyi duymamıştım. Saatlerce yağmurun altında 59 EN UZUN KIŞ


yürüdük. Adeta sayıklar gibi konuşmaya başladı. “Kendisini odaya kapatmış bir insan… Anlıyorum galiba. Hiçbir biyolojik canlıyla irtibatı yok. Tüm duyularını kaybeder elbette. Aynı zamanda zaman kavramını, entelektüel yeteneklerini. Kısacası insanı insan yapan tüm yetilerini. Bir gün sokağa çıkmaya cesaret eder. İlk önceleri kısmi bir körlük yaşar. Artık kaybettiklerini bulmalıdır. Tüm bu süreçte hafızasını kaybetmiştir. Çünkü hafıza toplumsallık içinde kazanılır. Tutunacak bir biyolojik canlı arar. Devamlı tökezler. Kimliğini, benliğini, geleceğini arar. Başvurduğu adreslerden geri çevrilir. Ama o yine de aramayı sürdürür. Diğer biyolojik canlılar benzerleriyle beraberdir. Toplum ise deyim yerindeyse fassfoot’laşmıştır. Yani her şey ayaküstüdür. Kimse boşuna zaman kaybetmek istemez. Artık zaman nakit olmuştur. Ama her şeyini kaybeden insan için zaman nedir ki? Toplumla bir anlamda antagonist çatışma halindedir. Arayışını her türlü engele rağmen sürdürür. Neden yalnız olsun ki bu dünyada. İyi, kötü, güzel, çirkin, hoş, nahoş bir benzeri bulunacaktır elbet. Özgürlük zorunlulukların çemberinden çıkabilmek değil miydi?” Sonra birden sustu. Daha bir sıkı sarıldı koluma. Bir süre daha yürüdük yağan yağmur altında. Sonra şehrin bilmediğim bir yerinde durduk. El 60 EN UZUN KIŞ


kaldırıp bir taksi durdurdu. “Muhammet. Bazen insan kendisinin bir odaya kapatılmış olduğunu duyumsayabilir. Fakat bu öyle bir duygudur ki gerçek yaşamda hiçte bir odanın içinde yaşıyor gibi bir izlenim bırakmaz. Akıllıdır, soğukkanlıdır, insanların fikir danışacağı birisidir. Hatta o duygusu, hissi olmayan bir yaratıktır. Onun duygusu olmamalıdır. Onun misyonu kalubeladan beri belirlenmiş gibidir. Ama hiç de onların tanımladığı biri değildir. Her gün, her an yitmekte, yıpranmakta, kendi kendisini hırpalamaktadır. Karıncayı bile incitmeyen bu kişi kendisini an be an incitmektedir. Kendisini acımasızca kanırtmaktadır. Çünkü o da bir insandır. İnsan sadece insan. Bir odaya kapatıldığını duyumsayan bu insanın haliyle hiçbir biyolojik canlıyla irtibatı olamaz. Böcekleri saymazsak. Bu ise kişinin tüm duygularını kaybetmesine yol açar. Giderayak gevezeliğim tuttu işte. Sana her şey için teşekkürler” diyerek sarıldı bana. Ve tıpkı geldiği gibi gitti. İlginç yağmurda dindi birden bire. Yine çok içtim galiba. Terminale doğru yürümeli… ***

61 EN UZUN KIŞ


Nihayet otobüsteyim. Yıllar sonra yüksekokulu okuduğum kente doğru yol alıyorum. Amaçsızca bir yolculuk. İşte bu köydü. “Köyün girişinde inecek var… Valizim yok. Yanımdaki bu çantadan gayrı.” Zifiri karanlıkta ve ayazdan donmuş, tezek kokan yolda ilerliyorum. İşte şu çiti geçince eve varacağım. Kapıyı çalmadan içeriye giriyorum. Gözlüklerim hemen buğulanıyor. Gözlüklerimi çıkartıyorum ve miyoplu gözlerimle hane halkını selamlıyorum. “Merhaba.” Önce şaşırıyorlar beni karşılarında görünce. Seviniyorlar. Kucaklaşıyorlar. Gözlüğümün buğusunu gömleğimin kumaşında siliyorum. Kulaklarım ile burnumun daha fazla hasret çekmemesi için gözlüğümü yeniden takıyorum. Artık daha rahat görebiliyorum. Bu çocukluğumun anneanne ve dede evi tıpkı bıraktığım gibi. Aynı koltuklar. Aynı kapılar. Aynı vitrin. Aynı kanepeler. Ama ben kırlaşmış saçlarımla yıllar önceki aynı ben değilim. *** Sahi hiç nereye gitti?

kimse

yok

mu?

Herkes

62 EN UZUN KIŞ


XI / Kadim Zamanlar I- Yazı yazma serüvenimin babam ile zaman zaman yaptığımız mektuplaşmalarla başladığı söylenebilir. O yıllarda, o çocukluk yıllarında ne telefon, ne de başka bir iletişim aygıtı yoktu mahallemizde. Gerçi mahallemiz ülkenin başkentindeydi ama, o yıllar öyleydi ve kanıksamıştı tüm halk gibi mahallemizin halkı da. Telefon olsa da neye yarardı ki. İletişim pahalı olduktan sonra. Ama o yıllarda mektup göndermek çok ucuz ve cazip idi. Bayram ve özel günlerde muhakkak surette ağzı açık zarflarla ya da zarfsız olarak gönderdiğimiz tebrik kartı yollamak. Eşe, dosta, akrabaya... Günümüzde sanki kadim zamanlarda kalmış bir gelenek oldu adeta. Gsm ve bilgisayarlar hayatımıza girdi gireli. O yıllarda daktilografi makinesi lüks olduğu gibi bırakın daktilografi makinesini tükenmez kalemi bile bulursan öpüp de başına koy. Birinci sınıf hamur kağıt bulmak şöyle dursun saman kağıdıydı elimizde bolca olan. Geçelim bunları bir kalem. Nerde kalmıştık. Ha. O tebrik kartlarıyla ülkenin çeşitli kentlerini tanırdık. Arkasına yapıştırdığımız (ki filateli denen o meret yaygınlaşmadan önce pullar vardı) pullarla da yine birçok bilgi edindiğimi hatırlıyorum. Renkli

63 EN UZUN KIŞ


ve birbirinden güzel tebrik kartlarıydı onlar. Yeni yıl ise bir karlı manzara resmi yada mum resmi olurdu kart tercihimiz. Şeker bayramı için çoğunlukla manzara ve benzeri seçilirken, kurban bayramı için muhakkak bir koç veya kuzu ve doğa resmi olurdu. Yada ben öyle hatırlıyorum. Sonraları popüler sanatçı resimleri seçerdi arkadaşlarım. Ben hala o eski gelenekte kalıp çizgimi değiştirmezdim. Kartlarda çoğunlukla aynı temenniler yazılırdı. "Nice yeni yıllara..." "Nice bayramlara..." erişmek dileği ile. Evet dedim ya yazma serüvenim ve babamı tanıma ve sevme öyküm bu mektuplar sayesinde olmuştur. O "ı" ları "i" olarak yazan, sert harflerle, sert kelimelerle yazan... insanı. Yani babamı... Yazı yazmayı babam ile yaptığımız mektuplaşmalar sayesinde sevmiştim. Ancak hayatı öykülemeyi Annem öğretti bana. O karanlık ve ışıksız gecelerde birbirinden renkli, macera dolu masallarını dinleye dinleye. Mahallenin insanlarının muhacirliğinin de etkinden olsa gerek. O gelmiş oldukları yörelerden epik öyküleri dinlemek, o artık geçmişte kalmış olan yaşamlarının duygu yüklü söylencelerine kulak kabartmakla geçen bir çocukluktu benimkisi...

64 EN UZUN KIŞ


Bugün. Bugünlerde bir sis perdesi var anlamlandıramadığım. O sis perdesinin ardında kaldı adeta tüm yaşananlar. Yıllar sonra bu uzun süreli birikimler birden bire yazı olup çıktılar karşıma. Evet şairin dediği gibi birden bire oldu. Birikimler cümle, cümleler öykü oldu. Elbette biliyorum ki bu öykülerin hala eksik yanları var. Bunu zaten biliyorsun... IIOğullar babalarını unutamazlar. Tersi de geçerlidir. Yani babalar da oğullarını unutamazlar. Oğullar babalarına karşı hep içten içe saygı duyarlar ve bunu belirtmezler. Hem de sık sık çatışırlar. Babalar için oğulları her daim çocuktur. Hiçbir zaman büyümeyen, büyümek istemeyen. Sanki "İlahi bir kanun" bu. Bu ise böyle olmalıdır. Benim de bir oğlum var adı Engin Aras çok iddialı bir ismi var. Henüz küçük ama benim gözlerimin içine baktıkça bu zaman içinde olacak olan o karşılıklı mücadelemizin ne kadar korkunç ve önlenemez olduğunu anlıyorum. Ve bu savaşı kabul ediyorum. Tıpkı benim babam ile karşılıklı olarak yaptığımız gibi ben de oğlumla karşılıklı olarak mücadelemizi sürdüreceğiz. Belki hayvanca bir içgüdü ama bundan kaçış yok. Tıpkı kadim zamanlarda kalmış olan mezarları ve

65 EN UZUN KIŞ


kemikleri bile atalarımız gibi...

yok

olmuş

olan

Ama oğullar ile anneleri öyle değillerdir hiç bir zaman. Ya da ben annem ile öyle değildim. Daha sevecen ve samimi bir ilişkimiz oldu daima. Ama anneler oğullarını eşlerinden kıskanırlar ve eşlerde annelerinin o hep biricik kuzusu olan yeni eşlerini annesinden kıskanırlar. Babalar ile oğullar arasında olan mücadelenin benzerini. Gelinler ile kaynanalar devam ettirirler. Bu da bir kanun belki hani o "İlahi kanun" var ya o işte. Oğullar annelerini karşılıksız severler, anneler de oğullarını tabii ki. Oğullar bu hisle ta anne karnında tanıştıkları için eşlerini de aynı hisle sever ve korurlar. Eşlerinde kaybettikleri annelerini bulurlar bir bakıma. Bu senin tarafından taktir edilir mi? edilmez mi? diye düşündüğümde sen benim iyi niyetli bir okurum olduğun için taktir edeceğine kanaat getirebilirim. Bu konuda haksız değilimdir umarım... Benim bir de kızım var adı ise Cemre Işık bu isimde iddialı gelmiştir değil mi şimdi sana. Ama ne bileyim işte yüzsüzlük bende kalsın istersen. Ben kızımı kızım da beni çok seviyor. Zaten kızlar ve babalar bir gariptirler. Garip bir bağ vardır aralarında. Ama pek belli etmezler bir

66 EN UZUN KIŞ


birlerine karşı olan sevgilerini. Yada biz öyleyiz sanırım ilişkimiz ve iletişimimizde. Adeta kedi ile köpek gibiyiz. Aslında kedi ile köpek gibi dalaştığımızı eşim söylüyor. "Yine baba kız kedi köpek gibi bir birine girmişler" diyor hayıflanarak ve içten içe sevinerek. Hayat başka türlü geçer mi? sen söyle yahu. Bir de gözleri deli deli bakıyor. Ama kalbi altın gibi. Tıpkı annesi yani eşim gibi ve annem gibi anneannesi gibi. Eşim mi? ha onun adını anmadık onun adı Kader. Aslında kadersiz garibim benim gibi bir adamı başının belası ettiği için... Bunlar bu ilişkiler ve düşünceler sanki bir oyun ya da böyle olmasa olmuyor. Mızıkçılık ve mızıkçılık yapanlar bilirsin oyunlarda sevilmez, mızıkçılar başka seferde oyuna alınmazlar. Hayat mı? dedin. Evet hayat işte... Şimdilerde ben ailemden uzaklardayım. Ve biliyorum ki bu mekansal bir uzaklık. Ne benim ailemle ne de ailemin benimle gönülden uzaklığı yok. Deli misin sen ciddiyim tabii ki. Ağzını mayhoş bir şekilde buruşturma. Samimiyim yahu. Oldukça samimiyim bu mevzuda... III- Bir gün... Bir gün tüm dünya başınıza yıkılır...

67 EN UZUN KIŞ


IVBir gün... Bir gün hiç ummadığınız şekilde her şey yoluna girer. Her şey o kadar mükemmel ilerler ki. Tuhaftır. Alışık değilsinizdir. Şaşırırsınız. Kendi kendinizi çimdiklersiniz. Gördüğüm düş mü? gerçek mi? diye. Sence...

V- Bir gün... Bir gün o hep arzulananlar ve o hep beklenenler hiç gelmezler. Yavaş yavaş umutlarınız kaybeder, yaşama arzunuzu yitirirsiniz. O tünele girmek istersiniz. O "ışıklı yol" da ilerlemek istersiniz. Sanki o tünelin ucunda tüm insani ve sosyal acılar sona erecek. Sonsuz bir mutluluğa ve huzura kavuşacaksınızdır. Tuhaftır.. VI- Bir gün... Başka bir gün yoktur. Bu günden başka bir günü umut etmek beyhudedir artık. Sana ihtiyacı olan insanların yanında olmalısındır. Onları bağrına taş basarak da olsa terk etmemelisindir. Umut ve yaşama ateşi aşılamalısındır onlara. Göreceksin işte o zaman o içinde sönen yaşama ateşin yeniden harlanacaktır... VII- Bir gün... İşte senin o hep beklediğin gün bu gündür...

68 EN UZUN KIŞ


XII / İki bisküvi arası lokum İşte o gün öldüm. Bahtsızdım. Tüm umutlarım tükenmişti. O gün yine bu vadideydim. Evin merdiven sahanlığında hem vadiye bakıyor hem de kendime bisküvi lokum ziyafeti çekiyordum. Yarım bıraktım, öylece, öksüz gibi. Sonra bir not mektup yazdım sana. Mektup notu sakladım bulasın diye. Saklı bir not mektup olmalıydı. Gizi bu saklılığındaydı. Aleni değildi çünkü düş, düşünce ve hislerim. Bu nedenle sana karşı olan duygu ve hislerimi, düşüncelerimi yazdığım kağıt da saklı olmalı, saklandığı yerden hazırladığım gizemli bulmacalar ile bulunmalıydı. Mazide öyle gerekmişti ve muhakkak öyle olması da gerekliydi. Soldan sağa çözülen bir bulmacada saklıydı sana bu yazdığım not mektubu sakladığım yer. Gülme. Ve tabii ki ağlama da. Çünkü ben hazzetmiyorum. Sadece komedinin üzerine az önce koyduğum bisküvi arası lokumu ye, afiyetle ye. Bahsettiğim gibi o zamanlar şimdi mazide kaldı. Halbuki dün gibi aklımda o zamanki fikrim. Hazırladığım bulmacayı çözdükçe numaralandırılmış harfleri yan yana yazacaktın. Harfleri yan yana yazdıkça ilk ipucuna ulaşacak. O ipucundan ilerleyerek diğer daha başka bulmacalara ulaşacak ve el nihayet sana yazdığım

69 EN UZUN KIŞ


saklı not mektuba ulaşacaktın. Sen ne yaptın buldun mu o mektup notu. Aradan yıllar geçti. Halbuki not mektup o kadar kolay bir yerdeydi ki. Adeta gözünün önündeydi. Anlıyorum bulamadın o ilk bulmacayı. Buldun belki de önemsemedin, bıktın belki de. Öyle yahut böyle hep tahmin yürütüyorum her zamanki gibi. Gerekte kalmadı zaten. Her şey mazide kaldı buna ikna oldum çoktandır, yıllardır. Şimdiki zamanda vadiye her baktığımda. Ya da şöyle söylemeliyim şimdiki zamanlarda vadiye kendimi vererek her baktığımda mazideki günler geliyor aklıma. Her mevsim daha farklı oluyor görüntü ve hisler. Her an farklı oluyor vadimiz, kendim, kendimiz. Dalda kiraz, dalda vişne, dalda üvez, dalda ceviz, dalda armut, dalda ayva, dalda üzüm, dalda şeftali, dalda erik, dalda sarul, mazide vardı şimdide var ama aynı zamanda da yok. Ve çeşme, o beyaz çeşme de artık yok. Yani yine çeşme var da bu kez yenilenmiş ve bozkırın sarı sıcak rengine sahip. Çeşmenin oluğuna eğil su iç, kabını kacağını doldur ve karşısına geç bir Fatiha oku çeşmeyi yaptıranın hayrına. Sahi saklı notu bulamadın değil mi? Şu karşısına geçip Fatiha okuduğun çeşme de mi söylemedi sana. Dinlemedin ki sen onu. Bir kez daha oku Fatiha'yı. Bir kez dahi olsun kulak ver çeşmenin sesine. Değil mi ki "düşünebiliyorsak yaşıyoruz." Ya da bugün hala yaşayabiliyorsam düşünebildiğim içindir.

70 EN UZUN KIŞ


Kendimi dağlara taşlara vermiştim mazide şimdi ise asfalta, betona, tuğlaya, taşa, ahşaba. Cami yapıyorum, Okul yapıyorum, Konutlar yapıyorum, Yol ve Köprü yapıyorum. Yollardan, köprülerden geçip gelesiniz, konutlarda oturasınız, okullarda okuyasınız, camilerde ibadet edesiniz, musalla taşında cenaze namazlarınızı kılasınız diye. Benim işim bu. Bu ihtiyaçlarınızı temin etmek artık. "İnsan bulunduğu yerden görebiliyor, içinde yaşadığı anda ise tadabiliyor." Böyle diyor kitap. Kırkımda öğrendim ve ayırtına vardım nihayet. Peki merakla beklediğin soruyu sorayım sana. Beğendin mi senin için hazırladığım çocukluğumun bisküvi arası lokumunu. Mazideki tadı alamazsın ki asla. Bir tane de kendime hazırlayayım. "Ha sahi sizde ister misiniz?"

71 EN UZUN KIŞ


XIII / Ne mutlu ki bana Mazide çeşitli kentlerin otobüs terminalleri ve tren garlarında izinizi sürüyordum. Ne kadar yasal ve yasadışı toplantı, gösteri, eylem varsa hepsine katılıyor hep sizi arıyordum. Ama bir türlü bulamıyordum sizleri. Adeta yer yarılmışta yerin içine geçmiş, gök açılmışta göğe yükselmiştiniz. Her şey sizi fısıldıyor, sizi anımsatıyordu. Durmadan ve bıkmadan izinizi sürüyordum, halbuki iziniz içimdeydi bunu çok sonradan anladım. Belki de bunu bu seyahatlerim ve arayışımla siz bana öğrettiniz. O an artik izinizi sürmeyi bıraktım, vazgeçtim. İçimden söküp attım desem de atamadım sizi. Etle tırnak gibi olmuştu içimde tek tek bıraktığınız izleriniz. Bir gün gelip yerleştiğim bu vadide mezarlar kazdım. Bu iş günler aldı ve çok zordu. İçimden sokup atabildiklerim kadarınızı bu mezarlara koydum. Güzel bir törenle gömdüm ayrı ayrı. Mezarlara cenazeleri ben indirdim, tahtaları tek tek ben dizdim, tüm toprağı kürekle ben doldurdum, etrafına taşları tek tek ben dizdim, üzerlerini ben suladım, kimseye bırakmadım bu işlerin tümünü. Yaşama iradem, umut ve sevincimi kaybettiğim her zaman diliminde bu mezarları ziyaret etme alışkanlığı kazandım. Her

72 EN UZUN KIŞ


ziyaretimde içimdeki kalanlarınıza da yeni mezarlar kazdım ve özenle gömdüm tek tek. Artık bu yer mezarlık olmuştu. Yollar yaptım, ağaçlar diktim, hayrat çeşmeleri yaptım, mezarlığın etrafını çevirdim. Mezarlara bakması için işçi bile aldım. Kulübe bile yaptım ona. Göz yaşı döküyordum hepinizin mezarı başında. Şiirler okuyor, öyküler anlatıyor, sohbet ediyordum tek tek hepinizle. Sizlerde benimle konuşuyordunuz adeta. Her seferinde son mezarın başından da ayrılıp mezarlıktan çıkarken gökler yarılıyor. Sağanak bir yağış başlıyor, etrafı toprak kokusu kaplıyor, sırılsıklam oluyorum. Beni gözyaşlarınızla ıslatıp, sizleri tek tek hatırlayıp unutmamam için kokunuzu doğaya salıyorsunuz. Lütfen ağlamayın diyorum. Kendimi tutamayıp bende ağlıyorum sizinle. Sonra elveda diyorum, ayrılıyorum bu mezarlığımdan. Yağmur diniyor, kokunuz üzerime siniyor. Ne mutlu ki bana, hayat benim için yeni mezarlar kazabilmem için yeni yeni insanlarla tanıştırmaya devam ediyor.

73 EN UZUN KIŞ


XIV / Bir kış masalı Bir varmış bir yokmuş... Tanrının günü çokmuş... Yıllar yılı kovalıyor. Ama her şeye rağmen işte yine hep beraberiz. Sence de öyle değil mi? Yani biliyorsun sen de benimle birlikte söyle. "Biz koskocaman, küçücük bir aileyiz." Dışarıda dondurucu bir hava var. "Kar yağmış." diyorum ya sana. Kar yağmış çünkü karın yağdığını göremedik. Kar bir yağdı bir kayboldu. Mevsimler adeta değişti. Küçüklüğümüzdeki gibi değil artık mevsimler. Adam boyu olurdu yağınca kar ve kar dinince biz sokakları doldururduk. Sokaklar diyorum ya, sokaklar belirsizleşirdi kar yağınca. Biz hemencecik yağan kardan topuğu kırılmış kösele ayakkabılardan yaptığımız ayak kızaklarımızla kendimize yol açardık... Şu anda kar ha yağmış, ha yağmamış, ama gerçek olan tek şey dışarıda ayaz var. Ama içersisi dışarıdan yalıtık. AVM diyorlar. Alış Veriş Merkezi. Biz çocukluğumuzda bir bakkalı bilirdik, bir tüpçüyü, bir de semt

74 EN UZUN KIŞ


pazarını. Semt pazarında bir defasında su satmaya, bir defasında da naylon poşet satmaya çalışmıştım. Su satma serüvenim su sattığım bidonun eski bir kolonya bidonu olmasından dolayı başarısızlığa uğrasa da, naylon poşet satışımdan epey para kazanmıştım. Kazandığım para kendim ve kardeşlerim için alınan dondurmaya ve leblebi tozuna gitse de öyleydi işte... Şu anda ailecek AVM deyiz. Ben, eşim, kızım, oğlum ve eşimin yeğeni. Çocuklar eğleniyorlar. Onların eğlenmesi biz ana babaların da eğlenmesi değil midir? Eğlenmek... Malum biz ana babalar çocukları kolaçan etmekten kalan zamanda ne kadar mümkünse o kadar eğleniriz değil mi? Neyse hala paramız var. Bir adet büyük boy karışık pizza, bir adet de büyük boy kola alacak kadar paramız var yani. İki kase de sevdiğimiz karışımlardan oluşan dondurma da yanında olunca. Eh ne yapalım o kadar da lüksümüz olsun değil mi? Pizza, kola ve dondurma bitecek. Eli ve yüzü kirlenen çocuklar peçete ile temizlenecek. Bir süre daha AVM’nin parkında çocukların oynamasına izin verilecek. Çocuklar sıkı sıkıya 75 EN UZUN KIŞ


giydirilecek ve daha sonra yine o geldiğimiz yere. AVM’nin dışına... O ayaza... O sokağa çıkılacak. Bu anlar ise anı olarak çocukların ve biz ana babalarının zihninde saklanacak. İyi ki oradaymışız, o anı belgelemiş ve saklamışız... Gökten bir sepet elma düştü. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine...

76 EN UZUN KIŞ


XV / Hayatla bir mikado oyunu oynamak Biliyorum uzun zamandır sana bir şeyler yazamıyorum. Bundan emin ol ki bende hoşnut değildim. Bu satırları başlayana kadar elbette. Şu satırları yazarken inan o kadar çok bahtiyarım ki. Sana yazmadığım bu süre içinde hayatla bir mikado oyunu oynamaya başladım. O da ne nasıl bir oyun deme. Çünkü sen benim dikkatli okurum olarak hemencecik sözlüklere, ansiklopedilere, web kılavuzuna sarılacaksındır. Ama içinizde bazılarınız var ki ne yaparsam yapayım tembel değilseniz de üşengeçsiniz. İtiraf ediyorum bende bazen üşengeç oluyorum. Ne bileyim bazen içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Mikado’nun ne olduğunu bilmeyen okuyucum için şöyle özetleyeyim oyunu. 41 adet çubukla oynanıyor. Bu çubukların üzerinde çeşitli renkte işaretler var. Bu çubuklar dikey olarak avuçta tutulup ortaya dikey olarak bırakılıyor. Sonuçta ortaya düşen çubuklar iç içe üst üste düşerek her seferinde farklı bir birleşim

77 EN UZUN KIŞ


oluşturuyor. Sonra çubuklar oyuncular tarafından teker teker alınarak toparlanıyor. İşin püf noktası ayıklarken başka bir çubuğu kıpırdatmamak gerekiyor. Oyun sonunda puanlama çubukların üzerindeki renklere göre yapılıyor. Benim oyunum aslına bakarsan tek kişilik. Tek kişilik oyun olmaz pek tabii ki. Ama bu oyunu tek başıma oynamam gerekiyor. Aslında tek değilim ben bu oyunda. Yani ben ve karşımda hayat var. Benim bu oyunumda bir başka kural ihlali daha yaptım. Çubukların sayısını arttırdım. Şöyle ki. A grubu 24 çubuk, B grubu 36 çubuk, C grubu 39 çubuk, D grubu 12 çubuk ve E grubu 18 çubuk hazırladım daha doğrusu tek tek yonttum. Yani toplamda 129 çubuk yaptım. Yonttum dedim de. Çocukken mahallede çıtalı yapardık. Oradan deneyimliyim. Çıtalı işte bildiğin uçurtma. Onu da bilmiyorsan pes doğrusu. Şimdilik oyun gayet iyi ilerliyor. 30 çubuğu sorunsuzca almayı başardım. Şanslı değildim bu süreçte. Şansımı kendim yarattım. Hep öyle değimlidir. Hepiniz değilse de bazılarınız deneyimlidir. Benim çektiğim sıkıntıları anlarsınız babında söyledim. Yanlış anlaşılmasın. Bu oynadığım oyun hayatımın en zor oyunu

78 EN UZUN KIŞ


olacak bunu bu oyuna başlarken biliyordum. Ama ne var ki zor olur sanıyordum. Aslında çok ama çok zormuş. Farkında olarak veya olmayarak bazı insanları zora da sokuyorum. Ama ne yaparsınız ki başka bir şansım ve seçeneğim yok şu anda. Elimi götürdüğüm her çubukta o tarifi mümkün olmayan sancılar çekiyorum. Ama her bir çubuğu diğerlerinden ayırdığımda derin bir oh çekiyorum. O kısacık anda öyle bir keyifleniyorum ki demeyin gitsin. Bazen uykularım kaçıyor. Kaç gün geceleri sabah ediyorum. Yemeden içmeden kesiliyorum. Hızla zayıflıyorum. Ussal olarak değil bu zayıflamam bedensel oluyor. Ama oyunu sonuçlandıracağıma ve başaracağıma inanıyorum. Oyunu bozmak o imkânsız. Çünkü bu oyuna başlarken mızıkçılık yapmamaya söz verdim. Hayatta çok nadir olarak mızıkçılık etmişimdir. Çoğunlukla başka oyuncu arkadaşlarım mızıkçılık etmiştir. Her seferinde kırılmış ama yine de dostluklarımı bozmamışımdır. Yoksa bozsa mıydım dostluklarımı. Bilmem ama ben öyleyim işte. Beni takip eden okuyucularım bilir. Neyse öyle işte…

79 EN UZUN KIŞ


XVI / Kaybet(me)mek I - Onca yıl sonra bugün gelip dayandığım nokta tam bir kaybediş benim için. Kaybettim. Evet bu hayat kavgasını kaybettim. Evet yenildim bunu kabul ediyorum. Evet kabul ediyorum tamamıyla kendi bencil duygu ve hatalarım yüzünden bu duruma düştüm. Ama artık hiçbir çarem kalmadı. Kaçış yok. Daha doğrusu kaçacak yer yok. Tam bir şah ve mat hali benimkisi. Satrancı çok iyi bilirdim halbuki. Bu güne kadar da yenilmemiştim. Elbette beraberliklerim olmuştu, sıklıkla galibiyetlerim de. Gerçi uzun süredir galibiyet yüzü görmedim ama. Hep pat durumları yaşıyordum. Bunun böyle olacağı belliydi. Ve yenildim. Pes diyorum, artık pes! Bu oyun benim için son oyun oldu. Bir daha o satranç tahtasının önüne oturmayacağım. Daha doğrusu oturamayacağım. Çünkü hayat kavgasından ebediyen uzaklaşıyorum. Hoşça kalın dostlarım. İyi bir oyuncu olamadım. Özür dilemek gerekiyorsa. Özür dilerim… II- Ama söyleyeceklerim var bu hayat kavgasını ebediyen terk etmeden önce. Çünkü buna hakkım var. Elbette sizlerin de söz hakkınız olacak. Belki bunu bana ileteceksiniz ama. Ne bileyim sizleri duyup duyamayacağım meçhul. Anlamlandıramıyorum açıkçası.

80 EN UZUN KIŞ


Anlamlandırmak isterim elbette. Yoksa bunca yıllık yaşam deneyimimin ne önemi kalırdı ki. Ki bunu anlamlandıramamamın izi sizde çok derin olacaktır. Tabidir ki ben bunu sana duyumsatırken yine kendimi referans alıyorum. Her zaman olduğu gibi… III- Bugün bir kez daha dolaştım o sokaklarda. Yine aynı heyecanları duydum. Bir telefonla uyandım. Telefondaki o dost sesi. Beni önemseyen. O ses senin sesin. Ne kadar da tanıdıktı. Ben evet o sesle tekrar uyandım. Kaybetmiştim elbette ama. Ama o senin sesin bana tekrar hatırlattı. Evet hatırlattı yeniden. Aslında ben kaybetmemiştim ki. Kaybettiğimi bir an duyumsamıştım sadece. İyi ki varsın. İyi ki varsınız. Dostlarımla var oluyorum hep. Hep o derin çukurlardan sizin çabanızla çıkıyorum. Evet ben bugün tüm eski dostlarımla teker teker bir araya geldim. Tek tek dertleştim. Tek tek dertleştik. Eski anılar canlandı. Neden o kadar uzaklaşmışız ki birbirimizden. Neden aramıza mesafeler koymuşuz ki.

81 EN UZUN KIŞ


XVII / İnteraktif — Evet. Şimdi bana bir yer söyle, tasvir et. Sadece bir ipucu olsun. Çok düşünme. Süren bitiyor… + Bir kaldırım. Atatürk Bulvarında. Otobüs bekliyorum, yorgunum. Son otobüs beklediğim. — Tamam mı? + Evet, ama kararsızım da. Yürümek istiyorum. — Yorgunum demiştin? + Sadece kafam yorgun. Yürümek iyi gelir. Hava da iyi — Yol kenarında ağaç var mı? + Evet, ama sık değil. Bulvar zaten kalabalık. İnsan, araç trafiği, yoğun binalar. Bol ışık. Ama bulvardan sonra yoğunluk azalıyor. Evet, ağaçlar sık olmasa da yine var, yol boyunca ağaçlar hızla küçülüyor sonra dengeye giriyor. Her şey gibi.

82 EN UZUN KIŞ


— Gece yarısını geçmiş öyleyse. Otobüs gecikmiş gibi? + Evet, zaten otobüs de yeni geldi. Binsem mi? Hala kararsızım. Bineceğim galiba. Ama… ama dur. — Ne oldu? + Bir saniye. Kahretsin biletim yok. Cüzdanda para da kalmamış — Seç! + Seçmek mi neyi? Mecburen yürüyeceğim. Otobüste ve durakta da tanıdıkta kimse yok ki. – … + Belki de yakınlarda oturan bir arkadaşa takılırım. Zaten otobüste gitti. Kim olabilir beni misafir edecek. Bir düşüneyim. Kahretsin kimse yok ki. Bela işte herkesi bir şekilde küstürdüm ve kırdım. Kalan da bana kah küstü, kah kırıldı. — Neresi orası? + Hele bir yürümeye başlayayım. Ankara, Atatürk Bulvarı demiştim ya. Öf yürümeyeceğim işte.

83 EN UZUN KIŞ


— Arkadaş ev demi yoksa mekân sahibi mi? + Şu banka oturacağım. Oh ne iyi geldi bu bank. — Bank ta mı sabahlayacaksın? + Belki de. Yok olmaz. Eve gitmeliyim. Daha bir sürü yapacak iş var. — Bu saatte mi? + Hem evde sanırım bir miktar bozuk para olacaktı. Evet, hem karnımda aç. Bir makarna yaparım. Ya da kalan bir parça patates kızartması vardı, dolapta onu yerim. Yanına da çay yaparım. Ama… Ama dur. Çay yapamam ki.Tüp bitmişti. Olsun bende bahçede bir ateş yakarım. Çayı orda demlerim. Hah işte kesin öyle yapmalıyım. Ama yürümem gerek. Bankta çok iyi geldi. Bir kalkabilsem. — Tanıdık biri mi oda kim. Bankta otururken tanıdık birini mi gördün sordum. + Yok, hiç tanıdık geçmiyor. Ben artık yürümeliyim… İlk adımımı attım. Oh be… — Daha iyisin sanırım

84 EN UZUN KIŞ


+ İyi değilim. Karnım aç çünkü ve nerdeyse 1 saat yürüyeceğim. Eve varacağım, o patates kızartmasını ekmeğin arasına dolduracağım, bahçede ateş yakıp çay demleyeceğim. Ekmek. Ya ekmek yok ki evde. Tüm aksililer beni buldu bugün. Olsun ne yapayım ekmeksiz yerim ben de. Çay olsun da. Ama çay var mıydı? ki — Var. + Var mı sen nerden biliyorsun. Evet, tanıdım seni. — Bilirim ben. + Kahretsin sen yeni taşınan komşum değil misin? Pek konuşamadık ama seninle. — Hayır, daha tanıdık biri olmalıyım. Yoksa çayı nerden bileyim. + Tabi ya geçen gün sizden ödünç çay almıştım. Konuşmak için söz vermiştim. Edebiyatla, felsefe ve tabiî ki siyasetle ilgileniyormuşsun benim gibi. Söz yarın veya bir gün ziyarete gelirim. Ya da sen gel. Bahçemde çay demelerim sana. Çay demlemek için çayı sen getirirsin belki de. Olmaz mı? Ama sende tam parasız günlerime denk

85 EN UZUN KIŞ


geldin. Yürümeliyim. Daha çok yolum var. — Çay içmeye gelmek mi? O da nerden çıktı. Hem ben o değilim. + İstersen tabiî ki. İstemezsen hava hoş. Ben tek başıma içerim. Yıldızları tek tek sayarım. Ama bazen soğuk oluyor. O zaman üstüme annemin yadigârı yeleği alırım. Anne kokusunu içime çeke çeke demlenirim. Olsun yeni komşu olmuşsa olmuş ne var ki! Ama toplum işte! Benimkisi hayal. — Peki, komşu çay içmeye çay getirdi. + Eve kadar yürüyemeyeceğim bu gidişle. Sık sık durmak zorunda kalıyorum. Eve gittiğimde uzanıp yatacağım boylu boyunca. Karnım guruldaya guruldaya uyumak ne mümkün ama değil mi? — Açlık bir yandan, bir yandan Çaysadın, hem de yeni tanıştığın komşun var kafanda. + Otostop mu çeksem ne dersin? Kim durur ki bu saatte. Ortalık hırlıdan hırsızdan geçilmiyor ki. Ben iyisi mi dolmuş durağına bir koşu geçeyim. Tanıdık bir dolmuşsa sevabına/borcuna beni mahalleye bırakır. İnsanlık öldü mü canım. Ölmedi ölmedi daha insanlık.

86 EN UZUN KIŞ


— Komşun oda "ölmemiş" bak. + Hah işte dolmuş durağı da gözüktü. Tesadüfün böylesi. Yeni komşum da dolmuşta. — Yaa… + Acaba benim ücretimi de vermesini istesem tuhaf kaçar mı? Yuh bana. Ne kadar çulsuz kalmışım. Ben uzaklaşayım buradan. Ama selam verdi. Selam vermesem ayıp olur şimdi. — Yok, bence denemelisin şansını. + En iyisi mi şoföre çıtlatmak. Ama meymenetsiz bir şey o da. Konuşmaya başladık bile yeni komşumla. Allah kahretsin ne yapmalı. Sohbeti bölmekte olmaz ki. O değil de dolmuş kalkacak. — Geri dönüşü yok + Evet, maalesef. Benim ona teklif etmem gerekirken ücreti ödemeyi ondan istemek olmaz. Dolmuşta hareket etti zaten. Öf ne zor bir durum anlatamam. Ama sohbet o kadar tatlı ki. — Sen teklif etme. Bekle biraz. Belki anlar o öder.

87 EN UZUN KIŞ


+ Cüzdanını karıştırıyor. A… Birden gözleri yuvasından çıkacakmış gibi oldu. Onda da para yok. Ki bende de yok. Dolmuştan inmeyi teklif etsem mi? Gözümün içine baktı. Bende onun gözünün içine bakıyorum. Aynı anda birbirimize “istersen inelim” dedik. O anda tüm sevinci gözlerinden okudum. “Pardon şoför bey yanlış binmişiz” diyoruz ve o meymenetsiz şoförün acı freniyle duran dolmuştan iniyoruz. İner inmez makaraları koyuyoruz. Meğersem o da beni görünce bende vardır diye para, benden isterim diye binmiş dolmuşa. Aman ne iyi oldu. Bir yol arkadaşım oldu şimdi eve kadar yürüyecek. — Makara ne ki? + Bu saate kadar çalışmış tezgâhtar olarak. “Makara” gülmek işte katıla katıla gülmek. Neyse hemen hemen her şeyden saçmaya kadar konuşup tartışarak eve vardık nihayet. O evden çay ve birazda ekmek getirmeye gitti. Bende kızartmayı ve bardak ve demliği çıkartım evden ateşi de yaktım bir güzel. İşte böyle böyle oldu… Öyle olmadı mı? — İyi. Fikrim yok. Sonra, ateş yanıyor. Tüm çay ve hazırlıklar tamam. Ay ışıklı. Yıldızlar net. Yeni komşun nasıl davranıyor sana.

88 EN UZUN KIŞ


+ Artık arkadaş olduk. — E… + İyi iki arkadaş! — Dolmuş parasını ödetecek kadar da yakın. + Yok, ona ödetmeyecektim. — Hayır, hayır… — Kimliğimi veya saatimi bırakacaktım. + O sana ödeteceği için bindi. — Öyle. Ama beni görmeseymiş, o da kimliğini veya kolyesini rehin bırakacakmış. Gecenin bir vakti yalnız yürüyemezdi ki! Ben varım diye ve bana güvendiği için öyle davranmış. Ben güven vermişim ilk izlenimi buymuş + Hııı… Peki. Öyle olsun. Teşekkür ederim. Yinede komşun yeni taşınsa da seni eskiden tanıyor olmalı sanırım. Bence olabilir. İyiydi. Görüşürüz yine. — Görüşmek üzere.

89 EN UZUN KIŞ


+ Çay içerken yaşanası şeyleri bir gün yazacağından eminim. Ben yazdırırım ya da. — İnteraktif yazmak iyi oldu. + Bence de. Zihnin canlanmıştır. — Ne demezsin. —————— * İnteraktif Türkçeye etkileşimli olarak çevrilebilir.

90 EN UZUN KIŞ


XVIII / 1991-2009 IBen bir garip avareyim Hacıbaba.(*) Ozanın dediği gibi bir uzun ince yoldaymışım gidiyormuşum gündüz gece ve ben işte kâh gündüz, kâh gece yürürken Hacıbaba ne halde olduğumu bilmiyormuşum. Kendime o kadar yâd kalmışım ki gidiyormuşum daim gündüz ve daim gece. Lakin hacıbaba şu garip ozanın dizelerinde o meçhul, o sırıtan kaderinin acı tokadı yok mu? Aman tanrım. Şu bizim Hacıbaba diyor ki. “O ozan yememiş olsaydı o züppe tokadı. Hiç tatmayacaktı elbette şu garip savları.” II- Bir sabah Hacıbaba. Benim sabah dediğim şey, o delice ve o daima yeni mutlak şimdilere götürecek o tanyelleri esecek ve işte daima ileri, ileri ve mutlaka ileriye esecek. İşte o sabaha Hacıbaba bir adım daha kaldı. O bir adımın mutlaklığı, bir adım sonrasının garip tasviri. Kâh üzücü, kâh sevindirici. Biliyorum Hacıbaba, (hıh) hissediyorum. Onlar “…” desin. Kim bilir. Ve bu yüzdendir Hacıbaba. Bu nedenledir elbette şimdilerde bir garibim. Dostsuz kaldığım gündendir heyhat. Elbette çok uzun bir zamandır. Görüyorum ki, bu gördüğüm şu dünya mutlak sınırlılığında değil. Üst ve alt

91 EN UZUN KIŞ


makro arasında. Duyuyorum ki, bu duyduğum duyma sınırının üstünde mach(**) 20’nin altında mach 20000’in üstünde. Bir ışık hızından yüksektir hızım. Bu yüzdendir ona mesafeli olduğum. Keza çok tizdir sesim ve yüksektir o yüzden frekansını ayarlayamazsınız. İletişemeyiz onunla. Hacıbaba diyor ki; “sen bir adım kalan ve o bir adım sonrasında mutlak surette ulaşacağın ve bir akşama kadar sürecek, o bir sabah her şeyinle normale döneceksin. Sen çocuğum unutma ki o sabahtan akşama dek. Bu sınırsızlıktaki görüntüleri, düşünceleri, melodileri ve buradaki her şeyi ulaşacağın mutlak devingen şimdilerde anlat anlat…” Ve kayboluyor Hacıbaba. Cevap vermemi dahi beklemeden. Kızıyorum ister istemez şu Hacıbaba’ya, ne kadar çok güveniyor bana, ben ise ona o kadar samimi olmadığımın burukluğundayımdır hâlbuki. III- Tut ki gecedir Hacıbaba, tut ki küsmüşsün, tüm şehir bana küsmüş. Tut ki yağmur başlamış, bardaktan boşanır gibi. Tut ki ne üzerimde yağmurluk ne de elimde şemsiye, hatta bir ceket bile yok üzerimde. Tut ki acemiliğimdendir, böyle hazırlıksız oluşum. Tut ki bu gecede, yaşamak ağrısı asılmıştır boynuma. Ve tut ki şöyle bir türkü tadında yaşamamışımdır. Tut ki dilimde bir şarkıdan artakalan

92 EN UZUN KIŞ


mısralarla, bir ıslıktır titreşen sessiz ve derinden. Ve tut ki Hacıbaba nedendir bilinmez bir sabahı beklemekteyimdir. Yağmurun altında bekliyorumdur o alaca şafağı, benim öz be öz benim şafağımı. Ve daim açılan ve daim gülümseyen ve güldür güldür, salkım salkım bir tan yelinin esintisinde doğaçlamadan kâh neşeli, kâh lirik, kâh dramatik bir türkü tutturmalığımdır. Eşyanın, tabiatın, dostluğun, devinimliğin, özbeöz insanlığın garip doğaçlama türküsünü, hep beraber ağız dolusu türküsünü… IV- Şu tanrının biz insanlara nispet kıskançlığı zahir. Boşaltıyor ha bire bardak bardak. Bir merdivenim olsa derim, diksem derim gökyüzüne, bir zamanlar masmavi olan şu atlası iğneyle diksem. Boş veririm bilakis… Tanrının inadına şu bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda. Dere, tepe, düz demeden yürüyen ben. Acemi çaylak iç güdüleriye hareket eden ben. Islağım, sırılsıklamım. Yağmur doğa anaya taze bir kan enjekte ederken Hacıbaba. Ve sağrısı beslensin diye, emzirsin diye üstelik. Ve tabiat anamızı tertemiz ederken bir kez dahi temizlemek üzere. Yoksa başka bir amaçla değil, işte ben de isteyerek belki istemeden de olsa bu temizlenmeye maruz kalmalıyım. Buna mecburum Hacıbaba. Sıklamsırılım yok yok sırılsıklamım. Ve işte o müzik ustası dâhinin ve o ki sağırlığa bile

93 EN UZUN KIŞ


yenilmeyen, onun bilmem kaç numaralı senfonisinin müziğini duyuyorum. Tüm klasik müziklerin notalarındır bir bir düşen yağmurla birlikte Hacıbaba her damlada. Bana sesleniyorlar. Hâlbuki herkese sesleniyorlar ve ihtimal benim gibi duyumsayan bir dolu insan vardır Hacıbaba. Yoksa birçokları gibi ben de kaçmalı mıyım bir saçak altına. Yok, yok kaçmayacağım. İşte doyasıya dinlemeliyim bu senfoniyi ve güneşli bir günde, hafif bir meltem eşliğinde dolaşır gibi dolaşmalıyım bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda. Dolaşıyorum da Hacıbaba ve yağmurda yürümek zordur bilirsin. Aptallık değildir bilakis… V- Hâlbuki Hacıbaba korkuyorum. Belki de şu sıradan insanlardan. Çizgi dışı olmayı o kadar benimsediydim ki ve isteyerek bedenime, bana yad olan şu bedenime acı çektiriyorum Hacıbaba. Muhakkak sona erecek şu yağmur. Sonrasında bedenim bana isyan ederse ne yaparım. Biliyorum ki şu yabancı bedenim, şu nazik, hassas bedenim bana isyan eder, yataklara düşer, üstelik kıvranarak. Bir dolu şurup, bir dolu hap içip, üstelik bir dolu iğne yerim şu kalçamdan. Ateşli ve daim ateşli bir kâbustan sıçrayarak uyanırım gecenin bir vaktinde ve şu anam başucumda hep uykusuz, hep çileli ve tekrar histerik bir şekilde dalarım o kâbus dolu uykuya

94 EN UZUN KIŞ


tekrar, tekrar yeni kâbuslarla uyanmak üzere… VI“Köşedeki kahvehaneye takılmalısın, bir başına olsa dahi” desen de Hacıbaba, Ben evet ben o kahvehaneye giremem. Ne kadar sakin de olsa dumansız da olsa. O kahvehanede oturamam, ben o kahvehanede bir bardak çay dahi içemem, TV seyredemem, müzik dinleyemem. Ben o kahvehaneye hiç giremem. Belki korkudan, belki her ne nedenden olursa olsun Hacıbaba. Ben oraya ayak basamam ve sonuç kah bir dolu şurup, kah bir dolu iğne kalçadan, kah bir dolu kabus/histeri, gecenin bir vaktinde ve anam uykusuz. Hacıbaba ben o kahvehaneye giremem… Amma Hacıbaba ihtimal yakınlarda bir yerde. Bir otobüs terminali olsa veya şurada ihtimal değil mi bir tren garı olsa ve elimde bir gazete girsem içeriye o büyük salona. Girsem içeriye sırılsıklam halde ve otursam o salonda bir vakit. Damlalar düşse saçımdan ıslatsa gazetemi ve ben okusam her sayfadaki sütunları ve bir vakit teker teker o tıp tıp damlalarla birlikte duyumsayarak, doyarak okusam, olayları yaşasam kah üzüntü ve kah sevinçle. Gazetemi katladığımda içimde oluşsa hüzün ve sevincim mutlak sonuçları. Dalsam, dalıp gitsem uzaklara… Elbette dalarım Hacıbaba elbette. İnsanlara dalıp giderim. O anda kimi

95 EN UZUN KIŞ


şöyledir, kimi başka bir şöyle. Sarsılırım bir anlık karın gurultusuyla. İşte o anda bir şeyler yapmalıyımdır ve eve dönüş bilet parasını bir köşeye ayırarak. Bir tost alırdım neyli olursa olsun. Bir de yanına içecek şöyle sıcacık bir şey. Hem ısınır içim biraz ve hem de o bir lokmacık tostla doyar şu garip midem. Bir vakit de böyle seyrederim insanları. Herkes benim gibi sıcak bir şeylerle yiyemezler kıyıntılarını. Şanslıyımdır. Ama buruk… VII-İnsanlar vardır, Hacıbaba insanlar vardır o terminallerde, o garlarda, o istasyonlarda, o limanlarda. Bir yerlerden geliyorlardır, bir yerlere gidiyorlardır. Henüz sersemlememiştir dinçtir gidecekler. Gelenler, henüz gelenler ise uyku sersemidirler aslında. Bu terminalde dostlarını bekliyorlardır kimi. (Hıh) Kimileri ise hiçbir şeyi. Bazıları nereye gideceğini bilmiyordur. Amacı yoktur onların zaten. (Hıh) Dost arıyorlardır o terminallerde, sımsıcak bir dost. Dostturlar aslında herkes yek diğer insanlarla. Kendi rastlantımız dâhilinde o gece yarısı bekleme salonlarında. Kâh bir yolcuyuz, kah bir yolcuya elveda eden bir dosttaş. Ne önemi var Hacıbaba. Bu bir diyalektik melankoli. Kısacası safsata. Kim bilebilirmiş bir gece yarısı

96 EN UZUN KIŞ


terminalinde dostluğu. Her şey avuntu. Hıçkıra hıçkıra bir avuntu işte. Safsata demiştik bu duruma. Olsa olsa hayatın en garip ve en umutlu safsatası değil mi? Ürperti dolu, yaşam dolu, dopdolu bir safsata. ——— * Buradaki Hacıbaba tanımlaması Leylekler için kullanılan bir halk ağzıdır. Bu referans ile kullanılmaktadır. ** Mach burada ses hızı için kullanılmıştır.

97 EN UZUN KIŞ


XIX / Acemi berber

"Olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdatması arasında bir denge vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde dona kalır yahut da makas ahenksiz şıkırdar." ( Sait Faik Abasıyanık. Birtakım insanlar.) Her zamanki gibi erken kalktım. Mide haplarından birisini yarım bardak su ile yuttum. Elimi yüzümü yıkadım. Kıyafetlerimi giyip lojmanın olduğu binadan dışarıya, sokağa adım attım. İçime derin bir nefes çektim. Hava bu mevsimden beklenilmeyecek kadar güzeldi. Şantiye yakınımdaydı. Topu topu yüz adım. Yürüdüm. Benden de erken kalkan işçilere selam vere vere şantiye binasına doğru yol aldım. Montumu şantiyedeki odamdaki askıya asıp yemekhaneye yöneldim. Plastik bardakta çayımı ve kahvaltının paketli olduğu plastik tabağı alıp giriş kapısına bakan masalardan birine oturdum. Tek tük işçiler vardı yemekhanede. “Uzun adam” ve icraatlarından bahsediyorlardı. İlan edilmemiş bir iç savaş vardı ülkenin doğusunda. Elimden bir şey gelmezdi bu saatten sonra bu ülke için. Biliyorsun 98 EN UZUN KIŞ


değil mi? Unumu elemiş eleğimi duvara asmıştım uzun süredir. Hala gülünç geliyordu bana anlamsız kahvehane usulü vatan kurtarmalar vs. Politik olarak gerçek olan tek şeyin güç ile yapıldığıdır. Güç ise örgütlülükle olur. Kolektif güç örgütlülük vesaire. Daldığım bu derin mevzulardan plastik tabakta kalan son zeytine çatalımı batırdığım ve zeytin tanesini ağzına atıp çekirdeğini plastik tabağa bıraktığımda sıyrıldım. Çayımdan son bir yudum daha alıp, yemekhaneden çıktım. Adeta tüm düşüncelerimi çöp bidonuna, kahvaltı atıklarıyla birlikte attım. Gerçekten de bu kadar mı kötüydü gidişat. Elbette mecazi anlamda söylüyorum; bir süredir gömdüğüm silahlarımı yeniden çıkartıp direnişe mi katılmalıyım. Tekrar… İş elbiselerimi, baretimi, projelerin yüklü olduğu tablet bilgisayarımı yanıma alarak. Ofisten şantiye sahasına çıktım. Şantiye yeri bayram yeri değildi. Tek tek işçileri gözlemledim. Hal ve hatırlarını sordum. Bir huzursuzluk vardı. Kendimde ve herkeste bir huzursuzluk. Ülkenin genel havası her yerde olduğu gibi burada da hissediliyordu. Sonra iyice daldım şantiye işlerine. İşime daldıkça kötümser düşüncelerden uzaklaşacağımı biliyordum. En iyi terbiye bedenimi ve beynimi yorulmaktı. Burada bunu elde

99 EN UZUN KIŞ


etmek için bol bol fırsat vardı... Mesai bittiğinde hiçbir şey düşünemeyecek, elimi ve kolumu bile kaldıramayacak, bir satır bile yazamayacak derecede yorgun olmak. Yoksa bu yüreğim bu acıya dayanamaz ki… *** Yıllar yılı kovalamıştı. Ben adeta acemi bir berberdim. Çünkü benim makas şakırdatmalarım uzun ve kısa aralıklarla kesiliyordu. Evet ben amatördüm. Hep amatör kalma isteğiydi benimkisi.

100 EN UZUN KIŞ


XX / İnsanları görmek Okulu yeni bitirmiştim. Kendime iş arıyordum. O zamanlar seri ilanlar yayımlayan gazetelerden buluşurdu iş arayanlar ve işverenler. “Türkiye Türklerindir” gazetesine verilirdi iş ilanları çoğunlukla. Bende çoğunluk gibi “Türkiye Türklerindir” gazetesinden alıp mesleğime uygun iş ilanlarına bakmaya başladım o gün. Gözüme kestirdiğim ilanları seçerek bir liste oluşturdum. O zamanlar ankesörlü telefonlar vardı, sarı üzerinde “Telefon” yazan. Telefon jetonları vardı. Telefon ankesörünün olduğu yerin köşesindeki büfeden cebimdeki kısıtlı harçlık ile yeteri kadar jeton aldım. Aramaya başladım listemdeki işveren telefonlarını. İlk iki ilana eleman alınmıştı. Üçüncüsüne ise vasıflarım uygun değildi. Dördüncüsü gelin görüşelim dedi. Adresi verdi. Adresi cep defterime yazıp teşekkür ederek kapattım telefonu. O zamanlar dolmuşlar vardı gerçi hala da var Mavi magiruslar. Belediye ve halk otobüsleri de vardı ve ring yaparlardı. Dolmuşa binip şehir merkezine indim. Taşradan şehir merkezine nadir olarak inerdik. Şehrin merkezi kalabalık, kalabalık her yer kalabalıktı. O gün Orhan Veli’nin Macera şiirindeki dizeleri geldi aklıma. “Büyüdüm, işsiz kaldım aç

101 EN UZUN KIŞ


kaldım; Para kazanmam gerekti; Girdim insanların içine, İnsanları gördüm.” Elimdeki adresi karşıma çıkan ilk simitçiye sordum. Şu duraktaki Bindokuzyüzonyedi numaralı otobüse binersen oraya varırsın dedi. Durağa giderek bekleme başladım. Bir süre sonra bindokuzyüzonyedi numaralı otobüs geldi. Durakta bekleyenlerle bende bindim otobüse. Ücretimi biletçiye uzattım. Bilet kesen muavine adresi sordum bana Onbir durak sonra adresin olduğu yere varabileceğimi söyledi. Otobüs hareket etti. Otobüsün arkasına geçtim, otobüs kalabalık değildi. Sahi o zamanlar bilet ve biletçiler vardı. Sonradan otobüs bandrolleri ve daha sonra manyetik kartlar çıktı. Her durağı sayıyordum. Bir, iki, üç, … onuncu duraktan sonra ayağa kalktım ve duracak yazan butona bastım. Nihayet onbirinci duraktaydım. Otobüs yavaşlayıp durdu ve tıslayarak kapı açıldı ve ben indim. Benim inmemle birlikte otobüsün kapısı tekrar tıslayarak kapandı ve hareket etti. Kağıda baktım. Yedi nolu sokakta idi varacağım yer. Ben ise henüz birinci sokaktaydım. Sokaklar sola doğru artıyordu. Teker teker ilerledim caddede. Birinci, ikinci, üçüncü, … altıncı ve yedinci sokak işte bu sokaktaydı işyeri. Tekrar adres kağıdına baktım. Kasım apartmanı onbir / onyedi yazıyordu. Sokakta sağ kolda çift sol kolda tek numaralı binalar

102 EN UZUN KIŞ


sıralanmıştı. İlerledim ve karşımdaydı apartman. Yolun karşısına geçtim. Kırmızı ve sarı renklere boyanmış bir binaydı. Apartmanın dış kapısında Yedi numaranın karşısındaki zil butonunu bulup bastım. Bir süre sonra kapı otomatı sesi duyuldu, kapı açıldı. Apartmana girdim, her katta tek daire vardı. Asansöre bindim. Düğmeye basıp yedinci kata çıktım. Kapı zilini çaldım, bir sekreter açtı buyur etti içeriye. Tam randevu saatinde gelmiştim. Bir form verdi bana doldurdum. İş görüşmesi yapacağım kişinin odasına kadar eşlik etti. Mülakat gayet olumlu geçmişti, tabiki bana göre. Sonra biz sizi ararız diyerek nihayetlendirdi iş görüşmesini. Teşekkür edip ayrıldım o bürodan. Geriye doğru, geldiğim güzergahtan geriye doğru otobüs ve dolmuş serüveni ile tekrar evimize ulaştım... Bugün düşünüyorum da bizim o zamanlar evimizde yada mahallemizde telefon yoktu ki, bana nasıl ulaşacaktılar. Gençlik işte tecrübesizlik... Orhan Veli demiyor mu malum şiirinin son dizesinde “İnsanları gördüm” Sahi, Orhan Veli gibi, sizin gibi ben de gördüm o insanları.

103 EN UZUN KIŞ


XXI / Bir yudum çay O kadın hala çay içiyor mu? Bakan görüyor mu? Elinde bardak var mı? Ya Sehpasında demlik? Kimseler görmemiştir aslında onun çay içtiğini. Pek tiryakisi değildir. Benim gibi değildir yani. Ancak ne ilginçtir ki her vakit önünde dolu duran bir bardak çayı mutlaka vardır. Ne enteresan değil mi? Hem bardak sürekli dolu ve elinde, ama kimse yudumladığını görmüyor. Baksanız görürsünüz siz de. Hem her bakan görecek değil tabi ki. Aslında haklısınız siz de. Çünkü her bakan göremiyor bardağını. Var yahu var elinde tabi ki her zaman, hem de dolu ve içmeye hazır. Çok tuhafsınız siz de. Görünmez mi bakınca? Elbette bakınca görmeli insan değil mi? Ya da hayallemeli. O bardağı. O bardaktaki çayı. O demliği. Siz bilmezsiniz tabi ki. O demlik onca zahmetle alınmıştır. Küçücüktür. İki kişiliktir. Alüminyumdur. Başkaları için değersizdir. İki tane mandal bile etmez eskiciye verseniz. Ama öyle işte. Sehpanın üzerinde demliklerin ardında kalan kısımda bir boş çay bardağı

104 EN UZUN KIŞ


vardır. Bardak ters çevrilmiştir. İçi boş görünür. Oysa o bardak o biçimiyle adeta bir cam fanustur. İçi havayla doludur. Her an bir misafir beklenir. O evde. Ama o misafir bir türlü gelmez. Çay soğur. Çay bayatlar. Yeni bir çay demlenmeli, yeniden beklenmelidir o misafir. Bir yudum dahi olsa tadına bakılmalıdır çayın. Aslında misafir her zaman beklenilendir. Evet, gayet tabi ve doğal olarak konuksever bir ev sahibesi her an bir yudum içirecek çayı bulundurur demlikte. Öyle değil mi? *** - "Otur karşıma" der kadın. + “Emreder gibi mi?” Usul, usul sallanan diğerine ilişir konuk.

sandalyenin

-"Yok, emir değil kadının yaptığı, sadece alışkanlık, ağız alışkanlığı." Fanus artık açılmış hava karışmıştır diğer ortamda olanlarla. Kadın çayı köpürtmeden hem de tam deminde doldurur bardağa. Zaten bilir nasıl içtiğini konuğunun. Bu bir önsezidir belki de. Bilir. Sesiz ve de usulca çaylarını içerlerken karşılıklı olarak.

105 EN UZUN KIŞ


*** Sessiz ve usulca içtiler çaylarını. Hâlbuki konuşacak o kadar çok şey vardı. Ama onlar konuşmadılar. Konuşmadılar ama sessizce birbirlerini dinlediler. Bu anın hiç bitmemesini dilediler içlerinden. Ve hep sessiz ve dertliydiler. Hâlbuki dert çoktu ya çare. Elbette çare de çoktu. Sessizce hallettiler her şeyi. Saatin tik takı da olmasa. Şu dışarıdaki meltemin ağaç dallarında ve yapraklarında yarattığı ses olmasa. Şu kuşun cıvıltısı olmasa. Şu tıp tıp akan musluğun sesi olmasa. Bir çalışıp bir duran buzdolabının sesi olmasa. Şu bardaktan yudum yudum içilen çayın sesi olmasa. Ama hepsi vardı. "Evet, evet haklısın hepsi vardı." Ve bunun için bile yaşamaya değerdi. Bunun için bile karşılıklı olarak saatlerce sessiz ve derin derin oturmaya değerdi. Bir demlik çay demlenmeye değerdi. Her şeye değerdi. üç - iki - bir - ve sıfır diye geriye saymayı tamamladılar içlerinden. Peş peşe sorularla birbirlerini soru bombardımanına tuttular. İşte o anda sessizlik bozuldu. Ama büyü asla bozulmadı. Diğer sesler kayboldu evin duvarlarında. İkisinin sesi kaldı. Sadece ikisinin sesi. Ve kapı çalındı. Ev sahibesi kapıya doğru yöneldi. Misafir huzursuz oldu. Ev sahibesi kapıyı açtı ama kimsecik yoktu

106 EN UZUN KIŞ


ortalıkta. Sağa sola bakındı. Yoksa düş müydü bu. Kapıyı kapatıp içeri doğru yöneldi. Ama odada kimsecikler yoktu. Misafirini aradı köşe bucak. Masaya baktı. Kendine doldurduğu çay bardağı vardı. Konuğu için doldurduğu çay bardağına gözü ilişti. Bardak ilk masaya koyduğu gibi idi. Ters çevrilmiş bir vaziyette. Sonra koltuğuna çöktü. Sallanmaya devam etti. Yapayalnız ölecekti. Nice sonra bir sesle irkildi. Birisi cama taş atmıştı. Koştu cama doğru ama kimseyi göremedi. Eğildi. Taşa bir kâğıt sarılıydı. Kâğıdı açtı ve okudu. “Merhaba” diyordu notta “Merhaba kendine iyi bak. Bir dahaki sefere söz geleceğim” diyordu. “Geleceğim ve çayımızı birlikte yudumlayacağız. Saatlerce konuşup, saatlerce susacağız” diyordu. “Ama şimdi değil.” Yine aynısını yapmıştı. Tekrar sallanan koltuğuna oturdu. Kumandanın düğmesine basarak TV’yi açtı. Niyeti TV dinlemek ya da seyretmek değildi. Sadece kafasını dağıtacaktı. Zaping yapıyordu durmadan. Ama birden durdu. Adı yazıyordu beklediği konuğunun. Adı bir kazaya karışmıştı. Tam da ona geleceği yol güzergâhında olmuştu olay. Bir otomobil bir yayaya çarpmıştı. Ve oracıkta ölmüştü genç adam. Elinde ise sıkı sıkıya tuttuğu bir paket vardı. Görüntüler karıştı allak bullak oldu. Oraya olayın olduğu yere doğru evden apar topar çıktı. Daha doğrusu çıkmak

107 EN UZUN KIŞ


için kapının koluna asıldı. Ama. Ama kapı açılmıyordu bir türlü. O kadar heyecanlanmış ve paniklemişti ki. Oracıkta düşüp kafasını yere çarptı. “Merhaba” diyen bir ses duydu. Tatlı bir ses. Tanıdık bir ses. Bu ses onundu. Arkadaşının sesiydi. Ama o ölmemiş miydi? Elinden tuttu arkadaşı ve onu oturtturdu. “Sen beni çay içmeye davet etmiştin ama kısmet benim seni çaya davet etmemmiş” dedi arkadaşı. Ve taze demlenmiş çayla dolu bardağı uzattı. Sonsuza kadar sohbete zamanları vardı artık. *** Sana ne o kadının çay içmesinden. Sen hiç bana çay demledin mi ki kadının çayını şekerini merak ediyorsun. Latife yapıyorum tabii ki. Dün Latife’nin yanındaydım. O sordu “eşin öğrenmiş mi kadının çay içip içmediğini” bende “beraber içmişler” dedim. Ben çay sevmem bilirsin hatırlatayım dedim. Unutmuşsundur sen şimdi. Hadi çay oldu seni bekliyorum. Güzel demekten sıkıldım. Birde böyle yorum yapayım dedim. Sen şekersiz içersin biliyorum. Arada sırada bal katarsın çayına. Her zaman ki gibi gülerim. Sana soruyorum şimdi; Çayını ballı mı? Şekersiz mi? İçersin. Bilmiyorsan öğren. Ben soğuk ve şekerli severim. Tamam, hadi ne durup gülüyorsun alttan alta. Gelsene

108 EN UZUN KIŞ


artık ya... Sen nazlanmayı da seversin. On beşlik gelinler gibi. Bende senin o halini seviyorum işte. Anlıyor musun beni. Senin için bir çay önemli bir de ben, artı çocuklar. Ha unutmadan bir de kadim birkaç eski dostun. Hep diyorum ben sen “grisin” ben ise “kırmızı”. Tabii kırmızı olsun beş fazla olsun değil mi yani. Farkımız ortaya çıksın. Seni çok ama çok seviyorum. Abartmadım değil mi? Sen şimdi sinir olmuşsundur. Ama. Ama bana bir şey diyemezsin. Biliyorum. Çünkü sen de beni çok seviyorsun. Her ne kadar da sık sık söylemezsen de ben bunu biliyorum. Bu bana yeter. *** Sen de çok iyi bilirsin ki. Benimkisi laf cambazlığı. Ya da gönlün sohbet etmesi gibi bir durum. Yoksa “çay” burada bahane. Kala kala kim kaldı ki hayatımda. Sen, çocuklar, birde birkaç kişi. Bir elin parmakları bile fazla geliyor artık saymaya kalkınca. Ya. Ya o kadim zamanlar. Nerde kaldı? Nereye gitti? Eleğin delikleri bu kadar kocaman mıymış? Elek mi? yoksa. Felek mi? Seni seven biri olacak hep hayatında, yanı başında. Tıpkı benim yanı başımda ve hayatımda beni seven senin gibi biri olduğu gibi. Sevgiler

109 EN UZUN KIŞ


XXII / Ya Sonra… Yeniden başlıyor hayat…

Bugün eşim ve çocuklarımla birlikteydim gün boyu. Yedik, içtik, gezdik, eğlendik, yorulduk. Her zaman ki gibi yine evimize geldik. Son bir demden sonra tekrar uykuya daldık ailecek. Bir ara uyandım. Uyanmadan önce tuhaf bir rüya görüyordum. Saate baktım. Tuhaf bir şekilde saat hala uykuya yattığımız anı gösteriyordu. Sanki hiç uykuya yatmamış gibi. Sağıma soluma baktım eşim ve çocuklar yataklarındaydı. Yataktan çıktım. Çok susamıştım. Işığı yakmadan odadan çıkıp mutfağa doğru yol aldım. Buzdolabını açtım. Su dolu şişelerden birisini alıp, kapağını açtım. Raftan bir su bardağı alıp şişedeki sudan bardağa doldurdum. Su dolu bardağı ağzıma götürdüm. Bir yudumda içtim. Tekrar bardağı su ile doldurdum. Bir yudum alıp bardağı lavaboya boşalttım. Elimdeki su şişesini mutfak tezgâhına koyarak bardağı çalkaladım ve rafa koydum. Su şişesini tekrar alıp ilk aldığım gibi

110 EN UZUN KIŞ


buzdolabına yerleştirdim. Mutfaktan çıktım. Salona geçtim. İstem dışı olarak TV’yi açtım. Kumandayı TV’nin üstünden alıp, kanepeye uzandım. Kanallar arasında gezinmeye başladım. Gecenin bu saatinde TV’de ilgimi çekecek bir şey yoktu. Hala rüyanın etkisindeydim. Kafamı dağıtmaya çalışıyordum. TV’deki görüntüler hızla bulanıklaşmaya başladı. Gözlerimin kapanmasını engelleyemiyordum. TV’yi kapatıp odaya yöneldim. Yatağa girip tekrar uykuya daldım. *** Otoyolda arabamla ilerliyorum. Gece. Yol boş. Gaz pedalına dokundukça araba hızlanıyor. Araba hızlandıkça ben vites yükseltiyorum. Artık son hızla ilerliyorum asfalt yolda. Acelem var sanırım. Yoldaki tek tük arabaları hızla geçiyorum. Onların acelesi yok sanki. Amacım ne nereye doğru yol alıyorum. Derin bir boşluk, derin bir unutkanlık hali içerisindeyim. Islık çalıyorum, bol, bol ıslık. Islık çalarken düşünüyorum aynı zamanda. Hangi dilde acaba dudaklarımdan çıkan bu ıslık hafızasızım sanki. Birden kırmızı bir ışık çıkıyor karşıma. Frene yavaş, yavaş basıyorum ve ışıkta durduruyorum arabayı. Saniyeler ilerliyor. Önce sarı sonra yeşil yanıyor. Sola doğru tali yola giriyorum arabamla. Bir loşluğa düşüyorum. Önümü

111 EN UZUN KIŞ


göremediğim bir yokuştan aşağıya hoplatıyorum arabamı. Tuhaf bir his sarıyor bedenim. Sonra ilerliyorum. Sanki ben değil arabam ilerliyor. Bir evin önünde duruyor araba. Çünkü arabayı ben durdurmuyorum. Kontrolümden çıkmış gibi. Sonra kapım açılıyor. Ben arabadan çıkıyorum. Aslında ben değil bedenim çıkıyor arabadan. Kapı kapanıyor arabanın. Ben kapatmıyorum kapıyı arabanın kapısı kendiliğinden kapanıyor. Sonra yürüyorum ve bir merdivenden çıkıyorum. Bir kapının önünde duruyorum. Kendimde değilim sanki. Kapıyı açmaya çalışıyorum. Elimde o kadar çok anahtar var ki. Bu anahtarları ne zaman elime aldığımı inanmazsınız ama hatırlamıyorum. Daha öncede dediğim gibi hafızasızım sanki. Tek tek deniyorum anahtarları. Ve nihayet birisi uyuyor kapının anahtar deliğine. Hangi yöne çevrilecekti. Bir o tarafa bir bu tarafa çeviriyorum. Anahtar kapının anahtar yuvasında Tık, tık diye ses çıkartıyor. Kapıyı her seferinde itiyorum ama bir türlü olmuyor. Kapıyı açamıyorum. Zile ne diye basmadığımı bilmiyorum. Hafızasızım ondan galiba. Bildiğimi bile bilmiyorum. Bildiğim her şeyi unutmuşum galiba. O kadar zaman uğraşıyorum ki. İçeriden sesler geliyor. Evin tüm ışıkları yanıyor. "Kim o" diye bir ses. Bir kadın sesi geliyor içeriden. Paniklemiş ve telaşlı bir kadının sesi. Evet, o sesi

112 EN UZUN KIŞ


tanıyorum. Bu onun sesi eşimin sesi bu. Bu ev de benim evim. Şimdi hatırladım. "Benim" diyorum. Ona "benim, Ben ..." Benim adım ne peki. Kadın yani eşim ısrarla "Sen kimsin" diyor. "Gecenin bu saatinde kapımın önünde işin ne." Hemen "uzaklaşmamı" istiyor. Yoksa "polis" çağıracağını söylüyor. Ben ise hala ısrarlıyım ona sadece "kendimin kim" olduğumu unuttuğumu söylüyorum. "Sesimden de mi?" tanımadığını soruyorum. "Kapının deliğinden" bakabileceğini söylüyorum. O ise bu sesi yani benim "sesimi" hiç tanımadığını. Kapının deliğinden gördüğü "suretimi" de hayatında hiç görmediğini söylüyor. Tek seçenek olarak oradan uzaklaşmak zorunda kalıyorum. Arabamın yanına gitmek istiyorum. Ama arabam bıraktığım yerde yok ki. Acaba yanlış mı anımsıyorum. Yok. Yok, işte şuracığa park etmiştim. Ne oldu bana. Şuracığa oturayım bari. Diyerek kaldırıma oturuyorum. Karşıdan iki kişi geliyor. Yaklaştıkça bir kadın ve bir erkek olduklarını görüyorum onların. Sevgililer galiba. Gecenin bu saatinde eğlenceden geliyorlar sanırım. Ama neyse ne beni ilgilendirmez ki. Biraz oturup, sağa sola takılıp, gündüz gözüyle eve tekrar uğramayı tasarlıyorum değil mi zaten. Önümden geçerken kadın adama "Bu adamda bir tuhaflık var galiba" diyor. Adam aldırmaz bir tavırla "Evet öyle galiba. Ama bize ne" diyor. Kadın ısrarlı bir

113 EN UZUN KIŞ


şekilde. "Soralım bakalım" diyor. "Derdi neymiş. Merak ettim şimdi." Adam isteksizce "Hişt birader kimsin, nesin, necisin, ne işin var bu saatte bu kaldırımda" diyor. Yüzümü o anda bu kadın ve erkeğe çeviriyorum. Sevgili olduğunu düşündüğüm bu iki kişiye. O kadar mesut ki kadın bu adamla olmaktan. O kadar gururlu ki bu adam bu kadınla birlikte olmaktan. Ama düşüncemi kendime saklamam gerekiyor. Bazen yanılırım. Bazen şom ağızlığım her şeyi berbat eder. Bunun olmasını istemem. Nazarımın değmesini istemem. Bu düşüncelerle sorusuna cevap vermek için ağzımı açıyorum. Konuşmaya çalışıyorum. Ama ama sesim çıkmıyor. Sesim nereye kayboldu. Nereye çekip gitti. Tuhaf, tuhaf yüzüme bakıp duruyorlar. Bir boşluğa bakar gibi. Acıma ile dolu bir yüzle bakar gibi. Adam kadına “Dilsiz be bu adam” diyor. Kadın da adama “Evet dilsiz. Yazık” diyor. Sanki ben bir dilenciymişim gibi önüme birkaç bozukluk atıyor. Bu kadının merakından ileri gelen duraksamanın ortaya çıkartmış olduğu zaman kaybını telafi edercesine hızlı adımlarla yola koyuluyorlar. Kadın bir ara başını omzu üstünden bana doğru çevirip bakıyor. Sonra başını adamın omzuna yaslayıp, koluna daha bir sıkı sarılıyor. Mutluluk bu olmalı. Mesutlar. Kendi yollarındalar yine. Yine kendi aralarında konuşuyorlar sanırım. Beni anlatıyor kadın adama.

114 EN UZUN KIŞ


Beni ve o tuhaf halimi. O zavallı halimi. O yanlış anladıkları dilenci halimi. Sokakta kaybolana kadar onları izliyorum. Bir süre daha oturuyorum orada. Sonra kendimi toparlayıp yola koyuluyorum. Öylesine yürüyorum sokaklarda. Bilinçsiz, amaçsız olarak hava da iyiden iyiye soğumaya başlıyor. Ben ise tiril, tiril bir kıyafet içerisindeyim. Sokağın köşesinde bir çöp bidonunun içinde ateş yanıyor. Etrafında toplanmış olan gece işçileri var. Gece işçileri önceden belirledikleri ve parselledikleri yerlerden topladıkları kâğıt, plastik, teneke dolu arabalarını park etmiş ısınmaya çalışıyorlar. Daha sabaha çok vakitleri var. Arabalarını sürecekler. Arabalarının içindekilerini paraya çevirecekler. Evlerine gidecekler. Ama şimdilik ceplerindeki üç beş kuruşla kendilerine ziyafet çekiyorlar. Ateş suyu içiyorlar. Günah suyu içiyorlar. Şarap içiyorlar. Şarkı söyleyip, açık saçık fıkra anlatıyorlar. Ana avrat küfrediyorlar. En sempatik halimle yaklaşıyorum bu gece işçilerine. Konuşmak istiyorum en azından bir “Merhaba” demem gerekiyor. Ama sesim. Sesim yok ki. Sesimi kim çaldı. Yine de ağzımı “Merhaba” demek için aralıyorum. Kafamda kurguladığım o basit kelime “Merhaba” kelimesi ağzımdan çıkıyor. Çok rahatlıyorum bu duruma. Sesim

115 EN UZUN KIŞ


nihayet yerine geldiği için seviniyorum. Mümkündür o anda gözlerim ışıldamıştır. Tekrar bu sefer daha gür bir sesle “Merhaba” diyorum onlara. Ama sesim bana o kadar bed geliyor ki. Kendimin kendim olduğuna şüpheleniyorum. Yerde kırık bir ayna parçasına gözüm ilişiyor. Aynayı alıp yüzüme bakıyorum. Kim bu adam kendi kendimi tanıyamıyorum. Elimi yüzümde gezdiriyorum. Bu halimle bu saçları sakalları birbirine karışmış adamlar ile elleri yüzleri kirden geçilmeyen bu pasaklı kadınlara ne kadar çok benziyormuşum. Bunu fark ediyorum. Teker, teker elimi sıkıyorlar. Zulalarından bir şarap çıkartıyorlar. Bana ikram ediyorlar. Ben de katılıyorum onların şarkılarına o kadar bed çıkıyor ki sesimiz. Hep birlikte kadınlı erkekli halaya duruyoruz. *** Bir el hissediyorum. Bir ışığın ardından geliyor sanki bu ses. “Hadi kalk” diyor. Tanıyorum bu sesi, bu eşimin sesi. “Tamam, kalkıyorum” diyorum. Çocukların cıvıl, cıvıl sesi geliyor. Hep birlikte üzerime çullanıyorlar. Boğuşmaya başlıyoruz. Hep birlikte. Ya Sonra… Sonra yeniden başlıyor hayat…

116 EN UZUN KIŞ


XXIII / Sonra kusmalıyım yine... Zamanla insan her şeye alışıyor. Yada şöyle söylemeliyim sana. Ben zamanla her şeye alışıyorum. Herhalde “Galiba alışıyorum” demeliyim. Alışkanlıklar ruhuma işliyor. Bedenimi sarıyor. O kadar benimsiyorum ki. Sanki alışkanlıklarımdan sıyrılırsam üşüyeceğim gibi geliyor bana. Tuhaf... Zaten son zamanlarda oldukça tuhaf oldum. Bu belki de beklentilerimin gerçekleşmemesinden dolayıdır. Kim bilir... Evet, çok doğru beklentilerimin hiç birisi gerçekleşmedi. Tuhaf değil mi? Sence de. Halbuki sen biliyorsun o kadar çok çaba ve zaman harcadım ki. Alıştım diyorum ya sana. Sen buna inanma. Hiç bir şeye alışamadım ben. O alışkanlıklarımdan bahsettiğim ve terk etmenin bana ne kadar da zor geldiğini söylediğim cümlemi ciddiye alma. Alışamıyor insan. Alışamıyorum hiç bir şeye. İşte asıl bu tuhaf değil. Bilirsin sen beni. Ben de seni biliyorum ya. Korkuttum seni çoğunlukla. Korkmanı istemedim halbuki. Neden bu kadar zor ki hayat. Yani benim hayatım neden bu kadar zor. Bu soruya cevabım çok. Ama net bir sonuç yok. Sen, ama sen başkasın. Hep başkaydın

117 EN UZUN KIŞ


zaten. Kime diyorum ki ben. Sen havalardasın yine. Yine alemlerdesin. Dalmışsın yine o düşüncelere, gaib eylemlere. Bir daha almalıyım bardaktan. Bir daha kopartmalıyım ekmekten. Bir daha almalıyım çorbadan. Sonra. kusmalıyım yine...

başka başka gaib yudum lokma kaşık Sonra

118 EN UZUN KIŞ


XXIV / Sonsuz bir uykudan uyanır gibi Ben de baba oldum. Ben de bir aile kurdum. Ben de babam gibi eşim ve çocuklarımdan uzakta hayatımı kazanmaya başladım. Ben de babam gibi aynı çizgi de ilerlemeye başladım. Kader bu olsa gerek. 93 harbi ile başlayan o muhacirlik hali. Muhacirlik genlerimizde var galiba. Ama, ama neden? Anılar canlanıyor, iyi ve kötü anılar. O anlarda ruhum ızdırap çekiyor. Sen bilirsin. Bu ızdırap dayanılmaz. Peki, ama neden? Yine bir yolculuk başlıyor. Hep yolculuk. Hep o uzun ince yol. Yol uzun. Yolda duraklar var. Sık sık duruyorum o duraklarda. Bir mola. Bir yudum çay. Bir nefes. Bir ne zıkkımın kökü ise ondan. Ve yine o bildik yolculuk. Hayattan bana düşen metafor da bu galiba. Yolculuk. Evet, yine sana soruyorum. Neden? Sen ise suskunsun. Hep suskun oldun zaten. Biliyorum beni kırmak istemiyorsun. Bundan dolayı bana sana sorduğum soruların cevabını vermiyorsun. Halbuki it gibi biliyorsun bu sorularımın cevabını. İt gibi benden

119 EN UZUN KIŞ


çekiniyorsun. İtsin sen. İt… Ama, ama söyler misin. Ne olur söyle. Yalvarıyorum işte sana. Tüm inançların aşkına bana söyle. Bana bunun nedenini söyle. Duvar değilsin ki. Ki duvar bile olsa, şu duvara bile sorsam, şu duvarın dili olsa, bunun nedenini bana söylerdi eminim. Ama sen susuyorsun. Sus. Lanet olasıca. Sonsuza değin sus. Sanki yoksun. Hangi dönülmez, hangi lanet olası yerdesin. Söyle lanet olası. Bak işte sonunda sana yalvarmaya başladım. Bana söyle. Neden? Yine akşam olacak. Yine eve varacağım. Yine iş kıyafetlerimi, sokak kıyafetlerimi çıkartacağım. Yine elimi yüzümü yıkayacağım. Yine evde giydiğim kıyafetlerimi giyeceğim. Yine bir şeyler atıştıracağım. Yine bilgisayarımı açıp, yatağa uzanacağım. Yine bir film seyredeceğim. Yine uyuyacağım. Yine kabuslar göreceğim. Yine gecenin bir yarısı sıçrayarak uyanacağım. Yine o biraz önce gördüğüm kabusu hatırlamayacağım. Yine mutfağa gidip bir bardak su içeceğim. Yine odama girip yatağıma gireceğim. Yine uykular alemine dalacağım. Yine sabah olacak. Yine sonsuz bir uykudan uyanır gibi uyanacağım. –"Sonsuz bir uykudan uyanır gibi mi dedin."

120 EN UZUN KIŞ


+ "Evet sonsuz bir uykudan uyanır gibi dedim. Tıpkı sonsuz bir uykuya uyur gibi. Gözlerim çapaktan açılmayacak. Soğuk suyla yüzümü yuyacak. Her zamanki gibi kahvaltı bile yapmadan. Alışkanlığım üzere bir bardak gazoz içerek. Alel acele dişlerimi fırçalayarak ve ağzımda o serinliği hissederek. Apar topar evden çıkacağım. Hayatın içine yeniden karışacağım." Tıpkı öyle yaptım. Her gün öyle yapıyorum zaten. Apartmanın dış kapısını açıyorum. Dışarıya ilk adımımı atıyorum. İlk nefesimi içime çekiyorum. Doğanın serinliğini yüzümde hissediyorum. Bir tebessüm ediyorum. Bir ıslık çalıyorum. Yola koyuluyorum. Yeniden. Evet, yeniden, yeniden ve hep daima yeniden. Yenilmedim ki. Hayattayım ki. Buradayım ki. – "Ne oldu sana aşkım." + "Hiç. Hiçbir şey yok. Yani hiçbir şey olmadı. Sadece biraz kırıklık vardı üzerimde. Havalardan olmalı. Yoğun çalışmadan olmalı. Şimdi geçti. Yani ben iyiyim. Sahiden. Hem seni de iyi gördüm. Mutluyum şimdi. Kırk bir kere maşallah yok mu. Aşkım, kadersiz kadınım kaderim. Seni sevdiğimi bir kez daha anladım."

121 EN UZUN KIŞ


XXV / Yağmurun Sesi Dışarıda yağan yağmurun şantiye binasının sac çatısına vuran sesine dalmış haldeyken ismimin çağrıldığını duyar gibi olmuştum. “Selam Muhammet” diyordu. Dudağımdan istemsiz şekilde çıkan bir sesle “Selam” diyerek karşılık verdim, “Selam… Nasılsın görüşmeyeli.” Sanki dudağımdan titreşen seslerin oluşturduğu cümle “Hayırdır?” gibi bir tınıya sahipti. Gaipten gelen ses “İyiyim, Sen nasılsın diye sorayım dedim” dedi. Cılız bir sesti, yorgun bir ses. “Sağol” dedim, “Sağol ben de iyim.” Gaipten gelen ses “İş ya da yer değişikliği yaptın mı? Hala aynı yerde misin?” diye soruyordu. “Hayır, hala aynı işte ve şehirdeyim” dedim. Tuhaf o kadar alışmış ki insanlar, sürekli iş ve yer değiştirmem o kadar kanıksanmış ki. Sahi bu yeni işim çok uzun sürdü gerçekten. Yazgım bu belki de ben de kanıksamadım değil sürekli yeni iş, yeni yerler. Memlekette çalışmadığım, görmediğim yer kalmayacak bu gidişle. “Yoksa koşulları daha mı iyi dedi” gaipten gelen ses. “Koşullar mı?” doğrusu koşullar pekte iç açıcı değildi, ama başka bir seçenek de yoktu

122 EN UZUN KIŞ


şimdilik. “Koşulları pek dikkate almazsam şimdilik buradayım” diye kaçamak cevap verdim. Halbuki o kadar çok idealim var ki. Gerçekleştiremediğim çoğunlukla maddi imkansızlıklardan. Ama dur bir hele feleğin çarkını kıracağım elbette. “Ev’e çocuklara, eşime daha yakın bir yerlere geçme ümidiyle bu koşullarda çalışmaya devam ediyorum. Bir saat daha yakın bir yer. Ya da hafta sonları kaçıp çocuklarla vakit geçireceğim bir yerde istihdam. Belki öyle olacak. Belki de ‘harç bitti, yapı paydos’. İşsizlik günleri tabiî ki. Ama işsizlik günlerinde daha çok vakit geçiriyorum, vakit geçirme fırsatı yakalıyorum, çocuklarla, eşimle. Sonra yeni bir iş yeni bir macera.” İstemsiz şekilde gülümsedim. “Boşverrr.” Yağmurun hızı artmıştı. Daha şiddetli vuruyordu sac çatıya. “Sen neler yapıyorsun” diye sordum. “İyiyim… öyle… işte…” diye cevap verdi. Bu üç söz dudaklarından ağır ağır ve duraksayarak çıkmıştı. “Yeni öykülerin var galiba” diye sordum. “Evet” dedi. Bu sürede hiç işitmediğim bir canlı ses tonu ile çıkmıştı dudaklarından. “Güzel. Sevindim senin adına” dedim. Onun heyecanlı sesine sevinen bir tonda

123 EN UZUN KIŞ


çıkmıştı ağzımdan sözcükler. “Yazdığımı sanıyorum… Belki eğlence” dedi. Yine o dalgın ve duraksayan ses tonuyla söylemişti. Kızgın bir ifadeyle çıkan tonda “Yazdığını sanmak mı? Kendine haksızlık etme” dedim. Küçümseyen bir tavırla “Hı hı. Anlamsız belki de. Onun için dedim” dedi. Küçük çocukların mızmızlığı vardı. “Anlamsız mı? Anlamı var tabiî ki” dedim. Sanki öğüt veren bir öğretmen gibi. “Bilmem” dedi. Sanki bu öğüt veren tavrım etkili olmuştu. “Sen ve bilmemek, tuhaf” dedim. Aynı öğüt veren öğretmen tavrından ne bileyim hoşlanmıştım galiba. “Öyle mi düşünüyorsun gerçekten, güldürdün beni” dedi birden. Tüm o kendine güvenen öğretmen havamı söndürmüştü bu cümlesiyle. “Elbette” dedim bozuntuya vermeden. Bu öz güvenimin farkında değildi elbette. “İyiyim dediğime bakma, bu aralar iyi değilim” dedi. O küçük çocuk yine karşımdaydı. “Belli oluyor, kafan karışık, tatile az kaldı, dinlenirsin geçer” dedim. Birden fark ettim sesimde aşırı şefkatli bir tını vardı. “Yorgunun diyecektim tamda” dedi. Lafı ağzımdan aldım demenin kibar hali ile söylenmiş bir cümleydi. “Neden? Hafta sonları kaçabilirsin bir yerlere. Kendin ile. Kendi kendine.

124 EN UZUN KIŞ


Yaşadığın şehir ve çevresi bunun için ideal. Dağ, orman, deniz, göl, bol manzara var. Çöl değil orta anadolu gibi, buralar gibi.” Ben onun kafasını dağıtmaya çalışıyordum bu söylediklerimle. Güldü birden. “Nereye gitsen ‘okka üç yüz dirhem’ derler” dedi. “Belki de farkında olmayla ilgili tabi” dedi. Ben hala onu içindeki yürek sızısından uzaklaştırmaya çalışıyordum boşuna çabaydı ama olsun. “Orası öyle” dedim son cümlesini onaylayarak ve “Emekli olunca bol zamanın olur belki de, bahçen var orada zaman geçirebilirsin” dedim. Bu cümlem ile hala onu yürek sızısından uzaklaştırma çabam vardı. “Orada, bahçemde iyi hissediyorum, evet” dedi. “Toprak negatif enerjiyi alır, ne güzel işte, iyi hissetmek” diye onu olumladım. “Çoğaldıkça azalıyorum dedi” yeniden o yürek sızısını daha da dışa vurarak. “O zaman azalmayı dene sende. Azalırsan çoğalırsın tersinden. Bu ise kolay değil elbette. ‘Delilik.’ Ya da öyle dememeliydim, şöyle demeliydim ‘bilinçli bir çılgınlık.’ Şöyle düşünüyorsun ‘beni kimse anlamıyor, halbuki çok basit, neden anlamıyorlar ki beni. Daha ne yapmalıyım onlar için, onlara kendimi anlatmak için’ avazın

125 EN UZUN KIŞ


çıktığı kadar bir ‘ÇIĞLIK’ atarsın. Hakkında ‘deli mi ne!’ Derler. Bu kadarlık işte. Haklısın, ben de anlamıyorum seni değil mi?” dedim. “Bilmem belki de. Benim ile ilgili yargıların hep vardır, bunu biliyorum” dedi. Kışkırtmak istiyordu. “Senin hakkında yargılarım yok gerçekten” dedim kavgadan kaçmak için. “Öyle diyorsan öyle olsun” dedi. Ama hala kararlıydı kavga için. “Kendi hakkımda bile derli toplu yargılarım yokken, senin veya bir başkasının hakkında yargılarım neden olsun?” dedim. Harbiden buna inandıracak kadar saf mıydı? Ya ben o kadar saf mıydım buna inanacak kadar. “Tersinden düşünüyorsun öyleyse” dedi. “Anlamadım” dedim. Yağmurun sesi dindi, yağmur kesildi. Oturduğum sandalyeden kalktım, şantiyenin kapısından dışarı adım attım. Ortalığı nefis bir toprak kokusu sarmıştı, birden güneş gözüktü gökyüzünde, gök kuşağı görüldü. Gökkuşağının altından geçebilsem her şey tersine döner miyd?

126 EN UZUN KIŞ


XXVI / Melodi İhtiyar adam onca yılın yorgunluğuyla kulübenin sobasının kovasına kömür koyup üzerine odunları teker teker dizip ortasına çıra koyarak yaktı. Bir süre sonra kulübenin içini gürül gürül bir ses kapladı. Odunların yanarken çıkarttığı çıtlama sesleri yayıldı kulübenin içinde. Sobanın deliğinden çıkan ışık kulübeyi aydınlattı. Adam her zamanki gibi kanepesine oturdu. Bu görüntüyü seyretmeye koyuldu. Her zaman olduğu gibi geçmiş anılarını seyre daldı. Yıllar nede çabuk geçmişti. Halbuki her şey daha dün gibiydi. Tek tek tüm dostları gitmişti. Eşi de bir süre önce terk etmiş, göçmüştü öteye, cennete. Sanki bir ses duyar gibi oluyordu bir süreden beri. Eşiyle dillerine pelesenk olmuş bir türkünün melodisiydi kulağına çalınan. Dudakları kıpırdamaya başladı. Altın Yüzüğüm Kırıldı (Hey) Suya Düştü Su Duruldu (Hey) Dediler Yarin Geliyor İnce Bellerim Kırıldı Tel Tel Tellerine Kurban Olam Dillerine Vay

Yıllar önce bu jeodezik kulübeyi yapmışlardı eşi ve çocuklarıyla 127 EN UZUN KIŞ


birlikte. Bu vadinin gözbebeği olmuştu bu kulübe. Nazardan sakınmak için boncuk mavisi bir renkle boyamışlardı kulübeyi çepeçevre saran ahşap çatısını. Eşi ile son günlerini bu kulübede geçirmişti. Burada veda etmişti ona. Burada bu kanepede, bu sobanın karşısında. Uzun bir kış günü şafağında. En son bu türküyü mırıldanmışlardı onunla. Sonra eşinin koyu kahverengi gözlerinden bir damla yaş süzülmüş, eşinin onunla birlikte yüreği son bir defa atmıştı... Eşi öldükten sonra bu kulübeye yerleşmişti ihtiyar adam. Eşinin ona son bir armağanıydı adeta bu kulübe. Sobanın üzerindeki güğümde her zaman su olurdu. Yanan sobanın ısısıyla su kaynamıştı. Çaydanlığın alt demliğine bu sudan doldurdu üst demliğe çay koyup hafif bir su gezdirdi üstünde. Sonra mutfak dolabından tavayı çıkarttı. İçine 2 kaşık tereyağı koydu. Dolaptan 1 kase didiklenmiş çeçil peynir çıkarttı. Üzerine bir kaşık kadar un ekledi. Çeçil peyniri ve unu karıştırdı. Üzerine su ekledi tekrar karıştırdı. İki kaşık tereyağı koyduğu tavayı sobanın üzerine yerleştirdi. Sobanın fırın tepsine bir kaç dilim ekmek koydu. Demliğin altındaki kaynamış sudan demliğin üzerine suyu aktardı. Alt demliğe tekrar güğümden su koydu. Bu arada tavadaki tereyağında

128 EN UZUN KIŞ


kızarmış, kulübenin içini tereyağı kokusu sarmıştı. Tavadaki kızarmış yağı içinde az bir yağ kalacak şekilde hemen bir tabağa boşalttı. Tavaya çanaktaki karışımı döktü, tekrar sobanın üzerine koydu. Fırındaki tepsiden kızarmış ekmekleri aldı. Sofraya koydu. Bu arada tavadaki peynir yavaş yavaş erimeye başladı. Tamamen eriyince sobanın üzerinden alıp tabağa boşalttı. Bu arada çay da demlenmişti. Güğümün boşalan suyunu tekrar doldurup, demlenen çaydan bir bardak doldurup sofranın başına oturdu. Yine o türkünün melodisini duyumsamaya başladı. Dudakları kıpırdamaya başladı. Melodi eşliğinde yemeğini yemeye başladı. Atımın Da Nalı Yoktur (Hey) Üzerinde Çulu Yoktur (Hey) Gölbaşın Da Yolu Yoktur Git Gelemem Emmim Kızı Tel Tel Tellerine Kurban Olam Dillerine Vay

Ama daha fazla devam edemedi peynir eritmesini yemeye. Boğazında düğümleniyordu adeta lokmalar. Öylece bıraktı. Çay bardağını bir dikişte bitirdi. Sofrayı topladı. Etrafı temizledi. Çay bardağını alıp sobanın başına çaydanlığa yöneldi. Bir demli çay daha doldurdu bardağına. Sonra

129 EN UZUN KIŞ


kitaplığa raftan.

yöneldi.

Bir

kutuyu

aldı

Elinde çay bardağı ve kutu ile birlikte kanepeye, sobanın karşısına yerleşti yine. Kutuyu açtı içinde bir tomar kağıt vardı. Teker teker okumaya başladı kağıttakileri. Her okuduğu sayfayı tekrar kutuya koyuyordu. Son kağıdı da kutuya koyup kutuyu kapattı. Sonra sobanın aydınlattığı duvardaki gölgelere anılarına daldı yeniden. Birer birer vedalaştı sobanın aydınlattığı duvarda suretini seyrettiği dostlarıyla. Işıklar içinde bir süre önce kaybettiği eşinin suretini gördü. O kadar canlıydı ki eşi. Üzerinde kara ve kızıl renkli bir elbise vardı. İlk tanıştıkları günkü gibiydi. Sessizce gelip yanına oturdu. Başını ihtiyar adamın omzuna yasladı. Adam bir süre önce bıraktığı kutuyu tekrar eline aldı. Yine o sevdikleri türküyü söylemeye başladılar. Titrek sesi kulübenin içinde yankılandı; Altınlarım Nal Edeyim (Hey) Al Hırkamı Çul Edeyim (Hey) Gölbaşını Yol Edeyim Ben Gelemem Emim Kızı Tel Tel Tellerine Kurban Olam Dillerine Vay

130 EN UZUN KIŞ


Sonra ela göz pınarlarından bir damla yaş süzüldü elinde tuttuğu kutunun üzerine damladı. Yüreği son kez attı... Eşinin ışığına karıştı ışığı. Son bir kez baktı kanepedeki kendi suretine eşiyle birlikte. Elindeki kutuyu öylesine sıkı sıkı tutuyordu ki. Nihayet ihtiyar adamın yürek sızısı dinmiş, ruhu huzura kavuşmuştu.

131 EN UZUN KIŞ


132 EN UZUN KIÅž


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.