1/24/13
6:38 PM
Page 1
128 sayfa
K.K.T.C Fiyatı: 9 TL
647-milsanat-KAPAK
41 adımda
Hüsamettin Koçan
TARANTINO’nun yeni intikam planı
UZAY MESİHİ DÜNYAYA DÖNDÜ
DAVID BOWIE
8 TL ŞUBAT 2013
Edebi
düşmanlar
OSCAR’da olasılık hesapları Aylin Aslım, Birsen Tezer, Melis Danişmend BİLDİKLERİNİ OKUYORLAR
SAYI: 2013 / 2/ 126301 / 647 / 8 TL ISSN 1300-4425
“MUHTEŞEM SÜLEYMAN” OPERA SAHNESİNDE
Vasıf Kortun’la sanat ve hayat Gonca Vuslateri “Kabin”e giriyor
Tuncel Kurtiz ve ‘Mutlu Aile’si
2013’te ne
dinleyeceğiz?
647-milsanat-ONKAPAKIC
1/24/13
5:26 PM
Page 2
647-milsanat-01
1/25/13
4:27 PM
Page 1
AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ
filiz.aygunduz@milliyet.com.tr
Şubat 2013 Sayı 647 / 126301
Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş.
Cüce şubat boy attı
Genel Yayın Yönetmeni
DERYA SAZAK Yayın Yönetmeni
FİLİZ AYGÜNDÜZ Tüzel Kişi Temsilcisi
İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi
ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik
ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat
YASEMİN BAY Sinema
NİL KURAL Yazı işleri
GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen
AYLA DÜNDAR
2013’ÜN ilk sürprizi David Bowie’den geldi. Önce, doğum gününde “Where Are We Now?” adlı single ile 10 yıllık bir aradan sonra epey şaşırttı hayranlarını; ardından mart ayında çıkaracağı albümü “The Next Day”in haberini vererek ortalığı kasıp kavurdu. Biz bekleyemedik doğrusu. Cüce şubat bu dev adamı kapağımıza taşıyınca boy attı, marta kadar uzandı. Hem Bowie hem bu ayın diğer sürprizleriyle, epey bereketli bir sayı hazırladık böylelikle...
★★★
Sayfa Sekreteri
★★★
ATİLLA ŞEN
Bowie’yi bir kenara koyarsak müzik sayfalarında bir kadın hakimiyeti göreceksiniz. Aylin Aslım, Eray Aytimur’a anlattı yeni albümünü; bu kez aşk şarkıları yaptığını... Şimdilik adı sır. Birlikte çalıştığı hiçbir editörün yazdığı yazıların lezzetini unutamayacağı Melis Danişmend’in “Biraz Gülmek İstiyorum” adlı albümünü Hakan Tok yazdı, ince eleyip sık dokuyarak. “Dinleyenin nefesini açan bir albüm,” diyor Melisa Kesmez, Birsen Tezer’in “İkinci Cihan”ı için. “Ne dinlesem bu aralar?” diye sık sık soranlar, bu albümleri not etmeli bir yerlere. Ve hemen ardından Egemen Limoncuoğlu’nun, BBC’nin hazırladığı Sound of 2013’ten yola çıkarak yazdığı “2013, onların yılı mı olacak?” başlıklı yazısını okumalı. Sorunuza sağlam cevaplar alacağınız kesin.
Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı
SERKAN BAYOĞLU Reklam Direktörü
CENGİZ EKEN Reklam Müdürü
DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü
GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425
YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Doğan Ofset Yayıncılık ve Matbaacılık A.Ş. Hoşdere Yolu Doğan Medya Tesisleri C Blok Esenyurt-İstanbul Tel: (0212) 622 19 00 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /
★★★
Şubatın en heyecanlı günlerinden biri de hiç kuşkusuz 24 Şubat. Oscarlar dağıtılacak o gece. Selin Gürel çok eğlenerek ve merakla okuyacağınız bir “belki, keşke ve büyük ihtimalle” Oscar alacaklar listesi hazırladı. Argümanları çok kuvvetli; yanılmayacak gibi görünüyor.
Ufuk Çakmak, AKM’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası konseri dinlemenin bir cuma akşamı klasiği olduğu günlere götürdü bizi bu ay. Ve orkestranın evine dönmeyi beklediği bugünlerde neler yaptığını yazdı. Çakmak’ın yazısının bir bölümünde “Sabırlı davranıp bir bütün sezon, her cuma izlerseniz, klasik Batı müziği gibi dev bir sanat dalında, kendi zevklerinizi bile oluşturabilirsiniz. İşte size hayat boyu bir hobi...” diyor. Özellikle klasik müzikte nereden başlayacağını bilmeyenler için iyi bir öneri... ★★★
Ayın söyleşisinde Asu Maro, bu ay gösterime girecek “Mutlu Aile Defteri” filminin oyuncuları Tuncel Kurtiz, İlker Aksum, Binnur Kaya, Büşra Pekin ve Bülent Parlak’la konuştu. En netameli konularımızdan biri olan ‘aile’yi tartıştılar. Asu’nun usta işi sorularına gelen aynı kararda yanıtlarla okumaya doyamayacağınız bir söyleşi çıktı ortaya. ★★★
Sibel Oral’ın, ilk öykü kitabı “Yağmur Kesiği”ni yayımlayan Uğur Yücel’le yaptığı söyleşiye de dikkat... “Muhit, engin denizler, yeraltındaki geçitler, kanalizasyonlar, mezarlıklar, otel odaları, pavyonlar, lokantalar, meyhaneler, bir yatak, bir pencere... Çan kuleleri minareler... Bilmem ki oradan oraya cin çarpmış gibi dolaşıyor insan yazarken,” diyor Yücel. Böylesi bir yazmaksa sözkonusu olan o öyküler tadından yenmez... Aklınızda bulunsun. ★★★
Dahası da var elbet... Buraya sığmayacak kadar ‘çok’ bir Milliyet Sanat hazırladık. Bütün bir ay elinizden düşürmeyeceğinizi umuyoruz. MS
@Milliyet_Sanat
1
Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
6:56 PM
Page 2
K.K.T.C Fiyatı: 9 TL
İÇİNDEKİLER
647-milsanat-02-03
8 TL ŞUBAT 2013
41 adımda
Hüsamettin Koçan
Edebi
düşmanlar
TARANTINO’nun yeni intikam planı
OSCAR’da olasılık hesapları
UZAY MESİHİ DÜNYAYA DÖNDÜ
DAVID BOWIE
Aylin Aslım, Birsen Tezer, Melis Danişmend BİLDİKLERİNİ OKUYORLAR
“MUHTEŞEM SÜLEYMAN” OPERA SAHNESİNDE
Vasıf Kortun’la sanat ve hayat
6
2013’te ne dinleyeceğiz?
Gonca Vuslateri “Kabin”e giriyor
şubat
O bir ikon!
Tuncel Kurtiz ve ‘Mutlu Aile’si
David Bowie
Kapak: David Bowie Richard Imrie / Camera Press
KAPAK 6
60
● David Bowie’nin başarı, trajedi ve şaşaa dolu hayatı... ● 10 yıl sonra gelen albüm: “The Next Day” ● Victoria and Albert Museum, Bowie’nin kişisel arşivini sunuyor!
Asu Maro “Mutlu Aile Defteri”nin ekibiyle...
MÜZİK
104 Uğur Yücel’in öyküleri “Yağmur Kesiği” adıyla raflarda.
24
Aylin Aslım’ın yeni albümü ay sonunda çıkıyor.
20 Nick Cave ve ‘kötü tohumları’ stüdyodan “Push the Sky Away” ile çıktı. 22 Melis Danişmend “Biraz Gülmek İstiyordum”la ‘kadın ozan’ tanımlamasını hak ediyor! 24 Aylin Aslım’dan aşk nağmeleri... 26 Birsen Tezer’in nefes açan albümü... 28 Smiths’in gitaristi Johnny Marr, ilk solo albümüyle geliyor. 34 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si...
SİNEMA
“Giselle”, İzmir Devlet Opera ve Balesi sahnesinde.
90
72 Burhan Doğançay’a veda
Milliyet SANAT Şubat 2013
38 Oscar gecesinde kim alkışlayacak, kim sahnede olacak? 42 “Hyde Park on Hudson”da rol alan Laura Linney’in kariyerine baktık. 44 Daniel Day-Lewis, Lincoln oldu. 47 Quentin Tarantino “Zincirsiz” adlı yeni filmiyle bu ay vizyonda. 52 12. yaşını kutlayan !f İstanbul’un kaçırılmaması gereken 12 filmi. 54 Atilla Dorsay’ın kaleminden “Kayıp Ruhlar Adası”. 60 Asu Maro ‘ayın söyleşisi’nde “Mutlu Aile Defteri”nin 5 oyuncusuyla bir araya geldi.
2
PLASTİK SANATLAR
66 Türk resminin usta ismi Hüsamettin Koçan’ın “41 Adım”ı... 69 Arco Madrid’te Türkiye seçkisini yapan Vasıf Kortun ile sanat ve hayata dair her şey... 72 Burhan Doğançay’a saygıyla... 74 Naci Kalmukoğlu, Arkas’ta gün ışığına çıkıyor! 80 Yahya Bağcı’nın ‘kayıt dışı müzeler’i... 82 Bu yıl 100. yaşına giren önemli yapılar... 84 Ömer Faruk Şerifoğlu, ‘cilt sanatı’nı ele aldı.
SAHNE SANATLARI 88 Gonca Vuslateri “Kabin”e giriyor. 90 “Giselle” İzmir’de romantizm rüzgarı estiriyor. 92 “Muhteşem Süleyman” bu kez opera sahnesinde. 94 Seçkin Selvi “Toplu Hikayeler” ve “Matmazel Julie” adlı oyunları yazdı.
EDEBİYAT 101 Edebiyat dünyasının unutulmaz kavgaları! 104 Uğur Yücel, ilk öykü kitabını anlattı... 106 Uygar Şirin ile üçüncü romanı “Karışık Kaset”i konuştuk. 108 Ömer Türkeş’ten bilim-kurgu ve fantastik edebiyatın usta ismi Ray Bradbury... 110 Yekta Kopan ile sanat kulisi 112 Ece Aksoy’dan damağın unutmadığı ‘öyküler’ 114 Yeni yayınlar
647-milsanat-02-03
1/24/13
6:56 PM
Page 3
1/24/13
4:36 PM
Page 2
AFİŞTEKİLER
647-milsanat-04-05
Hakan Günday’ın “Az” isimli romanını Jean Descat çevirdi.
Hakan Günday Fransızcada Hakan Günday’ın, Doğan Kitap tarafından 2011’de yayımlanan “Az” isimli romanı Fransızcada okurla buluştu. Jean Descat tarafından çevirisi yapılan kitabı Galaade Yayınevi yayımlandı. Fransa’ya birçok okuma etkinliklerine davet edilen Hakan Günday’ın romanı “Az”, 11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derda ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu ‘mezarlık çocuğu’ Derda’nın kesişen hayatını anlatıyor.
Anne Hathaway
‘Hırçın Kız’ Anne Hathaway “Sefiller / Les Miserables”daki performansıyla kazandığı Oscar adaylığıyla gündemde olan Hathaway’in yeni projesi de bir dönem filmi. Hathaway henüz yönetmeni belli olmayan “Hırçın Kız / The Taming of the Shrew”da başrolü üstlenecek. Shakespeare’in bu ünlü eseri daha önce Richard Burton ve Elizabeth Taylor’ın başrollerinde de perdeye taşınmıştı. Yeni uyarlamanın senaryosunu Steve McQueen imzalı “Utanç / Shame”in senaristi Abi Morgan kaleme alacak.
Devin Özgür Çınar yeniden tiyatroda Geçtiğimiz yıl “Geriye Kalan” adlı sinema filmindeki rolüyle 48. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Devin Özgür Çınar, 2006’da Timuçin Esen ile aynı sahneyi paylaştığı “Mikado’nun Çöpleri” oyununun ardından uzun bir ara verdiği tiyatroya dönüş yapıyor. Çınar, bu sezon Eugene Ionesco’nun yazdığı ve Laçin Ceylan’ın yönettiği “Yeni Kiracı” oyununda rol alıyor. Laçin Ceylan’ın yönettiği oyun kapitalizmin insana dayattığı tüketim mantığını eleştirirken, bireysel ilişkilerin, değer ölçülerinin ve aşkın yerle bir edildiği hayatlarımızı, yaşadığımız uyumsuzlukları gözler önüne seriyor. Oyun 2 Şubat’ta Kartal Sanat Tiyatrosu’nda izlenebilecek. www.bitiyatro.com Milliyet SANAT Şubat 2013
4
Aronofsky geliyor! Bu yıl ikinci kez düzenlenen alldesign, 22 - 23 Şubat tarihleri arasında Darren Aronofsky, Tim Burke, George Lois, Ron Arad, Stefan Sagmeister, Diego Gronda ve Es Devlin’in de aralarında bulunduğu tasarım dünyasının önemli isimlerini bir araya getiriyor. Hilton Darren Aranofsky Convention Center’da yapılacak olan etkinlikte hayatımızın her alanına yön veren yaratıcı endüstriler ele alınacak. İki gün boyunca tasarıma dair pek çok konunun ele alınacağı söyleşilerde Türkiye’den Defne Koz, Zeynep Falay, Erdem Taylan, Mustafa Altıoklar, Özlem Er, Genco Demirer, Aziz Kedi, Emre Oral ve Emre İskeçeli de konuşmacı olarak yer alacaklar. www.alldesignistanbul.com
Paul Banks, İstanbul’a konuk oluyor Interpol’ün solisti olarak ünlenen New Yorklu müzisyen Paul Banks, solo projesiyle 13 ve 14 Şubat’ta Babylon’da sahne alacak. Banks, 2011’in haziran ayında grubu Interpol’le İstanbul’da bir konser vermişti. Interpol’ün başarısında büyük pay sahibi olan Banks, 2009’de Julien Plenti ismiyle yayınladığı “Julien Plenti is... Scyscraper” adlı albümle ses getirdi. Paul Banks, geçtiğimiz ekim ayında “Banks” adını verdiği yeni solo albümünü piyasaya sürdü.
647-milsanat-04-05
1/24/13
4:36 PM
Page 3
1/25/13
2:14 PM
Page 2
KAPAK
647-milsanat-06-13
Şarkılarındaki cinsellik o zamana kadar görülmemiş derecede baskın ve açıktı. Rock’n roll’a cinsellik onunla geldi bile diyebiliriz. Zaten zamanın da ruhuydu bir yandan. Dünya özgürlüğü, cinselliği keşfediyordu. Bowie onlara hitap etti hem şarkıları hem özel yaşamıyla.
David Bowie’nin Londra’daki National Portrait Gallery’de bulunan 1966 tarihli portesi (üstte). Bowie’nin 1990’lardan bir karesi (sağda). Yakın dönemden bir fotoğraf (en sağda). Milliyet SANAT Şubat 2013
6
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:14 PM
Page 3
Nicolas Roeg’ün imzasını taşıyan “Dünyaya Düşen Adam” (1976) Bowie’ye sinemada en yakışan karakteri barındırıyordu (solda). 1975’de Beverly Hills’de bir fotoğraf çekiminde Elizabeth Taylor’la tanıştı (ortada).
David BOWIE
’nin gerçek hikayesi
Bowie’nin kurmaca karakterlerinin en ünlüsü Ziggy Stardust.
Bir sürpriz yapıp 10 yıldır çekildiği köşesinden yeni albümle çıkan David Bowie’nin hayatında başarı, trajedi ve şaşaa hep bir arada oldu. İyi yazılmış bir romanda olduğu gibi. O, insanlara her zaman şaşırtıcı bir şeyler vermek istedi ve başardı, bedelini ödeyerek. MEHMET TEZ mtez@gmail.com
1962’DEN bu yana müziğin ve gösteri dünyasının içinde. 1967’den bu yana da insanları şaşırtan popüler müziğe yeni bir soluk getiren albümlere imza atıyor. O bir ikon ve her büyük başarının ardında olduğu gibi onunkinin ardında da trajediler var. Bowie daha ilk günlerden beri sadece müzisyen olmadığının farkındaydı. Aynı zamanda oyuncuydu. Sadece sesini değil, vücudunu da kullanmak istiyordu bir şey anlatmak istediği zaman. Sahnedeki teatral şovlar,
7
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
KAPAK
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:14 PM
Page 4
yarattığı kurmaca karakterler hep bunun eseri. Ziggy Stardust, 1972’de bu şekilde doğdu ve glam rock ile ilgilenen herkesin rol modeli oldu. O ışıltılı kıyafetler, feminen erkek görüntüsü, cinsiyet ayırt etmeyen cinsellik algısı, hem kadınların hem erkeklerin arzu nesnesine dönüşme, bunlar zamanın özgürleşme ruhunu ve ‘70’leri özetleyen ifadeler, kavramlar. Ve çoğunu pop literatürüne sokan Bowie. Şarkılarını milyonlarca kişi dinledi, pek çok sanatçı onu rol modeli olarak benimsedi. Zirveye yerleşti, iyi müzik yaptı, önüne gelen, aklına esen herkesi elde edebileceğini biliyordu, öyle de yaptı. Teknik olarak bunları yapan aslında Ziggy’ydi. Ama David Bowie’yi geliştiren ve yetiştiren de o oldu. İki karakter birbirini tetikledi. Yıllar sonra geriye dönüp baktığında “Tam olarak karar veremiyorum, acaba ben mi o karakteri yarattım yoksa o karakter mi beni? Yoksa aynı kişi miydik, emin değilim,” demesi boşuna değil. Bowie bu ikilemin onu delirtmesinden korktuğunu da itiraf etmekten kaçınmadı hiç. En büyük korkularından biri delirmekti. Bunun için haklı nedenleri olabilir. Çocukluğuna bir göz atalım. Annesi Margaret Burns, İngiltere’nin Kent Country bölgesinde sıkıntılı, fakir bir ailenin altı çocuğundan en büyüğü. Üç kızkardeşi ciddi zihinsel rahatsızlıklar geçirmiş. Peggy’nin de (ona böyle diyorlardı) borderline kişilik özelliklerine sahip olduğu biliniyor. Sıradan bir ev kadını değil yani. Peggy, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Terence Burns adında bir adama âşık oluyor ve ondan 1937’de bir erkek çocuk dünyaya getiriyor; Terry. Daha sonraki ilişkisinden bir de kızı oluyor ancak onu evlatlık veriyorlar. Peggy daha sonra Haywood Stenton Jones ile tanışıyor. Jones evli ve bir de kızı var. Bir müzik salonu işletmiş ancak batmış biri. Çocuklar için hayır işleri organize eden bir kurumda çalışıyor. Bir süre ilişkileri devam ediyor, ardından Jones karısından boşanıyor ve 1946’da Peggy ile evleniyor. Bir yıl sonra bir erkek çocukları oluyor. David Robert Jones. O David Bowie’dir.
NASIL DELİRMEDİ? Peggy’nin ilk ilişkisinden olan büyük oğlu Terry, Bowie için önemli bir karakter. Bowie pek çok röportajında, hatta onun cenazesine yolladığı çiçekte yazan mesajla bunu anlatıyor. Onun için önemlidir ama Bowie onun başına gelenler için kendini suçlayacaktır. Milliyet SANAT Şubat 2013
Bowie ve kediler: İngiliz müzisyen “Cat People” (1982) filmine şarkı yazmıştı.
tercih etti, başka türlü anlamak zor. Belki her şey bir plakla başlıyor. 1956’da babasının ona hediye ettiği Little Richard plağı “Tutti Frutti”, Bowie’yi mutluluktan uçuyor. O ana kadar böyle bir şey duymamış. “Ben de insanları böyle şaşırtmalıyım,” diyor: “Onlara şu ana kadar görüp duymadıkları bir şey izleteceğim.” Bowie için bundan sonra plakçıları gezip en yeni müzikleri dinleme devri başlamıştır. Davie Jones and the King Bees isimli grupta şarkıcı ve saksofoncudur. Kariyeri ufaktan başlamaktadır. Bowie grup insanı değildi. Uyum sağlayamıyordu. Farklı bir yerlerde kendi başına farklı bir şeyler yapması gerekiyordu. ‘60’ların başında daha 16-17 yaşında kendi hakkında öğrendiği ilk şeylerden biri buydu. Menajer Ken Pitt’le tanışması bu döneme denk geliyor. Pitt, Liberace gibi renkli bir karakterin ve Manfred Mann gibi space rock sularında gezinen bir ekibin menajerliğini yapmıştı. Bob Dylan’a bir İngiltere turnesi ayarlamıştı. Bowie’yi görünce heyecanlandı. Bowie o sırada 19 yaşındaydı ve Londra’nın o dönem en avangart ve gözde mekanlarından Marquee Club’da çalıyordu.
KEN PITT VE YENİ KİMLİK Bowie’nin Berlin dönemi başlamadan bir yıl önce, 1975’te John Lennon ile Grammy Ödülleri’nde...
Terry ona pek çok konuda ilham verir ve destekler. Başta şahane, gelecek vaat eden neşeli ve enerjik bir gençken askere gidip döndükten sonra perişan olur Terry. Yaşadığı travmayı kaldıramaz. Kendine bakmamaya, sorunlu bir hayat yaşamaya başlar. Paranoyak şizofren teşhisi konur. Bowie, onun toprağın yarıldığını ve cehennem alevlerinin kendisini yaktığını sandığı için çığlıklar atarak yerlerde kıvranmasını hiç unutmaz. Daha sonra bir kliniğe yatacak, ardından 47 yaşında kafasını tren raylarına koyup intihar edecektir feci şekilde. Bowie’nin çevresinde psikolojik sorun ender rastlanan bir şey değil. O nasıl delirmediğini anlatırken “Ben psikolojik aşırılıklarımı şarkılarıma koydum. O yüzden belki de delirmeden kalabildim,” diyor ki haklı. David Bowie’nin müziğini anlamak için bunları bilmek ve hayatını anlamak lazım. Bu adam neden durduk yere kendini boyadı, uzaya dair sözler yazdı, kendini dünyadan ve insanlardan soyutladı, uçuşa geçti, kendine parıltılı, ışıltılı bir dünya yarattı ve içinde bütün ‘70’ler boyunca kaybolmayı
8
Pitt, Bowie’nin menajeri oldu. Hatta onu, evinde yaşamaya ikna etti. Bowie böylece annesinin bitmeyen ve ona zarar veren dırdırından, Terry’nin delilik nöbetlerinden kurtulacaktı. Bowie ile sevgili olup olmadıkları konusunda pek çok yorum var. Daha sonra anılarında Pitt’in Bowie’nin fiziksel özelliklerini en ince ayrıntısına kadar anlatması şüpheleri artırıyor elbette. Pitt ona artık David Jones olarak anılamayacağını, adını değiştirmesi gerektiğini söyledi. Hem o dönem Davy Jones diye bir şarkıcı olduğundan hem de onun yeni bir kimliğe ihtiyaç duyduğunu fark ettiğinden. Bowie adı, Jim Bowie isimli karakterden geliyor. 19. YY’da yaşayan Amerikalı öncü kaşif, köle tüccarı ve arsa spekülatörü ve kahraman. Neden bu ismi seçti? Çünkü o sırada televizyonda bir dizisi vardı. Ve bu uçlarda gezinen, iyiyle kötünün içiçe geçtiği karakter ona anlamlı gelmişti. David Bowie’nin müziğinde önemli bir aşama da Lou Reed’in müziğiyle tanışması. Menajeri Pitt, New York’tan ona bir Velvet Underground plağı getirmişti. Bu plak, bahsedilen sınırdaki marjinal insanlar ve müzik hoşuna gitmişti Bowie’nin. Yapmak istedikleri hakkında onu cesaretlendirdiğini anlattı daha sonra. Yavaş yavaş yeni tarzı
➔
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:15 PM
Page 5
KAPAK
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:15 PM
Page 6
kafasında oturmaya başlamıştı. İlk albümü “David Bowie” 1967’de yayınlandı. Pek ses getirmediyse de onu dansçı ve mim sanatçısı Lindsay Kemp ile tanıştırdı. Ondan sahnede nasıl durması gerektiğini, ışık kullanımını öğrendi. Kabuki tiyatrosundan absürd tiyatroya, işin kültürüne vakıf oldu. Sevgili oldular aynı zamanda. Bowie kimilerine göre makyajından giyimine hep Kemp’i taklit etti. Bu hikaye hüzünlü bitti. Bowie onu dansçısıyla aldattı. Kemp bıçakla göğüslerini kesti ve o akşamki gösterisine kanlar içinde çıktı. Sonuç? Ölen yok ama psikolojik yıkım. Bowie arkasında, ilerleyen yıllarda da enkazlar bırakarak yoluna devam etti.
İLK EVLİLİK, İLK ÇOCUK 1972’de “Ben duygusuz biriyim, soğuğum, hiçbir şey hissetmiyorum,” diyordu. Hayatındaki diğer önemli kadın Angela Barnett oldu. İlk karısı ve ilk çocuğunun annesi. Ama o da payını alacaktı. Angela, koyu Katolik bir ailedendi ve babası ona 18 yaşına kadar bakire kalacağına söz verdirtmişti. O da lisede bir kızla birlikte olarak bu sözünü tuttu. Bowie ile bir konserde tanıştılar. Birbirleri için yaratılmış gibi duruyorlardı. O gece birlikte oldular. Ve ilişkileri başladı. Ama hiçbir zaman normal olmadı. Olamazdı. Çünkü Bowie’den bahsediyoruz. Herkesle kadın erkek ayırt etmeden sevişen bir adam. Cinselliği hep ön planda. Böyle biriyle kim düzenli bir ilişki yaşamak ister ki? Evlendiler. Oğulları oldu. Şu anda yönetmenlik yapan Duncan Zowie Haywood Jones. Bowie’nin yavaş yavaş adını duyurmaya başladığı yıllarda, 1969’da, babası zatürreeden öldü. Annesi “Ben bakarım,” diye son ana kadar tıbbi müdahaleden uzak tutmuştu onu. Babasının ölmek istediği bile söylenir kurtulmak için. Kardeşi aynı yıl akıl hastanesine yattı. Bowie’nin ilk hit’i İngiltere’de bir numara olan “Space Oddity” bu dönemde çıktı. Başarı gelmişti ama trajedi devam ediyordu. ‘70’li yıllar büyük başarı getirdi. “Hunky Dory”, “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders From Mars”, “Aladdin Sane” yayınlandı. Bowie giderek kendini toplumdan soyutlamış garip bir sanal kişiliğe dönüştü. Daha doğrusu kendini yabancılaştırdı ve bunu kasten yaptı. Şarkılarındaki cinsellik o zamana kadar görülmemiş derecede baskın ve açıktı. Rock’n roll’a cinsellik onunla geldi bile diyebiliriz. Zaten zamanın da ruMilliyet SANAT Şubat 2013
Bowie, ilk karısı Angela ve oğlu Duncan’la (solda); Duncan Jones şimdi yönetmen oldu (üstte).
1992’de Etiyopya asıllı model Iman ile evlendiğinde 1980’leri atlatmış ama depresyonu atlatamamış bir haldeydi. Daha sonra verdiği pek çok röportajda Iman olmasa intihar edebileceğini söyledi. Hayatını Iman’a borçlu olduğunu defalarca anlattı.
David Bowie ve Iman’ın 2000 yılında Alexandra Zahra adlı kızları doğdu.
huydu bir yandan. Dünyanın gidişatına ters değildi. Beatles uzun saçı moda yaparak bunun önünü sembolik olarak da açmıştı. Dünya özgürlüğü, cinselliği keşfediyordu. Bowie onlara hitap etti, hem şarkıları hem özel yaşamıyla. Ve elbette bu giyim kuşamına da yansıdı. Giderek daha feminen bir görünüme sahip oldu. Modacı Michael Fish ile tanışmasını ve bu yola girmesini öneren karısı Angela’ydı. Bowie izleyen dönemde dünyanın en büyük rock yıldızlarından biri oldu. Beatles’tan beri satan en iyi şeydi. Konserleri olay oluyordu. Sıra Amerika’ya açılmaya gelince işler hafif değişti. Bir röportajında gay olduğunu söylemiş sonra ‘Amerikalılar beni kabul etmez’ diye bunu biseksüele çevirmişti. Bu
10
defa da gay’lerin tepkisini çekti. Ama korktuğu olmadı. 1974’te meşhur Amerika turnesine başladı. Bu onun için pek çok açıdan, özellikle de müzikal açıdan önemli bir aşama oldu. Müziğini ve sahne şovunu revize etti. Gitaristini değiştirdi, soul şarkıcısı Luther Vandross’a geri vokallerinin orkestrasyonunu emanet etti. John Lennon ile tanıştı ve onunla birlikte daha sonra 1975’teki “Young Americans” albümünde yer alacak “Fame”i besteledi. Bu onun ABD’deki ilk büyük hit’i oldu. O yıllarda bir İngiliz müzisyen için dünya çapında olmanın yolu ABD’de büyük olmaktan geçiyordu tıpkı şimdiki gibi ve Bowie bunu başardığında kariyerinde yeni bir yola girdi. Alternatif bir isim olmaktan çıktı ve dünya çapındaki sanatçılar
➔
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:15 PM
Page 7
KAPAK
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:15 PM
Page 8
arasına katıldı. Star oldu ve bu dönemde kendi gibi dünya starlarıyla haşır neşir olmaya başladı.
BERLİN HAYATI Bir gece Led Zeppelin gitaristi Jimmy Page’in onu lanetlediğine inandı. Page kara büyüyle ilgileniyordu ve okültist Alistair Crowley’nin evini satın almıştı. Bowie’nin kokain ve muhtelif uyuşturucularla fazlaca haşır neşir olmaya başladığı bu dönem, onun için karanlık bir dönemdi. Daha sonraları röportajlarında o dönem, şeytanın evindeki havuzda yaşadığını düşündüğünü söyleyecek kadar ileri götürmüştü bu garip takıntılarını. 1976’da Berlin’e taşındı. Iggy Pop en yakın arkadaşıydı. Burada hayatını alkol ve uyuşturuculara adadı. Adolf Hitler’in hayatını okudu ve onun ilk rock star olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. “Bence Mick Jagger’dan farkı yok,” demişti Playboy dergisine. Daha sonra o günler ve o düşünceler için “Tamamen delirmiştim. Aklım neredeydi bilmiyorum,” diyecekti. 1977’ye gelindiğinde farklı bir boyuta geçmişti. “Low” yayınlanacaktı ve şirketi RCA bunu istemiyordu. Bir şekilde “Heroes” ile birlikte iki albümü birden yayınlama kararı aldılar ve “Low” onun müzikal açıdan belki gelecek nesillere en fazla ilham veren albümlerinden biri oldu. İlerleyen yıllarda ailevi açıdan zor günler geçirdi. Karısı Angela mutsuzdu. İntihara kalkıştı. Onun hakkında basında pek çok olumsuz açıklama yaptı ama Bowie bir şekilde çalkantılı rock’n roll hayatını geride bırakmış, şaşırtıcı biçimde iyi bir baba olmaya çalışmış, Duncan’ı bütün bu travma-
Herkes ne yapacağını beklerken ondan kariyerinin en müthiş albümlerinden biri geldi. Artık Ziggy Stardust zamanlarından uzak, kendini müziğe vermiş biri vardı sahnede. 70’lerle ve hayatıyla hesaplaşıyordu. Kardeşi Terry’nin intiharının ardından iyice durgunlaşmış, normale dönmüştü. tik olayların dışında tutmayı başarmıştı. 1980’deki “Scary Monsters (and Super Creeps)” albümü ve buradaki “Ashes to Ashes” yine ortalığı kırdı geçirdi. Bunun ardından üç yıllık bir ara verdi Bowie. Herkes ne yapacağını beklerken, ondan kariyerinin en müthiş albümlerinden biri geldi: “Let’s Dance”. Artık Ziggy Stardust zamanlarından uzak, kendini müziğe vermiş biri vardı sahnede. ‘70’lerle ve hayatıyla hesaplaşıyordu. Kardeşi Terry’nin intiharının ardından iyice durgunlaşmış, normale dönmüştü. ‘80’lerde “Let’s Dance” ile yarattığı etki bittiğinde ve ‘90’lara gelindiğinde artık iyice olgun bir müzisyen görünümündeydi. Çılgınlıklardan ve trajediden uzak durmaya çalışıyordu. 1992’de Etiyopya asıllı model Iman ile evlendiğinde 80’leri atlatmış ama depresyonu atlatamamış bir haldeydi. Daha sonra verdiği pek çok röportajda Iman olmasa intihar edebileceğini söyledi. Hayatını Iman’a borçlu olduğunu defalarca anlattı. Bu yıllarda gelen en önemli albüm “Outside” oldu ve dönemin ruhunu gene en iyi ele alan albümlerden biri oldu. Bu albümdeki “I’m Deranged” klasiktir. Erdal Kızılçay’ın da bas çaldığı bu Brian Eno albümü müzikal açıdan ‘90’ların manifestosu gibidir ve çok fazla sanatçıya ilham kaynağı olmuştur.
ZAMAN DARALIYOR 2000’lerin ise en önemli albümü “Heathen” oldu. Bowie ölüm teması üzerine odaklanıyor ve hayatındaki en önemli şeyin Iman’dan olan kızı Alexandra Zahra Jones olduğunu söylüyordu. “Zaman daralıyor, artık tek düşündüğüm ne kadar zaMilliyet SANAT Şubat 2013
12
Üç albümle Bowie “HUNKY DORY (1971)” David Bowie için müzikal açıdan o ana kadar yaptığı en iyi şey olabilir. ‘70’lerdeki müzikal personasını oluşturan albüm “Ziggy Stardust”tı belki ama bu albümdeki şarkıların her biri günümüze kadar geldi hiç eskimeden. “Kooks”, “Changes”, “Life On Mars”, “Queen Bitch”, “Song for Bob Dylan” hepsi neredeyse kendi çapında efsane olmuştur. Piyanoda Yes’ten tanıdığımız Rick Wakeman’ın olduğunu hatırlatalım.
“THE RISE AND THE FALL OF ZIGGY STARDUST AND THE SPIDERS FROM MARS” (1972) Bowie’nin yarattığı ve albümde ve konserlerinde büründüğü rock yıldızı karakterinin maceraları... Bowie’nin müziği ve imajı için dönüm noktası oldu. Işıltılı, parıltılı ne varsa bu albümle rock dünyasına katılmış oldu. Çağına göre müzikal açıdan da devrimci bir albüm. Günümüz müzisyenlerine de esin kaynağı olmuş şarkılarla dolu.
“LET’S DANCE” (1983) Kimilerine göre Bowie’nin yaptığı son iyi albüm. Steve Ray Vaughan ve Nile Rodgers gitarlarda, Omar Hakim davulda, neredeyse efsane bir müzisyenler kadrosuyla yapılmış, ‘80’lerin ruhunu yansıtan bir albüm. “Let’s Dance” ABD, İngiltere ve dünyanın pek çok ülkesinde bir numara oldu. “China Girl” ve “Modern Love” diğer single’lar. manım var ve bu zamanda neler yapabilirim,” diyordu. 2000’de doğan Zahra o zaman iki yaşındaydı. Bugün 12. Bowie son 10 yıldır inzivaya çekilmiş, Manhattan’da üzerinde sade bir kazak, sıradan bir kumaş pantolon ve paltoyla görüntüleniyordu. Meğer gene bizi şaşırtmaya hazırlanıyormuş. Son iki yıldır gizlice albümünü kaydediyor ve bunu kimselere söylemiyormuş. Albüm şimdiden iTunes’da ön satışta bir numara. Bakalım ne sürprizler hazırladı bize Bowie, hep birlikte göreceğiz bir ay sonra. MS
647-milsanat-06-13
1/25/13
2:15 PM
Page 9
KAPAK
647-milsanat-14-15
1/25/13
2:16 PM
Page 2
Dünyanın en iyi saklanan sırrı
David Bowie “The Next Day” Columbia 12.99 dolar
Emekli olduğuna ısrarla inanmak istemeyen iflah olmaz David Bowie hayranlarının bile ondan yeni bir albüm geleceğine dair ümitleri körelmeye başlamıştı. Ta ki Bowie, 8 Ocak günü kendi doğum günü partisinde sürpriz yapıp, elinde yeni şarkısı “Where Are We Now?” ve martta çıkacağı duyurulan yeni stüdyo albümü “The Next Day”in müjdesiyle gelene dek. EGEMEN LİMONCUOĞLU egelimon@yahoo.com
GÜNÜN, sanatçıların yeni bir albüm kaydettiğinin, hatta albüm şöyle dursun (evet, şöyle) yeni bir beste için ilham perileri tarafından ziyaret edildiğinin haberini bile anında aldığımız pek sosyal ve pek ‘ağ’ şartları altında David Bowie, kulağa neredeyse imkansız gelen bir şey yaptı. Sessiz sedasız, Soğuk Savaş fonunda geçen casus filmlerini andıracak bir gizlilikle, yeni şarkılarını kaydedip “The Next Day” adı altında bir araya getirdi. Ve bundan gerçekten kimsenin (albümün kayıtlarında hazır bulunanlar hariç) haberi olmadı. Öyle ki, sadece sıkı takipçileri değil, Sony Müzik’in patronu da, “Where Are We Now?”u iTunes üzerinden önsiparişte görene kadar duruma uyanamayan müzik endüstrisinin yön belirleyicileri de dahildi bu ‘kimse’lere.
DUYMADIM, BİLMİYORUM Bu sırrı tutmaya mecbur kalanlar da olmuş habersizlerin yanında. Albümde gitar çalan (Bowie olmazsa olmazlarından) Earl Slick geçtiğimiz yılbaşı Guitar Player dergisine kapak olur. Konu, onun Bowie ile çalışmaları, onun şarkılarına attığı sololar, onun şarkılarında kurduğu gitar cümleleridir. Lakin, Earl Slick’in önünde fazlasıyla sıkıntı verici bir sorun vardır; Bowie ile yaptığı çalışmalardan başka neredeyse hiçbir şey konuşamadığı bu röportajda, kayıtlarında penasını gitarının telleriyle temas ettirdiği 2013 model Bowie albümüne dair tek bir kelime bile etMilliyet SANAT Şubat 2013
mesi tabiri caizse yasaktır. Benzer sıkıntıları yaşayan prodüktör Tony Visconti, yeni bir albümün martta çıkacağı haberi resmen duyurulduğunda şöyle bir tweet girer resmi Twitter hesabından: “2 yıllık sessiz kalma mecburiyeti sona erdiği için öyle rahatladım ki”. Bowie, kariyerinin ilk günlerinden beri sahip olduğu o müzik dünyasının eğilimlerini önceden fark etme içgüdüsünü hiçbir şekilde kaybetmemiş. 8 Ocak günü yeni şarkısını internet alemine bıraktı ve çekilip arkasına yaslandı. Sonrasını müzik blogları, Bowie hayranları, Bowie’nin ne yaptığını merak edenler, Bowie’nin doğum günü vesilesiyle bir iki kelam etmek isteyenler, Twitter kullanıcıları, Facebook iletileri ve Youtube linkleri halleti. Çağın yığınla para harcanarak ‘viral’den medet uman sosyal medya taktikleri, söz konusu şey Bowie kültü olunca, kendiliğinden işleyiverdi. Gönüllü ve epeyce de kalabalık bir ordu, canı gönülden hislerle bu yeni şarkıyı paylaştı, dinledi, dinletti. Hal böyle olunca single Bowie kariyerinin de
Yapımcısı Tony Visconti, Bowie’nin ilk single için “Where Are We Now?” gibi ‘ağır’ bir şarkı seçmesine şaşırdığını söylüyor.
14
en başarılı single’ları arasına kaşla göz arasına adını yazdırıverdi.
TANIĞIMIZ VISCONTI 10’un üzerinden Bowie albümünün prodüksiyonundan sorumlu müzik adamı Tony Visconti “The Next Day”in çıkış tarihi biz ‘fani’lere duyurulduğunda derin bir oh çekmenin yanısıra Bowie’nin röportaj vermeme kararı yüzünden, ‘dünyaya düşen adam’ın resmi sözcüsü makamına da atanmış oldu. Albümün epey ‘rock’ bir albüm olduğu beyanatında bulunuyor Tony Visconti. Bowie’nin ilk single için “Where AreWe Now?” gibi ‘ağır’ bir şarkı seçmesine şaşırdığını söylüyor. Rock kelimesini duyunca şöyle bir irkileceklerin hayranların yüreklerini ferahlatmak istercesine de klasik Bowie ile yenilikçi Bowie’nin tam bir karışımını işiteceğimizi de ekliyor hemen. “Genellikle her gün, öğleden sonraları bir iki şarkı üzerinde çalışıyorduk, onları şekle şemale sokup müthiş rock şarkıları gibi tınlamalarını sağlayarak.” diyor Visconti
647-milsanat-14-15
1/25/13
2:16 PM
Page 3
Visconti, epey rock bir albüm kaydettiklerini söylese bile, Ziggy Stardust ya da Tin Machine’den çok ‘Zayıf Beyaz Dük’ döneminin her notasına sindiği bir Bowie çalışması beklemek hata olmayacak gibi. Bowie, arkadaki fotoğrafta 1974’de Rolling Stone için bir araya geldiği Beat kuşağının büyükbabası William Burroughs’la görülüyor.
son stüdyo albümü “Reality”nin de kapaklarını hazırlamıştı. “The Next Day”in kapağı internete teşrif ettiği zaman kafalarda uyanan soru işaretlerine derman olma görevi bu yüzden Barnbrook’a kalmış. Barnbrook kendi blogunda (http://virusfonts.com/news) uzun uzun açıklama ihtiyacı hissetmiş ikonik Bowie fotoğraflarından birini gördüğümüz “Heroes”un kapağının üstünü kapatıp ‘ertesi gün’ yazma vakasını. Biz birkaç cümleyle özetleyelim; “Her şeyin daha önce yapıldığı bir alanda, böylesi bir fikrin ‘yeni’ olduğunu düşünmeye cesaret ettik.” Çıkış noktası bu olmuş Barnbrook’un. Pop ve rock müziğin ruhunun ânı yakalamak, bu âna ait olmakla ilişkisini geçmişi belirsizleştirerek (Bowie’nin nefis siyah-beyaz fotoğrafının üstünü örterek mesela) yakalamak istemiş. Ama ne kadar arzu edersek edelim geçmişi bir çırpıda yok sayamayacağımızı, hele bir de Bowie gibi bir sanatçıysanız, geçmişte yaptığınız her şey bugününüzü de tanımlamakta kullanılacağı için böyle bir ‘kapatma’dan iyisi olmazdı sonucuna varmış.
SADECE SEN VE BEN “The Next Day”den kulağımıza çalınan ilk şarkı “Where Are We Now?” şöyle sözlerle noktalanıyor;
albümün ‘gizli’ kayıt sürecinin anlatırken. “Vokalleri daha sonra ekledik her zamanki gibi. ‘The Man Who Sold The World’den beri David’le böyle çalışırız. Ne ben, ne de o bu işleyişi değiştirmedi.”
“HEROES”UN ERTESİ GÜNÜ Hem “Where Are We Now”dan, hem de albümün kapak görselinden anladığımız kadarıyla Bowie 1976-1979 arasını kapsayan ‘Berlin dönemi’ni yad etmekte “The Next Day”de. Tam olarak nasıl, özellikle müzikal anlamda, pek kestiremesek de, albümün kapağındaki şaşırtıcı fikir içimizden bir sesin
“Heroes”un tek eksiği Brian Eno olan bir ‘devam filmi’nin geldiğini söylüyor. Visconti, epey rock bir albüm kaydettiklerini söylese bile, Ziggy Stardust ya da Tin Machine’den çok ‘Zayıf Beyaz Dük’ döneminin her notasına sindiği bir Bowie çalışması beklemek hata olmayacak gibi. Belki biraz glam, biraz “Reality”de kaldığı yerin devamı, belki bir doz da elektronik müzik, ama yine de haleti ruhiyesiyle Berlin havası soluyan, solutan bir albüm. Albüm kapağını tasarlama görevini üstlenen Jonathan Barnbrook daha önce Bowie’nin 2002’de kaydettiği “Heathen” ve
15
“... Güneş var oldukça, Yağmur var oldukça, Ateş var oldukça, Ben var oldukça, Sen var oldukça.” Bu ‘sen’li, ‘ben’li dizeleriyle büyük hiti “Heroes”un sözlerini akla düşürüyor, yeni albümün kapağını da daha anlaşılır (ve manidar) kılıyor. Ama belki de daha önemlisi, yıllar boyu onu yalnız bırakmayan dinleyicilerine (ya da isterseniz hayranlarına diyelim) henüz işini bitirmediğinin ve henüz dünyamızdan ayrılıp geldiği gezegene dönmeye niyetinin olmadığının sözünü veriyor. Sözünü tutup tutmayacağından şüphe etmek mümkün mü? MS Milliyet SANAT Şubat 2013
KAPAK
647-milsanat-16-19
1/25/13
2:18 PM
Page 2
Bowie’nin yıldız tozları sergileniyor İngiltere’nin en prestijli müzelerinden Victoria and Albert Museum’da 23 Mart’ta açılacak olan “David Bowie Is...” isimli sergi David Bowie’nin sahne kostümlerinden el yazmalarına, fotoğraflarına kadar kişisel arşivinden 300 kadar parçaya yer verecek. FIRAT DEMİR demirfiratdemir@gmail.com
GOETHE’NİN neredeyse tüm yaşamı boyunca yazarak tamamladığı şiirsel oyunu “Faust”, kollektif bilinçaltının aşina olduğu bir hikayenin derli toplu özeti gibidir. “Faust”, o meşhur soruyu sorar: İnsan, arzuları için ne kadar ileri gidebilir? Oyunun başkahramanı Faust, biraz daha ötesini görebilmek için şeytana ruhunu satmaya bile razıdır. Müzik tarihinde kendi kosmosunu deşmek, derinleştirmek ve zaptetmek için şeytanla anlaşma yapmış, Faustyen bir dünyanın içerisine kendisini bırakmış bir isim var: David Bowie. Ocak ayının ikinci haftasında on yıllık sessizliğini bozup “Where Are We Now?” teklisini ve bu tekliyi içeren, mart ayında piyasaya sürülecek “The Next Day” isimli albümünün haberini göğe salan Bowie’nin şeytanları hâlâ yanında olmalı ki hâlâ onu konuşuyor, onun dönüşünü bir mesihi bekler gibi bekliyoruz. Bu bekleyişi perçinleyen bir diğer haber ise İngiltere’nin en prestijli müzelerinden Victoria and Albert’in, 23 Mart -28 Temmuz tarihleri arasında, “David Bowie Is...” isimli kapsamlı bir David Bowie retrospektif sergisi. David Bowie’nin kişisel arşivinden 300 kadar parçaya yer verecek olan bu sergide, Bowie ikonografisi yeniden örülecek. Bowie’nin ikonluğunu temsilleyen sahne kostümlerinden, şarMilliyet SANAT Şubat 2013
16
647-milsanat-16-19
1/25/13
2:18 PM
Page 3
1997 tarihli “Earthling” albümünün Frank W. Ockenfels imzalı kapağı (altta). Brian Duffy’nin çektiği “Aladdin Sane” albümünün (1973) meşhur kapak fotoğrafı (solda), gelmiş geçmiş en ünlü Bowie karelerinden biri.
kıcının düşünsel dünyasına hakim olmamızı sağlayan el yazmalarına kadar pek çok belge, fotoğraf ve materyal, müzeyi bir tür tarihsel tünele çevirecek. Şimdi, bu tünele girmeden önce yanımıza birkaç anahtar alalım.
yüzden, yalnızca bir kıyafet olmanın ötesinde, adım adım inşa edilmiş kimlikler, karakterler, devrimcilerdir. David Bowie, ‘70’li yıllarında star mertebesine yükselirken, bu kişilikleri kurup yıkmış, dünyanın karşısına sunmuştur.
NEDEN YIKILMIYOR?
BOWIE’NİN SIRLARI
Evet, David Bowie belki şeytanla, belki ruhunun en derinindeki kendisiyle, belki de yalnızca arzuları ve yeteneğiyle bir anlaşmaya girişti fakat bu anlaşma, ruhunu teslim etmek üzerine değil, ruhunu olabildiğince ele geçirilmez ve özel kılmak üzerineydi. Şimdi, bu müzik tanrısının, David Bowie’nin ruhunu nasıl bir tapınak gibi inşa ettiğini öğrenebilmemiz için bir şansımız var. David Bowie’nin çocukluğundan başlayıp, tüm hayatına yayılan; sahne kıyafetlerinden, günlük sayfalarına kadar sanatçıya dair tüm verileri bir arada toplayan bu devasa sergi, yeni Bowie albümünün de heyecanıyla birlikte tüm dünyadan seyirci toplayacak gibi görünüyor. Peki, David Bowie neden hiç yıkılmıyor? Neden bir mitolojik tanrı gibi her dönemiyle bizi büyüleyebiliyor? Akla gelecek ilk cevap, David Bowie’nin tanrısal cesareti. Bowie’nin hippi döneminin barışçıl mesajını cesaretle sivriltmesi. Bowie, ‘60’ların özgürlükçü aklını, karanlık ve seksüel bir sorgu içerisine çeker. Bu sorgu içinse gerektiğinde kendi kimliğinden bile vazgeçmeye hazırdır. Bowie, ilk alter-egosu olan Ziggy Stardust ile androjeni ve cinsiyetsizlik kavramlarını dünyaya hatırladır. Eski tanrıların çift cinsiyetçi yani cinsiyet üstü algısını modern hayata tekrar kazandıran Bowie’nin bu başarısı, kuşkusuz sahne kimliğini ören araçlardadır. Japon modacı Kansai Yamamoto’nun elinden çıkma gümüş kimonolar, dansçı Lindsay Kemp’in dolabından ödünç kostümler ya da Michael Fish’in elinden çıkma kadın tulumları... David Bowie, kadına ya da erkeğe ait olan tüm imgeleri, bir kıyafet gibi üzerine geçirmiştir. Victoria & Albert Müzesi’ndeki sergide kendi gözlerimizle göreceğimiz bu kıyafetler, bir kültür devriminin araçlarıdır. Belki de bu
60’tan fazla kostüme ev sahipliği yapan sergide, tüm dolap, kuşkusuz Ziggy Stardust’ın cinsiyetsiz ve uzaylı kostümlerinden oluşmuyor. Bowie, ‘70’li yılların ilk yarısında cinsiyete ve kadın-erkek anlamındaki belirsizliğe vurgu yaptığı “Ziggy Stardust”, “Aladdin Sane” ve “Diamond Dogs” gibi albümlerinden sonra, bir başka düzleme geçiş yapmak istemişti ve bu düzlemin karakteri, “Thin White Duke” adını taşıyordu. “Station to Station” albümüyle karşımıza çıkan bu karakter; Bowie’nin müziğinde her zaman varolan fakat cinselliğe dair vurgunun gerisinde kalan mistizmin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bowie, Ziggy Stardust ile sahnelerin en deli, en çekici, en şaşırtıcı ismi olduktan sonra, biraz daha ruhani bir derinliğe geçmek istemiş ve bu noktada “Thin White Duke” kimliğine geçiş yapmıştı. David Bowie, şeytanlarla anlaşmaya da “Thin White Duke” kimliğiyle oturmuştur diyebiliriz. İngiliz müziğinin yükselen ve şaşırtan yeni isimlerinden David Bowie, daha fazlasını, daha fazlasını istemektedir. Amerika ziyaretinde Andy Warhol ve The Velvet Underground solisti Lou Reed’in hedonist tavırlarından çok etkilenen Bowie, bu hedonizmin üzerine bir krallık kurmak arzusuyla deliliğe yaklaşır. Bu deliliğe yolculukta kendisine önder olarak Aldous Huxley ve Aleister Crowley gibi iki büyük bilgeyi seçer. Tıpkı Faust karakteri gibi, David Bowie de insanın bilinçaltını ele geçirebilmek için kadim sırların peşine düşer. Aldous Huxley’nin uyuşturucuya dair bilinç açıcı deneylerini kendi üzerinde tekrarlayan Bowie, o kültün tehlikeli ismi Aleister Crowley’nin büyü ve bilinç öğretileri üzerine çalışmaya başlar. Bu iki ismi Nietzsche’nin üstün insan kavramıyla bütünleyen Bowie, o zamana kadar kıyısında gezdiği zamansızlık ve cinsiyetsizlik kavramlarını mitik bir anlamla yeniden ele alır ve derinleştirir. Bowie için artık insan olmanın herhangi bir önemi kalmamıştır. Bowie, ruhunu şeytanın ruhuyla yer değiştirmiştir ve bu noktada bir üstün-insan, bir beyefendi, mistik bir bilge olarak “Thin White Duke”a dönüşmüştür. Victoria & Albert, enigmatik “Thin White Duke” kimliğini çözümlemek için bize pek çok sır sunuyor.
17
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/25/13
2:18 PM
Page 4
KAPAK
647-milsanat-16-19
Eski tanrıların cinsiyet üstü algısını modern hayata tekrar kazandıran Bowie’nin başarısı, sahne kimliğini ören araçlardadır. Bowie, kadına ya da erkeğe ait tüm imgeleri, üzerine geçirmiştir.
David Bowie’nin 1977 tarihli “Heroes” albümünde yer alan “Blackout” şarkısının sözleri...
BERLİN DÖNEMİ SERGİDE “Station to Station”da aşırı uyuşturucu kullanımı ve mistik deneyimleri ile gitgide daha karanlık ve karmaşık bir ruh haline bürünen Bowie’nin, “Albüm kayıtlarını hatırlamıyorum bile,” dediği bir döneme dair el yazmaları ve günlük sayfaları, sergi boyunca en ilgi çekecek materyallerden olacak. Bowie’nin William S. Burroughs gibi edebiyatçılardan etkilenerek geliştirdiği yazım tekniklerini içeren sayfalar, serginin amacına en yakın işlevi sunuyor ve bir starın giderek kendi dünyasını oluşturma serüvenini görünebilir kılıyor. Bowie’nin yalnızca bir imajdan ibaret olmadığını, koskocaman bir felsefeyi temsil ettiğini belli eden yazılı materyaller, geriye dönüp baktığımızda, Bowie’deki sahne profesyonelliğini ve devrimciliğini de bütünlüyor. Bowie’nin en değerli dönemi kabul edilen Berlin dönemi de sergide yeterince yer buluyor. Bowie, karanlık ve mistik Thin White Duke karakterinin bilgisini yanına aldıktan sonra, Iggy Pop, Brian Eno gibi güvenilir dostlarla birlikte bir tür göç ettiği Berlin’de, kariyerinin en devrimci üç albümünü kotarmıştı. Ardı ardına piyasaya sürülen “Low”, “Heroes” ve “Lodger”, Bowie’yi bir starın ötesine, müzikal bir otoriteye, bir müzik devrimcisine yükseltmişti. Bowie’nin düşünsel sürecinin yoğunlaştığı bu döneme dair materyaller, yıllarca Bowie hayranlarının merakını çeldi. Şimdi, Victoria & Albert, bu materyalleri inceleyebilme şansını sunuyor. Bowie’nin kelime oyunlarını içeren Milliyet SANAT Şubat 2013
defterleri, Berlin’e olan hayranlığını ve merakını örnekleyen fotoğrafları, daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış ve Berlin Üçlemesi’nin şaşırtıcı müziğinin nasıl ortaya çıktığını anlamamıza yardımcı olacak demoları, sergi içerisinde de, tıpkı Bowie’nin müzikal kariyerinde olduğu gibi, ayrı bir ilgiyle karşılanacak.
ANTİK HİKAYENİN PARÇALARI Bowie, Berlin defterini kapatıp da yurda döndüğünde, kuşkusuz, mesihin geri dönüşü, İngiltere’de büyük bir heyecanla karşılandı. Bu heyecanın bir örneği, İngiltere listelerinde bir numaraya oturan ve Bowie’nin kendi ikonografisine referanslarla dolu “Ashes to Ashes” single’ıydı. “Ashes to Ashes”’ın büyük bütçeli klibi, bir başka kültür devrimi olarak tarihlere geçecekti. Bowie, bu klip ile punk-sonrası İngiliz müziğinde belirginleşmeye başlayan New Romantics kültürünü destekledi. İlhamını Ziggy Stardust’ın cinsiyetsiz, feminen ve alacalı bulacalı sahne sunumundan alan New Romantics; David Bowie’nin cinsiyet anlamında giriştiği kavganın zaferiydi. ‘80’lerin başıyla birlikte, New Romantics adı verilen yeni müzik türü, glam rock’ın cinsiyetsiz tavrını daha da abartıp sofistikleştirecekti. Artık bir erkeğin makyaj yapması, sıradan bir hareket, moda adına yapılmış bir gündelikti. New Romantics, Ziggy Stardust’ın aristokrasi ve kitlesel kültür tarafından kabul edilmesini örnekliyordu. Bowie, bir kere daha dünyanın bilinçaltını ele geçirmiş ve yenilikler için te-
18
tiklemişti. New Romantics’lere örnek olacak bu Ziggy Stardust ve Thin White Duke birleşimi; hem beyefendi, hem de makyajlı Bowie halleri, Victoria & Albert sayesinde tekrar izlenebilecek. Vivienne Westwood gibi modacıların neden sürekli Bowie’yi andıklarını bu sefer daha iyi anlayacağız. Bowie, uzaya gitti, geri dönüp dünyadaki cinsiyetleri birbirine kattı, sonra, ruhunu şeytana sunup bir insanın inebileceği en karanlık mağaralara indi, sonra yetmedi, en ihtişamlı ve yara almamış haliyle geri dönüp bir zamanlar devrim diye nitelendirilen tavırları popülerleşti. Bowie için bundan sonrası, yoğun çalışmalarının sefasını sürmekti. ‘80 sonrası süperstar konumundaki Bowie’nin daha kolay anlaşılabilir ve geçmişe göre daha az hareketli, bazen yükselen, bazen düşüşe geçen kariyerinin dökümü de, sergi boyunca takip edilebilir. Alexander Mcqueen gibi daha bilindik isimlerle ortak kostüm çalışmalarından, video denemelerine, diğer sanatçılarla giriştiği ortaklıklara, şimdiki zamana daha yakın bir Bowie, Victoria & Albert’deki serginin yoğunluğunu dengeleyecek. Fotoğraflar, kostümler, el yazmaları, hiçbir yerde görülmemiş videolar, ses kayıtları... Materyal ve zaman, David Bowie ikonografisinde pek önemli değil. Tüm bu verileri, tanrısal bir hikayenin, antik bir hikayenin parçaları olarak görebiliriz. David Bowie, modern anlamda bir tanrı ya da bir şeytandı. Belki aklımızı bulandırmak için geldi, belki bize gerçeği gösterebilmek için. Fakat amacı ne olursa olsun, dünya üzerinde başka hiçbir müzisyen onun kadar çok kimliğe, anlama ve devrime önayaklık etmedi. “David Bowie Is...” sergisi, şimdiki zaman içerisinde bir geçmiş, bir çağ anlamına geliyor. İnsanın moderniteye sahip olduktan sonra ne kadar ileri gidebileceği sorusunu bizim yerimize cevaplayan David Bowie’nin arkasında bıraktığı yıldız tozlarını takip etmek de, bizi bu sefer Victoria & Albert’in kapılarına sürüklüyor. MS Victoria and Albert Museum 23 Mart - 28 Temmuz 2013 http://www.vam.ac.uk
647-milsanat-16-19
1/25/13
2:19 PM
Page 5
MÜZİK
647-milsanat-20-21
1/25/13
2:20 PM
Page 2
Kötü tohumlar dönüyor Son zamanlarda Nick Cave, Grinderman adı altında arkadaşlarıyla stüdyoya dalıp aklına geleni hardcore bir rock’un eşliğinde sayıp döküyor. Bazen de, bürosunda çalıştığı şarkılarla günlerce stüdyoya kapanıyorlar, o zaman bir Bad Seeds albümü çıkageliyor. Bu ay çıkacak olan “Push The Sky Away” gibi... MERVE EROL merveroll@gmail.com
UZUNCA bir süre The Bad Seeds, Nick Cave’in soyadı gibiydi. Zaten daha kurulduğunda, bugünlerde çok rastlanan ‘super group’lar ayarındaydı. Gel zaman git zaman Cave, grubun kendi müzikal ağırlığını koymasına gerek bırakmayacak şarkılar da yazdı, soundtrack’lere soyundu, senaryo ve roman çalışmalarına gömüldü, hatta en güzeli, grubunun adını değiştirip, kendini Grinderman’in bir üyesi yapıp hücum kayıtlara girdi. Fakat The Bad Seeds nihayetinde bir yuva, bir memleket Nick Cave için. Bu kötü tohumlar olmasa, şarkılarının ipi çözülmüş bir sandal gibi dalgalar arasında savrulacağını o da biliyor. İlk dönem Bad Seeds’inden bugüne çok fazla adam kalmasa da, grup eski dostların varlığı sayesinde organik hüviyetini koruyor. Geçen sene Alva Noto’yla beraber Borusan Müzik’te muazzam bir performans sergileyen Blixa Bargeld Bad Seeds’e dahil olduğunda esas grubu Einstürzende Neubaten’la yıkılmadık bariyer bırakmamıştı zaten. Son zamanlarda faal üyeliğini ‘bu şarkıda çalmasam daha iyi’ diyerek bıraktığı boşluklarla sürdürüyordu. Cave’in ‘70’lerin başından, lise yıllarından dostu Mick Harvey de, yine geçen sene Babylon’da gösterdiği gibi, kendi mülâyim şarkılarıyla daha mutlu bugün. Cave’in yanındaysa, başta Warren Ellis olmak üzere, onyıllardır dostluğunu sürdürdüğü bir Avustralya klanı var yine. Bu ay yayınlanacak “Push The Sky Away”, Harvey’nin elinin değmediği ilk Bad Seeds albümü olacak.
YERALTININ KRALI Nick Cave, zamanımızın en büyük şarkı yazarlarından biri. Nesli tükenen türlerden. Üniversitelerde ‘aşk şarkısı nasıl yazılır’ başMilliyet SANAT Şubat 2013
lıklı seminerler veren edebi aritmetik hoca- nity”nin daha ilk şarkısında çıta belli: Bir sı. Bu makamı, ‘şarkı kulesi’nde dört başı ma- “Avalanche” cover’ıyla Leonard Cohen gibimur bir daireyi baştan gözüne kestirmişti. lerin yanıbaşı. Ayrıca, “In The Ghetto”yla, Avustralya’nın küçücük bir kasabasında esas Kral’ın, geç dönem Elvis’in dekadan bir edebiyat öğretmeni baba, kütüphane gö- dünyası, kıyamete kucak açan, sonsuz sarrevlisi annenin çocuğu. Çocukluğu geniş boz- hoşluk dışında hiç de vaatkâr olmayan bir kırlarda geçmiş, gözünü İngiltere’ye, kıta Av- âlem, tebaasız bir krallık... rupa’sına dikerek. Serserilikten başını kalBir sene sonra yayınlanan “The Firstdırsa, edebiyata ve müziğe born Is Dead”, kapağındaki düşkün. 19’undayken babaafili Cave fotoğrafından ve ilk sı kaza geçirip öldüğünde şarkı “Tupelo”dan (Elvis’in haberi karakolda gözaltındoğum yerinden) başlayarak dayken alıyor. Ver elini dibu mirasın altını çiziyordu. yor Londra’ya. Üstelik bu sefer işin içine Güzel sanatlar eğitimiDylan ve Johhny Cash, ayrıni filan boşvermiş, Harvey ca John Lee Hooker’lar, Lead ve lise arkadaşlarıyla beraBelly’ler giriyordu. Rock’un ber rock motorunu çalıştırölümü çoktan ilan edilmişmışlar zaten. Londra’ya bir ken, neoliberal İngiltere’de kapağı atsalar, ortalığı halcilalı bir ergen popu pohpohlaç pamuğu gibi atacaklalanırken, en aşağılardan, şehNick Cave and rından eminler. Fakat punk rin lağımlarından çıkarak bir The Bad Seeds sonrası şaşkın Londra bikrallık inşa edeceklerdi. “Push The Sky Away” zimkileri ciddiye bile almı100 Beats CİNAİ ŞEBEKE yor, o zamanki grupları 14.99 dolar Birthday Party’ye alenen The Bad Seeds’in o zaAvustralyalı köylüler muamanlar tuhaf bir kimyası varmelesi çekiliyor. Dönmeye niyetleri yok, se- dı. Post-rock’un sonsuz imkânlarında onlar filhanelerde, rengi dönmüş şiltelerde yarı aç adeta atonal bir blues’u gözlerine kestirmişyarı tok yaşıyorlar. Birthday Party’ye kucak ti. Sonradan yollarının kesişeceği Wim Wenaçan ve ayakta tutan, duvar yıkılmadan he- ders gibi, ‘derin Amerika’yla büyülenmiş gimen önceki Berlin’in çokkültürlü ortamı. bilerdi. Hıristiyan olmadığını, kiliseye pek Grup arkadaşı Rowland S. Howard’la an- işinin düşmediğini söylemesine rağmen, bir laşamayan Cave, çareyi grubu dağıtmakta edebi eser, en temel macera kitabı olarak Esbuluyor. Harvey’i de yanına alarak kurduğu ki Ahit elinden, bir özgürlük figürü olarak İsa Bad Seeds’de, Blixa Bargeld’in yanında Ma- dilinden düşmedi Cave’in. Cinayet, gözlergazine basçısı Barry Adamson gibi başka ağır deki bir anlık parıltı, bu şarkılarda tanrısaltoplar da var. laşmanın, doğayla bütünleşmenin bir ifadeDaha Avustralya yıllarından Cave’in bir siydi. Bir anlık ışıltı uğruna ne şarkılar, Flanbaşka yakın dostu, eroin. ‘80’lerde dozu yük- nery O’Connor’larla akraba ne hikâyeler selecek, kimi albümlerde etkisini iyiden iyiye döktürdü Cave. hissettirecek, ama belki de bu şarkıların teKadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet... mel harçlarından biri olacak. 1984 tarihli ilk Son yıllarda Türkiye’de kendini toplumsal Bad Seeds albümü “From Her To Eter- bir sorun olarak dayatan bu başlıklar Cave
20
647-milsanat-20-21
1/25/13
2:20 PM
Page 3
Yeni albümde bulunan kadro Martyn P. Casey, Warren Ellis, Nick Cave, Thomas Wydler ve Jim Sclavunos’tan (soldan sağa) oluşuyor.
Cave’in ‘70’lerin başından, lise yıllarından dostu Mick Harvey de, yine geçen sene Babylon’da gösterdiği gibi, kendi mülayim şarkılarıyla daha mutlu bugün. “Push The Sky Away”, Harvey’nin elinin değmediği ilk Bad Seeds albümü olacak. şarkılarının doğal iklimiydi. Fakat Cave din ve ölümle, şehvet ve günahla, suç ve cezayla bunca meşgulken, insanın vehmedilmiş doğasına ve gündeliği aşan tutkusuna bir cerrah titizliğiyle bakarken toplum da o arada çıldırdı. Her gün bir seri katil, bir kitle katliamı haberi gazeteleri süslerken ve total cinnet bir tüketim balonunun ardına saklanırken, Bush’ların iktidarında ve terör bahanesiyle yaratılan devlet terörü çağında, bu şarkılar da başkalaşıma uğrayabilirdi. Nick Cave yeraltı krallığının temel motiflerini 1996’da “Murder Ballads”la temize çekti. Hemşerisi Kylie Minogue’la okuduğu şarkılarla kitlesel şöhretin en yakınına düştü. PJ Harvey’yle ayrılığının ardından gelen “The Boatman’s Call”un piyano baladlarında kırık, bitik, sorulara boğulmuş bir adam vardı. O arada Nick Cave bağımlılıktan kurtuldu, model Susie Bick’le evlendi, şarkı yazmak için bir büro tuttu, çocuklarıyla meşgul ol-
maya başladı. 15. Bad Seeds albümünün kapağında eşiyle yatak odalarında görünüyorlar. Onları Lennon ve Yoko Ono’dan ayıran, Bick’in aksine, Cave’in tamamen giyinik oluşu. Cinsiyetçilikle eleştirebilirsiniz tabii. Son zamanlarda Nick Cave, Grinderman adı altında arkadaşlarıyla stüdyoya dalıp aklına geleni hardcore bir rock’un eşliğinde sayıp döküyor. Bazen de, bürosunda çalıştığı şarkılarla günlerce stüdyoya kapanıyorlar, o zaman bir Bad Seeds albümü çıkageliyor. Kendi grubu Dirty Three’yle avangard sulara açılan, Cave’le soundtrack işlerine de soyunan, eline kemanını aldığında başkalaşım geçiren mülti-enstrümantalist Warren Ellis, giderek Bad Seeds’in hayati elemanı oldu. Onun gibi yıllardır gruba yardımdan kaçınmayan, dostluklarını esirgemeyen Jim Sclavunos, Thomas Wydler gibi isimler de öyle. “Push The Sky Away”de bu kadrodan ‘80’lerin kopuk deneyselliğini beklemeyeceğiz:
21
Ama Cave’in piyanosunun başına döndüğü, 2008’in “Dig, Lazarus, Dig!!!”inden daha dingin, belki “No More Shall We Part”a, “Nocturama”ya yakın, ihtimal ki daha az gitarlı bir formülle karşılaşacağız. Açıkladığına göre Cave’in bu albümde kafayı taktığı başlıca meseleler, gerçekliği ve hakikat algısını dumura uğratan, türlü çeşit fanteziyle insanda zihinsel yanılsamalar yaratan internet âlemiymiş. Bugün Nick Cave, daha ‘70’lerin sonunda adaylığını koyduğu yerde, nesli tükenmiş şarkı yazarlarının, müzisyen edebiyatçıların arasında. Bizlere her gün bir şok dayatan ve tarihi sil baştan kafasına göre yazan, ‘güvenlik’ bahanesiyle hepimizin hayatını, bütün özgürlüğümüzü pamuk ipliğine bağlayan, düşünmeyi, hayal etmeyi, yan yana gelmeyi suç sayan bir ağır kütlenin altında eski şarkılarındaki esrik duygunun işlemeyeceğinin belli ki farkında. Bazen kafasına göre takılıp bu tuhaf kitle kültürünün kodlarıyla eğlenmeye koyuluyor. Bu zamanlarda aklıselimin, sabrın, zihin açıklığının, hakikat arayışının asıl bozgunculuk olacağını da biliyor. ‘Kanun diye, kanun tepelenirken’*, kaçakların hizmetine sunduğu “Push The Sky Away”, bu ruh ikliminin şarkılarını getiriyor. Tevfik Fikret’in “Doksanbeşe Doğru” şiirinden MS Milliyet SANAT Şubat 2013
MÜZİK
647-milsanat-22-23
1/25/13
2:21 PM
Page 2
Bir ‘kadın ozan’ gülümsemesi Melis Danişmend, “Biraz Gülmek İstiyordum”la ‘kadın ozan’ nitelemesini neden ve nasıl hak ettiğini bir kez daha gösteriyor. Anlatmak için yazılmış şarkılar bunlar. Dile pelesenk olacak nakaratlardan, bir dinleyişte hafızaya yer edecek basit armonilerden yolu geçmiyor hiçbirinin. YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com
BAKMAYIN siz ozan kelimesinin Türkçede ilk akla getirdiği Karacaoğlanlara, Âşık Veysellere, Pir Sultan Abdallara... Ya da İngilizce sözlüklerde ‘poet singer’ tabirinin karşısında ‘folk şarkıları söyleyen şarkıcı’ yazmasına... Ozan sözcüğü nicedir tüm dünyada kendi şarkılarını yazıp söyleyenlere yakıştırılan bir sıfat oldu. Yeni nesil ozanlar artık halk şarkıları söylemiyor, halkların yüzyıllardan bu yana süregelen yaşanmışlıklarına, anonimleşmiş acılarına, sıkıntılarına ya da sevinçlerine, coşkularına dair hikayeler anlatmıyorlar. Onların tek derdi kendileri. Kendi dünyalarında, kendi hayatlarında olan bitenden ibaret tüm hikayeleri. İletişim ve sosyalleşme çağının iletişimsizlik ve yalnızlıktan mustarip ruhlarından dökülen, kişisel ve aslında bu derece kişisel olduğu için evrensel hikayeleri bunlar. Son yıllarda Türkçe müzik literatüründe de sıklıkla kullanılmaya başlanan ozan nitelemesini isminin başına çok yakıştırdığımız birçok yeni nesil şarkıcı ve şarkı yazarı var. Melis Danişmend işte bu kategoride adını sayabileceğimiz bir kadın ozan. Milliyet SANAT Şubat 2013
Yazıyla çok geç tanışmış, sözü dilden dile, ağıza aktararak yaşatmış ve söz söyleme yetisini ataya, erkeğe hak görmüş bir toplumda ozanın cinsiyetine vurgu yapılması boşuna değil. Asırlar boyu elinin hamuruyla erkek işine karışmaması dikte edilmiş ve tam da bu yüzden söyleyecek çok söz biriktirmiş kadının toplumda dün ve bugün konumlandırıldığı yer onu yeni nesil ozan geleneğinde ister istemez erkekten birkaç fersah öne çıkarıyor. Sözgelimi kimse Teoman’ın ozanlığını tanımlarken erkekliğine vurgu yapmıyor. Ama bu ülkede şarkı yazan bir kadın olmak ister istemez altı çizilesi bir payeye dönüşüyor.
SINIFLANDIRILAMAYAN ALBÜM Müzik yolculuğuna 2002 yılında Spitney Beers topluluğunun solisti olarak başlayan, daha sonra adını üçnoktabir olarak değiştiren grubun 2007 yılında yayınlanan
22
“Sabaha Karşı” adlı albümünde de solist olarak yer alan Melis Danişmend, grubun dağılmasından sonra yoluna tek başına devam etmeye karar veriyor ve 2010 yılında “Daha Az Renk” adlı ilk solo albümüyle dinleyici karşısına çıkıyor. Albümün adının da işaret ettiği gibi, alabildiğine az renkli, çok sade, hatta ‘minimalist’ bir albüm bu. Caz deseniz değil, pop deseniz o da değil, ‘rock’ hiç değil. Müzik marketlerde hangi rafa koysalar, dijital platformalarda hangi tür etiketiyle sınıflandırsalar olmuyor. Kayıtlarında davul bile kullanılmayan, ritme sırt çeviren, melodiden ziyade söze yaslanan, yani dinleyiciye yeni bir şey vaat ederken ondan alışkanlıklarından kurtulmasını da isteyen bir albüm bu. Neyse ki kendi dinleyicisini bulmakta zorlanmıyor. 2010 yılının son aylarında piyasaya çıkan albüm, 2011 yılında da ‘en iyiler’ listelerinde kendine yer buluyor. Tabii ki sessiz sedasız ve tabii ki
647-milsanat-22-23
1/25/13
2:21 PM
Page 3
Herkes kadar yaralı, herkes kadar mutsuz, erik yerken birdenbire ağlamaya başlayacak ve bunu anlatabilecek kadar sıradan, hatta bu yüzden bir taraftan da komik. Yaldızlı cümlelere, zeki göndermelere, parlak kafiyelere minnet etmiyor. da, enstrümanlar da ona yakaladıkları yerden eşlik etmişler gibi. Hesapsız gibi, hatta doğaçlama gibi.
ARTIK DAHA EMİN
Melis Danişmend “Biraz Gülmek İstiyorum” We Play 17.50 TL
Melis Danişmend, ilk solo albümü “Daha Az Renk”i 2010 yılında çıkardı.
ana akımın içerisinde esamisi okunmadan. Melis Danişmend’in yeni albümü “Biraz Gülmek İstiyordum” geçtiğimiz günlerde We Play etiketiyle yayınlandı. Söz ve müzikleri kendisine ait dokuz şarkıdan oluşan bu albümde Danişmend ‘kadın ozan’ nitelemesini neden ve nasıl hak ettiğini bir kez daha gösteriyor. İlk albümünde, ayaklarını kıçına vura vura Büyükada’ya kaçmak, inzivaya çekilmek, içinde biriktirdiği öfkeyle karşısındakinin ağzını cart diye yırtmak, ona tekme atmak, küfretmek isteyen, ‘kettle’da sular kaynatıp boğazından içeri akıtan, ‘çok eğleniyorum, çok seviyorum, çok masumum’ taklidi yapan öfkeli kadın şimdi ‘biraz gülmek istiyor’. Daha ilk şarkıda açıklıyor bu isteğinin nedenini: “Benim kadar hüznü seven yok, insanlar oynamak istiyorlar sabaha kadar,” diyor. “Düzel düzel,” diye telkin ediyor kendini. Ama albüm süresince ne o hüz-
nünden vazgeçiyor, ne de kırılmışlığını, küslüğünü gizleyebiliyor. Buradan dokunuyor şarkılarını dinleyenin kalbine de zaten. Herkes kadar yaralı, herkes kadar mutsuz, erik yerken birdenbire ağlamaya başlayacak ve bunu anlatabilecek kadar sıradan, hatta bu yüzden bir taraftan da komik. Yaldızlı cümlelere, zeki göndermelere, parlak kafiyelere minnet etmiyor. Kelimelerle soyunuyor, içini gösteriyor ve bundan utanmıyor. Belli ki anlatmak için yazılmış şarkılar bunlar. Kolay ezber edilecek melodi dizinleri, dile pelesenk olacak nakaratlar, bir dinleyişte hafızaya yer edecek basit armonilerden yolu geçmiyor hiçbirinin. Biri hariç diğer tüm şarkıların ‘hücum kayıt’ tekniğiyle, yani bir defada, tüm enstrümanlar ve solistle birlikte kaydedilmiş olması da Danişmend’in şarkı anlatıcılığının tadını daha yoğun hissettiriyor. Sanki o an, oracıkta, mikrofonun karşısına geçip anlatmaya başlamış
23
Albüme ironik sözleriyle şahane bir açılış yapan “Hüzün Dram Keder”in ve çok naif, çok içten “Erik”in öncelikle dikkat çekecek şarkılar olduğu söylenebilir. Birçok şarkının yakınından ya da bizzat içinden geçtiği ‘karşılıksız aşk’ temasını, adından da belli olduğu üzere, en çok hissettiren “Karşılıksız”la beraber “Masa” ve “Ufak Tefek Notlar” da kendi dinleyici kitlesine slogan doğurabilecek nitelikte şarkılar. Alabildiğine dokunaklı kapanış şarkısı “Işıklar Sönerken”i de ayrı bir yerde tutmak lazım. Bu albümde Melis Danişmend’in hem bir şarkı yazarı, hem de şarkıcı olarak ilk albüme kıyasla daha kendinden emin durduğunu söylemek yanlış olmaz. Albümdeki düzenlemelere Tansu Kaner, Faruk Kavi, Emre Ataker, Ozan Öner, Burak Gürpınar, Deniz Ilgar, Serkan Çeliköz ve Gülşah Erol’dan oluşan kalabalık kadronun yanı sıra Melis Danişmend de katkıda bulunmuş, bir şarkıda da piyano çalmış. Önceki albümden farklı olarak bu albümde davulun yanı sıra çello, trombon, tef ve keman gibi farklı enstrümanlardan da istifade edilmiş. Yakalanan müzikal bileşimin ve ses kayıt kalitesinin yüksek standardı da gösteriyor ki, dijital teknolojiye teslim olmadan da müzik yapmak hâlâ mümkün ve hâlâ güzel. Son yıllarda giderek artan akustik ve analog kayıt merakının kalıcı hale gelmesinde bu ve benzeri albümlerin dinleyiciye tattırdığı benzersiz dinleme hazzı etkili olacak hiç kuşkusuz. Bu çabayı ne kadar alkışlasak az. Vasatın algısı gerçeğin yalınlığına itibar etmez; süs sever, boya sever, renk sever. Bundandır popun sahte ihtişamı, havai fişekleri, her an her yerde üzerimize boca ettiği rengarenk konfetileri. Çünkü sadeliğin görkemini görmek de göstermek de kolay değil, kazançlı hiç değildir. Bu albümün bütününde en çok hissedilen şeyin, yani sadeliğin görkeminin daha kapaktan başladığını da söylemek lazım. Evren Arasıl tarafından çekilen kapak fotoğrafları ve Office Project imzalı kartonet tasarımı albümün dili, imlâsı ve grameriyle birebir örtüşüyor. Ne dinleyeceğinizi, neyle karşılaşacağınızı kapağa bakarak öngörmek neredeyse mümkün. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
1:44 PM
Page 2
MÜZİK
647-milsanat-24-25
Bu kez aşktan söz ediyor Aylin Aslım’dan yeni şarkı bekleyenlere müjde. Adı henüz konmamış dördüncü albüm bir aksilik olmazsa bu ay sonunda raflarda. Bu süreçte oyunculuğa ısınan, Reha Erdem’in “Şarkı Söyleyen Kadınlar”ında oynayan Aylin Aslım, yeni albümünü ilk kez Milliyet Sanat’a anlattı. ERAY ERTİMUR erayaytimur@gmail.com
Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını... ● Bu albüm için kaç şarkı yaptın?
AŞAĞIDA son derece gizemli bir söyleşi okuyacaksınız. Aylin Aslım’ın dördüncü albümü vesilesiyle yaptığımız bir söyleşi bu. Ama albümün ismini henüz söyleyemem. Muhtemelen şubat ortasını bulacak öğrenmeniz. Bu albümün konuk müzisyenlerini de söyleyemem, çünkü o da aynı şekilde zamanını bekliyor. Böyle olunca Aylin’in albümdeki cover’ından da söz etmemi beklemiyorsunuz tabii, yanılmadınız. Dostluktan öte kardeşlikten hallice yıllarımıza binaen Aylin Aslım bize torpil yaptı ve dördüncü albümün ilk söyleşisini bize verdi, gerisi için beklemeye değecek. İpucu niyetine şöyle diyeyim. Milliyet SANAT Şubat 2013
Sekiz. Bir tanesi daha önce çıkan albümden, güme giden. Bir tanesi, onu da yazma, gizli bomba. Atilla Özdemiroğlu bestesini yapmış, Aysel Gürel sözlerini yazmış. Onun dışındakiler sürpriz. ● Müziği, Atilla Özdemiroğlu’na, güftesi Aysel Gürel’e ait sürpriz bir parça desek olur mu? Olur. Onlar dışında, benim şarkılar. Sürpriz misafirlerim var bu albümde. Hep ben onlara misafir oldum, bu sefer birileri bana misafirliğe geliyor. O da güzel olacak. İlk albümden bu yana yaptığım en romantik albüm herhalde. Hani böyle net ve direkt romantik şarkı yokmuş meğerse uzun yıllardır gündemimizde. Bildiğin aşk şarkıları oldu.
24
● Niye böyle oldun ki acaba? Yaşlandın mı? Yok, aslında aksine tam genç işi. Ben ekstra zorlamışım kendimi, herkes aşk şarkısı yapıyor ben aşk şarkısı yapmayacağım diye. Biraz da, bu albümün hayatıma düştüğü dönem, böyle bir dönem herhalde, niye öyle oldu bilmiyorum. “Canını Seven Kaçsın”, o kadar sert ve hızlıydı ki, belki böyle bir şey canım çekti. ● “Canını Seven Kaçsın”, sert, hızlı ne diyorsak ona, punk pembesi. Bir yandan da kendi alanı içinde çok iyi bir albümdü. O yeterince anlaşılamadı. Yeterince tanıtılamadı, anlaşılamadı demek istemiyorum da. “Aşk Geri Gelir”in ulaşması bile, albümden 1,5 yıl sonra bir televizyon dizisi sayesinde oldu. Bağımsız yapınca, onu göze alıyorsun. Sanırım, öyle bir albümü de ancak bağımsız yapabilirdim. Onu çok sert buldu majör şirketler. Ama çok
647-milsanat-24-25
1/24/13
1:44 PM
Page 3
“Gençken, aşktan daha önemli şeyler var hayatta modundayken, kaçırmışım ki bu da aslında çok doğal değil. Herkes yeterince aşk şarkısı yapıyor şeklinde düşünüyorsun. Ne hakkında olursa olsun, iyi şarkı, her zaman iyi şarkıdır.”
Aylin Aslım’ın yeni albümünde bestesini Atilla Özdemiroğlu’nun yaptığı, sözlerini Aysel Gürel’in yazdığı bir şarkı da var.
yapmak istiyordum, iyi ki de yaptım! Ondan sonra belki biraz, hani o buharı çıkardıktan sonra, daha sakinleşme ihtiyacı duymuşumdur. Tam olarak sebebini bilmiyorum ama böyle bir albüm oldu, oldukça düşük tempo, karanlık şarkılar... Aşk şarkısı deyince, tabii ki pembe pembe değil. Sadece bir tanesi çok coşkulu ve hızlı. Adı “Küçük Bey”. En mutlu olduğum noktalardan biri Barış Yıldırım’ın bu albümde aldığı rol. Hayattaki en eski arkadaşım Barış. “Canını Seven Kaçsın”dan bu yana sahnede de beraber çalıyoruz. Onun disiplinini, müzisyenliğini, müziğe saygısını, çalışkanlığını çok seviyorum. Bu albüme tam anlamıyla el koydu diyebilirim. Düzenlemeden prodüksiyona, gitar kayıtlarından, song writing kısımlarına kadar müdahale ederek tam bir prodüktör gibi çalıştı. Keza Övünç (Dan) de öyle. Daha önceki albümde de birlikte şarkı yazarı olarak çalıştığım arkadaşım. O da olmasaydı bu albüm olur muydu, bilmiyorum. Bitmeyen heyecanı, bitmeyen umudu ve üretkenliğiyle tam bir şarkı yazarı. ● Ayağının kırık olduğu dönemde bir şeyler çıktı mı? Evdesin, hiçbir yere çıkamıyorsun ama bir yandan da çok ciddi bir moral bozukluğu, o yaratım sürecini et-
“Dizi değil, kendim kendimi geciktirdim” ● Televizyon programı, film ve dizi seni biraz albüm yapmaktan alıkoymuş olabilir mi? Dizinin nasıl bir tempo olduğu, insanın hayatından nasıl zaman aldığı ortada. Ama bana sorarsan iyi oldu. Normalde hiç tanışmayacağım insanlarla tanışıp, günün bilmem kaç saatini onlarla geçirmiş oldum. Güzel arkadaşlıklar da kurdum. Bir daha yapar mıyım bilmiyorum. Değişik bir dönemdi ve sıkı çalışmak, başka birilerinin kontrolünde, disiplininde olmak bana da iyi geldi. Kendi işimi, kendim yönetiyorum. Kuralları ben belirliyorum. Orada, belirli bir düzen içinde, uyum sağlamaya çalışmak, güzel bir eğitim oldu. Mesela, daha genç yaşlarda grup işleri bana göre değildi, zaten okuldayken takım sporlarında da çok kötüydüm. Grup halinde bir iş yapabildiğimi, uyum sağlayabildiğimi
burada gördüm. Büyümüşüm yani. Film, bambaşka bir işti. Hayal âlemi içinde olmak gibi bir şeydi. Çekimler Büyükada’da olunca kapalı alanda kurulmuş bir hayal seti gibi oldu. Aslında tahmin ettiğimden biraz daha geç yazmaya başladım şarkıları. Ayağım kırıldıktan sonra, kötü bir dönem geçirdim. Başlarda olması gereken depresyon, iyileştikten sonraki evrede ortaya çıktı, bu tuhaf. Bir anda dizi bitti, film bitti, ayağım iyileşti. Kendime koyduğum tarih itibariyle albüm yapmam gerekiyordu ama hazır değilmişim. Bu yaz, hayatın çok dışında hissettiğim bir dönem oldu. Böylece albümü baya bir geciktirmiş olduk. Belki geçtiğimiz yılın sonunda hazır olacaktı ama ben kendime gelemedim. Meğer, kırıklardan sonra oluyormuş. Aslında dizi, film değil de, ben kendi kendimi geciktirmiş oldum.
25
kiledi mi? Ben ciddi bir üretici hal alır diye düşündüm ama, hiç de tahmin ettiğim gibi üretken bir süreç olmadı. Ama tahmin ettiğim gibi karanlık bir süreç de olmadı. Çok güldüm, çok eğlendim. ● Bu arada önce “Son” dizisinde oynadın, sonra Reha Erdem’in filminde. Oyunculuk hikayen nasıl gelişti? Kafamda vardı ama “Hayatta bir sinema filmim olsa keşke,” gibi bir fantezi olarak vardı. Korka korka gittim. Dizi için müzisyen bir karakteri canlandırabileceğimi düşündüler, ben de ikna oldum. Sevdim de, oyun oynuyorsun. Film sonradan geldi. Reha Erdem’den böyle bir şey gelmesi, büyük sürpriz oldu bana. Reha Erdem gibi bir yönetmenin beni seçeceğini hiç düşünmezdim, büyük sürpriz oldu. Kırdım geçirdim oyunculuk ortamını ayağımla. ● Nasıl oldu o? Bir itiş kakış sahnesinde, bir terslik yaşandı ve iki yerden kırıldı bileğim. 1,5 aylık bir aradan sonra, filmi bitirdik. Bir hostes kızı canlandırıyorum. Filmin adı “Şarkı Söyleyen Kadınlar”. ● Aslında söyledin, bu albümün meselesi aşk. Ama onun dışında senin bir duruşun vardır, direngen tipsindir. Yine o tür göndermeler de var mı? Bu albümde, pek o tarafıma dönmedim. Yeterince bakmışım da, bu tarafa pek bakmamışım. Gençken, aşktan daha önemli şeyler var hayatta modundayken, kaçırmışım ki bu da aslında çok doğal değil. Herkes yeterince aşk şarkısı yapıyor şeklinde düşünüyorsun. Ne hakkında olursa olsun, iyi şarkı, her zaman iyi şarkıdır. İçinden geliyorsa, yok ben yine yapmayayım da şimdi sosyal şeylerden bahsedeyim demek de çok samimi ve doğal değil. Dolayısıyla, bahsettiğin şey üzerinden gidersek, görece daha yumuşak bir albüm. Eskisi kadar sert ve sivri, kafaya çakan gibi değil de, romantik. Şarkıyı yazarken bir gitar bir vokal çalışıyoruz önce ve o haliyle o kadar beğeniyoruz ki, bu şarkıda hiçbir şey olmasın, yalnızca bir gitar bir vokal olsun diyoruz mesela. Sonra, bir de şunu deneyelim, bir de şunu koyalım derken normal bir şarkı haline dönüşüyor. Bu arada bizim gruba, geçen sene Roxy Müzik Günleri’nin birincisi olan Barış Çakmakçı eklendi. Milankundura diye bir grubun lideri, klavyecisi, piyanisti ve solisti. Çok yetenekli, genç bir arkadaş. Tabii onun varlığıyla, sahnede yaylı ve elektronik öğeleri kimin kullanacağı belli oldu. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
3:18 PM
Page 2
Birsen Tezer “İkinci Cihan” Ada Müzik
FOTOĞRAF: KADRİ KARAHAN
MÜZİK
647-milsanat-26-27
Birsen Tezer, “Biz huzursuz insanlarız. Şarkılarımız da bu huzursuzluklardan çıkıyor,” diyor.
“Bunlar, büyüyüp olgunlaşmanın şarkıları” Birsen Tezer, ikinci albümü “İkinci Cihan”la dünyasının kapılarını biraz daha aralıyor dinleyenlere. İlki gibi bir müzik imecesiyle yapılmış, piyasa kaygılarından azade, dinleyenin ‘nefesini açan’ bir albüm... MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk
BİRSEN TEZER söylemeye başlayınca kesin daha yavaş dönmeye başlıyor dünya. Gündeliğin keşmekeşi ortasında bitap düşmüşken biz, ‘dur bir dakika allasen, nereye koşuyorsun?’ diyor sesi. Yürek kabarıyor deniz gibi, akıl solda sıfır, susuveriyor. İkinci albümü “İkinci Cihan”, ikinci kez kapılarını aralıyor onun nadide dünyasının. Nefes oluyor bir kez daha, soluksuz kaldığımız zamanlarda. ● Evimizdeki Birsen Tezer albümlerinin sayısı iki oldu. Ne mutlu bize! İçinize sindi mi bu albüm? Her ne kadar hayatı bana sunduğu doğallığı ile yaşamayı düstur edinsem de, değer bildiklerim konusunda bir hayli titiz yaklaşımlarım var. Yakınımdakiler biraz kontrol delisi olduğum konusunda hem fikirler, ki konu müzikse zaten içime sinmeyen tek bir noktayı dahi kabul edemiyorum. Sorunuzun cevabı “Tabii”dir. ● Nasıl bir ruhsal dönemin ürünü bu
Milliyet SANAT Şubat 2013
şarkılar? Bir önceki albümden bu yana hayat nasıldı sizin için? Benim için büyümenin, olgunlaşmanın, aldığım derslerin sonrasında yapılan sınavların sonuçlarını artık kendimi daha az yıpratarak kabul etmeyi öğrendiğim bir dönemin şarkıları bunlar. Müzik anlamında değil ama hayat anlamında biraz tırmalamaktan vazgeçmenin izlerini bulabilirsiniz belki. Bir gün şaşırabilmeyi umarak... ● Bu albümde yeni bir şey denemiyorsunuz. Yine bildiğimiz muazzam Birsen Tezer ‘sound’u. Aradığınızı bulmuş olabilir misiniz? Herkes gibi hayatın anlamını kendimce sorgularken fark ettiğim şey, insanın ilk önce kendisini anlaması, keşfetmesi, sınırlarını ve yeteneklerini görüp sahip olduğu en küçük erdemin dahi ziyan edilmemesi gerektiği oldu. Dert başkaları değil de kendiniz olunca, öyle bir deryada yol almaya başlıyorsunuz ki, ürettiklerinizi sizin oluşturduğunuz bir elekten geçirip kendinize kattığınız dış görsel, işitsel ve dokunsal üretimle birleştiriyor, gitgide beslenip daha tatmin edici bir yaşam formu kuruyorsunuz. Bu formun içinde kendinizi konforlu hissediyor, tüm estetik gereksinimlerinizin karşı-
26
landığını görüyorsunuz. Daha fazlasını aramaya gerek duymuyor, içinize bakıp bulduklarınızı müziğe döküyorsunuz. Çıkan ‘sound’ içimizden gelenin ses halinde yansıması sadece. Farklılıklar, benzeşmeler, yolculuklar, yeni sesler hep içimizde aslında. Ama ‘buldum’ diyeceğiniz bir son da yok. ● Bu albümde de yine başka müzisyenlerin isimleri var. Kimlerle çalıştınız? Albümü ilkinde olduğu gibi beş kişinin duygu ve müzik imecesi ile gerçekleştirdik önce. ‘Kemik takım’ dediğim bu ekipte Gürol Ağırbaş, Tunç Öndemir, Emre Tankal ve Derin Bayhan var. Yine ilk albümde olduğu gibi Zafer Cımbıl’ın bir şarkısı yer aldı “İkinci Cihan”da. Eski adı “Bas Şarkıları”nda “Eylül” olan “Kendi Kendime”, Bülent Ortaçgil sözü ve Gürol Ağırbaş bestesi ile beni çok heyecanlandıran bir çalışma oldu. Sevildiğini bildiğim bir İlhan Şeşen şarkısı da adı değişerek güzel bir düetle “Ne Tuhaf” olarak albümde yer aldı. Müzik camiasında henüz adı duyulmayan ama etkileyici şarkıları olan Sami Batok arkadaşımın “Boşver” isimli şarkısı var bir de. Vokaliyle albümün çıtasını bence epey yükselten Sibel Köse, gitarları ile yürekleri-
647-milsanat-26-27
1/25/13
3:18 PM
Page 3
“Ünlü olma isteği hep garip gelmiştir” ni döken, şarkıları sanki buralara benzemeyen bir diyara taşıyan Erkan Oğur ve Akın Eldes, erbane ve bendiriyle kalp atışlarımızı hızlandıran Tarık Aslan ve hüznü tamamlayan çellosuyla Özer Arkun konuk müzisyenlerimiz oldu. ● Sizin en başından beri çok net bir ‘biz’ tavrınız var. ‘Ben’ olmak yerine, müziği birlikte yaptığınız insanlarla birlikte anılmak istiyorsunuz. Bu sizin müzik yolculuğunuz hakkında ne söylüyor? Makinelerle ve müzik dilinde ‘sample’ tabir edilen yapay seslerle müzik yapmıyoruz biz. Herkes enstrümanıyla kendini, bilgi ve tecrübesini, duygularını koyuyor ortaya. Birbirimizden etkilenerek, paylaştığımız şeyin bizdeki başkalaşımının heyecanıyla yuvarlanıyoruz içinde. Birbirimizi değiştiriyor, sonra tam bir bütünlükte birleşiyoruz. Ne ben kalıyorum ben kadar, ne ekip arkadaşlarım kendileri kadar. Durum böyleyken “ben’ diyemiyorum haliyle, çünkü ‘biz’ oluyoruz. ● Sık sık konser veriyorsunuz. Neler oluyor içinizde siz sahnedeyken? Bir çeşit trans hali diyebilirim. Müzisyen arkadaşlarım, ben ve dinleyiciler arasında oluşan, sadece orda, o ana ait bir dünyayı paylaşmak, gizli bir toplantı gibi. Yer yer ağlayıp yer yer güldüğümüz, en gizli sırlarımızı birbirimize anlattığımız, ama konuşulanların aramızda kaldığı ve oradan çıktığımızda her şeyi orada bıraktığımız... ● Mavi Bar deyince aklıma gelen isimlerden biri de sizsiniz. Oradaki buluşmalar hep bir başkaydı. Nasıl bir yeri var sizde Mavi’nin? Mavi benim kendimi keşfetmeye başladığım bir yer. Kendimi aramaya başladığım, nice değerli müzisyenin kendini bulduğu bir sahne. Bu yüzden bir mihenk taşıdır hayatımda, çok özeldir. Keşke evlatlık verilmeseydi dediğim çok güzel bir çocuk... ● Birsen Tezer’in müziği huzurludur, sakindir hep. İçiniz de öyle mi? Biz huzursuz insanlarız ve şarkılarımız da bu huzursuzluklardan çıkıyor. Hayatın içinde olup bitenler biraz daha fazla etkiliyor sanırım bizleri, biraz daha derin yaralar açıyor sanki. Yine de yuvarlanmaktan, yara bere içinde kalmaktan alamıyoruz kendimizi. Ama mutluluğun da değerli kısa noktalar olduğunu biliyoruz uzun çizgilerin arasında. ● Sizin şarkılarınız, nice aşkın fonu. Sevgili-
● Bizi kendinize müptela eden yeteneğinize rağmen, medyatik biri değilsiniz. Ünlü olayım gibi bir derdiniz olmadı mı hiç? Hayır, olmadı, olmayacak da. Ünlü olma isteği bana hep garip gelmiştir. Sonunda yalnızlığın da bir keyfi olduğunu keşfettim. Severim kendi kendimle kalmayı, saatlerce düşünmeyi, sokaklarda avare avare dolaşmayı, otobüse, vapura rahat rahat binmeyi, manzarayı, insanları seyretmeyi, gönlümce tek başıma hareket edebilmeyi, akıp giden bir kalabalığın içinde dikkatim dağılmadan eski bir eve bakabilmeyi... Böyle iyi.
● Müzik camiasının tantanası dışındasınız. “Ben müziğimi yaparım, dinleyen dinler,” gibi bir şey. Rekabet duygunuz var mı? Rekabet insanın kendiyle olmalı bence. Kaygın kendi sınırlarını nereye kadar geliştirebileceğinle ilgili olmalı. Herkes başka bir hayat yaşıyor, başka şekillerde büyüyor. Kimse tanımadığı bir yaşamla yarışmakla vakit kaybetmemeli henüz kendini tanımıyorken. Evet ‘dinleyen dinler’ diyorum çünkü sonuçta kendi gizini, özelini döküyorsun ortaya, bununla herkesin ilgisini çekmeye çalışmak seni yoran anlamsız bir koşu.
ler arasında dolanıp duruyor, yüreklere dokunuyor. Siz hissedip söylüyorsunuz, biz alıp kendi aşkımıza malzeme yapıyoruz. Bir ortaklık gibi... Ne güzel söylediniz, evet duygusal bir ortaklık gibi... Aramızda imzalanmış gizli bir anlaşma gibi... Taraflardan biri olmak çok mutlu ediyor beni. Sahneye çıktığımda herkesin gözleriyle karşılaşmaya çalışıyorum, tek tek bakıyorum içlerine, bilirler. Duyuyorum şarkılarıma olan ihtiyaçlarını ve bir nefes alıp sonra başlıyorum söylemeye hepimiz için. Siz konserlerinizde sona yaklaşınca dersiniz ya: ‘Neyle bitirelim?’ Şimdi size sorayım, bu röportajı ‘neyle bitirelim?’ Karşımda beni bu kadar anlamaya uğraşmış, farkındalığı yüksek sorularıyla çenemin düşmesine sebep olan, soruların fazlalığıyla beni bir hayli benden alan sevgili Melisa Kesmez ve tüm okuyucular için içten bir “Nefes”... MS
“Birbirimizi değiştiriyor, sonra tam bir bütünlükte birleşiyoruz. Ne ben kalıyorum ben kadar, ne ekip arkadaşlarım kendileri kadar. Durum böyleyken ‘ben’ diyemiyorum haliyle, çünkü ‘biz’ oluyoruz.” 27
Milliyet SANAT Şubat 2013
MÜZİK
647-milsanat-28-29
1/25/13
2:24 PM
Page 2
Usta gitarist, ‘efendi’ müzisyen ASLI ONAT aslionat29@gmail.com
The Smiths’in efsanevi gitaristi Johnny Marr, uzun süredir beklenen ilk solo albümü “The Messenger”ı bu ay yayınlayacak. 25 yıldır çeşitli gruplarda çalan Marr, “Artık başka gruplarda çalmak değil, kendi çalışmalarıma yoğunlaşmak istiyorum,” diyor.
GEÇEN AY bu sayfalarda Slash’den söz ederken, karizmalarıyla zaman zaman vokalistleri gölgede bırakan gitaristlerden bahsetmiştik. Bu yazıda da karizmatik, sessiz, grubun yükünü taşısa da ön plana çıkmamayı tercih eden gitaristlerden birini konu edeceğiz: Bu ay ilk solo albümü “The Messenger”ı yayınlayacak olan Johnny Marr’ı... The Smiths’in bir arada olduğu beş yıl boMilliyet SANAT Şubat 2013
yunca grubun gitaristi olan ve daima ön plandaki Morrissey’in ardında kendi halinde çalan Marr, ‘ben şöyleyim, böyleyim’ diye şişinmeden yalnızca işini yapan alçakgönüllü müzisyenlere çok iyi bir örnek. Kendisinden sonraki yeni nesil rock gruplarını çok etkilemiş bir isim. Radiohead’den Oasis’e kadar pek çok grup, Johnny Marr’ın tarzından etkilenip ilham aldıklarını belirtiyor. Marr’ın
28
ustalığını bilen biliyor. Bilmeyenler ise The Smiths döneminin şarkılarını gözden geçirdikten sonra “The Messenger”a kulak verebilirler. The Smiths şarkılarındaki duygusallığın dinleyiciyi bu kadar çarpmasında Morrissey’in vokali kadar Marr’ın kimselerinkine benzemeyen tarzının da etkisi vardır. Onun gitarını dinlerken, biriyle konuşup dertleşiyormuş gibi hissedersiniz kendinizi.
647-milsanat-28-29
1/25/13
2:24 PM
Page 3
The Smiths’in yeniden bir araya geleceği yönündeki söylenti, rafa kalkacak gibi görünüyor. Marr, “Bu söylentiyi yaymak bir tür spor haline gelmiş insanlar için ama bu gerçekleşmeyecek,” diyor.
Efsanenin çöküşü 1982 yılında Morrissey’in kapısını çalan genç Johnny Marr, onu gördüğü anda anlaşacaklarını hissetmiş. Morrissey, kapıyı açıp onu içeri buyur ettikten sonra her ne kadar zıt karakterler olsalar da birlikte çalışabileceklerini anlamışlar. Marr, “Bunun dönüşü yoktu, ‘80’lerin en önemli grubu olmak gibi bir görevimiz vardı,” diyor. “Eğer bunu başaramasaydık, Manchester’ın en büyük kaybedenleri olacaktık.” Marr, pek çok söyleşisinde The Smiths’in dağılması konusuna değindi. Daily Mail’e verdiği bir söyleşide, ‘80’lerde İngiltere’nin en iyi grubuyken bir anda dağılma kararı almalarının sürpriz olmadığını söylüyor. Gitariste göre, buna üzerinde hissettiği dayanılmaz baskı neden olmuş. Henüz 20’li yaşlarında bir yandan
Johnny Marr, ilk solo albümü “The Messenger”ı geçmişe dönüp baktığı bir albüm olarak tanımlıyor.
Gitaristin solo albümü, stilinin iyice oturduğu olgunluk döneminde hoş bir sürpriz olarak çıktı karşımıza. 2006 yılında ailesiyle İngiltere’den ABD’ye taşınan 49 yaşındaki Johnny Marr, bu solo albümü Berlin’de ve Manchester’da kaydetmiş. Albümü de ‘Avrupa’da büyüme deneyiminden’ yola çıkarak hazırlamış. “Doğup büyüdüğünüz şehirden uzaklaştığınız
arka arkaya hit şarkılar yazması beklenen Marr, bir yandan da düzgün bir menajerlikle yönetilmeyen grubu idare etmek zorunda kalmış. Tüm bunlar üzerinde baskı yaratınca alkole sığınmış fakat bu alışkanlığı sağlığını tehlikeye sokmaya başlayınca, iyice çıkmaza girmiş. Sonunda grup, gözü yaşlı sevenlerine veda etmek zorunda kalmış. Marr, bugün alkolü ağzına bile sürmediğini belirtiyor: “Sağlıklı hayat delisi olduğumdan değil ama alkol, müziğime konsantre olmamı, işimi yapmamı engelliyor. Müzik yapabilmem için kafamın net ve sağlam olması lazım.” Marr, Morrissey ile artık görüşmediklerini ama birlikte çalışmış olduğu kimseye karşı olumsuz duygular beslemediğini de ekliyor. zaman, orası hakkında daha çok şarkı yazasınız geliyor. Bazen özlem, bazen de uzaktan buraya daha objektif bakabilmek tetikliyor bunu,” diyor. Yine de “The Messenger”ı geçmişe dönüp baktığı şarkılarla dolu bir albüm olarak tanımlamıyor. Solo albümünü bu kadar uzun süre sonra çıkarmış olmasının nedenini ise “Artık başka birinin grubunda çalmak istemedim,” şeklinde açıklıyor. Böylece The Smiths’in yeniden bir araya gelip albüm çıkaracağı yönündeki bitmek bilmeyen söylenti, bir süreliğine olsun rafa kalkacak gibi görünüyor. Marr, “Benden başka herkesin bu birleşme konusunda bilgisi var; bu söylentiyi yaymak bir tür spor haline gelmiş insanlar için ama bu gerçekleşmeyecek,” diyerek konuya son noktayı koyuyor. 2007 yılında gruba bir dizi konser vermeleri için 10 milyon dolar teklif edildiğini ama bu girişimin başarısız olduğunu da ekleyelim. Geçmişte birlikte çalıştığı kişilerin hiçbiri hakkında basın üzerinden dedikodu yapmayan, aynı şekilde hakkında kimsenin kötü bir söz söylemediği biri Johnny Marr. Günümüzde eşine az rastlanan ‘efendi müzisyen’ kimliğini sonuna kadar hak eden bir kişilik...
29
Kendisiyle söyleşi yapma şansını yakalayan gazeteciler de Marr’ın ‘tepeden bakmayıp insanı adam yerine koyan’ doğası nedeniyle onunla söyleşi yapmaktan çok sohbet havasında konuşabildiklerini belirtiyor. Marr’ın yarısı kadar yetenekli olmayıp basın toplantılarına saatlerce geciken sanatçı tiplemelerini düşününce, bu tavrını takdir etmemek mümkün değil.
TAM BİR GİTAR ALBÜMÜ Johnny Marr, The Smiths yıllarından bugüne kadar olan süreçte, kendisinin bile ‘ummadığı kadar’ yol kat ettiğini, müzikal açıdan geliştiğini belirtiyor. Eskiden iyi müzik yapıp da yaşlandıkça yerinde sayan ve peşpeşe berbat albümler sıralayıp geçmişin mirasını yiyen bir müzisyen değil neyse ki. The Smiths 1987’de dağıldıktan sonra The Pretenders, Electronic, The Healers, The The, Modest Mouse, The Cribs gibi gruplarla çalan Marr “The Messenger”da kendi kendisinin patronu olduğunu belli ederek tam bir gitar albümü koyuyor önümüze. Prodüktörlüğünü de yaptığı çalışmadaki parçaların tüm sözleri kendisine ait ve mikrofonun arkasında da yine Marr var. Albümle aynı adı taşıyan ilk single “The Messenger”, son yıllarda duyduğumuz parçalara açık ara fark atıyor. İyice tekdüzeleşmiş, ruhsuz şarkılara kıyasla uzun süredir duymadığımız kadar hoş bir ritmi ve ‘ruhu’ var parçanın. Öyle ki gençlerin içi geçmiş, ne varsa eskilerde var, dedirtiyor. Parça, mantık ve duygu çatışmasını konu alıyor. Çalışmada dikkat çeken diğer parçalar ise “The Right Thing Right”, “Upstarts”, “European Me” ve karısını bir EKG makinesi için terk eden bir adamın anlatıldığı “I Want the Heartbeat”. “Word Starts Attack”, dijital medyanın yaratıp sona erdirdiği ilişkilere odaklanıyor. “New Town Velocity” ise şaşırtıcı bir şekilde, özel hayatı konusunda daima hassas davranan Marr’ın gençliği hakkında. Parça, gitaristin genç yaşta evini ve okulunu terk ederek dönüşü olmayan bir yola girdiği dönemi konu alıyor. Takipçilerine mahçup olmamayı da önemsiyor Johnny Marr: “Ben ne istersem onu yaparım diyen, bunu paranoyaklık ve nevrotiklik düzeyine taşıyan biri olmadım hiç. Dinleyicilerimin de bana benzeyen insanlar olduğunu düşünüyorum ve düşüncelerine değer veriyorum. Onların benden beklentileri, genelde benim de yapmak istediğim işler doğrultusunda oluyor. O nedenle çok deneysel işlere kalkışmadım şimdiye kadar.” MS Johnny Marr / “The Messenger” / EMI - Warner Music Group Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
1:47 PM
Page 2
MÜZİK
647-milsanat-30-31
Nigel Godrich’in bir şarkısını remiksleyen Chrvches’in üyeleri, Lauren Mayberry, Ian Cook ve Martin Doherty (soldan sağa).
2013 onların yılı mı olacak? Geçtiğimiz ay Sound of 2013 listesi açıklandı. Bu defa istedik ki hemen yılın başında, BBC’nin ve İngiliz müzik endüstirinin 200 kadar ‘bir bilen’inin öngörülerine kulak kabartalım. Mvula, ilk albümü için RCAP ile anlaştı. EGEMEN LİMONCUOĞLU
HAIM
egelimon@yahoo.com
20’li yaşlarının başındaki üç kızkardeşten (ve onlara elinin bagetleriyle davul setinin başında eşlik eden bir başka genç hanımdan) oluşuyor HAIM. Kardeşlerden Danielle ve Este küçüklüklerinden beri müzik piyasasının içinde, çocuklara özel tv kanalı Nickelodeon’un geleneksel ödüllerinden nasiplenmişlikleri bile var. Üniversite çağına geldiklerinde kendi gruplarını kurmaya karar veriyorlar ve HAIM ortaya çıkıyor. Kaliforniya güneşini hissettiren 70’lerin pop-folk’uyla asri zamanların indie pop’unu ve hatta hafif hafif modern zamanların r&b’sini bir arada işitebileceğiniz müzikleriyle Sound of 2013’ün bir numarasına
BBC’YE GÖRE, evet, 2013 onların yılı olacak. Hazırladıkları Sound Of 2012 listesi yıl boyu Michael Kiwanuka, Frank Ocean, Azealia Banks, A$ap Rocky, Skrillex, Lianna La Havas, Dry The River gibi isimlerin şarkılarını dinleyeceğimizi öngörmüş, haksız da çıkmamıştı. Geçtiğimiz ay Sound of 2013 listesi açıklandı. Bu defa istedik ki hemen yılın başında, BBC’nin ve İngiliz müzik endüstirinin 200 kadar ‘bir bilen’inin öngörülerine kulak kabartalım. Milliyet SANAT Şubat 2013
30
kuruldular. Fleetwood Mac’in, 80’lere dair en güzel şeylerden biri olarak anımsadığımız “Tango In The Night” albümündeki incelikli pop havayı solutan şarkıları “Forever” HAIM kızlarına dair fikir edinmek için gayet iyi bir seçim olabilir. Hemen akabinde bir de “Don’t Save Me”leri. Henüz bir albümleri yok, ama bu yıl ona da sahip olacaklar. Öykünün devamına birlikte tanıklık edeceğiz.
ALUNAGEORGE AlunaGeorge Londra çıkışlı bir ikili. Tahmin edeceğiniz üzere, bir Aluna (Francis) ve bir George (Reid)’dan oluşuyor kendileri. Son yılların bir kadın ve bir erkekten mürekkep ikililerinden AlunaGeorge da. İn-
647-milsanat-30-31
1/24/13
1:47 PM
Page 3
Kaliforniya güneşini hissettiren 70’lerin pop-folk’uyla asri zamanların indie pop’unu ve hatta hafif hafif modern zamanların r&b’sini bir arada işitebileceğiniz müzikleriyle Sound of 2013’ün bir numarasına kuruldu.
Daha önce kimler seçilmişti? ● 2003
50 Cent ● 2004 Keane ● 2005 The Bravery ● 2006 Corinne Bailey Rae ● 2007 Mika ● 2008 Adele ● 2009 Little Boots ● 2010 Ellie Goulding ● 2011 Jessie J ● 2012 Michael Kiwanuka giliz elektronik müziğinin eşsiz külliyatından beslenen bir altyapı ve prodüksiyon estetiği üzerine Aluna’nın modern r&b’nin yıldızlarına rahatlıkla kafa tutabilecek yetkinlikteki vokali; ikilinin müziğini kısaca böyle tanımlayabiliriz. Amerika’nın birlikte çalışmak için kuyruk beklemeniz gereken, tuttuğu altın prodüktörlerinin mahir stüdyo numaralarıyla elde edilen ‘sound’ları bu iki genç müzisyen tereyağından hit çeker rahatlıyla elde ediyor. “You Know You Like It” isimli EP’lerini haziranda çıkartmışlardı, ekimdeyse ilk single’ları “Your Drums, Your Love” geldi. Yazın ilk günleriyle birlikte ilk albümlerini
Listedek i isimler diğer
BBC Sou toplam 15 nd of 2013 listesi isimden o lu beşte ken dine yer b şuyor, en az ilk ulabilenle geleceği p r kadar arlak müz isyenler v gruplar va e HAIM, Este, Danielle ve Alana r ‘uzun’ li stede. Adını hali adlı (soldan sağa) 3 kız hazırda ö e vgüler ş li ğ in de işit kardeşten oluşuyor. “Another tiğimiz The Weeke Lo nd yürek teli ve” piyano ballad’ı , yla titretme g ayesindek Odell, bir i Tom sonraki b ü yük yeten bulma mis eği yonunda bir vazgeçme yen NME türlü ’n grupları P in alma Viole gözde ‘yeni’ ts, Peace Savages g ve ibil başını yür eri her halükarda a üyecekler lı gibi duruy p önümüzd or eki aylard a. King Kru le adı altın yapan Ar da müzik chy mutlaka a Marshall’ın adı da kılda tutu lması gerekenle rden. ’94 doğumlu Marshall , İngiliz ça lışan sınıf geleceğin ının den ümid i kesmiş g üzerine y e nçler apıl filmden fı mış herhangi bir iy i rlamış gib i i görünen şaşırtıcı b ir kabiliye t. Nas’ın him ayesindek Angel Ha i Arlissa, ze o beşte bulm lmasaydı kendini ilk as görünen p ı pek muhtemel op yıldızı A*M*E v Dublinli g e iki encecik g rup Koda de dinliyor olacağız. Little Gre line ve en Cars d a li ‘onların y ılı olacak’l stenin diğer ANGEL HAZE arı. BBC’nin oylamasında fikir beyan eden müzik endüstrisinin içinden isimler sanki geçen yılki Azealia Banks tercihlerine bu yıl da Angel Haze vasıtasıyla bir rakip çı- için RCA ile anlaşmış olması bile bu yeni karmak istemiş. Banks ve Haze de onları kır- ama kadim halin bir göstergesi gibi. Eğer işmak istememiş olacak ki, geçtiğimiz ay bo- ler yolunda gider, ki pek şüphe bırakmıyor yunca hip hop raconlarına uygun şekillerde aksi ihtimale dair, bu yıl onun da yılı olursa birbirlerine verip veriştirdikleri ‘diss’ şarkı- kendisinin İstanbul Caz Festivali sahnesilarla hareretli bir münakaşaya giriştiler. So- ne de pek yakışacağı. und of 2013’ün ilk beşine kalan tek Amerikalı olmak gibi bir özelliği daha var Detroit, CHVRCHES İskoç grubun vokal görevinden sorumMichigan doğumlu Angel Haze’in. Geçtiğimiz seneyi mixtape’ler ile geçiren ’91 do- lu müdüresi Lauren Mayberry, son yıllarda ğumlu Raykeea Wilson (sürpriz! Angel Ha- indie şemsiyesi altında toplanan elektronik ze gerçek adı değil) hip hop’un modern ve pop ekiplerini keyifle dinleyenlerin hemen bıçkın kanadında saf tutmuş kadın rap- dikkatini çekecek bir sese sahip. Biraz fazla per’lardan. Epeyce de asabi, bizden söyle- varolan şablonlar sathında müzik yapıyormesi. lar gibi gelseler de kulağa, onların da ilk beşte yer almalarına itiraz etmek güç. Henüz LAURA MVULA ortada sadece iki single’ları var. Ama Passi2013 onun yılı da olacak diyor Sound of on Pit gibi günün en iyi synth-pop ile rock 2013 listesi, ilk beşin en ‘cazsı’ ismi Laura kıvamı tutturan gruplarından biriyle turneMvula için. Mvula’nın dingin sesi, sahibi 26 ye çıkmak, Radiohead onsuz ne yapardı deyaşında olmasına rağmen çok daha yıllan- yip durduğumuz prodüktör Nigel Godmış geliyor kulağa. Bu da ister istemez yıl- rich’in kendi projesi Ultraista’nın bir şarkılar öncesine ait kayıtlar dinliyormuşçasına sını remikslemek gibi epey havalı notlar var itina göstermeyi elzem kılıyor. İlk albümü CV’lerinde. MS
31
Milliyet SANAT Şubat 2013
MÜZİK
647-milsanat-32-33
1/24/13
1:49 PM
Page 2
Şehir orkestra ister Bir zamalar cuma akşamlarının bir ritüeliydi, AKM’de İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı dinlemek. Koca bir senfoni orkestrasını kentin göbeğinde çok ucuza dinleyebilmek az şey değildi. Senfoni orkestrasının yine evine döneceği günü beklerken, onların göçebe de olsa konserlerini sürdürdüğünü hatırlatmak istedik.
UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com
YILLAR BOYU, iyisiyle kötüsüyle bize tüm sezon boyunca her hafta bir senfonik konser sunmuş devlet senfoni orkestralarının o capcanlı imajlarını hatırlar mısınız? Ben hatırlıyorum. İnce kültür işlerine genel anlamda bir parça uzak sayabileceğimiz bu ülkede her cuma akşamı bir konser verirlerdi. Cumartesi de tekrar ederdi bu konser. Şimdi de haftalık düzende konser veriyorMilliyet SANAT Şubat 2013
lar. Eski heyecan, heves, azim, mükemmeliyet coşkusu var mı, bilmem. Senfoni orkestralarının dününü, bugününü verilerle, kararlarla araştırmak değil, şu an bu yazıda yapmak istediğim. Öyle niceliksel amaçları, tespit niyetleri de yok şu anda bu satırların yazarının. Bir imge, belki de tümüyle kişisel bir imge üzerinden hareket ediyor yalnızca. Elde sayısal araştırma olmadan da, bir nostalji duygusuna yol açacak kadar yer etmiş olduklarını rahatlıkla teslim edebilir ama. Şimdilerde özel sanat merkezleri, avangard satımlı sanat işleri gibi yankı uyandırmasalar da benim kuşağımın, benden önceki ku-
32
şakların canlı senfonik müzik icrası ihtiyaçlarını karşıladı bu orkestralar. Durmadan dinlenmeden her hafta, farklı eserlerle hayatımıza renk kattılar. Bilet sıralarında kalplerimiz çarptı, acaba son biletlerden bize de kalacak mı diye. Yurt dışından getirilen meşhur solisti görebilmek için çırpındık, birbirimize haber verdik, organizasyonlar yaptık. Üşenmeden sayısız kez ayaklarda konserler izledik. Heyecan bulutunun merkezindeydiler. Her şey için onlara teşekkür etmeliyiz. Arkalarında da bayrağı devralacak devam niteliğinde ve eş-fonksiyonlu bir kültür organizması bırakabildiklerini söyle-
647-milsanat-32-33
1/24/13
1:49 PM
Page 3
İDSO, 1 Şubat’ta CKM, 8,15, 22 Şubat’ta Lütfi Kırdar ve 21 Şubat’ta Kültür Üniversitesi’nde.
Bir ay İDSO’yu izlediğinizde, kendinizce bir klasik müzik birikimi başlatmanız işten değil. Ciddi ve eski, olgun bir orkestrayla karşı karşıyayız. Şaka değil.
yemem. Bence bu konu hâlâ onlara bağlı. Onlar varsa var.
YARIM ASRI GEÇTİ Temelleri 1827’de Donizetti Paşa’nın Muzika-i Humayun’una giden, 1945 yılında İstanbul’un müzik ortamının önemli siması kompozitör Cemal Reşit Rey tarafından İstanbul Belediyesi Şehir Orkestrası olarak kurulan topluluk, bugünkü adına 1972 yılında kavuştu. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası (İDSO), yarım asrı geçen hayatında tanınmış dünya çapında solistler, Türkiyeli sanatçılar, şeflerle birlikte çaldı. İsimlerini saymayayım. Klasikten, romantiğe, postromantikten moderne sayısız eseri İstanbul seyircisinin gündemine getirdi. “Bunlar önemlidir,” dedirtti. AKM’de verilen cuma konserlerinin, Taksim’de bulunmaya kattığı anlamı ifade etmem güç. 18.00 sularında Beyoğlu’nda avare dolaşırken birden İDSO aklınıza gelsin mesela. Koca bir senfoni orkestrasının 5 dakika mesafedeki modern konser salonunda, Kültür Bakanlığı tarafından son derece kolaylaştırılmış, 5 kuruş paraya alınır hale getirilmiş biletlerini bulabilmek az şey değildi. Senfoni orkestramızı yine Taksim’in göbeğine bekliyoruz; heyecanla. Yılların onda nasıl değişiklikler yarattığı, salonsuzluk, evsizlik sorununun nasıl bir yıpranmaya neden olabileceği, düşük solist bütçelerinin yurtdışı solist kalitesini nasıl düşürdüğü vb. başka faktörlere girmeyeyim. Şimdi belki medya ilgisizliğinden, belki eleştirilmesi gereken başka şeylerden, onun adını dergilerde gazetelerde çok sık görmüyorum. Görmek isterim. Çünkü ‘şehir’ orkestra ister. Sık, düzenli ve sağlam çalan bir orkestra. Şu anki mevcut finansal ve bürokratik yapılar içinde, bu fonksiyonu en güzel ve doğru şekilde yerine getirmeye aday müzik topluluğu, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’dır. Bu ülkede, evet evet, hele hele bu ülkede, isteyen herkese klasik müziği sunmanın, mesela sil baştan sunmanın, yeniden öğreterek sunmanın o kadar çok anlamı var ki. Örneğin, İDSO’dan ‘tüm Beethoven senfonileri döngüsü’ gibi bir program görmek, neden sonra, ne kadar anlamlı olurdu. Belki söyleşi ve açıklamalarla da desteklenen, ve çok iyi de PR’ı yapılan... (Ne olur biraz da PR bu tarafa) Böyle binbir değişik ‘haydi yine başlıyoruz’ programı hayal edilebilir, kurgulanabilir. Neticede elde, müthiş bir orkestra aygıtı var, hem de uzun on yılların deneyimini taşıyan, ve istendiği takdirde birinci sınıf işler çıkartabilecek türden. Ve İDSO’nun programlarını incelediğinizde, kentin ortalama senfonik müzik ihti-
33
yacını karşılayan bir sessiz dev görüyorsunuz. Örneğin bu ay konserlerinde bir Prokofiev “Keman Konçerto”, bir Beethoven “Piyano Konçertosu”, Elgar “Çello Konçerto” var. Bunlara ek olarak Beethoven’ın “8. Senfonisi”, Ulvi Cemal Erkin’in “Keman Konçertosu” var. Bir ay İDSO’yu izlediğinizde, kendinizce bir klasik müzik birikimi başlatmanız işten değil. Sabırlı davranıp bir bütün sezon, her cuma izlerseniz, klasik Batı müziği gibi dev bir sanat dalında, kendi zevklerinizi bile oluşturabilirsiniz. İşte size hayat boyu bir hobi. Bu olanağı İstanbullu klasik müzik öğrenmek isteyenler niye daha yoğun değerlendirmiyor? Ciddi ve eski, olgun bir orkestrayla karşı karşıyayız. Şaka değil.
BU AY NELER VAR? Örneğin orkestranın 15 Şubat’ta Lütfi Kırdar’da vereceği konser çok zevkli. Belçika’da yaşayan besteci-piyanist Muhiddin Dürrüoğlu (kuşağının en beğendiğim bestecilerinden ve de sakatlığı öncesi en büyük piyanistlerinden) Beethoven’ın “4. Piyano Konçertosu”nu çalacak. Aynı konserde, Çaykovski’nin en güzel, çarpıcı ve dramatik senfonilerinden biri, “5. Senfoni” seslendiriliyor. Romantik müziğin iki önemli eserini deneyimlemek için eşsiz fırsat. 22 Şubat tarihli konsere baktığınızda, İDSO’nun eski şeflerinden Antonio Pirolli’nin yönetiminde bir başka çok zevkli program görüyorsunuz. Çellist Alexander Hülshoff, İngiliz romantik besteci Edward Elgar’ın iç yakıcı “Çello Konçertosu”nu seslendirecek. Bu konçerto kadar dokunaklı, yürek sıkıştırıcı ve hüzünlü bir yapıt, kanımca muhakkak canlı icrayla da dinlenmek istiyor. Ve İDSO’nun konuk ettiği çalgıcılarla zaman zaman olağanüstü anlık birliktelikler yakaladığını, heyecan, ateş dolu icralara imza attıklarını biliyoruz. Burası Londra değil ki, aynı gece 5 senfoni orkestrası çalsın, kaçırma lüksü olsun. Düzenli her hafta çalanı bir tane var işte. Önünde kuyruklar olmalıdır. 22 Şubat’ta çalınacak Debussy’nin “Bir Su Perisinin Öğleden Sonrası”nı ya da Ravel’in “Daphnis ve Chloe” süitini canlı dinlemek için yapabileceğiniz en iyi İstanbul dışı organizasyon için, bir Avrupa orkestrasına aylar önceden ve dünyanın parasını sayarak bilet almış olmanız gerekiyor. Hakikaten de kültür merakı yüksek olmayan ülkemizin genel halini düşündüğümde, lüks hizmetler bunlar. Hem değerini anlayan seyircilerin, hem de ilgisini PR’larla desteklenen etkinliklerin dışına, saf içeriğe de verebilen kültür sanat sayfalarının, dergilerinin ve editörlerinin çoğalması dileğiyle. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-34-35
1/24/13
4:41 PM
Page 2
MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER
naimdilmener@gmail.com
Hande Yener ve popun düşüşü... Temas’ın şarkılarıyla kollektif hayat... James Bond şarkıları... Işığın Yansıması yeni şeyler söylüyor... “Sayıklamalar”: Duymaya/anlamaya takati kalmışlar için bir manifesto...
Taşıma suyla kraliçelik
Ahmet Cemal, albümünde ‘70’lerin yorumlama biçimini kullanıyor.
1 OCAK SALI Ahmet Cemal’in (eşsiz çevirmen Ahmet Cemal değil; sadece bir isim benzerliği) geçen yılın son aylarında çıkmış “Beklenen Şarkılar”ını dinlemiş ve sevmiştim. Böyle mühim bir günün sabahında (kendimle hesaplaşmayı/didişmeyi de biraz yumuşatmak adına) bu albüme/şarkılara kulak vermenin iyi geleceğini düşündüm, yanılmadım. ‘70’lerdeki o hem çok mektepli hem de can-ı gönülden söyleme/yorumlama biçimiyle seslendirilmiş (“O Ağacın Altı”, “Ayrılsak da Beraberiz” gibi) Türk Müziği şarkıları, meğer böyle özel/farklı günlerde, fazladan etkiliyor/işe yarıyormuş. Zamanın hiç ama hiç kimseye aldırmadan her şeyi önüne katıp geçtiğinin en iyi işareti/göstergesi bu tür şeyler işte. Her şey gibi, müzik de değişiyor. İyi mi oluyor/kötü mü, bu apayrı bir konu.
Milliyet SANAT Şubat 2013
3 OCAK PERŞEMBE
8 OCAK SALI
Hande Yener’in son albümü “Kraliçe” kapaktan şaşırtmaya başlıyor. Kafaya sonradan/rastgele ilave edilmiş ‘altın taç’ albümün göstergesi gibi. Tamamını dinleyince karar verdim: Bu şarkıların tamamı taşıma su ve bununla kraliçelik tacı döndürülmeye çalışılmış. Başta şarkıların bizzat kendileri olmak üzere her şey fazla çocukça. Yener ve ekibi, popun ayaklara düşüşünü fazla abartmış. Ya da belki şu: Yerlerde sürün(dürül)en pop konusunda Guinness’e geçmek istemişler. Geçemeyebilirler, rakipleri çok ve kuvvetli. Ama her durumda Top 10’deler.
Şarkı sözü yazarı ve müzik eleştirmeni F. Gül Yanık, “Acının Rüyaları Beyaz” adlı bir şiir kitabı yayımladı. Kitabın önüne koyduğu notta (kurgulamak için emek verdiği ‘hikaye’ye halel gelmemesi adına) “Şiirlerin baştan sona ya da sondan başa okunması kurgusal bütünlük açısından önemlidir,” demiş yazar; ama şiirler tek tek/karışık okunduklarında da çok etkileyici. Her biri ayrı birer şarkı.
4 OCAK CUMA Sürprizle karşılaşmaktansa bildiğim ve sevdiğim bir şey dinleyeyim dedim ve Ercan Bingöl’ün “Ron”unu çektim raftan. Aslında yeni albüm ama geçtiğimiz Aralık’ta o kadar fazla dinledim ki sanki yıllardır birlikteymişim gibi bir hisse kapılır oldum. Boydan boya iyi bir Kürtçe albüm; her şarkısı farklı ve yenilikçi. Ama “Yar Dibe” adlı şarkıya özel olarak tutuldum. Tekrar tuşuna bastım ve bıraktım şarkı dönebildiği kadar dönsün. Akşam: Şenay’ı (Yüzbaşıoğlu) kaybetmişiz. O hayatımızı gerçekten bayram eden şarkıların eşsiz insanını. Kimselere benzemez biriydi ve bu benzemezlik kaç zamandır, kapalı kapıların ardında tutuyordu onu. Çok vakitsiz bir veda.
34
10 OCAK PERŞEMBE Temas ikinci albümü “Bana Bir Yalan Söyle”yi, memleketin sayılı iyi müzisyenlerinden Demirhan Baylan’ın önderliğinde yapmış. Baylan’ın başında olduğu bir albümün kötü bir yana, orta halli dahi olması mümkün mü? Değil. Tertemiz bir albüm çıkmış orta yere. Her bir anı/satırı üzerinde çok düşünüldüğü belli ve her bir anı/satırı ile de müthiş etkileyici bir albüm. Basın bülteninde, Temas’ın müzikal yolculuğunu ‘gündelik hayattan kollektif bir kaçış’ olarak tanımladığı yazılı. Öyleyse bile, bu albüm/bu şarkılar, (bin doğru sıraladığı için) kollektif bir hayat bulmaya da yardımcı olacaklar.
12 OCAK CUMARTESİ Genç kuşak pop şarkıcılarından Merih Ermakastar, ait olduğu kuşağın şarkıcılarından birkaç adım ötede. Çağın gerektirdiği, genellikle hızlı/arada bir de slow şarkı dolu ve genellikle benzer (bu akşam ne yapıyoruz, birlikte miyiz/değil miyiz, sen olmuyorsan başka kim olabilir yanımda/yatağımda, gibi; ki bu albümde de “Kafa Güzel
647-milsanat-34-35
1/24/13
4:41 PM
Page 3
Olsun” gibi uçukça bir örneği yok değil) şeylerden bahseden albümlerden geçilmiyor artık. Ermakastar’ın “Gidenin Suçu Yok” albümü de böyle bir albüm ama şarkıların tamamına yakını (Yaman Hadi ve Hakan Yelbiz tarafından) temizce düzenlenmiş, daha mühimi, çok iyi seslendirilmiş. Böyle bir noktaya da geldik; bir albümde bu kadarı varsa, öpüp başımıza koymaktayız. Bir de şu “Aşkın Meselesi” var. Albümü açan bu şarkı Serdar Ortaç’ın ve (şaşkınlıklar içindeyim:) güzel bir şarkı. Ya da Merih Ermakastar’ın sesiyle/yorumuyla güzel durmuş. Belki ikisi de/belki ikisinden biri.
15 OCAK SALI James Bond filmlerinin 50. yılı kutlamaları çerçevesinde, birbirinden ilginç fikirler / projeler / paketler çıkıyor ortaya. Filmlerin eksiksiz DVD paketlerinden, en az filmler kadar ilgi toplamış şarkıların disklerine kadar bir sürü şey. Bu filmlerin kanallarımızda gösterilme işini organize eden (ya da tanıtan) Sinematv, yeni gönderdiği tanıtım paketine, bu şarkıların yer aldığı bir albüm de eklemiş. “Best Of Bond... James Bond / 50th Anniversary Collection” adlı albüm, seri filmlerin tema müziği ile başlıyor ve film film ilerleyerek bugünlere kadar geliyor. Hepsi bildiğim şarkılardı; bir kısmını defalarca dinlemişim, bir kısmını daha az. Ama üst üste/arka arkaya dinlediğimde gördüm ki, bu “Best of Bond...” adlı albümde Madonna’nın da şarkısı bulunuyor.
filmlerin ekipleri, işin müzik kısmını çok ama çok sıkı tutmuş, belki de filmlerden daha sıkı. Matt Monro’dan Garbage’a, Shirley Bassey’den Madonna’ya, popun tarihi de akıyor filmlerin şarkılarında.
20 OCAK PAZAR Cemil Qoçgiri’nin “Hiva Zeri” albümü, epeydir beklediğim (hatta özlemini çektiğim) türde bir Kürtçe albüm. Bir yandan çocukluğumun seslerinden Cizrawi’nin türküleri kadar sade ama derinden, bir yandan da tam bugünlere yaraşacak kadar çağdaş ve yenilikçi türkülerle/şarkılarla dolu bir albüm. İnsanı hem kalbinin orta yerinden yakalıyor hem de Kürtçe-Türkçe arasındaki ortak hatta ikiz noktaları/izlekleri tek tek sıralıyor. ‘Gen’ var, ‘mem’ var hanımlar/beyler; biz çoktan ‘aynı’ insan(lar) olmuşuz bile.
21 OCAK PAZARTESİ Zafer Güler’in Akın Eldes, Cenk Erdoğan, Derya Türkan, Ediz Hafızoğlu, Erkan Oğur, Sinan Cem Eroğlu ve benzeri evladiyelik müzisyenlerin katkısıyla yaptığı “Sayıklamalar”, böyle bir kadronun yüzünü ağartacak bir şarkı (Ümmüşen’in “Sezenler Olmuş”) ile başlıyor ve (Nadir Göktürk’ün “Gelmiyorsun”u dahil) hepsi mükemmel şarkılarla devam ediyor. “Sayıklama” bir parça menfi hava estirmiyor değil; ve aslında ‘manifesto’ zaten, albümün tamamı öyle: Duymaya/anlamaya takati kalmışlar için bir MANİFESTO.
22 OCAK SALI “Rayların İzinde” ve “Nerde Ellerin” gibi iki mükemmel albüm yaptıktan sonra kayıplara karuşmıştı Işığın Yansıması. Başını çok kıymetli müzisyen Murat Özyüksel’in çektiği grup “Şimdi Yeni Şeyler Söylemek Lazım” albümüyle geri döndü. 9-10 yıl kadar ara vermiş bir grubun hem de müziğin iyice yerlerde süründürüldüğü bir zamanda, gerçekten ‘yeni şeyler’ söyle-
35
Hazal Selçuk’tan ‘bir tatlı huzur’ 17 OCAK PERŞEMBE Timur Selçuk’un kızı Hazal Selçuk’u Eurovision’a katıldığı yıllarda tanımış ve sevmiştim. İnsanın Timur Selçuk gibi (müzik alanında tarih yazmış) bir babası olunca, her adımını ürkerek/titreyerek atıyor olmalı. Galiba öyle, çünkü Hazal Selçuk’ta mevcut yeteneklerin binde birine sahip olmayanlar bile albüm üstüne albüm yaptı ve bu işin bütün nimetlerinden faydalandı. O ise hep geride/sessiz durdu. İlk albümünü (“Su Yeşili”) bile, birkaç yıl önce ancak çıkarmaya razı olmuştu. İkinci albüm “Gece” ise yeni yayımlandı. Bu sefer bambaşka bir iş/şey yapmış. Hollanda’da yaşayan Selim Doğru ile yaratılmış bir proje bu ve düzenlemelerden vokal biçimine, şarkı yapılarından aktarılanlara kadar her ama her şey BAMBAŞKA! Dinlerken, aynı çağda/aynı topraklarda yaşayan müzisyen ve yorumcuların arasında, nasıl olur da bu kadar büyük farklar olabildiğini düşünüp durdum ama anlamlı/mantıklı bir cevap bulamadım. Hazal Selçuk ve Selim Doğru, kendi iç huzurları için yapmış olmalılar bu albümü ve kesinlikle de içlerine sinmiş olmalı. Tahmin edemediklerini de ben söyleyeyim: Onlar dışında da çok fazla insana huzur verecek bu albüm ve bunu başarabilenin de yarına kalması, ötesine aktarılması da kendiliğinden gerçekleşir. me iddiası gerçekleştirilebilir/hakkı verilebilir bir şey midir? Zor olan iddiayı büyük bir başarıyla yerine getiriyor grup. Söylenen yeni şeylerin büyük bir kısmı yeni bir sound’a değil ama aydınlık bir kafadan çıkmış hallere tekabül ediyor. Sözler/cümleler gerçekten yeni; yarınlarımıza yönelik. Murat Özyüksel bu, emsali fazla olmayanlardan. O yapabilirdi, yapmış. MS
Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-36-37
1/24/13
2:35 PM
Page 2
ALBÜM
yerli
ALİŞAN ÇAPAN
alisancapan@hotmail.com
Mabel Matiz’in yeni albümündeki parçalardan dokuzu kendi bestesi.
“Yaşım Çocuk”Mabel Matiz (DMC Müzik) ★★★ Kendi adını taşıyan 2011 çıkışlı ilk albümüyle oldukça geniş bir kitleye adını duyuran, farklı lirik yaklaşımı ve sıra dışı sözleriyle dikkat çekmeyi başaran Mabel Matiz; yeni stüdyo albümü “Yaşım Çocuk” ile karşımızda. Kayıtları Ağustos - Kasım 2012’de İstanbul, Erekli - Tunç Stüdyoları’nda gerçekleştirilen albümdeki on iki şarkının dokuzunun söz ve bestesi Matiz’e ait. Öne çıkan parçalar ise, sözleri Mete Özgencil, bestesi Mabel Matiz ve Mete Özgencil’e ait olan “Zor Değil”. Yine sözleri Mabel Matiz’e bestesi ise Mabel Matiz ile birlikte Can Güngör’e ait olan “Tamburu Yokuştan”... “Yaşım Çocuk” ve geri vokallerde Göksel’in eşlik ettiği “Ah Bu Sefer”... 19.90 TL.
klasik
Son yıllarda arka arkaya yayınladığı kalburüstü toplama albümleriyle DJ’lik deneyimini kalıcılaştıran Psikolog DJ Cenk Erdem yeni bir seçkiyle karşımızda. “İyileştiren Şarkılar” ve “Psycho Disco”yu takip eden yeni çalışmanın adı “Güçlendiren Şarkılar”. Cenk Erdem psikolojiyi bahane edip, Aretha Franklin, Whitney Houston gibi divalardan Christina Aguilera, Alicia Keys, Britney Spears, gibi günümüz piyasasının gözde isimlerine, Kasabian gibi son dönem İngiltere’nin en iyi grubu olarak adından söz ettiren gruplardan, yetmişli yılların klasiklerinden Boney M’e uzanan bir rotada renkli bir yolculuğa çıkarıyor.
“Overload” - Bedük (IMM Müzik) ★★★ Türkiye’de elektronik dans müziğinin bayrağını başarıyla taşıyan iki üç isimden biri olan Bedük, altıncı albümüyle karşımızda. Albümde 12 yeni şarkı var. Bunlardan ikisi tanesi cover parçalar. The Subways’den “Rock’n Roll Queen” ve Eagles of Death Metal’in; “I Only Want You”su. Geriye kalan 10 şarkının söz müzik ve düzenlemeleri her zamanki gibi Bedük’e ait. Bedük bir yıl boyunca stüdyoya kapanıp A’dan Z’ye her şeyiyle ilgilendiği albümünde son dönemlerin gözde türü dub - step’e de yer verirken rock’a da her zamankinden daha yakın duruyor. Ama hangi türe göz kırparsa kırpsın kendi tarzından vazgeçmiyor. 14.90 TL.
“The Chopin Album” - Lang Lang (Sony Music Classical) ★★★★★
Belgesel, Lang Lang’ın Chopin sevdasına odaklanıyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
“Güçlendiren Şarkılar” Cenk Erdem (Sony Music) ★★★
36
New York Times tarafından günümüz klasik müzik aleminin en parlak yıldızı olarak nitelenen Lang Lang, Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni ve ABD’nin hemen hemen tüm önemli orkestraları tarafından eşlik edilen ilk Çin Halk Cumhuriyeti pasaportlu piyanist sıfatını da taşıyor. Lang - Lang 30 yaşının şerefine, favori bestecisi Chopin’e dönüyor. Tamamıyla Chopin’in solo piyano yapıtlarından oluşan albüme eşlik eden bir de DVD mevcut. “Chopin ile Hayatım” adını taşıyan belgesel 50 dakika boyunca Lang Lang’ın 12 yaşından günümüze Chopin sevdasına odaklanıyor. 49.90 TL.
647-milsanat-36-37
1/24/13
2:35 PM
Page 3
yabancı
caz
“Fade” - Yo La Tengo (Matador) ★★★ Yo La Tengo’nn dört yıllık bir aradan sonra gelen yeni albümü “Fade” grubun hayranlarını fazlasıyla memnun edeceğe benzer. Kayıtları John McEntire ile birlikte Chicago’nun Soma stüdyolarında gerçekleştirildiği çalışmanın, Yo La Tengo’nun 1997 yılında “I Can Hear the Heart Beating” ile ulaştırdığı zirveyi hatırlattığını söylesek yalan olmaz. Grubun alameti farikası melodik şarkı yapılarını, özgün ritim buluşlarını ve kusursuz orkestrasyonu, albümdeki birçok şarkıda duymak mümkün. Bu albümde yeni olansa şarkı sözlerinde evrensel bir kalite yakalanmış olması. “Is That Enough”, “Well You Better” ve “Stupid Things” öne çıkan parçalar. 24.90 TL.
“Tierra” / Vicente Amigo (Sony Music) ★★★★ Paco de Lucia’nın ardından günümüz Flamenko müziğinin en yetkin ve özgün gitaristi olarak kabul edilen Vicente Amigo’nun “Tierra” adlı yeni albümü geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Tamamı Vicente Amigo bestesi olan toplam 9 parçalık albüm Dire Straits grubunun klavyecisi Guy Fletcher prodüktörlüğünde Londra’nın British Groove Stüdyoları’nda kaydedilmiş. Amigo’nun Flamenko’nun köklerinden kopmadan Kelt müziğiyle flört ettiği albümün, farklı müzikleri birbirine kaynaştırmakta bu derece başarılı olmasının bir nedeni de İspanyol gitariste eşlik eden olağanüstü müzisyenler olsa gerek. 29.90 TL.
Tenor saksofoncu Dexter Gordon
Doll” / Dexter Gordon (SteepleChase) ★★★★ Dexter Gordon’u sinemaseverler efsanevi Fransız yönetmen Bertrand Tavernier’nin “Around Midnight” filmindeki olağanüstü performansıyla hatırlayacaklardır. ‘60’lı yıllarla ‘70’lerin başlarını Avrupa’da geçiren Gordon’un Danimarka’nın başkenti Kopenhag’daki Jazzhus Monmartre kulübündeki performanslarının birçoğu Danimarka radyosu tarafından kaydedilmiş. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Satin Doll” da Gordon’un 27 Haziran 1967 gecesi verdiği konserin kayıtlarından oluşuyor. Bugüne kadar kayıp olduğu sanılan, geçtiğimiz yıl 45 yıl aradan sonra beklenmedik bir şekilde gün ışığına çıkan kayıtlar, caz müziğinin efsanelerinden birinin sanatına daha derinden nüfuz edebilmek için bulunmaz bir fırsat sunuyor. 29.90 TL.
“Magico: Carta De Amor” - Jan Garbarek/Egberto Gismonti/Charlie Haden (ECM) ★★★
“Brahms Edition” - İdil Biret (Naxos - A.K. Müzik) ★★★★★ Kimileri Listz yorumlarına hayrandır, kimileri Chopin yorumcusu olarak üstüne kimseyi tanımaz. Kişisel fanatiklikler bir yana taraflı tarafsız hemen hemen bütün klasik müzik müptelalarının üzerinde anlaştıkları ise İdil Biret’in günümüz klasik müzik piyanistleri arasında özel bir yeri olduğudur. Bu defa karşımızda Brahms’ın piyano için yazmış olduğu tüm yapıtları içeren “İdil Biret Brahms Edition” çalışması var. 13 CD’den oluşan bu olağanüstü toplam, şef Antoni Wit yönetimindeki Polonya Ulusal Radyo Senfoni Orkestrası eşliğinde kaydedilmiş. 110 TL.
İkinci caz albümü ise daha önce yayınlanmamış bir konser kaydı. Bu defa Jan Garbarek, Egberto Gismonti, Charlie Haden’dan oluşan Magico üçlüsünün ECM’in ‘70’li ve ‘80’li yıllar boyunca merkezi olan Münih Amerikanhaus’ta 1981 yılında gerçekleştirdikleri bir performansın kayıtları söz konusu. Gitar ve piyanoda Brezilya müziğinin üstadı Egberto Gismonti, soprano ve tenor saksofonda Kuzey cazının yıldızı Jan Garbarek, basta ise damardan Amerikan cazcısı Charlie Haden’dan oluşan üçlünün ortaya koyduğu performans fazlasıyla tatmin edici. 24.90 TL.
37
Milliyet SANAT Şubat 2013
SİNEMA
647-milsanat-38-41
1/24/13
2:37 PM
Page 2
Nedeniyle nasılıyla
Oscar tahminleri SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com
Geçen yıl törenden çok önce kesinleşen kazanacaklar listesini unutun, bu yıl Oscar yarışında her an her şey olabilir. 24 Şubat’ta ana dallarda verilecek mücadeleyi, her ihtimali göz önünde bulundurarak değerlendirdik.
EN İYİ FİLM
Oscar gecesi, “Umut Işığım”da Robert De Niro ve Bradley Cooper’ın bulunduğu bu sahnenin benzeri yaşanabilir.
YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM
BÜYÜK İHTİMALLE “Amour” BELKİ “Rebelle” KEŞKE “Amour”
“Amour”da Jean Louis Trintignant. Milliyet SANAT Şubat 2013
İlk dokuza giren adaylar gözden geçirildiğinde, “Amour”un zafer kazanacağı kesin gibi. Böylece Oscar, pek denk düşmemeye özen gösterdiği Altın Palmiye ile aynı noktada buluşmuş olacak. Zira “Amour” tarzıyla Avrupa sinemasının tadını taşırken, öyküsüyle Amerikan sinemasına göz kırpıyor. “Amour”un olmadığı bir grupta, ödülün mutlak kazananı ise Oscar’a uygun özellikler taşıyan “Rebelle” olurdu. “No”, “En kongelig affere” ve “Kon-Tiki” yarışa misafir sanatçı olarak katılıyorlar.
38
BU KATEGORİDE aday sayısı ikiye katlandığından beri, büyük ödül için verilen mücadelenin asıl kahramanları kişiden kişiye göre değişir hale geldi. Ta geçtiğimiz ekim ayında Toronto Film Festivali sonrası müjdelediğimiz gibi, bize göre bu kategoride ipi göğüslemesi en muhtemel film “Umut Işığım / Silver Linings Playbook”. Onun karşısındaysa olanca azametiyle “Lincoln” duruyor. Bütün mesele, Akademi üyeleri için uçuk romantizmin mi yoksa sağlam ve hayli kutsal bir yaşam öyküsünün mü ağır basacağına karar vermekte. Diğer yandan “Düşler Diyarı / Beasts of the Southern Wild”ın güçlü rakiplerini saf dışı bırakıp ödülü kucaklaması da imkansız sayılmaz. Zira Akademi hem ilk filmleri hem de yönetmenlerin çıkış filmlerini ödüllendirmekten çekinmeyen bir yapıya sahip. “Aşk / Amour” Oscar hakkını Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde kullanacağı için, En İyi Film yarışında gerilerde kalacak. Eleştirmenlerin gözdesi “Argo” ve işkence menüsüyle Akademi üyelerini ürküten “Zero Dark Thirty”nin, yönetmenlerine adaylık getirmemesi favoriler arasından çıkarılmalarına yetti de arttı bile. “Django Unchained” zaten kaçık yönetmen Quentin Tarantino faktörü nedeniyle Oscar havasından fersah fersah uzakta seyrediyor. “Life of Pi” takdir edilmekle beraber, yarışı önde götüren rakipleri kadar olay yaratmadı. Oscarlı yönetmen Tom Hooper’ın “Sefiller / Les Misérables”ı ise 2010’un galibi “Zoraki Kral / The King’s Speech”ten farklı olarak fazla keskin, idealist ve ağdalı.
647-milsanat-38-41
1/24/13
2:37 PM
Page 3
EN İYİ ERKEK OYUNCU
EN İYİ KADIN OYUNCU
DANIEL DAY-LEWIS YAŞ: 55
JESSICA CHASTAIN YAŞ: 35
OSCAR GEÇMİŞİ: Day-Lewis, “My Left Foot” ve “There Will Be Blood” ile ödülü kucakladı. NEDEN ADAY OLDU?: Lincoln’u canlandıran her oyuncu, standartların üzerindeyse zaten adaylığı garantilerdi. Rolünü şıp diye üzerine geçiren DayLewis ise, adaylığı değil zaferi de garantileyebilir. ALABİLECEK Mİ? Bu kategorinin gözdesi.
OSCAR GEÇMİŞİ: “The Help”teki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday oldu. Ödülü rol arkadaşı Octavia Spencer’a kaptırdı. NEDEN ADAY OLDU?: Bir bütün olarak “Zero Dark Thirty”den çok, Chastain’in performansı beğeni topluyor. ALABİLECEK Mİ? Altın Küre’nin iki ayrı kadın oyuncu ödülü vermesi sayesinde öne çıkan Chastain, Oscar yarışında Lawrence’ın ardında kalacak.
BÜYÜK İHTİMALLE Daniel Day-Lewis
BELKİ Jessica Chastain
BRADLEY COOPER YAŞ: 38
JENNIFER LAWRENCE YAŞ: 22
OSCAR GEÇMİŞİ: Düne kadar yeri kolayca doldurulacak, memur bir aktör olarak bilinirdi. Oscar’ın yakınından geçtiği bir filmi olmadı. NEDEN ADAY OLDU?: Onunki gibi bir kariyeri “Umut Işığım” gibi bir filmle bir üst seviyeye çıkarmak herkese nasip olmaz. Performansıyla Akademi’yi öncelikle şaşırtması gerekiyordu. Öyle de oldu. ALABİLECEK Mİ? Cooper’ın DayLewis’in azametini aşması çok zor. Bir dahaki sefere artık.
OSCAR GEÇMİŞİ: “Winter’s Bone”daki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında aday olduğunda 20 yaşındaydı. NEDEN ADAY OLDU?: Yılın en çok konuşulan kadın oyuncu performansını sunan Lawrence, karaktere göre genç olmasına rağmen “Umut Işığım”da hiçbir inandırıcılık sorunu yaşatmadı. ALABİLECEK Mİ? Filmin en kesin ödüllerinden biri Lawrence’ın alacağı En İyi Kadın Oyuncu ödülü.
BELKİ Bradley Cooper
BÜYÜK İHTİMALLE Jennifer Lawrence
EMMANUELLE RIVA YAŞ: 86
JOAQUIN PHOENIX YAŞ: 38 OSCAR GEÇMİŞİ: “Gladiator” ve “Walk the Line”daki rolleriyle Oscar’a aday oldu. NEDEN ADAY OLDU?: “The Master” Akademi üyeleri için fazla alternatif bir örnek olarak kabul edilse de, Phoenix’in en az film kadar tekinsiz performansı ortalığı birbirine kattı. ALABİLECEK Mİ? Day-Lewis varken, aday olarak kalması muhtemel.
KEŞKE Joaquin Phoenix
KEŞKE Emmanuelle Riva
OSCAR GEÇMİŞİ: Bu, ilk adaylığı. NEDEN ADAY OLDU?: “Amour”da Jean-Louis Trintignant ile hem can acıtan hem de imrenilen bir çift oldular. “Amour”un, yaş ortalaması yüksek Akademi üyelerince hayli beğenilmesi, Riva’ya da adaylık şansı tanıdı. ALABİLECEK Mİ? Oscar’a bu kategoride aday olan en yaşlı aktris unvanı, Riva’nın teselli armağanı olacak.
QUVENZHANE WALLIS YAŞ: 9 OSCAR GEÇMİŞİ: “Düşler Diyarı” Wallis’in ilk oyunculuk deneyimi. NEDEN ADAY OLDU?: Film, büyüleyici dünyasını yönetmeni Benh Zeitlin’a borçluysa, izleyiciyi o dünyanın bir parçası kılma başarısını da küçük dev kız Wallis’e borçlu. ALABİLECEK Mİ? Wallis Oscar tarihine geçmekle yetinecek. Kendisi, bu dalda Oscar’a aday olan en genç aktris.
DENZEL WASHINGTON YAŞ: 58 OSCAR GEÇMİŞİ: Beş kez Oscar’a aday olan Washington, bunlardan ikisini ödüle dönüştürmeyi başardı. NEDEN ADAY OLDU?: “Flight” la ilgili dillerden düşmeyen tek şey, Washington’ın sarsıcı performansıydı. ALABİLECEK Mİ? Zengin Oscar geçmişi ve daha efsanevi performansları sebebiyle adaylıkla yetinecek.
NAOMI WATTS YAŞ: 44
HUGH JACKMAN YAŞ: 44
OSCAR GEÇMİŞİ: “21 Grams”daki rolüyle bu kategoride bir adaylığı daha var. NEDEN ADAY OLDU?: “The Impossible” izleyiciyi felaketin kurbanlarından biri yapıyordu. Bu daWatts’ın çektiği acıya inanmasıyla mümkün oldu. ALABİLECEK Mİ? Watts’ın Lawrence’ın karşısında hiç şansı yok.
OSCAR GEÇMİŞİ: Bu, ilk adaylığı. NEDEN ADAY OLDU?: Akademi’nin pek sevdiği fiziksel değişimi zorunlu kılıyordu “Les Miserables”. ALABİLECEK Mİ? Akademi onu seviyor, ama Day-Lewis’i eli boş bırakacak kadar değil.
39
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
SİNEMA
647-milsanat-38-41
1/24/13
2:37 PM
Page 4
EN İYİ YÖNETMEN DAVID O. RUSSELL YAŞ: 54
Jared Gilman ve Kara Hayward’in rol aldıkları “Moonrise Kingdom”, eleştirmen listelerinin tepesinde ama Akademi’nin gözdesi değil.
BÜYÜK İHTİMALLE David O. Russell
OSCAR GEÇMİŞİ: 2010’da yönettiği “Dövüşçü / The Fighter” En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil, yedi dalda Oscar’a aday oldu. Kendisi ödül alamadı, ama oyuncuları Christian Bale ile Melissa Leo yardımcı oyuncu ödüllerini kaptı. NEDEN ADAY OLDU?: İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu “The Fighter” ile tescillemişti. “Silver Linings Playbook”un bu kadar çok sevilmesinin sebebinin performanslar dışında, isabetli seçimler yapan, kontrollü ve enerjik bir yönetmenin varlığı olduğu da herkesçe kabul edildi. ALABİLECEK Mİ? “Silver Linings Playbook” En İyi Film kategorisinde ne kadar güçlüyse, O. Russell da bu kategoride o kadar güçlü. Her şey büyük ödülün hangi filme gideceğine bağlı.
STEVEN SPIELBERG YAŞ: 66
BELKİ Steven Spielberg
“MOONRISE KINGDOM”, “THE MASTER”, “ANNA KARENINA” Wes Anderson, “Moonrise Kingdom” ile yalnızca En İyi Orijinal Senaryo kategorisinde takdir edilmekten kurtulacak gibiydi. Ama “Amour”un adaylığı bütün dengeleri altüst etti. “The Master” ise ödül sezonuna hızlı bir giriş yaptı, hatta bir ara Oscar adaylığını garantiledi, ama sonra daha geleneksel örneklerin araya girmesiyle yarışta geride kaldı. “Anna Karenina”ya gelince, bu başyapıt En İyi Film kategorisinde pek tabii “Les Miserables”ın yerini alabilirdi. Ancak Joe Wright’ın sistematik yönetmenliği Amerikalılar’ı ikiye böldü. Sonuçta film teknik dallarla yetinmek zorunda kaldı.
Milliyet SANAT Şubat 2013
MICHAEL HANEKE YAŞ: 70 OSCAR GEÇMİŞİ: Michael Haneke, “Amour”a kadar Hollywood’un güvenli bir mesafeden izlediği bir yönetmendi. Haneke’nin Oscar ile tek randevusu “Das weisse Band” vesilesiyle gerçekleşti. Ancak film, hem En İyi Görüntü Yönetmenliği hem de Yabancı Dilde En İyi Film dalında adaylıkla yetindi. NEDEN ADAY OLDU?: “Amour” daha önce hiçbir Haneke filminin yaratmadığı kadar olay yarattı, bunda hem sarsıcı tonunun insani seviyeye indirilmiş olması hem de kolayca özdeşleşilebilecek hikayesi rol oynadı. Hikaye demişken, Akademi üyelerinin yaş ortalamasının 62 olduğunu hatırlatalım. ALABİLECEK Mİ? Haneke’nin yönetmenliği takdir edilmekle beraber, filmi muhtemelen Yabancı Dilde En İyi Film kategorisine hapsolacağından bu ödül bir başkasına gidecek.
AZ DAHA...
BÜYÜK İHTİMALLE “Silver Linings Playbook” BELKİ “Lincoln” KEŞKE “Beasts of the Southern Wild”
OSCAR GEÇMİŞİ: Altı En İyi Yönetmen adaylığının ikisi zaferle sonuçlandı. Filmleri En İyi Film kategorisinde yedi kez yarıştı, ancak sadece “Schindler’s List” ödülü alma şerefine nail oldu. NEDEN ADAY OLDU?: Ortada bir Spielberg filmi varsa, Spielberg’ün yönetmen dalında aday olmaması zayıf bir ihtimal. ALABİLECEK Mİ? Spielberg, ödüle son yıllarda olmadığı kadar yakın. Ancak karşısında tonuyla bir anti-Lincoln olarak nitelendirilebilecek “Silver Linings Playbook”un yönetmeni David O. Russell var.
ANG LEE YAŞ: 58 OSCAR GEÇMİŞİ: Ang Lee Oscar’a yabancı bir yönetmen değil. “Wo hu cang long” ile adaylıkları, “Brokeback Mountain” ile de ödülü almışlığı var. Üstelik En İyi Film ödülünü “Crash”e hediye ederek. NEDEN ADAY OLDU?: Hem kendini kanıtlamış bir yönetmen olarak Lee’nin 3D ile ilk randevusundan alnının akıyla çıkması hem de filmin Akademi’nin sevdiği öğeleri bir araya getiren bir hikaye çizgisine sahip olması, adaylığın en güçlü sebepleri. ALABİLECEK Mİ? Filmin yüksek adaylık sayısına rağmen, gecenin yıldızı olmayacağı şimdiden belli.
BENH ZEITLIN YAŞ: 30
KEŞKE Benh Zeitlin
40
OSCAR GEÇMİŞİ: “Beasts of the Southern Wild” Zeitlin’ın ilk filmi, dolayısıyla bu da kendisinin ilk adaylığı. NEDEN ADAY OLDU?: “Beasts of the Southern Wild” 2012’nin en önemli bağımsız keşfiydi. ALABİLECEK Mİ? Bir ilk film yönetmeni olarak yarıştığı deneyimli yönetmenlerin gölgesinde kalmamayı beceriyor. Ancak Oscar hakkını gelecek filmlerinde kullanacaktır.
647-milsanat-38-41
1/24/13
2:37 PM
Page 5
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
ALAN ARKIN YAŞ: 78
AMY ADAMS YAŞ: 38
OSCAR GEÇMİŞİ: ‘60’larda iki adaylığı bulunan Arkin, ödüle ancak 2006’da “Little Miss Sunshine” ile ulaştı. NEDEN ADAY OLDU?: “Argo”nun mizah sosu yüksek Hollywood dünyası diyalogları, Arkin’in performansına yer açacak nitelikteydi. ALABİLECEK Mİ? Diğer rakiplerinin kozları, Arkin’inkinden daha güçlü.
OSCAR GEÇMİŞİ: Amy Adams, döneminin en iyi oyuncularından biri. “The Master” dışında üç adaylığı daha var. NEDEN ADAY OLDU?: “The Master”da Lancaster Dodd’ın sakin ama tekinsiz karısı Peggy rolünde Phoenix ve Hoffman’ın altında kalmayan bir performans sergiledi. ALABİLECEK Mİ? Çok iyi olurdu, ama bu yarıştaki herkes Anne Hathaway’in gölgesinde kalmaya mahkum.
KEŞKE Amy Adams
PHILIP SEYMOUR HOFFMAN YAŞ: 45 OSCAR GEÇMİŞİ: Üç adaylığı var, “Capote” ile ödülü kucakladı. NEDEN ADAY OLDU?: “The Master”da hipnotize edici bir performans sunduğu için. Kategorinin en ‘iyi ki’ aday olan ismi. ALABİLECEK Mİ? Mümkün, ama kesin değil. Hoffman’ın performansı ödüllendirilmeli, ama karakterinin Scientology ile bağı önüne taş koyabilir.
SALLY FIELD YAŞ: 66 OSCAR GEÇMİŞİ: Field, iki adaylığını da ödüle dönüştürmeyi başardı. NEDEN ADAY OLDU?: “Lincoln”de öne çıkan tek kadın oyuncu olarak, elini doğru oynadığı için. ALABİLECEK Mİ? Hathaway olmasaydı, Field ödüle en yakın isim olurdu.
BELKİ Philip Seymour Hoffman KEŞKE Philip Seymour Hoffman
BELKİ Sally Field
BÜYÜK İHTİMALLE Tommy Lee Jones
BÜYÜK İHTİMALLE Anne Hathaway
ANNE HATHAWAY YAŞ: 30
TOMMY LEE JONES YAŞ: 66 OSCAR GEÇMİŞİ: Tıpkı Hoffman gibi üç adaylığa sahip ve sadece birini (“The Fugitive”) ödüle dönüştürebildi. NEDEN ADAY OLDU?: Bir Spielberg filmindeki emektar oyuncu kontenjanını bizzat doldurduğu için. ALABİLECEK Mİ? Altın Küre’den eli boş dönmesi bir hayli şaşırttı, ama Jones hala Oscar yarışının zirveyi zorlayan adaylarından biri.
ROBERT DE NIRO YAŞ: 69
OSCAR GEÇMİŞİ: Hathaway, bundan önce “Rachel Getting Married” ile ödüle aday gösterilmişti. NEDEN ADAY OLDU?: “Les Miserables”ın çekimleri daha tamamlanmamışken bile, herkes Hathaway’in rol için geçirdiği zorlu süreçleri konuşuyordu. Oscar’a aday olmak için bundan iyi sebep olur mu? ALABİLECEK Mİ? Almaması bir mucize olur, bütün bahisler yatar, herkes yasa girer.
HELEN HUNT YAŞ: 49
OSCAR GEÇMİŞİ: Altı kez aday oldu, ama “The Godfather: Part II” ve “Raging Bull” vesilesiyle bunlardan sadece ikisini aldı. NEDEN ADAY OLDU?: Belki de “Umut Işığım”da kendini arka planda tutmayı becerdiği için. De Niro gibi bir oyuncu için bu hiç de kolay değil. ALABİLECEK Mİ? De Niro, yarışı önde götüren isimlerden değil.
OSCAR GEÇMİŞİ: “As Good as It Gets”teki rolüyle “Titanic” ile aday olan Kate Winslet’ı alt etmiş olması, ona bir ömür yeter. NEDEN ADAY OLDU?: Akademi üyeleri Hunt’ın “The Sessions”daki performansından çok cüretkarlığını takdir etmiş olsa gerek. ALABİLECEK Mİ? Herkes gibi o da Hathaway’i alkışlayacak.
CHRISTOPH WALTZ YAŞ: 56
JACKI WEAVER YAŞ: 65
OSCAR GEÇMİŞİ: “Inglourious Basterds”la Oscar aldı. NEDEN ADAY OLDU?: En İyi Erkek Oyuncu kategorisi için pazarlansaydı, adaylığı mümkün olmayacaktı. Belli ki Akademi Waltz’u Tarantino filmlerinde seviyor. ALABİLECEK Mİ? Altın Küre’yi kapmış olsa da, yarışta Tommy Lee Jones’un ardında kalıyor.
OSCAR GEÇMİŞİ: “Animal Kingdom”daki muhteşem oyunuylaOscar’a aday olmuş, herkesi sevindirmişti. NEDEN ADAY OLDU?: Weaver “Silver Linings Playbook”ta başka birinin elinde arka planda kalmaya mahkum anne karakterini sadece mimikleriyle öne çıkarmayı beceriyor. ALABİLECEK Mİ? Hathaway varken, şansı yok.
41
Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:32 PM
Page 2
SİNEMA
647-milsanat-42-43
İnci küpeli bürokrat, al yanaklı fedakar eş Bu ay “Hyde Park on Hudson”da ABD başkanlarından Roosevelt’in uzaktan kuzeni rolünde izleyeceğimiz Laura Linney’nin her role uyduğu başarılı bir kariyeri var. ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin.sinema@gmail.com
FOTOĞRAFINI gördüğünüzde dönüp illa da bir daha bakmak isteyeceğiniz yüzlerden değil. Silik demeyelim de belki fazlasıyla aşina geliyordur. Şirin bir tebessüm, açık ten ve saçlar, geniş ve aydınlık bir yüz; genele tekabül eden bir tarif. Zarif ama göz alıcı sayılamayacak bir zarafet. Laura Linney’nin başarısı da burada saklı sanki. Aldatıcı derecede ‘soluk’ ve ağırbaşlı görünümü. Becerisi de çelişkiler ve hatalarla dolu insani karakterlerdeki müthiş inandırıcılığı. 1990’larda yani 30 yaş civarında başladığı beyazperdede enerjisi ve yeteneğiyle yer bulması kaçınılmazmış yani. Entelektüellerin gözdesi olması bu ‘her role uyarım’ halinde saklı Milliyet SANAT Şubat 2013
“Hyde Park On Hudson”da Laura Linney’e Bill Murray eşlik ediyor.
42
647-milsanat-42-43
1/25/13
2:32 PM
Page 3
olabilir. Epey ünlü ama star değil. Parlak spotlara oynadığı yok, illa da ‘karakter’ olsun diyor. Bu prensibiyle üç Oscar, Altın Küre ve Emmy, vazgeçmediği tiyatro sahnelerinde prestijli Tony adaylıkları var. Bu ay vizyonumuza giren “Hyde Park on Hudson”ın afişinde yine şirin şirin ama muzip bir edayla gülümsüyor. Filmde uzaktan kuzeni olan meşhur ABD başkanı Roosevelt (Bill Murray) ile yakınlaşacaklar. 1939 yılında yani II. Dünya Savaşı öncesi müttefik İngiltere’nin kral ve kraliçesinin ağırlandığı bir hafta sonunda yaşananlar ‘gerçek olaylara dayanıyor’ ibaresini taşıyor. Çapkınlığıyla ünlü Roosevelt’in yakınlarına göreyse bekar kuzeni Daisy ile yaşananların çoğu uydurma. Yönetmen Roger Michell ise “Komik, ironik bir film işte, bunlara takılmayın,” diyor.
“Mürekkep Balığı ve Balina / The Squid and the Whale”da (1995) boşanmanın eşiğindeki, iki yetişkin çocuklu kadın olarak asabiyeti ne kadar sinir bozucuysa içinde debelendiği çaresizlik de o kadar dokunaklıydı.
ENDİŞELERİ YERSİZ ÇIKTI Tiyatrodan sinemaya geçiş yapan bir oyuncu olarak kameranın inceliklerine uyum sağlayamayacağından korkması şimdi düşününüce çok gereksizmiş. “Truman Show”un (1998) TV’nin reality şov yıldızı olduğundan bihaber kahramanı Jim Carrey’nin sahte karısı rolündeki şefkat maskesiyle, huzursuz edici bir mükemmellik yakaladı. “Mürekkep Balığı ve Balina / The Squid and the Whale”da (1995) boşanmanın eşiğindeki, iki yetişkin çocuklu kadın olarak asabiyeti ne kadar sinir bozucuysa içinde debelendiği çaresizlik de o kadar dokunaklıydı. Her iyi oyuncu gibi hisleri ince ince, alttan alta göstermesi karakterin çelişkilerini açık ediyordu. “Mutlak Güç / Absolute Power”da (1997) mesela, katı bir savcı olarak karşısına geçtiği hayırsız ve hırsız babası Clint Easwood’un dürüstlüğüne dair tereddütlü haliyle daha bir inandırıcı oluyor. Hangi rol olursa olsun öyküye hizmet eden bir aktris. Karşısındaki karakterin akıl ve vicdan aynası olarak seyirciyle özdeşleşebiliyor. Bu arada Liam Neeson ile üç filmde ve Broadway’de “Cadı Kazanı/The Crucible” oyununda birlikte oynamanın yanı sıra kadim bir dostluğu olduğunu da söyleyelim. Neeson’la aynı geniş kadroda yer aldıkları acı tatlı Noel filmi “Love, Actually”de (2003) ise Linney akıl hastası kardeşine bakmak uğruna âşık olduğu adamdan vazgeçen fedakar abla rolündeydi.
Laura Linney, “Mürekkep Balığı ve Balina”da Jeff Daniels’la (sağda).
sorunlarıyla baş etmeye çalışan yalnız anne rolünde mesela alttan alta kaynayan nevrozu ve hüznüyle gayet gerçekçiydi. “Gizemli Nehir/ Mystic River” (2003) ise kocası rolündeki Sean Penn’i onaylayışını ve Lady Macbeth misali onu teselli edişindeki ahlaki açmazı hatırlayalım, hani acı ve intikamla elini kana boyayan kocasını... İşte böyle ahlaki ikilemlerde kolayca taraf tutmayı veya kınamayı zorlaştıran katmerli halleri var. Yine Oscar’a aday olduğu “Savages”da (2007) erkek kardeşi rolündeki Philip Seymour Hoffman’la karşılıklı döktürüp, sıkıcı ‘işlevsiz aile’ konseptine ruh katmışlardı. Okumuş yazmış bir oyuncu. Ne de olsa prestijli Julliard’da eğitim almış. Oynamanın sırrını çözmüş: Kendi deyişiyle mesele ‘kademeli ilerlemekte’. Yani öykünün ilerleyişine göre sırayla ‘döktürmekte’ yarar var. Karakterin derdini illa da kelimelerle açıklamasını sıkıcı buluyor tabii ki. Senaryoların oyuncunun ihtiyacına hitap eden bir dilde yazılmadığından şikayet ediyor sık sık. Bu nedenle mümkünse yönetmenle yakın ilişki kurmaktan, karakteri birlikte geliştirmekten yana. Zaten bağımsızlıların ve yeni sinemacıların gözdesi. Ama Clint Eastwood gibi şahsına münhasır büyük isimlerin de aradığı bir oyuncu.
İNCİ KÜPELİ BÜROKRAT
“Kinsey”de Liam Neeson’ın (üstte) karısını canlandıran Linney, Linney, Tom Wilkinson’ın (altta) rahibi oynadığı “The Exorcism of Emily Rose”da.
KATMERLİ HALLER Fedakar ama kişiliksiz değil, bilakis kendi ahlak barometrisini de kendi ayarlıyor. Oscar adayı olduğu “You Can Count On Me” (2000) adlı bağımsız filmde kardeşi ve
43
Toplumsal sorumluluk sahibi, mevki sahibi kadın rollerinde müthiş. “Breach”deki (2007) FBI ajanı gibi kıyafetine ilaveten bir çift inci küpeyle zarif, bir gülümsemeyle kandırıcı olabilmesi şaşırtıcı. “İlk Korku / Primal Fear”ı da (1996) hatırlarsak Richard Gere’in eski sevgilisi savcı rolünde sağduyuyu elinden bırakmayarak avukat Gere ve katil zanlısı Edward Norton arasındaki akıl oyunlarında bir nevi vicdan gibi küçük ama etkileyici rolünde akılda kalıyordu. “The Exorcism of Emily Rose” (2005) filminde aklın yolundan çıkmaya çalışırken gayet inandırıcı geliyor çabaları. Gerçi karakterlerinin zenginliğine rağmen kendisi de savcı ve ajan rollerinden sıkıldığını söylemişti bir ara. “Kadınların mevki sahibi olarak sürekli sağduyuyu temsil etmeleri bıktırıcı,” derken gerilimli ajanlı senaryolarda erkek karakterlerin ahlak pusulası olmaktan bıkmayı kast etmiş olabilir. Son yıllarda sıkça olmasa da sinemada karşımıza çıkıyor. 50 yaşa merdiven dayayan kadınların sadece yetenekle değil güzellik, enerji ve yaratıcılıklarıyla da ortalıklarda olabileceğinin kanıtı olarak doğrusu insanın içini ferahlatıyor. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:38 PM
Page 2
SİNEMA
647-milsanat-44-49
Büstü dikilecek adam
Daniel Day-Lewis Amerikan yakın tarih sayfalarından kopup gelen çok ilginç tarihi kişilikleri canlandırmış Daniel DayLewis, Steven Spielberg imzalı “Lincoln”le bu karakterler galerisine belki de en görkemli örneği eklemek üzere. Tabii Oscar’larına da üçüncüsünü... “Lincoln”, Amerika Birleşik Devletleri'nin 16. Başkanı olan ve kuzey eyaletlerinde 1861-1865 yılları arasında yaşanan iç savaşa öncülük eden Lincoln'un son dönemlerine ışık tutuyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
44
BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com
647-milsanat-44-49
1/25/13
2:38 PM
Page 3
Metot oyunculuğunun yılmaz bir savunucusu olan Daniel Day-Lewis, çekimler boyunca rolünden hiç çıkmamasıyla tanınıyor. “Lincoln”ün setinde ekip de ona yardımcı olmuş. Tüm set ekibi, 19. YY.’a uygun kıyafetlerle işlerini yaparken, Spielberg de filmi baştan sona üzerine giydiği takım elbiselerle yönetmiş.
Daniel Day-Lewis, “Gangs of New York”ta Leonardo DiCaprio ile (sağda) başrolde yer aldı.
DANIEL DAY-LEWIS, Amerika’nın yakın tarihinde gezinmeyi seviyor. İster kurmaca bir öyküde olsun, ister gerçekten yaşamış bir kişiliği canlandırsın, Amerikan tarihi birçok filmde ona emanet. Hoş, filmografisi tarihi filmden geçilmiyor ama konumuz “Lincoln” vesilesiyle biz bunu ‘Amerikan’ alt başlığında inceleyelim. 18. YY.’da geçen “The Last of the Mohicans / Son Mohikan”da Amerikan kolonyal toprakları üzerinde birbirlerini gırtlaklamakla meşgul Britanya ve Fransız askerleri arasında sıkışıp kalmış bir Amerikan yerlisini canlandırıyordu. Edith Wharton’un romanından uyarlanan “The Age of Innocence / Masumiyet Yaşı”nda 19. YY. New York sosyetesinde yasak aşkın kollarına düşen Newland Archer’dı. Arthur Miller’ın iyi bilinen tiyatro oyunundan uyarlanan “The Crucible / Cadı Kazanı”nda 17. YY.’ın sonlarında Salem’de bir cadıyla birlikte olmakla suçlanan John Proctor’a hayat verdi. “Gangs of New York / New York Çeteleri”nde yine 19. YY.’ın yeni yeni kurulan New York’unda acımasız çete lideri Kasap Bill’i ete kemiğe büründürüyor, “There Will Be Blood / Kan Dökülecek”te 20. YY. başında petrol bereketi yaşayan Kaliforniya’da açgözlü bir kuyu sahibi olan Daniel Plainview’e beden veriyordu. Bunların zirvesini ise bu ay Oscar ödülleri için adı neredeyse tek geçilen Steven Spielberg’ün “Lincoln”ünde görüyoruz. Amerika’nın kurucu babalarından Başkan Abraham Lincoln’ün tartışmalı hayatı, yönetimi ve icraatlarını onun müt-
Lewis (üstte), 1997 yapımı “Boksör”de Danny Flynn’a hayat verdi.
hiş performansı üzerinden izleyeceğiz. Köleliği kaldıran Cumhuriyetçi bir başkan olarak her bakımdan ‘çelişkili’ bir portre sergileyen Lincoln’ü her jesti ve mimiğiyle vücuduna giyerken...
KİBARCA REDDETMEK Steven Spielberg, 2003’te Daniel DayLewis’den bir mektup aldı. Uzun süredir “Lincoln”ü sinemaya aktarmak isteyen yönetmen, aktörle bir süre önce görüşmüştü. Mektup görüşmelerine istinaden yazılmıştı. Day-Lewis kibarca teklifi reddediyordu. Kibrinden değil, kırılganlığından! Bu rolü canlandıracak kişisel bağları kuramayacağından korkuyor, mektubunu “Yine de beni tercih ettiğin için derin şükran duymakla birlikte, eğer bu filmi yapacak olursan sana en içten dileklerimi sunuyorum,” diye noktalıyordu. Spielberg sonradan ona yeni bir senaryo daha sundu, onu da kabul ettiremedi. Yılmadı, birkaç kez daha zorladı. Day-Lewis, Nuh deyip peygamber demeyince de projeyi yastık altında bekletmeye başladı. Yönetmen bir ara Liam Neeson’a da yöneldi ama aktör rol için biraz yaşlı olduğunu düşünüp geri çekildi. Daniel Day-Lewis’i ikna edenin hiç beklemeyeceğiniz bir isim, Leonardo DiCaprio olduğu söyleniyor. Hem Spielberg’le (“Catch Me If You Can / Sıkıysa Yakala”) hem de Day-Lewis’le (“New York Çeteleri”) çalışmış olan DiCaprio, bir gün aktöre telefon açtı. “Kararını yeniden gözden geçirmen lazım. Steven seni çok istiyor, bu filmi sensiz yapmak niyetinde değil,” dedi. Bu-
45
nun üzerine Day-Lewis senaryoyu okumayı kabul etti ve çok etkilendi. Spielberg’ün yıllar süren koşturmacası bitiyor ama acıları dinmiyor, tersine yeni başlıyordu. Day-Lewis hazırlanmak için tam bir sene istedi. Yönetmen büyük hayal kırıklığı yaşadıysa da, “Önce karakterin sesini bulmam gerek,” diyen aktörüne direnecek hali yoktu. Day-Lewis ise endişelerinde haklıydı. Abraham Lincoln, fotoğrafları yoğun biçimde çekilen ilk ABD başkanıydı. Fakat sesi ve konuşmasıyla ilgili tek tasvirler çağdaşlarının anlattıkları tevatürlerdi. Biraz yampiri, düztabanmış gibi bir yürüyüşü vardı. Sesi ise ince ve tiz, ara ara hafif çatlayan, Illinois, Indiana ve Kentucky aksanlarının bir karışımı olarak betimleniyordu. Pek çok Amerikalı için de Abraham Lincoln demek başkent Washington’da Lincoln Anıtı’ndaki meşhur büstü demekti. Day-Lewis tüm Amerikalıların belleğine o büstle yerleşmiş adamı sakil görünmeden ete kemiğe büründürmeliydi.
MÜKEMMELİN PEŞİNDE Metot oyunculuğunun yılmaz bir savunucusu olan Daniel Day-Lewis, çekimler boyunca rolünden hiç çıkmamasıyla tanınıyor. “Lincoln”ün setinde ekip de ona yardımcı olmuş. Tüm set ekibi, 19. YY.’a uygun kıyafetlerle işlerini yaparken, Spielberg de filmi baştan sona üzerine giydiği takım elbiselerle yönetmiş. Çekimler boyunca DayLewis’e de Bay Başkan diye hitap etmeyi ihmal etmeden... Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
SİNEMA
647-milsanat-44-49
1/25/13
2:39 PM
Page 4
Daniel Day-Lewis şair bir baba ve aktris bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasını henüz 15’inde kaybedince, annesi onu bir yatılı okula verdi. Daniel orada hem sahneyi hem de ahşap oymacılığı keşfetti. Her yeni yetme gibi o da birkaç yıl sağa sola yalpaladı: “Gençken kafam çok karışıktı. Mobilyacı olmayı hayal ediyordum. Bir yıl boyunca ne yapacağımı bilemedim. Rıhtımlarda, inşa sitelerinde çalıştım. Sonunda oyunculuğa odaklandığımda, sanırım annem de rahatladı, artık bir karar verdiğim için...” İlk tiyatro deneyimi geldiğinde yıl 1982, yaşı 25’ti. Ne kadar müthiş bir oyuncu olduğunu ise, çok değil, ondan üç yıl sonra aynı yıl gösterime giren “My Beautiful Laundrette / Benim Güzel Çamaşırhanem” ve “A Room with a View / Manzaralı Oda”yla ispatlayacaktı. Taban tabana zıt rollerde
Lewis, “Babam İçin”de Pete Postlethwaite’le birlikte.
Proje seçimi konusunda herhalde şu an yeryüzünde ondan daha titiz bir oyuncu yoktur. Bu, kendini beğenmişliğinden değil, ‘rolün hakkını verememe korkusundan’ kaynaklanıyor. “Lincoln”, son 15 yılda rol aldığı yalnızca altıncı film. göründüğü bu iki filmde öylesine kusursuz bir neticeye ulaşmıştı ki, eleştirmenlerin bile ağzı açık kalmıştı. Daniel Day-Lewis her bakımdan mükemmelliyetçi bir aktör. 1997 tarihli “The Boxer / Boksör”deki rol arkadaşı Emily Watson başta onun bu ‘yoğun’ çalışma prensibini yadırgamış. “Çekimlerin sonunda ona ‘Niye böyle çalışıyorsun?’ diye sorduğumu hatırlıyorum,” diyor Watson: “O da çok tatlı bir şekilde şöyle yanıt vermişti: ‘Çünkü bundan başka bir yolla yeterince iyi bir aktör olabileceğimi sanmıyorum’.” 1980’lerin sonunda Daniel Day-Lewis, Fransız aktris Isabelle Adjani’yle sevgiliydi. Beş yıllık birliktelikleri, Adjani’nin hamile kalıp oğulları Gabriel-Kane’i dünyaya getirmesinin hemen öncesinde sona ermişti. 1996’da aktris/yönetmen Rebecca Miller’la evlendi. İki çocukları var ve hâlâ mutlular. Hatta 2005’te eşinin yönettiği “The Ballad of Jack and Rose / Tehlikeli Masumiyet”te birlikte çalışma fırsatı da buldular. Proje seçimi konusunda herhalde şu an yeryüzünde ondan daha titiz bir oyuncu yoktur. Dediğimiz gibi, bu kendini beğenmişliğinden değil, ‘rolün hakkını verememe
korkusundan’ kaynaklanıyor. “Lincoln”, son 15 yılda rol aldığı yalnızca altıncı film. Düşünün, “Kan Dökülecek”ten bu yana tam beş yıl geçmiş ve bu iki filmin arasında oynadığı bir tek “Nine” var. Düşünce yapısı sanki ‘sinekten yağ çıkarmak’ üzerine kurulu. Teferruatlara düşkünlüğünü ve olaylara genelin dışında baktığını iyi anlatan bir örneği “Lincoln” vesilesiyle kapak olduğu 6 Kasım tarihli TIME dergisinden Jessica Winter’ın yazısında buluyoruz. Bir noktada muhabir Winter, “Lincoln”ün senaryosunun uyarlandığı kitap olan Doris Kearns Goodwin’in “Team of Rivals” isimli, filmle aynı anda basılan kitabını çıkarıp aktöre gösteriyor. Kitap aslında bir tarih kitabı. Kapağında ise Abraham Lincoln değil de, Abraham Lincoln kılığındaki Daniel Day-Lewis görülüyor. Aktörün tepkisi şu: “Vay. Bunu görmemiştim. Bir tarih kitabının kapağına bir film karesi koymanın ne derece doğru bir hareket olduğundan emin değilim. Sanki tarihi yeniden yazmak gibi geliyor bana.” TIME muhabiri de yazısının sonunda aktardığı bu anekdotla espriyi bağlıyor: “Day-Lewis de zaten bir bakıma tarih yazıyor.” MS
Daniel Day-Lewis filmlerine nasıl hazırlandı? Bugüne dek dillere destan performanslar vermiş aktörün filmlerinden efsane gibi anlatılan, çekim öncesi ve sırasında kimi hazırlık örnekleri...
“SOL AYAĞIM / MY LEFT FOOT” (1989) İrlandalı felçli yazar/ressam Christy Brown’ın hayatını oynadığı ve ilk Oscar’ını kazandığı filmin çekim aralarında bile tekerlekli sandalyesinden kalkmayı reddedince ekiptekiler öğlen yemeklerini yedirmiş, onu mekandan mekana taşımışlardı. Çekimlerde iki kaburgası ciddi biçimde zedelenmişti.
göre çekimler dışında doğru dürüst yemek yememişti. Kano yapmayı, iz sürmeyi, hayvanların derisini yüzmeyi öğrenmişti. Tüfeğini de yanından ayırmıyordu.
“BABAM İÇİN / IN THE NAME OF THE FATHER” (1993) Yanlışlıkla terörist olarak suçlanan bir adamı canlandırdığı filmde öykü icabı hapiste zorlu günler geçirmesi gerekiyordu, terk edilmiş bir hapishanede bu yüzden aylarca inzivaya çekildi. Kabus gibi bir sorgulama sahnesi için üç gün arka arkaya hiç uyumamıştı.
“SON MOHİKAN / THE LAST OF THE MOHİCANS” (1992)
“CADI KAZANI / THE CRUCIBLE” (1996)
18. YY.’da yaşamış Amerikan yerlisi Hawkeye’a hayat verdiği film için Alabama’nın vahşi doğasında altı ay yaşadı. Michael Mann’in sonradan söylediğine
Yazar Arthur Miller’ın McCarthy dönemi faşizminin alegorisi olarak kurduğu bu 17. YY. öyküsünde çekimlerin başından sonuna hiç yıkanmadı, karak-
Milliyet SANAT Şubat 2013
46
terinin evini kendisi inşa etti, vücuduna gerçek dövmeler yaptırdı.
“THE BOXER / BOKSÖR” (1997) Eski dünya şampiyonu Barry Mcguigan’dan 18 ay boyunca boks dersleri aldı. Filmde rol arkadaşı Emily Watson’la rol icabı 14 yıl birbirlerini hiç görmeyecekleri bir süreç vardı. O süreçte ikisi de birbirleriyle tek bir kelime dahi konuşmadılar.
“NEW YORK ÇETELERİ / GANGS OF NEW YORK” (2002) Filmin kuşkusuz en ürkünç karakteri olan Kasap Bill için uzun süre bir kasabın yanında takıldı. Çekim aralarında sinir bozucu bir biçimde sürekli bıçağını biliyordu. 19. YY.’da sıcak tutan mantolar olmadığı için, çekim aralarında kalın modern mantolar giymeyi reddetti. Bu yüzden zatürre oldu.
647-milsanat-44-49
1/25/13
2:39 PM
Page 5
Komik şiddetin sinemacısı
Quentin Tarantino
Yeni Quentin Tarantino filmi “Zincirsiz / Django Unchained” bu ay gösterime giriyor. 11 Eylül’den beri intikam konusuna odaklanan yönetmen, bu kez kölelere efendilerinden intikam alma şansı veriyor. Quentin Tarantino, Jamie Foxx ve Christoph Waltz’ın rol aldıkları “Zincirsiz”le (aşağıda) nefret edeni de seveni de bol bir filme imza attı.
CÜNEYT CEBENOYAN cebenoyan@gmail.com
MICHAEL HANEKE, “Ölümcül Oyunlar / Funny Games” adlı filminden söz ederken Quentin Tarantino’nun adını anmış. Filmini ‘anti-Tarantino’ olarak niteleyen Haneke hedef kitlesi olarak da ‘şiddet tüketen Amerikan seyircisi’ni gösteriyor. Şiddet tüketimi gerçekten de bir Tarantino filmi seyrederken izleyicinin yaptığı temel şey. “Ölümcül Oyunlar” ve “Reservoir Dogs / Rezervuar Köpekleri”nin Cannes’daki gösterimleri için hazırlanan biletlerinde ortak bir özellik var. İki filmin de biletlerine kırmızı bir etiket yapıştırılarak seyirci karşılaşacağı şid-
47
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/25/13
2:39 PM
Page 6
SİNEMA
647-milsanat-44-49
“Rezervuar Köpekleri”nin bu sahnesi 1990’lar sinemasının en ünlü anlarından biri.
Tarantino’nun ilk filmi “Rezervuar Köpekleri” (1992) bütün şiddetine rağmen belki de yönetmenin en insancıl filmlerinden biridir. Bir soygunun öncesi ve sonrası, çizgisel olmayan bir anlatımla ekrana gelir. Dostluk, bağlılık, dürüstlük bu şiddet dolu dünyada en azından bazıları için her şeyden üstün değerlerdir. det konusunda uyarılmış. Ama Haneke görsel medyanın şiddeti sunumunu eleştiren ve şiddete duyarsızlaşmaya dikkat çeken bir film yaparken, Tarantino şiddeti çoğu zaman bir şakaya, bir karikatüre dönüştüren filmler yaptı. Fakat iki yönetmen de hemen her zaman yaptıklarının bir film olduğu gerçeğinin seyircinin bilincinde olmasını sağlayan yöntemler kullanarak belki de Brechtçi denebilecek yollar izledi. Ama hedefleri tamamen farklıydı. Başta da söylediğimiz gibi aşırı bir şiddet hemen her zaman var Tarantino’da. Ama her filminde aynı şekilde ya da aynı dozda değil. “Jackie Brown”dan sonraki filmlerinde şiddetin dozu giderek daha da artıyor ve sürreel boyutlara ulaşıyor. Tarantino, dille oynamayı seviyor ve kafiye yapmaktan hoşlanıyor, müziğe özellikle ‘70’lerin popuna Milliyet SANAT Şubat 2013
düşkün. Muazzam bir sinema kültürü var. Gayet iyi bilindiği üzere bu kültürünün temellerini bir video dükkanında çalışırken atıyor. “Sinema okuluna gittin mi?” diye sorulunca, “Hayır sinemalara gittim” diye cevap veriyor. Liseyi bile bitirmemiş Tarantino, 15 yaşında okulu bırakmış, bir süre oyunculuk eğitimi görmüş ama ondan da sıkılıp yarıda kesmiş. İyi bir okur ve yazar da aynı zamanda. Ünlü sinema dergilerinde makalelerinin yayımlanmışlığı da var.
POP KÜLTÜR ÜRÜNLERİ Tarantino’nun filmlerinde bir başka Brechtyen öğe olarak epizodik yapından da söz edilebilir. Lineer olmayan bir anlatım ilk filmlerinde daha belirgindir. Godard’ın “Bir filmin bir başı, bir ortası ve bir sonu olmalıdır ama illa da bu sırada olması gerekmez” sözünü şiar edinmiş gibidir. Ama hem Brecht hem de Godard politik ajandaları olan sanatçılardı. Tarantino’nun bir politik angajmanı olduğundan söz etmek güç. Ama elbette onun filmleri de belli bir politik kültürel ortama doğuyor ve kültürü yansıtıyorlar. Tarantino’nun sineması post modern bir sinema, sinema aşkı için sinema. Onun filmleri bir sürü başka filme ve pop kültürü ürününe gönderme yapar, metinler arasında sörf yapar. Aslında bu özelliği yine epey bir Godard etkisi taşır. Kurduğu yapım şirketinin adı Godard’ın “Bande a Part” filminin adından türetilmiş “A band Apart”tır ki bu film de pulp bir romandan uyarlanmıştır ve çok sayıda gönderme içerir. Godard post-modern bir klasik sayılan filminde “Rezervuar Köpekleri”ndeki gibi ters giden bir soygunu anlatır. Tarantino tabii ki Godard’a göre çok farklı bir ortama, döneme doğdu. İlk filmi “Rezervuar Köpekleri”, Sovyetler Birliği’nin çökmesinin bir yıl sonrasına denk geliyor. Tarantino’nun intikam temasını öne çıkardığı “Jackie Brown” sonrası filmleri ise 11 Eylül’ün ardından gelmeye başladı. Bunlar
48
arasında muhakkak anlamlı ilişkiler kurulabilir. İdeolojilerin sonu tartışmalarının yapıldığı tarihin sonuna gelindiği düşünülen bir dönemin çocuğu Tarantino ve filmleri de ne topluma ne de bireye ciddi bir şey söyleme katkısı gütmüyor. Tarantino’nun ilk filmi “Rezervuar Köpekleri” (1992) bütün şiddetine rağmen belki de yönetmenin en insancıl filmlerinden biridir. Bir soygunun öncesi ve sonrası çizgisel olmayan bir anlatımla ekrana gelir. Dostluk, bağlılık, dürüstlük bu şiddet dolu dünyada en azından bazıları için her şeyden üstün değerlerdir. “Rezervuar Köpekleri”, işkence ve kulak kesme sahneleriyle anılır ama bence kült statüsüne yükselişinin ardında asıl bu öğeler var. “Rezervuar Köpekleri” bir anda Tarantino’yu tanınan ve merakla izlenen bir yönetmen yapmaya yetti. Film Sundance’e ve Cannes’a davet edildi. Ama ardından gelecek olan “Ucuz Roman / Pulp Fiction” (1994) Tarantino’yu tam anlamıyla yıldız seviyesine yükseltti. Film, Cannes’da Altın Palmiye, Oscar’larda en iyi senaryo ödülü kazandı ve başrol oyuncularından John Travolta’nın sönmüş kariyerini yeniden canlandırdı. “Ucuz Roman” yine çizgisel olmayan bir anlatıma sahipti. Filmin bildik anlamda bir zirvesi bir ‘climax’i de yoktu. Filmin kahramanlarından Vincent filmin ortalarında ölür ama sonra film bu karakteri ‘flash-back’ demekte zorlanacağımız olay akışında tekrar karşımıza çıkarır. Ahlaki kaygılar hiç yok değildir. Vincent patronunun karısıyla yatmaması gerektiğini düşünür en azından. Filmin diğer kahramanı Jules ölümden dönünce bunun Tanrı tarafından kendisine gönderilmiş bir mesaj olduğuna inanır ve tövbekar olur. Butch sapıkların elinden kaçabilecekken kanlı bıçaklı olduğu mafya patronunu kurtarmak için geri döner. Ama bunların dışında sanki filmin kahramanları ahlaki bir boşlukta yaşarlar. Kazara öldürdükleri gencin yarattığı sorun, arabanın kirlenmesidir mesela. Ve bu olay trajik olmaktan çok komiktir.
SİYAH İSTİSMAR SİNEMASI Tarantino üçüncü filmi olan Jackie Brown’da (1997) çok etkilenmiş olduğu romancı Elmore Leonard’ın bir kitabını uyarlamayı seçer. Bu film Tarantino’nun kariyerinde ayrıksı bir yerde durur. Çok daha az kanlıdır her şeyden önce. Olay örgüsü çok karmaşık bir plan içerse de, çok daha nettir. Tarantino’nun blaxploitation (siyah istismar) sinemasına bir saygı duruşu yaptığı filmin kahramanları yaşlanma problemleriyle cebelleşen hostes Jackie (Pam Grier) ve tutukluların kefaletle tahliyesi işinde çalışan
647-milsanat-44-49
1/25/13
2:39 PM
Page 7
“Soysuzlar Çetesi”nde Diane Kruger (üstte) ve “Jackie Brown”da filme adını veren karakter rolünde Pam Grier...
Max’tır (Robert Forster). İki orta yaşlı âşık arasındaki ilişki Tarantino’nun kariyerindeki en dokunaklı hikayedir aynı zamanda. Ama bu film tipik Tarantino zıpırlığı, fırlamalığının dışında bir yerde durur. Tarantino’nun en az sahip çıktığı (“Benim sıfırdan yarattığım bir şey değildi, Leonard’ın kitabı vardı zaten”, der) filmi olan “Jackie Brown” birçok eleştirmenin gözünde en iyi eseridir. 2001’de gerçekleşen 11 Eylül saldırılarının Amerikan ruhunda yarattığı intikam hisleri Tarantino’yu ne kadar etkiledi bilemeyiz ama bundan sonra yaptığı dört filmin de ana teması intikamdı demek abartılı olmaz. Gerçi Ortadoğu’da olan biten Tarantino’nun gündemine girmez. 2003 ve 2004’te vizyona giren “Kill Bill 1” ve “Kill Bill 2”yi tek bir film olarak görmek gerek. ‘Aşırı tepki’ göstermek “Ucuz Roman”da olan bir durumdu. “Ucuz Roman”da mafya patronu Marsellus’un karısı Mia’ya ayak masajı yaptığı düşünülen kişi, efsaneye göre Marsellus tarafından öldürülmüştür. Bu aşırı bir tepki olarak adlandırılır. “Kill Bill”in hikayesi de böyle bir aşırı tepkinin soncunda başlar. Beatrix Kiddo ve onla birlikte kilisede dü-
“Kill Bill”de gelini, Tarantino’nun gözde oyuncusu Uma Thurman canlandırdı.
ğün hazırlığı içindeki herkes, Beatrix’in eski patronu/sevgilisi ve adamalarınca taranır. Beatrix tesadüfen hayatta kalır. Dört yıl sonra komadan çıktığında Beatrix kendisini öldürmeye yeltenen herkesi teker teker öldürmeye başlar. Beatrix, sadece ülkeler arasında seyahat etmez bu intikam yolculuğu sırasında Tarantino’nun sözleriyle “istismar sinemasının yıllıkları içinden dövüşerek geçer”. Kung Fu, yakuza, Japon anime sineması ve spagetti western gibi türler film boyunca talan edilir. Filmdeki ölü sayısının haddi hesabı yoktur; kan gövdeyi götürür, bir kaynaktan fışkırırcasına akar. O kadar ki bu aşırılığı kimi sahneleri siyahbeyaz çekerek yumuşatmak gereği hisseder Tarantino. “Metallica konserinde, kısık sesle müzik dinlemeyi nasıl beklemezseniz, benim filmlerimde de aşırılıkları azaltmamı beklemeyin” diyen Tarantino için ciddi bir taviz diyebiliriz belki de buna.
TARİHE BAĞLILIK SIFIR Bir sonraki çalışması “Ölüm Geçirmez / Death Proof” Tarantino’nun en başarısız filmi olarak kayıtlara geçti. Orijinalinde iki film birden mantığıyla tasarlanmıştı ve Robert Rodriguez’in “Planet Terror / Dehşet Gezegeni”yle birlikte gösterilecekti ama ABD gişesi başarısız olunca filmler teker teker pazarlanmaya başladı. Ezilen ve intikam alanlar bu kez bir kesim kadındı. Filmin ilk bölümünde dublör Mike adlı bir manyak kadınları arabasına alıp öldürüyor, ikinci bölümündeyse başka bir grup kadın Mike’a haddini bildiriliyordu. Film ne diyalogları ne de konusu itibarıyla ilgi çekici bulundu. “Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi”yle Tarantino bu kez bir Yahudi intikam fantezisi gerçekleştirdi. İlk kez tarihsel ve siyasal anlamda önemli bir döneme el attı ama tarihe sıfır bağlılık göstererek! Amerikalı bir
49
grup Yahudi asker yani filmin orijinal adındaki ‘Inglourious Basterds’ Nazileri avlamak üzere Almanya’ya giderler. Nazi subayı Landa’nın elinden kurtulan Yahudi kızı Shosanna ise Paris’te bir sinema salonu açarak, gizli bir kimlikle yaşamını sürdürür. Nazi üst düzey yönetimi Shosanna’nın salonunda bir propaganda filmi izlemek için toplanınca hem soysuzlar çetesine hem de Shosanna’ya intikam fırsatı doğar. Bu film oldukça başarılı olduysa da yine Tarantino’nun düşen kredisi eski haline gelmedi. Spagetti western filmlerini II. Dünya Savaşı atmosferine taşımaya çalışan film ne bir tür parodisi, ne savaş filmi ne de istismar sineması olarak işlemedi. Tarantino’nun III. Reich’ı sinema aracılığıyla yok etmesi ve bir eleştirmene kahraman üniforması giydirmesi sinemaseverleri memnun etti gerçi. Şimdi sırada “Zincirsiz / Django Unchained” var. Bu kez intikam sırası Amerika’nın zenci kölelerine gelmiş. Filmi yine çok sevenler olduğu gibi, ondan nefret edenler de var. Sinema eleştirmeni David Thompson eleştirisinde “söyleyecek hiçbir şeyi yok ama çenesini tutmayı beceremiyor” demiş filmi eleştirirken. Söylemeden edemeyeceğim bir şey kaldı: birbirleriyle hiç alakalı görünmeseler de Nuri Bilge Ceylan’la Tarantino arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ceylan filmine koyduğu “Bir Zamanlar Anadolu’da” adıyla Sergio Leone’nin spagetti western’lerine saygı sunuyordu. Tarantino en az üç filminde spagetti western’lerden ilham aldı ve Ennio Morricone’nin müziklerine sıkça yer verdi. “Bir Zamanlar Anadolu”daki manda yoğurdu tartışmaları, anında Tarantino’nun filmlerindeki yiyecek içecek (milk-shake, hamburger, kahve) tartışmalarını hatırlatmıştı. Tarantino ruhu sanırım hiç beklenmedik yerlerden çıkmayı daha uzun yıllar sürdürecek. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
SİNEMA
647-milsanat-50-51
1/24/13
2:44 PM
Page 2
‘Kendi’ seçimlerini yapan kadınlar
Voichita’yı canlandıran Cosmina Stratan (ortada) Cristina Flutur’la birlikte Cannes’dan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü aldı.
Yönetmen Cristian Mungiu’nun yeni filmi “Tepelerin Ardında” bu ay gösterime giriyor. Bu filme ve Mungiu’nun önemli bir parçası olduğu Romen Yeni Dalgası’na göz atmanın tam zamanı.
SEVİN OKYAY sevino@gmail.com
YÖNETMEN Cristian Mungiu’yu özlemiştik. Cannes Film Festivali’nde 2007’de Altın Palmiye kazanan “4 Months, 3 Weeks and 2 Days / 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”ün ardından yıllar geçti ne de olsa. Beklediğimize değmiş ama: Romen Yeni Dalgası’nın önde gelen isimlerinden Mungiu, gene iki güçlü kadın karakterin etrafında dönen bir filmle karşımızda. Cannes’da bu kez ona En İyi Senaryo getiren, “Tepelerin Ardında / Dupa Dealuri”, çocukluk arkadaşı olan ama daha sonra yolları ayrılmış iki genç kadının hikayesini anlatıyor. Biri, Alina (Cristina Flutur), başını alıp Almanya’ya gitmiş. Öteki, Voichita ise (Cosmina Stratan), Romanya Moldavyası’nda bir Ortodoks manastırına sığınmış. Flutur ve Stratan, ilk ve şimdilik tek Milliyet SANAT Şubat 2013
filmleriyle, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştılar. Cristian Mungiu “Tepelerin Ardı”nın senaryosunu, Tatiana Niculescu Bran’ın iki ‘kurmaca olmayan roman’ından: “Deadly Confession / Spovedanie la Tanacu” ve “Judges’ Book / Cartea Judecatorilor”dan esinlenerek yazdı. Yönetmenin filmi hayli zorlukla, büyük bir süratle ve yer yer de tesadüflerden yararlanarak gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Günümüzde, uzak ve ıssız, dağlık bir bölgede, eski büyük taş binalardan meydana gelmiş bir manastırdayız. Mungiu’nun iki ana karakterinden biri, buraya sığınmış genç bir rahibe. Voichita, elektrik ve musluk suyu bile olmayan bu yerde, bütün yoksunluklara karşın huzuru bulmuş. Manastırı yöneten Peder (Mungiu’nun film okulundan beri arkadaşı ve oyuncusu Valeriu Andriuta) ve arkadaşlarıyla, inancının da desteğiyle, onu tatmin eden bir hayat sürüyor. Manastırın olaysız, rutin ama sakinleştirici hayatına kapılmış gidiyor.
50
Cristian Mungiu, kadın karakterler yaratmayı tercih eden bir yönetmen.
“Tepelerin Ardında” Bükreş’in kuzeyinde, kara kışta, kısıtlı bir bütçeyle dokuz haftada çekildi. Ekibin, öyle sıkışık bir takvimi vardı ki, Cristian Mungiu, filmi -Cannes Film Festivali’ne yetiştirmek için, kurguyu bile çekerken yaptıklarını söylüyor.
647-milsanat-50-51
1/24/13
2:44 PM
Page 3
“4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”de başrollerde Anamaria Marinca ve Laura Vasiliu var. “The Death of Mr. Lazarescu”da Lazarescu’yu IIon Fiscuteanu canlandırdı.
Derken bu hayatın ortasına bir ateş topu gibi Alina düşüyor. Küçükken Voichita’yla aynı yetimhanedeymişler, çok yakın arkadaşmışlar. Yakınlıklarının derecesini bilmesek de, özellikle Alina’nın davranışlarından, bakışlarından, dokunuşlarından aşka yakın bir ilişki olduğunu anlıyoruz. Çalıştığı Almanya’dan, belli ki, Voichita’nın da manastırdan ayrılıp onunla birlikte döneceği umuduyla kalkıp gelmiş. Oysa Voichita dönmek istemiyor. Alina ısrar ediyor, onu manastır çevresinden koparmaya çalışıyor. Manastırın sert kurallarına ve rahibe karşı çıkınca da, içine şeytan girmiş olmakla suçlanıyor, korkutucu bir şeytan çıkarma işleminin tehdidi altında kalıyor. Mungiu, bu filmi de merkezinde (gene) iki kadının olduğu “4 Ay, 3 hafta, 2 Gün” gibi, kendi hayatı hakkında bizzat karar vermek, kendi kaderini tayin etmek üzerine kurmuş. Burada altı çizilmesi gereken kelime, ‘kendi’. Alina, ona kendi hayatı gibi bir hayat önerse de, Voichita kendi halinden memnun çünkü. Hayatına ilişkin bir kararı, daha renkli ve parlak görünen bir gelecek vadedilse bile, bizzat kendisi vermek istiyor. Ama onun da grup psikolojisi ve baskısından ne ölçüde kurtulup kendisi olduğu tartışma konusu.
GÖSTERİŞE YER YOK “Tepelerin Ardında” Bükreş’in kuzeyinde, kara kışta, kısıtlı bir bütçeyle dokuz haftada çekildi. Ekibin, 2011 Ağustos’unda çekmeye başladığı filmin öyle sıkışık bir takvimi vardı ki, Cristian Mungiu, 2012 Mayıs’ta Cannes Film Festivali’ne yetiştirmek için, kurguyu bile çekerken yaptıklarını söylüyor. 15 dereceye varan ısıda çekim yapmak da, takvime uymak da zor olmuştur mutlaka. Mungiu, çarpıcı diyalogları olan, hareketli, yoğun sahnelerle doruk noktasına varmayı tercih etmiyor.
Romen Yeni Dalgası’na dikkat Cristian Mungiu’nun da bir parçası olduğu bu ‘Romen Yeni Dalgası’ (Noul val românesc) nereden çıktı diyecek olursanız, belki de 2001’e, Cristi Puiu’nun ilk filmi “Stuff and Dough / Marfa si banii”nin prömiyerinin Cannes’da yapılışına ve Selanik Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü alışına dönmek gerekir. Aslında, Doğu Avrupa’nın diğer sinemaları kadar iyi bilinmeyen, üretken de sayılmayan Romen Sineması, adını ilk kez 1957’de, gene Cannes’da Ion Popescu Gopo’nun kısa filmi “Short History / Scurta istorie” (1956, 10 min) Altın Palmiye alınca duyurmuştu. Bu film 2000’li yıllara kadar, uluslararası platformda bilinen tek film olarak kaldı. Romen sinemasının tek temsilcisi de, Fransa’da yaşayan Lucian Pintilie oldu. Rejim değişikliğinin ardından arşivlerde toz içinde bekleyen filmlerin ortaya çıkışı, bir avuç genç yönetmeni etkiledi. Sonuçlar da ilk kez Puiu’nun, günün Romanya’sındaki gençliğin portresini çizen filmiyle ortaya çıktı. Gerçi 2004’te gene Cannes’de Kısa Film Altın Palmiye’sini alan “Trafic”
Uzun çekimlerle, gösterişten uzak bir koreografiyle, karakterlerinin ruh iklimini bize yansıtıyor. Çok daha etkili olduğu da bir gerçek. Önemi yok aslında ama, Oscar meselesine değinmeden de edemeyeceğim. Altın Palmiyeli filmi “4 Ay, 3 hafta, 2 Gün”den altı yıl sonra, Mungiu o filmin Oscar adayı olmayışının yol açtığı tartış-
51
bir başlangıç noktası sayılır ama, Romanya dışındaki sinemaseverlerin bu ülkenin sinemasını esas fark edişi, gene Cristi Puiu’nun filmi “The Death of Mr. Lazarescu / Moartea domnului Lazarescu” ile oldu. Altmış üç yaşındaki bir adamın ölme hikâyesinin bu kadar ilgi ve takdir toplayacağı kimsenin aklına gelmemiştir herhalde. 2007’de Sundance’te Uluslararası Kısa Film Ödülü’nü “The Tube with a Hat” adlı filmiyle kazanan yönetmen Radu Jude, kaybettikleri zamanı telafi etmeye çalıştıklarını söylüyor. Gerçekten de, 2000’li yıllarda İtalyan Yeni Gerçekçiliği ile Fransız Yeni Dalgası’nın özelliklerini taşıyan filmleriyle, genç Romen yönetmenler çok dikkat çekti. Romen Yeni Dalgası filmleri, daha çok 1980’lerin sonunda, Nicolay Çavuşesku rejiminin sonlarına doğru geçen olaylar üzerine kuruluydu. Ancak, artık bununla sınırlı olduğu söylenemez. “Tepenin Ardında” da bunun somut bir kanıtı. Adı en çok geçen yönetmenleri arasında Cristian Mungiu, Cristi Puiu, Cristian Nemescu, Catalin Mitulescu, Radu Muntean ve Corneliu Porumboiu var.
mayı hatırlıyor ve bu ‘başarısızlığın’ onlar için bir tür tanıtım olduğunu düşünüyor. Bu sefer de öyle olur umarız. Peki, üzülüyorlar mı? “Biz bu deneyden, yaptığımız sinemanın basın ve festivallerce takdir edilebileceği, ama Oscar seçicileri tarafından ille de takdir edilmesinin gerekmediği sonucunu çıkardık. Bu ‘iyi’ ya da ‘kötü’ değil. Bu sadece bir olgu.”MS Milliyet SANAT Şubat 2013
SİNEMA
647-milsanat-52-53
1/25/13
2:40 PM
Page 2
“Hayat Avcısı”, polisiye olay örgüsüyle nefes aldırmayan bir belgesel.
12’de
12!
!f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 12. yaşını kutlarken, festivalin bu yılki ‘kaçmaz!’ 12 filmini seçtik. Festival, 14-24 Şubat’ta İstanbul’da, 28 Şubat-3 Mart’ta ise Ankara ve İzmir’de. CEYDA AŞAR ceydaasar@gmail.com
“Hayat Avcısı / The Imposter” İçerdiği sessiz dehşetten dolayı asla unutamayacağınız, her an seyirciyi şüphede bırakan bir belgesel. 13 yaşında bir çocuk Amerika’da kaybolur. Kaybolduktan 3 yıl sonra, İspanya’da bulunur ve aile çocuğuna kavuşur. Ancak bu işte bir tuhaflık vardır. Bu çocuk, fiziksel olarak, kaybolan çocuğa pek benzemez. Dedektifler işin peşine düşer. Belgesel de böylece asıl rotasına
saparak, kayıp çocukların kimliklerini edinerek kendine bir yaşam kuran ilginç bir suçlunun hikâyesini anlatmaya başlar. Geride soru işaretleri bırakarak... Peki ama aile, kendi çocuğunu nasıl başka birisiyle karıştırıp bu yalanı göz göre göre kabul etmiştir? Aile de bir şey mi gizlemektedir yoksa çocuklarına kavuştuklarına inanacak kadar duygusal bir körlük içinde midir?
“Jin” Festival bu sene hoş bir sürpriz yapıp, bir Türkiye prömiyerine ev sahibi oluyor. Berlin’in Generation bölümünde Kristal Elma için yarışan, Reha Erdem’in yeni filmi “Jin”, PKK kaçağı Kürt bir kızın doğunun damgalanmış dağlarından inip, batının rüya dünyasına yaptığı yolculuğu anlatıyor. Reha Erdem, festival sırasında özel bir söyleşi de verecek. Isabel Muñoz Cardoso ve Teresa Madruga filmin başrollerinde...
“Tabu” Film, Berlin’den Teddy Ödülü kazandı.
“Bana Kuchu De / Call Me Kuchu” Uganda’nın homofobik olduğunu; orada, eşcinsellerin fotoğraflarını basan, eşcinselleri hedef gösterip nefret söylemi üreten Rolling Stone diye bir gazetenin çıktığını; eşcinselleri ele vermeyenleri cezalandırmayı içeren kanun tasarısı bulunduğunu biliyor muydunuz? Berlin’de Teddy, San Fransisco ve Torino’da izleyici ödüllerini toplayan, çarpıcı bir belgesel. Milliyet SANAT Şubat 2013
“Güneşsiz”, Marker’ın başyapıtlarından.
“Güneşsiz / Sunless” Chris Marker’la henüz tanışma şansına erişmemiş olanlar ya da geçtiğimiz yılki ölümünün yasını tutan koyu hayranları için defalarca izlenebilinecek kült bir belgesel, belgesel olmaya dili varmayan bir şaheser.
52
Lizbon’da tek başına yaşayan orta yaşlı bir kadının pek de çekici olmayan sıradan hayatını, karşı komşusu kumarbazın onun için endişelenmesini anlatan film ilerledikçe, bir insan hayatındaki gibi değişim gösterip şaşırtıyor. İkinci yarıda yaşlı kadının gençliğine, egzotik Afrika dünyasına ve farklı bir aşk üçgeni hikâyesine doğru yol alıyor. Siyah- beyaz kadrajları, anlatıcı seste farklı denemeleri, klasik anlatı yapısını bozuşuyla, “Tabu” kesinlikle dikkat çekici. Berlin’den FIPRESCI ve Alfred Bauer ödüllerinin sahibi filmin yönetmeni Miguel Gomes de !f’in konuklarından.
647-milsanat-52-53
1/25/13
2:40 PM
Page 3
Sam Rockwell ve Colin Farrell, filmin geniş oyuncu kadrosunda yer alıyorlar.
“Kutsal Motorlar”da Denis Lavant, farklı karakterleri canlandırıyor.
“Kutsal Motorlar/ Holy Motors” Filmin, sinema tarihine geçmeye aday, son derece etkileyici açılış sekansında, koltuklarda uyuyakalmış yüzlerce seyirci görüyoruz. Film, her saniye çarpıcı olmayı başarıyor. Denis Lavant’ın canlandırdığı manidar isimli Mr. Oscar, limuzininden, her seferinde farklı bir karakter olarak çıkıp, hayatın içinde bir sahneye dahil oluyor ve bütününü kendi hayallerimizle tamamlayacağımız filmlerden (ya da hayatlardan) tuhaf kesitler sunuyor. “Köprüstü Aşıkları / Les amants du Pont-Neuf”ün ve “Kötü Kan / Mauvais Sang”nın sıkı hayranlarının, yönetmen Leox Carax’ı dünya gözüyle !f konuğu olarak görme sevdası da eklenince, filmin açılış sekansının ve bu sekanstaki“Peki ya izleyen kimse yoksa?” önermesinin aksine, salon, soluksuz izleyicilerle dolacak gibi görünüyor. Yönetmenin “Tokyo” filmini hatırlayan sinefilleri ise ilginç bir sürpriz bekliyor.
“Kapsül / Capsule” Yunanistan’ın kriz zamanlarında yaşanan sinemasal yükselişine önemli bir katkı sağlayan, cüretkar yönetmen Athina Rachel Tsangari karşımızda. “Kapsül” adlı bu kısa filmde, acaba bir önceki filmi “Attenberg”deki kadar ‘tuhaf kızlar’ yaratabildi mi diye merak eden sıkı takipçiler ya da tüm kuralları tersyüz eden yepyeni bir dille tanışmak isteyenler için.
“Bambaşka Bir Ülkede / In Another Country”
“In Bruges”un yönetmeni Martin McDonagh, “Se7en”dan, “Batman”in Joker’ine (bu kez vale) “Zodiac”a ve seri katil filmlerine kadar pek çok tanıdık küçük detayla karşımızda... Yedi tane psikopat karakter yaratmak isterken, Hollywood tarzı şiddete yönelmek istemeyen bir senarist ile arkadaşlarının başına gelenleri, ‘film içinde film’ duygusu uyandıracak kadar sinemayla dolu dolu anlatıyor. Yer yer komik, yazılan senaryonun gerçeğe dönüşümü gibi numaraları nedeniyle yer yer klişe ancak kesinlikle farklı. Colin Farrell, Abbie Cornish, Christopher Walken, Woody Harrelson gibi bir kadroyla çıtır çerez bir suç komedisi.
“Kutsal Motorlar”daki gibi, aynı oyuncudan farklı performanslar yaratma biçiminin bir başka versiyonunu yönetmen Sang-soo Hong, Isabelle Huppert ile deniyor. Güney Kore’ye gelen, yalnız bir Fransız kadın, üç farklı hikayede hemen hemen aynı karakterlerle karşılaşarak farklı sonlar yaşıyor. Aşk, ilişkiler, yabancılık, seks gibi temalar çevresinde dolaşan filmin, yoğun tekrarlarından ve tekdüzeliğinden beslenen hoş armonisi ve seyirciyi içine davet eden sakin dili, görülmeye değer. “Savaş Cadısı”, Akademi Ödülleri’ne Yabancı Dilde Film dalında aday...
Sam Riley (solda) ve Garrett Hedlund...
“Savaş Cadısı / War Witch”
“Yolda” / “On The Road” Beat kuşağının öncüsü Jack Kerouac’ın romanından uyarlanan film, yol filmi tutkunları ve yazarın, ‘bu kitap asla film yapılamaz’ savının doğru olup olmadığını merak edenler için... Filmin senaristi de !f konukları arasında.
“Yedi Psikopat / Seven Psychopaths”
Isabelle Huppert, filmin başrolünde...
53
Berlin’de Jüri Özel Mansiyon Ödülü alan Tribeca’da En İyi Film seçilen bu film, 12 yaşındayken ailesini öldürmeye zorlanıp asker olarak yetiştirilen bir kızın, dokunaklı hikayesini anlatıyor. Savaşın ortasında yeşeren bir masalın, hayalin ve masumiyetin şiiri... MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-54-55
1/24/13
2:48 PM
Page 2
SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY
aldorsay@yahoo.com
Ünlü yazar H. G. Wells’in “The Island of Doctor Moreau / Doktor Moreau’nun Adası” 1932’den itibaren üç kez daha sinemaya uyarlandı. Ancak sonraki uyarlamalar, teknik imkanlarına rağmen 1932’deki ilk uyarlamanın dehşetine ve başarısına ulaşamıyor.
‘Canavar doktorlar’ dönemi başlıyor “Island of Lost Souls / Kayıp Ruhlar Adası” Yönetmen: Erle C. Kenton Senaryo: Waldemar Young, Philip Wylie Görüntü: Karl Struss Oyuncular: Charles Laughton, Richard Arlen, Kathleen Burke, Bela Lugosi, Leila Hyams, ABD, 1932, 70 dakika
Ruth’u canlandıran Leila Hyams ve kaptan rolünde karşımıza çıkan Stanley Fields, doktorun yaratıklarından biriyle...
KORKU FİLMİ meraklıları, H. G. Wells adını iyi bilir. Ünlü İngiliz bilim-kurgu ve fantastik yazarı (1866- 1946) büyük bölümü sinemaya da engin bir malzeme sunan romanlarıyla tanınmıştı: “The Time Machine”den “Things to Come”a, “The War of the Worlds”ten “The Invisible Man”e, “Kipps”ten “The Passionate Friends”e... En ünlü korku romanlarından biri de “The Island of Doctor Moreau / Doktor Moreau’nun Adası” adını taşır. “Kayıp Ruhlar Adası”, bu romanın ilk sinema uyarlamasıdır. Daha sonra asıl adıyla iki kez daha uyarlanmıştır: 1977’de Don Taylor’un yönetmenliği ve Burt Lancaster, Michael York, Richard Basehart, Barbara
Milliyet SANAT Şubat 2013
Carrera gibi harika oyuncularla. 20 yıl sonra, bu kez John Frankenheimer şansını denedi. Yine “The Island of Dr.Moreau” adıyla çevirdiği film, Marlon Brando, Val Kilmer, David Thewlis gibi oyunculara ve büyük bir bütçeye karşın, 1932 yılında, sinemanın anlatım olanaklarının çok daha sınırlı olduğu dönemde çekilmiş o siyah-beyaz ve sadece 70 dakikalık filmin özgünlüğüne ve perdede yarattığı dehşet duygusuna erişemedi. Gerçi o film de Time Out kılavuzunun hakkaniyetle belirttiği gibi, o denli kötü değildi. Yine de genel-
54
de ilk filmin üstünlüğü kabul edilmiş sayılır.
FRANKESTEİN’IN AKRABASI Roman (ve de film) kuşkusuz tüm 19. YY.’ı heyecan verici bir çağ haline getiren büyük sanayi devriminden ve ona koşut olarak gelişen, bilim ve sanatın insan fiziği ka-
647-milsanat-54-55
1/24/13
2:48 PM
Page 3
lara ‘vivisection’ (hayvanlar üzerinde bilimsel amaçlar için yapılan ameliyat) yöntemiyle insan genleri aşılamaya ve onları ‘insanlaştırmaya’ çabalar. Moreau aslında o yıllarda güçlenen ‘deli doktor’ imajının ve örneğin ölü beden parçalarından bir canavar yaratan doktor Frankenstein’ın akrabası değil midir?
İNSANLIĞINI UNUTMA! Böylece ortaya ne tam insan, ne de tam hayvan olan ürkünç yaratıklar çıkmaktadır. Bilimin kendisinde her türlü hak ve yetkiyi 60 yıl sonra Marlon Brando’nun gördüğü bir çağda, tüm o roman ve filmlecanlandıracağı Moreau rolündeki rin değişmez bir ortak mesajı vardır ve şuCharles Laughon (üstte), Richard dur: çok ileri gitme, insanlığını unutma, kenArlen’la birlikte (altta). dini Tanrı yerine koyma... Naif, ama doğru bir mesaj... Edward Parker, önce sadece ilginç bulduğu doktorun giderek zalimlik ve çılgınlığını keşfeder. Kendi dehasına iman etmiş, yaptıklarını gerçekten de bilim aşkı için yapan, ancak bunun korkunç sonuçlarını göremeyen biridir o... “Kendini Tanrı gibi hissetmek ne demektir bilir misin?” diye sorar, yeni yoldaşı Parker’e... Önce bitkilerin genleriyAltyazılı DVD’si ü le oynamış, ortalığı garip nlü The Crit erion ve ürkünç çiçek ve ağaçlar Collectio n’dan çık kaplamıştır. Sonra insan tı. olmalarına çalışılmış o hayvanlar... Ama bu biyodar ruhunun da derinliklerine antropolojik deneylerde yolculuğa bayılan, sürekli genetik araştırmalar yürüten ve adına metamorphosis- de- tam başarı yoktur: ‘Hayvanlık geri gelmekğişim denen olaya kafa yoran çabalarından tedir’. Burada, insanların gözünde sadece etkilenmiştir. Böylece, gemisi Lady Vain korku, hayvanların dilinde sadece canhıraş batmış olan Edward Parker, kendisini kur- çığlıklar vardır. Hele adadaki tek kadın olan Lota... Lota taran geminin, kötü davrandığı suratsız kaptanı tarafından, nişanlısının kendisini bek- bir panter-kadındır: alımlı, yakıcı bir esmelediği Apia limanı yerine küçücük bir adaya re dönüşmüş çekici bir yaratık... Ama ah, o bırakılır; haritada yeri bile olmayan... Bura- doktorun bile yok edemediği sivri tırnaklı sı egzotik bir dekorda, yerlilerin ve birkaç pençeleri olmasa... Edward bile bir ara ona beyazın yaşadığı bir yerdir. Tüm otorite ise tutulur gibi olur. Ama nişanlısı Ruth’un adadoktor Moreau’dadır: Londra’da başladığı ya gelmesi gecikmez. Artık doktorun durçalışmalarına sonra ‘medeniyetten uzak’ durulması şart olmuştur. Onun uzun uzun bir Polinezya adasında devam eden garip uğraşıp hem yerlilere, hem dönüşmüş yabir bilim adamı. Doktor, yakında bir yer- ratıklara ezberlettiği ‘The Law- Yasa’ artık lerden (Mombasa adasından) büyük ka- sona yaklaşmaktadır. Ve baştaki Musa fesler içinde getirttiği türlü-çeşitli hayvan- esinli ‘kan dökmeyeceksin’ sloganı bile
Nereden bulunab il
ir?
Yönetmen Erle C. Kenton, Dr. Moreau’nun yaratıklarını tablolar halinde gösterir. Sanki resim sanatından esinlenmiş korku tabloları... Bu seçimi en çok ‘isyan bölümü’nde etkileyici olur. 55
dinlenecek değildir. Yönetmen Erle C. Kenton (18961980), 1920’lerden başlayıp her tür film yönetmiştir. Bu filmdeki başarısı ise tartışmasızdır. Hollywood’da korku filmlerinin Frankenstein’ı, Dracula’sı ile asıl temellerinin atıldığı o dönemde, sonradan “House of Frankenstein”, “House of Dracula” gibi filmleri de beğenilen Kenton, üzerlerinde teker teker durmadığı o yaratıkları tablolar halinde gösterir: sanki resim sanatından esinlenmiş korku tabloları... Bu en çok ‘isyan bölümü’nde etkileyici olur: görüntü yönetmeni Struss’un kamerasını dönem için şaşırtıcı bir hareketle (bir tür zoom’la) onlara hızla yaklaştırdığı sahnelerde... Hele zavallıların ‘You made us/ Half man half beast - Bizi sen yarattın/ yarı insan, yarı hayvan’ diye bağırdığı bölüm unutulamaz. Dönemin, kariyerini henüz anavatanında sürdürse de Hollywood’a da hayır demeyen ünlü İngiliz oyuncusu Charles Laughton, yine harikalar yaratır. Hemen ardından ülkesinde çetiği “The Private Life of Henry V111” filmiyle Oscar alan aktör, burada onun provasını yapar gibidir!.. Bir yıl önce Dracula ile parlayan ünlü korku filmleri aktörü Bela Lugosi, ağır bir makyaj altında “Sayer of the Law’ (kanun okuyucusu) rolünü üstlenir. Filmin beladan kurtulmaya çabalayan genç çiftinde Richard Arlen-Leila Hyams ikilisi göz doldururken, panter-kadında Kathleen Burke gerçekten ilginç bir kişilik çizer: Görüntüsü ve oyunuyla... Alman kökenli görüntü yönetmeni, sessiz dönemden beri ABD’de çalışan ve 1927’deki ilk Oscar’larda ünlü F. W. Murnau filmi “Sunrise / Şafak”la ödülü alan Karl Struss’un görüntüleri ise her zamanki gibi mükemmeldir: Özellikle sisi ve alacakaranlığı vermede... Filmin aldığı tepkiler hayli farklıdır. İngiliz Leslie Haliwelll ve Fransız Jacques Lourcelles fazla övmezler. Lourcelles “Wells’in soluk bir uyarlaması” derken, “yine de tüm uyarlamaların en iyisi” diye ekler. Filmin, imdb’de saygın bir 7.6 puanı varken, Leonard Maltin 4 yıldız üzerinden 3.5 verir ve şöyle der: “Sonraki daha ayrıntılı uyarlamalara karşın, bu film dehşet aura’sını koruyor: özellikle ürkünç finalde”. Time Out ise şöyle yazar: “Zamanında pek etki yapmayan bu film, aslında son derece güçlü bir yapım. Karl Struss’un baş döndürücü biçimde çektiği çılgın finalinde ise, yerliler Laughton’un sakallı şeytan doktoruna dersini verirken, filmin yıkıcı ruhu gerçek bir intikam duygusuyla yüzeye vurur”. MS
Milliyet SANAT Şubat 2013
SİNEMA
647-milsanat-56-57
1/24/13
2:49 PM
Page 2
Müzikalde bir zirve ve annelik Türkiye’de önümüzdeki ay gösterime girecek Tom Hooper’ın yönettiği müzikal türündeki “Sefiller”de eser, yönetmenin kararlarıyla yeni bir sanatsal zirveye taşınmış. “Mama” ise annelik üzerinden ilerleyen bir korku filmi. ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com
Sinema ve müzikal başyapıtı! 1789 FRANSIZ DEVRİMİ sonrası, içinden geçilen trajik olaylar sonucu moral çöküntülerine uğrayan halkın duygularını harekete geçirecek eserler patlaması, ‘sanat toplum içindir’ ilkesini de hayata geçirir. Romantizm dönemi başlamıştır. Bu akımın öncülerinden Victor Hugo, “Sefiller / 1845’de yazmaya başladığı “Les MisèLes Mis érables” Yönetm rables / Sefiller”i, 1861’de Waterloo en: Tom Hooper savaş alanında tamamlar; 1862’de yaSenaryo : William N icholson yımlar. Toplumun temel sorunlarını, Müzik: C laudeMichel S çarpıklıklarını ve adaletsizliği yanchönberg Ş arkı sözleri: sıttığı “Sefiller”de, hırsız damgası yiAlain Bo ublil, yerek hayatı boyunca kanundan kaHerbert Kretzme r Görüntü çarken, kendiyle çatışıp kefaret : Danny C o h en ödeyen Jean Valjean ile peşindeki müfettiş, şaşmaz doğrulara sahip Javert arasındaki etkileşimden yola çıkarak vicdanın yüceliğine odaklanan Hugo, muhtemeldir ki çok acı çekiyordu... Çünkü büyük kızı, kocasıyla birlikte Seine Nehri’nde boğulmuştu! “Sefiller”in 19. YY. Fransa’sına eleştiri Hugh Jackman, filmdeki performansıyla Oscar’a aday... niteliğinde olmasından öte, evrensel değeri nedeniyle insan türü devam ettiği sürece sanatın farklı dallarındaki uyarlamalarıyla popüler olacağı kesin. Sinemaya baktığımızda nan Tom Hooper damgasını taşıyor. Evet, kunu olarak böyle bir çalışmaya ilk kez tanık çok sayıda filmle karşılaşıyoruz. Son olarak, ‘damga vurmuş’, çünkü aldığı kararlarla, oldum. İyi bilirsiniz ki, sahne sanatlarında 1998’de, Liam Neeson (Valjean) - Geoffrey eser yeni bir sanatsal zirveye taşınmış. Film, oyuncuların rol yapma ve şarkı söyleme perRush (Javert) ikilisini Bille August yöneti- 1980 yılından itibaren Paris’te ve İngilizce- formansları ne denli üst düzey olsa da, hep minde seyretmiştik. ye çevrildikten sonra 1985’ten başlayarak belirli bir mesafeden seyretmek zorunda olda Londra’da sahneye konan “Sefiller” mü- duğunuzdan, bazı ufak hatalar gözünüzden REKORLAR KIRAN MÜZİKAL zikalinden uyarlanmış. Anımsatalım ki, on- kaçabilir. Bu operada da, müzikallerde de, tiYeni uyarlama ise, 2010 yapımı “The larca ülkede sergilenen müzikal tüm rekor- yatro oyunlarında da olağandır. “Sefiller”in King’s Speech / Zoraki Kral”ın 4 Oscar’ın- ları kırmış durumda. çekimleri için alınan cesur kararlarla, oyundan birini ‘En İyi Yönetmen’ olarak kazaKendi adıma, bir sinema ve müzikal tut- cuların iyi şarkıcı olmaları, en önemlisi canMilliyet SANAT Şubat 2013
56
647-milsanat-56-57
1/24/13
2:50 PM
Page 3
lı söylemeleri ve yakın planla çalışmaları talep edilmiş... Ve gerçekleştirilmiş de! Filmin öne çıkan özelliklerini sıralarsak: 1) Tiyatro sahnelerinde de ödüllü bir müzikal yıldızı olan Hugh Jackman’dan (Jean Valjean) , müzikal tiyatro geçmişi olan Russell Crowe’a (Javert); Jackman gibi fiziksel olarak da ciddi değişim uygulayan Anne Hathaway’den (Fantine) , “Mamma Mia!”dan şarkıcılığını bildiğimiz Amanda Seyfried’e (Cosette); eserin mizah figürleri Sacha Baron Cohen ve Helena Bonham Carter’a... Her oyuncuyla adeta burun buruna geliyorsunuz. Yani tamamıyla insana yoğunlaşıyorsunuz. Oyuncular, karakterlerinin gerçekliklerini tüm güçleri ve yorumlama özgürlükleriyle açığa çıkarıyorlar. Sonuçta, onlarla aynı anda acı çekiyor, onların gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte ağlıyorsunuz. Karakterlerle, duygusal ve fiziksel anlamda en ‘çıplak’ halleriyle göz gözesiniz (filmin 8 Oscar adaylığından ikisinin ‘makyaj-saç’ ve ‘kostüm’ dallarında olduğunu anımsatalım). 2) Yönetmen Hooper, müzik - şarkı dışında düz diyalogun çok çok az olduğu filminde bir karar daha alarak, romanın ruhunu kusursuzca korumuş. Nasıl ki müzikal yapıda ‘playback’ yapaylığını reddetmişse, görüntülerde de ‘temizlik ve hijyen’den uzak durmuş. Adına yakışır biçimde kirli, neredeyse her sahnesi ‘grenli’ (kumlu) görüntülerle, gerçeği yerler ve mekânlar olarak da saptamış. Örneğin, Toulon’da parçalanıp kıyıya vurmuş gemiyi çeken mahkumların yer aldığı sahne (1815), Montreuil-surMer’deki sefaletin dip noktası fahişeler sokağı (1823), Paris’te devrimci öğrencilerle askerlerin çatıştığı bölümler (1832), sinemasal görkem hissettirse de, eser kişilerini gölgelemiyor; sadece gerçekliği pekiştiriyorlar. 3) Bu bir sahne müzikali uyarlaması. Ancak, tiyatrallığa teslim olmadan, yapıtın hücrelerindeki coşkunluk, hüzün, duygusallık, sinemanın avantajları kullanılarak çarpıcı biçimde açığa çıkarılmış. Öyle bir denge kurulmuş ki, müzikal sihir katı gerçekliğin içinde parlamış. Mesela, merhametsizce umutsuzluk bataklığına itilen Fantine’in söylediği şarkı “I Dreamed a Dream”, o pisliğin içinde kimsenin ulaşamayacağı ve kirletemeyeceği hayaliyle masum yüreğinin sevgisini ifade ederken, aynı anda, içinde bulunduğu o fiziki karanlık da, içindeki ışık da seyredene yansıyor. Farklı disiplinleri biraya getiren sinemanın, günümüzdeki tanımının içini dolduran en iyi örneklerden biri olan “Sefiller”, canlandırıcı ve heyecan verici bir etkiye sahip.
“Mama” i. uschiett ndrès M A : n s e rè Yönetm ss, And i. : Neil Cro uschiett Senaryo arbara M B i, , tt in ie ta Musch ica Chas lar: Jess an Oyuncu au, Meg ter-Wald s o e. C s j s li la e Né Niko r, Isabell e ti n . e a tr rp Cha Ries : Antonio . Görüntü el·zquez V rnando e F : ik z Mü Jessica Chastain’i filmin başrolünde izliyoruz.
Andrés Muschietti, yapımcılığını kız kardeşi Barbara’nın üstlendiği 3 dakikalık korku filmi “Mama”nın (2008) bu uzun versiyonunda dramatik bir hayalet öyküsünün dengelerini kurmayı iyi başarmış.
Hayalet nedir? GUILLERMO DEL TORO, kendi yönettiği çocuk hayalet hikayesi “Şeytan’ın Belkemiği / El espinazo del diablo”da (2001) şu soruyu soruyordu: “Hayalet nedir?” “Mama”nın yapımcısı olarak tekrar tanımlıyor: “Hayalet, bir insanın özü gibidir!” Doğru, tüm hayalet öyküleri dramatiktir; haksızlık, adaletsizlik, bir kefaret söz konusudur; tamamlanamamış bir hayat-ölüm çemberinin içinden çıkar. Hayalet bir anneyse eğer, çok güçlüdür; onun duygusal yoğunluğuyla mücadele edebilmek olanaksızdır. Andrès Muschietti, yapımcılığını kız kardeşi Barbara’nın üstlendiği 3 dakikalık korku filmi “Mama”nın (2008) bu uzun versiyonunda dramatik bir hayalet öyküsünün dengelerini kurmayı iyi başarmış. Biri neredeyse bebek, iki kız çocuğunun ormandaki bir kulübede trajik bir cinayete kurban gidecekken, 19. YY.’da uçurumdan ölüme atlamak zorunda kalmış bir kadının hayaleti tarafından korumaya alınmalarıyla başlayan film, tipik korku janrının gereklerini yerine getirmeye başlıyor... 5 yıl sonra ise iki kızın vahşi birer hayvan gibi bulunup uygar yaşama alıştırılmaları sürecinde, öyle bir an geliyor ki, onları ko-
57
rumaya almış hayalet ile çoluk çocukla ilgisi olamayacak denli uçuk genç bir kadın karşı karşıya geliyor: Tuhaf ama kendi mantığı içinde inandırıcı!
TEDİRGİN EDİCİ Amerikalı ‘pop surreal’ ressam, makyaj efektleri - dijital animasyon sanatçısı Chet Zar’ın karanlık çalışmalarındaki esnek deforme figürlerinden ilham alınarak, toprak renginin ağır bastığı koyu tonlarda yaratılmış hayalet, evet, şok trüklerle sıçratıyor. Denge ise, onun kişisel hikâyesinin kederinde kuruluyor. Karşısındaki genç kadın ise, hiç doğurmamış olsa da içgüdüsel olarak iki küçük kıza bağlanmaya başlıyor. Kızları yıllarca ormandaki kulübede kirazlarla beslemiş hayalet ile onların en azından birinin yeniden gerçekliğe dönmesi için ölümü bile göze alabilen genç kadın arasında bir rekabet başlıyor. Yani “Mama”, neresinden baksanız, annelik duygusu üzerinden etkiliyor, üzüyor. Öte yandan, iki katlı bir evin korkutmak için nasıl zengin bir mekan olduğunu gayet iyi bilenlerin tahmin edebilecekleri gibi, evin içindeyken ve doğaldır ki, hayaletin kulübesinde rahat bir nefes alabilmeniz olanaksız: Yeterince sürprizli, tedirgin edici, acıklı. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-58-59
1/24/13
2:51 PM
Page 2
DVD gurel.selin@gmail.com
“Insidious / Ruhlar Bölgesi”
BA Ğ IM S I Z S U LA R D A
BU FİLM E D İ K K A T !
SELİN GÜREL
James Wan’ın istismar filmlerini bırakıp geleneksel korku filmleri alemine dalış yapması, korku türü takipçileri için sevindirici bir haberdi. “Ruhlar Bölgesi”ni 2011’in en iyi korku filmlerinden biri yapan, Wan’ın hem “Poltergeist” gibi türün krallarına saygı duruşunda bulunması hem de mizahı korkunun içine ustaca yedirebilmesiydi. “Ruhlar Bölgesi”, gerçekten korkmak isteyenlerin ellerine geçen nadir fırsatlardan biri.
“Another Year / Ömrümüzden Bir Sene” (2010)
Yönetmen: Mike Leigh Oyuncular: Jim Broadbent, Ruth Sheen, Lesley Manville Öykü: Tom ve Gerri, sadece ismen birbirini tamamlayan bir çift değil, aynı zamanda birbirinin ruh eşidir. Yaşlılık günlerini huzur ve mutluluk içinde geçirirken, etraflarındaki dostlarının mutsuzluğu, onların durumuyla büyük bir tezat içindedir. Çarpıcı yönü: “Ömrümüzden Bir Sene” bir çiftin dört mevsimini anlatırken, onların mutluluğunu bozmadan çevrelerindeki değişime açık hikayelere odaklanıyor. İç acıtan, incelikle yazılmış, samimi senaryosu en büyük artısı.
2
“Elena” (2011)
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev Oyuncular: Nadezhda Markina, Andrey Smirnov, Aleksey Rozin Öykü: Üst sınıftan Vladimir ile evli olan, ne var ki onun hizmetçisi ve hemşiresi gibi çalışan Elena, torunu için Vladimir’den para ister ancak reddedilir. Vladimir oturdukları evi de kızına bırakmayı düşünmektedir. Elena’nın duruma müdahale etmesi şarttır. Çarpıcı yönü: Her zamanki gibi öyküsünü ve karakterlerini açık etmek için hiç acele etmeyen Andrey Zvyagintsev, Rusya’da aralarında uçurum olan iki toplumsal sınıfı aynı çatı altında birleştirirken, kişisel değer yargılarını da masaya yatırıyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
58
19. YY. İrlandası’nda gündüzleri bir erkek kılığında yaşayan Albert Nobbs’un trajik öyküsünü anlatan “Hizmetkar Albert Nobbs” Glenn Close’un yıllarını verdiği bir proje. Aynı karakteri ‘80’lerde tiyatro sahnesinde de canlandıran Close, o zamandan bu zamana projeyi bir sinema filmine dönüştürmek için ter döküyordu. Beklediği film nihayet gün yüzüne çıktı. Yönetmen olarak hikaye anlatma sinemasını başarıyla yürüten Rodrigo Garcia ile çalışması da büyük şans.
10
Ayın en gözde 1
“Albert Nobbs / Hizmetkar Albert Nobbs”
DVD’si
3
“A moi seule / Esaret” (2012)
Yönetmen: Frederic Videau Oyuncular: Agathe Bonitzer, Reda Kateb, Helene Fillieres Öykü: 10 yıl önce Vincent tarafından kaçırılan Gaelle, hapsedildiği evden kaçınca ayrı bir bunalıma sürüklenir. Hayatı, ailesi, hatta odası bile eskisi gibi değildir. Vincent ise Gaelle olmadan hayatının ne kadar anlamsız olduğunu fark eder. Çarpıcı yönü: Ağustos’ta sessiz sedasız gösterime giren “Esaret”, birçok adam kaçırma öyküsünün aksine karakterlerini yargılamıyor, her ikisinin mağduriyetini de ayrı ayrı, bazen de aynı anda sunabiliyor.
4
“End of Watch / Tehlikeli Takip” (2012)
Yönetmen: David Ayer Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Michael Pena, Anna Kendrick Öykü: Los Angeles Polis Departmanı’nın hınzır devriye polisleri Brian ve Mike, şehrin tehlikeli sokaklarını kolaçan ederken farkında olmadan boylarından büyük bir işin içinde bulurlar kendilerini. Çarpıcı yönü: Buluntu film formatıyla işe koyulan, ancak daha sonra kamera çeşitlerini arttıran David Ayer, polislerin dünyasına daha önce hiç olmadığı kadar yakından bakmak istemiş. İyi polis-kötü suçlu karşılaştırması fazla siyah-beyaz olsa da, “Tehlikeli Takip” polis filmleri içinde orijinal bir yere oturuyor.
647-milsanat-58-59
1/24/13
2:51 PM
Page 3
X YENİ BO
SETLER
A R Ş İ V G Ü ZE Lİ
“La femme d’a Cote/ Penceredeki Kadın” (1981) François Truffaut’nun pek sahiplenilmeyen filmlerinden “Penceredeki Kadın”da rol alan Fanny Ardant ile Gérard Depardieu arasındaki müthiş kimyanın keşfi, Truffaut’ya ait. İki eski âşığın kaçınılmaz yeniden bir araya gelişinin hikayesi. Aynı zamanda Truffaut’nun ustası kabul ettiği Alfred Hitchcock’a saygı duruşu.
5
David Fincher Filmleri Koleksiyonu
(“Atatürk”, “Gelibolu”, “Hititler”, “Nemrut”)
“Le tableau / Mutluluğa Boya Beni” (2011)
“Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım” (2012)
8
Yönetmen: Lorene Scafaria Oyuncular: Steve Carell, Keira Knightley, Melanie Lynskey Öykü: Bir göktaşının Dünya’ya çarpıp tüm insanlığı ortadan kaldırmasına üç hafta vardır. Gündeme bomba gibi düşen bu haber, iki yabancının yollarını beklenmedik bir şekilde kesiştirir. Çarpıcı yönü: Film, sevimli bir yol filmi olarak kıyamet senaryoları arasında naif bir anlatım tutturmuş.
“Miss Bala” (2011)
Yönetmen: Gerardo Naranjo Oyuncular: Stephanie Sigman, Irene Azuela, Jose Yenque Öykü: Meksika’da ailesiyle birlikte kıt kanaat geçinen 23 yaşındaki Laura, umutlarını bir güzellik yarışmasına bağlar. Ancak yarışmanın büyük bir suç örgütü tarafından kontrol edildiğinden habersizdir. Çarpıcı yönü: Meksika’dan çıkan “Miss Bala”, kısmen gerçek bir öyküye yaslıyor sırtını. Suç gerilimi türünde olan film tatmin ve yer yer rahatsız edici...
7
Filmografisini ezbere sayabildiğiniz bir yönetmenin bütün filmleri tek bir sette olsun istemez misiniz? İşte David Fincher’ın tüm uzun metrajlarını içeren bir koleksiyon.
Tolga Örnek Belgeselleri Box Set
Yönetmen: Jean-François Laguionie Seslendirenler: Jean Barney, Chloe Berthier, Julien Bouanich Öykü: Ressamın yarım bıraktığı bir tablonun içindeki figürler arasında, üç toplumsal sınıf oluşmuştur. Toplumsal ahenk için tablonun tamamlanması gerektiğini düşünen üç figür, kayıp ressamı aramaya çıkar. Çarpıcı yönü: “Mutluluğa Boya Beni”yi son yılların en orijinal animasyonlarından biri. Yetişkinlere özel.
6
KOLE KSİYON E R LE R İ Çİ N
9
Yönetmen: Lone Scherfig Oyuncular: Anne Hathaway, Jim Sturgess, Patricia Clarkson Öykü: Emma ve Dexter mezun oldukları gece birlikte olurlar ve sonraki yıllarda hep aynı tarihte bir araya gelirler. Yılların her ikisi için de farklı planları vardır. Çarpıcı yönü: Filmin romantik bir tabanı olsa da, yönetmen asıl malzemesini dramatizmden alıyor. Kadın-erkek rollerine takılmadan gözyaşı akıtmak isteyenler için.
“Little Fish / Küçük Balık” (2005)
Yönetmen: Rowan Woods Oyuncular: Cate Blanchett, Sam Neill, Hugo Weaving Öykü: Eskiden bir eroin bağımlısı olan Tracy, temize çıktıktan sonra hayatını düzene sokmak için çaba sarfetmektedir. Ancak geçmişi peşini bırakmaz. Çarpıcı yönü: Cate Blanchett’in pek bilinmeyen filmlerinden “Küçük Balık” aktrisin kendi yapım şirketi ile de destek verdiği küçük bir Avustralya filmi. Kendi ülkesinde çok sevilen film, Blanchett ve Hugo Weaving’in performanslarıyla akıllarda yer etti.
“One Day / Bir Gün” (2011)
“The Lincoln Lawyer / Güneşin Karanlığında” (2011)
10
Yönetmen: Brad Furman Oyuncular: Matthew McConaughey, Marisa Tomei, Ryan Phillippe Öykü: Avukat Mickey Haller, bir cinayete teşebbüs davasında zengin bir aileden gelen sanık Louis Roulet’i savunmak zorundadır. Kanıtlar ortaya çıktıkça avukatın ahlaki ikilemi su yüzüne çıkmaya başlar. Çarpıcı yönü: Matthew McConaughey’nin kariyerindeki yeni dönemi başlatan film.
59
Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:42 PM
Page 2
Herkesin birbirini seçtiği aile
ASU MARO
MUTLU AİLE nasıl bir şeydir sizce? Bireylerinin birbiriyle her şeylerini paylaştığı, aralarında müthiş bir güven olan, asla yalan olmayan? Anne babanın çocuklarının eş - iş seçimlerine saygı duyduğu? Çocukların anne babalarından bir şey saklamadığı? Evet, bunlar ‘olması gerekenler’... Ama bir de ‘olana’ bakarsak... Hemen hemen hiçbir ailenin içinde bu tür huzur ve güven rüzgarları esmez. Anne baba kendi hayallerini çocuğunun üzerinde gerçekleştirmek ister, çocuklar kendi yollarını çizebilmek için ufak tefek yalanlara başvurur. Ama sonunda, kimse kimsenin istediği gibi olmasa da bir arada kalmayı başarırlar. Nihat Durak’ın yönettiği Tim’s Production’ın filmi “Mutlu Aile Defteri”, bu gerçeği daha uç noktalara taşıyarak bizlere birbirleri hakkında neredeyse hiçbir gerçeği bilmeyen bir ‘mutlu aile’ sunuyor. Emekli Albay Yıldırım Taşyumruk, karısını vakitsiz kaybedince üç çocuğunu kendi büyütmüş bir aile babası. Tabii ki askeri disiplinle... Gelgelelim sonuç içler acısı. Birini fakir bir öğretmen zannediyor, meğer ona piyangoda büyük ikramiye vurmuş. Diğerinin dükkanı var zannediyor, Milliyet SANAT Şubat 2013
halbuki o seyyar boyoz satıcısı. Kız desen babasına baş kaldırıp İstanbul’a gitmiş senarist olmuş, o da evlenmeyi düşündüğü sevgilisini saklamakta... Yıldırım Bey bir gün ezeli düşmanı kargayla didişirken damdan düşünce, sahtekar Demiryumruk ailesi bir çatı altında toplanıyor... Filmin rüya gibi bir kadrosu var. Baba Tuncel Kurtiz, oğulları İlker Aksum, Bülent Parlak. Gelini Binnur Kaya. Kızı Büşra Pekin. Onun sevgilisi Öner Erkan. Böyle bir ekibi bulunca, çekimlerden aramızda olamayan Öner Erkan dışındaki oyuncularla toplandık, film İzmir’de çekildiği için Maria’nın Bahçesi’nde Ege yemeklerinden bir sofra kurduk, başladık muhabbete. Tahmin edileceği gibi bir Tuncel Kurtiz ve evlatları durumu oluştu. Daha ziyade o anlattı, biz dinledik... ● Ne zaman bir araya geldi bu ekip?
Büşra P.: Ekim kasım gibi. Binnur Kaya: Ağustos. Büşra P.: Hep sıra sıra oldu ya, önce Tuncel Baba, sonra sen. Sen ağustosta konuşmuşsundur mesela. Tuncel K.: İlker’i bekledik, Binnur beklendi, onlarsız olmayacak bu iş, beklene
60
FOTOĞRAFLAR: ERCAN ARSLAN
8 Şubat’ta gösterime girecek “Mutlu Aile Defteri” filminin oyuncuları Tuncel Kurtiz, İlker Aksum, Binnur Kaya, Büşra Pekin ve Bülent Parlak ile biraz filmi, biraz oyunculuğu, bol bol da aile kavramını konuştuk. Filmdeki aile, didişiyor, bozuşuyor, sonunda barışıyor. Kurtiz’e göre aslında “Türkiye’nin hikayesi” bu.
asu.maro@milliyet.com.tr
AYIN SÖYLEŞİSİ
647-milsanat-60-65
beklene nihayet onların işi bittiği zaman da kış geldi. Bütün ekip öyle bir uyum içindeydik ki, herkes birden işin içine girdi, kendi rolüne doğru yaklaştı. Artık zaten çocuklar benim çocuklarım gibi oldu. ● Tanışıyor muydunuz daha önce? Tuncel K.: Ben İlker’i tanıyordum biraz. Binnur’u da tanıyorum, çok beğendiğim bir oyuncu. Çağan’ın filminde, “Babam ve Oğlum”da gelmiştim, seni tebrik etmiş-
647-milsanat-60-65
1/25/13
2:42 PM
Page 3
“Mutlu Aile Defteri”nin oyuncu kadrosunda, Bülent Parlak, İlker Aksum, Binnur Kaya (arkada, soldan sağa), Tuncel Kurtiz ve Büşra Pekin (önde, soldan sağa) bulunuyor.
tim Ayvalık’ta. onu hatırlamıyor musun? Binnur K.: Ben hatırlıyorum da. Siz nasıl hatırlıyorsunuz? Benim için önemli bir an o. Tuncel K.: Sağ olsunlar onlar da bana böyle bir sevgi gösteriyorlar. Bu delikanlıyla (Bülent Emrah Parlak) orada tanıştım ama daha önce BKM’de görüyordum Büşra’yla ikisini ve ne kadar meşhur olduklarını Edremit’te anladım. Herkes tanıyor,
“Kimler oynuyor?” dedim, işte “Büşra oynuyor, Bülent Emrah Parlak oynuyor”, herkes “Aaaa, aaa” dedi. Müthiş seviliyorlar. İlker aynı şekilde, Binnur’un yeri ayrı, öteki delikanlı (Öner Erkan) zaten “Yalan Dünya”da patlamış. Biz de aralarında böyle ihtiyar babayı oynuyoruz. Şimdi “Muhteşem Yüzyıl”da da gene oğlumla derdim var, Ebu Suud’un oğlu Ahmet 26 yaşında afyondan ölüyor. Acısı fena tabii. Afyon şu-
61
rubu içiyorlar o dönemde, Çinliler gibi tüttürmek değil de yutuyorlarmış afyon haplarını. ‘Afyonum patlamadı’, oradan geliyor. Binnur K.: Tuncel Abi’ye ‘Merhaba’ diyorsunuz ve bir şey öğreniyorsunuz. O kadar büyük şanstı ki bizim için. İlker Aksum: Tarih... Antik Yunan’dan günümüze kadar gelen büyük bir dinozor. Tuncel K.: Böyle bir prodüksiyon koMilliyet SANAT Şubat 2013
➔
AYIN SÖYLEŞİSİ
647-milsanat-60-65
1/25/13
2:42 PM
Page 4
Tuncel Kurtiz: “Berkun bana bir rol teklif etti, nasıl içim cız ediyor oynamak için ama ben bypass’lı bir adam olarak dağda ev yapmışım kendime. 77 yaşındayım, e 87, 97 olmak istiyorum.” lay mı? Odalarımız güzel, pırıl pırıl. Bir de ben hatırlıyorum, isim vermeyeyim, Midyat’ta çekiyoruz, otel odalarından bizi çıkartıyorlar, çünkü turist grupları geliyor, hadi bütün ekip yerlerde yatıyor, salonlarda yatıyor. Onları görmüşüz biz. ● Ekip sizinle oluşmaya başlamış Tuncel Bey. Siz nasıl karar verdiniz bu filmde oynamaya? Tuncel K.: Şimdi “Babam ve Oğlum”da baba ve oğul hikayesi, Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü”ne baktığın zaman baba ve çocukları hikayesi, büyük romancıların eserlerine baktığınız zaman baba ve çocukları hikayeleri... Kendi ailemde aynı hikayeyi yaşamışım. Babam kaymakam, vali muavini ve vali. Beni avukat yapmak istedi. Tuttu elimden hukuk fakültesine yazdırdı. Hukukla ilgim yok benim, on beş gün gittim, on beş gün sonra Gençlik Tiyatrosu’ndaydım. E kendi oğlumla olan ilişkimde aynı şeyi yaşıyorum. Sonunda “Nasıl istiyorsan öyle olsun,” diyorsun, başka çaren yok. Benim babam istemiyordu, dayım, üstelik Halk Parti milletvekiliydi, o da istemiyordu, ama oynadım. Ondan sonra babam İstanbul vali muaviniyken meclise gidiyor, ben de “Teneke”yi oynuyorum, dayım tanıştırırken “Vala Kurtiz” diyor, “Tuncel Kurtiz’in akrabası mısınız?” deyince babam başlıyor gülmeye, “O benim oğlum” diyor, “Hayırsız oğlum”. Sonra gelip seyrettiği zaman çok sevdi. Onun için
Tuncel Kurtiz filmdeki çocuklarını çok benimsemiş. “Büşra kızım oldu” diyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
burada da fantastik bir şekilde, damdan düşen, kargayla düşmanlığı olan bir adamı oynarken hem babamı düşündüm, hem kendimi, onların arasında bir şey buldum. Bu delikanlı da (İlker Aksum) birden benim oğlum oldu, Büşra kızım oldu, sahtekar oğlum da burada (Bülent Emrah Parlak). ● Hepsi birbirinden sahtekar aslında... Tuncel K.: Ama sonunda mutlu aile olduk bir arada. Babamla benim aramdaki problemler nasıl birden şarkılarla türkülerle sona erdi, rakımızı içtik, şarabımızı içtik, bu aile de aynı şekilde çok mutlu bitirdi işi. Çocuklar da neler yaptılar kendilerini beğendirmek için babalarına sonunda. ● Siz de yalanlar söylemiş midiniz babanıza? Tuncel K.: Söyledim tabii. Hukuktan ayrıldım filolojiye girdim, babam beni hâlâ hukukta zannediyordu. “Nasıl gidiyor?”, “Baba esas teşkilatı çalışıyorum,” diyordum. ● Sizler? İlker A.: Bu kadar büyüğü yok bende. Konservatuvar okurken “Tıp okuyorum baba,” gibi bir durum olmadı. Binnur K.: Benim yalanımın en büyüğü mesela, ortaokuldayken altıya çeyrek kala ders biterdi, ben onu altıda bitiyor diye söylemiştim. O on beş dakikada tostlar yenir, dolaşılır, öyle tatlı yalanlar. İlker A.: Filmde öyle değil, tamamen hayatlarımızı başka gösteriyoruz. Ben zenginim zannediyor babam, oysa ki fakirim. Binnur K.: Aaa ne yaptın ya? İlker A.: Aaa ne yaptım? E biliyor ki o. Değil mi? ● Evet, gördüm ben filmi... İlker A.: Hadi ya, seyrettin mi? Ben bir kare seyrettim, dublajdan dolayı. Sıcak, iş sıcak. Sıcak mı? Binnur K.: Bir dakika, onu niye sen söylüyorsun ki? Dışarıdan biri var. Tuncel K.: Biz merak ediyoruz gerçekten, ben çok merak ediyorum ama görmek de istemiyorum aslında. Ben yeni olunca filmi biraz şaşırıyorum, kendimi tanıyamı-
Büşra Pekin: “Benim babam aşırı anlayışlıydı. Öyle olunca onlara karşı dürüst olmak istiyorsun olabildiğince.” 62
yorum, beğenmiyorum, ancak yıllar geçince, mesela geçenlerde “Otobüs”ü seyrettim, “Adam amma güzel oynamış,” dedim. ● Sizi gençleştirmişler epey filmin geçmiş sahneleri için... Tuncel K.: O o kadar kolay olmadı ama... Sürüyorlar, deri geriliyor, ondan sonra penslerle deriyi çekiyorlar, üzerine tekrar boyalar moyalar geliyor, o şekilde biraz mumya gibi. Ben de tanıyamadım kendimi fotoğraflarda. Hoşuma da gitti ama o ben değilim, benim gençliğim hiç öyle olmadı, o başka bir adam. ● Sizin nasıl bir aileniz vardı? Büşra P.: Benim babam sahiden aşırı anlayışlı, hep beni dinlemeye yönelik, çok rahat bir aile yaşantım vardı. Öyle olunca onlara karşı dürüst olmak istiyorsun olabildiğince. Binnur K.: Yalan söylemenin zevki olmuyor çünkü sana çok güveniyorlar. İlker A.: Hiç erkek arkadaşın oldu da yok dedin mi? Büşra P.: O konuları hiç konuşmadık biz mesela. Ha, konuşmadığımız konular vardı belki, öyle diyebilirim. O konularda ben her zaman utangaç olmuşumdur. Filmde olanlar da olabilecek şeyler belki ama hep üst noktalarında. Zaten o komediyi çıkarmak da biraz o abartıyla oluyor. ● Sizin karakter senaryo yazarı... Büşra P.: Evet ama beceriksiz. Otoriter bir babanın özgürlüğüne düşkün kızı. Üniversite zamanı geldiğinde babasından izin almıyor, sadece söylüyor ve gidiyor. Kendi hayatını kuruyor ama işinde iyi değil. Bir ilişkisi var ama onu babasından saklamak zorunda, çünkü karşı çıkacağından emin. Onu da bir katakulliyle babaya sevdirmeyi de başarıyor aslında, bir başarı var ortada, o da sonra neler neler yapıyor... ● Sizin babanızla ilişkiniz nasıldı? İlker A.: Benim baba asker. Savaş pilotu. Ama her zaman desteklemiştir konservatuvarı da, oyunculuğu da. Pilotlar da ölümle burun buruna oldukları için, özellikle o dönemin savaş pilotları, öyle sertlik yok. Ben zaten kendimi bildim bileli oyuncu olacağım biliyordum, hiç problem olmadı. Aramızda da öyle yalanlar dolanlar olmamıştır, anında anlıyor bir kere anne babalar. Ben hiç beceremem o meseleyi. Binnur K.: Ben de tiyatro okurken annem diyordu ki “Kızım açık öğretimi de bitirsen bir yandan”. Çünkü tiyatrodan muhtemelen yaşayamayacağız, sıkıntı çekeceğiz... Biz okuldayken televizyon yasaktı, dublaja gitmemiz bile yasaktı. O yüzden ben ilk televizyona başladığımda çok bü-
647-milsanat-60-65
1/25/13
2:42 PM
Page 5
“Mutlu Aile Defteri” filminden askeri disiplinli bir sofra sahnesi.
yük bir suçluluk duydum. Çok kötü bir şey yapıyormuşum gibi geldi. Büyük bir ihanet içindeyim. Ama sonra gördüm ki ne kadar yalanmış. Tiyatroda dur daha çok çalışayım, daha iyi oynayayım, sinema zaten bir büyüğü, dev ekranda kendimi göreceğim, orada bütün performansımı vereyim, televizyonda da işte para kazanmak için yapıyorum orada da azıcık oynarım, öyle bir şey yok ki, hepsine deli gibi çalışıyorsun. Dolayısıyla bu bir ahlak meselesi. ● Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda bir tiyatro insanı olarak? Tuncel K.: Ben de yıllarca televizyonu küçümsedim. Kars Festivali’nde Uğur Yücel oradaydı, onun filmini çok beğendim “Yazı Tura”yı, “Kutlarım,” dedim, “Beraber çalışmak da isterim”. “Abi” dedi “Mutlaka çalışacağız. Yalnız önce şu diziyi ya-
palım gel,” dedi. Ve başladık çalışmaya, “Alacakaranlık”, gayet de güzel gitti. Aynı fikirdeyim, bu bir ahlak meselesidir, bu mesleği yaparken kendinde olan ne varsa onu vermek için uğraşacaksın. Ondan sonraki dizilerden de bir “Kara Duvak” çok problemliydi benim için, çünkü senaryo çok değişti. Zaten 13 bölümde bitti, sonra da beğenmediğim işlerde oynamadım. “Asi” oldu, sonra “Ezel” çıktı karşıma, çok mutlu oldum. Çok iyi senaristler, karşılıklı anlaşma, çok hoş bir iş. Ama ondan sonra bana hep dayı rolü verdiler. Ben de dedim “Ben dayıyı bitirdim. Bundan iyi dayı olmaz.” Şimdi bir geldi “Muhteşem Yüzyıl” bir sürü teklifin arasında, ben atladım üstüne ve çok mutluyum şu anda. Tarihi bir karakteri oynuyorum bir defa, değiştiremezler, adam belli. Bütün kitapları aldım, okudum, baktım, bi-
liyorum, rejisörler de biliyor, “Fena değilsin,” diyorlar. Ne mutlu bana. ● Bütün bu dedikleriniz tamam ama bir yandan şöyle bir şey yok mu: Tiyatro yapacak aktör - aktris yok sanki... Diziyle aynı anda zor, öyle değil mi? Binnur K.: Aslında provalar önceden yapılır, oyun çıkarsa haftanın üç gecesi, zaten matine suare bence insanlığa aykırı bir durum, çekim konmayabilir o oyunda oynayan kişiye. Büşra P.: Yapımcılar da gerçekten bu konuda anlayışlı. “Oyun yapmasanız bu sene,” diyen yapımcı görmedim. Tuncel K.: Biz 17 oyun oynadık haftada zamanında. Ben hem Gülriz Sururi’de oynuyordum, hem Haldun Dormen’de oynuyordum, bu arada sinemada da oynuyordum. Yani imkansız bir şey değil, ama zor. Ama zaten tiyatro binan yok senin bugün İstanbul’da. Ben tabii ki hâlâ oynamak isterim ama sağlık durumum zaten buna izin vermiyor. Tiyatro çok ciddi bir iş, ayrı bir sorumluluk. Değil mi, sen de biliyorsun, oynadın gene en son, “Macbeth” oynadın. İlker A.: Tabii ben oynadım. Ben vazgeçtim artık, bir daha zor. ● Neden? İlker A.: Hiç hoşlanmadım. İyi bir tiyatro ekibinin olduğunu düşünmüyorum şu anda Türkiye’de. Çok az. Tuncel K.: Bruno Ganz oynuyor Odeon Tiyatrosu’nda. Bana burada bir rol verdikleri zaman “Bilmem ne alışveriş merkezinin alt katına in, bodrumda oyna,” diye-
“Yıllarını verdin diye kimse sana saygı gösterecek değil” ● Neler konuşuyordunuz sette?
Bülent E.P.: Her günümüz Tuncel Baba’nın peşinde geçti, sinema konuşuyoruz, oyunculuk konuşuyoruz. Bitirdim ben Bertolucci’nin filmlerini. Tuncel baba önermişti de. İlker A.: O gerçek bir usta. Bir de ustacıklar var. Tuncel K.: Ustalığı kabul etmem, yapmayın. Çalışan bir adam, usta ne? Bizim meslekte ustalık yok. Usta olmayacaksın, hep arayacaksın, genç olacaksın. Ben Büşra’yla beraberim, Binnur’la beraberim, İlker’le beraberim, Bülent’le beraberim. İlker A.: Dans edelim mi? Tuncel K.: Edelim. Neşe dolu, bu apayrı bir fırlama, bayılıyorum. Binnur K.: İlker bayağı taciz etti
sette Tuncel abiyi. Bülent E.P.: Tarihi bir eser buluyor, bir taş, getiriyor “Milattan Önce 2000’den kalmış, tanırsın sen,” diyor. İlker A.: Niye ismi Sofokles? Tuncel K.: Bir ismim Sofokles oldu. Ben de ona devamlı değişen isimlerle hitap ediyordum. Aristo diyordum, Aristofanes diyordum. İlker A.: Böyle takılabiliyorsun Tuncel Abi’ye, neden böyle sıcak ilişkimiz? Bunu anlatacağım valla, bir alışveriş merkezinde yürüyorum, pat bir kamera geldi, “Yeni bir işe başladınız, nasıl, ustalarla çalışmak güzel mi?” Ben de “Evet, o ne kadar güzel, bunla çalışmak ne kadar güzel” diye cevaplar verdim. Sonra sete gittim,
63
biri var, neden onun ismini unutmuşum, nasıl onun ismini söylememişim diye iki yıl bayağı küstü ve kötü davrandı... Bundan usta olamaz. Tuncel Abi’ye yapmadığım şaka kalmadı, taklitlerini falan yapıyorum, gülüyor, bayılıyor. O zaman arkadaş olabilirim, o zaman derdini anlarım, derdimi anlatırım, hayata aynı yerden bakabilirim. Öbürüyle ben ne yapayım? Binnur K.: Çünkü saygının yaşla başla alakası yok. Senin mesleğe verdiğin yılların var diye de saygı gösterecek değil sana insanlar. O kadar yılını verdiğini iddia ediyorsun, empatiden uzak, insan psikolojisinden uzak, son derece havalı bir insansın. Vermeseydin, ne yapabilirim ki senin için? Allah sana şifa versin.
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
AYIN SÖYLEŞİSİ
647-milsanat-60-65
1/25/13
2:42 PM
Page 6
cekler. Nerede benim Elhamra Tiyatro’m? Nerede benim Saray Tiyatro’m? Nerede Emek Tiyatosu? Nerede Dram Tiyatrosu? Çok zor durumdayız. Bütün dünyada tiyatro daima devletin yardımıyla yaşar. Ve devlet sana “Bunu oyna, bunu oynama” demez. Özgürsündür, o yardımı alırsın. Çünkü tiyatro öyle büyük paralar kazanmak için yapılmaz. O alkış o kadar güzel bir şeydir ki. Bozuk para değildir. O alkışı hak ettiğin zaman sana büyük bir gurur verir. Değil mi çocuklar, öyle değil mi? İlker A.: Yani şunu söyleyebilirim, ben iki sene önce Türkiye’nin şu anda en önemli özel tiyatrolarından birisinde oynadım. “Macbeth” oynuyoruz, kast olmadığı için, kasta verecek prodüksiyon parası olmadığı için, bir kişi dört rolü oynuyor. Böyle bir şey olabilir mi? O zaman o tiyatro olmuyor. Zavallıyız tiyatroda, bu kadar basit. Binnur K.: Berkun Oya’nın tiyatrosunu ayrı tutalım. İlker A.: Tam onu söyleyecektim, bence de şu anda en başarılısı Krek. Son oyununa gittim ki dehşete kapıldım, çok iyiydi. Tuncel K.: Berkun bana bir rol teklif etti, nasıl içim cız ediyor oynamak için ama ben bypass’lı, kalp krizi geçirmiş bir adam olarak dağda ev yapmışım kendime. Berlin’den de teklif geldi, hem de “Kara Ağaçlar Altında”da başrol. Berlin’e gidersem ne olacağını biliyorum. Ben hayatımı kontrol altında tutuyorum. 77 yaşındayım, e 87, 97 olmak istiyorum. Evim oldu şimdi ilk defa. Bahçem oldu, köpeğim var, orasını yaşamak istiyorum. Kusura bakmasınlar. Binnur K.: Bir kişilik bir hayata, bu kadar değerli anları nasıl sığdırdın? O yüzden de doyamıyoruz. İlker A.: O yüzden de Tuncel Kurtiz. ● Siz de sahneden yetişmesiniz değil mi? Tiyatro var mı bundan sonraki planlarınız arasında? Bülent Parlak: Benim var. Büşra’yla beraber yapacağız şimdi. Bir de tek kişilik bir iş hazırlıyorum. Hiç tiyatrodan uzak kalmayı düşünmüyorum. Tabii imkanlarım el verdiği sürece. “Ne olursa olsun tiyatro” çok yakışıklı bir cümle ama hayatın gerçekleri karşısında o kadar yakışıklı değil. Olmuyor işte, salon yok, imkanlar olmuyor, kast oluşturulamıyor, tamam tiyatro kutsaldır ama biz kutsallıktan başka bir şey anlıyoruz zannediyorum, ilahi bir şey, ‘sahne tozu yutmak’ falan. Hayır, öyle bir şey değil. biz de işimizi gücümüzü yapıyoruz ama bizim imkanlarımız çok kötü. Tuncel K.: Peter Brook’un bir lafı var, burada bir toplantıda söyledi. Aynı sizin Milliyet SANAT Şubat 2013
İlker Aksum: “İki sene önce Türkiye’nin şu anda en önemli özel tiyatrolarından birisinde oynadım. “Macbeth” oynuyoruz, kasta verecek prodüksiyon parası olmadığı için, bir kişi dört rolü oynuyor ... O zaman o tiyatro olmuyor.” Binnur Kaya: “Sevmediğim bir insan varsa karşımda, bana ‘Oscar alacaksın’ deseler oynamam.” sorduğunuz soruyu sordular, “Bu kadar iyi aktörler var, hepsi dizi sektöründe çalışıyor...” Cevabı şuydu: “Tok aktör aç aktörden daha iyidir”. Devamlı açlıkla, hep zorluklarla, benim tiyatro hayatım öyle geçti. ● Bu konuyu saatlerce konuşabiliriz ama vaktimiz de daralıyor, filme dönelim mi biraz? İlker A.: Tamam. En nihayetinde sinema da bir prodüksiyondur ve aslolan senaryodur benim için ve yönetmendir. Birbiriyle anlaşan, birbirini seven bir kast yakalarsak ne mutlu. Ama iyi bir senaryo yakalayamazsan ağzınla kuş tutsan olacak iş değil. Bu filmde benim tav olduğum şey sıcak bir senaryoydu. Kastı da duyunca “Tamam abi,” dedim, “Buradayız”. Eğer biz hayal ettiğimiz, tartıştığımız, konuştuğumuz şekilde çekebildiysek, çünkü bir kare dahi hiçbirimiz görmüş değiliz, o senaryoda okuduğum o sıcaklığı yakalayabildiysek bence seyircinin hoşuna gidecek. ● Nasıl bir şey hayal ediyorsunuz? İlker A.: Ben bu türlü senaryoların içinde olma şansını yakaladım. Mesela “Yabancı Damat” böyle bir sıcaklıktadır, Selin Tunç yazmıştır, “Canım Ailem” de öyle. Salt komediye yatırım değil de, hayatın içerisinde olan karakterlerin düştükleri komik durumlar. Ben bu türlü senaryoları seviyorum. Tabii ki abarttığımız şeyler var, atıyorum Bülent’i mayoyla da göreceğiz, Binnur’u çığlık atarken de göreceğiz, beni tokat yerken de göreceğiz, eyvallah.
64
Ama şunu biliyorum, seyirci “Bu ne ya?” demeyecek. ● Sizin oynadığınız saf bir adam... İlker A.: Benim hep sevdiğim karakerdir o, mazlum, şapşal hafiften ama aslında inancı yüksek ve gerektiğinde karakterini ortaya koyabilen. Bunun en güzelini ben “Yabancı Damat”ta Binnur’la oynamıştım. Şapşal, içgüveysi, ama gerektiğinde babasına yumruğu koyabilen. Yumruğu koyana kadar da çok dayak yiyor. Bu tipleri seviyorum. Seyircinin de sevdiğini düşünüyorum. Binnur K.: Çok da güzel oynuyor, ben de hayranıyım. İlker A.: O tiplerin gestusunu yerleştirmek hoşuma gidiyor. Bir de tabii ki kastta karşında, sağında, solunda böyle tatlı tipler olursa tadından yenmeyecek. Tuncel K.: Sinema parçalardan oluşan bir sanat. Özdemir Asaf’ın bir sözü vardı bana: “Bazen bütünü unutup parçaya yöneliyorsun, parça bütünü parçalıyor”. Parça parça oyunculara baktığım zaman hepsi çok güzel götürdüler işlerini. Bütün bunlar nasıl bir araya gelecek? Binnur K.: İyi senaryo öyle büyük bir lüks ki... Ama senaryo çok güzel olur da yönetmeni tercih etmediğiniz bir yönetmendir, ya da yapımcısı, olmak istemezsin. Biz de zaten her işe atlayan hevesli gençler değiliz. Bir de ekip o kadar iştah uyandırıcı bir ekipti ki, birbirimizin isimleri söylendiğinde hepimizin gözleri par-
647-milsanat-60-65
1/25/13
2:43 PM
Page 7
“Bu düzenle ancak Irak’a dizi ihraç ederiz” ● Tiyatro koşullarını konuştuk, dizilerin durumuna ne diyorsunuz? İlker Aksum: Ben televizyon düzenine de karşıyım. Bu düzen böyle gitmeyecek, değişecek. Seyirci 120 dakikayı istiyor diye bir şey yok, insani şartların dışına çıktık, hatta hayvani şartların dışına çıktık. Bu dakikalarla da asla güzel bir şey seyredemeyeceğiz, en fazla Irak’a ihraç edeceğiz işte. İran’a, Libya’ya, bunla da övünmekten artık bence vazgeçmeliyiz, Fransa’ya yutturamazsın bunu, kusura bakmasınlar yani. Ve bu dakikalar düşecek, gerçekten iyi işler yapmak için uğraşacağız televizyona da. Bak iyiler kaçtı televizyondan. Çünkü böyle bir sistem olamaz, bu kadar vahşi, bu kadar yırtıcı bir şey olamaz. Ne saygı kaldı, ne insanlık kaldı. Neymiş efendim, para kazanacağız, reyting alacağız, yok öyle dava. Biz de bunun içindeyiz kabul ediyorum ama yani mecburum. Mecburiyet geçtikten
lıyordu. Sonuç ne olursa olsun, bunun için bile değerdi. Çünkü ben de şöyle cümleler kurmaktan hoşlanan biri değilim: “Biz bir aile olduk, çok keyifli bir setti”. Allahım o keyif kelimesini sözlükten çıkarmak istiyorum. Bülent P.: Ben hep öğrenme olarak bakıyorum. Her girdiğim işte, bir de iyi bulduğum bir oyuncu arkadaşım varsa, bu süreç böyle, karşılıklı öğrenerek gidiyor. Tuncel Baba benim için zaten efsaneydi, baba oğul oynadım, bu benim hayatım boyunca unutamayacağım en önemli şeylerden biri. Bir de Büşra’yla hep zaten beraberdik ama İlker ve Binnur’la oynama şansı buldum. Ve hep izledim yani, hayrandım onlara. Binnur K.: Ama biz öyleydik asıl, biz size hayrandık ya. İlker A.: Bunu niye sürekli konuşuyoruz, çünkü düşünsene kastta nefret ettiğin birisi çıktı, delinin önde gideni çıktı. Ne yapacaksın? Binnur K.: Ama sevmediğim bir insan
Bülent Parlak: “Küvet sahnem beş altı kere çekildi ve İzmir’e 20 senedir ilk kez kar yağıyormuş o gün.”
sonra da bırakmayacağım, arkadan gelenler var, gençler var, onlara da eğer benim biraz gücüm olduysa yardım etmek zorundayım. Bu sektör değişecek. Biliyor musunuz, ölüyorlar artık. En son iki tane arkadaşımız yine öldü İzmit yolunda. Tersanede ölüyor manşetler oluyor, bize niye olmuyor? Bir de kalkıp deniyor ki “Çok para kazanıyorsunuz”. Bu kadar sömürü olmadı. Ben artık bunu her röportajımda bağırmak istiyorum. Bu düzen değişecek ve biz yine para kazanacağız, evet, bizim mesleğimiz böyle abi, bir bakarız 1 milyon dolar kazanabiliriz. Evet, sadece bir bakışa. İster kabul et, ister etme. Bunu kıskanmaktan ve yermekten vazgeçmeliler artık. Bu dünyada böyle. Ve bunun da standardını koymalıyız artık, AB diyoruz, medeni devletler diyoruz, sette sürekli insan ölür mü? Sonra huzursuzluk yaratıyor oluyor, yaratacağım tabii ama değiştireceğiz.
varsa karşımda, ben Oscar alacaksın deseler oynamam. İlker A.: Doğru, bende de o var. Sette kötü enerji alacağımı bildiğim biriyse oynamam. Ama bilemeden giriyorsun ve bir bakıyorsun ki bir felaket. Karı koca oynuyorsun, bir de romantik sahne çekeceğim. Yok ya. Denk gelse ben o kadar profesyonel olduğumu düşünmüyorum... Tuncel K.: Benim oynamadığım çok olmuştur. Karşıma Onat Kutlar, Tarık Akan, Arif Keskiner, eniştem Ergin Sander geldi ve benden bir işte oynamamı istiyorlar. Dedim ki “Oynamam. Hepinizi çok seviyorum ama ben bu adamla çalışmak istemiyorum.” Ve çalışmadım. Hatta “Sürü”de de Yılmaz’a gittiğim zaman hapishanede, “Bir laf duydum” dedim, “Şu adam da varsa oynamam” dedim gene. Çünkü biliyorum en ufak bir kontak kuramayacağım, ne olacak, nereye gideriz ondan sonra?
65
● Aslında aile de böyle bir şey, bütün bireyleri sevmesek de bir arada duruyoruz sonunda, öyle değil mi? Tuncel K.: Ama ailede bazen diyorsun ki “Ben seçmedim”. Ben seçmeyi tercih ediyorum, bu aile seçilmiş bir aileydi. Herkes birbirini seçti burada. ● Aile ve sofra genelde bir arada düşünülür ya. Sizin de babanızla böyle bir hikayeniz varmış... Tuncel K.: Babam iyi bir aile babasıydı ve kendi kuralları vardı: “Evime geldiğim zaman oğlumu, kızımı aynı masa etrafında görmek isterim”. Benim provam var. “Kusura bakma” dedim, “Ben yapamayacağım, hukuk fakültesinde de okumayacağım, bu masaya da gelmeyeceğim.” Annem ağladı arkamdan tabii ama ben yükledim yatağımı, yorganımı, gittim Nevizade’de bir tek meyhane vardı o zaman. İzzet Günay’la alt üst oturduk 24 numarada. Yetiyordu 500 lira para, köftecide yemeğimi yiyordum, 225 lira kira veriyordum. ● Bu yüzden evden ayrıldınız yani? Tuncel K.: Mecburdum, başka çaresi var mı? Maceraydı onlar için benim hayatım. Böyle bir hayat yaşanır mı acaba, nereye gidiyor bu çocuk? Gene de babam beni çok seviyordu, aynen bu filmdeki baba gibi. Çok seviyor çocuklarını ama kendi istediği gibi yetiştirmek istiyor, mesele orada. Tabii ki başarılı olsun istiyor, olmayınca olmuyor, ne yapalım... Ondan sonra gene sonunda mutlu oluyorlar. Bu Türkiye’nin hikayesidir bence. Türkiye’dir, daha da ileri giderim yani. Bütün bu ufak tefek problemler oluyor ama yine bir araya takılıp kalıyoruz hep beraber. Türkiye de bir araya takılıp kalacak hep beraber, omuz omuza olacağız. ● Sizin oynadığınız, ailenin en üçkağıtçı oğlu... Bülent P.: Her ailenin bir zıpçıktı çocuğu vardır ya, daha çok çakallığa kafası basar. Öyle bir çocuk. Oynaması da çok keyifliydi. Bizim sinemamızda Şener Şen çok oynar bu tip kaçak köçek rolleri. ● O dondurucu soğukta mı giydiniz mayoyu? Bülent P.: İzmir’e 20 senedir mi ne ilk defa kar yağıyormuş. Ve benim bir küvet sahnem var, kurutma makinesini küvete soktuğum. Tabii ki beş altı kere çekildi, eşofman değişiyor sürekli, ev buz gibi, bir tane soba var. O gün o karın yağdığı gün ve eksi 9 dereceydi. Ben sürekli suya girip çıkıyorum. Ama mayo sahnesi nisan ayındaydı. MS
Milliyet SANAT Şubat 2013
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-66-71
1/24/13
2:56 PM
Page 2
“En büyük sergim, yapıtım Baksı’dır” Bugünün Türkiye’sinin kültürel varlığını bir müzeyle zenginleştiren, üslubu, üretimi ve diliyle sanat tarihimizde yer alacak bir usta olan Hüsamettin Koçan, retrospektif sergisiyle tüm sanatsal dönemlerini gözler önüne seriyor.
ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com
Hüsamettin Koçan, Türkiye’nin sanat sahnesinde ‘fark yaratan’ isimlerden biri.
BAKSI MÜZESİ, farklı malzeme kullanımı, Anadolu kültürü, şaman, hoca, ressam, figür, körler, piktogramlar... Hüsamettin Koçan denildiğinde ilk akla gelenler... O aslında Türkiye’nin sanat sahnesinde ‘fark yaratan’ isimlerden biri. Onun yarattığı fark, neden Bayburt’a gidip bir müze açtığını anlattığında kamu tarafından bilinir bir hale gelmişti. Devletin bir adım önüne geçip, 80 haneden oluşan Bayburt’un Bayraktar Köyü’nde, göçün zorluklarıyla başa çıkmaya çalışan, doğa koşulları nedeniyle yöre halkının yılın yedi ayını boş geçirdiği Anadolu’nun bir köşesindeki bu yere, doğduğu köye Hüsamettin Koçan kurdu Baksı Müzesi’ni. Sanatçı, 40 yıllık sanat tecrübesiyle hayata geçirdiği Baksı Müzesi’yle, bir yandan sanatı toplumla, sanatçıyı doğayla bütünleştirirken, bir yandan da Türkiye’nin en yoğun göç veren bölgelerinden biri olan Bayburt’a yaşam soluğunu sanatla yeniden kazandırmayı, bölgenin ekonomik yaşamını canlandırmayı hedefliyor. Müzede işler yolunda, bir süre sonra güzel haberleri gelecek ama bu yazıda Koçan’dan başka bir güzel haber var. Bugünün Türkiye’sinin kültürel varlığını bir müzeyle zenginleştiren sanatçı üslubu, üretimi ve diliyle de sanat tarihimizde yer alacak bir Milliyet SANAT Şubat 2013
isim. İşte bu noktada söz, sanatçının 40 yılı aşan sanatsal üretimini gözlemleme imkanı bulabileceğimiz retrospektif sergisine geliyor, 12 Şubat - 30 Mart tarihleri arasında İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’nde “41 Adım” başlığı altında gerçekleşecek... Sanatçının “41 Adım”ı nasıl attığını, yolculuğunu, bu yoldaki virajları, köşeleri konuştuk... ● Retrospektif serginiz için neden “41 Adım” başlığını seçtiniz? “41 Adım” çünkü bugüne kadar 41 adet kişisel sergim açılmış. ‘Adım’ meselesi, hem geçmişi hem geleceği kapsıyor, sürekliliği vurguluyor. Her bir adım, bir dönemi anlatıyor. ● İlk adım nasıl, ne zaman atıldı? Sergide bunun izlerini görecek miyiz? Gençlik yıllarımdan beri resim hep hayatımdaydı, İstanbul’a gelip mühendis olacakken üçüncü sınıfta bırakıp Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar’da resim bölümüne girmemle başka bir yolculuğa dönüştü. Sergide, 1971 yılına ait figüratif bir suluboya resmim yer alacak mesela. Bugünden o resme baktığımda, sanatımın ipuçlarını içerdiğini görmek mümkün. ● Neden figür? Hep figür... Zaten ben hiç manzara yapmadım; doğayla yarışamam. Kırsal alan, do-
66
ğa beni çok etkiler fakat onun resmi değil... Aslında resmimdeki figür, figürden ziyade daha çok gölge. En çok etkilendiğim şey gölge; kimlikten bağımsız, gizemli, ışıkla ilişkili... Sanırım babamdan kaynaklanıyor; gelenin gölgesinin takibi. Babam gurbetçiydi, iki yılda bir gelebilirdi, abimle köydeki tepeden bakıp yoldan gelenlerin silüetlerini, gölgelerini izleyip babamın gelişini beklerdik. Bu yüzden gölge benim için umut, bekleme demek. Figürlerim çoğunlukla tekil, bu tekillik ‘özne’nin bizatihi kendisi, aranan şey ‘özne’. ● Suluboyalardan sonrası peki... Yeni bir teknik mi? ‘75’lerden sonrası ‘80’ler yağlıboyaya yoğunlaştığım bir süreç. “Çağrışımlar” serim bu süreçte ortaya çıkıyor. Retrospektifte bu serimden beş tane iş yer alacak. Bu işlerde de bir ışık arayışı söz konusu... O dönemde Kapadokya’yı, Akdeniz’deki Kaya Mezarları’nı görmüştüm. Anadolu’da mermerin kullanımı, mermerin iç ışığını yansıtışı beni çok etkilemişti. Anadolu kültürü yüzyıllardır mermeri kullanıyor ve ona bazı özellikler atfediyor, bu her dönemde böyle. Sadece farklı kültürler farklı amaçlarla kullanmış. Sanatımda her zaman Anadolu kültüründen beslendim, kırsalın hafızasını, halk resimlerini inceledim. Halk sanatının örneklerinden oluşan bir koleksiyona sahibim şimdi. Kültür çok katmanlı bir unsur,
647-milsanat-66-71
1/24/13
2:56 PM
Page 3
sürekli kendini yeniliyor ama eskiyi kaybetmiyor. Halk sanatı bu kültürü, bu katmanlılığı benimseyen bir tavra sahip. Onu benimsiyor ve bir refleks olarak sanatını yaratıyor. Ben bu refleksi çok önemsiyorum. Kültürün özümsenmesi ve reflekse dönüşmesi, onu popüler olandan, ‘moda’ olandan ayırıyor... Ben moda olandan hep kaçtım. Halk sanatına odaklanmam bende de bir refleks oluşturdu. O dürtü ile “Anadolu Uygarlıklarının Görsel Tarihi: Fasikül 1” serisi çıktı ortaya. Anadolu kültüründe kullanılan motifleri bölüp resmime bir piktogram olarak yerleştirdim. Yine halk sanatında kullanılan renk ve malzeme ile bir aradaydılar. Bu motifleri, birer şifre gibi kullandım. ● Bu tip bir piktogram kullanımını “Osmanlı” ve “Selçuklu” serinizde de görüyoruz. Retrospektif sergimin ortaya koyduğu gibi, tüm seriler birbirini oluşturmuşlar. Hepsi bir ‘adım’ sonrasını hazırlamış ama başlı başına da bir var oluşları söz konusu. Ve zincir gibi hepsi bir araya gelerek ortak bir dil oluşturuyor. O dönemin sanat anlayışında Osmanlı teması kullanılan bir öge değildi; Yıldız Sarayı Si-
“Retrospektif ,k yol haritamı in endi c şansı sunuyor eleme ” ● Bir sonr aki hedef nedi r? Hedef, kendim i yenilemek! ● Retrosp ektif serginize bakınca siz ne görüyorsunuz ? Retrospektif, ke ndi yol haritam şansı sunuyor. ı inceleme Benim için, bir serinin yerini diğerine devred işini, dönüşüm ü görme şansı.. Büyük tabloya . uzaktan bakabi lme imkanı tanıyor. Adeta bir kabuk oluşum una şahit olmak gibi. Kab uk kendisini in şaa eder ve ona baktığınızda ge çmişini ve gele ceğini görebilirsiniz. B u açıdan retros pektif, yaptığım geri çekilerek ba a kma şansı sunu yor. ● Farklı bi rçok malzeme ve teknik söz konusu işlerini zde... Evet, sürekli bi r yeni malzeme arayışı söz konusu. Farklı malzemeler, fa rklı teknikler am aslında hepsi bu a topraklardan be slenen, daha önceki kültürle rde üretilen sana t türlerinden yola çıkan ya da bugün de var ol an ürünler, malzemeler işle rime dahil oluy or. Her yeni malzeme berabe rinde yeni bir te kniği getiriyor. Yeni teknik ve malzeme geneld e üç ay direnir, benim kulland ığım bazı malze melerin altı ay direndiği oluyor . Mesela tuvalle rimde kullandığım silik on öyle olmuştu ...
Koçan’ın sergisinde de yer alan “Şaman” serisinden bir eseri.
67
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-66-71
1/24/13
2:56 PM
Page 4
“Ben kendimi arayan bir adamım ama bir yandan da sürekliliği olan... Bence sanatçı, kendine muhalefet edebilmeli, sorgulayabilmeli. Bu muhalefetin tutarlılık getirmesi çok kıymetli. Ben hep resim yapmak için resim yaptım. Ben ressamım...” lahhane’de yaptığım sergi temasından dolayı eleştiri de almıştı aslında. Ama önceki serimde olduğu gibi Osmanlı’ya dair işaretleri piktogram olarak kullandım. Piktogram kullanımı bir tür tarih yazımı gibi. Osmanlı iktidar işaretleri, cemaat işaretleri, döneminin sanatına dair motifleri bağlamından koparıp yeni bir alana taşıdım. “Osmanlı” serisinde kullandığım yapraklar, kendi diktiğim kavakların yapraklarıdır mesela. Osmanlı’dan sonra “Selçuklu” serisi geldi. Bu sefer Alanya’daki Silahhane’de sergiledim bu seriyi. Mekan olarak da oldukça ilginç ve yapıtların mekanla örtüşmesine zemin hazırlayan bir belleğe sahipti orası. Anadolu’daki ilk deniz tershanesi. Selçuklu, ötekileştirmeyen, aksine kapsayıcı bir tavra sahip. Örneğin Roma döneminden kalma bir mermer yazıtın arka yüzeyini kendi üsluplarında bezmeme yapabiliyorlar. Ayrıca, Selçuklular mermerin ‘sihri’ne inanıyor. Kuşattıkları kalelere mermer parçaları atarak daha kolay savaşı kazanacaklarına inandıklarını biliyoruz. Bu yüzden bu dönem işlerimde çok kültürlülüğün, mermerin taşıdığı ışık ve sihrin izleri var. Selçuklu’da mumyalama geleneği söz konusu, bu serimdeki resimlerimi de mumladık. Bu tarihten beslenen serilerimden sonra halk kültüründen beslenen “Efkar Kırıkları” serisi ortaya çıktı. ● Sosyo- kültürel yapının sizin sanatınız için ne kadar önemli olduğunu fark etmemek mümkün değil. Yaptığım çalışmalar sonucu görüyorum ki, hiçbir kültür yok olmuyor. Anlam, kılık
değiştirerek devam ediyor. Tıpkı doğa gibi... Kültür de kendini sürdürme konusunda dirençli. Dolayısıyla bu topraklardaki her kültürü önemsiyorum ve sanatım onlardan besleniyor hem tema olarak hem de malzeme olarak. ● Sergide başka hangi serileriniz yer alıyor? “Eller” serim de sergide yer alacak. Bu serimde çamurun varlığı daha yoğun, “Fasikül”de tüm resimlerin zemininde vardı çamur. Çamurun gelme nedeni gayet ilginçtir. Zeminleri çözemedik bir türlü, ne yapsak çözemiyoruz. Bir çamur elime geçti, Anado-
Sergide Hüsamettin Koçan’ın 1971 tarihli suluboya resmi (üstte) de yer alacak, heykel çalışmalarından örnekler ise (sağda) ilk kez sergilenecek. Milliyet SANAT Şubat 2013
68
lu bir kara parçasıdır, yurttur, yurt da topraktır, o zaman niçin bu yurdu temsil eden bir şey resmimde kullanılmasın dedim. Anadolu kültüründe toprakla elin ilişkisi de yoğundur. Bu seride çalışırken kıvamlı çamurun yüzeyde yarattığı etki ve tuvalin arka yüzeyinde oluşan doku “Körler İçin Resimler” serimi hazırladı. ● “Körler İçin Resimler” serinizden bir eser İstanbul Modern koleksiyonunda sergileniyor değil mi? Evet, sergileniyor. ● “Körler İçin Resimler”i hangi seri takip etti? “Şaman” serisi. Baksı Müzesi’yle birlikte gelişti o seri. Baksı kelime anlamı olarak ‘şifacı, iyileştirici, dönüştürü’ demek. Tıpkı şamanlar gibi... İslamiyet öncesi Türk kültürüne ait çok önemli bir imge şaman ve hâlâ o kültürün izlerini Anadolu’da görmek mümkün. “Şaman” serisi benim yerel duygumu güçlendirdi. Burada yine tekil figürler söz konusu ama teknik olarak yüzeyini bir silikon kaplıyor. Bu topraklarda çok yaygın olan ‘cam altı’ tekniğinden yola çıkarak silikonu kullanıyorum. “Selçuklu” serisinde kullanılan mumlamanın bir adım ilerisi bu teknik. Üzerinde en çok çalıştığım, beni en çok uğraştıran malzemedir. Şamanı, ‘sanatçı’yla da özdeşleştiriyorum; her ikisinde de bir kimlik, aidiyet meselesi var, her ikisi de seçilmiş kişiler ve kırsaldan geliyorlar. Şimdi ise bu tuval işler heykele dönüşüyor. ● Zaten o işlerinizin heykelsi ve yüzeyden taşan bir tavrı vardı... Evet, o serideki figürler şimdi 2.5 metrelik aliminyum döküm ve saçtan yapılmış heykeller halini aldı. İlk kez retrospektif sergimde izleyiciyle buluşacak. Heykele geçmemin bir sebebi de Baksı Müzesi’dir. Baksı’nın yapımı sürecinde mekanla, hacimle uğraşmak heykel yapma isteğimi arttırdı. ● Eminim ayrım yapmak zordur ama en önemli döneminiz, yapıtınız sizce hangisi? En büyük sergim, yapıtım Baksı’dır. Ben müzeyi o tutkuyla yaptım. Yapıtla insan arasındaki ilişki tutku meselesidir. Benim için Baksı’yı hayata geçirmek çok önemliydi ve gerçekleşti. ● Peki ya Hüsamettin Koçan? Ben kendimi arayan bir adamım ama bir yandan da sürekliliği olan... Bence sanatçı, kendine muhalefet edebilmeli, sorgulayabilmeli. Bu muhalefetin tutarlılık getirmesi çok kıymetli. Ben hep resim yapmak için resim yaptım. Ben ressamım... Resmimin piyasayla, parayla olan ilişkisi 2000 sonrasına tekabül eder. Resimlerim sayesinde Baksı’nın bütçesine kaynak sağladım. Her resmim Baksı’nın tuğlasıdır. MS
647-milsanat-66-71
1/24/13
2:57 PM
Page 5
“Sanatı piyasadan
korumak gerek” Bu yıl Türkiye’nin onur konuğu olduğu Arco Madrid’teki “Focus Turkey” seçkisinin küratörü Vasıf Kortun’la bir araya geldik; sanat - para ilişkisinden, devletin sanata desteğine, küratörlük kavramının evrilmesine dek uzanan bir yelpazede, güncel sanatın iç ve dış dinamiklerini konuştuk. ÖZGE YILMAZ ozge7y@gmail.com
FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR
BU YIL 13-17 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek olan İspanya’nın güncel sanat fuarı Arco Madrid’te Türkiye onur konuğu. Bu kapsamda “Focus Turkey” adlı bir de program düzenleniyor. “Focus Turkey” seçkisinin küratörlüğünü ise SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Vasıf Kortun üstleniyor. Kortun tarafından yapılan seçimle Dirimart, Elipsis Galeri, Maçka Sanat Galerisi, Mana, Galeri Nev İstanbul, Galeri Non, Pilot, Rampa, Rodeo ve x-ist’in sanatçılarının eserlerini görebileceğiniz “Focus Turkey”de. “Focus Turkey”i fırsat bilip Vasıf Kortun ile bir araya geldik; fakat sohbet sadece Arco Madrid ile sınırlı kalmadı. İyi ve kötü sanat galericiliği, SALT’ın gelecek programları, 13. İstanbul Bienali, İstanbul’un dönüşümü ve sanat dünyasında gücün ne anlama geldiği, diyaloğumuzun ana duraklarından sadece birkaçı oldu.
Vasıf Kortun, SALT’ta araştırma ve programlar direktörü.
69
● Sizin adınızı fuarlarla yan yana görmeye çok alışık değiliz ama Arco Madrid’teki “Focus Turkey” seçkisinin küratörüsünüz. Arco Madrid’i özel kılan nedir sizin için? Arco Madrid ile 10 yıllık bir geçmişim var. Paneller, konferanslarım da oldu orada. Diğer fuarlara göre daha iyi biliyorum. Arco, Franco diktatörlüğü ardından önemli bir rol oynadı. Hiçbir fuarın etrafında bir entelektüel program yokken Arco bunu yapıyordu, yani eğitsel yönü de vardı. “Focus Turkey” konusu da önemliydi benim için, başka ülkeleri çok kıskanmışımdır. Bunun dışında, fuar sırasında Madrid’te CA2M’de açılacak olan Halil Altındere’nin retrospek-
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/24/13
2:57 PM
Page 6
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-66-71
Halil Altındere’nin Madrid’teki solo sergisinde görülebilecek olan “Mobese” adlı heykeli.
tif sergisi, Matadero’daki projenin gerçekleşmesi de önemli. ● “Focus Turkey”e on galeriyle gidiyorsunuz. Hep kâr amacı gütmeyen kurumlarda çalışmış biri olarak, sanat galericiliğiyle ilgili neler düşünüyorsunuz? “Focus Turkey”de tek derdim iyi galerilerden en azından bir kısmının, iyi sanatçıların orada yer almasıydı. Bugünlerde galerilere karşı bir önyargı var. Sanat galerilerinin kötü, manâsız olduklarını söylemek yeterli bir kritik değil. İyi ve vizyoner galericiler sanat ortamını hep daha iyiye götürürler. İyi galerici ticarî değildir, satabilir ama konu bununla sınırlı değil. Ticarî olmak başka bir şey. Benim tanıdığım birçok hakiki galericinin derdi ‘alayım, satayım’ değildir. Sanatçının işinin iyi bir yere gitmesi, iyi bir müzede olması, hakkında literatür çıkmasıdır. İyi galericilik budur. Hatta sanatçıya annelik, babalık, psikologluk, koçluk yapmaktır. Sanatçının ne yaptığını anlamayan, piyasa koşullarına göre sanatçıyı bir marka, bir ürün sananlara da tarihte iyi bir yer ayrılmayacak. “Sanatla para örtüşmez” bir fantazidir. Örtüşür, her üretim gibi, her ekonomik ilişki gibi örtüşür ama nasıl örtüştüğü ve nerede korunduğudur önemli olan. Zamanımızda bu konuda ciddi bir sorun var, sanatı piyasadan korumak gerek. Regüle edilmeyen her türlü piyasa kendini sonuna kadar tüketir ve bu arada sanat çok ciddi itibar yitimine uğradı, daha da uğrayacak. ● “Sanatı piyasadan korumak”tan kastınız nedir? Şu anda İstanbul’da bir piyasa hükümranlığında yaşıyoruz. İstanbul’da tek ayak, yani özel sektör üzerinden giden bir operasyon söz konusu. Müthiş bir likiditenin yanı sıra, hızla öğrenen bir burjuvazi ve koleksiyoncu ekibi var. Hızla enternasyonelleşiyorlar ve birbirleriyle de bir yarış içindeler. Bu piyasa hükümdarlığından dolayı yerel ve küreselde benzer problemler var. Sanatı ve sanatçıyı bu durumdan korumak gerek, ara vermek mümkün, ligleri birbirinden net şeMilliyet SANAT Şubat 2013
kilde ayırmak da olası. ● Geçtiğimiz aylar David Hickey’nin sanat yazarlığından istifa ettiğini yazmasıyla başlayan, sanat yazarlığı ve sanat eleştirmenliği tartışmaları gündemdeydi. Siz bu tartışmaların neresinde duruyorsunuz? Hickey’nin yazısı bölgesel bir konuydu. Bir coğrafyanın meselesi. Galericilikten bir yazarın, akademisyenin elvedası uyarıcıydı, bir o kadar da sansasyonel. Eğer okumuyorsanız sizin için sanat eleştirmenliği bitmiştir, nokta! Ben tam aksine kritiğin altın çağında olduğumuzu düşünüyorum. Önümde sadece tüm geçmiş literatür yok, yetişemediğim onlarca güzel yazı var. Sanat yazarının ya da eleştirmenin tarihsel rolüyle bugünkü rolü örtüşmüyor. Piyasanın işleyişinde eleştiriye ihtiyaç yok artık. Bu beklediğim bir durumdu. Bu sektörün içinde olan insanların büyük çoğunluğunun ay-
nı zamanda destekçilerle, fon vericilerle, koleksiyoncularla genel samimiyetini dengeleyecek bir kamusal ayak yok. Bunun verdiği bir içerden konuşma ya da kapalılık hâli var. Buna çıkar birliği diyemeyiz. Çok sert olur. Ancak, aynı havayı solumanın getirdiği bir dengesizlik var. Ama bu daha kompleks bir konu. İstanbul’daysa hiçbir zaman olmadığı kadar çok sanat yazarı var ve yeni kuşak eğitimli, donanımlı, dünyayı özenle takip ediyor. Bu profesyonel grup şimdi kendi hakikatini ve kendi sesini oluşturmaya başladı. Bu kapasiteye de sahipler. Eskisine göre çok iyi bir durumdayız literatür oluşturmakta. Tabii var olan mecralar bu yeni jenerasyonun ihtiyacına cevap veremeyebiliyor. Kendi sesini ve hakikatini oluştururken kendi mecralarını ve araçlarını da oluşturmak durumundasın. Bir yandan da, Türkiye’de bu müessese sadece ve sadece pazar paralelinde gelişiyor. Kimse kimseye istemediği şeyi yazdıramaz, kimse onurunu kaybetmek istemez sanırım ama sonuç olarak sadece özel sektör destekli bir sanat yazarlığı söz konusu. ● Arco Madrid’de Türkiye’nin onur konuğu olması ve gerçekleştirilen projelere Dışişleri Bakanlığı’ndan destek geldi mi? Ben hiçbir zaman devletle çalışmadım. Ne zaman devletle bir şey yapabileceğimi umut etsem hüsranla biter. Beni Arco Madrid davet etti, galerileri seçtim ve işim burada sonlandı. Ama Türkiye yılı gibi bir mese-
“Sanat tarihçiliği daha zinde bir meslek” ● SALT’ı post-küratöryal (küratörlük sonrası) bir kurum olarak tanımlıyorsunuz. Küratörlük titrini Türkiye’de ilk kullananlardan birisiniz ama artık bu titri de kullanmıyorsunuz. Sizce küratörlük başka bir şeye mi evrildi? Ya da eskisi kadar önemli değil mi? Bizim bildiğimiz hâliyle küratörlük, ‘80’lerin sonunda ortaya çıkan bir kavram. O dönemin önemi, Hou Hanru, Charles Esche, Edi Mukha ya da benim gibi dünyanın daha sessiz kalmış bölgelerinden birçok kişinin farklı bir şey yapmasıydı. İnanılmaz bir iktidar boşluğunda, müzelerin hiçbir şey yapamadığı; geleneksel, tutucu ve zaman dışı anlayışların hüküm sürdüğü
70
dönemde ya da kurumsallaşmanın oluşmadığı ara zamanda biz farklı bir şey yaptık. Ama o misyon tamamlandı. Başarıya da ulaşıldı. Şu an başka bir dünyadayız. Tabii ki devam edilebilir, küratörler olmaya devam edecektir ama şu yeni kuşakla bizim kuşağımız arasında büyük bir fark var. Onlar normalize olmuş bir dünyada çalışıyor. Bizim inisiyatif alıcı rolümüze artık gerek de yok. SALT’ın da ilgilendiği; farklı bilgiler, görüşler ve disiplinleri yan yana getirip ne yapabiliriz, bundan ne çıkarabiliriz sorusu. Bu yüzden post-küratöryal bir kurum SALT. Bana küratör dediklerinde reddetmiyorum ama ben bu tıtri kullanmıyorum. Sanat tarihçiliği çok daha zinde bir meslek bence.
647-milsanat-66-71
1/24/13
2:57 PM
Page 7
“Şu anda İstanbul’da bir piyasa hükümranlığında yaşıyoruz. İstanbul’da tek ayak, yani özel sektör üzerinden giden bir operasyon söz konusu. Müthiş bir likiditenin yanı sıra, hızla öğrenen bir burjuvazi ve koleksiyoncu ekibi var. ”
Canan’ın “Focus Turkey” seçkisinde yer alan “Can ile Canan” adlı eseri.
le olunca, başka organizasyonlar da yapmak gerekiyor. Profesyonel bilgiye saygı duyan, bunu bir çıkar ve bir promosyon malzemesine çevirmeyen ülkeler bunu başka bir biçimde yapıyor. İşin detaylarına girmek istemiyorum ama bir daha yapar mısın diye sorsan ‘asla’ derim. Bu da trajik bir durum. ● Küratörlüğünü Charles Esche ile birlikte gerçekleştirdiğiniz 9. İstanbul Bienali’nin başlığı ‘İstanbul’du. Bu yıl da, siyasi bir alan olarak kamusal alana ve kentsel dönüşüme odaklanan bir bienal izleyeceğiz. Nasıl bir bienal bekliyorsunuz? Kamusal alan yerine kamusal mekan demek lazım. Alan ‘sphere’ demek. Sphere ise zihnimizde oluşturduğumuz bir mekandır ve somut mekâna tekabul etmesi gerekmez. Bizim söz ettiğimiz ise ‘space’. Bence iyi bir bienal izleyeceğiz. Bienalin bu yılki küratörü Fulya Erdemci’nin kamusal mekân projeleriyle olağanüstü bir tecrübesi var. Tabii bunun arkasında bir koruma mekanizması olmalı. Umarım İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) bunu başarır. Sokakta iş yapmak, kamuya çıkmak çok zordur. Sansüre, popülizme karşı korumak gerek. Bunun aslında 2011’in projesi olması gerekiyordu. Bizim 2005’teki bienalden sonra Hou Hanrou’nun yaptığı anlatının devamı ve 2009’da WHW’nin yaptığıyla iş, sınırına dayanmıştı. Sonrasında dışarıda, kamusal mekânda bir proje gerekiyordu ama 2011’de feci tutucu bir şekilde bienalin tüm anlatısı ve potansiyeli eritildi. Gezi Parkı, Taksim Meydanı gibi alanların iznini alırsa iKSV alır. Umarım özellikle Gezi Parkı kullanılabilir. ● İstanbul’un dönüşümüyle ilgili ak-
tif olarak çağrılarda, eylemlerde bulunuyorsunuz. SALT’ın Beyoğlu ve Galata binalarıyla siz de bu hattın üzerindesiniz ve bu konuyla ilgili birçok etkinlik ağırlıyorsunuz. Bu dönüşümün kültürel mekanizmayı nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? İstanbul İstanbul olalı, böyle bir şiddet görmedi. Bu İstanbul’un son işgali; dilersen adını fetih koy. Şehir yıllarca bir sürü şeye karşı ayakta durdu. Bir ciğerlerine, kuzey koridoruna saldırılmamıştı, üçüncü köprü projesiyle bu da olacak. Saldırı her yerde devam ediyor, biz sadece bir kısmını görüyoruz. Çoğu da geri dönüştürülemeyecek hoyratlıklar. Daha geçen gün, sekiz aylıkken, pusetin içinde Gezi Parkı’nda bir fotoğrafımı buldum ve Facebook’ta paylaştım. O benim parkım. Kimseyi dinleyecek halim yok bu konuda. O park Hilton kesintisine uğramasaydı Küçük Çiftlik’e kadar uzanıyordu. Bu şehir, şehrin ‘ş’sini bilmeyen, geçmişini bilmeyen, bu şehre dair hiçbir aidiyeti olmayan insanlar tarafından yönetiliyor ve dönüştürülüyor. Karaköy’den Galatasaray - Tophane hattına yeni bir kader çizildi. Bunun içinde kültür kurumlarına hâlâ yer var. Sabancı Müzesi ve Borusan’ın Perili Köşk’ü dışındaki ebatlı kültür kurumları bu hat üzerinde, kümeleşmeden karşılıklı bir yararlanma hâli var. İktidar da bunu artık iyi biliyor. Temaşa ekonomisi içinde kültür kurumlarına yer açıyor. Bu yer daha da güçlendirilecek hatta. ● SALT’ın Şubat - Mart programına baktığımda siyasî konuları ele alan projelere yoğunlaşıldığını görüyorum. Bu projelerden bahsedebilir misiniz?
71
Evet, siyasî bir zamanın siyasî öznelerine bakıyoruz. “Duvar Resminden Korkuyorlar” projesi bitmiş ve tamamlanmış bir proje değil. Özellikle eksik açacağız. Ulaşabildiğimiz malzemeyle açılan ve sonuna dek malzeme derlemeye, bilgi genişletmeye çalışan bir proje. SALT Beyoğlu’nda olacak. Bir açık arşiv projesi olan Ali Sami Ülgen Arşivi ve bir belgesel filmin mekansallaştırılıp filmin arka planının da izleyiciye sunulduğu “1+8” var. Bu iki proje de SALT Galata’da olacak. SALT Araştırma Fonu da var gündemde. Uzun zamandır düşündüğümüz bir şeydi. Araştırmacılara destek olabilecek bağımsız bir araştırma fonu, bir nefes aralığı açmak istedik. ● Her yıl Art Review dergisinin hazırladığı “Sanat dünyasının en güçlü 100 ismi” listesinde yer alıyorsunuz. Bu size bir şey ifade ediyor mu? Hayır, bir şey ifade etmediği gibi tuhaf da karşılıyorum bu durumu. Örneğin bu yıl güncel sanat sergisi yapmadım hiç. Neden o listedeyim? Bir sanat sergisi yapıp da o listede olsam neyse. Türkiye’ye dikkat çekmesi, bir fon bulmama yaraması ya da vize almamı kolaylaştırması dışında çok bir şey ifade etmiyor. İlk kez bu listeye girdiğimde babama gösterdiğimde, “Evladım, doktoranı ne zaman bitireceksin?” demişti, haklıydı. ● Peki sanat dünyasında güçlü olmak ne demek sizce? 25 yıldır bu işin içindeyim. Bu kadar zaman içinde güven duyulan az sayıda insandan biriyim sanıyorum ama burada listeden söz etmiyorum. Aksi olduğumu herkes bilir ama doğruyu müzakere edebilecek sorumlulukta olduğumu da bilirler. Biliyorsun ki Vasıf’a sorduğun zaman kendi çıkarını gözetmeden durumu tartışır. Aslında çok keyifli bir konu değil bu, güç iktidar vesaire, insanlarda önyargı oluşturuyor, konuşman gereken insanlarla iletişim kanallarını baştan kısıtlayabiliyor. Ben de bunu hiç istemiyorum. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:44 PM
Page 2
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-72-77
Yakın dostu Oktay Duran’ın objektifinden Burhan Doğançay.
Fani hayatın ölümsüz satıh araları EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com
Türk resminin en önemli isimlerinden biri olan Burhan Doğançay’ı 16 Ocak sabahı kaybettik... Ardında 4 bini aşkın eser bırakan, duvar resminin kurucusu, her dem yenilikçi, arayış içinde ve özgün bir sanatçı olan Doğançay’ın anısına... Milliyet SANAT Şubat 2013
BURHAN DOĞANÇAY’IN ardından, eserlerine bakıyorum. 1963’ten günümüze sürdürdüğü “Kent Duvarları” dizisine. Bir duvar benimle bir sürü duvar olup konuşmaya başlıyor. Duvarlar üstüme üstüme geldikçe, daralacağım yerde enginleşiyor bakışım. Tarih öncesinden beri böyle değil miydi bu? Buna ılıkça sığınarak, Burhan Doğançay’ın göz izlerine bakmaya devam ediyorum. 1964 tarihli bir afiş panosu, karşımdaki. Karton üzerine guaj ve kolaj ile yapılmış. Doğançay’ın 1960’larda New York’ta doğan duvarı ve onun akrabaları, üst üste gelen türlü afişle, imzayla, renkle, biçim sürçmesiyle, kalıntı ve girintiyle ekranlaşıyor. Elektronik tablet ve levha çağında parmak uçlarımızla dünyayı gezdiğimiz şu günlerde de böyle değil mi bu? Buna da kıpır kıpır gülerek bakmayı sürdürüyorum. Yarım bırakılmış bu duvarlar... Sıcak güneş, körkütük bira, ruj kırmızısı aşk, miting uğultusu, çok reklam yırtığı akıtıyorlar üzerlerinden. 1965’te yapmış bu duvarlardan bi-
72
rini Burhan Doğançay. Adına “Gentil Inc.” demiş. Ama bir o kadar da, sanat tarihiyle cilveleşiyor bu duvarlar. Pop sanatıyla, soyut dışavurumculukla, hat sanatıyla ve nice akımla. Kapımın tam önündeki duvarda da aynı mevzu yok mu? Bu vizeyi almışlığın aşinalığıyla şımarıyor, Doğançay’ın emaneten alıp, bize bıraktığı duvar imgelerine yine bakmayı sürdürüyorum.
ÖLÜMSÜZLÜĞE ADAY Fani hayatın türlü satıh aralarından, olmadık hakikat ve ölümsüzlüğe aday estetik türleri akıyor. Tek bir duvar, bu kadar çok duvara bedelsiz kiralanabiliyor mu gerçekten? Demek ki kalabiliyor ve olabiliyor. Burhan Doğançay’ın kalıcılığını zamanın geçiciliğiyle deşifre ettiği duvarları, uslanmaz bir seyyahın sokak aşkıyla bulunduğu yeri kazıp kaçmışlığı duygusunu veriyor. Müzede olsanız, her biri başka bir boyutun tüneline dönüşüyor. Kendi evimdeki odaları ne kadar duvarlaştırmaya çalıştığımı akıl edip, o an ürperiyorum.
647-milsanat-72-77
1/25/13
2:46 PM
Page 3
FOTOĞRAF: YAHŞİ BARAZ
Doğançay sanatının ‘dünya evi’ne çoktan girmiş, o evin içten dışa üreyen duvarlarını türlü halklardan topluyor demek geliyor içimden, bencilce susuyorum. Bu duvarlar aynı zamanda, sanatçının kendi gizlerinin de ev sahipliğini, tüm soyutluklarıyla önüme seriyor. Her bir Doğançay duvarının nice detayı, şairin “Bırak, dağınık kalsın,” tabiri misali güzel bulduğu büyük bir halin yap-boz parçaları gibi, kendi hikayesinin içinde çoğalıyor. Birbirleriyle var olup yok olan bu ‘simurg’vari duvarlar, zamana dair birçok şeyi sürekli gözümüze sokmayı başarıyor da. Çatışma, geçicilik, enerji, estetik, dışlanma, düzensizlik, direnç ve rastlantı, bu uğurda sadece bir duvara bakarak aklıma gelen (ve yüzlerce duvarı aynı anda temsil edebilecek kalıcılıktaki) tutkalsı, harçvari unsurdan yalnız birkaçı. Bu kavramlar, 1960’ların ruhuyla da taban tabana, yüzey yüzeye örtüşmüyorsa, Doğançay’dan daha çağdaş başka bir sanatçı olabilir mi? Dünya duvarları serisinden bir parça: Ben ta ana kucağında iken, 1975’te üretilmiş, tuval üzerine akrilik, kolaj ve kumdan menkul bu iş, tüm eleştirel ve barışçıl öngörüsüyle ‘İsrail’de Barış İşareti’ni imliyor. 1960’lardan 1970’lerin hayal kırıklığı ve çatışmalara evrilen dünyasında, Burhan Doğançay’ın görmüş olduğu, Musevi yıldızlı o duvardaki barış işaretinin üzerinde, üç uçak silueti de seçiliyor. 1993 tarihli “Mavi İsviçre Duvarları”ndaki yorucu, yıpranmış lekeli enerjide de, New York duvarlarında rastladığı “Sabit Fikir” isimli, 1994 tarihli çalışmasında verdiği “Graffiti bir suç değildir” mesajında da, isyandan yana
Burhan Doğançay’ın 1976’da İstanbul’da Galeri Baraz’da açtığı ilk kişisel sergisinden (üstte). Doğançay ve 2004 yılında kurduğu müzesi (sağda).
Burhan Doğançay ve eşi Angela, Yahşi Baraz’ın objektifinden, 1998, New York (üstte). İstanbul Modern’de açılan sergi sırasında (solda).
73
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-72-77
1/25/13
2:46 PM
Page 4
Doğançay, ünlü tablosu “Mavi Senfoni”yi yaparken (solda). Sanatçı en son İstanbul Modern’de sergilenen tablosunun önünde.
Burhan Doğançay. Anarşinin estetiğini ölümsüzleştiriyor. Bunu yaparken bir fotomuhabir gibi davranarak arşivlediği duvarlardaki anti-faşist mesajların altını, tıpkı aynı yıl ürettiği “Spagetti Beyin” adlı işindeki gibi, özellikle çiziyor. Bu yüzden Doğançay’ın yaptığına, gazetecilik denemez mi? Buraya kadar sayıkladığım detaylar, onbinlerce mil yol alıp, binlerce kareyle dünya duvarlarını belgelemiş Burhan Doğançay’ın kapıları için de geçerliliğini koruyor haliyle. Keza sanatçı, onlara da 1965’ten, 2010’a kadar devam etmişti. Ancak bu serilerde tümü kapalı olarak karşımıza çıkan kapılar, bu sefer yaşamın yaşama bulduğu alternatif çözümleri tek tek belgeliyor gibi. Aynı alternatif zenginliği, sanatçının “Sapak”lar dizisi için de geçerli. Zaten bununla yetinmeyerek fiziksel manada ‘underground’ sanata da dahil olan Burhan Doğançay, New York metro duvarları özelinde “No Future” dediği eserinde de dünyaya keskin bakışını özetlememiş mi?
İRONİ VE BELGELEME Kağıdı yaratıcılığının hammaddesi, sokakları ise ekmek teknesi gibi kullanan Burhan Doğançay, görüyoruz ki bu malzemeyi de 30 yılı aşkın süredir işleyerek, taşbaskı “Hücum” serisini ortaya koymuş. Bu seride, özellikle detayların yarattığı görsel illüzyonlar ve estetik hayranlık, şeytan ayrıntıda gizlidir sözünü ters yüz ederek, şeytanın genelliğini tüm baştan çıkarıcılığıyla önümüze koymuş zaten. Sanatçı bunu, yaratıcılığının evrimi ile “Kurdeleler”, Aubusson halıları ve metal gölge heykel çalışmalarıyla birlikte, elbette “Mavi Senfoni”nin de içinde olduğu “Koniler” (1972-1990) dizisi ile kat kat zenginleştirmiş. İroni ve belgeleme refleksi, Doğançay resminin “Boyacı Duvarları” serisiyle de karşımızda duruyor bu yanıyla. Sanatçı, bu seride dönemin siyasal ve kültürel yüzlerini birer kalıntıya dönüştürürken, demokrasi ve halkın tercihlerindeki değişkenlik arasında Milliyet SANAT Şubat 2013
Doğançay, Turgutreis’teki atölyesinde çalışırken...
da muzip bir bağ kuruyor. Doğançay’ın 1990’lı yıllardaki pop kültür ikonlarını bire bir yansıttığı bu işleri, Türk pop sanatının da özgün delilleri arasına giriyor. Sanatçının “Formula 1” ve “Grego” gibi dizileri de, gerek sanat eserindeki müellifin anonimliği, gerekse kamusal alandaki tesadüfi yaratıcılık ve müdahale biçimlerini belgelemesi açısından hep ayrı birer yer tutuyor. Doğançay bununla da kalmayarak, 19902009 arasındaki “Çifte Gerçekçilik” serisiyle adeta hiper gerçekliğe Baudrillard üzerinden samimi bir selam vermiş gibi görünüyor. Bu seride benim en favori işim, 1990 tarihli “Telefon Kutuları”. Çok karmaşık ama tanıdık. Buradan da koyu, olgun bir soyutlamacılığa fırçasını daldıran Doğançay, 1995-2000 arasında yaptığı “Aleksander’ın Duvarları“ ile üslubunu bir nebze daha ileri götürmeyi başarıyor. Bunu, sanatçının yine yaşamın hazır tuvali sayabileceğimiz New York mavi duvarları serisinin sürprizleri takip ediyor. Tüm bunlardan sonra, yaşamının ana çerçevesi olarak, duvarlar üzerinden siyasi ve aktüel gündemi belgelemeye devam eden ressam, aramızdan ayrılıncaya dek, bu dönemde Berlusconi, Bush ve Mao ile, Hollywood, Broadway ve İstanbul ile Ankara’nın
74
popüler ve siyasi çehrelerini hemzeminde buluşturmayı başarıyor. Büyük birer sinema filmi karesi gibi üretilmiş bu işleriyle Doğançay, “Aşk Tanrıdır”, “Petrole Güveniyoruz” ve “Savaşma Seviş” gibi mesajlar vererek, bir anlamda 1960’ların ruhunu yadediyor ve bugünkü benzerliği vurgulamış oluyor. Burhan Doğançay’ın yokluğunda, özellikle de 2004’te Beyoğlu’nda açtığı Doğançay Müzesi ve sevgili eşi Angela Hanım ile kurduğu vakıfla, gelecek kuşaklar da Doğançay’dan çok şey alacak ve nice sathı kendi ifade özgürlükleri ile kaplayıp duvarları birer gökyüzüne çevirecekmiş gibi görünüyor. Bu yazının ‘son söz’ yerini, Doğançay ile 7 Nisan 2001’de Radikal için yaptığımız söyleşide kullandığı ifadelere, anısına saygı ile bırakıyorum: “...Guggenheim Müdürü Thomas Messer bana bir sergi yapmayı çok istemiş ve tanıştığımız 1962’de bana sormuştu, ‘Arkanda kim var?’ diye. Ben de sorusuna parmağımı yukarı kaldırarak yanıt vermiştim. Aradan geçen 30 yılda bu cevabın değişmemiş olması, Doğançay olarak en övündüğüm şeylerin başında. Eğer benim arkamda büyük kuvvetler olsaydı, bugün yapıtlarımın tanesi, minimum 500 bin doları bulabilirdi.” MS
647-milsanat-72-77
1/25/13
2:46 PM
Page 5
Sis perdesi aralanıyor! Türk resim sanatı tarihinin önemli isimlerinden biri olan Naci Kalmukoğlu hakkında bilgiler son derece sınırlı... Fakat şimdi İzmir’deki Arkas Sanat Merkezi’nde açılan “O Bir Yıldızdı...” adlı sergi sayesinde bu usta sanatçının yaşamı ve önemli yapıtları gözler önüne seriliyor.
İstanbul’a olan hayranlığını pek çok kez tuvallerinden yansıtan Naci Kalmukoğlu’nun “Yıldız Parkı” adlı eseri.
PINAR AYGÜN pinary@bilgi.edu.com.tr
BÜYÜK SERGİLERE ev sahipliği yapmak, önemli sanatçıların daha önce sergilenmemiş eserlerini izleyiciyle buluşturmak artık sadece İstanbul’un tekelinde değil. Diğer büyük şehirlerde de etkileyici sanat olaylarını takip edebiliyoruz. Gerek kolek-
siyonerlerin sanat araştırmalarına desteği, gerekse güçlü sermayelerin yeni sanat politikalarına yön vermesi sanatseverlere yarıyor. Son zamanlarda büyük şirketler koleksiyonlarını oluştururken, bunu sadece kurumsal kimliğe ‘sanat dostu’ sıfatını eklemek için yapmıyor. Önemli bir kısmının sosyal sorumluluk bilinciyle hareket ettiğine tanık oluyoruz. Bu bilincin içinde koleksiyonlarını sanat severlerle paylaşmak, destekleri sayesinde sanat tarihi, güncel sanat araştırmalarına katkıda bulunmak ve ko-
75
leksiyonlarının sürdürebilirliğini sağlamak gibi öncelikler sıralayabiliriz. İzmir’de açılan Naci Kalmukoğlu retrospektifi bu bilincin güzel örneklerinden.
GÖÇMENLİĞİN YANSIMASI Küratörlüğünü Halilhan Dostal’ın yaptığı, Arkas Holding’in desteğiyle Arkas Sanat Merkezi’nde düzenlenen “O Bir Yıldızdı” adlı retrospektif, 13’ü Lucien Arkas koleksiyonundan olmak üzere Kalmukoğlu’nun 100 eserini izleyiciyle buluşturuyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/25/13
2:46 PM
Page 6
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-72-77
Kalmukoğlu’nun “Çıplak” adlı tablosu (üstte) ve “Taksim Meydanı” isimli eseri.
Halilhan Dostal, Cumhuriyet’in ilk 25-30 yıllık dilimi ele alındığında Türk resim sanatı tarihinin son derece önemli bir sanatçısı olan Naci Kalmukoğlu’na dair bilgilerin son derece sınırlı ve özellikle hatalı olmasının kendisini ilk etapta geniş çaplı araştırmaya, ardından Kalmukoğlu’nun sanat anlayışı, yaşam ve eserlerini içeren bir çalışmaya yönlendirdiğini belirtiyor. Bu çalışmanın en önemli ürünlerinden Halilhan Dostal tarafından yazılan Naci Kalmukoğlu kitabı 2007’de Arkas’ın desteğiyle yayımMilliyet SANAT Şubat 2013
lanmıştı. Kitap şimdiye kadar sanatçı için hazırlanan en kapsamlı monografik çalışma. Mahmut Cuda’nın “O, bir yıldızdı. Ama parlaklığını görebilmek için insanın biraz başını kaldırarak etrafına bakması gerekiyordu,” dediği Naci Kalmukoğlu (18961951) 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Rusya’dan Türkiye’ye göç eden ressamlarımızdan. Moskova’nın güneyinde yer alan Kharkov’da (Harkov) doğan Nikolai Kalmikoff, Yüksek Ticaret Okulu’na devam ederken, yazın özel resim atölyelerine katılır. Yakla-
76
Yakın dostu İbrahim Safi’nin fırçasından Naci Kalmukoğlu portresi...
şık beş yıl Harkov Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve dekoratif sanatlar eğitimi alır. Mart 1920’de Gönüllüler Ordusu’nun Kırım’daki yenilgisi üzerine ailesiyle birlikte zorunlu olarak Türkiye’ye göç eden sanatçı daha sonraları Naci Kalmukoğlu ismini alır. Akademik disiplinle yetişen sanatçının tüm yapıtlarında yapısalcı çizgi fark edilir. Kalmukoğlu’nun göçmenliğinin sanatına yansımalarını küratör Halilhan Dostal, şu sözlerle anlatıyor: “Sanatçının doğduğu kent olan Kharkov’da (Harkov) 1805 yılında kurulan üniversite, Çarlık Rusya’sının ilk yüksek öğrenim kurumu olup, şehrin kısa sürede bir bilim merkezi haline dönüşmesinde önemli etken olmuştu. Kalmukoğlu, bu yapı içerisinde yer alan Güzel Sanatlar Akademisi’nde beş yıl süre eğitim aldı. Dolayısıyla, ülkemize geldiğinde, mesleki eğitimini tamamlamış ve klasik-akademik biçim anlayışı üzerine kurulu bir donanım oluşturmuştu. Bununla birlikte, başta iklim olmak üzere, yaşam sürdüğü coğrafyanın özellikleri, tarihi ve kültürel dokusu, sosyal yapı ve bireysel ilişkilerinin, üretimi üzerinde etken oluşturduğu inkar edilemez. Nitekim bu yansımaya, peyzajlarında başta olan İstanbul betimlemelerinde, modellerinin şaşmaz kitlesi Çingenelerin ya da Osmanlı’ya ilişkin şahsiyet ve tarihi olayların yüzeyle buluşmasında tanık oluruyoruz.”
ZENGİN BİR YELPAZE Değeri geç anlaşılan ressamlarımızdan olan Naci Kalmukoğlu’nun eserlerinde, almış olduğu disipliner akademik eğitimin güçlü izlerine rastlanıyor. Yağlıboya, sulu-
647-milsanat-72-77
1/25/13
2:46 PM
Page 7
Kalmukoğlu ve ikinci eşi Kornelia...
3 bin civarında eseri bulunan sanatçının “Zinnialı Natürmort” adlı yağlıboyası.
Yağlıboya, suluboya, guaj, karakalem gibi farklı malzemelerle sadece tuvalde değil duvar ya da pano üzerinde de eserler üreten Naci Kalmukoğlu, natürmort, nü, İstanbul manzaraları, mitolojinin de aralarında bulunduğu pek çok konuyu resmetti. boya, guaj, karakalem gibi farklı malzemelerle sadece tuvalde değil duvar ya da pano üzerinde de eserler üreten, birçok teknikte yetkin olan sanatçının özellikle suluboya eserlerinin başarısı, döneminde de takdirle karşılanmıştı. 3 bin civarında eseri bulunan sanatçı natürmort, nü, İstanbul manzaraları, mitoloji, tarihi şahsiyet portreleri gibi çok çeşitli konularda çalıştı. Pavel Fedotov (1815- 1852), Abram-Pyrikov Arkhipov (1826-1930), Ivan Kramskoi (1837-1887)
ve Il’ia Repin (1844-1930) etkilendiği ve örnek aldığı aldığı ressamlar arasında sayılabilir. Dostal “Böylesine zengin bir yelpazeye sahip sanatçının hemen her tema ve teknikle üretilmiş yapıtlarına sergide olanaklar ölçüsünde yer verildi. Birkaç eksiğimiz olmasına karşın (ki bunda, yapıt sahiplerinin uzun süreli eserlerinden uzak kalma psikolojisi etken oldu), gönül rahatlığıyla iddia edebilirim ki, sergide sanatçının ‘başyapıt’ olarak niteleyeceğimiz hemen her temada
77
eserlerine tanık olacaksınız,” diyor. Kalmukoğlu’nun tuval resimleri haricinde kamusal alanda da günümüze ulaşmış duvar panoları, tavan kompozisyonları önem taşıyor. Elhamra ve İpek sinemalarının duvarlarını, Süreyya Operası’nın duvar ve tavanlarını resmeden Kalmukoğlu, İzmir Fuarı’nda 1936’dan itibaren uzun yıllar dekor ve tezyin işlerini de yaptı. 1941’de ilk kişisel sergisini açan sanatçı, İbrahim Çallı, Feyhaman Duran ve Sami Yetik’le birlikte 1916-51 arasında Güzel Sanatlar Birliği tarafından düzenlenen geleneksel “Galatasaray Sergileri”ne katıldı. Sanatçının İstanbul peyzajları, eserleri arasında en çok beğenilenlerden. Bu resimlerde kullanılan perspektif ve teknik Naci Kalmukoğlu’nu benzerlerinden ayırıyor. İstanbul’un eşsiz güzelliği üzerinde oynanan ışık oyunlarını en güzel aktaran sanatçılardan Kalmukoğlu. İstanbul’a olan hayranlığı tuvallerinden yansıyor. İstanbul manzaraları, yurdundan koparılan bir göçmenin, onu kabul eden misafirperver bir şehre olan minnettarlığı ve hayranlığını anlatıyor. Onun için İstanbul yenilenmenin ve umudun şehri. Kalmukoğlu’yla aynı zamanda İstanbul’a gelen ressamların çoğu Avrupa ülkeleri ya da Amerika’ya giderken o İstanbul’u bırakamadı. Bıraksaydı belki sanat hayatı çok farklı şekillenecekti. Dostal bu durum hakkında şunları söylüyor: “Kalmukoğlu ülkesinde kalabilse ya da yapılan önerileri kabul ederek Avrupa’nın herhangi bir ülkesine diğer Rus sanatçılar gibi göçseydi, belki de eserlerini bugün Batı müzelerinde hayranlıkla seyrediyor/izliyor olacaktık. O, uluslararası bir sanatçı olmak yerine, ülkemizde kaldı ve eserlerini burada üretti. Ne yazık ki, çok sevilen ve eserleri aranılan bir sanatçı olmasına karşın, yaşamı ve önemi Kaya Özsezgin’in de ifade ettiği gibi ‘sis perdesi’ ile örtülü kaldı. İnancımız odur ki, onun için hazırlanan kitap ve tanık olduğunuz sergi, perdeyi ardına kadar açmayı başaracak.” MS Arkas Sanat Merkezi Bitiş tarihi: 30 Nisan 2013 (0232) 464 66 00 Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
3:00 PM
Page 2
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-78-79
Hayrete düşürme sanatı!
Girgin sergide guaj, akrilik, ekolin ve mürekkepten yararlanarak hazırladığı 14 işiyle izleyiciye, alışık olmadığı sirk hayatından hikayeler anlatıyor.
Kitap ve dergi kapaklarına çizdiği illüstrasyonlarla fark yaratan Sedat Girgin, ilk kişisel sergisiyle karşımızda. Sanatçının “Hayretler Sirki” isimli sergisinde, ‘depresif’ bir sirk bekliyor izleyiciyi... NİHAN BORA nihanbr@gmail.com
PROFESYONEL olarak illüstrasyon çizmeye, kuzeni Suna Dölek’in çocuk kitabı ile başlayan Sedat Girgin; Can Çocuk, İthaki, Versus, Redhouse, Tudem, Günışığı, Aylak Kitap ve Doğan Egmont Yayınları ile SabitFikir, Skylife, Infomag’ın da aralarında bulunduğu dergilerde imzasına rastladığımız bir çizer. Lisede resim, üniversitede ise endüstri ürünleri tasarımı eğitimi alan 1985 doğumlu Girgin’in, son dört yılda yaptığı 56 kitap illüstrasyonu bulunuyor. Çizgisini, bir görenin bir daha Milliyet SANAT Şubat 2013
unutamayacağı bir tarza sahip olan Girgin, bu aralar bir başka ruh hali içinde. Bunun sebebi de, 31 Ocak’ta Milk Gallery’de “Hayretler Sirki” isimli ilk kişisel sergisinin açılmış olması. 2 Mart’a kadar devam edecek sergide; guaj, akrilik, ekolin ve mürekkepten yararlanarak hazırladığı 14 eğlenceli işi bize, alışık olmadığımız sirk hayatından hikayeler anlatıyor. 2013’ün ilk karının yağdığı gün, Sedat Girgin’le ilk sergisini konuşmak için sözleştik. Henüz çizgisine rastgelmeyenler için Girgin’le tanışma yazısı olsun... ● Yeteneğinizin fark edildiği bir ilk an olmalı. Hatırlıyor musunuz o günleri? Ortaokulda özel okula gittim. Ailemin durumu fena değildi. Oradaki resim hocam
78
beni resme teşvik etti. Bir gün bana, “Şu resmi yap,” dedi, ben de yaptım. Sonra yarışmaya sokmuş onu. Okulun cuma günü töreninde, arkadaşlarım dürttü, “Müdür senin adını söylüyor,” dediler. “Allah Allah niye benim adımı söylüyor,” dedim. Sonra kürsüye çıkardılar beni, kravatımı düzeltip ödül verdiler bana. Hiç anlamadan ödül aldım. Plaketle eve döndüm. Sonrasında ailem orta son sınıfında beni devlet okuluna vermek zorunda kaldı. Devlet okulundaki hocamın resimden ilk notu 5 üzerinden 3’tü. “Sen bunu başkasına yaptırmışsın,” dedi. İnandıramadım onu. Sonra veli toplantısında annem ödülleri götürdü de, inandı. ● Sizi keşfeden ortaokuldaki resim öğretmeniniz diyebiliriz o zaman... Aslında ilk babam yönlendirdi. Babamı 2009’da kaybettim. Endüstri ürünleri tasa-
647-milsanat-78-79
1/24/13
3:01 PM
Page 3
rımı okumamın sebebi de odur. Babamı stresten kaybettik. Krizlerde çok stres altındaydı. Babam küçükken güzel sanatlar okumak istemiş. Babamın babası da, o zamanlar sanatçılar pek para kazanamadıkları için, gerçi her çağda kazanamıyorlar ama, göndermek istememiş. Babam ya müzik ya resim okumak istiyormuş. İkisini de yapamamış. O da onun içinde çok yer etmiş. Aslında beni ilk yönlendiren odur. Çok destek veriyordu, “Sen benim yapamadıklarımı yapıyorsun,” diye, müziğe de öyle başladım. O açıdan içim çok rahat. Gerçekten onun hayatta yapamadıklarını oğlunun yapması güzel bir şey. Baktım ki endüstri ürünleri tasarımı benim de sevmeyeceğim bir iş, babamın o stresli işinden sonra da dedim ki, “Ben niye onun yolunu takip edeyim. Demek ki bana bir şey öğretmek istemiş”. Sevdiğim bir şeyi yapacağım dedim, öyle başladı. ● Resim okusaydım diyor musunuz? Üniversitedeyken çok dedim. Zaten hep atölyelerden atölyelere dolaşıyordum. Kendi bölümümde pek durmuyordum. Bir şeyler çiziyordum kendimi rahatlatmak için. Sonradan düşününce resim eğitimi almamam benim için daha iyi oldu. Resim eğitimi alsaydım ben büyük ihtimal içime kapanır ressam olurdum. ● Profesyonel olarak bir şeyler yapmaya ne zaman başladınız? Üniversitede bazı derslerde çok sıkılıp defterlerime karalamalar yapıyordum. Sonra onları internete yüklüyordum. Ailem de biliyordu tabii bu çizimleri. Kuzenim Suna Dölek’in bir kitabı yarışmaya katılmış, ödül alamamış ama yayınevi kitabı çok beğenmiş “Basalım bunu,” demişler. Örnek çizim yaptırmışlar birine. Kuzenim de o çizimi hiç beğenmemiş. Sonra bana geldi, “Neden sen yapmayasın ki?” dedi. Ben de, “Olur,” dedim. Çizdim kitabı. Sonra kitap çok beğenildi. İlk profesyonel işim, ilk çocuk kitabım “Ayı Yavrusunun Uykusu Nereye Kaçtı?” oldu. ● Hayal gücünüz sıradan bir insanınkinden çok farklı olmalı. Nasıl bir şey sizin için hayalden çizmek? Zihnimde canlananı çiziyorum, hiçbir yerden bakıp kağıda aktarmıyorum. Mesela bilmediğim bir hayvan rakun çizeceğim. Birkaç fotoğrafına bakıyorum, kapatıyorum. Kafamda ne canlandıysa onu çiziyorum. Çizgilerimde özgür olmayı seviyorum. Amacım, tarzımın belli olması ve çizgimin beni yansıtması. Deformasyonu çok seviyorum. Figürü alıp yamultayım, kollarını uzatayım kısaltayım, şişmanlatayım zayıflatayım. Var olanın dışına çıkmayı çok seviyorum. Bazen abartmak bazen de abartmamak istiyorum. İçimden nasıl geliyorsa.
“Çizgilerimde özgür olmayı seviyorum. Amacım, tarzımın belli olması ve çizgimin beni yansıtması. Deformasyonu çok seviyorum. Var olanın dışına çıkmayı çok seviyorum.” ● İlk kişisel serginize gelecek olursak, “Hayretler Sirki” nereden çıktı? Cirque de Soleil’i izlemiştim. Oradan aklıma geldi. Ama mutlu sirk değil de, depresif bir sirk, biraz çizgimle de alakalı bir şeyler yaptım. İnsanlar onların düşmelerinden, üzülmelerinden eğleniyorlarmış gibi bir his oluşuyor ya, bu durum bana ilginç geldi. Ben de bunun üzerine biraz abartıp daha ölümle oynayan işlere yoğunlaştım. Sirke gittiğinde insanları hayrete düşürme çabası vardır ya, o çabaya bir eleştiri gibi bir şey. Sergi de uç bir şekilde hayrete düşürüyor. Sirk hayrete düşürme sanatı gibi bir şey bence. ● Peki “Hayretler Sirki”nin sakinlerini nasıl tasarladınız? Hikaye anlatıcılığı yapıyorum yine, kalemimle bir hikaye anlatıyorum. Sergideki karakterlerin her birinin hikayesi var. İşlerin altında yazılı onların her birinin hikayesi zaten. Öyle çalışmayı daha çok seviyorum. Sadece akrobat demektense, onun bir hikayesini yaratıyorum. Bu akrobat nereli, niçin bu işi yapıyor, bu adam nasıl bir karakter, onu yazıyorum altına.
79
“Öyle bi rd anlatıyo ünya rk korkuyo i ru çizmeye m ” ● Çocu k çocuklar kitaplarına çizim ın hayal y dünyasın apmak, mu yoksa ı e tkiliyor sizin çizim bu dünya leriniz sa zenginle y esinde şiyor mu Ben kitab ? ı o k u y orum. Kit bir dünya apta öyle anlatıyor ki, korkuy çizmeye. orum onu Benim ka famd başkasının kafasında a canlananla, c olmayaca k. O yüzd anlanan aynı en ona bir katmaya şey çalı çizeyim k şıyorum. Öyle bir ş i, çocuk b enim çizg ey da net olm ime b asın. Orad an bir deta akıp yakalasın , o da onu n hayalin y olsun diy e destek e düşünü yoru genelde b ütün sahn m. Çizerler eyi istiyor. Be nce o doğ net görmelerini r u bir şey d Oradan b eğil ir detay g ö s termek he . çocuğun h m ayal gücü ne destek onu kısıtla olur, hem maz...
● Nasıl çizdiniz peki, dijital mi hepsi?
Geleneksel çalışmak güzel. O çok hoşuma gidiyor. Yayınevleri ve dergilerle çalışırken, geleneksel çalışmak çok zaman aldığı için pek tercih edilmiyor. Ama zaten ben dijital çalıştığımda da geleneksel etkiyi yakalamaya çalışıyorum. Bu sergimde her şeyi elle yaptım. Hiç dijital etki yok. Bu işler direkt kağıt üzerine yapıldı; boyayı seviyorum, onun kurumasını beklemek, bunlar güzel duygular. MS Milk Gallery Bitiş tarihi: 2 Mart 2013 (0212) 251 5797 Milliyet SANAT Şubat 2013
PLASTİK SANATLAR
647-milsanat-80-81
1/24/13
3:01 PM
Page 2
Evlerdeki kayıt dışı müzeler Yahya Bağcı, Art ON İstanbul’daki ilk solo sergisinde farklı sosyokültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik tavırlara sahip bireylerin evlerinde yer alan vitrinleri ele alıyor. AYŞEGÜL OĞUZ aysegulo@gmail.com
MODERNLİK müzede kurulur. Bireysel katkı evrensel bir biçimciliğe dönüşür, müzede yeniden anlam bulur. Ali Artun “Müze ve Modernlik” kitabında şöyle der: “ (...) Yurttaş müzede terbiye edilir; akıl ve tarih müzede sahnelenir; sanat ve sanat tarihi burada ‘icat’ olunur”. Bu alıntıyı yaptık çünkü Yahya Bağcı’nın 15 Şubat16 Mart tarihleri arasında Art ON İstanbul’da izlenebilecek olan yeni sergisi “Kayıt Dışı Müzeler - Bekârlarını Çırılçıplak Soymuş Gelin” adını verdiği sergisi bu kapıyı araladı. Yahya Bağcı, gerçeklik ile yanılsama arasındaki ilişkiyi resmediyor. Sanatçının ‘kayıt dışı müzeler’ olarak adlandırdığı işleri, farklı sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik tavırlara sahip bireylerin evlerinde yer alan vitrinleri ele alıyor. Yani, ‘kayıt dışı müze’ annemizin kristal çay takımı, ona da annesinden yadigâr porselenleri, envai çeşit züccaciyenin hatırlardaki anlamı, fotoğraflar... Her özel gün öncesi tozları alınan, kullanım dışı seyirlik nesnenin, dokunulmaz hatıralar zinciri Yahya Bağcı’nın resimlerinde yeniden anlam kazanıyor.
GERÇEKLİĞİN İDRAKI Tuval üzerine yağlıboya tekniğini kullandığı işleriyle Bağcı, her bir vitrinin bulunduğu evin, o ailenin geçmişini, kişisel belleğini, sahip olduklarını, anılarını yansıttığını ve belgelediğini söylüyor. Sanatçı önMilliyet SANAT Şubat 2013
Yahya Bağcı, her bir vitrinin bulunduğu evin, o ailenin geçmişini, kişisel belleğini, sahip olduklarını, anılarını yansıttığını ve belgelediğini söylüyor.
ceki serilerinin devamı niteliğini taşıyan ‘kadeh’lerle birlikte ‘misket’leri de bu sergisine misafir ediyor. Gerçeklik ile yanılsama arasındaki ilişkiyi resmeden Yahya Bağcı “‘Vitrin’i galeri mekanına taşırken yeni bir mekansal algı yarattım, ‘misket’ ve ‘kadeh’ re-
80
simlerim gerçeklik idrakıyla oynuyor,” diyor. Bağcı, daha önce yaptığı işlerinde cam kadehlere, misketlere ve gözlüklere yoğunlaşmıştı; onun arayışı camın şeffaflığı, rengi veya renksizliği, ışığı ve etraftaki nesnelerin
647-milsanat-80-81
1/24/13
3:01 PM
Page 3
kendi yüzeyinden yansıyışını resmetmek... Müthiş bir detaycılıkla tuvale taşıdığı bu yansımalar, aslında neyin gerçek neyin yanılsama, neyin realite neyin sanal olduğunu vurgular nitelikte. Sanatçının önceki dönem çalışmalarında üzerinde durduğu ‘cam’ ve ‘camın yüzeyinden yansıttığı görüntü, ışık ve renk bir adım daha ilerleyerek ‘vitrin’ler olarak karşımıza çıkıyor bu sergide. Vitrinlerde, onlarca cam, porselen, metal objelerin birbirleri üzerinden yarattıkları yansımalar; ışık kırılmalarını resmediyor. Bağcı’nın bir ressam olarak, renk, ışık, kompozisyon gibi detaylarla perfeksiyonist bir anlayışla uğraşmasının yanı sıra bu detaycı işçilik bu sefer sosyolojik bir alt metinle buluşuyor; her bir vitrinin, bulunduğu hanenin toplumsal konumunu tüm detaylarıyla izleyiciye aktarıyor.
Murat Tosyalı’nın Alex ve Volkan Demirel’i konu alan çalışmaları...
“Erkek olmanın hallerinden” Murat Tosyalı “Futbolu Seviyorum” başlıklı sergisiyle futbolun toplumsal cinsiyeti nasıl inşa ettiği sorusuna cevap arıyor.
Yahya Bağcı’nın ‘misket’ resimlerinden.
Art On Istanbul’daki ilk solo sergisini gerçekleştiren sanatçı, sergideki vitrin resimlerini, vitrinin mekandaki işlevine hizmet edecek şekilde galeriye yerleştiriyor; yani onları birer gerçek vitrinmiş gibi mekanda kullanırken, misket ve kadehleri mekana asılı tuvallermiş gibi bir algı yaratmayı amaçlıyor. Aslında, Bağcı bu anlamda bilindik müze kurgusuna da bir atıfta bulunmuş oluyor; klasik bir müze sergisinde vitrinde sergilenen objelere eşlik eden fotoğraflar, panolar ya da tabloları akla getiren bir sergi kurgusu oluşturuyor. Böylelikle bu vitrinlerin, bu tuvallerin müze envanterinin dışında kalışının, kayıt dışılığının da altını çiziyor. MS Art On İstanbul 15 Şubat - 16 Mart 2013 (0212) 259 15 43
MURAT TOSYALI’NIN ikinci sergisi “Futbolu Seviyorum”, 5-26 Şubat tarihleri arasında Mabeyn Galeri’de olacak. Güzellik ve çirkinlik kavramlarından uzakta, mücadelenin, toplumsal cinsiyet kodlarının erkekliğe tesirlerini mercek altına alan Murat Tosyalı’nın “Futbolu Seviyorum”la aradığı cevap, derinlerdeki bir sorunun uyarıcısı olabilecek mi? Sanatçıyla sergisini konuştuk... “Futbolu Seviyorum”un çıkış noktası nedir? Erkek olmanın hallerinden biri de futbol oynamak sanırım. Futbolu seviyorum çünkü erkek erkeğe olmanın, iktidar çekişmelerinin, dostane alışverişlerin, sert küfürleşmelerin ve fiziki temasın savaş alanı. Bu sınırlandırılmış tanımlı alanda, yani futbol sahasında bir ilişkiler yumağı örülüyor. Biz bu örgünün sadece 90 dakikayla sınırlı olduğunu düşünsek de, geri planda toplumsal cinsiyetten erkek erkeğe beraberlik durumuna, şike iddialarına, milyon dolarlık spekülasyonlara, siyasi çekişmelerden medya kavgalarına kadar birçok damardan beslenen bir sosyal olgu futbol. Futbol dünyasının çalkantıları sizin çalışma sürecinizi nasıl etkiledi? Futbol öyle dinamiklere sahip ki
81
sürekli bir akış var. Yıllık veya süreli anlaşmalar yapılsa da tıpkı hayat gibi her zaman ani değişiklikler yaşanıyor. Çalışma sürecimde futbola dair bu tür dinamikleri aklımın bir kenarında saklı tuttum; futbol dünyasında öyle figürler var ki zaman ve mekana meydan okuyor. Mesela Metin Kurt, Alex, Volkan Demirel bu dünyanın es geçilmeyecek figürleri. Bu serginizi diğer çalışmalarınızdan ayıran yan nedir? Şu ana kadar yaptığım işlerde bireysel ve politik bir dil hakimdi. Bir önceki sergim “Er Meydanı”nda da erkek olma hallerinin anatomisini çıkartmaya çalışıyordum. O sergideki pehlivanlar bu projenin yerel anlatısıydı aslında; bu sergiyle birlikte evrensel bir olguyu şahsi görme biçimleriyle sunacağım. Şu var tabii, futbolcular üzerinden ‘futbol’a odaklanırken, bu spor üzerinden toplumun cinsiyeti nasıl inşa ediliyor ona da bakmak mümkün. Sanırım futbol bunun biricik göstergesi... Ben de futbolu nasıl sevdiğime dair bir cevap veriyorum. Futbolla aranız nasıldır? Ne nefret ettim ne sıkı takip ettim futbolu. Ama benim de bir takımım var; Beşiktaşlıyım. Mabeyn Galeri / 5 - 26 Şubat 2013 / (0212) 261 60 60 Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:48 PM
Page 2
MİMARİ
647-milsanat-82-83
Beşiktaş İskelesi, 1913’te Ali Talat Bey tarafından tasarlandı.
Bugünkü işlevi ve adıyla Hotel Guimard’ı, Paris metro girişlerinin tasarımcısı Hector Guimard kendisi için yaptırmış.
Bu yapılar 100 yıldır var
2013 itibariyle 100 yaşına giren bazı önemli yapıları ele aldık; dünyanın farklı köşelerinden küçüklü büyüklü bu binaların yaşadıkları dönüşümlere göz attık. İREM MARO KIRIŞ irem.kiris@bahcesehir.edu.tr
GÜNÜMÜZDEN tam yüzyıl önce inşa edilmiş olan, yani 2013 itibariyle 100 yaşına gelmiş olan bazı yapıları konu alıyor bu yazı... Bundan 100 yıl önce dünyanın farklı köşelerinde çok sayıda büyüklü küçüklü binanın yapımı tamamlanmış ve sonra başka bir evreye geçilmiş; insanlar tarafından değerlendirilme, kullanım... Sürekli yaşanan bir durum aslında. Ama süreç içinde bu yapıların bazılarının yıkılıp yok olduğu, yandığı, yeniden yapıldığı, yeniden işlevlendirildiği, fiziksel değişiklikler geçirdiği, konum ve çevrelerinde, kullanıcılarında değişimler olduğu düşünüldüğünde, böyle bir kesite bakmak daha anlamlı geliyor. Birçoğunun varlığından bile haberdar olmadığımız bu kategorinin yapıları arasında bir de çokça bilinen ve kullanılanlar, temsil güçleriyle literatüre geçmiş olanlar var. Bir yandan dünyada toplumsal hareketlilik, savaş, ihtilal hazırlıkları yaşanırken diğer yandan mimaride pek çok Avrupa kentinde Art Nouveau’nun hüküm sürdüğü yıllar 1910’lar... Almanya’da Bauhaus öncesi Weimar Okulu etkili. Rusya’da konstrüktivist sanat ve mimari, hazırlıklarını yapıyor. Amerikan kentlerinde ise gökdelenler siluetlerde görünür olmaya aday. Milliyet SANAT Şubat 2013
Grand Central, dünyanın en büyük tren garı.
MİMARIN TERCİHLERİ Paris, Barselona, Budapeşte, Bükreş, Brüksel, Viyana’da 1913 yılında yapımı tamamlanan art nouveau akımı örnekleri var. Bunlardan biri bugünkü işlevi ve adıyla Hotel Guimard. Ünlü Paris metro girişlerinin tasarımcısı Hector Guimard aslında kendisi için yaptırmış bu yapıyı. İçinde yaşadığı yıllarda mimarın bürosu birinci katta, ikinci kat konut olarak kullanılıyor. Karısı ressam Adeline Oppenheim üçüncü kattaki beşgen formlu atölyesinde çalışıyor. Bu görkemli köşe bina, asimetri, yüzeysel ve çizgisel dalgalanmalar, dökme demir öğeler gibi akım özelliklerini ve mimarın tercihlerini taşıyor.
82
1912-1913 yılları, kısa ömürlü Çek kübizminin mimarlık alanında rafine örnekler verdiği zengin yıllar aynı zamanda. Prag’da Josef Cochol yapılarından Hodek Apartmanı, dar açılı ve eğimli arsada konumlanışıyla, geometrik cephe öğeleri ve saçak kornişiyle hem mütevazı hem de güçlü bir mimarlık sergiliyor. Le Corbusier, 1912’de henüz İsviçre’de; Lozan kenti yakınında anne ve babası için Maison Blanche’ı yapıyor. İlk tasarımlarından olan, pek bilinmeyen bu yapısının sonraki yıllarda şekillenecek ilkeleri ile pek ilgisi yok. Frank Lloyd Wright ise o sıralarda Ame-
647-milsanat-82-83
1/25/13
2:48 PM
Page 3
Bugün ‘Konak Pier’ olarak bilinen Fransız Gümrüğü’nün son ekleri 1913’te yapılır. İlk tasarımcısının Gustave Eiffel olduğu düşünülen gümrük binası, restore edilerek 2004’te bu kez alışveriş ve rekreasyon amaçlı kullanıma girer.
Konak Pier.
rikan ‘prairie’ (bozkır) evlerini tasarlıyor. Oak Park’taki Wright evlerinden Augusta Avenue no. 710, bugün artık 100 yaşında. 1913 tarihli ya da bugün 100 yaşında olan, aynı coğrafyadaki bir diğer yapı da Woolworth Binası; New York’un ve Amerika’nın en eski gökdelenlerinden biri. Mimarı Cas Gilbert tarafından ‘Broadway’deki yeni holding genel merkezi’ ve ‘dünyanın en yüksek yapısı’ olmak üzere tasarlanmış. 1930’da Chrysler Binası’nın yapımına kadar da ‘dünyanın en yükseği’ unvanını korumuş. 240 m.’lik kulenin tuğla kaplı cephelerinde yükseklik etkisini arttırdığı ve onu kentin diğer gökdelenleriyle ilişkilendirdiği düşünülen gotik öğeler kullanılmış. Bu bakımlı neo-gotik yüksek yapıya New York görüntülerinde sık sık rastlarız. ‘World Trade Center Kuleleri’nin eski fotoğraflarında çoğunlukla kadrajdadır. 11 Eylül 2001 trajedisinden de bir ölçüde payını almış olup, zarar görmüş ve yenilenmiş kısımları vardır! New York’un başka bir simge yapısı, çok sayıda filme ve edebiyat metnine konu olmuş, ününü ve çekiciliğini arttırarak sürdüren Grand Central Terminali de bir asırlık olmuş durumda... Beaux-arts özellikleri yansıtan cephesiyle, Manhattan 42. Street ve Park Avenue arasında konumlanan Grand Central, dünyanın en büyük tren garı binası olmakla kalmıyor, kentin hem önemli bir nirengi noktasını hem de en büyük kamusal alanlarından birini oluşturuyor. Uzun yolculukların başlayıp bittiği büyük bir gar olarak işlevi sona erdikten sonra, New York metro terminaline dönüştürülen yapı, önemini daha da arttıracak olan Doğu Yakası ve Long Island ulaşım ağını da kapsama hazırlıkları içinde. 1910’lu yıllar bizim coğrafyamızda, mimaride ulusal üslubun etkin olmaya başladığı bir döneme rastlıyor. Özellikle kamu yapılarında ulusalcı mimari kalıp ve motiflerin egemen olduğunu görüyoruz. Bu bağlamı yansıtan 100 yıllık İstanbul yapıları
arasında Ali Talat Bey’in Beşiktaş, Üsküdar ve Kuzguncuk Vapur İskeleleri, Kemalettin Bey tasarımı Kamer Hatun ve Bebek Camileri ile Medreset-ül Kuzat ve Vedat Bey’in Liman Han’ı özellikle sayılmalı. Nişantaşı Valikonağı’ndaki Vedat Tek Evi de yine 1913 yılına tarihleniyor.
ULUSAL ÜSLUP ÖZELLİKLERİ 19. YY. ortalarından başlayarak İstanbul’da deniz ulaşımının artması, önce küçük ahşap iskeleleri, 1910’ların başlarında da merkezi konumlarda, ulusal mimarlık üslubunda, daha büyük ve kagir iskele yapılarının, günün önemli mimarları tarafından tasarlanmasını gündeme getirir. Ali Talat Bey 1913’te Beşiktaş, Üsküdar ve Kuzguncuk iskelelerini, Vedat Bey de iki yıl sonra Haydarpaşa, Kadıköy ve Moda iskelelerini tasarlayacaktır. Beşiktaş İskelesi, köşe kuleleri, kemerli açıklıkları, pencere çevrelerinde ve saçak altında çini panolarıyla, küçük kıyı yapılarında dahi, üslubun biçim öğelerinin özenle kullanıldığına örnektir. Daha sonra yeni eklerle büyütülür, değişiklikler ve onarımlar görür. Kamer Hatun 1912’de ve Bebek 1913’te yapımı tamamlanan Mimar Kemalettin tasarımı iki cami... Bebek Cami, kütlesi, tek kubbeli kare formlu ibadet mekanı ve tek minaresi ile hoş, uyumlu bir küçük kıyı camisidir. Yanıbaşındaki bir selvi ağacı, minare ile yarışır durur. Beyoğlu’ndaki 1870 yangını sonrası yenileme çalışmaları sırasında inşa edilen birkaç camiden biri olan Kamer Hatun, minare yüksekliklerinin sınırlandığı yapı ve yangın yönetmelikleri uyarınca tasarlanmış, çevresi yoğun bir doku ile sarılmıştır. Ardındaki geçit ve küçük avluyu gizleyen bezemeli sokak cephesi, ulusal üslup özellikleri taşır. Bu küçük camilerin, dönemin ulusçu duyarlıkların önde olduğu siyasi, toplumsal yapısında dinin önemindeki azalmanın bir göstergesi olduğu düşünülür. Diğer yandan anıtsal, ulusal bir mimarlık yaratma arzu-
83
sundaki bir mimarın cami konusunu mütevazı ve çevreye duyarlı bir yaklaşımla ele alması da etkili olmalıdır. Aynı tarihli bir başka Kemalettin Bey yapısı da, İbrahim Paşa Külliyesi’ne ait yıkık hamamın yerine yapılan, kemerli pencereleri, geniş saçaklı kırma çatısıyla yalın görünümlü Medreset-ül Kuzat’tır. Cumhuriyet sonrasında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatıldığında bina, İstanbul Üniversitesi Merkez Kitaplığı’na dönüştürülür. Edirne Karaağaç’ta Kemalettin Bey’in yine aynı yıllarda gar binası olarak tasarlamış olduğu, önce savaş nedeniyle, sonra 1923’e kadar sınır dışı kaldığından bir türlü hizmete giremeyen büyük, anıtsal bina, ekleri ve arazisi ile bugün Trakya Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Aslında 100 yaşını aşkın bir İzmir yapısı olan, bugün ‘Konak Pier’ olarak bilinen Fransız Gümrüğü’nün son ekleri 1913’te yapılır. Yapı kompleksi 1880’den başlayarak yıllar içinde gelişmiştir. İlk tasarımcısının Gustave Eiffel olduğu düşünülen gümrük binası, yıllar sonra restore edilerek 2004’te bu kez alışveriş ve rekreasyon amaçlı kullanıma girer. Birbirlerine benzer, benzemez hikayeleri olan dönem yapıları gerçekten de pek çok. Son olarak 1912 tarihli bir ‘Pera’ yapısı olan Saint Antoine Apartmanı’nı anmış olalım. Kent içinde hem göz önünde, hem gözden ırak, biraz gizli kalmış yapılar vardır. Saint Antoine Apartmanı böyle bir yapı. Cadde cephesinde, iki blok ve onları bağlayan iki katlı geçit tüm görkemleriyle sergileniyor olsa da, ilgisini mağaza dizisine ve kilise girişine veren yayalar için bu apartmanlar görünmez gibidir. Yüzyıl dönümünde İstanbul’da yaşayan İtalyan nüfusun artmasıyla daha büyük bir kiliseye gerek duyulur ve ona gelir getirecek kira konutlarının yapımı gündeme gelir. Mongeri ve Nari tasarımı apartmanlar böyle yapılır. Kilise ile aynı avluyu paylaşan iki yapı, dönem üsluplarının dışında seyreden, İtalyan ‘palazzo’larını andıran bir neo-gotik yorum yansıtırlar. Yüz yaşındaki yapıları konu alan bu yazıyı tamamlarken, ne üzücü ki Ortaköy Beşiktaş arasındaki Feriye Sarayları’ndan İbrahim Tevfik Efendi Sahil Sarayı, 1994’ten bu yana Galatasaray Üniversitesi tarafından kullanılmakta olan 142 yıllık ahşap bina büyük bir yangın geçirdi ve önemli ölçüde zarar gördü. Önlemsizlik, duyarsızlık, ilgisizlik, bilgisizlik yalnız görülüp duyulmuyor, ateş olup yakıyor. Bir kez daha geçmiş olsun! MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-84-85
1/24/13
4:20 PM
Page 2
ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU
ofserifoglu@gmail.com
Araştırmalara göre Uygur Türkleri’nin Çin’e yerleşmesiyle başlayan cilt sanatı, terim anlamıyla bir eserin sayfalarını bozulmadan bir arada tutabilmek için yapılan kapağa verilen isim. Osmanlı ciltçiliği, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında en olgun çağına ulaştı.
Güzel kitapların zarif kıyafeti ‘CİLT SANATI’ terim anlamıyla, bir eserin sayfalarını bozulmadan bir arada tutabilmek için yapılan süslü ve koruyucu, sert ya da yumuşak kapağa verilen isimdir. Arapça kökenli bir kelime olan cilt, ciltçiliğin ana malzemesi olan deri anlamına gelir. Cilt sanatının ustalarına ise mücellid ve mücellide denilir. Klasik cilt sanatı, gelenekli el sanatlarımızdan hat, hak, katı, ebru, tezhip, nakış, murakka ve deri traşlama sanatlarının bir ürünü olarak değerlendirilmedir. Araştırmalara göre, tarihte yazılı eserlerin cilt haline getirilmesi Uygur Türkleri’nin Çin’e yerleşmesiyle başlar. Orta Asya’da ciltçilikte deri kullandığı ve deri üzerine madeni kalıplarla süsler bastırıldığına dair buluntulara ulaşılmıştır. Tarihi gelişimi içinde cilt sanatı Hatayi, Herat, Arap, Rumi, Magribi, Türk, Lake gibi üsluplara ayrılmış; Arap, Memluk, Rumi, Magribi üslupları 7-12. YY. arasında; Hatayi ve Herat üslubu ciltler ise 18. YY. sonuna kadar gelişmeye devam etmiştir. ‘Şükufe’ de denen bir çeşit lake üslubu ciltler klasik devrin sonunu oluşturur. Barok etkisiyle ‘lake’ devri 19. YY.’dan sonra modern batı ciltlerinin öne çıkmasına, dolayısıyla 20. YY.’ın başlarına kadar devam eder. Anadolu Selçukluları’nda görülen ciltlerin tıpkı Osmanlı ciltleri gibi ‘ön ve arka kapak, sertab ve miklep’ten oluştuğunu biliyoruz. İç kapaklarda da kullanılan süslemelerde; ağırlıklı olarak rumi, bitkisel ve geometrik motif zenginliği görülür. Anadolu Selçuklu ciltleri Osmanlı cildine geçiş devrini oluşturur. Orta Asya’ya mahsus olan ciltçilik sanatı Türklerin İslamiyet’e girmelerinden sonra büyük gelişme gösterir.
FATİH’İN NAKIŞHANESİ Osmanlı saray ciltlerinde mukavva üzerine deri, bazen kumaş kaplı olarak yapılan
Milliyet SANAT Şubat 2013
Büyük emek ve özveri isteyen klasik cilt sanatını günümüzde de devam ettiren Gürcan Mavili’nin bir çalışması (üstte).
kapaklar; oyma, kabartma ve renkli tezyinatlarla süslenmekteydi. Genellikle sahtiyan (keçi derisi) kullanılırdı. Kırmızı, vişne çürüğü, lacivert, mor, nefti, tahini ve siyah renkler tercih edilir; kitaplar genellikle değerlerine göre ciltlenirdi. Bugün Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde korunan saray ciltleri hem devrinin zenginliğini, kalitesini, hem de ait olduğu yüzyılın desenlen ve motifini yansıtan belgelerdir. Klasik Osmanlı ciltleri süsleme tarzlarına göre isimlendirilir. Kapak süslemelerinde sıklıkla hatayi ve rumi motifli kalıplar kullanılmıştır. Kalıplarla deri üzerine baskı yapılarak elde edilen ciltler; soğuk baskı, alttan ayırma, üstten ayırma, mülemma, mülevven gibi kabartma motiflerin altınla boyanma şekillerine göre de birbirlerinden farklı isimler alır. 15. YY.’da Fatih döneminde genellikle iç
84
kapaklarda rastlanan bir üslup daha vardır ki; ayrı bir yerde deri üzerine çizilen desen, ısıtılan (yekşah) demir yardımıyla yakılarak meydana çıkarılmaktaydı. Bu parça daha sonra farklı zemin rengindeki kısımlara yapıştırılırdı. Bu örneklere de ‘müşebbek’ denir. Fatih devri ciltleri klasik Osmanlı ciltlerinin ilk örnekleridir. 16. YY. klasik dönemin devamıdır. Bu dönemin hakim üslubu Hatayi ve Herat olmuştur. 15-16. YY.’lardaki klasik Osmanlı ciltçiliği, Türk ve İslam cilt sanatının en büyük temsilcisi oldu, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında en olgun çağına ulaştı. Fatih Sultan Mehmet yazdırdığı kitaplar için bir kütüphane ve nakışhane kurdu. İlk ciltçilik teşkilatı da 15. YY.’ın sonuna tarihlenir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde kitap sanatları ile uğraşan sarayda
647-milsanat-84-85
1/24/13
4:20 PM
Page 3
mesiyle oluşan ciltlere de ‘lake’ adı verilir. 19. YY.’a gelindiğinde genelde eski motiflerin yinelenmekte olduğunu, fakat kapak tasarımlarında çoğunlukla Alman ve Fransız ciltlerinin etkisinde kalındığı görülür. Osmanlı cilt sanatının bu son döneminde büyük pres ve modern aletler ile yapılan ciltlerde deri aplike, deri rölyef, lake, yarım deri-cilt bezi, yarım deri-ebrulu veya batikli, suni deri gibi materyaller kullanılır.
İMZA ATMIYORLAR
Prof. Seçen, 3 bine yakın eski kitabın cilt restorasyonunu gerçekleştirdi.
Günümüzde cilt sanatını gelecek kuşaklara yılmadan bıkmadan aktarmaya çalışan Prof. İslam Seçen, klasik dönemde yapılmış tekniklerden hemen hemen hepsini yeniden denedi, canlandırdı ve öğrencilerine aktardı. 50, dışarıda ise 300 ustadan, Bayezid Camii çevresinde ise bu işle uğraşanlara ait 100 kadar dükkânın bulunduğundan bahseder. 17. YY.’da cilt kapaklarındaki kompozisyonlarda klasik motiflerin yanı sıra yeni arayışlar görülür. 18. YY.’da ise sanatta görülen canlanma ciltçiliğe de yansır. 18. YY.’da sonra Osmanlı cilt sanatında dış kapakta ebru ya da kumaş kullanılarak yapılmış ‘ciharguşe’ ciltlere de rastlanır. Diyagonal geometrik çizgilerin kesişip, bahar yapraklarını andıran desenlerin art arda dizilmesiyle yapılan ciltlere de ‘zilbahar’ denir. Yine bu son dönemde rastlanan; cilt kapaklarında bitkisel motiflerin fırça ile işlendiği, üzeri birkaç kat cilalanarak çok parlak ve sert yüzey elde edil-
Osmanlı sarayında kitap ciltleyen sanatkarlara ‘mücellid/mücellide’ dendiğini söylemiştik. Bugün yapılan araştırmalarla o günkü cilt ustalarının isimlerini tespit etmek pek mümkün olamıyor. Bunun en büyük sebeplerinden biri mücellitlerin imza atmaması. Sancaktar, Razgradlızade Kâhya Emin, Saka İsmail, Karamanlı Hasan, Yesarizade, Hımhım Arif, Şişman Aziz, Solak Sinan, Kasımpaşalı Hafız gibi mücellitler isimleri günümüze kadar ulaşabilmiş az sayıdaki bilinen ustalardır. Sanayileşme-makineleşmeyle birlikte klasik cilt sanatı durma noktasına geldi, 20. YY.’da ise Bahaettin Tokatlıoğlu, Necmettin Okyay (1883-1976), Sami Okyay (19111933), Sacid Okyay (1914-1999), Emin Barın (1913-1987) gibi sanatçılar cilt sanatını yeni bir çağa taşıdı. Cumhuriyet döneminde cilt kapakları gömme, şemse ve köşebentlerle bezeme yapıldı. Yeni bir tasarım oluşmazken eski klasik eserlere bağlı kalınarak yeni eserler yapılmaya başlandı. Günümüzde bu sanatı gelecek kuşaklara yılmadan bıkmadan aktarmaya çalışan Prof. İslam Seçen, klasik dönemde yapılmış tekniklerden hemen hemen hepsini yeniden denedi, canlandırdı ve öğrencilerine aktardı. 1936’da Kosova Priştine’de doğan Seçen, Priştine Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi iken ailesinin göç kararı ile 1954’te İstanbul’a geldi. 1957’de İstanbul Güzel sanatlar Akademisi’ne ikinci sınıftan başladı. Burada Prof. Sacit Okyay’dan klasik cilt, Prof. Emin Barın’dan modern cilt ve kaligrafi dersleri aldı. 1961’de Süleymaniye Kütüphanesi’nin cilt atölyesinde çalışmaya başladı ve 1988’de emekli oluncaya kadar devam etti. 1969’da başlayan ve aralıklarla devam eden Portekiz’de Gülbenkian Müzesi’ndeki çalışmaları ise 1990’lara kadar sürdü. 1977’den itibaren Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel Türk El Sanatları bölümünde klasik cilt dersleri verdi. Meslek hayatında sayısı kitabı eline alıp inceleyen İslam Seçen, bugüne kadar kendi tasarımı olan yüzlerce yeni cilt dışın-
85
Cilt sanatıyla ilgili terimler ● Katıa:15-16. YY.’larda kullanılan oyma sanatı. Ciltlerde özellikle iç kapaklarda çok kullanılır. ● Köşebend:Cilt kapağının dört köşesine işlenen süslemelerdir. ● Vessale:Onarımda birleştirme, aynı cins kağıt veya deri ile ekleme tekniği. ● Akkase:Sayfa kenarlarını ayrı, ortasını ayrı renklerle renklendirme tekniği. ● Bordür:Klasik ciltlerde kapağın dış kenarını çevreleyen bölüm. Yerine göre ‘pervaz, ulama, kenar suyu’ gibi isimler alır. ● Cender:Ciltlenecek kitap dikildikten sonra, mengene olarak kullanılan alet. ● Cilbend:Yazma kitapların ciltlerini korumak için kullanılan kutu. ● Deffe: Kitap cildinin iki kapağından her birine verilen isim. ● Istampa cilt:Üzerine modelin hakkedildiği bir metal ıstampa kızdırıldıktan sonra, derinin üzerine basılarak elde edilen süsleme. ● Kürrase:Yazma kitapların sekiz sayfadan oluşan forması. ● Rugani: Ciltlerde yapılan nakış ve resimlerin parlak görünmesi için sürülen vernik cinsi. ● Sadberk: Cilt kapaklarının ortasına süs yerinde yapılan şemsenin üst tarafındaki şekiller. ● Şiraze: Klasik ciltte kitabın yapraklarının düzgün durmasını sağlayan bağ ve örgü. ● Yazılı cilt: İç kapağında, mıklep içi bordürlerde ayet ve beyitler yazılı olan cilt.
da, 3 bine yakın eski kitabın cilt restorasyonunu gerçekleştirdi. Büyük emek ve özveri isteyen klasik cilt sanatını, çoğu Prof. İslam Seçen’in öğrencisi olan M. Ali Kundurcıoğlu, Habib İşmen, Gürcan Mavili, Serra Güney Özkan, Rafet Güngör, Betül Oral, Mustafa Ada, Melike Kazaz gibi sanatçılar devam ettiriyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk El Sanatları ve Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel El Sanatları bölümü bünyesinde cilt konusunda akademik eğitim veriliyor. Ayrıca İstanbul ve Konya’da da birkaç özel atölyede klasik cilt sanatının eğitim ve uygulaması yaşatılmaya çalışılıyor. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-86-87
1/24/13
4:21 PM
Page 2
ANADOLU’DA SANAT ASLI E. PERKER
asliperker@yahoo.com
Güne okuyarak başlayan kamu kurumları, sağlık görevlilerinin rol aldığı tiyatro oyunları, Apollon Tapınağı’nda şiir dinletileri... Aydın, ismiyle müsemma bir kent olmak için elinden geleni yapıyor.
‘Aydın’ bir kent
Aydın, kendini hem yurt içinde çeşitli şehirlere hem de dünyaya tanıtmaya çalışan bir il.
BİR ZAMANDIR Anadolu’da sanat takibi sayfalarını yapıyorum. Kendi isteğimle ve severek. Fakat bunun o kadar da kolay bir iş olmadığını müsadenizle söylemek isterim. Kimi illere gidiyorum, kimine gitmeden, telefonda saatler geçirerek, karşılıklı emailleşerek bu haberleri toparlamaya çalışıyorum. Ne olursa olsun halktan birilerini bulup bana söylenenlerin ne kadarının gerçeği yansıttığını, halkın ilgisinin derecesini anlamaya çalışıyorum. Şimdiye kadar yaptıklarım arasında çok kolay bilgi edinebildiğim de oldu, çok zorlandığım da. Hani neredeyse kimisinin yakasına yapışacağım, Allah aşkına neler yapıyorsunuz söyleyin diye. Tabii konuşulacak, bilgi alınacak kaynaklar da bir tane değil. Bu işin belediyesi var, valiliği var, özel sektörü var, her ilde idealist sanat evleri var. Bürokrasi var. Sanatta bürokrasi mi olur? Türkiye’de var. Bazı şeyler izin alınmadan yazılmıyor, vesaire vesaire. Milliyet SANAT Şubat 2013
Bu ay Aydın’ı ele almaya karar verdiğimde ne kadar zorlanacağımı bilmiyordum. Gayet iyi bildiğim bir il, hatta ilçelerine de bir hayli hakimim. Üstelik şehrin ismiyle müsemma bir halkı olduğunu düşünüyorum. Gelin görün ki kültür sanat hizmetlerinde önemli bir damar teşkil eden belediyeye ulaşın ulaşabilirseniz. Kaç kere aradım, not bıraktım, geri dönüş olmadı.
ENSEYİ KARARTMAYALIM Fakat tabii enseyi karartmayalım, bu demek değil ki Aydın’da sanata, kültüre dair güzel işler olmuyor. Her şeyden önce halk istekli, hevesli. Tıklım tıklım dolmayan bir tek tiyatro oyunu yok. 500 kapasiteli Şükran Güngör Tiyatro Salonu belki de Türkiye’de en çok hürmet görenlerdendir. Aynı şekilde sinemalarda da yer bulmak mümkün değil. Çeşitli illerden gelen şehir tiyatrolarının yanı sıra özel kumpanyalar da ge-
86
niş izleyici kitlesi buluyor. Bunun yanı sıra zaman zaman çeşitli kurumların sahneye koyduğu oyunlar da var. Örneğin bunlardan biri Aydın Halk Sağlığı Müdürlüğü. Obezite ile mücadele kapsamında çocuklara yönelik bir oyun sahnelemişler, çok beğenilmiş. Benim ilgimi çeken ise oyunda sağlık çalışanlarının yer alması oldu. Valilik de bir hayli aktif. Tiyatrolar, dans gösterileri, konserlerin ardı arkası kesilmiyor. 2012 yılı içerisinde bütün bu saydığım dallarda Aydın Kültür Merkezi’nde toplam 206 etkinlik yapılmış. Açılan on sergiyi yaklaşık üç bin kişi gezmiş. Gördüğünüz gibi Aydınlılar rakamlarla konuşuyor. Valiliğin başlattığı ‘Aydın Okur, Aydın Yazar’ projesi de gayet umut verici. Kamu kurumlarında ve okullarda başlatılan ‘Güne Okuyarak Başlıyorum’ projesi aydın sayısını artırmaya yönelik. Hızlı okuma kursları da açılmış. Tabii ben bunun hepsinden daha çok ilgi çe-
647-milsanat-86-87
1/24/13
4:21 PM
Page 3
keceğine eminim. Ne de olsa biraz telaşlı bir milletiz. Aydın ayrıca kendini hem yurt içinde çeşitli şehirlere hem de dünyaya tanıtmaya çalışan bir il. Valilik şimdiye kadar Almanya’da, Rusya’da, Hollanda’da fuarlara katılmış. Tabii bu kentin bir özelliği var, o da civarında dünyanın her yerinden insanın gezmeye geldiği bazı sahil beldelerinin olması ve tarihi eserlerin neredeyse yol üzerinde insanın karşısına çıkacak kadar fazla olduğu ilçelerin bulunması. Söke bunlardan biri. Ve Söke’nin sanatı yakın takibe almış bir belediye başkan yardımcısı var. Hatta Milliyet Sanat okuru olduğunu da bana aylar önce göndermiş olduğu e-mailden biliyorum. Söke’de yıl boyunca birbirine çok yakın tarihlerde pek çok etkinlik yapılıyor. Fotoğraf, resim, plastik sanat sergileri, şiir dinletileri. (Bu arada değinmek istiyorum; şiir dinletileri tüm Anadolu şehirlerinde yoğun olarak karşıma çıkıyor. Bana öyle geliyor ki yayıncılık anlamında can çekişmekte olan bu edebiyat türüne Anadolu sahip çıkıyor, bir gelenek olarak yaşatmaya devam ediyor.) Şehir tiyatrosu kuvvetli, seyircisi sadık. Benim
Yaz sinemalarına da tiyatrolar gibi ilgi büyük...
Söke’de yıl boyunca birbirine çok yakın tarihlerde pek çok etkinlik yapılıyor: Fotoğraf, resim, plastik sanat sergileri, şiir dinletileri... Şehir tiyatrosu kuvvetli, seyircisi sadık. Yaz sinemaları da Söke’de aktif. Çeşitli parklarda, farklı filmler gösteriliyor. her daim özlemini çektiğim ve sürdürülmesini temenni ettiğim yaz sinemaları Söke’de aktif. Çeşitli parklarda, farklı filmler gösteriliyor. Dokuz yıldır sürmekte olan ve her ekim ayının üçüncü haftası düzenlenen sanat, edebiyat ve kitap günleri şenlikli. Didim Apollon Tapınağı’nda şiir dinletisi fena mı olur? Ya da yazarların el yazması eserlerinin sergisini görmek? Ayrıca Türkiye’nin pek çok yerinden satranç oyuncusu da her yıl Söke’deki ulusal satranç turnuvasında buluşuyor.
İDİL BİRET’İN ZİYARETİ
Türkiye’nin pek çok yerinden satranç oyuncusu da her yıl Söke’deki ulusal satranç turnuvasında buluşuyor (altta).
Türkiye’nin sekiz cittaslow, yani sakin yaşam beldesinden biri olan Yenipazar da Aydın il sınırları içerisinde. Yenipazar hayatı yavaştan alabiliyor olabilir ama müzecilik konusunda attıkları adımlar öncü olmalarını sağlayabilecek kadar hızlı. Belediyenin eski hizmet binası kent müzesine dönüştürülmüş. Belde sakinlerinden ilçe kültürünü yansıtabilecek her türlü tarihi değerin/eserin ortaya çıkartılması ve müzeye vermesi istenmiş. O evlerin bodrumlarından çıkanlar arasında eskiden kullanılan alet edavatlar, kitaplar, dokümanlar, giysiler, müzik ve ziraat aletleri var. Kuşadası... Benim çok iyi bildiğim bir yer. Yıllar içerisinde nasıl da betonlaştırıldığını, doğadan nasıl kopartıldığını gördük. Bunun sanatla ne alakası var demeyin. Kuşadası zamanında sanatçıya ilham olurdu, şimdi ise insanda kaçma isteği uyandırıyor.
87
Buna rağmen bazı çabaları yok değil. Kadın temalı filmlerin gösterildiği bir takım sinema günleri ilgi çekici olabilir. Adnan Menderes Üniversitesi ise şüphesiz Aydın kentinin ana damarlarından biri. Öğrenciler burunlarını dersten kaldırabildikleri zamanlarda muhakkak birkaç aktiviteyi araya sıkıştırıyor. Bana hepsinden daha aktifi tıp fakültesi gibi geldi. Kültür ve sanat topluluğunun düzenlediği film günlerinde daha ziyade kült filmler tartışılıyor. Klasik müzikte mühim bir yeri olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, İdil Biret ile birlikte üniversiteyi ziyarete geldiğinde ise izdiham yaşanmış, konser salonu 2 bin kişilik bir akının karşısında yetersiz kalmış. Demek ki şehrin daha sık ziyaret edilmesi gerekiyor ki senede bir gün sendromu yaşanmasın. Bu konserin de içinde yer aldığı ‘kampüste senfonik akşamlar’ ümit verici bir başlık. Herhalde devamı gelecek. Aydın Ticaret Odası’nın hazırlayıp bastığı “Geçmişten Günümüze İncir” kitabı da çok ilgi çekici. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora öğrencisi Hilmi Anaç tarafından hazırlanan 222 sayfalık kitapta incirin öyküsü anlatılıyor. Okumadım, dili hakkında yorumda bulunamıyorum, fakat güzel olduğunu duydum. Siparişini verdim. Siz de verebilirsiniz. Aydın Ticaret Odası’nı aramanız, sormanız yeterli. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:49 PM
Page 2
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-88-89
Oyuncunun bir
‘ayaklı endişe’ olarak portresi Gonca Vuslateri tiyatro performanslarıyla tanışıp, TV dizileriyle kaynaştığımız bir isim. Hayata karşı iştahını gizlemeyen genç oyuncu, bu ay Craft Tiyatro’nun “Kabin” adlı oyununda rol alacak. 60’ında ise hayalindeki gibi bir kabarede. Arasında neler yapacağını ise hep birlikte izleyeceğiz. BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr
Müjdat Gezen Sanat Merkezi mezunu Vuslateri, DOT’tan sonra şimdi de Craft’ta sahnede olacak.
FOTOĞRAF: SELİN ARUTAN Milliyet SANAT Şubat 2013
88
HAYATI itiraz edemeyeceğiniz bir iştahla yaşayan insanlar vardır. Her anını, sulu bir elmayı katır kutur yermiş gibi yaşayan insanlar. Gonca Vuslateri ile yeni oyunu “Kabin”i ondan dinlemek üzere görüşmeye giderken, hakkında yazılanlar sebebiyle bu tür bir ‘ön izlenim’ oluşmuştu kafamda. Sonra buluştuk, “Kabin”i yaratan ekibin, Craft Tiyatro’nun mekanında. O çok ve seri konuştu, ben belki de hiçbir söyleşimde olmadığı kadar çok sustum, dinledim. Ayrılırken ‘tahminimin’ fena olmadığına ikna olmuştum. Hafızamda DOT’un “Punk Rock”ı ve İnan Temelkuran’ın “Bornova Bornova”sındaki performanslarıyla yer etmiş, TV dizisi “Yalan Dünya”ya ‘Eylem’ olarak taptaze bir kan getirmiş bu genç oyuncu için başka tanımlamalarım da var artık: Çok zeki, tezcanlı ve durmadan öğrenmenin peşinde. Kemal Hamamcıoğlu’nun asker dönüşü tamamladığı teksti okuyup da dahil olduğu “Kabin”de bizi türlü düşüncelerle başbaşa bırakacak. Rol arkadaşı Bora Ak-
647-milsanat-88-89
1/25/13
2:49 PM
Page 3
kaş. Yönetim, Çağ Çalışkur’da “Punk Rock”ın da yönetmeni olan Rıza Kocaoğlu süpervizör. Sürprizleri açık etmeden, Vuslateri’nin anlattığı kadarıyla girelim “Kabin”e: “Askerden yeni gelmiş bir çocukla, çok âşık olduğu birinin düğününe gitmiş kızın kabindeki buluşması... Erkek toy, kız da genç ama çok görmüş geçirmişliğin verdiği, kontrol edilemez bir tufanın içinde... Çocuğun sakinliği, askerde her ne yaşadıysa hissettiği şeyle kızın hayata saldıran hali bir araya geliyor. Ve değişik diyaloglar çıkıyor.” Günümüzde ve Türkiye’de geçen bir öykü bu. O seks kabininde bir şekilde buluşacak kadınla erkek ve bir dolu şeyden bahsedecekler: “Hayvan hakları, cinsel taciz, kalp kırıklıkları, sevdiğimizin evlenmeleri, toplumsal görüşlerden dolayı birbirinden ayrılan insanlar, parkların yıkılıp bina olması, ormanların yakılması gibi bir sürü şey konuşurken, birbirlerine anlatmak istemedikleri o şey, değişik bir halle ortaya çıkıyor.”
“DOT BENİM EVİM” DOT sahnesinde görmeye alışık olduğumuz ama ‘şöhretle’ tam manasıyla “Yalan Dünya”ya dahil oluşuyla tanışmış bir isim, kendisi. Önce DOT kısmını netleştirelim. 2007’de mezun olduğu Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden sonra, denediği hemen her tiyatro seçmesinde kendini gösterebilmiş zaten. (O dönemki dert; dizi başvurularının, ‘dişlerinin ayrık olması’ nedeniyle çeşitli kereler reddedilmesi) Astsubay babanın emekliliğinin ardından İncirlik’ten Bursa’ya taşınmış; kızlarını o oyun senin bu müzikal benim gezdiren bir annenin küçük kızı. Çocukken sahnede Tülay Günal’ı izleyip hayran kaldıktan sonra kendine çizdiği yolun ‘tiyatro’ faslı için, pürüzsüze yakın diyebiliriz... DOT’la tanışma vesilesi ise sonradan rafa kalkan (ve bu sezon sahnelenen) “Sarı Ay”ın ilk seçmeleri. ‘Leila’ karakteri için seçiliyor, lakin ‘kısmet’, “Vur Yağmala Yeniden” serisindeki iki oyuna oluyor... Vuslateri, DOT’u ve Özlem Daltaban’ı kendisini ‘şekillendiren’ isimler olarak anıyor. DOT ayrıca hep kabul göreceğini bildiği bir ev: “Bu yıl Craft’tayım ama DOT’ta doğdum. Beş sene oradaydım. DOT’la Craft’ın inandıkları meseleler ortak. Hiç öyle ayrılık olmadı aramızda. ‘Bir tekst okudum ve içinde var olmak istiyorum’ dedim ve benimle birlikte gülümsediler. Orası benim evim; kaçtığım ya da yenildiğimde döndüğüm bir ev değil. Benim var olduğum ev.”
Kendini türlü benzetmeyle, ironik sözcüklerle, içinizi burkacak küçük anılarla önünüze seren bir insan. Henüz çok genç olup da (26’sında) “Ama çok hızlı kırışıyorum!” paniğini, küçük bir kahkahayla açık eden bir komik kadın. Sürekli yetişmeye çalıştığı dünya dolusu şey var; bonus olarak da “Ya yetişemezsem!” paniği. Bir ara dediği gibi bir nevi ‘ayaklı endişe.’ Yakın zamanda ukulele, gitar ve mızıka almış misal; “Panik var, devamlı öğrenmek istiyorum,” diyor. “Ölmeden iki şarkıyı çok iyi çalmayı öğrenebilsem... Uyurken bile ‘Allah affetsin uyuyoruz ama...’ modundayım...” diye iki cümle sıkışıyor araya. İnsanın “Hele bir otur, soluklan” diyesi geliyor. Gülse Birsel tam da bunu demiş işte, onu ‘Eylem’le tanıştırarak. “Yalan Dünya”da Orçun’un ‘arıza’ sevgilisi Eylem susuyor çünkü mütemadiyen. Duru-
mısın, madem çiçeksin’ dedi. Sadece gülümsedim... Bir sürü metotlar öğreniyoruz ve bazen yaptığım şey yeterli gelmediğinde ya da ‘Çok abartıyorum’ dediğimde hep bunu hatırlıyorum.” Şimdi Eylem’le birlikte sokakta, kafede, takside falan hemen tanınan bir yüz. ‘Meşhur olmak’ şöyle şeyler demekmiş onun için: “Çok sevdiğim bir söz var: ‘Ancak bir kez ünlü olursunuz, sonra olsa olsa rezil olursunuz.’ Ünlü olmak benim için rezil olmanın iyi tarafı. Ben şimdi ünlü oldum, kıstası ne? ‘Küçük Sırlar’da oynadıktan sonra Twitter’da 70 bin takipçim vardı. Bir anda kapattım Twitter’ı, dört ay sonra açtım. ‘Günaydın’ yazdığımda mesela, şöyle şeyler geliyor: ‘Sana da günaydın’, ‘Azıcık duyarlı ol’, ‘Allah için ne yaptın?’, ‘Abla bi öpücük gönder’...” ‘Şöhret’ meselesinin, bir başka tarafı
‘Şöhret’ meselesinin, bir başka tarafı daha var. Oyunculuk okurken her sayısını aldığı, gitmediği sergileri bile işaretleyerek okuduğu Milliyet Sanat’a röportaj veriyor olmak: “Okuldayken kültür sanat dergisi olarak okuduğum tek dergiydi Milliyet Sanat, şimdi ona röportaj veriyorum.”
yor, bakıyor ve diziye bayılmayanlar bile oradaki piercing’li, dövmeli kara kıza bayılıyor. “Çok sevdim Eylem’i diyor: “Çok konuştuğumu biliyorum ama Eylem’de susuyorum ya, kendim bile dinleniyorum! Bir bakışla, bir sükunetle insanlar gülünce diyorum ki ‘Ne kadar basit bir şeyi doğru bir yere yerleştirildiğinde ne kadar komik oluyor işte... Metot çalışıyormuşum gibi. Eylem oluyorum tamamen.”
“ÇİÇEK OLDUM” Şimdi zamanda hızlı bir dönüş yapalım. Bursa’dayız. Gonca Vuslateri, gürültülü, neşeli bir ailenin sohbete, taklide meyyal 10 yaşındaki kızı olarak, Berna Yılmaz Çocuk Tiyatrosu’nda kursa başlıyor: “Hoca demişti ki ‘Çiçek olun.’ Herkes değişik değişik çiçek şekillerine girdi. Ben nasıl çiçek olacağımı bilmiyorum. Dümdüz duruyorum, yüzüm, ağzım kıpırdamıyor. Oldum aslında ama nasıl anlatacağımı bilmiyorum! Durduğum yerde çiçek oldum; ben ben değilim ve artık çiçeğim. Hoca bir hareket bekliyor tabii; ‘Peki açar
89
daha var. Oyunculuk okurken her sayısını aldığı, gitmediği sergileri bile işaretleyerek okuduğu Milliyet Sanat’a röportaj veriyor olmak: “Okuldayken kültür sanat dergisi olarak okuduğum tek dergiydi Milliyet Sanat, şimdi ona röportaj veriyorum. Bunu nasıl değerlendirdiğin önemli. Genç arkadaşları tiyatroları izlemeye, sanat aktivitelerine, önemli eylemlere katmaya teşvik edebilecek bir yerde olursa duruşum; bunun bana faydası olacaktır. Yok ben bunu oyun olarak düşünür de içinde beş tur atar, ayaklı lunapark gibi her yere dolaşırsam sonunda topluca ağlarız!” Kayıt cihazını kapatmadan soruyorum, “60’ında ne yapıyor olacaksın?” diye, duraksamadan gönderiyor yanıtı: “Bir tane isteğim var: Kabare. Bir gösteri merkezi açmak, ekip oluşturmak istiyorum. Küçük bir yer değil, büyük bir yere doluşmuş küçücük küçücük insanlar... Bunun için belki para lazım belki şahane bir tesadüf... Çok severim ‘Denizkızı Eftalya’ falan dinlemeyi. Onların da söylendiği bir mekan. Bir rüya, insan girdiğinde kendini başka hissedecek.” MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
4:27 PM
Page 2
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-90-91
“Giselle’i sahneye koyan Serhat Nüfusçu (üstte), aslında sahnelenmesi zor olan klasik eserlerden vazgeçmiyor.
Romantik balenin başyapıtı İzmir’de Bale meraklılarının favorilerinden “Giselle”, üçüncü kez İzmir Devlet Opera ve Balesi sahnesinde. Baleyi sahneye koyan Baş Koreograf Serhat Nüfusçu, seyircinin büyük ilgisi nedeniyle “Giselle”in her sefer dört - beş sene repertuvarda kaldığını söylüyor. MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com
Milliyet SANAT Şubat 2013
İZMİR Devlet Opera ve Balesi, baleseverleri bu sene de yeni yapıtlarla cezbetmeye devam ediyor. Topluluk şubat ayında romantik balenin en önemli eseri “Giselle”i sahnelemeye başlıyor. İlk kez 28 Haziran 1841’de, Paris’te, Jean Coralli’nin koreografisi ve Adolphe Adam’ın müziğiyle sahnelenen “Giselle”in hikayesi Theopile Gautier isimli, balesever bir
90
şair ve tiyatro eleştirmeni tarafından yaratılıyor, dönemin ünlü opera libretisti Jules-Henri Vernoy de Saint Geroges tarafından kaleme alınıyor. Genç bir köylü kızın, kendisi gibi köylü sandığı bir prense aşık olması ve aşkına karşılık bulamayarak ölmesi, öldükten sonra da ‘vili’ olup, sevgilisini ölmekten kurtarması konu ediliyor. Vililer, peri gi-
647-milsanat-90-91
1/24/13
4:27 PM
Page 3
bi, silfid gibi, romantik dönemin gerçek olmayan, doğa üstü yaratıklarından. Evlenemeden ölen genç kızlar, vili oluyor ve gece ormana gelen erkekleri sabaha kadar dans ettirerek öldürüyor. Eserin koreografı Coralli de döneminin önemli isimlerinden. Ama ilk temsilde Giselle rolünü oynayan Carlotta Grisi’nin birçok dansını, yine 19. yy.’ın önemli koreograflarından Jules Perrot’nun yaptığı biliniyor. Müzikleri besteleyen Adolphe Adam, o dönemde çok beğenilen, 50’den fazla sahne eseri için müzik yapmış bir besteci. “Giselle”de ilk kez leitmotif, yani karaktere özgü melodiler kullanıyor. Ve eserin ilk sahnelenişinde başarılı olmasında, hem Adam’ın melodik müziği hem koreografi önemli rol oynuyor. Bu arada bir dipnot, eserdeki önemli bölümlerden biri olan ‘Köy Pas de Deux’nün müzikleri Adam’ın değil. Yine dönemin bestecilerinden biri olan Frederic Burgmüller’den alınmış.
BEYAZ BALE VE GİSELLE Balede romantik dönem, sahnede erkek dansçının egemenliğini balerine bırakması, doğa üstü yaratıklara uçma hissini vermesi açısından pointte dans edilmeye başlanması ve gaz lambasının keşfi sayesinde sahnede ışık oyunlarının yapılabilmesi anlamında çok önemlidir. Ayrıca tülden yapılan, beyaz tütüler de romantik dönemde giyilmeye başlanmıştır. Hatta romantik balelerde, corps de ballet’nin (toplu danslarda dans eden dansçılar) ve solistlerin beyaz tütülerle dans ettiği bölümlere ‘beyaz bale’ denmiştir. “Giselle”in de 2. perdesi ‘beyaz bale’dir. İlk perdede, Giselle’i gerçek hayatta görürüz. Prens Albrecht’e âşıktır, aşkının verdiği coşkuyla, sevgilisiyle, arkadaşlarıyla hatta bilmeden prensin gerçek nişanlısıyla dans eder, bağbozumu şenliklerine katılır. Ama prensin nişanlı olduğunu öğrenince üzüntüden delirir ve ölür. İkinci perdede ise, doğa üstülük başlar. Giselle mezarından kalkar ve kendisi gibi evlenmeden ölen vililerin arasına katılır. Vililer beyaz, uzun tütüler giyer ve ormanda dans eder. Ancak ormana gelen erkekleri de rahat bırakmazlar. Önce Giselle’e aşık olan ve mezarını ziyarete gelen avcı Hilarion’u, sonra da Giselle’i kaybettiği için çok pişman olan Albrecht’i kurban olarak belirlerler ve dans ettirirler. Giselle, Albrecht’i bırakmalarını istese de, vililerin kraliçesi Myrtha son derece acımasızdır, kabul etmez. Bunun üzerine Giselle de, Albrecht’in ölmemesi için gün ağırana kadar
onunla dans eder. Bu perdedeki dansları, birinci perdeden son derece farklıdır. Beraber dans ettiklerinde ya da sololarında, Giselle gerçekten uçuyor hissi verir. Vililerin toplu dansları da oldukça etkileyicidir.
İZMİR’İN BAŞARISINDAKİ SIR İzmir’de, Coralli ve Perrot’nun koreografisini, İzmir Devlet Balesi’nin baş koreografı Serhat Nüfusçu sahneye koyuyor. Dekor Nihat Kahraman, kostümler ise Nursun Ünlü tarafından tasarlanmış. Işık tasarımı ise Oktay Kanca’ya ait. Nüfusçu, “Giselle“in, İzmir’de üçüncü kez sahneye koyulduğundan ve her seferinde, seyircinin büyük ilgisi nedeniyle 4-5 sene repertuvarda kaldığından bahsediyor. Ayrıca balenin, corps de ballet için de, solistler için de, ders niteliğinde olduğuna ve tüm topluluğu formda tutacağına değiniyor. İzmir Devlet Balesi’nin hem repertuvar anlamında hem de dansçılarının performansı anlamında, başarısının sırrını senelerdir çözmeye çalışıyorum. Serhat Nüfusçu bu konuda da, yeni eser koymanın topluluğu motive ettiğini ve dansçıların gelişmesini sağladığını belirtiyor. Ayrıca İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürü Aytül Büyüksaraç’ın baleye maddi, manevi çok büyük destek verdiğini anlatıyor. Ben de başarının arkasındaki bir önemli faktörü daha ekleyeyim listeye. Serhat Nüfusçu’nun baş koreograf olması... Diğer devlet balelerinde de olan kısıtlı olanaklar İzmir için de geçerli. Sahneleri küçük, çalışma alanları ideal değil. Ama yine de Serhat Nüfusçu, aslında sahnelemesi zor klasik eserlerden vazgeçmiyor. Ve tüm yaptıların, bana göre ‘comme il faut’ yani olması gerektiği gibi olması için büyük çaba gösteriyor. İzmir Devlet Balesi’nin “Giselle”inin kaçırılmamasını tavsiye ediyorum. Müzik, hem kolay dinlenebilen hem de keyifli bir müzik. Koreografi, ilk bölümde oldukça eğlenceli, ikinci bölümde ise, balenin tüm güzelliğini, duygusallığını, romantikliğini veren bir koreografi. Başrollerde ilk kast olarak, Türkiye’nin bana göre en iyi tekniğine sahip balerinlerden biri olan Burcu Olguner Giselle rolünde, Olcay Tunceli ise Albrecht rolünde dans edecekler. Yine önemli bir rol olan Myrtha’da ise Yasemin Altınel rol alacak. Benim gibi İzmir dışında yaşayanlar... Seyahat planlarınızı hemen yapın! Temsiller 7, 9, 12, 28 Şubat 2013’te, Elhamra Sahnesi’nde. MS
91
İlk perdede, Giselle Prens Albrecht’e âşıktır, aşkının verdiği coşkuyla, sevgilisiyle, arkadaşlarıyla hatta bilmeden prensin gerçek nişanlısıyla dans eder, bağbozumu şenliklerine katılır. Ama prensin nişanlı olduğunu öğrenince üzüntüden delirir ve ölür.
Eserde Giselle’i Burcu Olguner canlandırıyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-92-93
1/25/13
2:50 PM
Page 2
Film müziği tadında
bir opera Son yıllarda gişe yapan önemli filmlerin müziklerinde imzası olan Tevfik Akbaşlı’nın, Işık Noyan’ın librettosu üzerine 4 yıl çalışarak ortaya çıkardığı “Muhteşem Süleyman”, İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin 30. kuruluş yılı kutlamaları içinde sahneleniyor. KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com
NİHAYET, “Muhteşem Süleyman”ın operasını da izledik! Ama TV dizisinin reytinginin Devlet Operası’nın iştahını kabarttığı sanılmasın. Bu operanın öyküsü, ekrandaki ‘Hürrem- Sülüman’ aşkından çok önce, 2006’da başlamış. Son yıllarda gişe yapan önemli filmlerin müziklerinde imzası olan Tevfik Akbaşlı’nın, Işık Noyan’ın librettosu üzerine 4 yıl çalışarak ortaya çıkardığı “Muhteşem Süleyman”, İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin 30. kuruluş yılı kutlamaları içinde görkemli bir yapım olarak sahneleniyor. Başta opera olması düşünülen, bir ara baleye dönüşür gibi olan ancak DOB tarafından sahne kantatı olarak sahnelenmesine karar verilen eser, İZDOB’un Müdür ve Sanat Yönetmeni Aytül Büyüksaraç’ın büyük çabası ile, İzmir Adnan Saygun Sanat Merkez’inde her şeyi ile bir opera olarak izleyiciye sunuluyor. Gerek Osmanlı, gerekse yabancı kaynakların, dönemin önemli kişileri hakkında Milliyet SANAT Şubat 2013
verdikleri bilgiler öylesine farklı ki, TV’deki popüler diziye eleştiri yöneltenlerin hangi tarihçiye ve hangi tarih anlayışına iltifat ettiklerini anlamak güç! Ama İzmir sahnesine çıkan “Muhteşem Süleyman”ın librettosu, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Halil İnalcık, Necdet Sakaoğlu, İlber Ortaylı, Luigi Bassano, Leslie Pierce, Andrê Clot gibi önemli tarihçilerin çalışmaları taranarak, popülist bir kurguya prim vermeden oluşturulmuş. Son yıllarda sahnelenen birçok yerli eserin librettolarındaki dramaturjik zayıflık bu eserde görülmüyor. Ancak, yine de besteci-libretist ilişkisinin daha yakın çalışma gerektirdiğini düşündüren bir oluşum süreci geçirdiğini ve rötuşların gerektiğini anlıyoruz. Özellikle libretto üzerine yazılan şan partilerinde besteci, prozodiye daha önem verebilirdi.
DRAMATİK BİR YAŞAMIN ÖZETİ Sultan Süleyman’ın Zigetvar Seferi’nde, zaferden bir gün önce otağında ölüm döşeğindeyken açılan ilk perdede, hemen geriye dönülerek Trabzon’daki doğumu, yetişmesi, Manisa Sarayı’nda ilk eşi Mâhidevran’dan şehzade Mustafa’nın doğumu, Pargalı İbrahim’le tanışıp en yakınına alması,
92
saraya yeni getirilen Hürrem’e âşık oluşu ve babası Sultan Selim’in ölümü üzerine İstanbul’a gelip büyük bir törenle padişah oluşu veriliyor. İkinci perdede ise artık cihan şahı olan Süleyman’ın sarayındaMâhidevran ile Hürrem, Hürrem ile Pargalı arasındaki güç savaşları, Rüstem Paşa‘nın entrikaları, Pargalı’nın ve Şehzade Mustafa’nın öldürülüşü ve sonunda tek güç olarak kalan Hürrem’in ölümü ile Süleyman’ın acılı bir yalnızlığa mahkum oluşu anlatılıyor. Eser, pişmanlık içindeki Süleyman’ın yine Zigetvar Seferi’nde zaferi göremeden dünyadan ayrılışı sahnesi ile son buluyor. Böylesine uzun ve yoğun olaylar, fetihlerle dolu bir yaşamı 2 saatlik bir operada anlatmak, opera tekniği açısından zor görünüyor. Opera librettolarının bir roman değil, bir öykü üzerine kurulu olması gerektiğini savunmama karşın, bu eserde zor olan başarılmış ve zaman - mekan değişimleri içindeki olayların anlatımı iyi bir geçiş tekniği ile kotarılmış. “Cem Sultan” operasındaki gibi librettonun çözümsüzlüğünden 4 dakikada bir perdeyi indirip, zaman-mekan değişimi adına sinema ile yarışma komikliğine düşülmemiş. Üstelik Adnan Saygun Konser Salonu’nda, zaten
647-milsanat-92-93
1/25/13
2:50 PM
Page 3
İzmir sahnesine çıkan “Muhteşem Süleyman”ın librettosu, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Halil İnalcık, Necdet Sakaoğlu, İlber Ortaylı, Luigi Bassano, Leslie Pierce, André Clot gibi önemli tarihçilerin çalışmaları taranarak, popülist bir kurguya prim vermeden oluşturulmuş.
Sultan Süleyman rolünde, bariton Gökhan Koç, bildiğimiz büyük sesi, tekniği ve deneyimini oyunculuğu ile birleştirince, rolüne çok yakışmış.
inecek bir perde de yok! Türkiye’nin tek gerçek konser salonunda, 250 kişilik bir ekiple görkemli bir opera sahnelemek zor bir iş. Sofitası ve perdesi olmayan bir sahnede, yatay çalışmaya mahkum dekorlar, yine Tayfun Çebi’nin üstün yeteneği ile modern-minimal anlayışta bir saray ortamı yaratmış. Işık kullanımı ile bütünleşince beyaz dekorlar, saray dışı Osmanlı mekanlarına kolayca dönüşebiliyor. Dramatik sahnelerde farklı etkiler yaratabiliyor. Arka plandaki Osmanlı mimarisinde ve vitraylarında kullanılan beşgen bileşimlerinden oluşan soyutlama çok başarılı. Sevda Aksakoğlu’nun kostümleri, pastel renklerin ağırlıkta olduğu çok zevkli stilizasyonlar. Yeniçeri giysilerinde stilizasyon kalitesi öne çıkıyor.
ROCK OPERA ETKİLERİ Tevfik Akbaşlı İzmir Devlet Konservatuarı’nda hem şan, hem vurmalı sazlar eğitimi almış. 1982’de kurulan İZDSO da önce koro sanatçısı, sonra orkestrada vurmalı sazlar üyesi olarak çalışmış. Daha sonra Berklee College’da vurmalı sazlar yanında, armoni, kompoziyon, doğaçlama ve teori çalışarak besteciliğe yönelmiş. İlk operası “Kutsal Sandık” Ankara Operası’nda 1993’te sahnelenmiş. Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması’nda birinciliği olan Akbaşlı, 2000’li yılların başında New York’ta sinema müziğinin usta-
ları ile tanışıp, deneyimlerinden yararlanma imkanı bulmuş. Akbaşlı son yıllarda gişe yapan “Güneşi Gördüm”, “Gecenin Kanatları” ve “New York’ta Beş Minare” gibi 7 filmin müziğini yazmış. Son 50 yıldaki ‘yeni müziği’ ve avangard çalışmaları samimi ve doğal bulmayan besteci, günümüzde disonansın, yani uyumsuz ses aralıkları üzerine kurulu armoninin uyumlulara üstün görülmesine karşı çıkıyor. Tonal yazıyor, ama uyumsuz sesleri dramatik etki için tadında kullanmaktan yana. Ve Cemal Reşit Rey gibi o da “Melodi , melodi, melodi...” diyor! Geçen yıl İzmir Operası’nın ısmarladığı “Kösem Sultan” balesinde bu anlayışını sergileyen Akbaşlı “Muhteşem Süleyman” operasında da bunu sürdürüyor. Osmanlı mehter müziğine bir özenti yok. Oradan alıntılar da yok. Ancak bu etkiyi verebilmek için müzik cümlelerinin çoğu gong sesiyle tamamlanıyor. Türk operalarındaki tek düze, gına getiren resitatiflere yer vermemesi eseri dinlenir kılıyor. Yer yer rock opera kalıplarına yaklaşan müzik içinde, şan tekniği açısından koronun sıklıkla hazırlık notaları olmadan üst seslere fırlaması ve bunların tekrarı güzel, ama belli ki koristleri çok yoruyor. Aryalardaki sözle müziğin anlamsal bileşimi, (bazı prozodi hataları hariç), yerinde ve güzel. Sultan Süleyman rolünde, bariton Gökhan Koç, bildiğimiz büyük sesi, tekniği ve deneyimini oyunculuğu ile birleştirince, rolüne çok yakışmış. Hürrem rolünde sopra-
93
no Aytül Büyüksaraç dramatik sesi ile, hırçın, ihtiraslı, kişiliği iyi yansıtıyor. Pargalı’yı oynayan tenor Levent Gündüz temsilin parlayan yıldızı. Rejistre değişimlerinde değişmeyen ses rengi, sağlam tonu ve gerektiği yerdeki lirizmi iyi yansıtan tekniği ve müzikalitesi ile alkış topluyor. Hafsa Sultan’da alto Anna Çubuçenko, çok kaliteli koyu renkleri ve hacimli sesi ile başarılı. Diğer tüm solistler de çizginin üzerinde bir performans gösteriyor. Böyle kalabalık ve çok olaylı bir eserin rejisine gelince... Bale eserlerindeki başarısı ile tanıdığımız koreograf Mehmet Balkan, zaman ve mekan değişimleri ile anlatılması gereken sahneyi kullanmada elinden geleni yapmış. Ancak daha ilk sahneden itibaren daha buluşçu bir hareket getirebilirdi. Eser içindeki danslarda asıl uzmanlığını iyi konuşturan Balkan, dönemin önemli figürlerinin kişiliklerini ve davranış biçimlerini teatral anlamda daha güçlü ve derinlikli bir şekilde öne çıkarabilirdi. Böyle tarihi konularda bunun önemi daha da belirginleşiyor. Sanatçılar alkışa çıktıklarında çalınan mehter marşı ise 2 saatlik operanın kalitesini ucuzlatıyor. Bunun bestecinin emeğine karşı bir ciddiyetsizlik olarak algılanabileceği de düşünülmeli. Umarım diğer temsillerde bundan vazgeçilir. “Muhteşem Süleyman”, günümüzde çok popüler olan bir konuyu opera estetiği içinde izlemek isteyenler için iyi bir fırsat. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-94-95
1/24/13
4:32 PM
Page 2
Bir dişin kovuğunda koca bir dünya Almanya’nın en başarılı oyun yazarlarından Roland Schimmelpfenning’in “Altın Ejderha” oyununu sahneleyen DOT, bir dişin ve bir düşün hüznünü gülücüklerle yansıtıyor.
Serkan Salihoğlu’nun yönettiği “Altın Ejderha”daki bütün karakterler, kadınlar ve erkekler hep aynı beş kişi tarafından canlandırılıyor. SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com
1967 DOĞUMLU Alman yazar Schimmelpfennig, eleştirmenler tarafından ‘Boş alanların yetenekli şairi’ olarak tanımlanıyor. Bir süre İstanbul’da Cumhuriyet gazetesinin “Bizim Almanca - Unser Deutch” adlı ekinde ve Taz gazetesinin İstanbul ofisinde çalışmış olan sanatçı, Almanya’nın en başarılı tiyatro yazarlarından biri sayılıyor. 20 dile çevrilen oyunları pek çok ülkede sahneleniyor. “Geçmişten Gelen Kadın” adlı oyunu ülkemizde de 2009 yılında İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. Şimdi de DOT, yazarın “Altın Ejderha” yapıtını repertuvarına aldı. Sahnede Çin-Thai-Vietnam lokantası Altın Ejderha. Altın yaldızları, kırmızıları, siyahları, oymaları, pullarıyla bir ejder. BüMilliyet SANAT Şubat 2013
yük bir metropolde bir apartmanın alt katına sıkışmış bir lezzet dünyası. Ve o lezzeti yaratmaya çalışan, o metropole sığınmış çekik gözlü aşçılar. Batı rüyasında baharatlarıyla bir yer edinmeye çalışan beş kişi. Lokantanın en genç çalışanı kaçak bir işçi. Varlığı bir ortaya çıkarsa olanlar yalnızca kendisine olmayacak, lokantadaki diğer dört kişinin de başı yanacak. O gizlenme zorunluluğu, ne sevinçlerin dışa vurulmasına izin veriyor, ne acıların, ne de hastalıkların. Geriye yüreğin derinlerinde yaşanan bir umut, bir de hasret. Apartmanın üst katlarında da çeşitli yapıda insanlar ve insan ilişkileri . Balkondaki genç olmayı arzulayan yaşlı adam ve torunu, aynı daireyi paylaşan iki hostes kadın, karısıyla sorunlar yaşayan çizgili gömlekli adam, apartmanın girişindeki marketin sahibi, ilişkileri yeni bir aşamaya giren genç çift. Bu kişilerin Altın Ejderha’dakilerle bağlantısı bir arz-talep bağlamında yürüyor. Apartman sa-
94
“Altın Ejderha” Yazan: Roland Schimmelpfenning, Çeviren ve yöneten: Serkan Salihoğlu, Müzik tasarımı: Uygur Yiğit, Işık tasarımı: Kemal Yiğitcan, Dekor ve Kostüm tasarımı: Gamze Kuş, Koreografi: Tan Temel, Yardımcı Yönetmen ve Dramaturji: Nurcihan Yücel, Proje ekibi: Duygum Girginer, Tiber Yılmaz, Tolga İskit, Uğur Baran Oyuncular: Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan, Saim Karakale.
kinleri yemek istiyor, lokantacılar hizmet sunuyor. Birbirlerini pek anlamasalar da, bu dengede herkes geçinip gidiyor. Ta ki bir gün lokantanın en küçük işçisi, kaçak göçmen diş ağrısına tutulana dek. Kaçaklık belasından diş hekimine ya da hastaneye gidilemez. Ama diş ağrısı daha da büyük bir beladır, insanın beynini oyar. Tek çözüm, olayı lokantanın dışa kapalı dünyasında bitirmektir. Diş mi ağrıyor, öyleyse çekilecek. Diş çekilir de, iş orada bitmez, daha büyük bir dert açılır o çatının altındaki herkesin başına. Dişle başlayan ağrı, dişi ağrımayanların sızılarıyla apartmanın bütün dairelerini dolaşır. Dişi ağrıyan ve onunla il-
647-milsanat-94-95
1/24/13
4:32 PM
Page 3
gilenenler ise, ‘zaten yokturlar’ ötekilerin gözünde ve dünyasında.
YILDIRIM HIZIYLA DÖNÜŞÜM Serkan Salihoğlu’nun yönettiği “Altın Ejder”deki bütün karakterler, kadınlar ve erkekler hep aynı beş kişi tarafından dönüşümlü olarak canlandırılıyor. Bir bakıyorsunuz kadın oyuncu yaşlı adam oluyor, bir bakıyorsunuz genç bir erkek kadın hostes kimliğinde. Bütün bu değişimler ve dönüşümler yıldırım hızıyla ve akışkan bir geçişle gerçekleşiyor. Seyircinin yer yer gülerek, yer yer yüreği burkularak izlediği oyunda, kişiler bir jonglörün topları kadar el çabukluğu ve becerisiyle bir karakterden diğerine sıçrayıveriyor. İşin hoş tarafı, bu kaotik gibi görünen yapı, hiç yadırganmadan benimseniyor. Deniz Türkali ve Köksal Engür gibi deneyimli ustalarla, ustalık merdivenini tırmanan Enis Arıkan ve Saim Karakale, Tan Temel’in hareketli koreografisiyle oyunun satranç dengesini gerçekleştiriyorlar. Belki bir mülteci kayığıyla, belki çeşitli ülkelerin sınırlarından can havliyle geçip Altın Ejderha’ya gelmiş olan genç, kaçak işçiyi canlandıran Ece Dizdar, denizden tamamlıyor dönüş yolculuğunu. Ve o yolculuğu şöyle destanlaştırıyor: “Halıyı, köprünün korkuluğunun üzerine koyuyorlar. Halıyı bir kere daha kendi ekseni etrafında çevirmeleri gerekiyor. Sonra da halıyı köprüden silkeliyorlar. İşte tekrar orada, Altın Ejderha, keşke son bir kez yakından bakabilseydim. Halı rüzgârda savruluyor. Güle, güle. Şimdi köprüden aşağıya doğru düşüyorum. Vücudum nehrin soğuk suyuna temas ediyor. Su dişimin kovuğundan içeri giriyor. Ve ben eve doğru yüzüyorum. Akıntı beni kuzey denizine atıyor, kuzeye doğru sürüklüyor. Norveç ve sonra Finlandiya ve Rusya’nın yanından buzul Arktik okyanusu. Rusya’nın kuzeyinden, Sibirya’nın yanından, Arktik Okyanusu’nda yoluma devam ediyorum. Uzun bir yolculuk. Bering Boğazı’ndan ve Bering Denizi’nden geçiyorum. Ve sonra da Kamçatka Yarımadası geliyor. Gün ağardığında Japonya uzaklarda kalıyor ve aynı günün akşamında, sonunda, Çin! Geldim, neredeyse evdeyim.” Destanlaşan sadece yolculuk değil, her yeni oyununda kendisini aşan, genç kuşak kadın oyuncu eksikliğimize umut ışığı yakan Ece Dizdar. Alkışlanası bir DOT oyunu ve oyuncuları. DOTMARSTA, G-Mall (0212) 232 44 40
Alacakaranlıkta el yordamı ilişkiler “Oda ve Adam”, günümüzün çok pratikleşmiş, sadece ‘deneyimlemeye’ indirgenmiş kadın-erkek ilişkilerinde duygusal temel üzerindeki aşkı aramanın olanaksızlığını, şiirsel bir dille anlatıyor.
İNSANLAR, hele hele ilişkisi olan bir kadınla erkek aynı sözcüklerle, aynı cümleleri kurar ve aynı şeylerden yakınırlarken, nasıl olur da birbirlerini hiç anlamazlar? Yoksa kendi cümleleri de mi yabancıdır onlara? Yoksa anlamadıkları, bulamadıkları aslında kendileri midir? Yaşamları ‘keşke’lere bağlamak, o yaşamları daha da kısaltmaz mı? Nasıl bir kısır döngüdür ki bu, her tükenmiş yanlış ilişkinin sonunda, ‘bu sefer farklı olacak’ diye yeni bir ilişkiye yelken fora edilir? Belçikalı yazar Eric de Volder’in oyun metni üzerine Ata Ünal’ın dramaturji çalışmasıyla kurgulanan “Oda ve Adam”, Theater Onderhetvel/Mesut Arslan ortak yapımı olarak seyirciyle buluşuyor. Oyun, temelde kadın ve erkeğin, hem tamamlayıcı hem de yadsıyıcı bakış açılarından birbirlerini ve kendilerini ayrı ayrı anlatan bir metne dayanıyor. Bu bildik öz, çarpıcı bir biçimsellikle sahneye getirilerek deneysel bir zenginliğe kavuşuyor. Anlaşamamanın, yanlış anlamanın, kuruntuların karanlığında yitirilen, hayata geçirilemeyen aşk öyküsü, ıskalanan aşklar ve yaşamlar, tamamen karanlıkta oynanarak tematik karanlığı somutlaştırıyor. Oyunda farklı teknikler kullanılıyor. Oyuncuların konuşurken sadece el fenerleriyle yüzlerini aydınlatması, bilgisayar ekranı, seyircilerin arasına çekilen naylon perde gibi ögeler, birbirlerini bulmalarını engellerken, izleyicileri de o içselleştirmenin ortamına çağırıyor.
95
“Oda ve Adam” Yazan: Eric de Volder, Yöneten: Mesut Arslan, Çeviren: Şaban Ol, Sahne ve Kostüm tasarımı: Meryem Bayram, Ses ve Görüntü tasarımı: Gürhan Mıhçı, Ozan Akıncı, Işık: Turan Tayar, Oyuncular: Engin Hepileri, Nergis Öztürk.
Yapımın bu özelliği, yönetmen Mesut Arslan’ın yorumuyla olduğu kadar, Gürhan Mıhçı ve Ozan Akıncı’nın ses ve görüntü tasarımıyla, Turan Tayar’ın ışık düzeniyle hayat buluyor. Teknik düzenin bir an aksamasıyla büyük riske girecek oyun, bu düzen sayesinde soluksuz seyrediliyor. Sahnede el yordamıyla aranılan/aranılmayan ve yürütülen/yürütülemeyen ilişkiyi seyirci de el yordamıyla izliyor. Günümüzün çok pratikleşmiş, sadece ‘deneyimlemeye’ indirgenmiş kadın-erkek ilişkilerinde duygusal temel üzerindeki aşkı aramanın olanaksızlığı, şiirsel bir dil ve şiirsel bir oyunculukla sunuluyor. Nergis Öztürk ve Engin Hepileri, oyun kişilerinin duygusallığını, duyarlı ama duygusal olmayan ölçülü bir yorumla aktararak olumlu bir mesafeyi korurken, seyirciyi de hem o mesafede tutuyorlar, hem de zaman zaman somut olarak da oyun alanı içine alıyorlar. Şarkılardaki aşklara benzemeyen, dudaklarımıza ne güzel anılarla yüklü bir gülümseme konduran, ne göz pınarımıza hüzünle özdeşleşmiş bir damlacık taşıyan bir oyun “Oda ve Adam”. MS Garajistanbul (0212) 244 44 99 Milliyet SANAT Şubat 2013
1/25/13
2:51 PM
Page 2
Herkes bir başkası olma derdinde FOTOĞRAFLAR: SELİN ARUTAN
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-96-99
Sezgi Mengi ve Pınar Yıldırım, Tenten ve Fatoş rollerinde...
Özen Yula’nın ‘90’lı yılların sonunda bilgisayarla tanışan toplumun yaşadığı ‘patlama’yı anlatan oyunu “Kırmızı Yorgunları”, Beyti Engin’in rejisiyle Kadıköy Emek Sahnesi’nde oynanıyor. Her biri adını bir çizgi roman kahramanından alan karakterler ve neşeli bir oyuncu topluluğuyla... ECE BAKTIAYA ecebaktiaya@gmail.com
Barış Atay, oyunda hayatını jigololuk yaparak kazanan Red Kit’i canlandırıyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
96
HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ, kendinize ne kadar yabancısınız? Gününüzü birlikte geçirdiğiniz çalışma arkadaşınız, sessiz sakin komşunuz, her gün gazetenizi aldığınız bayideki adam, içinde kaç kimlik barındırıyor? Hayatımızı hangi oyunlar üzerine kuruyoruz? Hayatta üstlendiğimiz rolden ne kadar memnunuz? Neleri bastırıp, nelerden vazgeçiyoruz? Yansıttığımız kimliğin ne kadarı sahte ne kadarı gerçek? Düşünmediniz mi? O zaman buyurun
647-milsanat-96-99
1/25/13
2:52 PM
Page 3
“Kırmızı Yorgunları”, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir evde geçiyor. Karakterler hem eğlenceli hem biraz karanlık... Oyunları, kaybedişleri, yalanları, umutları, yalnızlıkları ve sahtelikleriyle hepsi çok tanıdık.
Oyunun yazarı Özen Yula ve yönetmeni Beyti Engin (solda). Oyuncu kadrosunda yer alan Füsun Erbulak (altta).
Emek Sahnesi’ne. Sahnede “Kırmızı Yorgunları”nı göreceksiniz. Özen Yula’nın 90’lı yılların sonunda yazdığı halde hâlâ geçerliğini koruyan oyununu Beyti Engin yönetiyor. Her şeyden önce sizi şahane bir ekibin karşılayacağını söylemek gerek. Her biri farklı bir ekolden gelen oyuncular, müthiş bir ortak dil yakalamış. Sahnede öyle uyumlular ve öyle eğlenerek oynuyorlar ki, izleyicinin bu eğlencenin dışında kalması imkansız. Oyunun henüz provaları sürerken ekiple biraraya geldik; Barış Atay, Sezgi Mengi, Pınar Yıldırım, Ayçe Abana, Füsun Erbulak, yönetmen Beyti Engin ve oyunun yazarı Özen Yula. Herkes öyle heyecanlı ve yaptığı işe öyle inanmış ki... Ne oyunun yazarında ‘nasıl olacak’ gerginliği, ne oyuncularda yazara beğendirme tedirginliği... Tiyatrodaki herkes bin yıldır tanışıyor gibi...
EĞLENCELİ VE KARANLIK “Kırmızı Yorgunları”, Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir evde geçiyor. Karakterler hem eğlenceli hem biraz karanlık... Hem çok sevilesi, hem her biri potansiyel tehlike. Oyunları, kaybedişleri, yalanları, umutları, yalnızlıkları ve sahtelikleriyle hepsi çok tanıdık. İsimleri de çizgi romanlardan; Red Kit, Tenten, Safinaz, Betty ve Fatoş. Fikir alışverişinde bulunulsa da oyunun rejisine hiç müdahil olmamış Özen Yula. Tüm ekibin gündelik hayatta birlikte vakit geçirmesi, espri anlayışlarındaki benzerlik hem oyuncular arasında hem de yazarla ekip arasında özel bir dil oluşturmuş. Özen Yula, “Kırmızı Yorgunları”nı Türkiye’nin bilgisayarla, dolayısıyla sanal ortamda sohbetle tanıştığı ‘90’lı yılların sonunda kaleme almış. Herkesin farklı
97
kimlik, cinsiyet ve isimlerle yazıştığı, Yula’nın tabiriyle ‘cinsel patlamayı da beraberinde getiren’ o dönem ve gözlemleri kitaba vesile olmuş: “Türkiye bilgisayar ortamıyla birden tanıştı. Ve orada istediği takma isimlerle istediği kişi olabilme şansını buldu. “Karşısındakinin kim olduğunu bilmeden, kendilerine farklı görünüşler biçip, Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-96-99
1/25/13
2:52 PM
Page 4
“Kınmızı Yorgunları”nda sahneyi paylaşan, Pınar Yıldırım, Barış Atay ve Sezgi Mengi (soldan sağa).
farklı kimlik, cinsiyet ve isimlerle sohbet etmeye başladılar. Bilgisayarın arama, enformasyon alma işlevini göz ardı edip onu daha çok bu tür amaçlar için kullanmaya başladılar. Bizdeki bu ani ve tuhaf patlama benim garibime gitti.” Özen Yula insanların başka kimliklerle var olma çabasını, komedi ve mübalaayı da ekleyerek nefis bir oyuna çevirmiş. “Farklı kalıplar veriliyor bize,” diyor Yula ve ekliyor: “Mesela ‘Türkiye sizinle gurur duyuyor’ gibi. Oyunun temel işlevi de bu. Türkiye neyle gurur duyuyor? Türkiye gurur duymaması gereken birçok şeyle yanlış yere gurur duyuyor. Gerçekten gurur duyması gereken şeyleri ise unutmuş durumda. Dinsel, cinsel, milli kavramlar çok farklı şekillerde tezahür ediyor.” Kırmızı Yorgunları, işe bu bilgisayar ortamında hep başka biri olmaya çalışan, farklı kimlik altında kendi komlekslerini kusan yaratılan paronaya ve şizofreninin parçası olmuş kişilerin sahne üzerine taşınmış hali desek biraz özetlemiş oluruz sanırım. Oyun arasında Red Kit, Tenten, Fatoş, Betty ve Safinaz ile biraraya gelip biraz oyun üzerine söyleşiyoruz. Sahne üzerindeki uyum ve eğlence, sohbeti de ele geçiriyor. Oyunun sürprizi Füsun Erbulak kanımca. Çok eğlenceli ama bir o kadar da tehlikeli komşu Safinaz olarak çıkıyor karşımıza. Oyunun, “Çok sevdiğim ve satır araları çok dolgun bir yazar,” dediği Özen Yula’nın olması Füsun Erbulak’ın oyunda yer almasının nedenlerinden biri olmuş. Romanların etkisinden kurtulamayan, biraz deli bir kadını canlandıran Erbulak, ekipte ve ‘her yeri mesaj’ dediği oyunda yer almaktan çok hoşnut olduğunu söylüyor.
İPLER RED KİT’İN ELİNDE Perde, oyun kurucuyla, yani Red Kit’le başlıyor. İpler biraz onun elinde gibi sanki. Oyunun Red Kit’i Barış Atay da hemfiMilliyet SANAT Şubat 2013
kir benimle. Barış Atay, hayatını jigololuk yaparak kazanan karakteri şu sözlerle anlatıyor: “Bütün karakterler gerçeküstüyken Red Kit’in daha gerçek olduğunu düşünüyorum. Ben zaten gerçekçi tiyatroyu sevmişimdir, diğer akımlarla aram pek iyi değil. Absürd sahnelenen bir oyunun içinde Red Kit’in biraz daha gerçek kalması, oyunu kurup kurallarını kendisi koyuyor gibi hareket etmesi hoşuma gidiyor.” Oyunun bir de Betty’si var. Oldukça dişi, biraz çocuksu, hem masum ve diğer karakterler gibi tehlikeli... Betty’yi Ayçe Abana canlandırıyor. Abana’ya göre, oyunun en güzel tarafı yorumlara açık olması ve oyuncuya alan bırakması. “Bu oyun öyle değişik yorumlara açık ki. Bunu çok trajik de işleyebilirsiniz; kara mizah da yapabilirsiniz. O Özen Yula’nın ustalığı. Oyuncu için bulunmaz fırsat. Türü bir yandan siz belirliyorsunuz ve o belirlediğiniz türe göre yorumluyorsunuz.” Ayçe Abana, çift kişilikli bir kadını oynuyor, daha fazla ayrıntı yazmam taraftarı değil. “Bu çift kişilik hastalıktan mı sağlıktan mı oyunu izleyenler yorumlasın,” diyor. Oyunun en renkli karakterlerinden biri Sezgi Mengi’nin oynadığı Tenten. Red Kit’e ev arkadaşı olarak geldiği an hayatı değişen Tenten, meğer Sezgi Mengi’nin aşina olduğu bir karaktermiş. Emre Koyuncuoğlu’nun “Kırmızı Yorgunları” yorumunda Tenten’i canlandıran Barış Falay’la geçen yaz tatil yaptığı sırada tanışmış. Oyuna dahil oluşunu soruyorum; Sezgi Mengi şöyle yanıtlıyor: “Bir yazım ‘Kırmızı Yorgunları’nı ve Tenten’i konuşarak geçti. Bir gün Özen aradı. Teksti okudum ve çok sevdim. Ayçe’nin dediği gibi oyuncuyu çok özgür bırakan bir oyun. 2013’teyiz ama hâlâ geçerliliğini koruyor. Kimse kendi gibi değil ve varlıkları içgüdüleri üzerine kurulu; cinsellik, yemek ve şiddet. Benim için çok keyifli bir oyun.”
98
Oyunun oyuncu kökenli bir yönetmenin elinden çıkması oyuncular için bir avantaj. Emek Sahnesi’nin kurucu-oyuncusu Pınar Yıldırım, nam-ı diğer Fatoş, yönetmenin makyajdan kostüme her konuda oyunculara bir dayatmada bulunmadığından bahsediyor: “Beyti, bizim hoşnut olmadığımız hiçbir şeyi yapmıyor. Bu da oyuncu olmasının getirdiği bir avantaj”. Fatoş, öleceğini öğrenip sevdiği çocuğa aşkını itiraf eden bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Başta Fatoş olmak üzere her karakter adeta mimikleriyle konuşuyor sahnede. Kadro neşesi ve iyi oyunculuklarıyla size nasıl geçtiğini anlamayacağınız bir 2 saat vaat ediyor. Bu uyumu ne kadarlık bir çalışmaya borçlular merak ediyorum. Meğer 2 aydır çalışıyorlarmış. Yönetmen Beyti Engin konservatuvarda okurken Emre Koyuncuoğlu rejisiyle izleyip, aklında yer eden bir oyunmuş “Kırmızı Yorgunları”. Yıllar sonra oyunu sahnelemeye karar verirken önce bir tedirginlik yaşamış. Hemen söyleyelim, Beyti Engin’in ilk rejisi. “Kendi aramızda çok eğlenen bir ekibe dönüştük biz. O da oyuna yansıdı sanırım,” diyor Engin ve ekliyor: “Bu şehir üzerine yazılmış en güzel oyunlardan biri. Aslında çok fazla değişip dönüşen bir şey yaşamıyoruz. Tanıdığımız ve bizim de bir şekilde ortak olduğumuz bir çevreden bahsediyoruz. Şehre, kendine yabancılaşmış insanlar hep var.” Oyuncularda da yönetmende de oyunun yazarına istedikleri an ulaşabilmenin rahatlığını gözlemlemek mümkün. Öğrendim ki bu isabetli kastı biraraya getiren de yine Özen Yula olmuş. Eğlenceli sohbeti oyunun konseptine uygun “Özen sen bizim her şeyimizsin” sloganıyla sonlandırıyoruz. Oyunun ikinci yarısı başlamak üzere... Benim aklımda ise çizgi roman kahramanları... Sahi hiç düşündünüz mü, siz hangi çizgi kahraman olurdunuz? MS
647-milsanat-96-99
1/25/13
2:52 PM
Page 5
“Cyrano de Bergerac” Yazan: Edmond Rostand. Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil. Yönetmen: Işıl Kasapoğlu. Dekor: Hakan Dündar. Giysi: Esra Selah. Işık: Yakup Çartık. Müzik: Joel Simon. Koreografi: Burçak Işımer.
“Cyrano de Bergerac”, 1, 2, 3 ve 5 Şubat’ta Cüneyt Gökçer Sahnesi’nde.
Hem söz ustası hem kılıç Dünyada olduğu gibi ülkemizde de defalarca sahnelenen ve çok sevilen “Cyrano de Bergerac”, bu sezon Işıl Kasapoğlu rejisiyle Ankara Devlet Tiyatrosu sahnesinde. Kasapoğlu Cyrano’yu yorumlarken de kişisel deyişini gösteriye sindirmiş. ATİLA SAV milsanat@milliyet.com.tr
“Felsefeyi severdi, fizikten de anlardı, Şairdi, musikide hayli behresi vardı. Laf altında kalmazdı, yaman bir silahşordu. Başkası hesabına bazen aşık da olurdu. Rahmetlinin Cyrano de Bergerac’tı adı Her şey olayım derken hiçbir şey olamadı.” ASLINDA oyunun eksen kişisini özetle anlatan bu dizeler Cyrano’nun da özeti. Şair, filozof, musikişinas, silahşor. Atak ve cesur, düellocu. Hem söz ustası, hem kılıç ustası. 17. YY’da yaşamış bir ‘derbeder şair’. Onun yaşam öyküsünden bir oyun çıkaran Edmond Rostand, kahramanından çok daha şanslı. Oyunu büyük başarı kazanmış; 19. YY’ın sonu, 20. YY’ın başlarında dönemin en parlak gösterilerinden biri sayılmış. Fransız yazınında gerçekçilik (Zola), natüralizm (de Becque) çağını kapamış; sembolistlerin (Claudel, Maeterlinck) yıldızı parlamışken, Cyrano gecikmiş bir romantizm olarak ortaya çıkmış. Cyrano, ardından Aiglon ile Edmond Rostand, Birinci Dünya Savaşı’na kadar dönemin en başarılı yazarlarından biri sayılmış.
BİZDEKİ CYRANOLAR “Cyrano De Bergerac”, ülkemizde de çok sevilen bir oyun olmuş. Bunda kuşkusuz Sabri Esat Siyavuşgil’in üstün nitelikli çevirisinin payı büyük. Kendi de şair olan Siyavuşgil, iki dildeki başatlığını çevirisine koy-
muş. Sanki yeniden yazmış. Seyircimizin bu tür yapıtlara olan eğilimi kadar başarılı oyunculukların da bu başarıda payı büyük. İstanbul’da önce Hüseyin Kemal Gürmen, sonra Mücap Ofluoğlu; Ankara’da ise Cüneyt Gökçer’in yorumlarıyla hep parlak gösteriler olmuş. (Sinema da Cyrano’ya ilgisiz kalmamış. José Ferrer’le başarılı olmuş.) Bu dönem başında Ankara Devlet Tiyatrosu’nun oyunu ele alması bir ölçümü de sağlayacak: Elli yılda tiyatro seyircimizin yönelimi hangi aşamaya ulaşmış? Yönetmenliği üstlenen Işıl Kasapoğlu deneyimli bir sanatçı. Cyrano’yu yorumlarken de kişisel deyişini gösteriye sindirmiş. Cyrano, oyunun türü ve başkişisinin özelliği açısından bakıldığında tumturaklı (declamation) deyişe yatkın bir oyunculuk gerektiriyor. Durukan Ordu, zaman zaman doğal ve gerçekçi bir üsluba kayıyor. Cyrano’nun bütün tiradları yazıldığı gibi ‘nazmen’ Türkçeleştirilmiş. (Siyavuşgil’in başarısı bu.) Çağına göre, Cyrano’nun ozanlığında da, silahşorluğunda da, âşıklığında da, ‘şövalersk’ bir deyiş var. Düello yaparken şiir söylemek; burnu ile alay eden soylu kişisinin ağzından lafı alıp, kendi burnuna kaside düzmek sıra
Durukan Ordu Cyrano için yerinde bir seçim. Yer yer tumturaklı deyişi olağana kaydırsa da, atletik yapısı ve esnek oyunculuğu ile göz dolduruyor. 99
dışı işler. Ama Cyrano bu. (Bugün olsa, bir estetik ameliyatla sorun çözülürdü. Ama o dönemde bütün üstün yetenek ve beceri bir yüz kusurunun altında eziliyor. Telafisi de bir olağanüstü kişilik geliştirerek yapılıyor. Yoksa Cyrano olmazdı. Don Kişot gibi; Quasimodo gibi.) Durukan Ordu, Cyrano için yerinde bir seçim. Yer yer tumturaklı deyişi olağana kaydırsa da, atletik yapısı, eskrim becerisi ve esnek oyunculuğu ile göz dolduruyor. Roxane’da Zeynep Yasa, Christian’da İrfan Kılınç, Ragueneau’de İsmet Numanoğlu, Le Bret’de Suat Karausta, Dadı’da Meltem Keskin başarılı oyunculuğu bütünlüyorlar. Edip Tümerkan, soylu kişide gülünç olmak yerine karikatürleştirmese daha iyi. Savaş sahnesinde Gaskonyalılar korosu, kent sokaklarında kalabalık sahneler de oyunu zenginleştiriyor. Göz dolduruyor. Joel Simon’un müziği, Burçak Işımer’in koreografisi oyunu görkemli bir ‘müzikal’e dönüştürüyor.
HAKAN DÜNDAR’A ALKIŞ Cyrano’nun çarpıcı yönlerinden biri de bence- Hakan Dündar’ın dekoru. Beş sahne için yaptığı beş tabloluk tasarım tümüyle üstün başarı. Yakup Çertik’in ışık tasarımı da bu güzelliği seyirciye iletiyor. Işıl Kasapoğlu, oyuna kıyamamış; budama yapmadığı gibi görüntü ve ses etmenleri ile zenginleştirmiş, uzamasını sağlamış. Türü seven seyirci için Cyrano görülmeye değer bir gösteri. Son olarak oyun dergisine de değinmek isterim. Cyrano için zengin bir dergi hazırlanmış. Hoş olmuş. MS Cüneyt Gökçer Sahnesi (0312) 240 00 91 Milliyet SANAT Şubat 2012
SAHNE SANATLARI
647-milsanat-100-103
1/24/13
5:28 PM
Page 2
Şiddet bizim içimizde, biz şiddetin... Ankara Devlet Tiyatrosu Stüdyo Sahne’de oynanan “Jerry ve Tom”, geçimlerini adam öldürmekle sağlayan iki adamın yaşamlarından kesitler sunuyor. FİLİZ ELMAS
“Her şeye dönüşebilen, farklı yapılara bürünebilen insanoğlunun en kolay geliştirebildiği ve altını çizebildiği dürtüsü,” olarak tanımlıyor. Sahnelemede ise metinde yapılan doğru dramaturgi ile oyunun zenginliği boANKARA Devlet Tiyatrosu’na ait Stüdyo zulmadan seyirciye aktarılıyor. Metinde evSahne, deneysel yapımlar için tasarlanmış renselliği sağlamak için Amerikalılara özgü çağdaş bir tiyatro mekanı. Bu sezon ilk gös- birkaç deyim ve espri budanmış. Bence çok terimini yapan “Jerry ve Tom” mekâna hak- da iyi olmuş. Yazarın tercih ettiği küfürlü dil kını veren sahneleme ile seyirciyle buluşu- yapısı ise metnin doğasına aykırı olmayan yor. Oyunun yazarı Rick Cleveland başarılı bir değişimle sahneye yansıtılmış. televizyon dizilerine imza atmış Emmy ve Görsel unsurlara gelince öncelikle deAmerikan Yazarlar Birliği ödülü almış, kenkorla başlamak istiyodisi de başarılı bir yazar. rum. Salona girdiğinizde Metin, meslekleri kasahnenin ortasında yer “Jerry ve Tom” tillik olan ve geçimlerini alan ve 360 derece döYazan: Rick Cleveland, adam öldürmekle sağlanen koltuklarda oyunu Yöneten: İlham Yazar, yan iki erkeğin yaşamlaizlediğinizi söylemeliDekor Tasarımı: Murat rından kesitler sunuyor. yim. Salonun dört bir keGülmez, Giysi Tasarımı: Oyunu okuduğunuzda ya narında yer alan 10 farkFunda Karasaç, Işık da izlediğinizde konusu lı mekânda gerçekleşen Tasarımı: Zeynel Işık, ve iletisi açısından doğru oyunun içinde yer alan Oyuncular: Ünsal Coşar, seyirci, kendisini çevreleseçim olduğunu görüyorCüneyt Mete, Özgür yen bir sahneleme anlasunuz. Yazar şiddet karşıÖztürk, Yıldız Kaplan. yışı ile oyunu izliyor, hatsında duyarsızlaşan topta izlemekten de öte oyuluma mesajını oldukça etnu yaşıyordu. Murat kileyici bir biçimde aktarıyor. Hemen her gün radyolardan, televiz- Gülmez’i hem mekân kullanımı ile yönetyonlardan, gazetelerden okuduğumuz, izle- mene sağladığı yaratıcı açılım hem de yaptıdiğimiz cinayet haberlerini ne denli kanıksa- ğı ayrıntı çalışması ile seyirciye gösterdiği dığımızı düşünürsek, günümüzde vahşet ve özen için tebrik etmek gerekiyor. şiddetin ne kadar normalleştiğini anlayabiliriz. Bu nedenle de Cleveland bizlere duyar- DÖRT KARAKTERE İNDİRGEMİŞ sızlaşmayı didaktik bir biçimde anlatmak yeYönetmen metinde yer alan ve figüranın rine, aile babası, çoluk çocuk sahibi ve meslek ötesine geçmeyen oyun kişilerini çıkararak erbabı olan iki katilin bakış açısı ile yansıta- oyunu sadece dört ana karaktere indirgemiş. rak çok doğru bir tersinleme yapıyor. Metnin Bunlardan ikisi tabii ki Jerry ve Tom. Üçünşiddetin toplumsal ve siyasi boyutuna, aile cü oyun kişisi yazarın da tercihi doğrultuyapısının şiddet üzerindeki etkisine ve şid- sunda altı farklı karakteri canlandıran bir erdetin birey üzerindeki psikolojik etkisine de kek oyuncu. Dördüncü oyuncuyu ise metne ışık tuttuğunu ifade etmeliyim. Oyunun reji- yönetmen eklemiş. Dördüncü kadın oyuncu sörü İlham Yazar’ın da ifade ettiği gibi aslın- hem erkek dünyasına karşıt bir kadın bakışı da “Şiddet Jerry, Tom ve diğerlerinin içinde, sunduğu hem de oyunun başına ve sonuna eklenen bir ön ve son oyun ile seyirciye kısa biz de şiddetin”. Yönetmen oyun broşüründe şiddeti bir özet verdiği için doğru tercih olmuş. Kaelmasfiliz@gmail.com
Milliyet SANAT Şubat 2013
100
“Jerry ve Tom”, 1 ve 3 Şubat’ta Ankara Stüdyo Sahne’de.
Cleveland bizlere duyarsızlaşmayı didaktik bir biçimde anlatmak yerine, aile babası, çoluk çocuk sahibi ve meslek erbabı olan iki katilin bakış açısı ile yansıtarak çok doğru bir tersinleme yapıyor. dın karakteri modern dansçı Yıldız Kaplan oynuyor. Kaplan, ön-son oyundaki dans tiyatrosu tadında sunduğu aktarımı ile başarılı bir performans sergiliyor. Tom rolünde Cüneyt Mete vahşeti yaşamın akışı içinde mekanik bir biçimde gerçekleştiren bir insanın doğallığını, Jerry rolünde Özgür Öztürk öldürme konusunda başta zorlanan ama sonrasında vahşeti içselleştiren bir bireyin oluşumunu yansıttığı, Ünsal Coşar ise altı farklı karakteri inandırıcı kişiler olarak sunduğu için çok başarılı sahne performansları sergiliyorlar. Jerry ve Tom örnek gösterilecek bir yapım. Sahneleme anlayışı için İlham Yazar’ı, dekor tasarımında Murat Gülmez’i ve oyunculukta Cüneyt Mete, Ünsal Coşar ve Özgür Öztürk’ü tebrik ederken oyunu mutlaka izlemenizi öneriyorum. MS
1/24/13
5:28 PM
Page 3
EDEBİYAT
647-milsanat-100-103
Llosa (üstte) ve Marquez’in kavgalarının nedeni hala tam olarak bilinmiyor.
Mario Vargas Llosa ve Marquez’in dost olduğu günlerden (solda).
TARİHLER 12 Şubat 1976’yı gösterirken, Mexico’daki bir sinema salonunda patlayan bir yumruk, yalnızca derin bir dostluğu bitirmekle kalmıyor, bugün hâlâ konuşulan, hatta hakkında kitap yazdırtan bir düşmanlığın doğmasına da neden oluyordu. Edebiyat tarihinin belki de en önemli yumruklaşması, iki dev Latin Amerikalı edebiyatçı arasında yaşandı; Gabriel Garcia Marquez ile Mario Vargas Llosa... Llosa’nın beklenmedik bir şekilde, herkesin gözü önünde kadim dostunun gözüne yumruğu geçirdiği o günden bu yana taraflar sessizliğini korudu. Kavganın nedeni tam olarak bilinmese de dedikodulara göre olayın çıkış nedeni Gabo’nun Llosa’nın eşine yönelik yakışıksız olduğu tahmin edilen bir davranışından kaynaklanıyor. Fransızlar boşuna dememiş “Cherchez la femme!” yani Türkçe mealiyle, ‘olayların ardında hep bir kadın arayın!’ Dünya edebiyatının bu iki devi arasında yaşanan bu hayli magazinel olay bir yumruklaşma efsanesine dönüşmüştü. Ancak yakınlarda Doğan Kitap’tan yayımlanan Angel Esteban ve Ana Gallego imzalı “Gabo ve Mario: Sağlam Bir Dostluktan Yalnızlığa” adlı son derece zevkli biyografik çalışmada, Latin Amerika edebiyatının ‘60’lardaki patlamasından başlayarak Marquez ve Llosa’nın yıllar içinde nasıl örnek ve sağlam bir dostluk
Ed(b)edi düşmanlar!
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Gabo ve Mario” adlı kitap, Marquez ile Llosa arasında yaşanan ve belki de ‘en önemli yumruklaşma’ olarak edebiyat tarihine geçen kavgayı hatırlattı. Biz de hem dünya hem Türk edebiyatının iz bırakan, çok konuşulan kavgalarını bir araya getirdik... ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com
101
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/24/13
5:29 PM
Page 4
EDEBİYAT
647-milsanat-100-103
Birbirlerinin dostluklarından çok hoşlanan J.M. Coetzee ve Paul Auster mektuplarını kitaplaştırdılar.
Dost edebiyatçılar Edebiyatçıların tartışması da kavgaları da bitmez. Ama bir de dost olanlar var ki yazıyı biraz da onlardan bahsederek ağız tadıyla noktalayalım. Örneğin çok bilinen Goethe ve Schiller dostluğu gibi... Goethe dostuna öylesine hayranlıkla karışık bir sevgi duyar ki ölümünün ardından, incelemek üzere mezarından onun kafatasını dahi çalar! “Dr Jekyll ve Bay Hyde”ın yazarı İskoç Robert Louis Stevenson ile Amerikalı Henry James’in arasındaki sıkı dostluk da ikilinin neredeyse abartıya varan övgülerle dolu karşılıklı mektuplaşmalarından iyi bilinir. Shelley ve Byron’ın arasındaki inanç sorununa rağmen kurulan derin dostluğun bir benzeri Tolkien ve C.S. Lewis arasında görülmekle kalmaz, ikilinin birbirlerini beslemelerinden, benzer tarzda yazılmış “Narnia Günlükleri” ve “Yüzüklerin Efendisi” gibi başyapıtlar doğar. Flaubert ve Maupassant da birbirlerine karşı cömertlik dolu ve besleyici dostluklarıyla tanınırlar. Keza onlara çok benzeyen Ezra Pound ve T.S. Eliot dostluğu da... Beckett ise Joyce’a yönelik abartılı hayranlığıyla tanınır ki Beckett’tan günümüzün ideal dostları
olan Paul Auster ile J.M. Coetzee’ye uzanacağız. Beckett’la ilgili bir çalışma nedeniyle bir araya gelen ve birbirlerinin dostluğundan çok hoşlandıkları için bunu karşılıklı mektuplaşmaya dökmeye ve bu mektupları da bir proje olarak kitaplaştırmaya karar veren Auster ile Coetzee’nin sağlıklı dostluk ilişkisi, pek çok edebiyatçıya örnek olacak, ders verici nitelikler taşıyor. Can Yayınları’ndan çıkan “Şimdi ve Burada”da okuduğumuz bu mektuplar aracılığıyla, iki parlak yazarın, her şeyden önce iki değerli entelektüelin birbirlerine duydukları zarif dostluğun hem özel hayatları hem de mesleki çalışmaları üzerindeki etkilerini okumak insanın gözlerini kamaştırıyor. Auster ve Coetzee, her şeyden önce ‘insanlığın belki de en değerli tezahürlerinden’ biri olan dost olma sanatına dair ders veriyor. Auster’ın Coetzee’ye yazdığı mektuplardan birinde dostluk kavramı üzerine şu sözlerinin üstüne söyleyecek bir şey yok gibi: “Hiçbir zaman göründükleri gibi olmayan aşk ve politikanın aksine, dostluk olduğu gibi görünür. Dostluk saydamdır”. Peki ya düşmanlık?
la kalmazlar, Mailer Vidal’e kafa da atar. Vidal’in tepkisi ise o kafayı aynen geriye iade etmek olacaktır! Bu Mailer’ın ilk vukuatı değildir. Daha önce karısıyla dalga geçtiği gerekçesiyle 1958’de de romancı William Styron’ı yumruklamış, Vidal’den sonra ise 1979 yılına dek Truman Capote ile bir çekişmeyi sürdürmüştür. Ya Tolstoy’un Turgenyev’i bir zamanlar düelloya davet etmiş olmasına ne demeli? Yalnızca Tolstoy ve Turgenyev’in değil, Dostoyevski’nin de dahil olduğu üçlü kavgalarına? Ve hatta daha da ‘ateşli’si var. Verlaine, Rimbaud’yu iki kez silahla yaralamıştır! Fiziksel şiddete dökülmese de edebiyat tarihinde efsane olmuş başka çekişmeler ve kavgalar da var elbet. Örneğin varoluşçuluğun babaları olan Sartre ve Camus’nün dostluklarının giderek büyük bir fikirsel düşmanlığa dönüşmesi gibi... William Thackeray ile Charles Dickens’ın arasındaki husumet de iyi bilinir. Bir zamanlar iyi dostlar olarak bilinen ikiliden Thackeray, başarılarının Dickens’dan geride kalmasını kıskanır ve hakkında hoş olmayan dedikodular yaymaya başlar. Hatta bununla da kalmaz, Dickens’ın karısıyla da sağda solda görülür! Bir de düşmanlığın verimli sonuçları var. Örneğin 18. YY.’ın eşiğinde rakibi Mateo Aleman’ın eseriyle kazandığı başarıyı kıskanıp, hırs yapan Cervantes’in “Don Kişot”u yazıp, bugün romancılık tarihinin başyapıtlarından birini ortaya çıkarmış olması gibi!
NAİPAUL’ÜN İLK VAKASI DEĞİL kurduğuna, ancak zamanla önce değişen politik fikirleri ve son olarak da şu esrarengiz yumruklaşma olayı nedeniyle bu kadim dostluğun nasıl keskin bir düşmanlığa dönüştüğüne şahit oluyoruz.
“DON KİŞOT”U DOĞURAN HIRS Edebiyatın yegane düşman kardeşleri ve tek yumruklaşma olayı onlarınki değil. Malum edebiyatçılar hayli duygusal olur ve sevdiler mi tam sever, sildiler mi de tek kalemde siler! Gabo’nun yazarlığının en büyük ilham kaynaklarından birinin Ernest Hemingway olduğu iyi bilinir. Hatta bahsettiğimiz kitapta ikisine dair hoş bir seMilliyet SANAT Şubat 2013
lamlaşma anekdotu da anlatılıyor. İşin ilginç yanı edebiyat tarihinin en çok konuşulan bir diğer yumruklaşma hadisesi de Hemingway’e ait. Hemingway ve Wallace Stevens, Hemingway’in Wallace’ın kendisi hakkında ileri geri konuştuğunu duymasıyla Florida sokaklarında kapışmakla kalmamış yumruklaşmışlar da. İşin ilginç yanı çenesine yumruğu yiyen taraf Hemingway olmuş! Neyse, ne derler bilirsiniz, “Hemingway’in kiminle kavga ettiği değil, kiminle etmediği asıl haber değeri taşır.” Peki ya 1971 tarihli bir ‘şiddet’ olayına ne demeli? Gore Vidal ve Norman Mailer katıldıkları bir TV programında tartışmak-
102
Bunlar hayli kişisel nedenlere dayanan kavgalardı. Bir de birbirlerinin eserlerine dair yaptıkları eleştiriler nedeniyle kavgaya tutuşanlar var. Bunların içinde en ünlülerden biri bir zamanların yakın dost olan, ancak sonradan neredeyse yumruk yumruğa gelecek (Nabokov’un Puşkin’in “Yevgeni Onegin”e dair çevirisi üstüne bir eleştiri nedeniyle) Vladimir Nabokov ile eleştirmen Edmund Wilson olmuştur. Bir de 2008 yılını sallayan Fransa’dan bir düşmanlık vakası var ki bu hikaye de Gabo ve Mario’nunki gibi bir kitap doğurdu! Bu kavganın kahramanları romancı Michel Houellebecq ile filozof Bernard-
647-milsanat-100-103
1/24/13
5:29 PM
Page 5
Henri Levy arasında yaşandı. İkilinin birbirlerine ağır hakaretler içeren sözlü saldırıları daha sonra aynı üslupta, karşılıklı gidip gelen mektuplara da taştı. Peki ya sonuç? İki Fransız entelektüel kavgalarını dahi kitaplaştırmayı başardı ve bu mektuplardan oluşan “Public Enemies” adlı bir kitap yayımladı! Ve gelelim daha da yakın tarihli edebi hesaplaşmalara... V.S. Naipaul ve Theroux arasındaki çekişme yakın bir tarihte, tarafların Hay Festival’de birbirlerinin elini sıkmasıyla mutlu sona ulaştı. 15 yıllık küskünlüğün görünen nedeni, ‘90’lı yılların ortasında, Theroux’nun Naipaul’e ve ilk karısı Pat’e imzaladığı kitabının ilk baskısını Trinidadlı yazarın 1500 dolara satışa çıkarması. Gölgede kalan nedeni ise Naipaul’un, Theroux’nun eşiyle ilişkisi olduğundan şüphelenmesi... Evet, ne demiştik “cherchez la femme!” Tarafların buluşmasının mimarlarından biri olarak Ian McEwan’ın hakkını da yemeyelim bu arada. Öte yandan bu Naipaul’ün ilk vakası değil. Daha önce de bir diğer Karayipli yazar Walcott ile bir geçimsizlik yaşamış, Karayipler’de İngiliz taraftarı olarak bilinen Naipaul’ün, Karayiplerin bağımsızlığını savunan Walcott’un yeteneğini aşağılamasının cevabı Walcott tarafından yazılan bir şiir olarak gecikmemişti. Bir de twitter üzerinden yaşanan kavgalar var. Bunların en öne çıkan iki ayrı örneği ise Bret Easton Ellis ve Allain de Botton’a ait. Ellis, tuhaf bir şekilde twitter’dan, hakkında yazılan son biyografiyi bahane ederek David Foster Wallace hakkında atıp tutmaya başlıyor ve onu sahtekarlıkla suçluyor, edebi değerinin fazla abartılmış olduğunu iddia ediyor! Öte yandan Alain de Botton ise hakkında kötü eleştiri yazan bir eleştirmen için eleştirmenin web sitesine gecenin bir yarısı şu yorumu gönderiyor; “Senden ölene dek nefret edeceğim ve bundan sonraki tüm kariyer hayatın için de kötü şanslar dilerim!” Son olarak çok yakın tarihli ve hayli ses getiren bir barışma haberinden bahsedelim. ‘Olayların yazarı’ Salman Rushdi ve John Le Carre arasındaki 15 yıllık küskünlük geçtiğimiz aylarda barışla son buldu. Hürriyet’in haberine göre, iki yazar, Carre’ın “Şeytan Ayetleri”nin yazarı Rushdie’yi ‘dine hakaret ederek kendini aziz konumuna yükseltmeye çalışmak’ ile suçlaması, Rushdie’nin buna “Kendini beğenmiş g.t” yanıtını vermesi üzerine küsmüşlerdi. Küskünlüğü bitiren süreç, geçtiğimiz aylarda Rushdie’nin Cheltenham Edebiyat Festivali’nde Le Carre’ın yazarlığına hay-
Nazım Hikmet, gençliğinde ilk şiddetli eleştiriyi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan (üstte) aldı.
ranlığını, “Tinker Tailor Soldier Spy”ın mükemmel bir roman olduğunu söylemesi ile başladı. Aralarındaki kavgaya da değinen Rushdi “Keşke hiç olmasaydı,” diyerek kapıyı araladı. Peki barıştılar da Rushdie rahat mı durdu sanıyorsunuz? Hayır, tabii ki! Rushdie, çok geçmeden kendisine yeni bir hedef yazar buldu ve Mo Yan’ı sansürcülükle ilgili görüşleri nedeniyle topa tutmaya başladı. Peki dünya edebiyatçıları kavgaya tutuşur da bizimkiler hep barış içinde mi yaşar sanıyorsunuz? Tabii ki hayır! Türk edebiyatında ilk edebi polemik, Tanzimat dönemi edebiyatının birinci kuşak sanatçılarından Şinasi ile Sait Bey arasında çıkar. “Mesele-i mebhzsetü anha” olarak edebiyat tarihimize geçen bu polemik, edebiyat dışında başlamış ve bazı tamlamaların yazımı noktasında edebi bir niteliğe bürünerek birkaç ay devam etmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı eserinin yayımlanmasından sonra eski edebiyat taraftarlarının yönelttikleri eleştiriler sonucu bir başka polemik doğmuştur. Bundan bir süre sonra da Recaizade Mahmut Ekrem ve Muallim Naci arasında “Zemzeme-Demdeme” kavgası yaşanmıştır. Servet-i Fünun döneminin en bilinen tartışması ise ‘klasiklerin çevrilmesi’ hakkında Ahmet Mithat öncülüğünde yaşanmıştır. Karşı cephenin başında ise Cenap Şehabettin vardır. Bu dönemin bir diğer önemli tartışması olan Servet-i Fünunculara yönelik ‘Dekadanlık’ mevzusunu da yine Ahmet Mithat açmıştır.
OKLARI ÜSTÜNE ÇEKTİ Ancak edebiyat tarihimizde hiçbir yazar yoktur ki Nazım Hikmet kadar tartışmalara hedef yapılsın! Önceleri gençliği ve yenilikçi fikirleri nedeniyle tüm eleştiri oklarını üstüne çeken Nazım Hikmet, yeteneği ve başarılarıyla göz doldurmaya başladıkça bu kez de onun şöhretinden yararlanmak isteyenler için polemiklere sokulmaya çalışıldı. Gençliğindeki ilk şiddetli eleştiri, gençliğine rağmen Babıali’yi ele geçirmesine
103
Hamdullah Suphi Tanrıöver Nazım’ın boyun eğmez yenilikçiliğine saldıranlar arasındaydı. Ahmet Haşim’in de yine Nazım’a yönelik uzun yıllara dayanan bir kini vardı. Nazım Hikmet ise tüm bu saldırılara karşı şiirlerle cevap vermekle yetindi. çileden çıkan Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından geldi. Karaosmanoğlu’nun “Bu gençler ekmek yerine saman karışık hamurla beslenmişlerdir,” şeklindeki seviyesiz ve niteliksiz saldırılarına ilk cevap verenlerden biri Peyami Safa oldu. İşin ilginç yanı Abdülhak Hamid taraftarları da Nazım Hikmet’e kıyasıya saldırdı, buna karşın Hamid bu tartışmalara hiç katılmadı, Nazım’la zarif bir dostluk dahi kurdu. Hamdullah Suphi Tanrıöver de Nazım’ın boyun eğmez yenilikçiliğine saldıranlar arasındaydı. Ahmet Haşim’in de yine Nazım’a yönelik uzun yıllara dayanan bir kini vardı. Nazım Hikmet ise tüm bu saldırılara karşı şiirlerle cevap vermekle yetindi. Öte yandan yıllar önce dostuna yapılan ilk saldırıda onun yanında durmuş olan Peyami Safa, yıllar sonra onun karşısına geçecekti. Yıllar önce övgülerle bezediği dostunu, en ağır eleştirilerle küçültmeye çalışan Peyami Safa’nın bu tuhaf tavrının altında, aslında kendi başarısızlıklarından duyduğu depresyonu atlatmak ve yeniden şöhret kazanmak için Nazım’ın şöhretinden yararlanmak adına polemik arayışlarına girmekten başka bir şey yatmaz. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
EDEBİYAT
647-milsanat-104-105
1/24/13
5:29 PM
Page 2
“Cin çarpmış gibi dolaşıyor insan yazarken” İlk öykü kitabı “Yağmur Kesiği” ile karşımıza çıkan Uğur Yücel, herkesin “Kitap yazıyorum,” diye kendini ortalığa attığı günlerde “Ben yazar değilim. Uçan bir halı üstünde gibiyim,” diyor. O da kahramanları gibi işte; deli güzel bir adam! SİBEL ORAL sibelo@gmail.com
UĞUR YÜCEL’İN ilk öykü kitabı “Yağmur Kesiği”ni çıkacağını öğrendiğimde bir başyapıt beklemediğim gibi ağdalı cümlelerle sayıklamalar da beklemiyordum tabii. O Uğur Yücel’di. Matrak, arızalı, meselesini kalbinden avuçlayıp süslemeden önümüze koyacaktı. Edebiyatın derdi biraz da dildir ya... Hani bazı öyküleri, romanları anlatmaya çalışırken “Çok şiirsel bir dili var,” deriz ya. Yok, ben hiçbir şey demiyorum, diyemiyorum. Öyle de değil, böyle de... Yücel’in kahramanları bana Edip Cansever’in Ruhi Bey’ini hatırlatıyor. Her seferinde de “Nasılım” diye soruyorlar sanki. Ve o tragedyalardaki gözü dönmüş ölüm ve hayat. Eski mahalleler, Boğaz köyleri, Ermeniler, Rumlar, Müslümanlar... Yanmış tavada pembeleşen istavrit balıkları, mahallelerin arka sokaklarından yükselen jilet sesleri... Eskiye, Uğur Yücel’in çocukluğunun mahallelerine hasret öyküleri bunlar. Bizim belki bilmediğimiz, filmlerde gördüğümüz, romanlarda okuduğumuz insanlar... Güzeller, deliler, arızalı ve Yücel her ne kadar ‘uydurdum’ dese de gerçekler. En az yazarı kadar hem de... Uğur Yücel’le tüm bu olan biteni konuştuk... ● Kitabınızı ilk kez gördüğünüzde ne düşündünüz? Hata aradım. Ben nerede hata yaptım diye düşündüm. Bu onu okşamayı ihmal ettiğim anlamına geliyor. Benim hiç kitabım olsun diye bir hevesim olmadı. O yüzden gençken çıkacak öyküler dede olacak yaşta çıktı. Bizim için filmin çıkmasıdır heyecan. Bununla tanışık değilim. Gün geçtikçe idrak ediyorum. Çünkü bir filmden daha çok teb-
Milliyet SANAT Şubat 2013
rik alıyorum. Daha pek anlamış değilim ne yerde tarih geçiyor sadece. Mesela Prostia halt yediğimi! Öyküleri diye ayırdıklarım mübadele öncesi Marmara Adası Prastos köyünde geçiyor. ● Nedir “Yağmur Kesiği”? Kapaktaki Daha doğrusu mekan olarak orayı ve adanın Ğ harfi yumuşak ama keskin kırmızı... Yağmur altında gırtlak kesiği. Usta işi bir her yerini hayal ettim. Tabii ki orada o yılkesik. Ölene acı vermeyecek bir kesik. Kır- larda yaşayanlara ne yetiştim ne de hikayelerini duydum. mızı Ğ harfi kan. ● Sanırım 1974 ve 1982 ● Öykülerde enstrümanyılları arasında yazdığınız larla karşılaşıyoruz. Müzik öyküler bunlar. O yıllardaki nasıl geliyor öyküye? Türkiye de pek iç açıcı deHayata baterist olarak ğildi; darbeler, yasaklar, başladım. Müzik belki de en kaybolanlar... Tüm bunlar yakın olduğum sanat. Beni dayazdıklarınızı nasıl etkileha çok müzisyen olarak tadi? nımlayan müzisyen arkadaşBir başka yere gitmek istilarım var. Yazarkense hem yordum hayalimde. 17 yaşıma çok sesli hem de çok görüntükadar çok mutlu olduğum lü bir atmosfere gidiyorum. muhitime. Orayı yıllarca süreBir inceden kendinden geçme cek bir senfoni gibi dinlerdim hali. Konuşan bulutlar, jartikendi kendime. Yazmaya başyerli rüzgarlar, gökyüzünde ladım. Ama konservatuara ilk kurulmuş yüksek manastırlar, girdiğim seneydi ve teatral bir “Yağmur Kesiği” takım adalar, koro halinde monolog hevesindeydim. HoUğur Yücel haykıran ağaçlar, yer dibi yacalarım Melih Cevdet Anday, Can Yayınları ratıkları... Bütün bu hadiseleSabahattin Kudret Aksal ve Fiyatı: 12 TL rin bir müziği de oluyor. Daha Yıldız Kenter’di. Mahalle çodoğrusu yazmayı müzik yapmak gibi hissediyorum. Küçük bir klavye cuğuydum ama onların varlığından heyecan duyacak kadar hayat bilgim vardı. Daha önama piyano solo gibi. Doğaçlama gibi. ce de birşeyler yazmıştım. Hatta oyun yaz● Köy, mahalle, muhit genel olarak ortak mekan. Küçük insanlar ve küçük mıştım Kadıköy Halkevi’ nde, Kuzguncuk mekanlar... Bu küçük mekanların öykü- Kültür Derneği’nde. Fakat hikayeye daldığımda uçuyordum sevincimden... Ama yalerinizde önemli bir yeri var... Muhit, engin denizler, yeraltındaki ge- rım bıraktım. Yıllar sonra sevdiğim kıza caçitler, kanalizasyonlar, mezarlıklar, otel ka olsun diye bitirdim. Sanki o hikaye köodaları, pavyonlar, lokantalar, meyhaneler, yümde tepesine kurulmuş bir aydınlanmacı bir yatak, bir pencere... Çan kuleleri mina- evin dinler tarafından yok edilişini anlatıreler... Bilmem ki oradan oraya cin çarpmış yorsa da aslında kara ruhun devletin içinde olduğunu hissediyordum. Çünkü biz gençgibi dolaşıyor insan yazarken... leri birbirine vurduranlar olmalıydı. Asıl o ● Öykülerdeki mekanlar, kişiler ve alışkanlıklar bana hepsinin 6-7 Eylül hissimde yanılmadım. Hâlâ o kara ruh teOlayları’ndan önce bir arada yaşadığı yıl- mizlenmedi ve ben keder içinde ölüp gideceğim. ları hayal ettirdi. ● Ülkenin gidişatı, toplumun değişim İçinde olmadığım eski zamanlar, yaşadığım şimdiye göre eski zamanlar, bir tek dönüşüm süreçleri sizin sanatınızı nasıl
104
647-milsanat-104-105
1/24/13
5:30 PM
Page 3
Oyuncu, yönetmen ve senarist Uğur Yücel’in ilk kitabı “Yağmur Kesiği” Can Yayınları’ndan çıktı.
“Bir zevk işi bizim ülkede edebiyat“
“Benim sanatım diyeceğim bir yer hissetmiyorum. Kendimce yerini yurdunu bulabilmiş biri değilim. Ruhsal anlamda kendimi yalnız ve mekansız hissediyorum. Gerçek olan tek şey oğlumun varlığı. O bana hayatı hatırlatıyor. Bir bağım olduğunu...” etkiliyor? Benim sanatım diyeceğim bir yer hissetmiyorum. Kendimce yerini yurdunu bulabilmiş biri değilim. Ruhsal anlamda kendimi yalnız ve mekansız hissediyorum. Gerçek olan tek şey oğlumun varlığı. O bana hayatı hatırlatıyor. Bir bağım olduğunu. Yoksa aklım başımda değil. ● Öykü kişilerinizi düşünürken genel bir tanımlama yapmam gerekirse tek bir şey söylerdim: “Deli-güzel.” Sizce nasıl insanlar? Ne güzelmiş yahu “deli-güzel”... Allah Allah bayağı bir hevesim kabarıyor yazar olmaya. Üzerinde tam da insanın canının çektiği lezzetler konuşuluyorsa korkacak bir şey yokmuş. Bir Rum arkadaşım vardı, çocuğu acayip korkutmuştu ailesi. Eğer kiliseye gitmezse cinler onu alıp bir koruya bir üç fıstığa vuracaklarmış. Bunlar köyün karşılıklı iki tepesi. Günlerce etkisinde kalmıştım. Neyse bu içine cin kaçmış insanların dünyası hayallerin başlangıcıdır belki de. Benzer korkular salınmış çocuklar büyüyünce matrak oluyorlar.
● Bana göre şiirli öyküler bunlar. Hem dili, hem okurda yarattığı duyguyla. Öykülerde sık sık Edip Cansever’in Ruhi Bey’ini, Cemal Süreya kadınlarını gördüm. Siz ne dersiniz? Okuyanda böylesi bir iz bırakıyorsa benim için fazla süslü ve hemen alıp da başa konacak bir yakıştırma değil. Ben şiir hiç yazmadım. Şiir karşısında şaşkınlığımı korurum. İki kelimenin vurgununu yaratmış adamlar onlar. Estağfurullah biz yerimizi biliriz. Ben kendime yazar bile demiyorum. Yazan biriyim. Şu kitaba gidip bir daha bakayım. ● Bir mesaj kaygınız olmadığını biliyorum ama bu kitaptan okura ne kalmasını isterdiniz? Güleryüzlü bir sükunetten sonra alemlere dalsınlar. ● Türkiye’yle ilgili bir roman yahut öykü kitabı yazsaydınız adını ne koyardınız? “Koma”. ● Hadi cümlenin devamını getirin... ‘Pek yakında sinemalarda’ olacak! MS
105
● Edebiyat sizi nasıl besliyor?
Besin anlamında sinema, edebiyat ve müzik çok yan yana gidiyor. Öncelikli olarak etkiyi müzikten alıyorum. Ortalama sadık bir edebiyat okurundan halliceyim. Bir sinefile yakınım. Müzikse, üzerinde ukalalık edecek kadar ileri gidiyorum bazen bir dinleyici olarak. ● Sinema ekip işi. Oysa yazmak insanı yalnız bırakan bir eylem. Sizin bu yalnızlıkla aranız nasıl? Uçan halıyla gezmek lafını çok ediyorum ama yazmak çok zevkli. Çünkü sayfa sayısı yok, bütçe sorunu yok, dakika derdi yok, fikri olan yan etkiler yok, şu gün teslim yok, pordüksiyona göre yazmak yok. En önemlisi bu yazdığımı nasıl çekerim derdi yok. Muhteşem... Ama anladığım kadarıyla bir zevk işi bizim ülkede edebiyat. Her neyse! Ben sıkça tekrarlayacağım gibi ne yazarım ne de o disiplinde biriyim. Oyuncu ve yönetmenim. Yazmak bir hobi. O yüzden disiplinim hiç yok. Havadan sudan etkilenip de yazanlardan da değilim. Şu müzik de diyemem. Kafa lazım önce. Yazıya oturma kafası. O da seyrek geliyor.
Milliyet SANAT Şubat 2013
EDEBİYAT
647-milsanat-106-107
1/24/13
5:54 PM
Page 2
“Aşk bir saplantıdır zaten” Uygar Şirin, sinema yazarlığı, senaristlik ve kısa film yönetmenliği sıfatlarının yanı sıra aynı zamanda da bir romancı. Şirin’in şarkılarla ilerleyen üçüncü romanı “Karışık Kaset” sık sık kesintiye uğrayan bir aşk hikayesine odaklanıyor. HAKAN GÜNGÖR gungorhakan@msn.com
SİNEMA YAZARI, senarist, kısa film yönetmeni Uygar Şirin bir kez daha edebiyat severlerin karşısında. Ümit Ünal’ın yönettiği “Ses” ve Umur Turagay’ın yönettiği “Karışık Pizza” senaryolarıyla dikkat çeken Şirin üçüncü romanı “Karışık Kaset”te kitabın kahramanları Ulaş ve İrem’in çocukluklarında başlayan ve uzun aralıklarla devam eden ilişkilerini ele alıyor. Bir yandan da müziğe tutkuyla bağlı biri olan Ulaş’ın müzik yazarı olma serüvenini anlatıyor. 3 yılda tamamladığı kitabında mizahi unsurların yanı sıra ölüm ve ayrılık gibi trajedilere de yer veren Şirin, insanı asıl düşündüren şeylerin bunlar olduğunu belirterek, “İnsan mutluyken acaba bende ne yanlış diye düşünmez,” diyor. Şirin, sık sık kahkahalarla kesilen sohbetimizde “Karışık Kaset”i senaryo olarak yazmayı da denediğini söylüyor. Yeni kitabının heyecanı içindeki Şirin’le romanlara, sinema sevgisinin nasıl başladığına ve hayata dair keyifli bir söyleşi yaptık. ● Kitap kafanızda ilk olarak nasıl şekillendi? ‘Karışık kaset’ meselesi aslında 20 yıl öncesinde kaldıysa da, farklı şekillerde devam ediyor. Örneğin ‘playlist’ şeklinde hâlâ insanlar birbirlerine karışık kasetler yapıyor. Karışık kasetler genellikle kitapta olduğu gibi aşk ya da başka bir duyguyu ifade etmek için yapılıyor. Şunu düşündüm; zaman değişiyor, insanın hayatına başka birileri giriyor. Fakat karışık kaset verme eğilimi devam ediyor. Bunun üzerine düşünürken; bir şekilde öyle bir hayat denk gelseydi ki, karışık kasetler hep aynı kadına verilseydi sorusu aklıma takıldı. Romanın başladığı yer bu düşünce oldu. ● Ulaş ve İrem hayatının üç evresin-
Milliyet SANAT Şubat 2013
duğunu 15 yaşımda anladım. de bir araya geliyor. ÇocukOndan sonra deli gibi film izluk ve ilk gençlik yıllarındalemeye başladım. Ulaş’ın şarkı ki karşılaşmalarda yaşanan defteri gibi benim de film def‘fiyasko’lara rağmen, üçünterim vardı. Gittiğim filmlere cü evrede her şey yerli yeri10 üzerinden not vermişim. ne oturuyor. O evrede neler Bir yıl kadar yapmışım bu oluyor da, bu ilişki mümmanyaklığı. Gittiğim her film, kün olabiliyor? hangi sinemada izlediğim veİnsan belirli evrelerde besaire... lirli şeyler öğreniyor. Zaten ● Peki siz de Ulaş gibi gepsikolojide de bunun karşılığı nel olarak beğenilenlere buvar; ergenlik, orta yaş, yaşlılık run kıvırıp kenarda köşede krizi gibi... Aslında ‘kriz’ kötü kalmışları övüyor ve tavsiye çağrışımlar yapıyor bizde ama “Karışık Kaset” ediyor muydunuz? kriz kelimesi de kötü bir şey Uygar Şirin Hayır, öyle bir şeyim yok. değil, kararla ilgili bir şey. O Kırmızı Kedi Yayınevi Ama sinemada belli taraflar zamanlar insanların bazı şeyFiyatı: 20 TL. var. Özellikle sanat sineması, leri anladığı ve kendisini değiştirdiği yıllara denk geliyor diye düşünüyo- ticaret sineması ayrımı gibi. Bunları oldum rum. Kitapta İrem bunu daha önce de yaşa- olası saçma buldum. Belli bir yerden sonra mış gibi görünüyor. 2010’da onu tanıdığı- türlerden herhangi birini doğrudan kötülemızda sanki bir şeyleri daha önce yaşamış gi- me gibi bir durumu reddediyorum. Bu da bi ya da anlamış gibi görünüyor. Ulaş, İrem’le çok değişti son dönemlerde. Benim gençliyaşadıklarından sonra bu noktaya geliyor. ğimdeki gibi değil. Eskiden bu duvarlar çok Buradaki en temel şey bence insanın “Benim daha kalındı. ● Ulaş, İrem’i yalnızca ilk aşkı olarak de huyum bu”, “Benim de kişiliğim böyle” diye geçtiği bir takım özelliklerinin aslında ba- aklının bir köşesinde bulundurmuyor. zı inatlar, dirençler, korkular olduğunu fark Onu uzun araların ardından her gördüedebileceği yaş tabii. Herkes için böyle ol- ğünde aşkını yeniden hissediyor. Bu aşk muyor ama biraz kendi kurduğunuz kişiliğin mı, saplantı mı? Cikletlerden çıkan sözler gibi bir şey arkasındaki gerçekleri görüyorsunuz. Sonuçta kişilik denen şey bir vitrin. Vitrinin ar- söyleyeceğim ama aşk bir saplantıdır zaten. kasındaki gerçeklerle insan karşılaşabiliyor. O yüzden her ikisidir de. Aşkın çok kutsalKitapta da özellikle yer verdim. Büyük traje- laştırılacak bir şey olduğunu düşünmüyodiler; ölüm, ayrılık gibi şeyler insanın karak- rum. Dediğiniz şey benim için kitabın terini anlamasında önemlidir. Çünkü hiçbi- önemli taraflarından biri. Bu tür takıntılar rimiz mutluyken “Acaba bende ne yanlış?” pek çok zaman insanın hayatında bir şeyin diye oturup düşünmüyoruz. Mutsuz olduğu- çaresi ya da bir eksiği kapatacak yama gibi muzda ne yazık ki böyle bir öğrenme yönte- duruyor. Bazı insanlar için paradır bu. Bazıları için işleri, meslekleri. Birçok insanın mimiz var. hayatında da aşk böyle. ● Ulaş çocukluğunda müthiş bir mü● Blogunuzda yazarların en sevdiklezik dinleyicisi. İlerleyen yaşlarda müzik yazarlığı yaptığını görüyoruz. Siz de ay- ri bölümü çıkarmaları gerektiğine dair nı zamanda sinema yazarısınız. Ulaş’la bir alıntı yapmışsınız. Bu ne anlama geliyor? Siz de çok şey çıkardınız mı romabenziyor musunuz? Evet tam olarak böyleydi. Ama ben si- nınızdan? Yazarlar çok sevdikleri şeyleri iyi yazanemayla uğraşan insanlara göre biraz geç başladım. Sinemanın çok acayip bir şey ol- mayabilir. Ya da iyi yazmalarına rağmen
106
647-milsanat-106-107
1/24/13
5:54 PM
Page 3
“Kitabı senaryo olarak düşünürken kim oynayabilir diye kafa yoruyordum. Ezgi Mola ve Umut Kurt’un oynadığını düşünmüştüm. Sonradan onların sevgili olduğunu öğrendim.” Ümit Ünal’ın yönettiği “Ses” ve Umur Turagay’ın yönettiği “Karışık Pizza” senaryolarıyla tanınan Uygar Şirin’in üçüncü romanı “Karışık Kaset” adını taşıyor.
“Daha az film beni heyecanlandırıyor” ● Bir sinema yazarı olarak hala bir filmi heyecanla izleyebiliyor musunuz, yoksa artık bir mesleki deformasyon söz konusu mu? Artık çok daha az film beni heyecanlandırıyor. İzlenen filmler artıp yaş ilerledikçe bu tür heyecanlar azalıyor ve ben bunu daha önce görmüştüm duygusu artıyor. “Bunda bu kadar heyecanlanacak ne var, bunu 20 yıl önce şu yapmıştı. 50 yıl önce bu yapmıştı” hissi artıyor. Ama sonuçta
metinde yeri yoktur, fazlalıktır ve yazarlar âşık olup metinde tutabilir. Yazılmış şeye âşık olunsa dahi gereksizse atmayı bilmek gerekir. Kitaptan birkaç sevdiğim bölümü çıkardım ben. Özellikle birini kaleme alır-
sayı azalsa da duygu değişmiyor. ● Son dönemde sizi heyecanlandıran yerli filmler hangileriydi? Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”, “Süt”,”Bal”ı.”Bir Zamanlar Anadolu’da”nın Türk sinemasında tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Biraz daha geriye gidersek Zeki Demirkubuz’un “İtiraf” filmini de ekleyebilirim. ken, kitabı bu bölüm için yazıyorum diye düşünmüştüm. Ulaş, Mazhar Alanson’la röportaja gidiyordu. Bayıldığım bir fikirdi. Sırf bu bölüm için Mazhar Alanson’un hayatını ezberlemiştim. Okumadığım, izlemediğim
107
şeyi kalmadı. Alanson için kitap yazacak kadar bilgi sahibi oldum. Ama kitapta olmaması gerektiğini gördüm ve olmadı. ● Bu roman pekala bir romantik komedi filmi senaryosu olabilirmiş. Düşündünüz mü yazarken? Hiç senaryo yazarı olarak başladığım bir şey roman olmadı ya da tam tersi hiç başıma gelmedi. Ama bunu yazarken düşündüm. Hatta bunu bir senaryo gibi de yazdım yarısına kadar. Sonra beğenmedim; romana sıfırdan başladım. Bundan sonra film olabilir ama. ● Kitabınızın sonunda Ulaş’la İrem’in hikayesi bir film oluyor. Ve bu kişileri Umut Kurt ile Ezgi Mola canlandırıyor. Neden bu isimler? Kitabı senaryo olarak düşünürken kim oynayabilir diye kafa yoruyordum. Ezgi Mola ve Umut Kurt’un oynadığını düşünmüştüm. Sonradan Ezgi Mola ve Umut Kurt’un sevgili olduğunu öğrendim. İnanamadım! Bu kadar tesadüf olabilirdi. O zaman kafamda çok kemikleşti iki isim. Sonra romana dönüp, roman içindeki film fikri ortaya çıkınca kaçınılmaz olarak Mola ve Kurt devreye girdi. Hatta o bölümü yazdıktan sonra onlara okuttum. Onlar da “Bizim için çok güzel bir şey,” dediler. ● Hayatınızın şu bölümüne bir karışık kaset yapsanız hangi şarkılar olurdu? Ulaş’ın kendine yaptığı karışık kasetin büyük çoğunluğu benimkinde de olurdu. “Ah Bu Ben” diye bir karışık kaseti var Ulaş’ın... Onun içindeki şarkıların çoğu olurdu. Şebnem Ferah şarkıları, “Ben Bir Mülteciyim” olurdu. Duman’ın “Paranoya”sı olurdu. Belki Demir Demirkan’ın “Göçmen” şarkısı olurdu... MS Milliyet SANAT Şubat 2013
EDEBİYAT
647-milsanat-108-109
1/24/13
5:45 PM
Page 2
Yaratmanın hazzıyla Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz, bilim-kurgu ve fantastik edebiyatın efsane isimlerinden Ray Bradbury’nin ilk dönem hikayelerinden biri olan “Eve Dönüş” Türkçede...
A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com
“EVE DÖNÜŞ”, geçtiğimiz yıl haziran ayında kaybettiğimiz, bilim-kurgu ve fantastik edebiyatın efsane isimlerinden Ray Bradbury’nin ilk dönem hikayeleri arasında yer alıyor. Tek bir hikaye ama tuhaf karakterleri, hüzünü ve mizahıyla yazarın kurmaca dünyasına girmek için mükemmel bir örnek. 22 Ağustos 1920’de, Illinois’te dünyaya gelen Bradbury, tam bir kitap kurduydu. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez kent kütüphanesini mesken tutmuş, Edgar Allan Poe, H. G. Wells, Edgar Rice Burroughs, Edward Stratemeyer ve Jules Verne gibi yazarlarla Tom Swift, Buck Rogers ve Tarzan gibi kahramanlarla genç yaşta tanışmış, hayal dünyası zenginleşmişti. Daha 11 yaşındayken, onları taklit ederek başladı yazmaya. Los Angeles’a taşındıklarında Holywood’la da tanışacaktı.
TAM ZAMANLI YAZARLIK Liseyi bitirdikten sonra bir süre gazete satıcılığı yaptı ama okumayı ve yazmayı hiç bırakmadı. Fanzinlerde yayımlanan ilk hikayesi “Hollerbochen’s Dilemma” oldu (1938). Ardından Los Angeles Bilimkurgu Cemiyeti’ne katıldı. Robert A. Heinlein, Fredric Brown ve Jack Williamson gibi ustalarla tanışması yaptığı işin ciddiyetini ve önemini daha iyi kavramasını sağladı. Nitekim 1942 yılında “Lake” hikayesinin satışından elde ettiği ilk telif ücreti olan 13.75 dolarını alacak ve ‘tam zamanlı’ yazarlığa kesin adımını atacaktı. Ancak kısa hikayelerini topladığı ilk kitabı “Dark Carnival” ancak 1947 yılında yayımlanabildi. “Eve Dönüş” hikayesi de bu kitabın içinde yer aldı. İlk romanı “Mars Yıllıkları”(1950) da aslında hikayeler şeklinde kaleme alınmıştı. Kitap yayımlandığında büyük övgü topladı. 1951’da yayımlanan “Resimli Adam” da çok beğenildi. Ancak Ray Bradbury’ye dünya çapında ün kazandıran romanı “FahrenheMilliyet SANAT Şubat 2013
it 451” oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse Ray Bradbury isminin, hikaye ve romanlarının ABD dışındaki tanınırlığı biraz da sinema sayesindedir. 1960’larda başlayan sinema uyarlamalarının en önemlisi, bir sinema klasiği haline gelmiş olan “Fahrenheit 451”di, François Traffault tarafından filme alınmıştı. Bundan sonrası başarılarla dolu tam bir ‘Amerikan Rüyası’dır; hayatının yaklaşık yetmiş yılını yazarak geçiren Ray Bradbury, 91 yaşında öldüğünde geride 30 kitap ve 600 kısa öykü, şiirler, tiyatro oyunları ve sinema senaryolarıyla görkemli bir miras bıraktı. Kitapları, otuz altı dilde sekiz milyondan fazla satan Bradbury, sayısız önemli ödülün sahibi oldu. Ve ayrıca; Apollo uzak mekiği Ay’a indiğinde, bir kratere Bradbury’nin “Dandelion Wine” romanına ithafen “Dandelion Krateri” denildi. Uzay aracı Curiosity’nin Mars’ta indiği yere ise projenin “Mars Yıllıkları”ndan ilham aldığı gerekçesiyle, Ray Bradbury’nin anısına “Bradbury Landing” adı verildi.
Ray Bradbury, 91 yaşında öldüğünde geride 30 kitap ve 600 kısa öykü, şiirler, tiyatro oyunları ve sinema senaryolarıyla görkemli bir miras bıraktı.
NE BİLİMKURGU NE FANTAZYA Hayal gücünü okuyarak geliştirmiş, 20. YY. insanının hayal gücünü ise yazdıklarıyla genişletmişti Bradbury. Daha önce sadece meraklısına hitap eden ucuz fanzinlerin uçuk kaçık maceralarından öteye geçmeyen bilimkurgu türünün ‘yüksek’ edebiyatın içine katılmasına büyük katkıda bulunmakla kalmamış çağdaşlarını ve genç kuşakları da etkilemiştir. Öte yandan kendisi her tür teknolojiyi kullanmayı reddeden bir adamdı. Otomobil kullanmadı, banka kartlarına el sürmedi, bilgisayarlardan ve internetten uzak durdu. Hatta “Fahrenheit 451” kitabına gönderme yaparak, elektronik kitapların yanık benzin gibi koktuğunu söyleyecekti. Bu nedenle “Fahrenheit 451”in e-kitap formatında yayımlanmasına uzun süre direnmiş, kitap Bradbury’nin ölümünden az önce e-kitap haline getirilmişti. Ray Bradbury’nin görme ve gördüklerinden yola çıkarak başka dünyalar hayal etme yeteneği övgüye değer. Bu nedenle hikaye ve romanları özellikle “Fahrenheit 451”hakkında zaman zaman aşırı yorumlar ya-
108
“Eve Dönüş” Ray Bradbury Çeviren: Elif Ersavcı İthaki Yayınları Fiyatı: 19 TL
pılmış; roman sansürcü zihniyetin, otoriter bir devlet aygıtının, toplumsal duyarsızlığın eleştirisi sayılmıştır. Oysa Ray Bradbury, kendisini bu romanı yazmaya televizyonun yazılı eserlere ilgiyi azalttığı yönündeki kaygıların yönlendirdiğini söylemekle yetinir. Kitapların yakılması bahsinde onu asıl etkileyen Nazilerin kitap yakma ayinlerinden ziyade İskenderiye Kütüphanesi’nin yanma hikayesidir. Söyledikleri “Fahrenheit 451”in değerini değiştirmiyor elbette. Tıpkı Marx’ın Balzac yorumu gibi; yazarlık bilinci siyasi bilincinin önüne geçebiliyor. İster bilimkurgu türünde olsun ister fan-
647-milsanat-108-109
1/24/13
5:45 PM
Page 3
Ray Bradbury, her tür teknolojiyi kullanmayı reddeden bir adamdı. Otomobil kullanmadı, banka kartlarına el sürmedi, bilgisayarlardan ve internetten uzak durdu.
tastik, Bradbury’nin ilgilendiği ne bilimdir ne de tuhaf yaratıklar. İnsana çevirir yüzünü; insanın kendi elleriyle yarattığı cehennemine... Zaten Bradbury’nin bu denli sevilmesinin önemli bir nedeni de bilimkurgu ya da fantastik anlatıları tekniğe, icatlara, zorlama kabuslara indirgememesidir. Ama hakkını teslim edelim; cehennem atmosferini çok iyi yaratır Bradbury; ‘korku öyküleri titretici, karanlık fantazileri esrarengiz, bilimkurguları merak duygusunun bir keşfi gibidir’. Yarattığı cehenneme, karanlık gelecek tasarımına rağmen çocuksu neşesi hiç eksilmez. Nasıl bu kadar mutlu olabildiği sorusu-
na ise “Hayatımın her gününü kendim için, yazmanın ve yaratmanın verdiği haz için çalışarak geçirdiğimden” yanıtını verecektir. Bradbury’den çok şey öğrendiğini ifade eden yazar Neil Gaiman, onunla ilgili anılarını aktarırken şunları söylemişti; “İnsanları gerçekten severdi. Dünyayı daha güzel bir yer olarak bıraktığı gibi, dünyaya daha güzel yerler bıraktı: Mars’ın kızıl kanalları ve kum-
ları, Ortabatı Cadılar Bayramı zamanları ve küçük şehirler ve kara karnavallar. Ve yazmaya devam etti. ‘Hayata baktığında görürsün ki her şeye verilecek cevap; sevgidir’ demişti bir söyleşisinde.”
‘ÖTEKİ’NİN DRAMI İşte bu söz, “Hayata baktığında görürsün ki her şeye verilecek cevap; sevgidir” ifadesi “Eve Dönüş”ten söz etmek için belki de en isabetli giriş cümlesidir. 1947 yılı O. Henry Ödülü’nü kazanan bu hikayesinde -yine Neil Gaiman’ın ifadesiyle- “Addams Ailesi tarzı yaratıklarla dolu bir dünyada onların arala-
109
rına girmeye çalışan normal bir çocuğu anlatıyordu. İlk kez birisi benimle doğrudan konuşan bir öykü yazmıştı.” Timothy küçük bir çocuk. Ailesiyle birlikte Cadılar Bayramı’nı kutlamaya, Avrupa, Asya ve Güney Amerika’dan gelecek konuklarını karşılamaya hazırlanırken o heyecanlı ama hiç de mutlu değil. Çünkü kendisi dışında bütün aile ölümsüzlerden-vampirlerden, hayaletlerden, doğa üstü güçlere sahip tuhaf varlıklardan oluşuyor. Timothy ise ‘basit’ bir ölümlü; kanatları yok, uçamıyor, dişleri keskin değil, kan ememiyor, gecenin karanlığından korkuyor, gündüzleri cilalı tabutlarda uyuyamıyor. Balo başladığında diğerlerine katılsa bile onların gülüşlerinden kurtulamıyor. Ama annesi oğlunu bir ölümlü de olsa seviyor, aslında diğerleri de öyle. Timothy onların içindeki ‘öteki’ ama onlar da dünyanın ‘ötekileri’. İşte bu sevgidir Timothy ve akrabalarını hayata bağlayacak, onları bir yabancı, öteki olmaktan kurtaracak olan... Bir çocuğu etkileyen bir hikaye, sanki çocuklar için yazılmış gibi bir hikaye ama asla sadece çocuklara mahsus değil. Bradbury bu fantastik hikayesinde öteki olmanın dram ını anlatıyor. Ancak böyle bir yorum yukarıda değindiğim ‘aşırı yorum’ tuzağına düşmek anlamına gelebilir. Çünkü Cadılar Bayramı’nın çocukluğunda bıraktığı izlerden esinlenerek yazmış hikayesini Bradbury. Hikaye kahramanları, isimleriyle birlikte aile fertlerinden alınmış. Kısacası fantazisinin ardında gelenek, pek çok cocuğun şenlik biçiminde yaşadığı bir bayram var. Ama hayalgücü onu bambaşka mecralara sürükleyivermiş. ‘Öteki’nin trajedisini yazmaya niyetlenmese, ‘öteki’ kavramını bilmese dahi, anlattığı hikaye ister istemez böyle bir seyir izliyor. Ray Bradbury “öteki” kavramını işlemiyor belki, ama küçük bir çocuğun farklılığından duyduğu üzüntüyü ve yalnızlığı yakalayarak onu sevgiye dayalı kendi felsefesinin ifadesine çeviriyor. Bradbury’nin karanlık dünyanın varlıklarını anlattığı “Eve Dönüş” Dave McKean’in illüstrasyonlarıyla daha da çarpıcı hale gelmiş. Ciddi, hatta hüzünlü bir hikaye barındırmakla birlikte, Bradbury’nin hemen her anlatısında öne çıkan mizah duygusundan yoksun değil. “Eve Dönüş”teki vampirlerin balo sahnesi, Roman Polanski’nin “Vampirlerin Dansı” filmi kadar eğlenceli öğelere sahip. Ama bir kez daha hatırlamakta yarar var; ne yalnızca güldürmeyi ne de korkutmayı hedeflemiş. “Eve Dönüş”te başkalarının elinde, hele ki popüler kültürde korku araçlarına indirgenen ‘öteki’lerin trajedisini kendine has bir atmosferde mizah ve ciddiyetle anlatan Bradbury, sevgiyi ve hayatın zenginliğini olumluyor... MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-110-111
1/24/13
7:17 PM
Page 2
NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN
yekta.kopan@gmail.com
twitter.com/yektakopan
24 Şubat’ta yapılacak olan Oscar töreninin perde arkası... Akademi’nin genç izleyiciyi yakalama çabası... Gecenin televizyon ekranından yansımayan yüzü...
Oscar, sadece sinema değildir!
James Franco ve Anne Hathaway
Geçen yılın en akılda kalan karelerinden birinde Angelina Jolie vardı.
Bu yılın sunucusu Seth MacFarlane, Emma Stone’la adayları açıkladı.
;
Oscar ödüllerinde öncelikle 10 Ocak günü yapılan adayların açıklanması törenine gidelim. Bu törende 1972 yılından beri ilk kez asıl törenin sunucusunu gördük. (1972’de de ödül töreninin ev sahipliğini yapmış olan Charlton Heston tarafından açıklanmış adaylar.) Bu yıl da adayları gecenin ev sahibi Seth MacFarlane, yanına Emma Stone’u alarak ve sıradan şakalarla bezenmiş bir sunumla açıkladı. Bu sunucuların seçimine ve aday açıklama töreninde de MacFarlane’in karşımıza çıkacak olmasına, izlenme oranları üstünden bakmakta fayda var. Milliyet SANAT Şubat 2013
Geçen yıl töreni sunan Billy Crystal, tecrübeli bir Oscar sunucusu...
Cameron Diaz kırmızı halıda...
110
647-milsanat-110-111
1/24/13
7:17 PM
Page 3
Son on yıldır Oscar ödül töreninin izlenme oranları dalgalı bir seyir izliyor. “Titanik”in zaferiyle sonuçlanan 1998’de bir rekor kırarak 57,25 milyon izleyiciyi ekran başına çeken ödül töreni, dünya üstünde 40-45 milyon izleyici aralığından aşağı düşünce yayıncı kuruluşta tedirginlik başlıyor ve bu dalgalanmanın önüne geçebilmenin çeşitli formülleri devreye giriyor. Hafıza tazelemek için son beş yılın ödül töreni sunucularına ve izlenirlik rakamlarına bakalım. ● 80. Akademi Ödülleri - 31.76 milyon izleyici - En İyi Film: “No Country for Old Men” (Sunucu: Jon Stewart) ● 81. Akademi Ödülleri - 39.94 milyon izleyici - En İyi Film: “Slumdog Millionaire” (Sunucu: Hugh Jackman) ● 82. Akademi Ödülleri - 41.62 milyon izleyici - En İyi Film: “The Hurt Locker” (Sunucular: Alec Baldwin & Steve Martin) ● 83. Akademi Ödülleri - 37.63 milyon izleyici - En İyi Film: “The King’s Speech” (Sunucular: Anne Hathaway & James Franco) ● 84. Akademi Ödülleri - 39.30 milyon izleyici - En İyi Film: “The Artist” (Sunucu: Billy Crystal) Görüldüğü gibi son beş yılda Billy Crystal gibi konunun uzmanı eski topraklardan Anne Hathaway-James Franco ikilisi gibi MTV kuşağının hayranlığını ellerinde tutan isimlere her tür sunucu tarzı denendi. Aday filmlerin sayısından salon yerleşimine, yayının süresinden kırmızı halı esprilerine kadar her tür yenileme yoluna gidildi. Aslında rakamlara bakınca durum kötü görünmüyor ama elbette izlenirlik oranlarının katlanarak artması arzulanıyor. Bu yıl da hem televizyonun hem sinemanın genç, izlenen, eğlendirici bir rol modeli, son beş yılın yükselen değeri sunucu olarak seçildi. Hem yayıncı kuruluş hem de Akademi, Oscar’a genç bir ilginin oluşması için ellerinden geleni yapıyorlar anlayacağınız. Bu çabanın sonuçlarını ve Seth MacFarlane’in nasıl bir ilgiyle karşılanacağını 24 Şubat’tan sonra öğreneceğiz elbette. Genç izleyiciyi hem ödül töreniyle hem de Hollywood’un yeni üretim dalgasıyla daha çok dirsek temasına sokmak Akademi’nin temel arzusu ve bu konuda meslek birliklerinin rolü oldukça belirleyici. Özellikle de 2012 rakamlarına göre 5 bin 783 üyesi olan Akademi’de, 1311 oyla en büyük grubu oluşturan Oyuncular Birliği’nin rolü. Unutulmamalı ki, Oscar ödülleri merkezi kucaklamak isteyen sektörün bir son-
;
Kendi cephemizden Oscar
Oscar gecesini bir de kendi Filmlerle ilgili yapılan yorumlar da cephemizden anlatmak isterim: kızdırır izleyenleri, yorum yapılmaması Gecenin Türkiye’deki canlı da... “Siz kim oluyorsunuz da falanca film yayınını gerçekleştiren NTV ve hakkında şöyle diyorsunuz,” mesajları benim de içinde bulunduğum havada uçuşmaya başlayabilir her an. Oscar sunum kadrosunun Kimileri iyice taraftar ruhuna bürünür ve cephesinden. Bu kadronun temel taşları kendi tuttuğu filmle ilgili olumsuz bir Tuğrul Eryılmaz ve Mehmet Açar’dan cümle duymaya dayanamaz hale gelir. oluşuyor. Bir de kırmızı halı bölümünü Bu arada bizler stüdyo ışıklarının altında yorumlamak için aramıza katılan yaklaşık yedi saat boyunca yerimizden modacılar var. Ama gecenin asıl sahibi, bir an olsun kalkmadan, kahve-çayla asıl yorumcuları, izleyiciler. İzleyicinin geçen saatlerde dinamik olmaya çalışırız. gerilimi daha kırmızı halı bölümünde Ödül aralarındaki bir gösteriyle ya da başlar; gördüğü her kıyafetle ilgili bilgileri senaryoda detaylandırılmamış bir hemen ister. En ufak bir yanlış bilgide sunucu şakasıyla uykumuz açılabilir. bile hemen mailler gelir, Tuğrul Eryılmaz’ın zeka sosyal medyada dolu cümleleri, Mehmet hareketlenme olur. “Siz Açar’ın zihin açan kırmızı dediniz ama yorumları, başta benim televizyonumda o Handan-Emrahelbise pembe görünüyor, Erma’dan kurulu olan ve biraz dikkat lütfen!” diyen yayını çekip çeviren izleyici yorumu ekibin enerjisi, NTV canlı hatırlıyorum. İzleyicinin yayın ekibinin işbilirliği önem verdiği, dikkatle olmasa sabahı nasıl izlediği bir geceyle ilgili görürüz bilmem. Ama gerilimini anlıyor ve saygı sonuçta sabahın ilk duyuyorum. O nedenle ışıklarıyla yayının sonuna söyleyeceklerim bir gelinir. “En İyi Film” Tuğrul Eryılmaz savunma gibi aşamasında bizim de algılanmasın. Bizim için heyecanımız artar, ne de yayın gecesi akşamüstü başlar, setin olsa bizim de gönlümüzden geçen bir hazırlığı, yayıncı kuruluştan gelen film vardır. Sonuçlar açıklanır; sunucu sayfalar dolusu senaryonun incelenmesi, kameraya “Önümüzdeki yıl görüşmek bu senaryonun akışına göre reklam üzere,” dedikten sonra yönetmenim aralarının saptanması falan filan... Ama kulağıma “İki dakikada toparlamamız yayın başladığı andan itibaren işler gerekiyor, yayın sarktı,” der. Tuğrul önceden çalışıldığı gibi gitmeyebilir; bir Eryılmaz, Mehmet Açar ve ben o iki dakikada ancak vedalaşırız; yayın biter. konuşmanın saniyelerle uzaması, Binadan çıkarken yeni bir haftanın ilk iş yayındaki kısa süreli bir kopukluk, gününde içeri girenlerle selamlaşırız. kırmızı halı geçişinde beklenmedik bir Sabahın köründe, insanlar işe giderken, duraksama ya da aniden oluşan otobüs duraklarına koştururken yoğunluk... Hepsi bizim yayınımıza üstümdeki takım elbiseye bakıp gülerim. yansır. Bu durumda yayında olacağımız Gece boyunca neler yaşandığını süre aniden uzayabilir veya kısalabilir. düşünürüm ve aklımdan hep aynı cümle Birilerinin sözünü yarım kesmek ya da geçer: Oscar sadece sinema değildir. uzatmasını istemek gerekebilir.
raki yıldaki üretimi için de belirleyici modeller sunuyor. Bu nedenle Jennifer Lawrence, Anne Hathaway gibi genç ve gençlerin ikonları adayların varlığı Akademi için önemli. Gerçekçi olalım; birçokları için sinemanın heyecanı olan Oscar, bazıları için
111
sadece sektörün popülerliğinin yükselmesi, yurt dışı satışlarının artması, yayın reklam gelirlerinin ikiye üçe katlanması, sponsorların mutlu olup daha çok yatırıma yönelmesi gibi anlamlara geliyor. Kısacası, Oscar sadece sinema değil. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-112-113
1/24/13
5:50 PM
Page 2
DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY
eceaksoy@gmail.com
Emekliliği yaklaştıkça İsmail’in endişeleri artıyordu. Ne yapacaktı? Karısı evde oturmasından, çiçeklerle, hayvanlarla ilgilenmesinden yanaydı ama çok iyi biliyordu olamayacağını. Günlerce düşündü. Buldu. Sokak satıcılığı. Ama ne?
Baaa-dem MEKTUPLARI adreslere dağıtırken, eğri büğrü sokaklarda dalgın yürür, arada ayakları taşlara takılıp sendelediğinde güvercin olmak istedi. Mavi kanatlı, kırmızı gagalı posta güvercini... Uçarak dağıtmak emanetleri... İsmail’in en sevdiği, “Posta!” diye bağırdığında açılan kapılardan çıkan insanların gözlerine o an oturmuş, renk renk meraklardı. Her birinden mavi, ela, siyah, yeşil ışıklar vururdu, elinde eğreti tuttuğu zarfa. Uzanan ele bırakır, öbür adrese yönelirdi. Kimsenin yüzüne bakmadığını düşünürdü. Postacı elbisesini çıkarsa, yolda karşılaşsalar tanımayacaklarından emindi. Hep yolda olmak isterdi. Yürümek. Çok yorulduğunda bir yere ilişip kalkması, kuşun aynı ağaçta başka dala konması kadardı. Tatil günlerinde, bölgesi olmayan sokaklarda dolaşır, akşam eve dönerken uzun, çapraz yolları denerdi. Her geçtiğinde başka şeyler söylerdi ona evlerin duvarları, seyrek akasya ağaçları, bazı sokaklarda çınarlar, erguvanlar, sokak çeşmeleri, okul dönüşü koşturan çocuklar...
Milliyet SANAT Şubat 2013
Karısı, İsmail’in mutlu olduğu şeyleri bildiğinden o eve gelinceye kadar bütün işlerini bitirir, kedileri, köpekleri doyurur, kümesindeki yaşlı horozlara, tavuklara akşam yemlerini atar, kafesteki muhabbet kuşlarının örtüsünü kaldırır, sefer tasına koyduğu yemeklerle hazır, beklerdi. İsmail, boşalmış meşin çantayı sofaya bıraktığı gibi el ele, deniz kenarındaki çay bahçesine yürürlerdi. Dışarıdan yemek getirmenin serbest olduğu bahçede de ikinci, üçüncü çayını, çay ocağından kendi alırdı. Hep ayakta, hep yolda. Uyuduğunda sevinirdi ayakları, bacakları. Uyandırmamak için hareket etmez, uzanır kalırlardı. Gece giren kramplarda bile acıya dayanıp, öylece geçip gitmesini beklerlerdi.
DAMAĞI ÇATLATAN LEZZET Emekliliği yaklaştıkça endişeleri artıyordu. Ne yapacaktı? Karısı evde oturmasından, çiçeklerle, hayvanlarla ilgilenmesinden yanaydı ama çok iyi biliyordu olamayacağını. Günlerce düşündü. Buldu. Sokak satıcılığı. Ama ne? Mal alıp satmayı beceremez. Kendi işi olmalıydı. Tepside birşeyler satabilirdi. Hafif, kahveci askısı gibi kapaklı bir tepsi içinde, içinde.... Kurabiye! Bulmuştu işte. Karısı anlatmamış mıydı üç dört gün önce, şehrin en güzel pastanesinin sahibi, apartmanların arasında büzüşüp kalmış evlerini satın almak için
112
onları ikna etmeye geldiğinde kendi yaptığı acı badem kurabiyesi ikram etmiş, adamın damağını lezzet çatlatmıştı. Öyle demişti pastaneci: “Sırrını ver, kurabiyenin sırrını, evden vazgeçtim.” Daha ne düşünüyordu ki. Acı badem kurabiyesi... Karısı yapacak, o satacaktı. Ama yıllardır, “Posta!” demeye alışmış, bu kurabiyenin de adı uzundu. Bir şey bulmalıydı; kısa, iki heceli, nasıl simit bile satanlar her türlü şekilde “Ak-şam - si-mit” diye anlaşılmayan sesler çıkarıyorlarsa o da bulurdu bir şey. Kendilerinin patronu (!) hamarattı karısı, bir saatte atardı onun gün boyu yürüyüp satacağı kurabiyeleri. Akşam çay bahçesinde sefertasındaki kuru köfte, patatesleri yerlerken anlattı karısına. “Bir ay kaldı emekliliğime oturamam ben. Oturursam ölürüm,” dedi. İkisi de yatar yatmaz uyuyamadı o gece. Sokak lambasının pancurlar arasından sızan ışığını ilk kez görüyorlardı oda duvarlarında. Kadın bütün gece bademi nereden alacağını düşündü. Evde kendileri için yaptıklarına benzemezdi bu. İyisini ve ucuzunu bulmalıydı. Sabah, postacı boş çantasını omuzuna asıp çıktığında, o da sağa sola baktı, ocağı kapayıp kapamadığını kontrol etti, sokak kapısını hızla çekip, çarşıya yürüdü. Yirmi liradan otuz liraya kadar bademler vardı leblebicilerde. Yirmi iki liralığın önünde durdu “Bu senenin mi?” diye sordu. Sinirlendi satıcı, eliyle onun az önce geçtiği yoldaki bembeyaz çiçekli ağacı işaret etti: “Ne bu senesi? Çiçekte daha. Aptal ağaç bu, kışın sonuna doğru iki gün güneş gördü mü inanır, patlatır çiçeklerini. Sonra bir kar, fırtına...” “Aptal deme güzelim ağaca. Bembeyaz, tertemiz çiçekleri var... Baharı
647-milsanat-112-113
1/24/13
5:50 PM
Page 3
müjdeliyor daha çok fakir fukaraya... Kömüre, oduna son. Bir dahaki kışa kadar.” Güldü bademci: “Ben sizi düşünüyorum. Güneşe kandığı seneler pahalı oluyor az diye...” Bir kilo aldı. Biraz küçüktü taneleri. Badem ağacının yanından geçerken uzanıp beyaz çiçekleri hafifçe okşadı.
BİR YÜRÜYÜP BİR UÇMAK Bir büyük bardak bademi bol suda 2-3 dakika kaynattı. Soğutup kabuklarını soydu. Kurulayıp blenderda un haline getirdi. Bademlerin içinde 6 adet acı badem vardı. Tencereye iki yumurta beyazı kırıp badem kadar pudra şekeri ekleyip karıştırdı. Badem ununu kattı. İyice karıştırıp ocağın üzerine koydu. Parmağı yanmayacak dereceye gelinceye dek karıştırarak pişirdi. Değişik bir şekil vermeyi düşündü. Kendilerine ait kurabiye modeli olmalıydı. Sıkma torbasına doldurduğu karışımı fırın tepsisine döşediği yağlı kağıdın üstüne ceviz büyüklüğünde sıktı. Yanına diğerine değecek gibi bir tane daha... 8 rakamı şeklinde oldu kurabiyeler. Fırını 140 dereceye ayarlayıp pembeleşinceye kadar pişirdi. Saatine baktı, akşam olmak üzereydi. Kurabiyelerden birini yağlı kağıda sardı. Sefer tasına ne koyacaktı? Badem unundan biraz kalmıştı. Geçen gün dolma yaparken ayırdığı ince kabağı buzdolabından çıkardı, rendeledi, biraz suyunu sıktı. Sadece yeşil kısmını ince doğradığı taze soğanı, yapraklarını eliyle parçaladığı üç dört sap maydanozu, bir çorba kaşığı unu, tuzu, yumurtayı ekledi. Bulamaçı kızdırdığı az zeytinyağında kızartıp kağıt havluya çıkardı. Yalnız bademli mücverle doymazlardı. Çay bahçesinin önüne gelen midyeciden dolma almaya karar verdi. Onlar da yakında sokakta kurabiye satmayacaklar mıydı? “Sokakta satan, sokaktan almalı,” dedi yüksek sesle. Mücverleri sefertasına koyarken gülümsedi. Postacı dalgın dolaştı bütün gün. Ayakları taşlara daha çok takıldı, daha çok sendeleyip güvercin olmak istedi. Tanrının insanlara kanatları çok gördüğüne içerledi. Bir yürüyüp bir uçmanın büyüsüne kapıldı. Uzaklar olmazdı o zaman. Dere kenarında, yemyeşil sesleriyle akan suya bakarak simidini yer, iki üç zar dağıtıp nar ağacının dallarında tüttürürdü sigarasını. Her akşam başka kıyılarda açarlardı sefertaslarını. Başka denizlere bakar, dağ yamaçlarından yabani çiçekler getirirdi sofralarına. Şehrin bütün mektuplarını
Bir büyük bardak bademi bol suda 2-3 dakika kaynattı. Soğutup kabuklarını soydu. Kurulayıp blenderda un haline getirdi. Bademlerin içinde 6 adet acı badem vardı. Tencereye iki yumurta beyazı kırıp badem kadar pudra şekeri ekleyip karıştırdı. Badem ununu kattı. İyice karıştırıp ocağın üzerine koydu. Parmağı yanmayacak dereceye gelinceye dek karıştırarak pişirdi.
dağıtır, her sokağına girip çıkardı. Ah Tanrısı ah! Güvercinler de uçmaktan çok sokaklarda, gagalarıyla yolları dele dele yürüyorlardı. Hem yürüyüp hem uçma lüksünü kuşlara daha layık görmüş, neden? Neden? Bu gün ilk defa “Posta!” dediğinde açılan kapılardan kılıç gibi uzanan merak renklerini farketmedi. Zarfı bırakıp öbür adrese gidiyordu. Uçma hayallerinden kurtuldukça “Kurabiye, kurabiye, badem, acııı” diye içine sesleniyordu. Bulamıyordu bir türlü uygun bağırma kelimesini. Gün boyu sokak satıcılarını inceledi; iki zarf arası. Ne giyiyorlar? En önemlisi buydu işte. Kırk yıl taşıdığı postacı kılığını çıkaracak, çıkaracak mı? Eyvah! Ne giyecekti peki? Rastgele bir pantalon, ceketle taşıyamazdı kurabiye askısını. Tatil günlerinde bile postacı kılığına benzer bir kıyafetle dolaşıyordu şehrin hiç görmediği sokaklarını. Giydiği içinde o oydu. Yatağa girerken başucundaki askıya kıyafetini asıyor, hemen yorganı çekiyordu üstüne. Yok yok, kıyafeti olmayan bir iş yapamazdı o. Dikkatle baktı sokak satıcılarına, kendi için, şimdi içinde olduğu renkte, şapkasında ‘kurabiye’ yazan, yok yalnız
113
K harfi olsa yeterdi bir kıyafet tasarlarken yine ayağı taşa takılıp sendeledi, daha çok sendeledi, daha çok güvercin olmak istedi. Masmavi kanatlı, gri kısa kuyruklu, kırmızı gagalı, gagasında kurabiye, yok olmaz, yerdi o kurabiyeleri, yiyecek olunca bütün adresleri unuturdu güvercin.
“POSTA GİBİ DEĞİL” Kıyafetini bulunca rahatlamıştı. Son gün postacı giysilerini teslim etmek için paketlemeden, kurabiyeci kılığını başucundaki iskemleye asıp çekecekti yorganı üstüne. Çay bahçesine doğru yürürlerken yarı yolda durdu karısı, elindekileri onun eline tutuşturup “Şimdi geliyorum. Yürü sen. Kuşların üstünden örtüyü kaldırmayı unuttum. Biz dönünceye kadar uyumasınlar,” dedi. Postacının elleri dolunca hâlâ omuzlarında asılı duran çantasını fark etti. Unutmuştu eve bırakmayı. “Olsun,” dedi “Daha kaç gün taşıyacağım ki?” Sefertasını içine koyup denize doğru yürüdü. Midye dolmalarını yerlerken kocasına yaklaştı kadın. “Buldun mu?” “Neyi buldum mu?” “Neyi olacak, nasıl bağıracağını.” Canı sıkılmıştı İsmail’in: “Yok be hanım. Bütün gün içime seslendim durdum. Güzel gelmedi. Posta gibi değil hiçbiri...” İskemlesini öne çekti, eğildi: “Ama kıyafetimi buldum. Buldum ama ısınamadım, nasıl bakıcam o kılığın içindeki adama?” “İlahi” deyip kocasının çay bardağındaki parmaklarını tuttu: “Sen sensin ayol, giydiğinle mi?” “Öyle deme... Öyle deme...” Kadın biraz kırgın iskemlesine yaslandı: “Ben seni sevdim, kıyafetin içindeki adamı değil. Madem kendini bu kılığın içinde beğeniyorsun, bir gün de bana bir zarf getirseydin.” Tekrar yaklaştı kocasına: “Boşver şimdi. Ben buldum.” İsmail boştaki elini çantasının üstüne koydu, merakla: “Ne?” “Pooos-ta demedin mi kırk yıldır. Şimdi de baaa-dem diyeceksin. Baaaa-dem. İki günde öğrenirlerdi bu sesin altındaki lezzeti. İlk alanlara da para üstü verirken acı badem kurabiyesi olduğunu söyleyiverirsin.” İsmail çantasını omuzundan alıp iskemlenin arkasına astı. “Baaaa-dem, baaa-dem” deyip duruyordu. Karısının yağlı kağıda sarıp getirdiği kurabiyeye hayran hayran bakarken... MS Milliyet SANAT Şubat 2013
EDEBİYAT
647-milsanat-114-115
1/24/13
5:50 PM
Page 2
Koşarken durulmaz Burcu Aktaş ikinci kitabı “Durmayalım Düşeriz” ile sıradışı bir mahalleye, eğlenceli bir maceraya götürüyor okuru; Yokuşpaşa mahallesinde kaybolan Asuman’ın izini sürüyor... BUKET ÖKTÜLMÜŞ
BİR HAYLİ İLGİNÇ KİMSELER
buketok@hotmail.com
Bütün bunları, adı üstünde bir yer, Yokuşpaşa semti ile birlikte düşünün şimdi. Dik bir yokuşta kurulmuş, etrafı vızır vızır arabaların geçtiği otoyolla çevrili bu semt otoyolun yıllar geçtikçe genişlemesiyle hem HAYALCİ ÇOCUKLAR küçülmüş hem de sakinleri azalmış. UcuÖnce Asuman kaybolur. Hayal kurmakbucağı belirsiz şehrin bir köşesinde ve öyletan hoşlanan bu küçük kızın yokluğu babasine dik bir yokuşun üstüne kurulmuş ki Yosı ayakkabıcı İzzet’i, onun yüksek kuşpaşa, çocuklar, bol kosesli üzüntüsü de tüm Yokuşpaşuşturmalı oyunlarında şa’yı ayağa kaldırır. yokuş aşağı inerken durAsuman, bir ara, otoyol kenamanın yere çakılmaya yol rındaki çimenlikte görülmüştür. açabileceğini keşfetmekSabahın köründe orada ne yaptığı te gecikmemiş. Eskiden sorulduğunda su aygırları, göller zümrüt yeşili çayırlar ve ve ormanlardan bahsederek soruağaçlarla çevriliyken, yu soran yetişkinin ezberini fena şimdilerde o güzelim dohalde bozup kontağı kapatmasına ğa parçasının sadece hatıyol açmıştır. rası kalmış. Sonra Bakkal Osman’ın dükYetişkinlerin çoktan kân kapısı kaybolur. Bu, hayalci alışıp uyum sağladığı bu çocukların sırtını dayaması için semtle, Yokuşpaşa’yla, yapılmış sihirli bir kapıdır sanki. Burcu Aktaş’ın “Durma- “Durmayalım Düşeriz” Ceviz ağacından yapılan kapı aslıBurcu Aktaş yalım Düşeriz” adlı ronı, nereden geldiğini hiç unutmaDoğan Egmont manında karşılaşıyoruz. mış, kimseye de unutturmamıştır. Yayıncılık Semtin sakinlerine gelinBakkal Osman’ın bencilliğini telaFiyatı: 9 TL ce... Çoğu bir hayli ilginç fi etmek istercesine varlığını çokimseler: Zemin Kat Kecuklarla paylaşmıştır. mal mesela. Sonra, neredeyse zamanının taYokuşpaşalılar umursamadığı bu kapı, mamını pencerede geçiren, Yokuşpaşa’nın Asuman’ın en sevdiği hayal noktasıdır. Gene en eskisi Şaşa. Terzi Ferhunde ile oğlu Tah- Asuman’ın en sevdiklerinden, “Siyah, sarı ve sin. Bakkal Osman, eşi Aynur ile kızı Özge. beyaz tüyleri parıl parıl parlayan, yeşil gözleKırkambar adlı içinde neredeyse her şeyin ri yüzünde üzüm gibi parlayan”, güzel mi gübulunduğu enteresan dükkanın sahibi Şakir, zel kedi Meze’nin siyah bir kutu içine girmekulaklarını Trafik FM’e hibe ettiğinden si ve fakat çıkmaması ile Yokuşpaşa’yı etkileşüphe duyulmayan Cemil... Bir deri bir ke- yen kayıp zincirine bir halka daha eklenir. mik kalmış Ayakkabıcı İzzet ile kızı hayal “Durmayalım Düşeriz”, bir tür dedektif fabrikası Asuman... hikayesi gibi, gizemli biçimde gelişirken İşte bu yokuş ve üstünde yaşayan yetiş- beklenmedik felsefi tatlar da açığa çıkmaya kinlerin çoktan alışıp uyum sağladığı kentin başlıyor. Bakalım, yetişkinlerin yüreklerini yeni gerçekliği Aktaş’ın romanında okurla- körleştiren mantık, çocukların yürekleri ile rı çepeçevre sarıyor. Hayal gücüne yer ver- esneyip genişleyebilecek mi? meyen bir gerçeklik bu. Durmak, durup haİlk romanı “Çarpık Ev” ile -çocukyaller kurmak, düşme ile sonuçlanabilir. yetişkin fark etmez- bütün okurlarının kalBu yetişkinlerin pek sesleri çıkmıyor. Şi- bine yerleşen Burcu Aktaş’ın bu kitabı da kâyet etmiyorlar. Yaşayıp gidiyorlar işte. aynı etkiye sahip. Birkaç kalem darbesi ile Çocuklar içinse durum biraz farklı. Onlar kocaman dünyalar kuran usta bir yazarla hem bu duruma hâlâ alışamamış hem kırla- karşı karşıyayız diyebilirim. MS
UNUTULMAZ “Küçük Prens”i okurların başucuna sessizce bırakan St. Exupery, çok sevdiğim bir sözünde “Kişi ancak yüreğiyle görür. Göz, hiçbir şeyin özünü göremez,” der. Evet, gözler körleşebilir. Bu bilinen bir gerçektir. Peki ya yürekler? Yürekler körleşince ne olur? Bu nasıl bir gerçek, nasıl bir körlüktür? Zihnin yönettiği, katı, kuralcı, tekdüze ve tek tip yetişkin dünyalarının boğucu kıldığı bir hayat düşünün. Buranın sakinleri ‘aynı otobüste yolculuk eden’ fakat ‘göz göze gelmekten kaçınan yolcular gibi’ olsun; ‘herkes kendi hayatının yeterince zor olduğunu düşünüp bir başkasına yer açmak’ istemesin. Üstelik bu hayat evlerde, okullarda, mahallelerde, sokaklarda kaynaşan; varlıklarının tüm enerjisini oyunlarına-hayallerine aktaran çocuklara da dayatılmış olsun. Oyun-hareket-iletişim-paylaşım alanları giderek daralan çocukları düşünün sonra... Birbirine yabancılaşmış ebeveynleri gibi yaşamaları beklenen çocukları... Hayal gücünün kışkırttığı türlü biçimde oyun kurmanın yerini alan bilgisayar oyunları ile... Sokak eksenli koşturmaların yerini alan televizyon ya da bilgisayar ekranları ile... Çayırların, yeşilliklerin, ağaçların ve çiçeklerin yerini alan otoyollar ile... Bu yollarda seyreden araçlara her gün yenilerinin eklenmesi ile... Bu otoların dinmek bilmeyen homurtular ve havaya saldıkları egzoz gazları ile yarattığı kirlilik ile barışık yaşaması beklenen çocukları...
“Durmayalım Düşeriz”, bir tür dedektif hikâyesi gibi, gizemli biçimde gelişirken beklenmedik felsefi tatlar da açığa çıkmaya başlıyor. Milliyet SANAT Şubat 2013
114
rı özlemekten vazgeçmemiş hem de hayal kurmayı bırakmamış. İşte Yokuşpaşa, günün birinde alışmadık olayların sahnesi olur. Semtin çok renkli sakinleri de sahnede eksile eksile yerini almaya başlar.
647-milsanat-114-115
1/24/13
5:50 PM
Page 3
Yine de iyimserlik Araştırmacı-yazar Emin Karaca “Vaay Kitabın Başına Gelenler” adlı kitabında Türkiye’de kitap yasaklarının tarihçesini okurla buluşturuyor; yazar ve yayıncıların başına gelen olayları, birbirinden ilginç yasaklama öykülerini konu ediniyor. ORHAN TÜLEYLİOĞLU otuleylioglu@hotmail.com
ÜLKEMİZDE kitap her dönemde suçlu sayıldı. Bugün de sayılıyor. Siyasal çalkantıların, kitle hareketlerinin ve halkın iktidara karşı oluşturduğu muhalefetlerin tek nedeni olarak hep ‘kitap okuma’ etkinliği görüldü. Bunun sonucunda da ‘yasak kitap’ kavramı oluşturularak insanlara siyasal baskı uygulandı. Günümüzde de bir yandan kitap okuma şenlikleri düzenleniyor, bir yandan ise kitaplar suçlu bulunuyor, yargılanıyor, yasaklanıyor. Dünya edebiyatının önde gelen yapıtlarından “Fareler ve İnsanlar” ve “Şeker Portakalı”nın müstehcen bulunmasıyla yaşanan şok sürerken, araştırmacı-yazar Emin Karaca Türkiye’de kitap yasaklarının tarihçesini okurla buluşturdu. Karaca, “Vaaay Kitabın Başına Gelenler!” adlı kitabında yalnız kitabın değil yazar ve yayıncıların başına gelen olayları, birbirinden ilginç yasaklama öykülerini de konu ediniyor. 12 bölüm halinde hazırlanan kitap, ülkemizde matbaanın ilk kuruluşundan Tanzimat Dönemi’ne, Birinci Meşrutiyet’ten Abdülhamit Dönemi’ne, İkinci Meşrutiyet ve İttihatçılar Dönemi’nden Cumhuriyetin ilk yıllarına uzanan bölümle başlıyor.
İLK KİTAP SANSÜRÜ İlk kitap sansürü veya yasağıyla 1872 yılında karşılaşıyoruz. Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık adı altında yayımlamakta olduğu süreli antoloji ile Namık Kemal’in “Evrak-ı Perişan” kitaplarını yasaklıyor. Nâzım Hikmet’in 1929’dan 1931’e kadar birbiri peşi sıra yayımlanan 5 şiir kitabına birden “Halkı rejim aleyhine kışkırtmak” suçunu işlediği iddiasıyla dava açılıyor. Sonraki yılların yasakları; Atatürk aleyhine iş-
lenen suçlar başlayıp, “Bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde...”, “Müstehcen neşriyat...”, Halkın ar ve haya duygularını...”, Türk silahlı kuvvetlerini (ve Türklüğü) tahkir ve tezyif etmek”, “Devletin bölünmez bütünlüğünü...”, “Anayasanın tanıdığı kamu haklarını ırk mülahazasıyla kısmen veya tamamen kaldırmaya...”, “Allah’a, dine, peygambere, kutsal kitaba...” şeklinde devam ediyor. Bu davadan beraat eden Nâzım Hikmet, bundan sonra çok yasaklanan, yazdıklarından en çok ‘korkulan’ yazarı oluyor. Kitap, 1910’da yayımlanan Mehmet Rauf’un “Bir Zambak Hikayesi”nden, matbaadan kamyonlara doldurularak bir kireç ocağında yakılan Kazım Karabekir’in kitabına, Nâzım Hikmet’in anı-romanını yayımlayarak ‘komünizm propagandası’ yapmaktan yargılanan Mehmet Ali Ermiş’in duruşma salonunda ölümüne, Komünist Parti Manifestosu’nu yayımlamaktan 7.5 yıl ağır hapse, 5 yıl sürgün cezasına mahkum edilen Süleyman Ege’ye, “Kızılırmak” şiiri yüzünden 40 gün tutuklu kalan Hasan Hüseyin’e, Ho Şi Minh’in “Milli Kurtuluş Savaşımız”ı yayımlamaktan 18 ay ağır hapse, 6 ay sürgüne mahkum edilen Remzi İnanç’a, Rıfat Ilgaz’ın yasaklanan “Sınıf” adlı şiir kitabından, Nihat Behram’ın “Darağacında Üç Fidan”ına, Ada-
“Vaaay Kitabın Başına Gelenler” ülkemizin 150 yıllık kültür yaşamında, yasak kitapların şaşırtan, iç burkan öyküsü... En önemli tarafı yasaklayarak, yakarak bir kitabı yok etmenin olanaklı olmadığını anımsatması. 115
“Vaaay Kitabın Başına Gelenler” Emin Karaca Belge Yayınları Fiyatı: 30 TL
let Ağaoğlu’nun “Fikrimin İnce Gülü” romanından Kürşat İstanbullu’nun 12 Eylül darbesinde yaşananları anlattığı “Gözaltında Kaybolanlar”ına, Sevgi Soysal’ın TBMM’de tartışılan “Yürümek” adlı romanından Küçük İskender’in “666” kitabına kadar yasaklanan çok sayıda kitabın izini sürüyor. Aynı zamanda yazarlara ve yayıncılara açılan davaların tutanaklarını da gözler önüne seriyor. Kitabın sonunda İsmail Beşikçi ve Belge Yayınları bölümlerine, kısa öyküleriyle kovuşturmaya uğrayan kitaplardan seçmelere, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin raporuna, Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara yönelik yasak kitap listelerine, 1990’larda hapse giren yazarlara, yargılanan ya da para cezası ödeyen yayıncılara da yer veriliyor.
ORHON’UN İHBARI A.Kadir takma adını kullanan şair Abdülkadir Meriçboyu’nun yaşadıkları, kitapta dikkat çeken ilginç olaylardan sadece biri. 1938 Harp Okulu Davası’nda Nâzım Hikmet’le birlikte yargılanıp cezaya çarptırılan A. Kadir’in 1943 yılında yürüyüş dergisinde “Bir İnsan” adlı şiiri yayımlanır. Kendisi de bir şair olan Orhan Seyfi Orhon, A. Kadir’in bu şiirini ihbar eder. O sıralarda ilk şiir kitabı “Tebliğ”in basımıyla uğraşmakta olan A.Kadir doğal olarak ihbar edilen “Bir İnsan” şiirini de kitabına almıştır. Önce kitap toplatılır, şair kısa süre sonra gözaltına alınır. Sansaryan Han’ında bir hücreye kapatılır, dört gün dört gece susuz tutulur. Kitabı mahkemeye verilmez, şairine hiçbir savunma hakkı tanınmaz. Sıkıyönetim yetkilileri sadece ‘sürgün’ kararını bildirir. A.Kadir, dört buçuk yıl sonra, 1947 yılında İstanbul’a dönebilir. “Vaaay Kitabın Başına Gelenler” ülkemizin 150 yıllık kültür yaşamında, yasak kitapların şaşırtan, iç burkan öyküsü... En önemli tarafı yasaklayarak, yakarak bir kitabı yok etmenin olanaklı olmadığını anımsatması. Herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
1/24/13
6:10 PM
Page 2
VİTRİNE ÇIKANLAR
647-milsanat-116-117
“Tek Bacaklı Yolcu” Herta Müller Çeviren: Çağlar Tanyeri Siren Yayınları Fiyatı: 16 TL ROMAN Çağdaş edebiyatın önemli seslerinden biri olan Herta Müller, Romanya’dan Almanya’ya göçtükten sonra yazdığı bu ilk romanında yabancılaşmanın öyküsünü betimliyor. Yazarın kendi geçmişiyle paralelilikler de taşıyan “Tek Bacaklı Yolcu”, bir ülkeden diğerine, bir yaşamdan ötekine, bir kimlikten bir başkasına yapılan yolculukları, kolektif acıları, var olmanın imkansızlığını, kahramanı İrene’nin Romanya’daki bir kıyı kasabasından Berlin’e uzanan yolculuğu üzerinden anlatıyor. Yaşamını halen Berlin’de sürdüren Herta Müller, 2009’da ‘şiirin yoğunluğu ve nesrin doğrudanlığını kullanarak yurtsuzların dünyasını betimleme yeteneğiyle’ Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü.
Herta Müller
“Karadelik Güncesi”
“Neden Aşık Oluyoruz?”
Ali Teoman
Lucy Vincent
Yapı Kredi Yayınları Fiyatı: 36 TL ROMAN 23 Mart 2011’de kaybettiğimiz Ali Teoman, “Konstantiniyye Üçlemesi”nin ikinci kitabı “Karadelik Güncesi” ile tedirgin edici sanrılarla dolu bir dünyada uzun bir yolculuğa çıkartıyor okurlarını. Kitapta dava vekili İbrahim Nemrud ile birlikte avukatlardan tellaklara, dervişlerden bahçıvanlara birçok karakterle tanışıp, her birinin öyküsünü öğreniyoruz. Teoman’ın zaman ötesi bir İstanbul’da geçen, yeraltı dünyasının sırlarının anlatıldığı grotesk atmosferiyle dikkat çeken kitabı, fantastik kişilerle şaşırtan, ironiyle mizahı aynı potada sunan ilginç bir masal sunuyor okura.
“İstanbul’un Sandık Odası”
“St. Petersburg’da Yasak Aşk”
Selim İleri Everest Yayınları Fiyatı: 12,90 TL ANI
Mishka Ben-David
Selim İleri, “İstanbul’un Sandık Odası”nda artık mazide, kimilerimizin anılarında kalan İstanbul’a doğru bir yolculuk sunuyor. Kah ressamların İstanbul’unu anlatıyor Selim İleri, kah Hüseyin Rahmi’nin son durağı Heybeliada’yı. Romanlarda, şarkılarda, filmlerde kalmış İstanbul’u hatırlatıyor... “İstanbul’un Sandık Odası” sayesinde İbrahim Çallı’nın binbir renkteki çiçeklerini eserlerine taşıdığı bahçeleri, Ahmet Hamdi’nin İstanbul’unu, Halide Edip’un mor salkımlı Ihlamur’unu öğreniyoruz. Milliyet SANAT Şubat 2013
Çeviren: F. Kenan Zaimoğlu Aylak Kitap Fiyatı: 9,90 TL POPÜLER BİLİM Lucy Vincent, şimdiye dek hiç kimsenin cevap bulamadığı bir soruya cevap arıyor: “Neden âşık oluyoruz?” Her şey olağan ve seyrinde sürüp giderken ne oluyor da eskisi gibi düşünememeye başlıyoruz? Vincent bu kitabında, aşk denilen bu esrarengiz olayın nasıl cereyan ettiğini bilimsel araştırmalardaki en son gelişmeleri referans alarak okurlarına anlatmaya çalışıyor. Aşkın farkında olmadığımız yönlerini, tuzaklarını, işleyişini, hiç tükenmeyen büyüsünü ve komik yanlarını son derece akıcı bir dille ortaya koyuyor.
116
Çeviren: Nita Kurrant Koton Kitap Fiyatı: 27 TL ROMAN Roman, geçmişine sırtını dönerek son mutluluk şansının peşinden giden bir Mossad ajanının hikayesini ele alıyor. Gizli ajanın senelerce sakladığı büyük sırrı yüzünden evliliği mahvolmuştur. Kanadalı işadamı kimliğine bürünür ve kitapçı bir kadına aşık olur. Artık sevgilisiyle sakin bir hayat sürmek ister. Ancak güçlü kuvvetler peşlerini bırakmaz... Mishka BenDavid romanında casusluk hayatının zorluklarını, ayakta durmaya çalışan bir aşkla harmanlıyor.
647-milsanat-116-117
1/24/13
6:10 PM
Page 3
“Buruktur Gece”
“Ben Sinan” Mehmet Coral Doğan Yayınları Fiyatı: 23 TL ROMAN
F. Scott Fitzgerald Çeviren: Püren Özgören Everest Yayınları Fiyatı: 19 TL ROMAN F. Scott Fitzgerald’ın kendi evliliğinden izler taşıyan otobiyografik romanı “Buruktur Gece”, yazarın 1934’te yayımlanan ve tamamlayabildiği son romanı olarak biliniyor. “Buruktur Gece”, tüm hayatını bir kadına adayan bir erkeğin adım adım tükenişini anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, Fransa’nın güneyinde geçen romanın kahramanları Dick ve Nicole Diver çiftinin dışarıdan bakıldığında imrenilecek bir evlilikleri vardır; oysa ki ilişkileri kimsenin tahmin edemeyeceği kadar çetrefillidir...
Osmanlı İmparatorluğu’nun baş mimari Sinan, ismi pek çok padişahtan daha fazla anılan biri... Süleymaniye Camii’nden Selimiye’ye değin geçmişten günümüze eserleriyle hâlâ adından söz ettiren bir usta... Mehmet Coral, 2002 yılında yayımladığı “Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım” romanını 10 yıl aradan sonra tekrar kurguluyor ve Mimar Sinan’ın fırtınalarla dolu uzun yaşamını, aşklarını, gençliğini, mimarlığa ilk adımlarını anlatıyor. Kitap büyük bir sanatçının kişiliğini ve eserlerini ele alırken aynı zamanda yaşadığı yüzyılın olaylarını da ortaya seriyor.
“Madiba Büyüsü”
“Miguel” Alfredo Gomez Cerda
Nelson Mandela Çeviren: Avi Pardo Aylak Yayınları Fiyatı: 40 TL MASAL “Size kendi masalımı anlattım, güzel ya da değil, onu başka yerlere götürün ve başka masalların bana gelmesini sağlayın,” diyor Nelson Mandela “Madiba Büyüsü”nde çocuklar için Afrika’nın en eski masallarını bir araya getiriyor. Sinsi ve hain tavşandan kurnaz çakala, ormanın hakimi ve hayvanların armağan dağıtıcısı aslandan şifa gücünün simgesi yılana kadar pek çok kahramanın bir araya geldiği masallara Afrikalı sanatçıların çizimleri eşlik ediyor. Kitaptaki masalların yüzyıllar boyunca nasıl bir değişim geçirdiği de gözler önüne seriliyor.
Çeviren: Saliha Nilüfer İletişim Yayınları Fiyatı: 12 TL ÇOCUK Miguel’in herkesinki gibi bir hayatı vardı: Okul sonrasında arkadaşlarıyla maç yapıyor, akşamları televizyon seyrediyor ya da video oyunu oynuyor, hafta sonları ise anne babasıyla alışveriş merkezine gidiyordu. Ne var ki keyifli bir pazar günü alışveriş merkezinin otoparkında tanıştığı evsiz bir adam yüzünden tepek taklak oldu. Umursamaz tavırlı ihtiyar, birden kitaplardan, şiir okumayı ne kadar sevdiğinden söz etmeye başladı... Cerda’nın okuru başkalarını anlamaya çağırdığı bu kitabını Javier Zabala resimledi.
“Taş Üstünde Gül Oyması”
“Cephelerde Bir Ömür” Hazırlayan Ahmet Diriker İş Bankası Kültür Yayınları Fiyatı: 12 TL ANI “Cephelerde Bir Ömür”, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. YY.’ın son çeyreğinde doğan, Rusçuk’ta rüştiyeyi bitirdikten sonra Kuleli Askeri Mektebi’nde eğitim alan Tuğgeneral Ahmet Nuri Diriker’in anılarını bir araya getiriyor. Diriker, Kurtuluş Savaşı’nın önemli muharebelerinde komutanlık yapan bir isim. 1931’de emeklik olduktan sonra kaleme aldığı anılarında, Çanakkale’de komutanlığını yaptığı alayın harp ceridesi başta olmak üzere pek çok belge bu kitap sayesinde okura sunuyor.
Erendiz Atasü Everest Yayınları Fiyatı: 10 TL ÖYKÜ Erendiz Atasü’nün ilk kez 1997 yılında yayımlanan ve aynı yıl Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, 1998’de ise Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandığı “Taş Üstünde Gül Oyması” adlı kitabında yer alan öyküleri Trabzon’daki bir mezar taşından Mısır piramitlerine uzanıyor. 7 öykünün yer aldığı kitapta Atasü, geçmişten bugüne ulaşan insan emeğinin ürünü olan eserleri birer metin gibi okuyor; taşı ve sözü yontanların sabırlı, ıstıraplı emeğini, sanatta ve hayatta geçici olanla kalıcı olanın iç içeliğini dile getiriyor.
117
Milliyet SANAT Şubat 2012
647-milsanat-118-119
1/24/13
5:56 PM
Page 2
İAŞE HÜLYA EKŞİGİL
heksigil@yahoo.com
Brokoli, Türkiye’de 20-25 yıldır boy gösteriyor. Ama bu süre bağımlılarını da, nefret edenlerini de yaratmak için yetti de arttı bile. Brokoli yararlı sebzeler arasında baş köşede oturuyor.
Sofraların yeşil çiçeği
brokoli “Eğer bir şeyi vardan yok edebilecek olsaydım, Hitler’in annesini, silahları ve brokoliyi yok ederdim.” “Lost” dizisinden Dominic Monaghan MONAGHAN gibi düşünenlerin sayısının hiç de az olmadığına eminim. G.W.Bush’un “... Annem zorla yedirirdi, artık ABD Başkanıyım, yemeyeceğim işte!” diye reddettiği, Gülse Birsel’in “Yalan Dünya”da “minyatür Japon ağaçları gibi” diye dalga geçtiği bu talihsiz sebzenin gönüllü avukatı olarak karşınızdayım. Çocukluğum brokoli yiyerek geçmedi. Türkiye’de bu sebzenin varlığı o kadar geriye gitmiyor, en azından ticari olarak. Şunun şurasında son 20-25 yıldır manav tezgahlarında, market raflarında boy gösteriyor brokoli ama bu süre bağımlılarını da nefret edenlerini de yaratmak için yetti de arttı bile. Enginar gibi, henüz çiçeği açmadan yenen bir çiçek olan bu bitkinin ana vatanı hakkında net bilgiler yok. Anadolu, İran, Kıbrıs yabani haliyle ilk yetiştiği yerler olabilir. Roma İmparatorluğu’ndan kalma, varlığının izleri sayılabilecek tarifler var ama o tariflerdeki bitkinin brokoli olup olmadığı net değil. Adının etrafında daima bir kavram karmaşası yaşanmış brokolinin. Kesin olan, İtalya’da yaygın olarak tüketildiği ve dünyaya da oradan yayıldığı.
YY. boyunca zaman zaman lahanayla zaman zaman karnabaharla karışıyor adı da varlığı da. İngiliz yemek yazarı Alan Davidson, ‘kafa karıştırıcı bir bitki’ olarak tanımladığı brokoli için, “Nedense manavların bir bakışta ayırmakta hiç güçlük çekmediği lahana, karnabahar ve brokoliyi tasnif etmekte botanikçiler büyük sıkıntı çektiler,” diyor. İngiltere’de yayımlanan 1724 baskısı Miller’s Gardener’s Dictionary ise ‘İtalyan kuşkonmazı’ olarak sınıflandırıyor bu bitkiyi. 1883’de, bugün de Fransa’nın önde gelen tohumcularından olan Vilmorin ailesinin bir üyesi ise brokolinin karnabaharın öncüsü olduğunu iddia ediyor. ABD’de, İtalyan göçmenlerin arka bahçelerinde yetiştirdikleri bir sebze olmaktan ileri gidemiyor uzun bir zaman. Bu kıtada bilinip yaygınlaşması yine İtalyan bir ailenin 1920’den sonra büyük çaplı üretime geçmesiyle oluyor. Oysa ‘Çiftçi Başkan’ lakaplı Thomas Jefferson’ın çok daha önce, 18. YY.’ın ikinci yarısında tuttuğu detaylı kayıtlardan, bahçesinde yetiştirmeyi sevdiği az bulunan sebze meyve
TALİHSİZ ÖRNEKLER Latince adı Brassica oleracea italica. Aynı aileye dahil olan sebzeler arasında karnabahar, pazı, lahana, hardal otu, turp, Brüksel lahanası ve Çin lahanası da var. İtalyanca çoğul bir sözcük olan broccolo lahananın çiçek açan tepe kısmı için kullanılıyor ve sürgün anlamına gelen broccoli de buradan türüyor. Eski kıtada tanınmaya başladığı 17. Milliyet SANAT Şubat 2013
118
tohumları arasında brokolinin de olduğunu öğreniyoruz. G.W. Bush’un tepinen bir çocuk kıvamındaki brokoli düşmanlığının tohumları ise baba Bush tarafından atılmıştı muhtemelen. Jefferson’ın bahçesinde brokoli yetiştirdiği tarihten 200 yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, 1990 yılında baba Bush, Air Force One’da brokoli servisi yapılmasını yasakladı. Ama orası Amerika, yöneticinin iki dudağının arasından çıkan Allah’ın emri sayılmıyor, brokoli üreticileri de dizleri titreyerek tarlalarına koşup hemen patates ekmeye başlamıyorlar! Birkaç gün sonra Sebze - Meyve Tarım Kooperatifleri, Beyaz Saray’a beraberinde brokoli çiftçilerinden çok sayıda mektupla birlikte 10 bin kilo brokoli yolladılar ve başkanı bu çok değerli sebze konusunda bir kez daha düşünmeye davet
647-milsanat-118-119
1/24/13
5:56 PM
Page 3
Brokoli mücveri
Brokoli mücveri brokolinin tadını yadırgayanların bile hoşuna gidecek.
ettiler. Dev nakliyeyi ailenin tek brokoli severi Barbara Bush teslim aldı ve gıda bankalarına dağıtılmasını sağladı. Bush ise “Brokolinin sağlığa olan yararlarını duydukça, tadının niye ilaca benzediğini daha iyi anlıyorum,” minvalli, zeka küpü yorumlar yapmayı sürdürdü. Bush ailesi daha çok brokoli tüketseydi dünyaya daha az zarar verir miydi bilemem ama brokolinin hakkıyla hazırlandığında sevilmesi çok kolay bir sebze olduğunu biliyorum. İflah olmaz sebze düşmanlarını ayrı tutarak iddia ediyorum, brokoli sofranızda şimdiye kadar yer almadıysa, nedeni ancak daha önce talihsiz örneklerini tatmış olmanızdır.
BUSH GİBİ OLURSUN! Satın alınma aşaması da hazırlanması kadar önemlidir brokolinin. Piyasada genellikle iki çeşidi satılır. ‘Calebrese’ denen ve adını İtalya’nın Calabria bölgesinden alan karnabahar benzeri, top başlı olanı ya da ‘Sprouting’ denen ve ufak ufak dalların üstünde kümelenen tomurcuklardan oluşan cinsi. Aslında Batı’da başka türleri de var ama henüz bizim tezgahlarımızda yok. Bunlardan ‘Romanesco’ karnabaharla brokolinin melezi gibi görünen, açık yeşil lezzetli bir tür. ‘Broccolini’ ise Çin brokolisi denen ama aslında bir tür pazı olan bitkiyle brokolinin melezi, tomurcukları ufak, bol yapraklı ve biraz daha acımsı bir tür. Çok daha ender rastlanmakla birlikte, mor ve beyaz türleri de var. Çinliler Batı’dan ithal ettikleri bu sebzeye İtalyanlardan sonra -İtalyan mutfağının kutsal kitabı “Silver Spoon”da tam 26 adet brokoli tarifi var- en çok hakkını veren millet. Çünkü brokoliyi öldürmeden, kıvamında pişirmeyi biliyorlar. Bu netameli sebzenin gerçekten de en çok ihtiyacı olan şey, kısa sürede pişirilmek. Can alıcı parlaklığını yitiren ya da dağılmaya başlayan
Malzemesi: ● Üç su bardağı dolusu ufak doğranmış brokoli ● 2 yumurta ● 1/2 su bardağı un ● 1/3 su bardağı rendelenmiş parmesan ● 1 diş dövülmüş sarmısak ● 4 yemek kaşığı zeytinyağı ● 4 sap ince doğranmış maydanoz ● 1 su bardağı çırpılmış süzme yoğurt ● 1 çay kaşığı limon suyu tuz, karabiber ve kırmızı pul biber Hazırlanışı: Saplarını soyup minik minik doğradığınız brokoliyi bir tatlı kaşığı tuz ek-
lediğiniz iki su bardağı kaynar suda üç dakika haşlayıp süzün. Bir patates ezici ya da çatal ile hafifçe, püre haline getirmeden ezin. O bir kenarda ılınırken bir başka kapta yumurtaları çırpın. Un, peynir, sarmısak, maydanoz, biberler ve tuzu ekleyin ve iyice karıştırın. Kalın tabanlı bir tavayı kızdırın, iki kaşık yağ ekleyip brokolili bulamaçtan birer çorba kaşığı dolusu tavaya koyarak hafifçe yassıltın. Bir tarafı kızarınca diğer tarafını da çevirip pişirin ve kağıt havlu serdiğiniz bir tabağa çıkarın. Gerektiğinde azar azar kalan yağı ekleyerek tamamını bu şekilde kızarttığınız mücverleri limon suyu ve az tuzla çırpılmış süzme yoğurtla servis edin.
İngiliz yemek yazarı Alan Davidson, ‘kafa karıştırıcı bir bitki’ olarak tanımladığı brokoli için, “Nedense manavların bir bakışta ayırmakta hiç güçlük çekmediği lahana, karnabahar ve brokoliyi tasnif etmekte botanikçiler büyük sıkıntı çektiler,” diyor. her brokoli ancak çorbaya dönüştürülerek işe yaratılabilir. Satın alırken dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar renginin koyu yeşil, tomurcuklarının sıkı ve çiçeklenmemiş, sararmamış olması. Sapların alt kısmında boşluk oluşmuşsa, bu da karta kaçtığı anlamına geliyor ve o saplar asla pişmiyor. Pişirmeden saplarının ucundan kesip biraz soymak iyi sonuç verir. Sapları halka halka doğrayıp iki dakika önceden pişirmek de, aşağıdan yukarı doğru derince bir çentik atmak da işe yarayan yöntemler. Buharda pişirmek üstün besin değerleri atfedilen bu sebzeyi, o değerleri koruyarak tüketebilmenin en garantili yolu. Az miktardaki su kaynayınca bir sebze süzgeciyle üzerine koyup kapağını kapayarak beş-altı dakika tutmak, zümrüt yeşili rengini parlatmaya ve brokoliyi dişe gelir kıvamda pişirmeye yetiyor. Hemen servis yapacağınız tabağa aktarıp sosuyla harmanlamalısınız. Benim favorim bir diş dövülmüş sarmısak, limon suyu, deniz tuzu, zeytinyağı, irice çekilmiş karabiber ve çok ince limon kabuğu rendesini karıştırarak yaptığım bir sosla tüketmek. Üzerine kavrulmuş dolmalık fıstık, ceviz, fındık vs. eklemek de çok yakışıyor. Makarna için pesto gibi sosunu yapmak, beşamel sos-
119
Brokoli, dünyaya İtalya’dan yayıldı.
la püreye dönüştürmek, omletlere katmak, kızgın tavada az yağ ve sarmısakla biraz kavurup bol karabiber ve parmesan serperek yemek de çok kolay ve leziz seçenekler. Ama ben yine de işi sağlama bağlamak için, brokolinin tadını yadırgayanların bile hoşuna gidebilecek bir tarif seçtim. Brokoli mücveri çocuklar da dahil evdeki herkesin severek tüketebileceği bir lezzet. Yine de işe yaramazsa, “Brokoli yemezsen, büyüyünce Bush gibi olursun!” diye korkutursunuz. MS Milliyet SANAT Şubat 2013
AYIN İÇİNDEN
647-milsanat-120-125
1/24/13
7:24 PM
Page 2
çocuklar için AJANDA ATÖLYE Atölyede, çocuklar, gençler ve aileler birlikte çalışıyor.
Modernlik üzerine atölyeler ● İstanbul Modern, 16 Mayıs’a kadar izlenebilecek olan “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisine paralel olarak, Eğitim Sponsoru Garanti Bankası’nın katkılarıyla çocuklar, gençler ve aileler için özel bir eğitim programı tasarladı. Modern Zaman Atölyeleri adını taşıyan programda katılımcılar müzenin uzmanları ile sergideki yapıtları inceliyor, izlenimlerinden yola çıkarak sanat çalışmaları yapıyor. Modern Zaman Atölyeleri’ne katılarak çağdaş sanat çalışmalarındaki mekan, zaman, ışık, simge, kimlik gibi kavramları eğlenceli sanat uygulamaları ile değerlendiren çocuklar, gençler ve aileler resimler çiziyor, arşiv çalışmaları gerçekleştiriyor ve bayraklar tasarlıyor.
Çocuklar için dinleti ● Türkiye’nin birçok şehrinde 200’den fazla temsil yapan “Öylesine Bir Dinleti” adlı müzikal oyunun minik izleyiciler için uyarlanan versiyonu “Çocuklar İçin Öylesine Bir Dinleti” bir kez daha İş Sanat’ta sahneleniyor. İlk ve ortaokul öğrencilerine yönelik yazılan oyun hem çocukları tiyatro, opera, bale ve klasik müzik gibi sanatın farklı dallarıyla tanıştırmayı hem de eğlendirerek hoşça vakit geçirmelerini amaçlıyor. Opera ve müzikallerden Milliyet SANAT Şubat 2013
TİYATRO ● Londra Polka Tiyatrosu’nun Abbey Çocuk Merkezi’ndeki ailelerle yaptığı ortak atölye çalışmalarıyla hazırlanan “ İçerisi Dışarısı” adlı oyun Akbank Sanat’ta. Yönetmenliğini Jonathan Lloyd’un yaptığı oyun 2, 9, 16 ve 23 Şubat’ta 11.30’da izlenebilecek.
“İçerisi Dışarısı” adlı oyun Akbank Sanat’ta.
● Pera Müzesi 10 Şubat’a kadar Yarıyıl ● Murat Altınok’un uyarlayıp yönettiği Tatili Eğitim Etkinlikleri düzenliyor. 4 “Oz Büyücüsü” adlı müzikli danslı oyun 14 yaş grupları için hazırlanan 3 - 24 Şubat tarihleri arasında saat programlarda çocuklar, “Nickolas 13.00’te TİM Fettah Aytaç Salonu’nda Muray Bir çocuklarla Fotoğrafçının buluşacak. Portresi” ve “Çöl ve ● Birbirinden Deniz Arasında Ürdün heyecanlı akrobasi Ulusal Güzel Sanatlar gösterileri, fanatik Galerisi’nden Bir köpeklerin futbol Seçki” sergilerini şovu, gezme fırsatı bulacak, köpekbalıkları, 1920’lerde New akıllı foklar ve York’taki en başarılı sevimli penguenler portre ve moda Atlantis Sirki ile “Köpekbalığı Dünyası Sergisi” şubat fotoğrafçısı olarak karşımızda. ayı sonuna kadar Trump Towers. bilinen, Macar asıllı Sirkav’ın Amerikalı fotoğrafçı Nickolas Muray’ın Türkiye’ye getirdiği Atlantis Sirki 10 ilginç fotoğraflarıyla, çağdaş Arap Şubat’a kadar İçerenköy Carrefour’da sanatından örnekleri izleyebilecek. olacak. (0533) 423 19 47 ● Dünyanın birçok yerinde sergilenen ve büyük ilgiyle karşılanan “Köpekbalığı KONSER Dünyası Sergisi” şubat ayı sonuna kadar Trump Towers Mall’ da ziyaretçileriyle buluşmayı bekliyor. 7’den 70’e herkese hitap eden, İstanbul Exhibitons ve Trump Towers Mall işbirliği ile Türkiye’ye gelen “Köpekbalığı Dünyası Sergisi”, okyanusların, köpekbalıklarının varoluş öyküsünü ve ekosistemde Dinleti, 17 Şubat’ta İş Sanat’ta. oynadıkları rolü anlatıyor. ● Kasımpaşa’daki çocuklara özel Turabi seçilen masallaştırılmış şarkılar ve Baba Kütüphanesi, her çarşamba masal aryaların miniklere teatral bir saatlerine ev sahipliği yapıyor. 5-6 yaş anlatımla sunulduğu “Çocuklar İçin Öylesine Bir Dinleti” 17 Şubat Pazar grubuna yönelik etkinlikte çocuklar günü İş Sanat’ta sahneleniyor. öğretmenler eşliğinde 12.30-13.30 saatleri arasında masallar dinliyor.
120
647-milsanat-120-125
1/24/13
7:24 PM
Page 3
şubat
REHBERİ
Aylin Örücü’nün “Transparan” sergisinde yer alan çalışma. 1 ŞUBAT CUMA
Galeri Eksen’de. (0212) 219 08 50
SERGİ ● Nejad Melih Devrim’in sergisi 23 Şubat’a kadar Galeri Nev’de. (0212) 252 15 25 ● Murat Tosyalı’nın segisi 26 Şubat’a kadar Mabeyn Galeri’de. (212) 261 60 60 ● Aylin Örücü’nün sergisi 5 Mart’a kadar
KONSER ● Academy of St. Martin in the Fields saat 20.00’de İş Sanat’ta. (0212) 316 10 83 ● Christian Wallumrod Ensemble saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Toy saat 21.30’da Salon’da.
121
(0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 2 ŞUBAT CUMARTESİ SERGİ ● Mustafa Tunçalp’in sergisi 10 Şubat’a kadar Oasis Nurol Sanat Galerisi’nde. Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/24/13
7:24 PM
Page 4
AYIN İÇİNDEN
647-milsanat-120-125
Tomatito, 8 Şubat’ta İstanbul Kongre Merkezi’nde. (0252) 317 00 02 ● Hale Karpuzcu’nun sergisi 17 Şubat’a kadr Türker Art’ta. (0212) 296 53 25 KONSER ● Ece Göksu saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Nekropsi saat 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü” saat 20.00’de Sahne3’te. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Karyağdı Hatun” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 3 ŞUBAT PAZAR SERGİ ● Bilal Çınar’ın sergisi 6 Şubat’a kadar Galeri Espas’ta. (0212) 227 70 17 ● ”4x4=44” başlıklı sergi 44 A Sanat Galerisi’nde. (0212) 233 33 80 KONSER ● Santana Revisited saat 23.30’da Ghetto’da. (0212 251 75 01) MÜZİKAL ● ”Bir Tenor Aranıyor” saat 14.00’te Operet Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 4 ŞUBAT PAZARTESİ SERGİ ● Athina Kazolea’nın sergisi 17 Şubat’a kadar Sismanoglio Megaro’da. (0212) 244 86 40 ● Hamdi Eser’in sergisi 8 Şubat’a kadar Kuğulu Sanat Galerisi’nde. (0312) 466 05 40 TİYATRO ● ”İki Kişilik Bir Oyun” saat 21.00’de Salon’da. (0212) 334 07 12 Milliyet SANAT Şubat 2013
● ”Evaristo” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 5 ŞUBAT SALI SERGİ ● ”Dikkat! Kadın” başlıklı sergi Onatça Sanat Galerisi’nde. (0322) 346 71 71 ● Niyazi Yoltaş’ın sergisi 10 Mart’a kadar Neşe ve Karikatür Müzesi’nde. (0232) 465 31 05 BALE ● ”Senfonik Minyatür” saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0212) 215 60 37 6 ŞUBAT ÇARŞAMABA SERGİ ● ”Ölümünün 100. Yılında İsmail Altınok ve Dostları Karma Resim Sergisi” 28 Şubat’a kadar İsmail Altınok Sanat Merkezi’nde. (0312) 433 30 34 ● ”Yeniyi Aramak” başlıklı sergi 13 Mart’a kadar Armaggan Art & Design Gallery’de. (0212) 522 44 33 KONSER ● Mikrotonal Gitar Duo saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● ”Faure Requem” saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0212) 215 60 37 7 ŞUBAT PERŞEMBE SERGİ ● Ahmet Güneştekin’in sergisi 30 Mart’a kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00 ● Mathias Depardon’un sergisi 10 Mart’a kadar FKM’de. (0212) 393 81 11 KONSER ● Erdem Tekeli saat 21.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01
122
● Manga saat 20.00’de İş Sanat’ta. (0212) 316 10 83 ● Melisa U<<<< Chamber Works 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Bernarda Alba’nın Evi” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Kuçu Kuçu” saat 20.00’de Yunus Emre Büyük Sahne’de. (0216) 556 98 00 8 ŞUBAT CUMA SERGİ ● Hasip Pektaş’ın sergisi 16 Şubat’a kadar Galeri Işık Teşvikiye’de. (0212) 233 12 03 KONSER ● Mor ve Ötesi saat 22.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01 ● Tomatito saat 20.00’de İstanbul Kongre Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 ● Can Gürmen & Andrija Mincic piyano ikilisi 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Katilcilik” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 9 ŞUBAT CUMARTESİ SERGİ ● Havva Altun’un sergisi 14 Şubat’a kadar Geleri Kara’da. (0312) 433 12 35 ● Mehmet Çetiner’in sergisi 10 Şubat’a kadar Art Galerim Nişantaşı’nda. (0212) 265 10 34
Hale Karpuzcu’nun sergisinde yer alan bir tablo.
647-milsanat-120-125
1/24/13
7:24 PM
Page 5
SERGİ
Enön’ün çalışmaları Akbank’ta.
Ender Enön’le İtalya’ya yolculuk Fotoğraf sanatçısı Ender Enön, “İtalya - İstanbul 3D” isimli fotoğraf gösterisi ile 8 Şubat Cuma saat 19.00’da Akbank Sanat’ın konuğu oluyor. Üç boyutlu fotoğraf tekniğine çocuk yaşından itibaren merak salan, ilerleyen dönemlerde ise seyahat ve fotoğraf hobisini birleştiren Ender Enön, Akbank Sanat’taki gösterisinde katılımcıları; Venedik, Napoli, Roma, Siena, Toscana, Verona, Floransa, San Marino, Ravenna, Portofino, Pisa, Ferrara, Bologna, Como-Garda Göller Bölgesi ve İstanbul’un en güzel köşelerinde keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. KONSER ● Lüüp 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Brazzaville saat 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 BALE ● ”Notre Dame’ın Kamburu” saat 14.00’te Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 10 ŞUBAT PAZAR SERGİ ● Necati Seydi Ferahoğlu’nun sergisi 15 Şubat’a jadar Mithatpaşa Sanat Galerisi’nde. (0312) 417 84 58 ● Herbert F. Baldwin’in sergisi 15 Şubat’a kadar Sefaköy Kültür Sanat Merkezi’nde. (0212) 470 61 70 KONSER ● ”Seslerle Anadolu” saat 14.00’te Operet Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 TİYATRO ● ”Hamlet” saat 20.00’de KKM
Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 11 ŞUBAT PAZARTESİ SERGİ ● Sema Çulam’ın resim sergisi 15 Şubat’a kadar Bakraç Sanat Galerisi’nde. (0216) 362 18 26 ● Ayşegül İzer’in sergisi Yaşar Resim Müzesi ve Sanat Galerisi’nde. (0232) 422 65 32 TİYATRO ● ”Sarı Çıyan Müziği” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Islah Evi” saat 20.00’de İzmir AKM’de. (0216) 556 98 00 DANS ● Happy Happy Together saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 07 12 OPERA ● ”Macbeth” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 12 ŞUBAT SALI SERGİ ● ”Bizzat Ben Kendim” başlıklı sergi 24 Şubat’a kadar Cer Modern’de. (0312) 310 00 00 ● Jasper de Beijer’ın sergisi 2 Mart’a kadar The Empire Project’te. (0212) 292 59 68 TİYATRO ● ”Dertsiz Oyun” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 13 ŞUBAT ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Nicholas Murray: Bir Fotoğrafçının Portresi” başlıklı sergi 21 Nisan’a kadar
Hasip Pektaş’ın sergisinden bir eser. Pera Müzesi’nde. (0212) 334 99 00 ● Bedri Baykam’ın sergisi 3 Mart’a kadar Piramid Sanat’ta. (0212) 297 31 15 KONSER ● Odylle saat 21.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01 ● Die Deutche Kammerphilharmonie Bremen saat 20.00’de İş Sanat’ta. (0212) 316 10 83 ● Güç Başar Gülle saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 14 ŞUBAT PERŞEMBE SERGİ ● Gülden Artun’un sergisi 23 Şubat’a kadar Tem Sanat Galerisi’nde. (0212) 247 08 99 ● Ayşen Urfalıoğlu’nun sergisi 9 Mart’a kadar Maçka Sanat Galerisi’nde.
Fourinthepocket, 18 Şubat’ta Mask’ta. 123
Milliyet SANAT Şubat 2013
➔
1/24/13
7:25 PM
Page 6
AYIN İÇİNDEN
647-milsanat-120-125
17 ŞUBAT PAZAR
Seda Hepsev’in 19-23 Şubat’ta X-İst’te görülebilecek sergisinde yer alan eseri... (0212) 240 80 23 KONSER ● Ermir Abeshi saat 20.00’de Akbank Sanat’ta. (212 252) 35 00 ● Adachi Tomomi 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 15 ŞUBAT CUMA
Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Bebe saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12
SERGİ ● ”Çöl ve Deniz Arasında” başlıklı sergi 21 Nisan’a kadar Pera Müzesi’nde. (0212) 334 99 00 ● Yassine Mekhnache’ın sergisi 2 Mart’a kadr Krampf Gallery’de. (0212) 293 93 14 KONSER ● Baba Zula saat 22.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01 ● Nova Muzak Series saat 20.00’de
16 ŞUBAT CUMARTESİ
DANS ● ”Aç - Alan” bugün ve 28 Şubat’ta saat 20.00’de Akbank Sanat’ta. (212) 252 35 00
SERGİ ● ”Haset, Husumet, Rezalet” başlıklı sergi 7 Nisan’a kadar Arter’de. (0212) 243 37 67 KONSER ● Laurent de Wilde saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71
SERGİ ● Gülçin Günaydın’ın sergisi 4 Mart’a kadar Arte İstanbul’da. (0212) 292 80 45 TİYATRO ● ”Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” saat 15.00’te Kumbaracı50’de. (0216) 556 98 00 18 ŞUBAT PAZARTESİ SERGİ ● Fulya Çetin’in sergisi 23 Şubat’a kadar ArtSümer’de. (0212) 249 10 35 ● Çağla Tuğal Göksu’nun sergisi 9 Mart’a kadar RenArt Sanat Galerisi’nde. (0212) 241 38 90 KONSER ● FourinthePocket saat 00.00’da Mask’ta. (0212) 244 12 38 TİYATRO ● ”Haz Makamı” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● Toplu Hikayeler saat 20.30’da Kenter Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 DANS ● Uri Ivgi & Johan Greben’in gösterisi bugün 11.0’da, 22 Şubat’ta ise 20.00’de Akbank Sanat’ta. (212) 252 35 00 BALE ● ”Harem” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 68 01 19 ŞUBAT SALI SERGİ ● Seda Hepsev’in sergisi 23 Şubat’a kadar X-İst’te. (0212) 291 77 84
Ankara için ‘caz’ zamanı Ankara Caz Derneği tarafından bu yıl 16. kez düzenlenecek olan Uluslararası Ankara Caz Festivali, Türkiye’den ve dünyadan cazın hatrı sayılır önemli isimlerini bir araya getirecek. 1 Şubat - 14 Mart tarihleri arasında izlenebilecek olan festival ‘gitar ve caz’ teması altında gerçekleştirilecek. Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı Bülent olmak üzere pek çok kurum ve kuruluşun destek verdiği festival Ortaçgil kapsamındaki etkinlikler Başkent Üniversitesi Prof. Dr. İhsan Doğramacı Salonu, CerModern, MEB Şura Salonu, ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi ile Türk Amerikan Derneği’nde izlenebilecek. 16. Uluslararası Ankara Caz Festivali’nde Melis Sökmen, Jülide Ateş, Bora Çeliker Quartet, Akın Eldes Trio, Önder Focan Group feat Meltem Ege, Bülent Ortaçgil, Philipp van Endert Trio, Dhafer Youssef Quartet, Kerem Görsev Trio, Antonio Forcione ve Sarp Maden’in de aralarında bulunduğu pek çok isim ve topluluğun konserleri dinlenebilecek. Milliyet SANAT Şubat 2013
124
647-milsanat-120-125
1/24/13
7:25 PM
Page 7
SERGİ
Nâzım 111 yaşında! Yapı Kredi Kültür Merkezi, doğumunun 111. yılında Nâzım Hikmet Ran’ı, “Nâzım 111 Yaşında - Alnımın Çizgilerindesin Memleketim” adlı sergiyle selamlıyor. Nâzım Hikmet’in 1951’de Türkiye’den ayrıldığı yıldan başlayarak ölüm tarihi olan 1963’e kadarki yurtdışında geçirdiği hasretlik yıllarında çekilen pek çok fotoğrafı bu sergide yer alıyor. Ayrıca
KONSER ● Tortoise saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Selen Gülün saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 20 ŞUBAT ÇARŞAMBA SERGİ ● ”1+8” başlıklı sergi 7 Nisan’a kadar Salt Galata’da. (0212) 334 22 00 KONSER ● Champs-Elysees Orkestrası saat 20.00’de İş Sanat’ta. (0212) 316 10 83 ● ”Beş” saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Şenay Lambacıoğlu saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 21 ŞUBAT PERŞEMBE SERGİ ● Caroline de Boisseu’nun sergisi 14 Nisan’a kadar Gama Gallery’de. (0212) 245 69 22 KONSER ● ”Arada” saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Valgeir Sigurdsson 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12
Rusya’daki arşivlerden getirilen, daha önce Türkiye’de görülmemiş çok özel fotoğraflar da sergileniyor. Yine o yıllarda yurt dışında yayımlanmış bazı kitapları ve plakları da sergilenenler arasında. Yapı Kredi Kültür Merkezi’nin ev sahipliğini yaptığı Nâzım 111 Yaşında “Alnımın Çizgilerindesin Memleketim” adlı sergi 24 Şubat tarihine kadar ziyaret edilebilecek. Sergide yer alan fotoğraflardan biri...
22 ŞUBAT CUMA SERGİ ● Engin Beyaz’ın sergisi 23 Şubat’a kadar Galeri İlayda’da. (0212) 227 92 92 ● Sabu Toyozumi, Batur Sönmez, Burçin Elmas Trio saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 ● Delphic ve Club Bangkok 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 23 ŞUBAT CUMARTESİ SERGİ ● ”3. Yılında Arete Sanatçıları Karma Sergisi” 24 Şubat’a kadar Arete Sanat Galerisi’nde. (0312) 440 08 81 ● ”Giyim Kuşam” başlıklı sergi 23 Şubat’a kadar Galeri Apel’de. (0212) 292 72 36 OPERA ● ”Saraydan Kız Kaçırma” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. 24 ŞUBAT PAZAR SERGİ ● Savaş Simitli’nin sergisi Ördekli Kültür Sanat Merkezi’nde. (0224) 221 80 69 TİYATRO ● ”İnsan Sesi” saat 16.00’da Cadde Bostan Kültür Merkezi’nde. (0216) 467 36 00 ● ”Bezirgan” saat 20.00’de Bursa Teyyare Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 25 ŞUBAT PAZARTESİ SERGİ ● ”Çiçekli Oda” başlıklı karma sergi
“Harem”, 18 Şubat’ta Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde. 125
2 Mart’a kadar Galeri Oda’da. (0212) 259 22 08 26 ŞUBAT SALI SERGİ ● Erdal Alantar’ın sergisi 2 Mart’a kadar Artpoint Gallery’de. (0212) 260 97 05 ● Alexander Wagner’in sergisi 16 Mart’a kadar Galeri Mana’da. (0212) 243 66 66 OPERA *”Öldüren Aşk” saat 20.00’da Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0212) 215 60 37 27 ŞUBAT ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Prix Pictet:Power” fotoğraf sergisi 28 Nisan’a kadar İstanbul Modern’de. (0212) 334 73 00 KONSER ● Güntaç Özdemir saat 21.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01 ● Fairuz Derin Bulut 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Yola Çıktığım Gün Sakin Serin Bir Sabahtı” saat 20.30’da garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 28 ŞUBAT PERŞEMBE SERGİ ● Sedat Girgin’in sergisi 2 Mart’a kadar Milk Gallery’de. (0212) 251 57 97 KONSER ● Jehan Barbur saat 21.45’te Ghetto’da. (0212) 251 75 01 ● Yinon Muallem saat 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 32 71 TİYATRO ● ”Babamın Cesetleri” saat 20.30’da Krek’te. (0216) 556 98 00 ● ”Altın Ejderha” saat 21.00’de Dot’ta. (0216) 556 98 00 Milliyet SANAT Şubat 2013
D Ü N YA D A N S A N A T
647-milsanat-126-127
1/24/13
6:07 PM
Page 2
ROMA OPERA 20. YY.’ın efsanevi Rus bestecilerinden Dmitri Shostakovich’in vatandaşı Gogol’ün “Burun” adlı hikâyesinden yola çıkarak bestelediği opera “Il Naso”, Alman tiyatrosunun dahi çocuğu yönetmen Peter Stein’ın yorumuyla Roma’da seyirciyle buluşuyor. Eser 11 - 14 Şubat tarihleri arasında The Teatro dell’Opera’da olacak. www.operaroma.it
VİYANA “Artures”, 24 ubat’a kadar sergilenecek.
SERGİ 1962 yılından beri yaşamını Paris’te sürdüren, 1933 İstanbul doğumlu Yüksel Arslan’ın resim ile edebiyatın birleşiminden yola çıkarak “Artures” adını verdiği özgün çalışmaları 24 Şubat’a kadar Kunsthalle Wien’de görücüye çıkıyor. Gündelik hayatın içinden seçtiği imgelerle akılcılık ile mistisizm arasındaki gerilime yoğunlaşan Yüksel Arslan’ın sergisi Avusturya’daki ilk kişisel sergisi olma özelliğini de taşıyor. www.kunsthallewien.at
PARİS Karaca’nın tasarımları Galeri Joyce’da.
“Burun”, bir Gogol uyarlaması...
LONDRA TİYATRO Artur Wing Pinero’nun Kraliçe Victroia dönemi Londra’sında geçen günümüzde klasikleşmiş komedisi “Yargıç”, İngiltere Ulusal Tiyatrosu tarafından 10 Şubat’a kadar sahneleniyor. Timothy Sheader tarafından sahneye konan oyunda başrolde John Lithgow’a geçtiğimiz yıl kazandığı Lawrence Olivier En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’yle dikkatleri üzerine çeken Nancy Carroll eşlik ediyor. www.nationaltheatre.org.uk
Kraftwerk
SERGİ Nevra Karaca, No7. Kadın Moda Tasarımcıları Derneği’nden burs kazanarak Domus Academy’de okumuş, büyük bir şirkette H&M, Marks&Spencer için koleksiyon tasarlarken kendi markasını da kurmaya karar vermiş bir modacı. Avangard, sanatsal, üç boyutlu, mimari esintili koleksiyonların sahibi Karaca, Paris Capital de la Creation kapsamında Paris’te Galeri Joyce’a özel bir sergi düzenliyor. 8 Şubat’a kadar süren sergide Karaca’nın tasarımları, bir video enstalasyonu ve bir de ışık enstalasyonu görülebilir. www.joyce.com
John Lithgow’a “Yargıç” ödül getirdi.
LONDRA KONSER 1974 yılında yayınladıkları “Autobahn” albümüyle elektronik müzikte çığır açan, aradan geçen kırk yılda da müzikseverler tarafından efsane katına yükseltilen Alman Kraftwerk grubu, 6-14 Şubat tarihleri arasında Tate Modern’de gerçekleştirilecek konserler serisinde kariyerleri boyunca yayınladıkları sekiz albümü müzikseverlere canlı sunacaklar. www.tate.org.uk
Milliyet SANAT Şubat 2013
126
MADRİD Robert Adams’ın eserlerinden biri.
SERGİ Küratörlüğü Jock Reynolds ile Joshua Chuang tarafından yapılan Robert Adams retrospektif sergisi ABD’nin önde gelen fotoğrafçılarından 1937 New Jersey doğumlu Adams’ın yapıtlarını yakından tanımamıza olanak sağlıyor. Robert Adams’ın objektifi özellikle ABD’nin batı yakasının geçtiğimiz kırk yıl içinde geçirdiği olağanüstü değişimi yansıtıyor. Sergi 20 Mayıs’a kadar Reina Sofia Müzesi’nde izlenebilecek. www.museoreinasofia.es
1/24/13
6:07 PM
Page 3
MELBOURNE
Gripin, 15 Şubat’ta Avustralya’da.
KONSER Son albümleri “Yalnızlığın Çaresini Bulmuşlar” ile müzik listelerinde zirveyi zorlayan başarılı rock grubu Gripin, yurt dışı konserlerine devam ediyor. Geçtiğimiz ay ABD’de altı şehirde konser veren grup, 15 Şubat’ta da Avustralya Melbourne’de izleyici karşısında olacak. www.eventful.com
NEW YORK
“Piknik”, New York’ta sahneleniyor.
TİYATRO William Inge’nin Pulitzer ödüllü oyunu “Piknik” ilk bakışta her ne kadar iki saatlik bir komedi olarak görünse de oyunun dramatik sonunu izleyen seyirciler gözyaşlarını silmek için mendillerini hazır tutmalı. Inge’nin Amerikan değerlerini, toplumsal cinsiyete atfedilen rolleri ve toplumun gençlere yüklediği beklentileri inceden inceye alaya aldığı oyun 24 Şubat’a kadar American Airlines Theatre’da izlenebilir. www.broadway.com
VİYANA KONSER Fest Turizm, Avusturya’nın başkenti Viyana’ya düzenlenecek gezide Bartoli ve Domingo’nun eserlerinin seslendirileceği konserlerin yanı sıra Habsburg hanedanının izlerini taşıyan eski kent merkezi, Efes Müzesi, gibi Viyana’ya özgü kültürel zenginlikler görülebilir. Etkinlik 23 - 26 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek. www.festtravel.com.tr
PROUST ANKETİ
647-milsanat-126-127
Tuluyhan Uğurlu Proust Anketi’nin bu ayki konuğu, Mesrop Mutafyan Kültür Merkezi’nde “Dünya Başkenti İstanbul” isimli eserini çalacak olan Tuluyhan Uğurlu.
● Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? Kendimle barışık, net olmam. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Zarafet. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik neler? Mert ve dürüst olması. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? İzole yaşamam. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Müzik. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Anlaşılamamak... ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? İstanbul, Türkiye. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Tolstoy, babam Halim Uğurlu. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Kahramanlarım çocukluğumda kaldı. ● Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? Atatürk, Mimar Sinan, Itri. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? İsmimi çok seviyorum. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Popüler konuları konuşarak zaman öldürmek, her konuda fikir yürüten insanlar... ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Bence bestecilik biraz da bu değil mi? ● Nasıl ölmek isterdiniz? Sahnede, sessizce. ● Sevdiğiniz bir söz var mı? Barış Manço’nun “İnsan unutulduğu zaman ölür” sözünü çok severim.
127
● Sevdiğiniz müzisyenler kimler?
Bach, Itri. ● Sizin için en değerli şey nedir? Müziğimin anlaşılması, halkın sevgisi. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Zamanı iyi kullanmadığıma, zaman savurganlığı yaptığıma inanıyorum. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Amerika, Ortadoğu. ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Çok zorda kalmadıkça yalan söylememeye özen gösteririm. Yalan yerine susmayı tercih ederim. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? Sevgiyle, saygıyla. ● En büyük pişmanlığınız nedir? Kaybettiğim yakınlarımla daha çok birlikte olmak isterdim. ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Kendim olarak dönmek isterdim. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Huzurlu. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? İstanbul, Anadolu, müzik. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Fazla kendime dönük yaşamam. ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Halkın karşısında olduğum ve iyi bir konser verdiğim tüm zamanlarda mutlu olurum. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Daha çok çalışmak, daha çok üretmek, daha çok konser vermek ve hiç yorulmamak isterdim.
Milliyet SANAT Şubat 2013
647-milsanat-128
1/24/13
6:08 PM
Page 1
BULMACA İLKER MUMCUOĞLU
mumcuogluilker@gmail.com
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10 11 12 13 14 15
1 2 3 4 5
SOLDAN SAĞA
6
1. Vittorio de Sica’nın bir filmi. 2. Tropikal Afrika’da yetişen bir ağaç - “sahi kaç ceset var ki zaten doğru dürüst görüştüğümüz / bir namız, bir ... ..., bir de mayakovski” (Küçük İskender) - Üzgü. 3. Bolero yapıtının bestecisi - Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı. 4. “... Tam Saatiydi” (Heinrich Böll’ün bir romanı) - Henrik Ibsen’in bir oyunu - Eski Avrupa para birimi. 5. Uğur, iyi talih - “... Bir Baş” (Iris Murdoch’un bir romanı) - “... Tekin” (öykü yazarı). 6. Zeki Ökten’in bir filmi - “... Sabuncu” (tiyatro ve sinema yönetmeni) - Gaetano Donizetti’nin bir operası. 7. İntihar eden, Mısır asıllı Fransız kadın şarkıcı - Başrolünde Vanessa Paradis’in oynadığı, Jean Becker’in filmi. 8. İnce alay - Rachid Taha’nın bir şarkısı - Akıl - “İç imdi iç şarabını / ... bir yana hicabını” (Recaizade Ekrem). 9. Kar romanındaki temel tip Emile Zola’nın bir romanı - Vietnam takviminde yılbaşı - Dilsiz. 10. “Nuri ...” (ressam) - İzlenimciliğin başlıca temsilcilerinden olan Fransız ressam - Bir nota. 11. Ok - Ahmet Telli’nin bir şiir kitabı. 12. Almaç, reseptör - Şifalı otlarla tedavi etmek. 13. Bir işte önde gelen kimse - “Bu bir lisan-ı hafidir ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki ... olmakta” (Ahmet Haşim) - “... Corbusier” (mimar) - Uzaklık anlatan sözcük. 14. Dağ keçisi - “Dedi gördüm Ö habibin anesin” (Süleyman Çelebi) - “Sıcak ...” (Cemal Süreya’nın bir şiir kitabı). 15. “Ve içinde ut çalan kadın elleri olurmuş hep / gibi bir üzünç sökün edermiş akşamları ağlarken kuyuları ... ... denizlerinden” (Ece Ayhan) - “Pu ...” (Çin’in Son İmparatoru).
7
YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. 1955 yılında En İyi Film Oscarı’nı kaMilliyet SANAT Şubat 2013
8 9 10 11 12 13 14 15
zanan film - Luc Besson’un bir filmi “Niklas ...” (İsveçli dansçı). 2. “...’un Uçuşu” (Güven Turan’ın bir yapıtı) Güzel kokulu. 3. Beatles’ın bir şarkısı “İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar / Düşsün suya yer yer ... eski zamanlar” (B. K. Çağlar). 4. Genişlik - “... Çelik” (aktris) - Kiloamperin simgesi. 5. Bir şeyin ne olduğu, içyüz - Küçük bir limon türü - İngilizce deniz. 6. Bir şiir türü - Peygamber - Bir cins devekuşu - Kimi zaman. 7. Bir uzaklık ölçüsü - “Atatürk’ten 12 Mart’a” ve “12 Mart Anıları” adlı kitapları da olan asker ve siyasetçi. 8. Kutsal Hindu metinlerine verilen ad - Çıplak vücut resmi - Göz. 9. Karaoğlan’ın ezeli düşmanı - Yer yer kolesterin ve kireç birikmesine neden olan atardamar iç gömleği soysuzlaşması. 10. Avrupa’da büyük bir yarımada - Bir nota - Ön çalışma - Mistek Hint hecesi. 11. Erciş’in batısında Van Gölü’ne dökülen, yeni adı İncesu olan dere - Ortadoğu’da bir göl - Üzerinde dalları, çiçekleri olan kumaş. 12. “Leon ...” (ABD’li yazar) -
128
GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1
2
3
4
5
6
7
8
9
1
H
A
R
F
D
İ
V
A
N
I
2
A
D
A
M
O
V
L
E
S
3
F
İ
L
L
A
K
A
P
4
I
L
H
A
N
I
M
5
Z
İ
P
O
L
O
J
İ
A
V
İ
İ
N
A
R
T
6
I
R
İ
S
7
Ş
İ
P
A
8
İ
M
9
R
İ
T
10
A
N
O
T
11
Z
İ
Y
A
P
12
İ
A
L
A
A
K
İ
L
A
K
13 14
A
D
15
K
A
R
A
V L E
M
M
İ
N
A D E
L
R L A
A
N
A
Ş
A
A
T
İ
M
D
A
A
L
A
N
10 11 12 13 14 15 L
A
M
İ
N
G
H
O
N
D
O
E
N
A
E
K
İ
M
A
N
S
C
E
P
O
N
A
L
İ
K
E
N
R
Ş
İ
İ
T
A
İ
K
M
S
U
Y
U
A
E
E
A
A R
R T
S
M K İ
L
A
A
T A H
K
R
R
İ
S
İ
R
U
Z
Duman rengi. 13. Urla doğumlu Yunanlı şair - Bir nota. 14. Yetim Ustaoğlu’nun bir filmi - Buddha’nın değişik yaşamlarını anlatan, öğretici nitelikte ve halk arasında çok yaygın hikayelere verilen ad - “... Arayıcı” (oyun yazarı). 15. “Beni bir gözleri ... zebun etti felek” (Yavuz Sultan Selim) - “Lena ...” (aktris) - Orhan Hançerlioğlu’nun bir romanı.MS
647-milsanat-ARKAKAPAKIC
1/24/13
5:25 PM
Page 3
647-milsanat-ARKAKAPAK
1/24/13
5:22 PM
Page 2