. MINERVA MART - 2013
SAYI: 12
İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni
Toktamıs. Hocamıza...
.
.
.
mevsimlerin sesi
.
ispanya’da Azinliklar
. . .
.
ASYA-PASIFIk’in artan önemi _
.
.
. . .
ORTADOgU: bir güvenlik çeliskisi . Plaza de Mayo’daN Galatasaray’a
a K ken ı ile
Er panyas a Kam Olm
E
r u em
K
istan bulbe yazka
ı n ı t rsa n!
m
www.
r u m Me
mi.co
Erk panyası a Kam Olm
akade
20 en Kayıile
kalem
4 1 0 2 3 1 t
beyaz
F açırmay
www.
ı n ı t a ırs ın!
M
lem.c
Fıaçırmayı K
D
S
om
4 1 0 2 13 t
20 en Kayıile
Erk panyası a Kam Olm
AVCILAR 0212 590 50 30
BAKIRKÖY 0212 583 32 33
KADIKÖY 0216 330 13 51
r u em
M
ı n ı t a s r n!
Fıaçırmayı K
w
.
Bizden
MINERVA
Sayi 12 Bizden...
“Çocuklar her şey değişiyor, isteseniz de değişiyor istemeseniz de…” Yeni bir hayat, üniversite, çoğu insan için büyük bir metropol. İşte belki de tüm bunlara ve gelecekte yaşanacaklara bir önsözdü bu. Çevremiz, yaşadığımız yer, tanıdığımız insanlar, kısaca hayatımız değişmişti ve bu üniversiteye attığımız ilk adımda bize ders olarak veriliyordu! Belki de çok basit bir dersti bu ancak; dersin adına (Türk Devrim Tarihi) takılı kalanlar, bu “büyük resmi” göremiyorlardı. Tabi ki onu kavramsal anlamda bu derece genişleten ve aydınlığa kavuşturan kişi, bize “Değişim nedir?” sorusuyla sorgulama yetisinin kapılarını aralayan Toktamış Ateş’ten başkası değildi. Zaman geçti, biz öğrendik, bizden sonra gelenler değişime kapıldı ve sorgulama yeteneğine kavuştular, Toktamış Hoca’mızın güler yüzü hiç değişmedi. Öğretti, dinledi, eleştirdi, yeri geldi kızdı, öğrendi, üretti… “Biz Devrimi Çok Seviyoruz” dedi. “M. Kemal ATATÜRK diktatör müdür?” diye sordu, tabuları yıkarak her şeyin belli kavramlar ışığında nasıl sorgulanabileceğinin yollarını gösterdi. Ancak gün geldi, yaşamın devam edebilmesi için yegane gerekliliğin ne olduğunu da öğretti bize. Geride bıraktıkları, eserleri, bizler, değişimin “dengesini” de öğrenmiş olduk böylece. Şimdi, bu sayımız için çalışırken buruk içimiz. Ancak hala üretme gücünü buluyorsak kendimizde, Toktamış Hoca’mızın ilk dersinden itibaren öğrendiklerimizin getirisidir bu. Minerva’nın bu sayısı, gözümüzden gönlümüze intikal eden Toktamış Ateş’e bize öğrettikleri için son bir teşekkürdür. Huzur içinde yatın… İyi okumalar…
Teşekkür...
Sn. Prof. Dr. Toktamış ATEŞ, Sn. Prof. Dr. Nevin ATEŞ, Sn. Doç. Dr. Levent ÜRER, Sn. Doç. Dr. Namık Sinan TURAN, Sn. Doç. Dr. Burak Samih GÜLBOY, Sn. Doç. Dr. Nuray MERT, Sn. Yrd. Doç. Dr. Leyla SANLI, Sn. Yrd. Doç. Dr. İrfan ÇİFTÇİ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Kasım HAN Sn. Yrd. Doç. Dr. Halit KAKINÇ, Sn. Yrd. Doç. Dr. Edip Asaf BEKAROĞLU, Sn. Yrd. Doç. Dr. Ufuk URAS, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli asistanlarına teşekkürü borç biliriz... Genel Müdür: Özgür Can ARAZ Genel Müdür Yardımcısı: Kadriye AYDIN Genel Yayın Yönetmeni: Fahri DANIŞ Yazı İşleri Müdürü: Sevinç Ödül PATIR Haber Merkezi Müdürü: Uğur OVACIKLI Yayın Kurulu: Büşra KILIÇ, Esin ENGİN, Esma ERDAL, Ezgi ŞİMŞEK, Gizem ÇİFTÇİOĞLU, Gözde TÜTMEZ, Gözdenur KARS , Gülfem SEZEN, Hatice ÇİĞDEM, İbrahim ALTUNBAŞ, M.Cansın SÜSLÜ, Merve Nur BAYRAKTAR, Safa DEMİRTAŞ Görsel Yönetmen: Coşkun Saitoğlu - Özge Zengin coskunsaitoglu@live.com
Baskı: Analiz Basım Yayın 2. Matbaacılar Sitesi 3ND22 Topkapı/İstanbul Basım Tarihi: 01.03.2013
minervadergi@gmail.com minervadergi.blogspot.com
İletişim
twitter.com/minervadergi facebook.com/sbuiarastirma
MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni’nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva’nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.
Dergimize olan katkılarından dolayı www.anagazete.net’e teşekkür ederiz.
Bizden
içindekiler... İsrail’in Yönetim Biçimi Merve Nur BAYRAKTAR
48 Almanak Hatice ÇİĞDEM
3 ”Çoğunluk” Çerçevesinde “Azınlık” Tanımı Büşra KILIÇ
12 Katalan Milliyetçiliğinin ve Katalan Azınlığının İspanya Devlet Sistemi İçerisindeki Yeri Mehmet Fahri DANIŞ
15 Bask Milliyetçiliği, ETA ve Demokrasiye Geçiş Sürecinde Basklar Uğur OVACIKLI
18 Çanlar Kimin İçin Çalıyor Esin ENGİN
22 Asya-Pasifikte Değişen Güç Dengeleri: Çin Unsuru Gözde TÜTMEZ
“Lübnan Dünyanın Gözyaşlarıdır.” - Röportaj Kadriye AYDIN
51 Plaza De Mayo’dan Galatasaray’a: Bitmeyen Mücadele Sevinç Ödül PATIR
57 Arjantin Anneleri Ezgi ŞİMŞEK
60 Cumartesi Anneleri’nden Bir Ses: Meside Ocakla Söyleşi Gizem ÇİFTÇİOĞLU-Sevinç Ödül PATIR
62 Çocuklarından Doğan Anneler: Plaza De Mayo Anneleri Gizem ÇİFTÇİOĞLU
64
24 Asya-Pasifik’in Artan Önemi ve ABD Hegemonyası Özgür Can ARAZ
27 1997 Doğu Asya Krizi ve Kriz Sonrası Kazananlar ve Kaybedenler Erkan ADIYAMAN
33
SOYUTLAMA Antonio Vivaldi - Dört Mevsim Yaşamın Başlangıcı: Bahar Kadriye AYDIN
68 Ortadoğu’da Yeni Bir Senaryo: Su Savaşları İbrahim ALTUNBAŞ
37 BM Filistin Kararı: “Üye Olmayan Gözlemci Devlet” Filistin Resul SEVİMLİ
41 Geçmişten Günümüze Türkiye Sınırında Güvenlik Anlayışı Esma ERDAL
44
Güneşin -G-Azabı Büşra KILIÇ
69 Sonbahar ve Hüzün Mehmet Fahri DANIŞ
70 Kış Sıcaktır! M. Cansın SÜSLÜ
71
Bizden
ALMANAK
KASIM 2012
Hatice ÇİĞDEM
ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAKALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAKALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK seksüel misiniz, zengin misiniz, yoksul musunuz, yaşlı mısınız, genç misiniz, ABD için hiç farkı yok” ifadesini kullandı. Kilit eyaletler olarak gösterilen Pennsylvania, Ohio ve Florida’da zaferini ilan eden Obama’nın seçimi kazanmasında kapı kapı dolaşarak oy toplayan gönüllü ordusu ve kadınlar başrolü oynadı. Ayrıca seçim öncesi ABD’nin doğu kıyılarını vuran Sandy Kasırgası sonrasındaki yardım çalışmaları da Obama’nın lehine yazılan olumlu bir puan oldu.
1 KASIM: -Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “devlette çift başlılık” tartışmalarına ilişkin, “AK Parti iktidarını zora düşürme gayreti içinde olanlar Cumhurbaşkanı ile Başbakanı birbirine düşüremezler, bunun için boşuna gayret etmeyin” dedi. -Türkiye Bankalar Birliği’nin açıkladığı rakamlara göre, tüketici kredisi borcunu ödemeyenler 500 bine, kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı 780 ise bine çıktı.
8 KASIM: -Her yıl 1 Aralık ile 1 Nisan tarihleri arasında kış lastiği kullanmayan ticari araç sahiplerine 500 lira ceza verilecek. -İran, döviz tasarrufu ve yerli üretimi teşvik tedbirleri kapsamında, lüks tüketim maddeleri olarak adlandırılan bazı ürünlerin ithalat ve ihracatını durdurdu. -Milli basketbolcu Mehmet Okur, aktif sporculuk hayatını noktaladığını açıkladı.
4 KASIM: -MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, partisinin 10. Olağan Büyük Kurultayı’nda genel başkanlığa yeniden seçildi. 5 KASIM: -Fitch,Türkiye’nin kredi notunu “yatırım yapılabilir” seviyeye yükseltti. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings, Türkiye’nin uzun dönem yabancı para cinsinden kredi notunu BB ‘den BBB-’ye yükseltti, görünümü “durağan” olarak belirledi. Ülke tavanını ise BBB-’den BBB’ye yükseltti. -Karmaşık ritmli ve büyüleyici klasik müzik besteleriyle takdir toplamış, 2 Pulitzer ödüllü klasik müzik bestecisi Elliott Carter öldü.
9 KASIM: -Başbakan Erdoğan, 5. Bali Demokrasi Forumu’nun “Demokratik Küresel Yönetişimin Uluslararası Barış ve Güvenliğe Katkısı” konulu panelinde konuştu. Erdoğan, “Şu anda Avrupa’da idam kalktı ama Amerika’da kalktı mı, Japonya’da kalktı mı, Çin’de kalktı mı? Demek ki yeri geldiği zaman idamın bir haklılık sebebi de var” dedi. -ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) Başkanı David Petraeus, evlilik dışı ilişki yaşadığı ortaya çıkınca 9 Kasım’da sürpriz bir şekilde istifa etti.
6 KASIM: -İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen “Ergenekon” davasında gizli tanık “Deniz”in, Şemdin Sakık olduğu ortaya çıktı. -ABD’de kıran kırana geçen bir yarışın ardından Demokratlar’ın adayı Barack Obama başkanlık koltuğuna ikinci kez oturdu. 6 Kasım’daki seçimleri kazanan Obama zafer konuşmasında herkese kucak açarak “Eşcinsel misiniz, hetero-
10 KASIM: -Siirt’in Pervari ilçesi kırsalında askeri sevkiyat yapan helikopterin düşmesi sonucu 17 asker şehit oldu. 11 KASIM: -Ünlü sunucu ve komedyen Sir Jimmy Savile hakkında Ekim ayında patlak veren taciz ve tecavüz iddiaları İngiliz yayın kurumu BBC’yi zor durumda bıraktı.BBC Genel Müdürü George Entwistle baskılara dayanamayarak istifa etti. -İsrail, 11 Kasım’da, 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana ilk kez Suriye’ye resmi olarak ateş açtı. 3
ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALM -Katar’ın başkenti Doha’da toplanan Suriye muhalefeti, farklı grupları bir araya getiren yeni bir çatı örgüt kurulması konusunda anlaşmaya vardı.Türkiye, ABD ve Fransa muhalifleri halkın temsilcisi olarak tanıdıklarını açıkladı. -MTV Avrupa Müzik Ödülleri dün Frankfurt’ta düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Üç ödül alan Taylor Swift gecenin yıldızı oldu. Güney Koreli şarkıcı Psy de kimi kesimler tarafından komik bulunan, müziği ve dansıyla ünlü “Gangnam Style” ile “En İyi Video Klip” ödülünü aldı. 14 KASIM: -Çin’in yeni lider kadrosunun belirlendiği Komünist Parti Kongresi’nde Genel Sekreterliğe Şi Cinping seçildi. -İsrail, 14 Kasım’da Hamas’ın askeri kanadı İzzettin Kassam Tugayları’nın lideri Ahmet Caberi’yi hedef alan suikastın ardından, Gazze Şeridi’ne bir saldırı başlattı. Caberi’nin öldürülmesinin “Cehennem’in kapılarını açtığını” belirten Hamas, intikam yemini etti. “Bulut Sütunu” adı verilen operasyonda Gazze sekiz gün boyunca havadan ve denizden vuruldu. Mısır’daki müzakerelerin ardından yapılan ateşkeste abluka koşullarının hafifletilmesi kararı alındı, ancak saldırılarda 140’tan fazla Filistinli yaşamını yitirdi. Mısır’ın bu başarısı, “Ortadoğu’nun yeni lideri Mısır mı?” tartışmalarını başlattı. 16 KASIM: -“Deniz Feneri e.V” bağlantılı soruşturmayı yürütürken görevden alınan Cumhuriyet savcıları Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz, “Resmi belgede sahtecilik ve görevde yetkiyi kötüye kullanma” suçundan yargılandıkları davada beraat etti. 17 KASIM: -İstanbul Kitap Fuarı, 31’inci kez kapılarını açtı. 25 Kasım’a kadar Büyükçekmece’deki TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde süren fuar 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu, 200 etkinlik ve yüzlerce imza 4
günüyle kitapseverleri ağırladı 18 KASIM: -1960’lar ve 1970’lerin ünlü R&B şarkıcısı Billy Scott 70 yaşında hayatını kaybetti. -Türkiye genelinde bazı cezaevlerinde 12 Eylül 2012’den bu yana açlık grevi yapan tutuklu ve hükümlüler, eylemden vazgeçti. Terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan, İmralı Cezaevi’nde yüz yüze görüştüğü ağabeyi Abdullah Öcalan’ın, açlık grevlerine son verilmesi çağrısında bulunduğunu bildirdi. Bunun üzerine cezaevlerindeki açlık grevleri 68’inci gününde sonlandırıldı. 19 KASIM: -Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Suudi Arabistan’a resmi ziyarette bulundu.Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin gelişmesine katkılarından dolayı Kral Abdulaziz Madalyası takdim edildi. -Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, İstanbul’a üçüncü havalimanının Karadeniz kıyısında, eski maden ocakları bölgesinde, Yeniköy ile Akpınar köyleri arasında, 90 milyon metrekarelik alana yapılacağını bildirdi. 20 KASIM: -12 Eylül askeri darbesine ilişkin davada, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya, teknoloji yardımıyla hakim karşısına çıktı. 21 KASIM: -Türkiye’nin Suriye sınırına konuşlandırılacak Patriot füzeleri için NATO’ya resmi başvuru yaptığı açıklandı. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, 21 Kasım’da yaptığı açıklamada, “Patriot’ların Türkiye tarafından ambargo ya da saldırı için değil, sadece savunma amaçlı kullanılacağını” vurguladı. 22 KASIM: -Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, İl Emniyet Müdürü Recep Güven’in medyada yayımlanan “Ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz” ifadeleri üzerine başlattığı soruşturmada takipsizlik kararı verdi.
AK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK 23 KASIM: -İngiliz yönetmen Ken Loach (76), Torino Film Festivali kapsamında kendisine verilmek istenen “Yaşam Boyu Onur Ödülü”nü, Ulusal Sinema Müzesi’nde işçiler taşeron şirket aracılığıyla çalıştırıldığı için reddetti. “Beyazperdeye aktardığım bir fikri, davranışlarımla yalanlayamam” diyen Loach, tutarlı olmanın önemine dikkat çekti. 27 KASIM: -Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda, belirli koşullarda öğrencilerin kılık kıyafetlerinin serbest olmasına ilişkin yönetmelik Resmi Gazete’de yayımlandı. -Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nca sahnelenen Kürtçe “Hamlet” Şinasi Sahnesi’nde başkentlilerle buluştu -Bağdat-Erbil gerilimi Kasım ayında doruğa çıktı. Kerkük’te Mesud Barzani’ye bağlı Kürdistan Demokratik Partisi’ne (KDP) ait bina yakınlarında bomba yüklü bir araç patladı. Kürt mahallesindeki patlamada da dört kişi öldü. 30 KASIM: -Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Madımak olayının gerek oluş şekli, amacı, sonuç ve tesirleri gerekse dönem içerisinde yaşanan diğer bazı olaylarla irtibatları itibarıyla bir bütünlük içerisinde araştırılması ve incelenmesi” için Devlet Denetleme Kurulu’nu görevlendirdi. -Eskişehir, “2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti” unvanını Astana’dan devraldı.
ARALIK 2012 3 ARALIK: -Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin Türkiye’de. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, resmi temaslarda bulunmak üzere İstanbul’a gelen Vladimir Putin ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’nde görüştü. Erdoğan ile Putin’in eşbaşkanlığında TürkiyeRusya 3. Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) Toplantısı yapıldı. Toplantısı kapsamında iki ülkenin şirket, kurum ve bakanlıkları arasında toplam 11 işbirliği anlaşması imzalandı.
4 ARALIK: -Irak hükümeti, Petrol ve Gaz Konferansı’na katılmak üzere Erbil’e giden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın uçağına iniş izni vermedi. -Karadeniz’de etkili olan fırtına, Şile ve Kilyos açıklarında gemilerin seyrini olumsuz etkiledi. Şile’de “Volgo-Balt 199” adlı kuru yük gemisi battı 7 ARALIK: -Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin misafir edildiği İslahiye’deki çadır kenti ziyaret etti. -Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal, 37 yıl sonra Filistin’e döndü. 9 ARALIK: -Amerika Birleşik Devletleri’nin Washington eyaletinde eşcinsel evliliklerin serbest bırakılması üzerine, ilk nikahlar kıyıldı. 11 ARALIK: -Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, ülkesinin BM’de “üye olmayan gözlemci devlet statüsü”nü kazanmasının ardından ilk resmi yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirdi 12 ARALIK: -Hindistan’ın geleneksel çalgısı sitarı tüm dünyaya tanıtan Hint müzisyen Ravi Shankar, 92 yaşında hayata veda etti. -8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın naaşında yapılan incelemeye ilişkin Adli Tıp Kurumu raporu, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaştı. Rapora göre, Özal’ın naaşında “kadmiyum ve DDT” bulgusuna rastlandı, ancak ölümün bu zehirlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı tespit edilemedi. 14 ARALIK: -TRT’den yapılan açıklamada, Türkiye’nin 2013’te İsveç’de düzenlenecek 58. Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmayacağı bildirildi. -Yolsuzlukla suçlanan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman görevinden ayrıldı. Lieberman, İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonları, Mavi Marmara olayı ve 5
ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALM Davos Zirvesi krizi gibi olaylarda Türkiye’ye karşı sert çıkışlarıyla tanınmıştı. -ABD’de bir genç, annesinin silahlarını alarak önce onu öldürdü, ardından annesinin çalıştığı ilkokulu basarak, 20’si çocuk 26 kişiyi katledip intihar etti. 17 ARALIK: -Toplam uzunluğu 1975 kilometre olan Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile sekiz otoyolu kapsayan özelleştirme ihalesinin nihai pazarlık görüşmelerinde en yüksek teklifi 5 milyar 720 milyon dolarla Koç-UEM-Ülker Grubu verdi. -Mevlana’nın 739. Vuslat Yıl Dönümü Uluslararası Anma Törenleri kapsamında 11 gün boyunca Mevlana Müzesi’ni 75 binin üzerinde yerli ve yabancı turist ziyaret etti. Müze, Şeb-i Arus günü olan 17 Aralık’ta 6 bin 75 kişiyi ağırladı. Bunun 5 bin 566’sını yerli, 80’ini yabancı turist, 429’unu da müze kartla giriş yapan ziyaretçi oluşturdu -Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani hastaneye kaldırıldı.Irak tarihindeki ilk Kürt cumhurbaşkanı, tedavi için Almanya’ya götürüldü. 19 ARALIK: -Güney Kore’de yapılan seçimle iktidardaki muhafazakâr Saenuri Partisi’nin (Yeni Sınır Partisi) adayı Park Geun-hye devlet başkanı seçilerek ülkenin ilk kadın lideri oldu. 21 ARALIK: -Maya Takvimi’ne göre Dünya’nın 21 Aralık 2012’de sona ereceği iddiaları bu yıl aylarca konuşuldu. Öyle ki sonunda Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA “Dünya 2012’de yok olmayacak” açıklaması yapmak zorunda kaldı.
OCAK 2013 3 OCAK: -Fransızların ünlü karikatüristi Jacques Tardi, Kültür Bakanlığı’nın ‘yeni yıl’ dolayısıyla kendisine verdiği Devlet Nişanı’nı (Legion d’Honneur) reddetti. -Eski Genelkurmay Başkanı emekli orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat soruşturması kapsamında İstanbul’da gözaltına alındı. 6
6 OCAK: -İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, Patriot füze bataryalarının olası savaşta İsrail’i İran füzelerine karşı koruma amacıyla Türkiye’de konuşlandırılmak istendiğini iddia etti. 7 OCAK: -Yeni yargı paketi, radikal dinci Hizbut Tahrir örgütüne ait kitaplar ile Abdullah Öcalan’ın “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi”, “12 Eylül Faşizmi PKK Direnişi”, “Barışa Doğru Roma Konuşmaları” adlı eserlerine de özgürlük getirdi. 8 OCAK: -İngiliz mahkemesi, önceki yıl hayatını kaybeden şarkıcı Amy Winehouse’un, aşırı alkol tüketiminden hayatını kaybettiğini doğruladı. 10 OCAK: -PKK’yı kuran isimler arasında bulunan Sakine Cansız’ın da aralarında bulunduğu 3 kadın PKK’lı Paris’te öldürüldü. 11 OCAK: -Türk mühendisleri, 4 yıl süren Ar-Ge ve tasarım çalışmaları sonucunda dünyanın ilk zırhlı ve yüzme özelliğine sahip dozerini geliştirdi. -Irak hükümeti, Bağdat yönetiminin izni olmadan ihraç edilecek petrole el konulacağı, bu yönde faaliyet gösteren şirketlere de dava açılacağı uyarısında bulundu. 15 OCAK: -Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu, Başbakan Erdoğan başkanlığında toplandı. Katma değeri yüksek proje üretme kararı doğrultusunda geliştirilen “Akıllı Kimlik Kartı Projesi”nin tamamlandığını belirten Erdoğan, 2015 yılı sonuna kadar tüm vatandaşların bu kimliklere sahip olacağını açıkladı. 17 OCAK: -Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD), 43. Olağan Genel Kurulu gerçekleşti.İki dönem başkanlık yapan Ümit Boyner bugün görevi yeni Başkan Muharrem Yılmaz’a devretti.
AK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK -Safra kesesindeki stendin değişimi için yattığı hastanede, kalbinde komplikasyon meydana gelen Kanal D Haber Grup Başkanı Mehmet Ali Birand hayatını kaybetti.Birand için ilk tören Doğan TV Center’ın önünde yapıldı. Birand’ın cenazesi daha sonra Teşvikiye Camii’nde öğle vakti kılınan cenaze namazının ardından Anadolu Hisarı’ndaki aile kabristanına defnedildi. 18 OCAK: -Savunma alanında yayın yapan ‘Assaut’ dergisi adına çalışan 58 yaşındaki Yves Debay’in Halep’te yaşanan çatışmalar sırasında pusuya yatan Esad ordusundan keskin bir nişancı tarafından vuruldu. 19 OCAK: -Eserleri ve yaşayışı ile bir nesle öncülük eden sevgili hocamız Toktamış Ateş’i kaybettik...Tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde vefat etmiş; cenazesi Fatih Camii’nden kaldırılarak Merkezefendi Mezarlığı’na defnedilmiştir. 20 OCAK: -Deprem Dede hayatını kaybetti.Kızılay Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara bir süredir tedavi gördüğü Kadıköy Göztepe’deki Medical Park Hastanesinde dün akşam saatlerinde vefat etti. 21 OCAK: -Ankara 8’inci İdare Mahkemesi, Tunceli’de Munzur Vadisi’nde yapılması planlanan Bozkaya HES projesinin iptaline karar verdi. 23 OCAK: -Meltem-2 projesi kapsamındaki ilk Sahil Güvenlik uçağının teslimi Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş (TAI) tesislerinde yapıldı. 24 OCAK: -Anadilde Savunma Hakkı” Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi. 27 OCAK: -Latin Amerika ve Karayipler Topluluğu (CELAC) -AB Zirvesi’ne katılmak üzere Şili’de bulunan AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Avusturyalı ve Danimarkalı mevkidaşlarıyla yaptığı görüşmelerden Türk vatandaşlarına yönelik vize muafiyeti uygulamasına destek geldi.
28 OCAK: -Mühendislik direktörü olarak Google’a katılan fütürist bilim adamı Ray Kurzweil, New York Times gazetesine yaptığı açıklamalarda sonsuza kadar yaşayabileceğimizi, hatta ölen babamızı dahi fiilen geri getirebileceğimizi söyledi. 31 OCAK: -İngiltere’de 12 iPhone kullanıcısı, Google’a dava açtı. Kullanıcılar internet alışkanlıklarına dair bilgilerinin gizlice elde edildiğini iddia ederken, Google’ın avukatlık şirketi Olswang bu davanın, bu sebeple açılan ilk dava olduğunu söyledi. ŞUBAT 2013 1 ŞUBAT: -Ankara Paris Caddesi’nde bulunan Amerika Büyükelçiliği’ne canlı bomba saldırısı yapıldı. Biri canlı bomba, 2 kişi yaşamını yitirdi. -Dört yıldır sürdürdüğü ABD Dışişleri Bakanlığı görevinin son gününde Ankara’daki büyükelçilik saldırısıyla sarsılan Hillary Clinton, duygu yüklü bir törenle veda etti. 21 Ocak 2009’da üstlenip 1 Şubat 2013’te devrettiği görev, Clinton’dan fiziksel anlamda da çok şey götürdü. 3 ŞUBAT: -Erdoğan, Avrupa Birliği’ni eleştirerek “Yapacaksan yap yapmayacaksan açıkça söyle. İngiltere seçimi kazanırsam AB üyeliğimi referanduma götüreceğiz’ diyor. Bakın Almanya tutuştu” diye konuştu. -“Dünyanın En Değerli Banka Markaları” araştırması sonuçlandı. Tüm bankaları gerisinde bırakan ABD’li Wells Fargo, 26 milyar dolarlık marka değeriyle dünyanın en değerli markası olurken, 10 Türk bankası da ilk 500’e girmeyi başardı. Türkiye’nin en değerli banka markası ise 2 milyar 121 milyon dolarlık marka değeri ile Akbank oldu. 4 ŞUBAT: -ABD’de 2008’de başkan adayı olan Cumhuriyetçi senatör John McCain, Twitter’daki bir mesajında İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a “maymun” dedi. -KKTC’ye su götürecek “KKTC Su Temin Projesi” kapsamında çalışmaları süren 7
ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALM Alaköprü Barajı’nın yüzde 60’ı, barajın isale hattının ise 2 kilometresi tamamlandı 5 ŞUBAT: -İsrail Büyükelçisi İlan Mor’un da dinlediği konuşmada Erdoğan, “Türkiye’nin AB’ye üyeliği Avrupa’da alarm veren ırkçılığa karşı adeta panzehir olacaktır.” dedi. 6 ŞUBAT: -AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Ergenekon ve Balyoz davalarını örnek vererek Türk yargısına yönelik eleştirilerine sert tepki gösterdi. Elçinin göreve ilk başladığında da bu tür ifadeler kullandığını hatırlatan Çelik, “Sayın Ricciardone haddini bilmeyi öğrenememiş” diye konuştu. -Somali Cumhurbaşkanı Hassan Şeyh Mahmud’un İngiltere Başbakanı David Cameron tarafından Downing Street’teki konutunun kapısında uzun süre bekletildiği görüntüler büyük tartışma yarattı. 7 ŞUBAT: -Fransa, Kıbrıs Rum Kesimi gibi ülkelerin birçok başlığın müzakereye açılmasını engellemesini “Elimizden bir şey gelmiyor. Oy birliği gerekiyor” gibi gerekçelerle ‘çaresizlik’ mesajları veren AB Komisyonu’nun, Türkiye’nin yargı sistemiyle alakalı olan iki fasılla ilgili ‘açılış kriterlerini’ tam 7 yıl geçmesine rağmen Ankara’ya ulaştırmadığı ortaya çıktı.
8 ŞUBAT: -Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Kıbrıs diye bir devlet yoktur’ açıklamasına Rumlardan tepki geldi. Güney Kıbrıs Rum Kesimi hükümet sözcüsü vekili Hristos Hristofidis, Türkiye’nin bu teziyle ‘tüm uluslararası toplumla zıt düştüğünü’ söyledi. 10 ŞUBAT: -ABD diplomasisi ilk kez bir İtalyan kenti için vatandaşlarını uyararak Milano’daki vatandaşlarına güvenlik uyarısında bulundu. 11 ŞUBAT: -Hatay’ın Reyhanlı İlçesi Cilvegözü Sınır Kapısı’ndaki personel lojmanlarının yakınında Suriye plakalı bomba yüklü bir araçta patlama oldu.4’ü Türk 14 kişi hayatını kaybetti. 12 ŞUBAT: -Doğu Asya’da bu sabah hissedilen 5.1 büyüklüğündeki “sismik hareket”in Kuzey Kore’nin 2006 ve 2009 yıllarının ardından gerçekleştirdiği üçüncü nükleer deneme olduğu kesinleşti. Pyongyang’ın resmi haber ajansı KCNA, denemenin “başarıyla tamamlandığını” bildirirken, uluslararası kamuoyu alarma geçti. Bölgede tansiyonun iyice artmasına neden oldu. 14 ŞUBAT: -İran’ın Lübnan’daki İmar Kurumu Başkanı General Hisam Hoşnevis’in bir suikast sonucu hayatını kaybetti., 15 ŞUBAT: -Başbakan Erdoğan, yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili olarak ‘’Eğer Meclis bunu yapmazsa, bu iradeyi kullanmazsa, bu yolda bizimle yürüyecek olanlarla birlikte Meclis’in sahibi olan millete gider ve sivil bir anayasayı milletin takdirine sunarız’’ dedi.
8
AK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK Cumhurbaşkanı Abdullah Gül terörün finansman yasası ve askeri disiplin yasasını onayladı.
içindeki gizli bir birimin, “dünyanın en yayılmacı casusluk grubu” olduğunu öne sürdü. Şirket, “61398” adlı birlik, dünya genelinde en az 141 kuruluştan “sistematik olarak yüzlerce terabaytlık veri” çalmış olabileceğini belirtiyor.
16 ŞUBAT: -Pakistan’ın Belucistan Eyaleti’nin başkenti Ketta’da şiileri hedef alan bombalı saldırıda onlarca kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Kentteki Şii azınlığa düzenlenen saldırılarda 10 Ocak’tan bu yana toplamda 204 kişi yaşamını yitirdi. -Bursa’da konuşan BDP’li Sırrı Sakık, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun da kendileri gibi bu ülkenin zencisi olduğunu söyledi. Sakık, Barış görüşmeleriyle ilgili olarak da “PKK bu barış görüşmelerinde engelse PKK’nın yakasına yapışırız” dedi.
19 ŞUBAT: -Merkezi Ankara olmak üzere 28 ilde düzenlenen DHKP-C operasyonlarında 150’den fazla kişi gözaltına alındı. Operasyonlar kapsamında KESK Eğitim ve Örgütlenme Sekreteri Akman Şimşek, örgütün Türkiye sorumlusu olduğu iddiasıyla Antalya’da gözaltına alındı. -Tunus Başbakanı Hammadi Cibali görevinden istifa etti. Cibali kararını, ülkedeki siyasi elite güvenin yenilenmesi ve teknokrat hükümeti girişiminin başarısızlığa uğraması durumunda istifa edeceği yönünde verdiği söz nedeniyle aldığını vurguladı.
17 ŞUBAT -Irak’ın başkenti Bağdat’ta çoğunluğu Şiilerin yaşadığı mahallelerde bomba yüklü araçlarla yapılan saldırılar sonucu ölü sayısı 35’in üzerinde insan hayatını kaybetti 100’den fazla kişi de yaralandı. Bu saldırılar son bir ay içinde 20’den fazla insanın yaşamını yitirdiği üçüncü eylem oldu. Yirmi yıldır sonuçlanamayan Eşref Bitlis davasında zaman aşımı süresi doldu. -Recep Tayyip Erdoğan, Mardin’de yaptığı konuşmada Kürt sorunu için başlatılan yeni süreçle ilgili: ‘’Bu süreçte kimse bizim karşımıza Kürtlükle çıkmasın, kimse bizim karşımıza Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız’’ dedi.
20 ŞUBAT: -Mecliste toplanan yasadışı dinlemeleri araştırma komisyonu, komisyon üyelerinin “Acaba biz de dinleniyor muyuz?” endişesiyle başladı ve bu endişeye yönelik yeni kararlar alındı. -BDP’li milletvekillerinin de aralarında bulunduğu heyetin Karadeniz ziyaretleri sırasında Sinop ve Samsun’daki olaylarla ilgili gözaltına alınan kişiler serbest bırakıldı. -Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, hükümetin istifa ettiğini açıkladı. Ülkede yüksek elektrik faturasına karşı başlayan protestolar 10 gündür sürüyordu. Son olarak 19 Şubat günü yapılan protesto eyleminde polisin sert müdahalesi 14 kişinin yaralanmasına neden oldu. Borisov, istifa açıklamasında “Polisin halkı dövdüğü bir hükümette kalmayacağım. Dökülen her kan damlası bizim için utanç” ifadesi yer aldı.
18 ŞUBAT: -HDK’nin Karadeniz Bölgesindeki kentlere yönelik ziyaretler kapsamında bölgeye giden, aralarında BDP’li milletvekillerinin de bulunduğu HDK heyeti Sinop’ta saldırıya uğradı. Heyet, 9 saat sonra, polis panzerleri eşliğinde mahsur kaldıkları binadan çıkarıldı. -67’si tutuklu 275 sanıklı Ergenekon davasının sonuna yaklaşılırken, 276. duruşmada duruşma salonu dışında gerilim yükseldi. Jandarma duruşmaya girmek isteyen kalabalık gruba müdahale etti. Milletvekilleri, STK temsilcileri ve çeşitli siyasi parti temsilcilerinin de bulunduğu grupta yaralananlar oldu. -ABD’deki Mandiant siber güvenlik şirketi, Çin ordusunun
21 ŞUBAT -13 Eylül 1980’de gözaltına alındıktan sonra kaybolan oğlu Cemil Kırbayır’ın bulunması için yıllardır mücadele eden ve kayıp yakınlarının sembolü olan Berfo Ana olarak tanınan Berfo Kırbayır, 105 yaşında İstanbul’daki evinde vefat etti. 9
ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK ALMANAK -Özgür Suriye Ordusu, Hizbullah’ın Suriye’nin Lübnan sınırındaki bölgelerini bombalamaya başladıklarını bildirdi. 22 ŞUBAT -İmalat sanayinde kapasite kullanımı azaldı. İmalat sanayi genelinde kapasite kullanım oranı, şubat ayında geçen yılın aynı ayına göre 0,7 puan azalarak, yüzde 72,2 seviyesinde gerçekleşti. -Birleşik Arap Emirlikleri ordusu ROKETSAN tarafından geliştirilen aktif lazer güdümlü ‘’CİRİT’’i tercih etti. ROKETSAN, imzalanan anlaşma çerçevesinde BAE’ye 196,2 milyon dolar tutarında CİRİT füzesi satacak. 23 ŞUBAT -Terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan ile görüşen BDP heyeti, İmralı Adası’ndan İstanbul’a döndü. Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü’ne ait ‘’Emniyet-4’’ adlı tekneyle 09.45’te Ataköy’den hareket eden BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’dan oluşan BDP heyeti, saat 18.15’te İstanbul’a geldi. -Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, 35 yıl aradan sonra İngiltere’nin kredi notunu ‘’AAA’’dan, ‘’Aa1’’e indirdi. İngiltere 1978 yılından bu yana Moody’s ve S&P kredi derecelendirme kuruluşlarında en yüksek not olan AAA notuna sahipti. Moody’s, İngiltere’nin artan borç stoku ile bozulan mali yapısında 2016’dan önce iyileşme beklemediğini de bildirdi. 24 ŞUBAT -Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Almanya Başbakanı Merkel, Gazi Kışlası’nda patriot hava savunma sisteminde görevli Alman askerlerini ziyaret etti. 10
-Galatasaray Üniversitesi’nde çıkan yangınla ilgili rapor tamamlandı. İtfaiye Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan raporda, “Galatasaray Üniversitesi’nin 142 yıllık binasında çıkan yangına asansörün ısınan kablolarının sebep olduğu” açıklandı. 25 ŞUBAT -Taksim’deki alt geçit kazısı hızla devam ederken Cumhuriyet Caddesi’nde tarihi bir kemer açığa çıktı. Dün çekilen fotoğrafta, yerin yaklaşık bir metre altında Osmanlı dönemine ait olduğu sanılan taş örme bir duvar ve duvara bağlı bir kemer net şekilde görülüyor. İBB’nin sekiz ay içinde tamamlamayı hedeflediği altgeçit kazısının durdurulması ve Arkeoloji Müzesi’nin ortaya çıkan yapıyı korumaya alması bekleniyor. -Fransız haber ajansı AFP’nin fotoğraf servisinin Twitter hesabı, Esad yanlıları tarafından hack’lendi.Hesabı hack’leyen bilgisayar korsanları Suriye Devlet Başkanı Beşar’ı destekleyen ve başta ABD olmak üzere Batılı devletleri eleştiren tweet’ler atıyor.AFP’nin resmi Twitter hesabından yapılan açıklamada, “@ AFPphoto Twitter hesabımız hack’lenmiş gibi görünüyor. Paylaşılan son fotoğraflar bize ait değil. Henüz silemiyoruz ama üzerinde çalışıyoruz” denildi. 26 ŞUBAT -Azerbaycan’da Hocalı Katliamı’nın 21. yıl dönümünde gerçekleştirilen anma töreninde Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve eşi Mehriban Aliyeva ile birlikte çok sayıda bürokrat yer aldı. Cumhurbaşkanı Aliyev ve eşi Aliyeva törende anıt önüne çelenk bırakarak saygı duruşunda bulunurken, hükümet ve askeri yöneticiler de törende hazır bulundular.
NAK
AVRUPA
-“ÇOĞUNLUK” ÇERÇEVESİNDE “AZINLIK” TANIMI
-KATALAN MİLLİYETÇİLİĞİ VE KATALAN AZINLIĞININ İSPANYA DEVLET SİSTEMİ İÇERİSİNDEKİ YERİ -BASK MİLLİYETÇİLİĞİ, ETA ve DEMOKRASİYE GEÇİŞ SÜRECİNDE BASKLAR -ÇANLAR KİMİN ÇALIYOR
11
AVRUPA
“ÇOĞUNLUK” ÇERÇEVESİNDE “AZINLIK” TANIMI Büşra KILIÇ seçmediği, içine doğduğu koşulları tanımlayan unsurlardır. Birey bu kavramları doğduğu toplumda özümser ve çıkar gözetmeksizin sahip çıkar. Ulusu tanımlayan bu ortak unsurlar çoğunluk ve azınlıklar açısından çok da farklı değildir. Bu nedenle “ulusal kimlik” kavramı, merkezi iktidarın inşa ettiği üst kimliğin yanı sıra kendini ulus olarak tanımlayan alt kimlikler için de kulanılabilir. Bir topluluğun devlet kurması ona ulus özelliği katmaz, sadece var olan ulusal kimliğini bir üst kimlik haline getirir.Yani üst kimlik siyasal vatandaşlık bağımızı ifade eder. Alt kimlik ise,bireyin içine doğduğu grubun kimliğidir ve etnik kökeni temsil eder.2 Devletlerle azınlıklar arasındaki temel sorun, azınlık bireyin üst kimliği kabul etmeyişidir. Bu sorunu anlayabilmek için azınlıkları kavramsal olarak incelememiz gerekmekte.
Milliyetçilik ve Ulus Kavramları
U
lus,milliyetçilik, ulusal egemenlik gibi kavramlar 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Wilson İlkeleri ile günümüzdeki şeklini almaya başlayan,günlük hayatımızın parçası olarak gördüğümüz kavramlar. Günümüz devletlerinin çoğunluğunu bir bütün halinde tutan ve ortak değerlerimiz saydığımız “milliyetçilik” ve “ulus”, içinde bulunduğumuz dünyaya baktığımız gözlükler niteliğindedir. Bu açıdan benliğimiz saydığımız ve çoğunlukta olduğunu iddia ettiğimiz kavramları incelemeden azınlıklar hakkında bir tanımlama yapamayız.
Azınlık Kavramı
Milliyetçilik tek bir teoriyle açıklanması mümkün olmayan bir tanımlamadır. Farklı tarihsel koşullarda farklı nitelikleriyle öne çıkabilen bir ideolojidir. İdeologlar tarafından oluşturulmaması, milletin içinden çıkması milliyetçiliğin tek bir tanımının olmamasına sebep olmaktadır. Ancak temelde milliyetçilik “ulus inşa” projesidir ve bu proje kolektif eyleme dayanır. Bu eylem ulus bazında inşa edilen ortaklık duygusuyla ve ortak ulusal bilinçle beslenir.1 “Biz” ve “onlar” dikotomisini kullanarak ulusu tek bir çatı altında toplamayı amaçlar. Modern milliyetçilik teorilerinde çok önemli bir yeri olan Ernest Gellner’in bu konudaki “Milletleri yaratan milliyetçiliklerdir.” sözü de bana göre proje konusu ile yakından ilgili. Milliyetçilik, Sanayi Toplumunun bir sonucu olarak, emperyalizmin yetmediği yerde kapitali korumak adına çıkmış bir kavramdır. Toplumları bir arada tutan üniter devlet anlayışı içinde sermaye ile hammaddeyi koruyan miliyetçilik için, küresel ekonomik sistemin henüz alternatifi çıkamamış ideolojisidir diyebiliriz. Ulus ise, belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, mekan gibi unsurların ortaklığı ile tanımladığı siyasi ve kültürel bir birimdir.Milliyet ve ulus kelimeleri günlük dilimizde sık sık aynı anlamda kullanılmaktadır. Bunun nedeni ulustaki etnik kökene dayalı bir ortaklık ve tarihe sahip çıkma algısıdır.
Latince küçük, az anlamlarına gelen “minor” kelimesinden gelen azınlık (minority) kavramı, gerçekten de sayısal anlama gelen siyasi açıklamalarda kullanılır. Azınlık tanımı konusunda hala tartışmalar vardır. Sosyolojik olarak azınlıklar, bir toplulukta sayısal bakımdan azınlık oluşturan,başat olmayan, çoğunluktan farklı niteliklere sahip olan ve bu nitelikleri korumaya çalışan grup olarak tanımlanabilir.3 Hukuki açıdan ise azınlık sayılmak için şart olan farklılığın neye dayanacağı konusunda bir fikir birliği yoktur. Bu nedenle azınlığın uluslararası alanda tek bir tanımı yoktur ve devletler azınlıkları kendi çıkarlarına göre tanımlamaktadır. Türkiye’de, Lozan Antlaşması’nın bir sonucu olarak, sadece gayrimüslimlerin azınlık sayılması; Rusya Federasyonu’nun kendi toprakları içindeki Çeçen halkının haklarını yok sayıp Gürcistan’a Güney Osetya konusunda baskı yapmasa gibi çoğaltılabilecek birçok örnek, devletlerin her konuda olduğu gibi azınlıklar konusunda da kendi çıkarları için hareket ettiğini göstermektedir. Azınlık kavramının ortaya çıkışı tarihsel açıdan 16. yüzyıldaki Reform dönemine dayandırılabilir. Fransız
Ulusları oluşturan dil, din, tarih, toprak, kültürel semboler gibi temel unsurlar bireyin kendi iradesiyle
1 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları, Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, Ankara, Tan Kitabevi Yayınları, 2010, s.19 2 http://www.kongar.org/aydinlanma/2005/499_Alt_Kimlik-Ust_Kimlik.php 3
Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara, 2009, s.67
12
İhtilali’ne kadar, toplumların kimliklerini oluşturan en önemli unsur dindi. Avrupa’da Katolik ve Protestan kiliselerinin ayrılması bu açıdan ilk ayrılıkçı azınlık hareketi sayılabilir. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımı ile dinsel azınlık kavramının ötesinde, ulusal azınlık kavramı tartışılmaya başlanmıştır. Ancak bu konuda dönüm noktası I. Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin kurulması olmuştur. 1919’da Paris Barış Konferansı’nda ‘azınlık’ terim olarak barış anlaşmalarında kullanılmaya başlamıştır.Bu yılın azınlık kavramı açısından bir önemi daha vardır; Wilson Prensipleri’nden biri olan ‘kendi kaderini tayin etme’ hakkı(self-determination).4 Bu hak ulusların devlet kurma arzusuna yönelmelerini kolaylaştırmasının yanı sıra, ulusun kendini tanımlaması hakkıyla da yakından ilişkilidir. Ulus olmak/sayılmak için devlet kurmayı hedeflemek bir şart olmaktan çıkmaktadır. Yani bir ulus kendi kaderini tayin ederken devlet kurmayı hedefleyebileceği gibi başka bir devlette yönetilmeyi de tercih edebilir. Böylece kendini ulus olarak tanımlayan azınlık grupları da ulusal azınlık olarak kabul edilir.5 Siyaset bilimciler azınlık tanımı konusunda anlaşamasalar da uluslararası alanda azınlıkların haklarının korunması için Birleşmiş Milletler’in oluşturduğu belli bir tanımlama vardır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun, Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu raportörü Francesco Caportorti’nin 1978’de ortaya koyduğu, 1985’te aynı alt komisyonun üyelerinden Jules Deschenes’in ‘amaç’ unsurunu da eklediği tanım şöyle: “Bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayısal olarak az olan, egemen konumda bulunmayan, o devletin vatandaşı olan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa varlıklarını sürdürmek için ortak bir istekle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukukî eşitlik elde etmek olan bir grup vatandaşıdır.” Bu tanım azınlık olmanın ana öğelerini ortaya koymaktadır. Bir ülkede bu koşulların tümünü taşıyan bireyler varsa o ülkede azınlığın da olduğu kabul edilmekte, ülke devletinin bu gerçeği kabul etmesi veya inkar etmesi, 1991’de gerçekleştirilen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Cenevre Azınlık Uzmanları Toplantısı’ndan beri bir şeyi değiştirmemektedir.6 BM nin yaptığı tanımdan hareketle azınlık olmanın şartlarını incelememiz gerekirse; öncelikle azınlıktan söz edebilmek için kültürel ya da etnik bakımdan toplumun çoğunluğundan farklı bir grup gerekmektedir. Bu grup bir avuç insanla sınırlı kalmamalı ve kendi haklarını koruyabilmelidir. Azınlık grubu ülkede başat konumda olmamalıdır.Örneğin 1994’ten önce Güney Afrika’da nüfusun yüzde yirmisini oluşturan beyazlar, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Bantular’a egemendi.7 Bu durumda sayısal açıdan az olmanın her zaman “azınlık olmak “olmadığını görüyoruz. Diğer bir şart ise azınlıkların ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olmasıdır. Bir başka ülkeden o ülkeye göçmüş “uyruklar” uzun süre o ülkede kalsalar bile yabancı statüsünde sayılırlar. Ayrıca vatandaşlıkla
ilgili bir diğer konu ise, bu vatandaşların o ülkeye sadık olmalarıdır. Azınlık grubunun ilgili devlete bağlılık duyması, ayrılma yoluyla devleti parçalamaya yönelmemesi gerekir. Bu tanım bizi “Sadık olmayan bir azınlık,azınlık değildir.” gibi saçma bir sonuca götürebilir.8 Bu durumda bir devlet, sadakatini kanıtlamadığı gerekçesiyle topraklarında azınlık olmadığını iddia edebilir ve onların haklarını korumaktan kaçınabilir; yani azınlık tanımlamalarında her zaman için bir açık vardır. Azınlıktaki grup, kendi ayırt edici özelliklerini koruma ve sürdürme isteği, yani “azınlık bilinci” taşımalıdır. Bu bilinç olmazsa grubun asimile olmak istediği anlaşılır ve azınlık değil farklı grup olarak kalır. Azınlık bilinci, çoğunluğun baskısıyla güçlenir. Toplumun başat güçlerinden farklı adetleri olan azınlık grubu üyeleri, genellikle toplumun işleyişine tam olarak katılmaktan alıkonur. Başat guptan daha yoksul ve siyasal bakımdan daha güçsüz olur. Bu baskı ondaki azınlık bilincini güçlendirir;toplum azınlığı yok etmeye çalıştıkça daha baskın azınlıkları yaratır. Azınlık bireyin isteği,çoğunluğun onun kimliğini tanıyıp saygı duyması ve bu çerçevede ona sosyal alanda eşit haklar vermesidir. Azınlık- Ev Sahibi Devlet İlişkileri Azınlık grubu karşısında toplumun ve devletin farklı seçenekleri vardır. Azınlık grubu eritilip toplum dışına itilebilir yahut hoşgörüyle karşılanabilir. Ev sahibi devlet azınlığa karşı asimilasyon uygulayabileceği gibi zamanla onun kültüründen öğeler de kazanabilir. Bir arada yaşayan toplumlarda etkileşim kaçınılmazdır. Buna rağmen devlet asimilasyon yoluyla azınlık kimliğini ortadan kaldırmaya ve toplumsal benliğini sıfırlamaya çalışabilir. Devletin tekelindeki eğitim, bürokrasi gibi güçler, azınlık grubu zamanla başat kimliğe uymak zorunda bırakabilir. Bu noktada azınlık bireyin tavrı da çok önemlidir çünkü asimilasyon zorla olabileceği gibi gönüllü olarak da gerçekleşebilir. Birey rahatsız edilmemek, işlerini kolaylaştırmak amacıyla ya da inanarak gönüllü olarak asimile olabilir. Devletlerin azınlıklar karşısında diğer bir tutumu entegrasyondur. Entegrasyon, etnik sınırlamaları kaldırmak ve tüm yurttaşlara aynı hakları tanıyarak toplumu birleştirmek anlamına gelir.9 Entegrasyon yani bütünleşmede toplumdaki her kimlik kendi özelliklerini korur. Çoğulcu toplumlarda “birlik içinde farklılık” gözetildiği için entegrasyon başarıya ulaşır. Çoğulcu olmayan toplumlarda ise, kolaylıkla asimilasyona dönüşebilir. Devlet burada yalnızca “eşitlik” kavramına dikkat eder ama “özel farklılıklar”ı gözetmez. Bu durumun ayrımcılıkla ilgisi yoktur. Ayrımcılıkta (segregasyon) kültürler arasında bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşide azınlıklar kendi cemaatlerinde kültürlerini koruyabilir ancak üstün olan üst kimliktir. Bu iki yaklaşım da asimilasyonu amaçlamasa da kolaylıkla asimilasyona dönüşebilen ve alt kimlikleri başat kimliğe bağlı bırakan yöntemlerdir. Etnogelişme (ethno-development) ise azınlık tartışmalarında yeni ortaya çıkan bir kavramdır. Etnogelişmede yerli halkların kendi gelişmelerine bırakılmaları, azınlık
4 Ülkü Bilgin, Azınlık Hakları ve Türkiye, İstanbul, 2007, s:18-19 5 Elçin Aktoprak, Devletler ve Ulusları, Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları, Ankara, Tan Kitabevi Yayınları, 2010, s.19 6
Hakan Taşdemir- Murat Saraçlı, Avrupa Birliği ve Türkiye Perspektifinden Azınlık Hakları Sorunu, Uluslararası Hukuk ve Politika Cilt 2, No: 8 ss.25-35, 2007, www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/lsAhNq8GKhE8E49pJlTvuZuvoScrOg.pdf 7 Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara,2009, s.68 8 A.g.e,sf.69 9 A.g.e,sf.78
13
ile çoğunluğun birbirine karışmamaları öngörülür.10 Bu sayede çoğunluk grup, yerli azınlıklar ona karışmadığı için ekonomik ve politik alanda gelişir. Yerliler ile çoğunluk(bir zamanlar Amerika’ya yerleşen Beyaz kolonileri gibi) arasında büyük bir gelişme uçurumu vardır. Bu nedenle iki tarafın birbirine karışmaması, azınlığın kültürünü koruyabilmesi açısından avantajdır. Bugün Avustralya’daki Aborjinlerin durumu etnogelişme için en iyi örnektir.
gı gösteren üyelerin yanında, azınlıkları asimile etmeye yönelik politikalar izleyen devletler de vardır. Birliğin kurucu ülkelerinden biri olan Fransa, ülkesinde azınlık bulunmadığını iddia ederek yıllarca azınlıklara yönelik asimilasyon politikası izlemiş ve onları konu alan uluslararası sözleşmeleri imzalamaktan ve/veya onaylamaktan kaçınmıştır.12 Yine de AB’nin içinde asimilasyonist politikaların karşıtı, çoğulcu ve entegrasyona yönelik politikalar izleyen ve bu yolla azınlıklara kendi iç mevzuatlarında çeşitli haklar tanıyan azımsanmayacak sayıda devlet bulunmaktadır. Örneğin İspanya, Anayasası’nda özerk toplulukların dil haklarını tanımış ve ülkedeki farklı dillerin, bir kültürel miras olarak anayasal güvence altına alınmasını hükme bağlamıştır. Benzer biçimde Belçika Anayasası ülkeyi dört dil bölgesine bölmüş; İtalyan Anayasası ise dilsel azınlıkların özel yasal güvencelerle korunmasını öngörmüştür. Yine Avrupa Birliği’ne 2004’te katılan ülkelerden Macaristan ve Çek Cumhuriyeti de hükümet programlarında azınlıkların korunmasına oldukça geniş yer ayırmışlar ve bu kapsamda çeşitli yasal düzenlemelere gitmişlerdir. Farklı örneklerden de görüldüğü üzere, azınlıklar konusu tüm dünyada -gelişmişliğin ölçütü olarak aldığımız Avrupa Birliği’nde bile- bıçaksırtı bir konudur. Güçlü bir ekonomisi,bütünlüğü ve demokrasisi olmayan ülkeler kalıplaşmış değerlerini kırıp azınlıklara haklarını vermekten kaçınırılar. Azınlıklar ise haklarını alamadığında ayrılıkçı hareketlere başlar. Bütün bunlar bugün Türkiye’de de gördüğümüz şiddet ortamını doğurur.
Tüm bu politikaların yanı sıra, ev sahibi devlet azınlıklara Soykırım (Jenosit) uygulayabilir. Bu yöntem azınlık grubunun kültürel olarak değil fiziki olarak ortadan kaldırılmasıdır. Günümüzde BM ve Avrupa Birliği kriterleri azınlıkları soykırıma karşı güvence altına almaktadır. Jenosit ancak azınlık grubunun kendi isteğiyle o ülkeden fiziki varlığını kaldırmasıyla olabilir. Yani bu ayrılma soykırım gibi trajik bir olayla olmamalıdır. Devletlerin uyguladığı politikaların yanı sıra azınlıklar da ev sahibi devlete karşı politikalar uygulayıp,”özel haklar” elde etmek isteyebilir. Bu özel haklar, azınlıktaki her birey için “insan hakkı” çerçevesi verildiği için devlet tarafından güvence altındadır. Avrupa Birliği ve Azınlıklar
Tüm dünyadaki insanların birbirine saygı duymayı ve birbirini sadece insan olduğu için sevmeyi öğrendiği günleri görmek dileğiyle... KAYNAKÇA AKTOPRAK, Elçin, Devletler ve Ulusları, Batı Avrupa’da Milliyetçilik ve Ulusal Azınlık Sorunları,Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010 BİLGİN, Ülkü, Azınlık Hakları ve Türkiye, İstanbul, 2007 ORAN, Baskın, Küreselleşme ve Azınlıklar, İmaj Kitabevi, Ankara, 2009 TURAN, Aslıhan P., Uluslararası Hukukta ve AB’de Azınlıklar, 1 Nisan 2010 http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_ content&view=article&id=1876:uluslararas-hukuktave-abde-aznlklar&catid=178:analizler-sosyo-kultur KONGAR, Emre, Aydınlanma,Alt Kimlik-Üst Kimlik, (Erişim Tarihi 11 Şubat 2013) http://www.kongar.org/aydinlanma/2005/499_Alt_ Kimlik-Ust_Kimlik.php TAŞDEMİR, Hakan - SARAÇLI, Murat, Avrupa Birliği ve Türkiye Perspektifinden Azınlık Hakları Sorunu, Uluslararası Hukuk ve Politika Cilt 2, No: 8, 2007 http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/lsAhNq8GKhE8E49pJlTvuZuvoScrOg.pdf
Ekonomik temelli kurulan Avrupa Birliği’nin insan hakları ve özelde azınlık hakları konularında gelişmiş bir politikası mevcut değildir. Yine de üye devletlerin azınlık hakları konusunda belli kurallara uymaları beklenir.1987’de imzalanan Tek Senet’le, üyeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ve Avrupa Sosyal Şartı’nda yer alan temel hak ve özgürlüklere saygı göstermeye davet edilmişlerdir. 1992 Maastricht Antlaşması’yla temel insan haklarına saygı, üyelik için ön koşul olarak kabul edilmiştir.11 AB’nin azınlık hakları konusunda çalışan temel organı Parlamento’dur. Genişleme süreçleri göz önüne alındığında, üye devletlerin ekonomik ilerlemeleri yanında, bireylerin siyasal, ekonomik, kültürel haklarının da güvence altına alınmasına önem verilmeye başlanılmıştır. Bu çerçevede de insan haklarına ve dolayısıyla azınlık haklarına saygı öncelik olmuştur. 1990 yılına kadar, AB, azınlık haklarını insan hakları çerçevesinde ele almıştır. 1945-1990 yılları arasında, etnik grupların ayrılıkçı hareketlerine destek verileceği korkusuyla, azınlıklara karşı net bir politika izlenmemiştir. Günümüzde hala azınlık haklarına say10 Baskın Oran, Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara, 2009, s.79 11
Aslıhan P. Turan , Uluslararası Hukukta ve AB’de Azınlıklar, 1 Nisan 2010, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article &id=1876:uluslararas-hukukta-ve-abde-aznlklar&catid=178:analizler-sosyo-kultur 12 Avrupa Birliği ve Türkiye Perspektifinden Azınlık Hakları Sorunu, Hakan TAŞDEMİR- Murat SARAÇLI, http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/ lsAhNq8GKhE8E49pJlTvuZuvoScrOg.pdf
14
AVRUPA
KATALAN MİLLİYETÇİLİĞİ VE KATALAN AZINLIĞININ İSPANYA DEVLET SİSTEMİ İÇERİSİNDEKİ YERİ Mehmet Fahri DANIŞ
Ü
1)İspanya’nın Yerel Yönetim Sistemi ve Katalan Azınlığının Sistem İçerisindeki Yeri
niter bir devlet yapısına sahip olan İspanya’da özerk bölgeler, özellikle 1978 Anayasasıyla birlikte, çok geniş yetkilerle donatılmıştır. Öyle ki bu bölgelerde yaşayan etnik topluluklar, “millet” olarak nitelendirilmiş, kendi bölgelerinde kendi dillerini kullanmalarına izin verilmiş, bayraklarını kullanmaları serbest bırakılmış ve 1997’de yapılan değişikliklerle Avrupa Birliği ile ilişkiler konusunda, ulusal karar alma sürecine katılmaları kararlaştırılmıştır. Bu yönleriyle üniter devletten federal devlete bir geçişin söz konusu olduğu İspanya örneği kendine has birtakım özellikler göstermektedir. Ülkedeki ekonomik sistem (özellikle zengin Bask ve Katalan bölgelerinin girişimleriyle) sık sık hoşnutsuzlukla gündeme gelmektedir. İspanya ekonomisinin beşte birini oluşturan zengin Katalan bölgesi ise bu hoşnutsuzluktan en çok dert yanan bölge olarak karşımıza çıkıyor. Genel olarak ekonomik olarak nitelendirebileceğimiz Katalan ayrılık talepleri bölgedeki milliyetçilik hareketlerinin de etkisiyle son yıllarda fazlaca gündeme gelmektedir. Ödedikleri vergilerin Madrid’e gidişinden rahatsız olan Katalan halkı İspanya yönetiminden daha fazla geri dönüş bekliyor. Bu yolda en büyük destekçileri ise Avrupa Birliği olarak gözüküyor. İstatistikelere göre, Katalonya’nın Birlik’e katılması durumunda en büyük yedinci ekonomi olması bekleniyor. Şuanda yüzde ellilerde seyreden ayrılıkçı taleplerin akıbeti ise önümüzdeki iki sene içerisinde netliğe kavuşacak gibi.
Anayasasında belirtildiği biçimiyle İspanya, doğrudan seçilen hükümetlerle yönetilen bir özerk devletler topluluğudur. Meşruti bir krallık olan ülke, on yedi özerk bölge ve Kuzey Afrika topraklarında bulunan iki özerk şehirden oluşmuştur. Kral aynı zamanda devletin ‘birliğinin ve sürekliliğinin’ simgesidir.1 Özerk bölgelerdeki başkanları ve başbakanı simgesel olarak kral atar. Bu bakımdan incelendiğinde kral, İspanyol ulusunu oluşturan tüm milletlerin birliğinin teminatı ve simgesidir. İspanyol anayasasının (1978) ikinci maddesi, devletin temel yapısıyla ilgili en açıklayıcı bilgiyi bize sunmaktadır: “Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliği, bütün İspanyolların bölünmez ve ortak yurdu ilkelerine dayanır ve onun parçası olan milliyetlerin ve bölgelerin özerkliğini ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvenceler.” Bu çok tartışılan madde ile görülmektedir ki İspanya ulusu tektir; birçok milletten oluşmuş olsa da ortak bir yurt üzerinde yaşayan, birbirinden ayrılamaz parçalardan oluşmaktadır. Tam bu noktada başlamakta olan tartışmalar çok önemli bir çelişki üzerinden ortaya çıkar: ‘Tek ve bölünemez olan İspanyol ulusu’ vurgulamasıyla üniter devlet yapısına dikkat çeken anayasa diğer yandan federal devlet yapılarında görebileceğimiz ‘özerk bölgeler ve diğer milliyetler’ ifadesini kullanmıştır. Çelişkili olarak yorumlanabilecek bu durum hukuk temelli bir okuma ile günümüzdeki ulus kavramının yeniden yorumlanması olarak özetlenebilir.2 Siyasi tarih bazlı bir okuma ise bize İspanyol anayasının bu çelişkili tutumunun, İç Savaş sonrası oluşan güvensizlik ortamında, azınlıkların devlete bağlılığını sağlamlaştırmak için verilen tavizlerden oluştuğunu söyleyebilir. İspanya’nın üniter yapısı, içerisinde barındırdığı çok geniş bir yerinden yönetim ağı ile birlikte federal devlete de bir yakınlık göstermektedir. Hatta son yıllarda, İspanya’nın gerçekte bir federasyona dönüştüğünü savunan yazarlar bir hayli fazladır. Ülkedeki işleyişin üniter yapıdan çok federal bir nitelik taşıdığını söylemek mümkündür. Siyaset Bilimi literatüründe ise İspanya ve İtalya gibi devletlerin bu üniter – federal arası sistemleri bölgeli devlet olarak adlandırılmaktadır. Bu ülkedeki özerk bölgeler, yerel yönetimlerle karşılaştırıldıklarında önemli yetkilere sahiptirler. Fakat daha da önemlisi, bu bölgelerin yasama yetkisi ile donatılması sonucu söz konusu bölgelerin siyasi karar merkezleri haline gelmiş olmalarıdır.3 Katalonya ve Euskadi (Bask ülkesi) İspanya’da tar-
1 Atilla Nalbant, Üniter Devlet, Bölgeseleşmeden Küreselleşmeye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s. 275 2 A.g..e, s. 273 3
Oktay Uygun, Federal Devlet, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2007, s. 123
15
tışmaların odak noktası olduğu için ön plana çıkan, etnik bakımdan en farklı iki bölgedir. Bunların dışında Galisya, Endülüs, Mursia ve benzeri yerel farklılıklar, hatta farklı diller bulunmaktadır. Ancak bu iki bölge sayısal ağırlığı ve bu iki ulusal azınlığın çoğunlukta bulunduğu bölgelerin fazlalığı, bölgelerdeki ekonomik gelişmelerin diğer bölgelerden ileriliği, direnişin tarihi köklere dayanan sürekliliği ve Euskadi bölgesi için ETA, dinmeyen terör olayları ile anılmaktadır. Gerek Katalonya gerek Bask ülkesi, sekizinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar bölgelerinde birer Hıristiyan güç olarak Arap ve Farslılarla olan savaşlarda etkinlik gösterip, sonuç alınmasında etkili olmuşlardır.4 Nitekim mikro milliyetçiliklerde ön plana çıkan çok önemli bir konu da azınlığın, tarihi boyunca oturmuş bir devlet anlayışının olup olmadığıdır. Bu iki bölgenin yerleşik kültürleri, dilleri kısacası etnisiteleri bakımından varlıkları, ileri dönemdeki millliyetçilik gelişmeleri için temel belirleyici unsur olmuştur.
talonya bu alanda da özerk bölgeler arasında birinci konumda. Merkezi yönetimden yardım paketi talep eden özerk yönetim, bağımsızlık isteklerinin iyice dillendirilmeye başlandığı son günlerde, ekonomik istikrarsızlık ile destek kaybetmiş durumda. Ekonomik kriz sırasında özerk bölgelerin yararlanması için bir likidite fonu oluşturan merkezi yönetim şu an için bu fonda 23 milyon Euro olduğunu açıkladı.5 On yedi özerk bölgeden dokuzu bu fondan yararlanmak için girişimde bulunmuştu. Fakat bunun yeterli olmaması, Madrid’in, özellikle Katalanlara, siyasi şartsız destek vermeye yanaşmaması bu fonun işlerliğinin sorgulanmasına neden oldu. Madrid hükümetinin, özerk bölgeler karşısında ekonomik sebeplerle kaybetmiş olduğu prestij de azınlıkların ayrılık taleplerinin çıkış noktasını oluşturuyor. Ülkedeki vergi sisteminden hoşnut olmayan özerk bölgeler için kendi halklarından toplamış oldukları vergileri önce merkezle, Madrid’le, daha sonra tüm bölgeler ile paylaşmak, özellikle ekonomik krizin vurduğu şu günlerde büyük bir külfet. Katalan milliyetçiliğinin ortaya çıkışı ise çok büyük oranda bu ekonomik dengesizlik iddialarına dayanıyor. 2)Katalan Milliyetçiliği Etnik sorunları genel olarak bir azgelişmişlik problemi olarak ele alan yaklaşım, İspanya’daki mikro milliyetçilik faaliyetleri için doğru bir tanımlama olmayacaktır. Gerek Basklar gerekse Katalanlar İspanya’daki azınlıklar içerisinde ekonomik olarak en gelişmiş olan milletlerdir. İspanya’nın üçüncü büyük azınlığı diyebileceğimiz Galisyalılar ise ekonomik olarak diğer iki bölgeye göre daha düşük seviyede olmalarına rağmen, bu üç grup içerisinde sorun çıkarmaye en az eyilimli olan millettir.
Katalonya özerk bölgesi; İspanya’nın kuzey doğusunda bulunan, son sayımlara göre yedi milyon yüz otuz beş bin nüfusa sahip olan bir bölgedir. Katalanca, İspanyolca ve Aranca olmak üzere üç resmi dili bulunur. 2006 yılında yapılan referandum ile birlikte Avrupa’nın en özerk bölgesi ünvanını da taşıyan Katalonya’nın bu özelliği hak edecek pek çok ayrıcalığı bulunuyor. Öncelikle bölgede Katalanca birinci dil konumunda ve bu dilin öğrenilmesi zorunlu, öyle ki bölgedeki tüm tabelalar Katalanca yazılmakta. Tüm polis memurları Katalan.Vergi gelirlerinin yönetiminde merkezden çok büyük bir oranda kopmayı başaran yerel yönetim, bölgedeki limanlar ve havaalanları üzerinde tam yetki kurmayı başardı. Bu ayrıcalıklar Katalonya ekonomisi için çok büyük önem ifade ediyor. Çünkü Barselona limanı İspanya’nın en büyük limanı ve Katalonya, özellikle turizm gelirleri ile, İspanya ekonomisinin beşte birini oluşturuyor. Tarih boyunca, Fransız etkisi ile gelişen ticaret, Akdeniz limanları içerisinde Barselona’nın önemini en ön sıraya taşırken , bölge daha çok orta büyüklükteki tekstil endüstrilerinin ve gelişmiş üretim türlerinin merkezi oldu. Genel mali bütçesinin %60’ı bölgesel hükümetten %40’ı ise merkez yönetimden gelen Katalonya sevk ve idare hakkını büyük oranda bağımsızlaştırmayı başarmış durumda.
Katalan milliyetçiliğinin ekonomik bir temellendirmesi yapılmak istenirse, 1898 yılında ABD – İspanya savaşı dikkatli bir şekilde okunmalıdır. Bu savaşın kaybedilmesi ile birlikte Güney Amerika’daki tüm hammadde kaynaklarını ve pazarlarını kaybeden İspanya’dan kopmak isteyen Barselona burjuvazisinin, sorunun mihenk taşını oluşturduğu görülür. Örnek vermek gerekirse; 1898 yılında kaybedilen son koloni olan Küba ile ticari ilişkileri oldukça gelişmiş olan Barselona’lı Bacardi ailesi, Küba’nın elden çıkması üzerine ayrılıkçı hareketlere destek vermeye başlamıştır. Madrid’deki hükümetin, iş yapmalarına engel, vasıfsız bir eleman olduğunu düşünen Barselona burjuvazisi bu tarihten itibaren sol, hatta anarşik sayılabilecek ulusal hareketlere bile destek vermiştir. Katalan dilinin geliştirilmesi ve temellendirilmesi için çalışmalar yapılmış, İspanya tarihinde yer alan “kontluklar arası savaşlar” birer “ulusal isyan” olarak gösterilmiştir. Nitekim bu faaliyetlerle kazanılmış halk desteği, 1932 yılında kazanılan özerkliğin mimarı olmuştur. 1939 yılında Kral Franco tarafından geri alınan özerklik; 1979 yılında yapılan yeni anayasanın uygulanmaya başlamasıyla birlikte tekrar kazanılmıştır. Madrid’in Katalanlara karşı tutumu ise, özellikle kazanılan ikinci özerklikten itibaren, her zaman ılımlı olmuştur. Barselona ekonomisinin İspanya için hayati önem taşıdığını bilen Madrid, bu değerli bölgeyi kaybetmemek için bir çok taviz vermiştir. Fakat son yıllarda Avrupa’yı sarsan ekonomik kriz göstermiş-
Katalonya ekonomisi her ne kadar Bask ekonomisi ile birlikte İspanya’nın en gelişmiş iki gücü şeklinde gözükse de son yıllarda Avrupa’yı vuran ekonomik kriz tüm otonom bölgeleri sarsmayı başardı. 2012’de açıklandığı kadarıyla 42 milyon Euro kamu borcu olan Ka-
4 Semih Eryıldız, Yerinde Yönetişim – Özerklik: Basklar, Kürtler, Katalanlar, İstanbul, Algı Yayın, 2012, s. 82 5
http://www.euractiv.com.tr/abnin-gelecegi/article/ayrilikci-ruzgarlar-esen-katalonya-madridden-mali-yardim-istedi-026991
16
tir ki Katalonya’nın da Madrid’e en az kendileri kadar ihtiyacı vardır.
meye başladığı bu günlerde, Bask yöresinde, ayrılıkçılık yanlıları halihazırda %50’lilerde seyrederken aynı oran Katalonya’da %60 - %70’lere çıkmış durumda. Bu örnek, azınlık hareketlerinde başvurulan yöntemin işlerliği açısından çok büyük önem arz ediyor.
Katalanların İspanya ekonomisinden kopmak iste-
İspanya Anayasası’na göre özerk yönetimlerin belli başlı konularda referandum yapmaları yasak. Bağımsızlık için referandum da bunlardan biri. 2009 yılında, Katalonya’nın bağımsızlığı için, sembolik olarak yapılan bir referandum sonucu, “Katalonya’nın, AB’ye entegre olarak sosyal, demokratik, egemen bir devlet olmasından yana mısınız?” sorusuna halk, %96 çoğunlukla “Evet” cevabını verdi. Resmi olmayan, bağımsızlık yanlısı bir sivil toplum kuruluşu tarafından yapılan bu oylama, Katalanların akıbeti ile ilgili yol gösterici bir veri oldu. 25 Kasım 2011 tarihindeki erken seçimle tekrar azınlık hükümeti kurmayı başaran Yönelim ve Birlik Partisi (CIU) lideri ve Katalonya özerk yönetimi başkanı Arhur Mas, öncelikli hedeflerinin ekonomiyi düzeltmek olduğunu söyledi. Katalonya ile İspanya arasındaki mali anlaşmayı değiştirmek isteyen Mas, Katalonya’nın daha az vergi ödemesi gerektiğini savunuyor. CIU’nun bu zamana kadarki politikasına aykırı bir şekilde “bağımsızlığı” öne çıkartan ve krizden kurtulmanın yolunu bağımsızlık için referanduma gitmekte gören Mas, önümüzdeki iki yıl içerisinde, bir referandum yapmak için tüm şartların zorlanacağını belirtti.7 Katalonya’nın ayrılık yolundaki en önemli müttefiki ise Avrupa Birliği olarak gözüküyor. 7 Kasım 2011 tarihinde Brüksel’deki AB toplantısında konuşan Arthur Mas, Katalonya’nın, kriterleri karşıladığı ve Brüksel bütçesine katkıda bulunduğu için AB içinde bağımsız bir ülke olması gerektiğini söyledi.8 Birlik içerisindeki ülkeler ise bu durumdan tedirgin olmakla birlikte AB’nin getirdiği demokratikleşme sürecinin ve birliğin git gide federal bir devlete dönüşmesinin, bu durumu kaçınılmaz olarak etkileyeceği görüşündeler. Nitekim; Belçika’da Flemenkler, Birleşik Krallık’ta İskoçlar ve İtalya’da Padanyalıların aynı isteklerle AB’nin kapısına dayanmalarına kesin gözüyle bakılıyor.
melerinin yanında, ayrılık taleplerini tetikleye bir başka etken de Katalanca’nın tarihi zenginliğidir. Katalan dili tarih boyunca canlılığını korumuştur. Katalonya’da doğanların %97’si hala Katalanca konuştuğu gibi, İspanya’nın diğer bölgelerinden gelen göçmenlerin %38’i bu dili öğrenmiş ve halen konuşmaktadır. Ayrıca Fransa, İtalya ve Andorra’da resmi dil statüsündedir. Katalan dili Fransız sözcük ve bazı kurallarla “takviye” edilmiş bir İspanyolca olarak görülebilirse de, bu iddia Katanlar tarafından şiddetle reddedilmektedir. Kendi dillerini “Latin köklü, İspanyolca’dan oldukça farklı” bir dil olarak tanımlayan Katalanlar, ayrılıkçı hareketlerinin tarihi akışı içerisinde kendi dillerini, kültürlerinin belki de en önemli parçası olarak görmüşler ve onu günümüze kadar canlı bir şekilde yaşatmışlardır. 6 Katalan partiler arasında en önemlilerinden biri sayılan ve Katalan milliyetçiliği için çok önemli bir figür olan Uiga’nın kurucusu Prat de la Riba’da Katalan dili ile ilgili şunları söylemiştir: “Biz milli ruhu, milli karakteri, milli düşünceyi görüyoruz, biz hukuku görüyoruz, biz dili görüyoruz: yazı ve dilden organizma çıkar ve bu milli düşünce, karakter ve ruh ulusu oluşturur. Şöyle ki, kültürümüzü oluşturan tüm öğrelerin, kendilerine mahsus, ortak yaşamın bütün değişkenlerinde ortaya çıkışını görüyoruz.” Katalan milliyetçiliği ile Bask milliyetçiliği arasındaki temel fark olan “şiddet” unsuru Katalanlar için hiç bir zaman cazip bir seçenek olmadı. Baskların 1959 yılında kurdukları silahlı örgüt ETA’nın üstlendiği fonksiyonu Barselona burjuvazisi Katalanlar için yerine getiriyor denebilir. Madrid’den ayrılıp ekonomik bağımsızlığına kavuşmak isteyen bu elit cemaat için tam bağımsızlık ilk zamanlar gereksiz bir ayrıcalıktı. “Ekonomik özgürlük, siyasi özerklik” kavramı içerisinde mücadelelerini şekillendiren Katalan halkı, zaman içerisinde bu hareketin farklı taraflara evrilmesiyle dinamikliğini korumuştur. Katı bir milliyetçilik anlayışı güden, kan ve ırk faktörlerini birinci plana taşıyan Bask milliyetçiliği ise günümüzde etkisini, eskiye nazaran, kaybetmiştir. Bask milliyetçiliğinin en önemli figürlerinden biri olan Sabine de Arana Goiri’nin Bask dili hakkında söylemiş olduğu sözler, bu iki milliyetçiliğin ayrımını da gözler önüne sermektedir: “Mesele başka bir dili konuşmak değildir, önemli olan diller arasındaki ayrımdır ki o bizi iki ırkın karışımından ve İspanyol bulaşıcı hastalığından korur. Eğer bizi istila edenler Bask dilini öğrenseler, biz de onların gramerini ve sözlüğünü dikkatle arşivleyip kendimizi Rusça, Norveççe veya herhangi bir diğer dil eğitimine adamalıyız, onların egemenliğine tabi olduğumuz sürece.” ETA’nın etkisini günden güne kaybet-
Sonuç olarak, Katalonya’nın ayrılık isteklerinin hukuki bir dayanağının olmaması, yani, bağımsızlık için bir referandumun anayasa tarafından mümkün kılınmaması, sorunun bu yönde çözümünü oldukça zorlaştırıyor. Öte yandan, ekonomik krizin, bağımsızlık isteyen Katalan yönetiminin gözünü korkuttuğu da bir diğer gerçek. Son tahlilde, ekonomik olarak bağımsızlığın gerçekleşmesi, vergilerin kısılması ve siyasi özerklik konumunun devam etmesi, Katalan halkı tarafından günümüzde daha çok desteklenen görüş olarak ön plana çıkıyor. KAYNAKÇA ERYILDIZ, Semih: Yerinde Yönetişim, Özerklik Basklar – Kürtler – Katalanlar, İstanbul, Algı Yayın, 2012 NALBANT, Atilla: Üniter Devlet, Bölgeselleşmeden Küreselleşmeye, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997 ROMERO, Miguel: Bask Ülkesi ve Katalonya’da İspanya İç Savaşı, İstanbul, Yazın Yayıncılık, 1996 UYGUN, Oktay: Federal Devlet, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2002
6 Semih Eryıldız, Yerinde Yönetişim, Özerklik: Basklar, Kürtler, Katalanlar, İstanbul, Algı Yayın, 2012, s. 87 7 http://www.cnnturk.com/2012/dunya/11/25/ispanyanin.butunlugu.tehlikeye.girecek.mi/686065.0/index.html 8
http://tr.euronews.com/2012/11/07/katalonya-baskani-ab-den-destek-istedi
17
AVRUPA
BASK MİLLİYETÇİLİĞİ, ETA ve DEMOKRASİYE GEÇİŞ SÜRECİNDE BASKLAR Uğur OVACIKLI
Giriş spanya, tarih boyunca farklı krallıkların ve çeşitli etnik grupların bir arada yaşadığı bir ülke olmuştur.1 İspanya’da Kastilyalılar ve Katalanlar’ın yanı sıra en önemli etnik gruplardan bir tanesi de Basklar’dır. Basklar ve ülke içindeki diğer etnik gruplar, yüzyıllarca İspanya’da geçerli olan ‘’Foral Sistem’’ in içinde yer almıştır. Foral Sistem ile etnik gruplara çeşitli haklar ve ayrılacılaklar tanınmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, devletin merkezileşme sürecinde, Foral Sistem önce daraltılmış, sonra da iptal edilmiştir. Azınlıkların, iptal edilen ayrıcalıkları üzerine, yüzyıllar boyunca birlikte hiç bir sorun olmadan yaşadığı İspanya’ya karşı tepkileri büyük olmuş ve aşağıda anlatılacak olan periferik milliyetçilerin çıkmasına neden olmuştur. İspanya, yaklaşık kırk yıl boyunca -Franco tarafından uygulanan- zorlu bir diktatörlük döneminden geçmişti. 1975 yılı gelindiğinde ise Generel Franco’nun ölümüyle İspanya’da demokratik adımlar atılmaya başlandı.1978 yılında hazırlanan ve referandumla kabul edilen 1978 Anayasası, bu demokratikleşme çabalarının en önemli göstergelerinden bir tanesiydi. Anayasaya göre İspanya 17 özerk bölgeye ayrılmıştı. Kuşkusuz özerk bölgelerin en dikkat çekici ve en önemlilerinden bir tanesi de Bask Bölgesi idi. Bask Bölgesi, İspanya’nın kuzeydoğusunda yaklaşık iki milyon nüfusa sahip, ekonomisi güçlü, zengin bir bölge konumundadır. Bask Bölgesi stratejik bakımdan mühim bir bölge olarak tanımlanmasa da, coğrafi açıdan elverişli toprakları olan, ve modern tarımın yapıldığı bir yerdir. Yani Bask bölgesi, tarım, sanayi, finans gibi bir çok sektörde İspanya’nın Katalonya ile birlikte en zengin bölgelerinden biridir. Bölge Burbonlar Devri ile Primo de Rivera ve Franco dönemleri haricinde özerk statüsündedir. Franco’nun ölümünden sonra İspanya’nın demokratikleşme süreci bağlamında bölge tekrardan özerk statünü kazanmıştır. Bask bölgesinin, İspanya Devleti’nin demokratikleşme sürecindeki yerini daha iyi kavrayabilme açısından, Bask milliyetçiliğinin tarihsel gelişimi ve başlangıçta Bask ülkesinin tarihi ve kültürel haklarını savunan; ama daha sonra bazı düşünce akımlarının etkisiyle terör eylemlerine başlayan ETA incelenmelidir. Bask Milliyetçiliğinin Tarihsel Gelişimi ve Periferik Milliyetçilik 18. yüzyılda V. Felipe’nin tahtına geçmesi ile birlikte merkezi devlet yapılanma süreci başlamıştı. Devletin merkezileşme süreci bağlamında, uzun zamandır yönetsel haklara ve imtiyazlara sahip olan ‘’tarihi’’ özerk böl-
gelerin -özellikle Bask Bölgesi ve Katalonya’nın- bazı hakları ellerinden alındı.2 13. yüzyıldan bu yana bölgede belirli aralıklarla ama sıkça kullanılan, özellikle önemli bölgelerin özerk olmasını sağlayan ve belirli imtiyazlar veren Foral Sistemi önce daraltılıp, sonra da iptal edildi. Kastilya’ya bağlı, ancak Foral Sistem’de özerk bir bölge olan Baskların, yüzyıllardır sahip oldukları bu ayrıcalıkların ortadan kalkması, Bask bölgesinde büyük tepkilere yol açtı. Bask milliyetçiliğinin tohumları, bu dönemden geçilirken atılmıştı. Bask milliyetçiliği, İspanya’nın kuzeyinde, 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan tipik bir periferik milliyetçilik türüdür. Periferi, bir merkezin çevresindeki ve o merkezle ilişkili olan bir alanı kastetmekle birlikte, periferik milliyetçiliği merkezin çevresinde oluşan milliyetçilik akımı olarak tanımlamak yeterli olmayacaktır. Periferik milliyetçiliğinin olabilmesi için ilişkide bulunduğu merkezde de bir milliyetçiliğin olması gerekir.3 Merkezde var olan bir milli kimliğin periferisinde yaşayan bireyler, kendi özelliklerini ve farklılıklarını içermediği için özdeşleşememekte, mağduriyet duygusuna kapılmaktadır. Periferik milliyetçilerin mağduriyet duygusunu kollektif olarak sıkça dile getirmeleri bu yüzdendir. Bir başka deyişle mağduriyet duygusu, bir anlamda periferik milliyetçiliğin en büyük motivasyonlarından bir tanesidir. Sonuç olarak periferik milliyetçilik, merkezi milliyetçiliğe bir tepki olarak ortaya çıkmakta ve merkezi milliyetçilik ile sürekli çatışma içerisinde olmaktadır. Çatışmanın ana eksenini oluşturan etmenler, Bask milliyetçiliği için zıt ideolojilerin çatışmasından başka bir şey değildir.4 Bask milliyetçiliği, esas itibari ile 1850 yılllarında ortaya çıkan Alman romantizminin organik-tarihçi temeline dayalı öze dönüşçü bir milliyetçilik akımıdır. Ulusu, halk iradesinin üzerinde, Tanrısal olarak gören bu akım Fransız Devrimi’nin dayandığı tüm ilkelere -özellikle liberalizm ve laikliğe- karşıdır.5 Öyle ki, 19. yüzyılın başında liberal, laik ve merkeziyetçi yönetime karşı, gelenekselci, katolik ve statüko yanlısı olan VII. Carlos’u destekleyen Karlist akımına, en büyük desteklerden bir tanesi Bask bölgesinden gelmiştir.6 18. ve özellikle 19. yüzyıl İspanya açısından zor bir dönem olmuştu. İspanya büyük bir imparatorluğu yitirmiş, sömürgesi altındaki devletler bağımsızlıklarını ilan etmişti. Sömürgesi altındaki devletlerin artık olmaması ekonomik yönden darbe vururken, ülke içindeki gevşek olan merkezi yapı ve çeşitli ideolojik akımların birbirleriyle sürtüşmesi devletin bunalıma girmesine yol açmıştı. Bu koşullarda İspanya’nın bir ulus oluşturma
İ
1 Mine Çiftçi, ‘’Demokratikleşme Yolundaki İspanya ve Bask Sorunu’’, Ankara, 2012 2 Fatma Gül Çökmez, Bölgesi: ‘’Etnik Milliyetçiliği Tarihsel Gelişimi ve İspanya’daki Devlet Politiklarının Etkisi’’, Ege Akademik Bakış Dergisi, 2008 3 Akın Özçer, İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği Cilt.I , Doğan Kitap Yayınları, Ankara, 1999, s.2 4 ÖZÇER, a.g.e s.18 5 ÖZÇER, a.g.e s.18 6
ÇÖKMEZ, ag.m s.358
18
çabaları da başarıya ulaşmamıştı. Bütün bu olumsuzlukların üzerine İspanya’da 19. yüzyılda periferik milliyetçi hareketler doruk noktasına ulaşmıştı. Periferik milliyetçilik tanımına en uygun milliyetçiliklerden biri olan Bask milliyetçiliğinin oluşumunu sağlayan ismi, Sabino Arana’yı incelemek Bask milliyetçiliğini anlama açısından yararlı olacaktır. Bask Milliyetçiliği’nde Sabino Arana ve PNV Bask milliyetçiliğinin kurucusu Sabino Arana, Bilbao kentinde, oldukça keskin bir Karlist ailenin bir ferdi olarak 1865 yılında doğmuştur. Arana, Barcelona’da hukuk eğitimi görmüş, aynı zamanda Bask tarihini, dilini ve Foral Sistem üzerindeki hukuksal tartışmaları derinlemesine incelemiştir. Araştırmalarından sonra Arana kendini Bask milliyetçiliğine adamıştır. Sabino Arana’nın siyasal yaşamını Akın Özçer üç bölüme ayırır.7 Birinci bölüm 1893 yılında başlayıp, 1898 yılına kadar devam eden ve fikirlerini anlattığı döneme denir. Bu dönemde Bask milliyetçiliği hakkında en radikal fikirlerini dile getirmiş ve kitaba dökmüştür. 1895 yılında Bask Milliyetçi Partisi (PNV)’ni kuran Sabino Arana, özü Bask ırkına ve Katolik dinine dayanan öze dönüşçü Bask milliyetçiliğinin çerçevesini çizmiştir. Onun için Bask milliyetçiliğinin temelinde ırk vardır. Irkı dil dahil, diğer unsurların üzerinde tutmaktadır. Sabino Arana’nın ırka dayalı millet kavramında, tarihin rolü de küçümsenmemelidir. Bu bakımdan, Sabino Arana Bask milliyetçiliğinin meşruluğu ve kendi siyasal ideolojisini kurabilmek için tarihi bir araç kullanmıştır. Sadece Bask milliyetçiliği için değil, genel olarak milliyetçilik kavramı, kendi meşruluğunu ve ulusal olduğuna dair bilinci gerçek ya da gerçek olmayan bir ile tarih ile kazanmıştır.8 Hobswan bu durumu ‘’’Gerçeğin yaratılması’’ olarak tanımlamıştır.9 Sabino’nun milliyetçiliği de bu tanıma uygundur. Sabino, tam olarak bilinemeyen Bask bölgesinin IX. yüzyıl önceki tarihini, kendisinin de bilmediğini itiraf ettikten sonra, o yıllarda dahi Baskların hiç bir zaman boyunduruk altına girmediğini anlatmakta sakınca görmemiştir. Sabino Arana’nın yüksek bir hayal gücüyle oluşturduğu Bask histografyası, bask milliyetçiliğinin güçlenmesi açısında daha sonra büyük başarı kazanmıştır. Sabino Arana’nın ikinci dönemini ise partideki aktif rolü oynamaktadır. 1900’lü yılların başlagıcında Sabino Arana’nın radikal siyasi fikirlerinde belirgin bir yumuşama görülmüştür. Sabino siyasi hayatının üçüncü bölümünde ise, 1902 yılında İspanya aleyhine yazdığı yazılar dolayısıyla hapse girmiş ve bir yıl sonra da vefat etmiştir. Son yıllarda Sabino Arana’nın fikirlerinde meydana gelen yumuşama da Bask bölgesinin tam bağımsız yapma amacı değişmemiş, sadece tam bağımsızlığa giden yolda değişiklikler meydana gelmiştir. Dolayısıyla amaca ulaşmak için başka araçlar gerekmiştir. O da etkin bir parti ile gerçekleştirelecek olan siyasi bir mücadeledir. Siyasi mücadele, radikal fikirlerle Sabino Arana’nın 1895 yılında kurduğu ama son döneminde radikal fikirlerinin bir kısmı arındırılmış olan PNV (Bask Milliyetçi Partisi) ile devam edecektir.
Sabino Arana 1895 yılında PNV’yi kurduğunda Bask milliyetçiliğinin temel unsurlarını çizerek, son derece radikal fikirlerini dile getirmişti. Partinin asıl amacı, Bask dilini, ırkını korumakla birlikte İspanya’dan ayrı bağımsız bir ülke kurmak olmuştu. Ancak PNV bağımsızlık düşüncesini, o yıllarda İspanya siyasi arenasında savunmak çok mümkün olmadığı için koşullara göre mümkün olanı aramış ve buna göre özerkçi bir tutum izlemeye başlamıştı.10 I. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD başkanı Wilson’un hazırladığı Wilson İlkeleri, PNV’nin ve Basklar’ın umutlanmasına yol açtı. Çünkü Wilson Prensipleri ulusdevlet olmanın önünü açarken, milletlere kendi kaderlerini tayin etme hakkı gibi etnik gruplara tanılan haklar konusunda bazı ilkeler içeriyordu. Ancak bu ilkeler sadece yenilen devletlerdeki azınlıklar için gündeme gelmişti. Yani Kürtler ve Ermeniler için geçerli olan Wilson Prensipleri, Basklar ve Katalanlar için geçersizdi. PNV 1936 İspanya iç savaşına kadar, siyasal mücadelesi ile Bask bölgesine belirli ayrıcalıklar sağlanmasında başarılar elde etti. Özellikle II. Cumhuriyet döneminde (1931-1936) Bask ülkesi, Katalonya ve Galicia gibi bölgelere özerklik tanınmıştı.11 Ancak bu dönem fazla uzun sürmedi. İspanya 1936-1939 yılları arasında milliyetçi, dindar ve anti komünist düşüncesinde ki radikal sağcılarla, cumhuriyet yanlısı, laik solcuların kavgalarına sahne oldu. İspanya iç savaşı Franco’nun ‘’milli’’ olarak adlandırdığı ordusu kazanmış, 1931 yılında kurulan II. Cumhuriyet, bütün siyasal kurumlarıyla ortadan kaldırılmış ve İspanya yaklaşık 40 yıl sürecek diktatörlük dönemine girmişti.12 PNV, kendi ideolojik düşüncesine uymamasına rağmen iç savaşta cumhuriyetçi kesimin yanında yer almıştı. Ancak iç savaş durdurulamyacak boyutlara ulaştığında, PNV ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Franco dönemi bölgeselciliğe, komünizme ve demokrasiye karşı bir dikta rejimiydi.b Bölgeselciliğe karşı olan Franco, Bask bölgesine aşırı derecede baskı uyguladı. Bask ulusal iradesi, II. Cumhuriyet döneminde referandum sonucunda ilan edilen otonomi ve kurumların yıkılmasıyla çiğnendi. Bask dili (Euskara) yasaklandı, okulları kapatıldı, kitapları toplandı, heykeller yakılıp yıkıldı, Bask ileri gelenleri tutuklandı, öldürüldü ya da sürgüne gönderildi.13 Bask bölgesi tam anlamıyla bir işgaldeydi. Süren dikta rejimi ve azınlıklara uygulanmaya devam eden baskı sonucunda PNV zayıfladı. Böylesine baskı ve şiddet ortamında, Bilbao’da bir grup genç Ekin adında bir bülten çıkardı. Bu oluşum ileride ETA ismini aldı. Bask ve İspanya Tarihinde ETA Bibao’da, 1952 yılında bir grup genç Ekin adında bir bülten çıkarmak üzere toplandı. Grup kendisini ilk başlarda ‘’laik vatansever hareket olarak’’ olarak tanımlamakta, Euskara’ya sempati duymakta ve Franco’nun uyguladığı dikta rejimine karşı çıkmaktaydı. PNV bu gruba büyük ilgi duymuş, hatta bir dönem PNV Gençlik kolu ile Ekin grubu etkileşimlerde de bulunmuşlardı. Ancak Ekin grubu, gizliliğin ihlal edilebileceği konu-
7 ÖZÇER, a.g.e s.58 8 Levent Ürer, Levent, Sosyal Devletten Soysal Devlete (Ulusçuluk Tartışmaları), Melek Yayınları, İstanbul, 2012, s.6 9 ÖZÇER, a.g.e s.58 10 Mine Çiftçi, ‘’Demokratikleşme Yolundaki İspanya ve Bask Sorunu’’, Ankara, 2012 11 ÇÖKMEZ, a.g.m s.359 12 ÖZÇER, a.g.e s.130 13
Mine Çiftçi, ‘’Demokratikleşme Yolundaki İspanya ve Bask Sorunu’’, Ankara, 2012
19
sundaki şüphelerinden dolayı PNV ile bir daha birleşmemek üzere ayrılmıştı.14 Ekin grubu içinden Txillerdegi, grubun yeni bir isim alarak, Sabino Arana’nın PNV’yi kurmuş olduğu tarihin 64. yıldönümü olan 31 Temmuz 1959 tarihinde siyasal arenada kendilerini göstermeyi önermişti.a145 Grubun diğer üyelerince benimsenen bu fikir ile Ekin, ‘’Euskadi ta Askatasuna’’ (Euskadi ve Özgür İnsan), kısaca ETA adını almıştı. Euskadi ETA aracılığıyla gerçekleştirilecek olan bağımsız Bask Ülkesini, ta Askatasuna ise özgür insanı temsil etmekteydi. ‘’ETA’nın ideolojisi, Ekin grubunca 1955 yılından bu yana yayımlanan ‘’Ekin Defterleri’’ başlıklı belgelerde oluşturulan görüşleri temel almaktaydı.’’15 Belgeler incelendiğinde ETA’nın ideolojisi, Sabino Arana milliyetçiliğindeki ilk sırada yer alan ırk kavramı yerine, dil ve kültürü daha öne çıkaran bir Bask milliyetçiliğiydi.erenokur Buna bağlı olarak ETA ilk dönemlerinde Bask dilini ve kültünü korumayı hedeflemişti. Zarar gören Bask milliyetçiliği yeniden canlandırılmak istendi. Ancak Franco’nun dikta rejimine karşı bu kolay olmayacaktı. Bu mücadele sürecindeki izlenecek yol açısından farklı eğilimlerden bahsetmek mümkündü.16 “Bu eğilimlerden ilki işçi sınıfı önderliğinde Marksist bir örgüt isterken, ikincisi Bask gelenek ve kültürünü yayma ve rahatça yaşayabilmeyi savunmuş ve üçüncüsü ise ezilen Bask halkını özgürlüğe kavuşturmayı amaçlayan anti-emperyalist gerilla hareketi ile bağımsızlığı arzulamıştır.’’17 1960 yılından itibaren ETA, Marksist bir örgüt kurmak ya da siyasi arenaya katılmak yerine, o yıllarda dönemin özelliklerinden biri olan gerilla savaşını daha etkili olacağını düşündü. ETA gerilla savaşını ön plana çıkararak, 1960 yılından sonra bağımsız ve birleşik Bask ülkesi ideali uğruna şiddet eylemlerine başladı.18 Örgüt ilk ciddi eylemini ise, 1973 yılında gerçekleştirdi. Örgüt, 10 tutuklu komunist liderinin tutuklanmasını içeren davaya 15 dakika kala başbakana suikastte bulundu. Bu olay sadece İspanya’nın değil, tüm Avrupa’nın ETA’yı dikta rejimine karşı bir direniş sembolü olarak görmeye başlamasına neden oldu. Fakat o dönemde ETA’nın amacı Franco’dan kurtarmak değil, Bask ülkesini İspanya’dan ayırarak tam bağımsız bir Bask ülkesini kurmaktı. 1970’li yıllarda, Dünya’daki öğrenci hareketlerinin etkisiyle ETA’nın ideolojisinde bir takım değişiklikler meydana geldi. Bu dönemde ETA, ulusal kurtuluşunu sınıf mücadelesi bağlamında düşünmeye başlamıştı. Bir tarafta emperyalist, diktatör Madrid, diğer tarafta İspanya’nın en zengin bölgelerinden biri olan ve İspanya’nın sömürgesi altındaki, kar ve refah üreten Bask bölgesi vardı. Bu durumda Bask ırkının bağımsızlığı, ezilen halkın hakkı olan şeyi yani bağımsızlığı alana kadar şiddet yolu denenerek sağlanmaya çalışılacaktı. ETA, Bask halkından desteği şu şekilde almayı amaçlıyordu: ETA, İspanyol güvenlik güçlerine karşı silahlı bir mücadele başlatacak, sonrasında İspanyol güvenlik güçleri harekete geçip Bask ırkı üzerine gidecek,
bu durum Basklıların tepkisine yol açacak ve ETA’nın eylemlerine Basklılardan destek gelecekti. Madrid ise yükselen Bask halkına karşı direnemeyecek ve Bask ülkesi bağımsızlığına kavuşacaktı.19 ETA 1970’li yıllardan sonra, Sabino Arana’ nın ortaya çıkardığı Bask milliyetçiliğini terketmişti. Bu durumun en önemli göstergelerinden bir tanesi, keskin Katolik inancını benimseneyen Sabino’nun Bask milliyetçiliğine karşın ETA o yıllarda laik bir tutum sergilemişti. Ayrıca, Bask bölgesine çalışmak için gelen göçmenler de sınıf mücadelesine destek vermiş, ETA’nın koyu milliyetçi tavrı ortadan kalkarken, Bask ırkını homojen bir ırk şeklinde algılanmaktan da vazgeçilmişti. ETA’da meydana gelen kesin bir ideoloji değişimi, örgüt içinde ayrışma gerçekleştirmişti. Örgüt içinde yaşanan bir ayrışma sonucunda ETA, ETA-PM ve ETA-M olarak ikiye bölünmüştü. ETA-PM sosyalist çizgide olup mücadelelerini siyasi arenada sürdürmek isterken, ETA-M sert bir tutum takınarak gerilla savaşını daha ön plana çıkararak mücadeleye devam etme kararı almıştı.20 ETA mücadelesini devam ettiriyorken ve örgüt içinde bunlar yaşanırken, Franco 1975 yılında ölmüş, ölmeden önce -1972 yılında- yönetimi bırakacağı kişiyi belirlemişti. O kişi Don Juan Carlos’du. Juan Carlos, Franco döenminde olduğu gibi ülkeyi baskı altına alarak yönetmek yerine, geldiği yılda demokratikleşme yolunda bazı reformlar gerçekleştirmişti. Demokrasiye Geçiş Sürecinde Basklar ve 1978 Anayasası Yaklaşık 40 yıl süren dikta rejiminin ardından, Fransisco Franco 1975 yılında vefat etmişti. Franco ölmeden evvel kendisinden sonraki İspanya kralı olacak kişiyi belirlerken, kendinden sonra da mevcut rejimi korumaya yönelik önlemler almıştı. Fakat bu önlemler kendisinin yerine geçen Kral Don Juan Carlos ve Başbakan Adolfo Suarez tarafından ortadan kaldırılarak, emin adımlarla demokrasiye doğru bir yol alınmıştı. Ancak demokrasiye geçiş kolay bir süreç olmamış, ara ara sancılı dönemlerden geçilmişti. Çünkü o yıllarda İspanya çoğulcu demokratik rejime geçme umudundaydı fakat bunun nasıl gerçekleşeceği belirsizken, siyasi olarak büyük risk taşıyordu. Juan Carlos ve Adolfo Suarez’in öncelikli hedeflerinden biri, geniş kapsamlı bir af ile yasaklanmış olan bir çok şeyi yasallaştırmak olmuştur. Bunun ışığında Suarez, bu ilkeleri içeren siyasi reform tasarısı önce meclisten geçmiş, sonra da referandumda %94.4 oranındaki evet oyuyla kabul edilmiştir. 1976 yılında hayata geçirilen bu yasa tasarısı ile, İspanya’da demokratikleşme süreci resmen başlamıştır.21 Demokrasiye geçiş, krallığın, solun ve Franco taraftarlarından yenilikçi kesimin büyük bir uzlaşı ortamı yaratmaları sonucu mümkün olabilmiştir. Adolfo Suarez liderliğindeki bu yenilikçi kesim, UCD (Demokratik Merkez Birliği) adı altında toplanmış, 1977 yılında yapılan ulusal seçimleri ise kazanmıştır.22
14 ÖZÇER, a.g.e s.144 15 ÖZÇER, a.g.e s.145 16 Eren Okur, ‘’ETA/Bask Modeli mi? Türkiye Modeli mi?’’, 2010 17 Yılmaz Şimşek, ‘’İspanyol Terör Örgütü ETA’nın Profil Analizi’’, Uşak Gündem, (çevrimiçi) 3 Ekim 2009 18 ÇÖKMEZ, a.g.m s.360 19 Emin Gürses, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi IRA, ETA, PKK, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1997, s.64 20 Eren Okur, ‘’ETA/Bask Modeli mi? Türkiye Modeli mi?’’, 2010 21 Akın Özçer, İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği Cilt.II , Doğan Kitap Yayınları, Ankara, 1999,s.96 22
ÇÖKMEZ, a.g.m s.360
20
Hükümet 1976 yılındaki yasa tasarısı ile demokratikleşme yolunda önemli bir adım atarken, Franco diktatörlüğündeki anayasanın ise kaldırılıp, yeni anayasa hazırlatmak istiyordu ve bu yöndeki çalışmalar 1978 yılında başladı. 1976 yılında geçen yasa tasarısından hemen sonra ‘’niye anayasa hazırlanmaya başlamadı ?’’ sorusunun cevabı ise demokrasinin işler hale gelmesi gerektiği ile ilgiliydi. 1978 yılında İspanya’nın demokratik anayasası yürürlüğe girmişti.23 Anayasa’nın değişmesinden hemen sonra, 1979 yılında özerklik kanunları hazırlandı. 1978 Anayasası hazırlanmadan hemen önce bölgesel politik çevrelerle yapılan görüşmelerden sonra 13 bölgenin özerk statüsünü kazanmasını sağlayan geçici otonomi, 1979 yılında hazırlanan özerklik kanunları ile 17 özerk bölgeye ayrılmış ve kesinlik kazanmıştı. Bask ve Katalan otonomi yasaları 1979 yılında, Bask ve Katalan bölgelerinde referanduma sunulmuş, %90 oy oranıyla kabul edilmiş ve merkezi parlementonun da onayını kazanarak 18 Aralık 1979’da resmen ilan edilmişti. Fakat her özerk bölgenin, özerklik kanunu aynı değildi. Özerk bölgeler arasındaki bu farklılık, o bölgenin eski siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarına bağlıydı. Katalonya ve Bask Ülkesi gibi yüzyıllar boyunca özerk yaşamış olan tarihi bölgelerin, diğer bölgelere göre durumları daha iyiydi 1978 Anayasası’nnın 2. maddesine göre İspanya bölgelere özerklik hakkını tanıyıp, buna sadık kalmayı garanti ederken, bir yandan da ülke içinde birlik açısından önemli detaylar içeriyordu. İspanya 1978 Anayasası’nın 2. maddesi: ‘’Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alır.’’ İspanya bu madde ile, özellikle kendi iç işlerinde serbestliğe kavuşan bölgelerin, ileriki zamanlarda bağımsızlık talebinin önünü kesmeyi amaçlamıştı. Belirtmekte fayda var ki, ETA özerklik verilmesine karşın silahı bırakmamıştır. Çünkü yukarda belirtildiği üzere ETA’nın amacı İspanya’dan bağımsız bir Bask Ülkesi kurmaktır. Bu yüzden 2. maddenin en önemli muhataplarından biri ETA olmuştur. Bask Ülkesi’nin İspanya ile arasında imzaladığı özerklik anlaşmasının ismi Guernica Özerklik Kanunu’dur. Bask Ülkesi Guernica ile sağlık, eğitim, emniyet işleri, imar işleri ve diğer birçok hizmetler mahalli idarenin elindedir. Eğitim, Bask bölgesinde A,B,C olarak ayrılan üç çeşit okulda yapılmaktadır. A tipi okullarda ana dil İspanyolca olup, Baskça (Euskara) yabancı dil olarak okuutulmakta, B tipi okullarda ise dil ayrımı yapılmamakta, C tipi okullarda ise esas dil Baskça olup İspanyolca yabancı dil olarak algılanmaktadır.24 17 özerk bölgeden biri olan Bask Ülkesi’nin dili gündeme geldiğinde, İspanyol Anayasası’nın 1. maddesi karşımıza çıkmaktadır. Anayasa’nın 1. maddesi, göre ülkenin resmi dili İspanyolca olup, özerkliğe sahip o bölgenin kabul gören bir dili varsa, o dil de ikinci bir resmi dil olarak sayılacağını açıklamaktadır. Bask Ülkesinde İspanyolca ve Baskça resmi dil olacak, ve bu dilde yayın yapan bir TV kanalı kurulacaktır. Bask ülkesine verilen bir diğer ayrıcalık ise bayrağın tanınmış olması ve ETA-M ‘nın siyasal kanadı olan Herri Batasuna ya23 ÇÖKMEZ, a.g.m s.361 24
Eren Okur, ‘’ETA/Bask Modeli mi? Türkiye Modeli mi?’’, 2010
sallaştırmak olmuştur. Batasuna partisi ileriki dönemde bir kere daha yasaklanmıştır. Sonuç Franco’nun ölümünden sonra kamuoyu Franco rejiminin devam edeceğini düşünmüştü. Fakat yerine geçen Kral Don Juan Carlos ve Başbakan Adolfo Franco’nun dikta rejiminin tam karşısında durmuş, yasakları birer birer ortadan kaldırmış ve ülke 17 özerk bölgeye ayrılmıştır. Özerk bölgelerin içinden -verilen ayrıcalıklar bakımından- durumu en iyi olan Bask Ülkesi’dir. Bask ülkesi açısından bakıldığında İspanya’nın 1975 yılından sonra başladığı demokratikleşme çabaları siyasi açıdan başarılı olarak değerlendirilmektedir. Çünkü İspanya, diğer ülkelere uygulanabilirliği bir yana, içinde farklı etnik gruplara sahip ülkeler açısından politika yapma sürecinde iyi bir mdel olarak kabul edilmektedir. Bu siyasi başarı olarak kabul edilen gelişmeler, askeri açıdan ancak 2011 yılına gelindiğinde ulaşılabilmişti. ETA 2011 yılına gelinirken seyrek olarak gerçekleştirdiği terör eylemlerine son verdiğini açıklamıştı. Siyasi olarak başarının yakalanmasının ardından yaklaşık 30 yıl sonra askeri açıdan barışa yönelik bir gelişmeden söz edilebilirdi. Bu 30 yıllık gecikmenin nedeni bellidir; ETA’nın İspanya’ya bağımsız bir Bask Ülkesi kurma açısından bitmeyen ısrarları. Ama sonunda gelen başarıyı, dönemin başbakanı Luis Rodrigez Zapetero kararlı bir işleyiş içinde olan demokrasinin zaferi olarak nitelemişti. Kuzey İrlanda’nın Britanya ile olan barış sürecinde aktif rol oynayan Tony Blair, ateşkese giden bu müzakerelerde de aktif rol oynamıştı. 2011 yılında ETA’nın silah bırakmasının ardından Bask Ülkesi’nde bağımsızlık yanlılarının mücadelesi demokratik yollardan sürmektedir. ETA’nın silah bırakmasının ardından İspanya Devleti ile bağımsızlık yanlıları arasında süren müzakereler devam etmektedir. İspanya, Bask Ülkesi’ne ETA’nın silah bırakması karşılığında, ayrıcalıkların genişletilmesi hususunda garantiler vermiştir. Yazıda Bask milliyetçili ve ETA’nın kurulumunun yanı sıra, Bask Ülkesi’nin 1978 İspanyol Anayasası içindeki yeri incelenmiştir. 2013 yılından itibaren Bask Ülkesi’ne garanti edilen ayrıcalıkların sınırı, Dünya’da ve özellikle İspanya Devleti’nde büyük merak uyandırmaktadır. KAYNAKÇA
ÇİFTÇİ, Mine, ‘’Demokratikleşme Yolundaki İspanya ve Bask Sorunu’’, Ankara, 2012 ÇÖKMEZ, Fatma Gül, ‘’Bask Bölgesi: Etnik Milliyetçiliği Tarihsel Gelişimi ve İspanya’daki Devlet Politiklarının Etkisi’’, Ege Akademik Bakış Dergisi, 2008 GÜRSES, Emin, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi IRA, ETA, PKK, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1997 OKUR, Eren, ‘’ETA/Bask Modeli mi? Türkiye Modeli mi?’’, 2010 ÖZÇER, Akın, İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği Cilt I,II, Doğan Kitap Yayınları, Ankara, 1999 ŞİMŞEK Yılmaz, ‘’İspanyol Terör Örgütü ETA’nın Profil Analizi’’, Usak Gündem,(çevrimiçi) , 3 Ekim 2009 ÜRER, Levent, Sosyal Devletten Soysal Devlete (Ulusçuluk Tartışmaları), Melek Yayınları, İstanbul, 2012 BBC, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111020_ eta_arms.shtml, (çevrimiçi), 2011 BBC Mahmut Hamsici, Müzakere Olmadan Gelen Özerklik,http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130111_peace_process_5_basque.shtml, (çevrimiçi), 2013 AVAR, Banu, Banu Avarla Sınırlar Arasında - İspanya ve Bask Ülkesi, 2007
21
Esin ENGİN
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTA
KiMiN iÇiN ÇALIYOR
H
emingway kitabında Hitler Almanya’sı ve komünist Rusya’nın politikaları arasında yerini bulmaya çalışan İspanya’nın kanlı çabasını anlatır. Kitap faşistlere karşı gerillalar arasında savaşan İspanyolca dilbilimcisinin üç gününü anlatır. Aslen Amerikalı olan Robert Jordan bomba alanındaki uzmanlığı sebebiyle General Golz tarafından Segovia’daki köprüyü patlatmakla görevlendirilmiştir. Jordan’a verilen emir faşistlerin elinde bulunan köprünün düşman saldırısı ile eş zamanlı patlatmaktır. Ona verilen iki çanta dinamitle yola çıkan Jordan, Segovia bölgesine vardığında yaşlı cumhuriyetçi Anselmo ve bölgedeki gerilla lideri Pablo ile karşılaşır. Köprü işinde adama ihtiyacı olan Jordan onlara görevinden söz eder. Pablo görevi süresince Jordan’ı mağarada misafir eder. Jordan saldırı planı yaparken bir yandan Pablo ve yoldaşlarının Kashkin adlı bir Rus’la yaptığı teren işinde bulunan Maria ile konuşur ve ona âşık olur. Maria ve Jordan’ın beraber geçirdiği üç gün sonunda görev zamanı gelmiştir. Fakat milliyetçi kuvvetler bölgeye sürekli takviye ekip gönderdiğinden; Jordan köprü işinin tehlikeye girdiğini düşünmüştür. Bunun üzerine görevin iptalini içeren mesajı, gerillalardan Andres’e vermiş ve mesajı General Golz’a ulaştırmasını istemiştir. Ne var ki Andres gittiği her birlikte faşist casus olarak karşılanmış ve mesajı zamanında iletememiştir. Jordan ise emir gereği planını uygulamaya koymuş ve köprüyü düşman kuvvetlerinin uçak saldırılarıyla eş zamanlı patlatmıştır. Fakat olay yerinden kaçarken attan düşüp bacağını kırmıştır. Maria’yla birlikte diğerlerini göndererek kendisini düşman kuvvetlerinin eline geçmemek için vurmuştur. Hemingway savaşın kanlı gerçeğini anlatırken insani duyguları unutmamış ve realist anlatımının içinde samimiyeti yakalamıştır. ‘’Çanlar Kimim İçin Çalıyor’’da karakterler yaratılmamışta adeta var olan kişilerin öyküsü yazılmıştır. Bunun sebebi kitapta geçmişe dönüşlere yer verilmesidir. Kitapta yazılanlar yardımıyla iç savaşı yorumlarsak Jordan ın köprü işi için tek başına görevlendirilmesi ve Andres’in gittiği birliklerde casus olarak karşılanması birimler arası iletişim kopukluğunu göstermektedir. İspanya iç savaşını uluslararası platforma taşırsak savaşın gerçek bir savaş olmadığını İspanya’nın kimlik bunalımının yansımaları olduğunu görürüz. Bu savaşta yenen de yenilen kadar darbe almıştır. Savaş gerçekte bir kan davası hatta ortaçağdaki engizisyonun intikamıdır. “Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” John Donne
22
KİTAP KİTAP KİTAP KİTAP KİTAPKİTAP KİTAP KİTAP
ÇANLAR
ASYA-PASİFİK -ASYA-PASİFİK’TE DEĞİŞEN GÜÇ DENGELERİ: ÇİN UNSURU -ASYA-PASİFİK’İN ARTAN ÖNEMİ VE ABD HEGEMONYASI
-1997 DOĞU ASYA KRİZİ VE KRİZ SONRASI KAZANANLAR VE KAYBEDENLER
23
ASYA-PASİFİK
ASYA-PASİFİK’TE DEĞİŞEN GÜÇ DENGELERİ: ÇİN UNSURU Gözde TÜTMEZ
Y
aklaşık 2500 yıl önce, birbirleriyle ihtilaf halinde olan bir grup bağımsız devlet; bugün ‘Çin’ olarak adlandırdığımız stratejik bölgenin egemenliği için yoğun savaşlar vermiştir. Son imparatorluk olan Qing Hanedanlığı’nın (1644-1911) bölge hâkimiyetini yitirmesinin ardından Modern Dönem (1911-1949) olarak adlandırılan yeni bir döneme girilmiş, Çin için ulus-devlet fikri ortaya çıkmıştır. Bu sırada Ekim 1917’de Rusya’da devam eden devrim sürecinin etkileri, Çin’de de kendini göstermeye başlamıştır.1921 yılında Mao Zedong, Dong Biwu, Chen Tanqui, He Shuheng; Shanghai’de 1. Ulusal Kongre’yi düzenleyerek Çin Komünist Partisi’ni kurmuşlar; verilen çetin mücadeleler ardından 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti Dönemi’ni başlatmışlardır. 1920’lerden beri aktif bir komünist olan Mao Zedong, Çin toplumsal devriminin köylü sınıfına dayandırılarak yapılması gerektiğine inandığından; yüzyıllar süren mülkiyet sahibi olma sistemine son vermiştir.1952 yıllarda yapılan reformlar sonucu Çin ekonomisinde bir iyileşme görülmüş ancak toprak reformu köylüler için aynı verimi sağlayamamıştır.1950’den 1966’ya kadar kültür devrimine giden süreçte, Çin adına ciddi adımlar atılmıştır. Bu dönemde teknoloji ve sanayide oldukça ileri gidilmiş ancak siyasi alan içinde ciddi stratejik hatalar yapılmıştır.1966-1976 yılları arasında yaşanan kültür devrimi süreci, Mao Zedong’un burjuvaların parti içine sızdığı ve yönetime müdahale ettiği görüşüne dayandırarak başlattığı tahrip edici ve yıkıcı bir süreçtir.9 Eylül 1976’dan sonra Mao’nun ölümünün ardından, Deng Xiaoping yönetime geçmiştir.1977’de yaşanan on yıllık olumsuz sürecin sona ermesinin ardından, halkın da verdiği büyük destekle devlet politikalarında değişmeler yaşanmış, aşılanan büyüme ve ilerleme arzusu etkisine günümüze kadar sürdürmeyi başarmıştır. Günümüz Çin Politikalarının Temel Prensipleri Deng Xiaoping ile başlayan, gayri safi milli hâsılayı arttırmaya yönelik üç aşamalı kalkınma planı çerçevesinde; halkının yaşam standartlarını yükseltmeyi ve temel modernleşme sürecine ulaşmayı hedefleyen bir Çin profili oluşturulmuştur. Çin, ulusal kongrelerinde yaklaşık 70 yıllık bir kalkınma planı oluşturmuş; bu planı gerçekleştirmek içinde yurtiçi ve yurtdışında güvenliğini sağlamak adına çalışmalara başlamıştır. Temel prensibi politik ve barışçıl bir strateji üzerinden hareket etmek olan Çin, Soğuk Savaş Dönemi’nde Amerika Birleşik Devletleri’nin kurduğu uluslararası sistemden en iyi yararlanan ülke olmuştur. Günümüzde Çin’in uluslararası sistemde uyguladığı beş temel strateji bulunmaktadır: •Ülkelerin egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı •Mütekabiliyete saygı olarak saldırmazlık 1
IMF, World Economic Outlook, September 2004
•Başka devletlerin iç işlerine karışmama •Eşitlik •Karşılıklı Fayda Belirtilen bu beş madde ışığında Çin, Asya-Pasifik başta olmak üzere; dünya üzerindeki pek çok alana etkisini güçlü bir şekilde hissettirmeye başlamıştır. Ekonomik Politikalar Bugünlerde nereye baksak karşımıza ‘MADE İN CHINA’ ibaresi çıkıyor. Para kadar evrensel bir hal alan bu ibare, Çin’in ekonomik etki alanının ne kadar genişlediği konusunda bir kanıt olarak değerlendirilebilir. Çin’in son yıllarda sergilediği ekonomik politikalar sonucu meydana getirdiği hızlı büyüme, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere pek çok siyasi otorite için tehditkâr bir hal almıştır. Dünyanın en fazla ihracat yapan ülkesi olan Çin, küresel bir atölye konumundadır. Ülke son 20 yıl içinde pazar kapitalizmi anlayışını benimsemiş ve hükümet, köylülerin birleşik bir güç oluşturması için çiftçilere destek vermeye başlamıştır. Bu durum ciddi bir göç alımına sebebiyet vermiş, ucuz işgücünün variyeti Çin’i bir doğal kaynak haline dönüştürmüştür. 2003 yılında Çin’in GSMH’sı, 1.4 trilyon $’dır1.Bu bağlamda Çin, dünyanın en büyük yedinci ekonomosidir.Çin’in para birimini dolara göre sabitlediği durumu göz önünde bulundurulduğunda yedinci olarak kabul edilen sıranın daha aşağıya inebildiği görülmüştür.
Günümüz koşullarında Çin, Amerika’nın en büyük alacaklısı durumundadır. Büyük dış ticaret fazlasını yüz binlerce dolarlık Amerika borsasına yatıran Çin, büyük alacaklı olma konusunu tek taraflı kullanamamaktadır. Amerikan Merkez Bankası’nın ekonomik durgunlukla, sıfır faizle ve banknot matbaasını devreye sokarak mücadele vermesi, Çin’i rahatsız etmektedir. Çin en çok enflasyonist para politikasından ve doların dış değerinin düşmesinden çekinmektedir çünkü böyle bir durumda Çin’in elindeki Amerikan tahvilleri de değer kaybedecektir. Tepki alan nokta ise Çin Merkez Bankası’nın milli para birimi Yuan’ı Dolar’a endeksleyip tam dalgalanmaya bırakmasıdır. 24
Çin 2009 ve 2010 yıllarında gelişmekte olan ülkelere hammadde üreticileri başta olmak üzere 110 milyar dolar kredi vererek, Dünya Bankası’nın 100 milyar dolarlık kredi miktarını geçmiştir.2 Özellikle hammadde üreticilerine verilen destek göz önünde bulundurulduğunda, ülkenin en büyük enerji tüketicisi olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, G7’yi oluşturan ülkeler arasında uzun süredir en güçlü ekonomik büyümeye sahip ülke iken, günümüz şartlarında Çin’de ABD’ninkinden iki kat fazla büyüme meydana geldiği görülmüştür.3 İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan IMF sebebiyle dünya ödeme aracı olarak kabul gören Amerikan Doları, değişen dünya düzeninden ötürü yerini reel değerlerden soyutlamış hale getirmiştir. Günümüzde Amerikan Doları alternatifsizliği sayesinde ana para birimi olarak kullanılmaktadır. Çin ise dolar devrinin kapandığını savunmakta ancak yerine doğrudan kendi para birimi olan yuanı koyamamaktadır. Bunun sebebi ise en büyük dolar alacaklısı olmasının yanı sıra dolar üzerinden en fazla yatırımı yapan ülkenin de yine Çin olmasıdır. Çin şimdilik parasını dolara endekslemiş görünse de para birimi olan yuanın değerini yükseltmek için çalışmalara başlamış durumdadır.2010’dan beridir Hongkong’da hisse senetleri yuan üzerinden tedavüle çıkmaktadır. Nijerya ve Brezilya gibi bazı döviz devletleri, rezervlerinin bir kısmını yuana dönüştürmüş du-
mesine sebep olmaktadır. Silahlanmaya gitmenin ve askeri donanmayı arttırmanın bir diğer sebebi ise her iki ülkenin de istihdamını yükseltmek istemesidir. Çin’in 2020 yılına kadar yüksek teknolojiye ve ortak operasyon kabiliyetine sahip bir ordu kurmayı hedeflediği belirtilmektedir. Seferberlik durumunda takviye kuvvet oluşturmak, barış zamanında da yardımcı olmak adına ordunun ihtiyaç duyacağı rezerv kuvvetlerin oluşturulmasına önem verilmektedir. Diğer taraftan silahlı kuvvetlerin hukuki yapısına güçlendirmek ve hukuk sistemine uygun hale getirmek için, askeri kanunlarda bazı değişiklikler yapılmıştır. Savunma sanayi alanında da yüksek teknolojiye sahip silahların ve malzemelerin üretimine önem verilmiştir. Çin, sınırları dışında da hammadde ihraç edecek ülkeleri ve yatırımcıları destekleyerek kendine müttefik oluşturmaktadır. Ticaretinin %70’ini deniz yolu üzerinden gerçekleştiren Çin, deniz gücünün kuvvetine özellikle önem vermektedir. Bulunduğu bölgede, deniz üzerinde sergilediği dominant tutumun sebebi budur. Tayvan’ın bağımsızlığını engelleyerek, ABD’ye karşı bölgede bir güç oluşturmayı hedeflemektedir.
Teknolojik Gelişmeler ve Enerji Politikaları Çin, 1997 Mart’ında 973 olarak adlandırılan bir kalkınma planı hazırlamıştır. Bu planın amacı enerji, bilgi, kaynak, çevre gibi konularda teknolojik ilerlemeyi sağlayacak projeler meydana getirmek ve uygulamaktır. Planın hayata geçirilmesinden bu yana Çin, milyarlarca bütçe ayırarak 300’den fazla projenin gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Nano teknoloji, genetik, beyin bilimi, antik biyoloji, uzay ve bilgisayar teknolojisi olmak üzere pek çok dalda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Örneğin; 2002 yılında pirincin gen dizilimi bulunmuş, 2004 yılında da işlevli genini klonlamayı başarmışlardır. Çin’in son yıllarda en çok üzerine düştüğü konulardan biri de uzay üstünlüğüdür. 2005 yılında fırlatılan Shenzhou-5, Çin’in ilk mürettebatlı uzay uçuşudur. Ardından 2005’te Shenzhou-6 ve 2007’de Shenzhou-7 fırlatılmıştır ve Çin’in uzayda ilk yürüyüş tatbikatı gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte Çin’in ilk laboratuar modülü olan Tiangong 1 ile uzayda otomatik olarak kenetlenmiştir. Shenzhou-9’un görevi ise Tiangong 1 ile kenetlenen Çin’in ilk insanlı uzay misyonunu gerçekleştirmektir. Başarılı bir kenetlenme Çin’in uzay aracının dünya ile uzay arasında bir mekik aracı olacağı anlamını taşımaktadır. Bu teknoloji ile insanların uzay istasyonlarına ve laboratuarlarına gönderilmesi hedeflenmektedir.
rumdadır. Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Xiachuan kısa bir süre önce Çin’in tam bir konvertibiliteden uzak olmadığını belirtmiştir. Bu açıklamaya göre her sermaye birimi ve piyasa fiyatlarına göre işlem görebilecektir.4 Çin’in yuanı kullanıma açmak istemesinin sebebi ise pazara çok fazla spekülatif sermayenin girmesini engellemektir. Merkez Bankası Yuan-Dolar kurunun dengeleneceği bir politika izlemektedir. Askeri Stratejiler Çin, son 30 yıldır sergilediği ekonomik büyümenin yanında askeri alanda da önemli yatırımlar yapmaya başlamıştır. Dünyanın en kalabalık nüfusuna ve askeri ordusuna sahip olan Çin, Amerika tarafından bir tehdit unsuru olarak görülmektedir. Bu sebeple Amerika, son süreçte hızla silahlanmaya başlayan Çin’e karşı 2020’ye kadar donanmasının yüzde %60’ını Pasifik’e yerleştirmeyi amaçlamaktadır.5 Çin’in hak iddia ettiği yerlerden biri olan Güney Çin Denizi Ticaret Yolu, Amerika’nın çıkarları için de önem arz etmektedir. Bu sebeple Amerika, bağımsızlığını isteyen Tayvan’ı Çin’e karşı desteklemektedir. Çatışma unsuru sayılabilecek bu durum iki tarafında gerginleş-
2 http://ekonomi.milliyet.com.tr/cin-kredide-dunya-bankasi-ni-gecti-/ekonomi/ekonomidetay/18.01.2011/1340781/default.htm 3 Ted C. Fishman, Çin İnç., Çev:Güneş Tokcan, Nalan Başkal Ünver, cilt:I, Klan Yayınları, 2005, s:23 4 Mathias Bölinger, ‘Yeni Dünya Parası Yen-Yuan’mı Olacak?, TURQUIE diplomatique, 15 Şubat-15 Mart 2012, sayı:37, syf:3 5
Marc Dickgreber, ‘Geleceğin Süper Gücü Kim?’, TURQUIE diplomatique, 15 Kasım-15 Aralık 2012, sayı:46, syf:1
25
Hükümet, İnsanlı Uzay Mühendisliği çalışmaları için 1992-2011 yılları arasında 35 milyar yuan bütçe harcamıştır.6 Bugün Çin, insanlı uzay mekikleri, uzayda yürüme ve yörüngeye kenetlenme konularında gerekli teknolojiyi bağımsız olarak sağlayabilen üç ulustan biridir. Değinilmesi gereken bir diğer konu ise Çin’in Amerika’ya karşı gerçekleştirdiği siber saldırılardır. Ulusal İstihbarat Bürosu’nun, iç ve dış politikaları Amerika’yı etkileyebilecek ülkeler ve terör tehditleri ile ilgili hazırladığı raporda, Amerika’nın bilgisayar şebekesine yönelik yapılan en ciddi saldırıların Çin ve Rusya’dan geldiği öne sürülmüştür. İnternet arama motoru Google’da, Çinli bilgisayar korsanları tarafından 2010 yılında siteye saldırılar düzenlenip, bilgi sızdırıldığını açıklamıştır. Çin’in gittikçe artan büyüme hacmi ile enerji üretimi arasında dengesizlik bulunmaktadır. Hala Çin’in belirli bölgelerinde yetersiz elektrik üretiminden ötürü elektrik kesintileri yaşanmaktadır. Çin elektrik üretiminin %70’ini kömür ile karşılamaktadır. Bu durum çevre kirliliğine sebep olmakta, atmosfere zehirli gaz bırakmakta ve insan sağlığını olumsuz etkilemektedir. Zehirli atık salınımında ABD’nin önüne geçen Çin, dünyada birinci sıraya oturmaktadır. Kuzey ve iç kesimlerden çıkarılan kömürün kıyı kesimlere ulaştırılması da Çin için ciddi bir maliyete sebep olmaktadır. En önemli sorun ise Çin’in petrol ve doğalgaz ithal ettiği bölgelerdeki istikrarsızlığı ve dışa bağımlılığıdır. İçinde bulunduğu bu sorunlar sebebi ile Çin elektrik tasarrufuna ve alternatif yenilenebilir enerji kaynaklarına geliştirmeye yönelik çalışmalara yönelmiştir. Rüzgar enerjisini sağlayacak santrallerin kurulumu için gerekli teknolojik yetersizlik ve güneş enerjisinin maliyetinin çok yüksek olması sebebiyle Çin, nükleer santralleri alternatif yenilenebilir enerji kaynağı olarak görmektedir. Nükleer santral kurma ve geliştirme konusunda dünyada etkin bir güce sahip olan ülke, bu alan üzerinde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir. Sahip olduğu elektrik üretimi problemini bu santraller aracılığı ile çözmeyi hedeflemektedir. Çin’in gerçekleştirdiği bir diğer hamle ise Afrika’da Brezilya’ya rakip olacak şekilde gerçekleştirdiği kaynak arayışlarıdır. Çin’in artan petrol ihtiyacı ve talebi, petrol birim fiyatının düşmesine sebep olmuş bu da Amerikan ekonomisini büyük ölçüde zarara uğratmıştır. Sudan ve İran ile geliştirilen ilişkiler Amerika’yı tedirgin etmektedir. Artan petrol fiyatı ve derinleşen petrol krizine rağmen, Çin’in enerji güvenliğine tehdit oluşturduğu iddiası yersizdir. Avrupa Birliği’nin petrol ambargosu uygulaması durumunda Çin’in kurtulmak adına daha fazla petrol alacağı şeklindeki spekülasyonları yersiz bulan Çinli uzmanlar, uluslar arası izolasyona düşme riskini göze alamayacaklarını söylemektedirler.7 Çin’in Yardım Çalışmaları Dış politikasını barış anlayışıyla temellendirdiğini sık sık vurgulayan Çin, son dönemde gelişmekte olan
ülkelere dış yardımda bulunmaya başlamıştır.1949 yılından 2009 yılına kadar geçen süreçte, Çin toplam 250 milyar yuan dış yardım sağlamıştır. Bu yardımların 106 milyar 200 milyon yuanlık kısmı karşılıksızdır.8 Borç krizinden etkilenen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de ekonomilerini yeniden canlandırmak amacıyla Çin’e davet göndermektedir. Romanya, Macaristan, Letonya, Polonya gibi ülkeler Çin işletmelerini ülkelerinde yatırım yapmaya davet etmektedir. Avrupa ve ABD gibi geleneksel ekonomilerin dışında bir ekonomiye ihtiyaç duyan bu ülkelere yardım ederek Çin, Avrupa pazarına rahatça girme imkanına sahip olmakta ve yüksek vergi oranlarından kaçınmaktadır. Kalkınma yardımlarının dış politika stratejileri ile doğrudan ilintili olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Çin’in yardım stratejileri, daha fazla pazar ve daha ucuz enerji elde ederek merkezi bir güç oluşturma çabası olarak nitelendirilmektedir. Sonuç Son 20 yılda sergilenen ekonomik büyüme göz önünde bulundurulduğunda, Çin Asya-Pasifik üzerinde etkin bir güç haline gelmiştir. Ekonomik politikaları, askeri stratejileri ve teknolojik ilerlemeleri ile ABD’nin dünya üzerindeki hakim gücünü sarsacak düzeye ulaşan Çin, barışçıl bir yaklaşım izleyerek ilişkilerini pozitif düzeyde temellendirmeyi hedeflemektedir. Ancak hala dolara endeksli sergilediği ekonomik politikalar ve bölgesinde karşılaştığı politik sorunlar sebebiyle istediği hakim güç düzeyine ulaşamamıştır.
KAYNAKÇA AKÇADAĞ, Emine, ‘Yükselen Güç Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi’, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&v iew=article&id=605:yuekselen, 17.03.2010 AKÇADAĞ, Emine, ‘Yükselen Çin’in Yükselen Deniz Gücü’, http:// www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article& id=832:yuekselen-cinin-yuekselen-deniz-guecue&catid=92:analizleruzakdogu&Itemid=140, 18.10.2010 BÖLINGER, Mathias, ‘Yeni Dünya Parası Yen-Yuan’mı Olacak?’, TURQUIE diplomatique, 15 Şubat-15 Mart 2012, Sayı:37, S:23 ÇAKMAK, Cenap, ‘Çin, Enerji ve ABD’, h t t p : / / w w w. b i l g e s a m . o r g / t r / i n d e x . p h p ? o p t i o n = c o m _ content&view=article&id=227:cin-enerji-ve-abd&catid=92:analizleruzakdogu&Itemid=140, 04.11.2008 DICKGREBER, Marc, ‘Geleceğin Süper Gücü Kim?’, TURQUIE diplomatique, 15 Kasım-15 Aralık 2012, Sayı:46, S:1 DRIOUCH, Hicham, ‘Kalkınma yardımları mı, Ekonomik Çıkar mı?’, http://www.trdiplo.com/197-cinin-dis-yardim-calismalari-surekli-artiyorkalkinma-yardimi-mi-ekonomik-cikar-mi-trdiplo.aspx, s:39 FISHMAN, Ted, Çin Inç., Çev:Güneş Tokcan, Nalan Başkal Ünver, C:I, İstanbul, Klan Yayınları, 2005, s:7-30 O’REILLY, Brendon, ‘Çin Uzay Üstünlüğünü Ele Geçirmek Üzere’, TURQUIE diplomatique, Temmuz 2012, Sayı:42, S:27 SANDIKLI, Atilla, ‘Geleceğin Süper Gücü Çin’, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=74:geleceinsueper-guecue-cin&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140, 17.02.2008 ŞÖHRET, Mesut, ‘Çin’in Ulusal Güvenlik Stratejisi’, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1043:cin in-ulusal-guevenlik-stratejisi&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140, 07.05.2011 TINMAZ, Salih, ‘Çin’in Nükleer Enerji Politikası’, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1208:ci nin-nuekleer-enerji-politikas&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140, 25.10.2011 ‘Siber Saldırılar Askeri Tehdit Kadar Tehlikeli’, TURQUIE diplomatique, 15 Şubat-15 Mart 2012, Sayı:37, S:14
6 Brendon O’Reilly, ‘Çin Uzay Üstünlüğünü Ele Geçirmek Üzere’, TURQUIE diplomatique, Temmuz 2012, sayı:42, syf:27 7 Siber Saldırılar Askeri Tehdit Kadar Tehlikeli, TURQUIE diplomatique, 15 Şubat-15 Mart 2012, sayı:37, syf:23 8
http://www.trdiplo.com/197-cinin-dis-yardim-calismalari-surekli-artiyor-kalkinma-yardimi-mi-ekonomik-cikar-mi-trdiplo.aspx
26
ASYA-PASİFİK
ASYA-PASİFİK’İN ARTAN ÖNEMİ VE
ABD HEGEMONYASI Özgür Can ARAZ
M
odern uluslararası ilişkiler sistemi, 1648 yılındaki Westphalia Barışı’na kadar dayandırılabilmektedir. Sistemin, yapısal özelliklerle ilgili tartışmalara (özellikle son yüzyılda uluslararası ilişkilerin devletlerarası mı yoksa devletler üstü mü bir durum içinde olduğuyla ilgili tartışmalar buna örnektir) rağmen ve belli dönüşümler içinde günümüz dünyasına kadar sürdüğünü ve sürmekte olduğunu söylemek mümkün. Bu geniş süreç içerisinde güç dengesi ve hegemonya unsurlarının da yine belli dönüşümlerle sistem içinde var olduğunu görüyoruz. Yine bu süreç; imparatorluk, modernite, ulus-devlet, ulusal çıkar, küreselleşme gibi kavramlarla ilgili tartışmaları içinde barındırmıştır. Günümüze ve bir önceki yüzyıla baktığımızda, hegemonya ve küresel çapta egemenliğe sahip olma konularının akla getirdiği ilk unsur şüphesiz ki Amerika Birleşik Devletleri’dir. Yaşadığımız dönemde gelişmelerle birlikte Obama başkanlığındaki ABD’nin dış politika araçlarını ve kontrol kurabilme çabalarını Asya-Pasifik bölgesinde yoğunlaştırma eğiliminde olduğu görüşü hakim. Tabi ki bu yoğunlaşmanın yaşanmasında, sürekli büyüyen ekonomisi, özgün kültürü, olumlu yönde kullanmaya çalıştığı büyük nüfus potansiyeli ve modernizasyon politikaları ile tüm dikkatleri üzerine çeken Çin’in başını çektiği Asya yükselişinin ve bu yükselişin, bir bakıma Amerikan hegemonyasının tehdide uğrattığı görüşünün etkili olduğunu belirtmek gerek.
yanın modern ulus devlet yapılanmaları öncesindeki imparatorluk anlayışıyla uyuşmadığını görürüz. Çünkü hegemonya doğrudan hükmetmek yerine, sistemdeki diğer unsurları kontrol etmeyi ve yönlendirmeyi hedeflemektedir. Modern dünya sisteminde hegemon güç sayılabilecek ilk devlet, 1870’lerde bu konuda inişe geçmeye başlayacak olan İngiltere’ydi. ABD ise ancak 1898 yılında yaşanan İspanya Savaşı sonrasında büyük güç haline gelerek, 20. yüzyıla adım atılırken hegemonya yarışına dahil olmuştur ve bu yarış İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan Hegemonyası perçinlenene kadar sürmüştür. Avrupa’dan gelen kitlesel göçlerin merkezi haline gelen ABD’nin, hızlanan sanayi gelişimiyle, Avrupa-Atlantik bölgesinin toplam gücünü ve dünyadaki ağırlığını arttırdı. 1913 yılına gelindiğinde Avrupa-Atlantik bölgesinin dünya sanayi üretimindeki payı %85 civarındaydı. Bu ekonomik ve teknolojik üstünlük politik ve kültürel alanlardaki egemenlikle destekleniyordu. Denizlerdeki stratejik üstünlük de yine batının elindeydi. İkinci dünya savaşı bittiğinde ekonomik olarak en çok sivrilen ülke ABD olmuştur. ABD, ağır hasar alan Avrupa’nın gerilemesiyle birlikte ve büyük sermaye birikimiyle dünyanın en güçlü devleti haline gelmiştir. 1945 yılında ABD, dünyadaki altın rezervlerinin %60’ından fazlasının kontrolüne, dünya sanayi üretiminin %20’sinden fazla bir kısmına, 12 milyon askerden oluşan bir orduya, dünyadaki gemi yapım olanaklarının yarısına ve bunların yanında atom bombalarına sahipti.1 Bahsi geçen dönem için bütün bunların anlamı ABD’nin yapabileceği etkinin ve gücünün rakipsiz olduğuydu. Aynı zamanda pek çok görüşe göre “kapitalizmin altın çağı”2 olarak da adlandırılan 1945’ten 1960’ların sonuna kadar süren dönem de ABD’nin hegemon gücünün en baskın olduğu dönem olarak gösterilebilir. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra net bir biçimde hegemon güç olarak sivrilmesinin sağlayan başlıca unsurlardan biri de üst düzeydeki sermaye birikimidir. ABD’nin kapitalist sermaye sınıfının haklarını koruma refleksi ile kendi gücünü ve çıkarlarını koruma gayretlerinin çıkış noktaları kuşkusuz ki birbirlerinden bağımsız değildir. Yine iç politika kaynaklı unsurların da önemini atlamamak gerekir.
Tarih boyunca jeopolitik ağırlık merkezlerinin değişim gösterdiğine pek çok kez şahit olunmuştur. 21. yüzyılın başından bu yana, özelikle de 2007 krizinden itibaren dünya jeopolitiğinin ağırlık merkezi Avrupa-Atlantik bölgesinden Asya Pasifik bölgesine kaymaktadır.
Kore ve Vietnam maceraları ABD hegemonyasının gücünü törpülese de Avrupa’nın önemli ölçüde toparlanması Avrupa-Atlantik bölgesinin dünyada egemen olarak kalmasını garanti altına almıştır. Soğuk Savaş Dönemi ABD için yıpratıcı geçse de, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte üçüncü dünyanın bir anlamda denetimsiz kalması Avrupa-Atlantik bölgesinin toplam etki ve gücünün artmasına sebep oldu. 21. yüzyıla gelin-
AVRUPA ATLANTİKTEN ASYA PASİFİK’E KAYIŞ VE ABD HEGEMONYASI Hegemonya, uluslararası sistemin gerekliliklerini kendi istem ve hedefleri uyarınca şekillendirebilme kabiliyetine ve gücüne sahip olma durumu olarak tanımlanabilir. Bu tanımlamayı kabul ettiğimizde hegemon-
1 Lin Limin, “Dünya Jeopolitiği Asya-Pasifik Bölgesi”, Söz ve Eylem, Sayı 9, Şubat 2012, s.52 2
Ekin Oyan Altuntaş, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2009, s.204
27
diğinde batının, ekonomik temelli mutlak üstünlüğünü devam ettirir halde olduğu görülüyordu. 2000 yılında Batı Avrupa ve ABD’nin toplam ekonomik hasılası 16 trilyon dolara çıktı. Bu dünya toplamının %44’üne eşitti.3 Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünyanın çökmesiyle küresel anlamda ABD’nin hegemonyası tekrar perçinlenmiş oluyordu. Fakat burada, ABD ve sistem açısından Soğuk Savaş bitiminde ulus devlet temelli hegemonya anlayışının, 11 Eylül sonrasında tekrar pratik kazanana kadar geri planda kaldığı gözden kaçmamalı. ABD bu arada devlet-merkezci uluslararası sistemin yarattığı boşluğu doldurmak için de ayrıca politikalar izlemiştir. Bununla birlikte diğer dönem koşulları da göz önünde bulundurulduğunda Bill Clinton’ın söyleminin daha çok siyasi ve özellikle ekonomik bağlar ile dünyada barışın sağlanmasında itici gücün “küreselleşme” olduğunu vurgulamış olması tesadüf değildir.
dahale olmuştur. 1945’te İkinci Dünya savaşından çıkılmasından 2000’lere gelene kadar dünya sisteminin önde gelen gücü ABD, 11 Eylül ve sonrasında yaşananlarla birlikte belirgin bir gerileme içindedir. Bunda küresel ve bölgesel bir takım tehditlerden çok daha fazla etkili olan faktör Bush yönetimi döneminde izlenen saldırgan politikalardır. Immanuel Wallerstein ABD’nin Ortadoğu’da rövanş kovaladığı dönemde(2003) kaleme aldığı “Amerikan Gücünün Gerileyişi” kitabında şöye diyor ”George Bush görevinden ayrılırken, ABD’yi görevi aldığı zamana göre önemli oranda zayıflatmış olacaktır.”7 11 Eylül ve devamında izlenen politikaların Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana ABD’nin elde ettiği birçok kazancı ufaladığı görülmüştür. Bunun yanında AsyaPasifik bölgesinin yükselişte olduğu bir tarih evresine tanıklık edilmektedir. Obama yönetimi de hem yeni kazanımlar elde etmek hem de yeni kayıplar yaşamamak adına önemi artan Asya –Pasifik bölgesine, daha önceki yönetimlere göre daha çok ağırlık vermektedir. 2012’deki başkanlık seçiminin ardından da yurtdışı ziyaretlerine Asya gezisiyle başlayan Obama’nın, ABD’nin bir Asya-Pasifik ülkesi olduğuna dair vurguları arttırdığı gözlemleniyor. “ABD’nin bir Pasifik ülkesi olduğunu vurgulayan Obama, Asya Pasifik bölgesinin ABD için istihdam yaratmanın yanı sıra güvenlik ve refahını geliştirmek açısından da kritik öneme sahip olduğunu belirtti.”8
11 Eylül’ün etkisi sonuçları açısından, belki de eylemi hazırlayanların düşündüğünden çok daha güçlü oldu ve 11 Eylül uluslararası ilişkilerde devlet-merkezci siyasetin yeniden canlandırılmasına yol açtı.4 11 Eylül, küresel dinamikleri değiştiren önemli bir rol oynadı. ABD, 11 Eylül’den sonra askeri gücünü daha çok gösterme eğilimine girdi. 11 Eylül saldırılarıyla Amerika ve Dünya’da yaşanan şokun ardından Oğul Bush olarak da adlandırılan George W. Bush yönetimindeki ABD’nin hakim politikası terörizme karşı savaş temalı bir tutuma evrildi. Terörizme karşı savaş stratejisinin başarıya ulaşamadığı zamanla ortaya çıktı. ABD bu stratejiye yönelik atak politikalar izlerken küresel rekabet içinde çeşitli ittifak oluşum ve gelişimlerini hızlandırmıştır. O dönem Orta Asya’daki etkinliğin önemli ölçüde, RusyaÇin eksenli Şanghay İşbirliği Örgütü’ne geçmesi bu duruma önemli bir örnek teşkil ediyor. Bu süreç uluslararası toplumda ABD’nin emperyalist yönüne daha çok vurgu yapılmasına ciddi bir zemin hazırladı. Ayrıca başta Amerikan ve Batı toplumlarında olmak üzere dünya genelinde, ABD’nin ve ABD’nin konumu dolayısıyla dünyanın, geleceğe yönelik belirsizlik ve güvensizlik hissi büyük bir problem olarak ortaya çıktı veya gayet yaygın bir görüşe göre de çıkarıldı. Tam da bu bağlamda ABD’nin 11 Eylül ve hatta Soğuk Savaş da dahil olmak üzere hiçbir dönemde toplumu için reel ve baskın bir güvenlik problemi olmadığı ve sadece risk yaratma unsuru ile küresel hegemonya mücadelesine yönelik politikalara destek sağladığı fikri kayda değerdir. Terörizme karşı savaş politikaları da bu temelde değerlendirilebilir. “Terörizme karşı savaş, kapitalizmin yapısal bir krize girmesiyle ortaya çıkan hegemonya mücadelesinde, hem ‘terörizm’in muğlak tanımını hem de ‘savaş’ın geniş manevra alanını birleştiren, dış politikaya yönelik bir stratejidir.”5ABD bu stratejiye bağlı olarak önce Afganistan’a sonra da Irak’a askeri müdahalelerde bulundu. Irak’ın ikinci defa, uluslararası toplumun çoğunluğundan destek6 görememesine rağmen, işgal edilmesi ABD’nin küresel gücünde ciddi anlamda aşınma yarattı. Bu girişim ABD için Vietnam’dan sonra ilk defa bu kadar tepki gören ve ağır maliyeti olan bir askeri mü-
ABD, Asya-Pasifik’te pek çok ikili ya da çok taraflı ekonomik ve güvenlikle ilgili konularda daha sağlam ve sağlıklı ilişkiler kurmayı sağlama çabasında oluğunu göstermek isteyen resmi ve sık ziyaretlerini sürdürerek bölgenin jeopolitik koşullarını biçimlendirme uğraşlarını arttırmaktadır. Bunun yanında ABD, Asya ile ticaret hacmini tüm bölgelerden daha hızlı arttırıyor. Asya Pasifik’in de kendisi ile Avrupa ve ABD arasındaki üretim, finansman ve ticaret alanlarındaki açığı kapatmak ve tersine çevirmek için hızlandığı görülüyor. Özellikle Doğu Asya’nın dünya ekonomisindeki payı gittikçe artmaktadır. Küresel düzeyde diğer bölgeler arasında işbirlikleri gelişmektedir. Bu yüzyılın başından bu yana, Asya-Pasifik küresel anlamda bir merkez olmak için iddialı adımlar atmıştır. ABD ise bu duruma karşı stratejiler belirlemeye ve pozisyon almaya gayret etmektedir. ABD’NİN DIŞ POLİTİKASINI SORGULAMAK ABD dış politikasını yürütürken, kendisi sistemin içinde faal olarak bulunmadığında dünyanın daha istikrarsız, kaotik bir konuma geleceği ve sistemin de zor işleyen bir hal alacağı algısının uluslararası toplumda hakim olmasını sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca bunu yaparken devletle devlet arasında yürütülen uluslararası ilişkiler yönteminin dışına da çıkmayı başarır. Küreselleşme algısını bu anlamda çok etkin kullanmaktadır. İlişki kurma veya yön verme isteği ile ülkelerde kamuoyu çalışmalarına büyük önem verir. Bu çalışmaların genellikle, ülkelerin liberal anlayışa daha çok yaslanarak serbest piyasaya aktif katılımlarına zemin hazırlama hedefiyle örtüştüğü görülür. “Hedef ülkelerde kapalı rejimlerde
3 Lin Limin, “Dünya Jeopolitiği Asya-Pasifik Bölgesi”, Söz ve Eylem, Sayı 9, Şubat 2012, s.55 4 Keyman, E. Fuat, “Küreselleşme, Uluslararası İlişkiler ve Hegemonya”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, Sayı 9 (Bahar 2006), s.3 5 Ekin Oyan Altuntaş, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2009, s.307 6
“Dünyada neredeyse herkes Saddam’ın kötü yürekli bir tiran olduğuna inanır, ama dünya barışı için çok yakında tehlike yaratacağına çok az kişi ikna olmuştur.”( WALLERSTEİN s.261) 7 Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi Kaotik Bir Dünyada ABD, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s.265 8 “Obama:Asya seçimi tesadüfi değil”, 18 Kasım 2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1108335&Category ID=81
28
liberal demokrasinin yerleştirilmeye çalışılması Amerikan dış politikası için önemli bir hedeftir.”9ABD bu yöndeki çalışmalarla dış politikasını desteklerken saygınlık uyandırma isteğini -ve belki bir anlamda aracını-ortaya koymayı ihmal etmez. ABD zaman zaman saygınlığını askeri gösterişle pekiştirmeye çalışsa da diğer ülkelere ve özellikle de bu ülkelerin kamuoylarına karşı korku salan tehlike olmak yerine barışı isteyen büyük güç olarak zihinlerde konuşlanmayı gerekli görür. Bu durumun inandırıcılığını sorgulamamızı ve hatta bununla birlikte kabul etmemizi gerektirecek pek çok örneğinin olduğu unutulmamalıdır. Kimi tarihte atom bombası atmış tek ülkenin gücünü samimi şekilde barış için kullanacağına inanmayabilir kimi de Vietnam’da yaşananları ortaya koyabilir ya da Ortadoğu’da izlenmiş politikaları. Aslında bu gibi açılardan bakıldığında ABD’nin dış politikasındaki asli fikrin ya da amacın hiç değişmediği, uygulamalarda ve farklı dönemlerde değişik tutumlar ortaya koysa da hep emperyalist kimliğiyle aynı sonuca ulaşma hedefinin sabit kaldığı düşüncesi güçlenir. Bu düşünceye göre Amerika’da başkan değişimleri, seçim dönemleri, yönetimin cumhuriyetçilerle demokratlar arasında yer değiştirmesi gibi durumların uluslararası arenada ABD’nin yapmak istediklerini temelden değiştirebilen bir itici güç nitelikleri yoktur. ABD için önemli bu tip uzun süreli algılar oluşmuşsa da dünyanın hemen hemen her bölgesinde varlığını hissettiren Amerika’nın izlediği politikaların üzerinde; ABD’nin içindeki veya dışındaki önemli değişimlerin, oluşumların, toplumsal hareketlerin, bölgeleri için önemli güç olan devletlerin tavırlarının hiçbir şeklide ciddi değişimler yaşatmayacağını söylemek çok yanlış olacaktır. Bunu görmek için çok uzak bir döneme gitmeye gerek yoktur. Bunu, henüz 21. yüzyılın başında, saldırgan politikalarla hareket eden Bush yönetimiyle, kendinden önceki ve sonraki yönetimler arasındaki farklara bakarak görebiliriz. Örneğin, şu yıllarda ikinci başkanlık dönemine tanıklık edilen, Bush’un selefi Obama’nın görevi devralışından bu yana dünyadaki askeri unsurların baskınlığını azaltmaya çalıştığını, küresel ve bölgesel çaptaki sorunların üzerinde önce siyasetin askeri müdahalelerden önceki kanallarını kullanmak istediğini görmekteyiz. Doğal olarak bu yalnızca mevcut yönetimin barışseverliğinden kaynaklanmamaktadır. Önceki dönemlerde Amerikan askerinin girdiği yerlerde katlanılmak zorunda kalınan büyük maliyetlerin, 2008’de yaşanan ekonomik krizin ve iç politikada sosyal konulara verilecek ağırlık gerekliliğinin etkileri büyüktür.
gibi dış politikada öncelikli olarak Asya-Pasifik’e yoğunlaştığını göstermektedir. Ayrıca seçim sürecinde de politik stratejisine uygun olarak hem Asya-Pasifik vizyonunda hem de küresel düzlemde ABD’nin yumuşak gücünün etkinlik kazanabilmesi adına barış içerikli söylemler üretmekteydi. Amerika’nın dış politikasında Asya-Pasifik ağırlığının bu denli artmasındaki başlıca itici unsur kuşkusuz ki Çin’dir. Fakat ABD’nin, Obama’nın ve diğer üst düzey devlet yetkililerinin söylemlerine paralel olarak Çin’i bölgesi içinde hapsetmek, ekonomik gelişimini görünür biçimde baltalamaya çalışmak, bertaraf etmek gibi yaklaşımlarla (bölgedeki askeri kapasitesini arttırsa da) konuyu ele almamaktadır. Bunlardan ziyade başta karşılıklı ekonomik bağımlılıklara vurgu yapılmaktadır. Kaldı ki aksi halde takınılacak tavırların gerçekçi bir perspektife oturması, hem karşılıklı ekonomik koşullar hem de siyasi ortamın gerilmesinin yaratabileceği küresel çapta problemler göz önüne alındığında zor gözükmektedir. Çin’in son dönemlerde kaydettiği gelişim, ABD’nin Asya’ya egemen olabilecek bir güce engel olma hedefini zora sokuyor. Yakın zamanda koltuğunu John Kerry’e bırakan ABD eski dışişleri bakanı Hillary Clinton’ın, çeşitli politik mesajları içinde barındıran şu ifadeleri bu anlamda önemlidir: “Dünya’nın geleceğine Afganistan’da veya Irak’ta değil, bizzat Asya’da karar verilecek. Amerikan devletinin önümüzdeki on yıl içinde üstlendiği en önemli görevlerden biri de, Asya Pasifik bölgesinde diplomatik, ekonomik, stratejik yatırımlarını önemli ölçüde arttırmak olacaktır. Bugün hızla değişen bölgenin karşılaştığı sorunlar ABD’nin coğrafi olarak daha iyi dağıtılmış, operasyonel olarak dirençli ve siyasi olarak sürdürülebilir bir güçlülük halini devam ettirmesini gerektirir. Amerika’nın geçmişte olduğu gibi bu yüzyılda da küresel liderliğinin sorgulanması anlamsız…” 11 YÜKSELEN ASYA- YÜKSELEN ÇİN VE ABD’NİN TAVRI İçinde bulunduğumuz yüzyılın geride bıraktığımız yılları itibariyle Çin, ani bir hamleyle dünyanın önde gelen ve geleceği en çok merak uyandıran güçlerinden biri oldu. Tabi ki bu gelişimde bir önceki yüzyılda Çin’in yaşadığı ulusal düzeyde değişim ve yenilenme süreçlerinin etkisini unutmamak gerekir. “Bu yükselişin temelleri, uzun yıllar öncesinde milliyetçi genç Çinli aydınlar tarafından bir asır önce başlatılan ve birkaç on yıl sonra Çinli komünistlerin zaferiyle sonuçlanan ulusal yenilenme arayışına dayanmaktadır.” 12 Bunun yanında Çin’in sosyal ve ekonomik modernleşmesinde ve dünyadaki serbest piyasa ekonomisine entegre oluşunda, 1978 yılında Çin Komünist Partisi’nin başına geçen Deng Xiaoping’in o dönemki Çin için cesur bir karar olarak gösterilen politikasıyla Çin’i dış dünyaya açma eğiliminin önemli etkisi yadsınamaz. Kimi çevrelerce Çin’de bu dönemlerde yaşananların, ABD’nin 1800’lü yılların sonları ile 1.Dünya Savaşı’na kadar geçen yıllarda, hızlı bir sanayi atılımı yaparak en önde gelen dünya gücü haline gelmesin hatırlattığını vurgulamaktadır. Bu anlamda dikkat çekici bir anekdot da ABD’nin ilk kez 1904
“Obama yönetiminin, halefleri gibi ABD’nin ekonomik ve askeri hegemonyasını arzuladıklarını kabul etsek bile öncelikler açısından içerideki ekonomik dengeleri sağlamayı tercih ettiklerini söyleyebiliriz. Kamu kaynakları ekonomik canlanmaya, alt yapının yenilenmesine, sosyal devletin genişlemesine harcanacaksa maceracı bir dış politikayı destekleyecek savunma harcamalarına yeterince pay kalmayacaktır.”10 Obama cumhuriyetçi aday Mitt Romney’e karşı kazandığı seçim zaferinin ardından da son yıllarda olduğu
9 Gültekin Sümer, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008) s.139 10
Deniz Ülke Arıboğan, ”ABD Dış Politikasında Süreklilik, Değişkenlik” ,Akşam, 7 Kasım 2012, (çevrimiçi) http://www.aksam.com.tr/abd-dis-politikasinda-sureklilik,-degiskenlik-8246y.html, 25 Ocak 2013 11 Hillary Clinton, “Asya-Pasifik, Dünyanın Yönlendiricisi Haline Geliyor”,t.y. (çevrimiçi) http://trdiplo.com/4--manset---abd-disisleri-bakani--hillaryclinton-yazdi-asya-pasifik-dunyanin-yonlendiricisi-haline-geliyor-trdiplo.aspx, 7 Şubat 2013 12 Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı, Çev. Sezen Yalçın-Abdullah Taha Orhan, Timaş Yayınları, 2012, s.27
29
olimpiyatlarına, Çin’in de ilk kez 2008’de Olimpiyatlara ev sahipliği yapması. ABD’li tarihçi Stephen Mihm’e göre 1800’lerin sonunda, şimdi Amerikalılar Çin’i nasıl görüyorsa Avrupalılar da Amerika’yı öyle görüyordu.13
kın sosyal ve ekonomik sıkıntılarını da aşmayı hedeflemektedir. IMF’nin açıklamış olduğu raporunda ABD ve Çin’in reel ekonomik verilerini inceleyerek, iki ülkedeki satın alma güçlerini karşılaştırarak, ülke içinde kazanılan ve harcanan paraları kıyaslayarak yapılan çalışmalar sonucu, Çin ekonomisinin 2016’da ABD’yi geçerek dünyanın en önemli ekonomik gücü haline geleceği tahmin edilmektedir.15
Yaşanmakta olan süreçte Çin’in Asya kıtasının merkezi gücü haline gelmesi, büyük ekonomik hareketliliği, etkileyici ekonomik büyüme oranları, sahip olduğu döviz rezervleri ve süratli bir modernleşme atılımında olduğu askeri kapasitesi gibi genellikle avantaj olarak kabul edilebilecek şartları düşünüldüğünde Asya’daki ve tartışılsa da dünyadaki önemli bir güç odağı haline geldiği söylenebilir. Son dönemde Hindistan’ın da devam eden hızlı ekonomik büyümesi ve Amerika’nın Hindistan’la ilişkilerini yoğunlaştırıyor olması ortaya konularak Hindistan’ın da en önemli stratejik unsurlardan bir olacağı yorumları yapılmaktadır. Fakat ciddi sosyal sorunları olan Hindistan’ın kısa ve orta vadede bunu sağlaması zordur.
IMF’ye göre, 2011 yılında 11,2 trilyon dolar düzeyinde bulunan Çin ekonomisinin büyüklüğü 2016’da 19 trilyon dolara çıkacak. Söz konusu dönemde, ABD ekonomisinin büyüklüğü 15,2 trilyon dolardan, 18,8 trilyon dolara yükselecek. Bu, ABD’nin küresel ekonomik büyümeye katkısını yüzde 17,7’ye düşürürken, Çin’in katkısı yüzde 18 olacak ve bu, daha da artacak. Bundan yalnızca on yıl önce ABD ekonomisinin büyüklüğü Çin’in üç katı düzeyinde bulunuyordu.16 ABD’de ortaya çıkan finans piyasalarının yaşadığı son küresel kriz doğal olarak pek çok uluslararası şirketi krizin içine çekti. Bu Asya’nın genel yükselişi de dikkate alındığında ekonomik dinamizmi yüksek, ciddi politik ve askeri yetenekleri olan Çin’i, ABD’nin içinde barındırdığı uluslararası mega şirketlerin de yardımıyla kurduğu küresel hakimiyetini geride bırakarak yeni bir küresel hegemonya oluşturup oluşturamayacağı tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Bu konuda enerji meselesine de değinmekte fayda vardır. Çin’in artan ekonomik gücüne paralel olarak enerjiye duyduğu bağımlılık da artmaktadır. Çin önemli bir avantaj olarak gösterdiği büyük nüfusunun kendisi için önemli bir soruna dönüşmemesi adına enerji maliyetlerinde yaşanacak olası ciddi yükselişleri ve enerji kaynaklarına ulaşımda yaşanabilecek problemleri kalkınma hamlesi karşısında büyük tehditler olarak görmektedir. Bu durumun Çin dış politikasında doğrudan bir etken olduğu açıkça görülmektedir. Enerji kaynaklarına sahip ülkeler, bağımlı ilişkiler kurulmak istenen ülkeler arasında önceliklidir. Bu ilişkileri kolaylaştıran unsur, bu ülkelerin çoğunlukla gelişmekte olan ya da az gelişmiş Afrika ve Ortadoğu ülkeleri olması. Zorlaştıran unsur ise aynı denklemin içinde bulunan başta Amerika olmak üzere batılı güçler. Bununla birlikte enerji politikaları konusunda Çin’den meydan okuyucu hamleler de gelmektedir. “Çin enerji şirketleri, geleneksel olarak Amerikan petrol devlerinin imtiyazında olan bölgelerde
Birçok Asyalı devletin ekonomik organizasyonlarını Çin’le bütünleştirme eğiliminde olduğunu görmekteyiz. Bunu yaparken Çin’in yaptığı askeri atılımlar karşısında kendi güvenliklerini sağlama çabası içindeler. Bununla birlikte kişi başına milli gelir artış hızlarında Çin, diğer Asya’lı ülkelere ve Batı’ya karşı üstün. Çin’de kişi başına gelir, 1978-2003 yılları arasında her yıl %6’nın üzerine çıkarak hem diğer Asya ülkelerinden hem de aynı dönemde gelir artış oranları %1,8 civarı olan ABD ve Batı Avrupa’dan daha hızlı bir artış hızı yakalamıştır.14 ABD’nin özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinden beri oluşturduğu küresel siyasi ve ekonomik düzenden faydalanan Çin, 1980’li yıllardan bu yana yakaladığı ekonomik ivme ve dış pazara açılma politikalarıyla yaklaşık 30 yıl içinde dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü haline gelmiştir. Bu güce dayanarak askeri ve teknolojik modernizasyon çalışmalarını hızlandırmakta ve de bunların yanında büyük nüfusunu dezavantaj yerine avantaj şeklinde konumlayarak hal-
13 J. N. Wasserstrom, 21. Yüzyılda Çin, Çev. Hür Güldü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.187 14 TELLIS – TANNER - KEOUGH, “Yükselen Güçlere Asya’nın Yanıtı: Çin ve Hindistan”, Turquie Diplomatique, Sayı 35, Aralık-Ocak 2011, s.12 15 “IMF: ABD çağı 2016’da sona erecek”, 26 Nisan 2011, http://www.ntvmsnbc.com/id/25206918/ 16
“IMF: ABD çağı 2016’da sona erecek”, 26 Nisan 2011, http://www.ntvmsnbc.com/id/25206918/
30
petrol anlaşmaları imzaladı.”17 Çin’in ihtiyacı olan petrol ve doğalgazı taşıdığı Hürmüz, Taylan ve Malakka boğazları gibi önemli deniz yollarının ve boru hatlarının geçtiği bölgelerin önemli kısmının ABD ordusunun kontrolünde olması da Çin açısından stratejik bir eksiklik ve hatta tehlike boyutundadır. Kuşkusuz ki küresel enerji rekabetinin en önemli aktörlerinde biri de ABD’dir ve ABD için de enerjinin elde ediliş şekli ülkenin önemli bir güvenlik sorunudur. Çin gibi ABD de artan enerji ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu öncelikle dünyanın en büyük ekonomi ve sanayisine sahip olmasına ve ulaşım sektörünün büyük petrol ihtiyacına dayandırılmaktadır. Küresel petrol tüketiminin yaklaşık %25’ini ABD sağlamaktadır. ABD de ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarına güvenli, kesintisiz ve ucuz ulaşım sağlamak için çeşitli politikalar izlemeye devam etmektedir.
lasyon stratejisidir. ABD Asya Pasifik’e verdiği ağırlık ve bölgede kontrol kurma hedefi nedeniyle kendine yeni müttefikler edinmek ve çeşitli anlaşmazlıklara kendisini dahil etmek istemektedir. 2012’de Çin ile Japonya arasında tırmanan adalar krizinde gerginliğe müdahil olma çabası da bu durumla yakından ilgilidir.
ABD’nin dış politikası ve ekonomisinin geleceği için Asya-Pasifik bölgesinin artan bir önemi olduğu yukarıda da çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. ABD’nin bölgede kontrol sağlamak adına diplomatik ve iktisadi önlemler almaya çalışsa da zaten en üst düzeyde olan askeri imkanlarını da geliştirmeye ve bölgedeki askeri varlığını çeşitli yöntemlerle arttırmaya çalıştığını görüyoruz. ABD, aynı zamanda Çin’in askeri gelişimini de tedirginlikle izlemektedir. Çin’in gelişen askeri yetenekleri, ABD’nin Asya’daki caydırıcılık kabiliyetinin önüne geçilmesi için bir itici güç oluşturuyor. 2020’ye kadar ABD donanmasının %60’ı Pasifik’e konuşlandırılırken diğer bölgelerdeki birliklerin çoğu geri çekilecek.18 ABD’li pek çok kaynak da 2012 yılında bölgede Amerikan askeri varlığının artacağını belirtmekteydi. Bu konuda ilk kritik hamle Avustralya’nın liman kenti Darwin’e, çeşitli eğitim tatbikatları amacıyla askeri birlik gönderilerek yapıldı.19 Avustralya yönetimi ise bu durumdan endişe duyan önemli ticari ortağın Çin’in tepkisini çekmemek için ABD’nin kalıcı üslere konuşlanmayacağını vurgulamıştır. Bu tip gelişmeler karşın ABD’nin bölgede kalıcı üsler elde etme amacının olduğu aşikardır. Çin yönetimi ise ABD’nin bölgedeki askeri varlığını dengelemek için çalışmalar yürütüyor. Bunların en belirginlerinden biri de Çin’in bölgede en önemli ABD müttefiki pozisyonunda oturan Hindistan’a karşı Hindistan’ı çevreleyen adaları ön plana çıkararak geliştirdiği, İnci Dizisi adı verilen bir çevreleme ya da bir başka deyişle izo-
Bir trilyondan fazla değerdeki Amerikan devlet tahvilleri ile Çin Merkez Bankası, ABD’nin en büyük alacaklısı. Fakat bunun yanında Amerikan devlet tahvillerinin değerinin düşmesi başlıca alacaklı durumundaki Çin’e zarar verebilir. 20
Yaklaşık otuz yıldır daha önce görülmemiş bir süratle yükselen Çin ve ABD arasındaki ekonomik bağımlılıklar dikkat çekmektedir. Örneğin yüksek bir borçlanma oranı olan ABD’nin en çok borçlu olduğu ülke Çin.
Bunun dışında ülkelerin dış ticaretleriyle ilgili birçok karşılıklı bağımlılığın da bu iki ülkeyi pek çok kez karşılıklı işbirliği arayışlarına itmesi gayet normaldir. Ayrıca uluslararası finans mekanizmasının alacağı yeni şekilleri de küresel krizler ve ekonomik dinamikler kadar, küresel güç dengesi de etkileyeceğinden bu ülkelerin oynayacağı rollerin hem bölgesel hem de küresel çapta büyük önemi vardır. SONUÇ YERİNE ABD hala dünyada en önde gelen egemen güçtür. Fakat dünya bu liderliğin meşruiyetini her dönem sorgulanmış olsa da giderek daha fazla sorgulanmaktadır. Bunda bu egemenliğin etkinliği konusunda ABD’nin kendi iç sorunlarının da etkisiyle artan kuşkunun payı büyüktür. Küresel gücün ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı, Asya’nın ileriye dönük olarak ciddi gelişim ve dönüşümlere gebe olduğu iddiası gittikçe güçleniyor. Çin ise en iddialı büyümeye sahip ülke olarak, artık kendi ulusal çıkarları adına küresel sistemde daha fazla söz hakkını talep ettiğini gösteriyor. 2030’lu yıllara gelindiğinde ABD hegemonyasının
17
Ümit Kurt, “Bir ABD Gider, Diğer ABD Gelir mi?”, Birikim, 04 Eylül 2010, (çevrimiçi) http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale. aspx?mid=659&makale=Bir%20ABD%20Gider,%20Di%F0er%20ABD%20Gelir%20mi, 10 Şubat 2013 s.4 18 Marc Dicgreber , “Geleceğin Süper Gücü Kim?”, Turquie Diplomatique, Sayı 46, 15 Kasım-15 Aralık 2012 19 “ABD Asya-Pasifik’te askeri varlığını artırıyor”, 5 Nisan 2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/20274589.asp 20 Marc Dicgreber , “Geleceğin Süper Gücü Kim?”, Turquie Diplomatique, Sayı 46, 15 Kasım-15 Aralık 2012
31
KAYNAKLAR ALTUNTAŞ, Ekin Oyan: Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2009 ARIBOĞAN, Deniz Ülke: ”ABD Dış Politikasında Süreklilik, Değişkenlik” ,Akşam, 7 Kasım 2012, (çevrimiçi) http://www.aksam.com.tr/abd-dis-politikasindasureklilik,-degiskenlik-8246y.html, 25 Ocak 2013 BRZEZINSKI, Zbigniew: Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı, Çev. Sezen Yalçın-Abdullah Taha Orhan, Timaş Yayınları, 2012 CLINTON, Hillary: “Asya-Pasifik, Dünyanın Yönlendiricisi Haline Geliyor”,t.y. (çevrimiçi) http://trdiplo.com/4--manset---abd-disisleri-bakani--hillary-clinton-yazdi -asya-pasifik-dunyanin-yonlendiricisi-haline-geliyor-trdiplo.aspx, 7 Şubat 2013 DICGREBER, Marc, “Geleceğin Süper Gücü Kim?”, Turquie Diplomatique, Sayı 46, 15 Kasım-15 Aralık 2012, s.1-2 EKREM, Erkin: “2030: ABD Hegemonyasının Çöküşü ve Çin”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 2 Ocak 2013, (çevrimiçi) http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1255/2030abd-hegemonyasinin-cokusu-ve-cin.aspx, 30 Ocak 2013 HOBSBAWN, Eric: Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Everest Yayınları, 2011 KEYMAN, Fuat: “Küreselleşme, Uluslararası İlişkiler ve Hegemonya”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, Sayı 9 (Bahar 2006) KURT, Ümit: “Bir ABD Gider, Diğer ABD Gelir mi?”, Birikim, 04 Eylül 2010, (çevrimiçi) http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=659&makale=Bir%20 ABD%20Gider,%20Di%F0er%20ABD%20Gelir%20mi, 10 Şubat 2013 LİMİN, Lin: “Dünya Jeopolitiği Asya-Pasifik Bölgesi”, Söz ve Eylem, Sayı 9, Şubat 2012, s.49-57. SÜMER, Gültekin: “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s.119-144. TELLIS, Ashley – TANNER, Travis – KEOUGH, Jessica, “Yükselen Güçlere Asya’nın Yanıtı: Çin ve Hindistan”, Turquie Diplomatique, Sayı 35, 15 Aralık-15 Ocak 2011, s.12-13 WALLERSTEIN, Immanuel: Amerikan Gücünün Gerileyişi Kaotik Bir Dünyada ABD, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2004 WASSERSTROM, Jeffrey N.: 21. Yüzyılda Çin, Çev. Hür Güldü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011 - “ABD Asya-Pasifik’te askeri varlığını artırıyor”, Hürriyet Planet, 5 Nisan 2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/20274589.asp Erişim Tarihi: 10 Şubat 2013 - “IMF: ABD çağı 2016’da sona erecek”, ntvmsnbc, 26 Nisan 2011, http://www.ntvmsnbc.com/id/25206918/ Erişim Tarihi: 28 Ocak 2013 - “Obama: Asya seçimi tesadüfi değil”, 18 Kasım 2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalD etayV3&ArticleID=1108335&CategoryID=81 Erişim Tarihi: 3 Şubat 2013
tamamen çökeceğine dair çeşitli senaryolar ortaya atılıyor. Bunlar dünya ekonomisinin 2008 krizinden önceki durumunu yakalayamayacağını ve giderek Güney ve Doğu’ya bağımlı hale geleceği yorumlarıyla destekleniyor. ABD’nin hegemonyası için, küresel askeri ve siyasi liderlik, dünya ekonomisine liderlik, yumuşak güçle kültürel hegemonya sağlayabilme gibi temel unsurların hayati olduğunu söyleyebiliriz. Çok uzun sayılmayacak süreler içinde ABD hegemonyasının yerine Çin ya da başka bir ülkenin hegemonyasının ikamesi beklentilerini ya da tahminlerini ortaya koyarken başka devletlerin ABD’den daha üst düzeyde gerçekleştirmeye başlayacağının olası olup olmaması önemli bir tartışma konusudur. Bunun yanında küresel ya da bölgesel üstünlük mücadelesi için ortaya çıkabilecek bir Çin-ABD eksenli çatışmanın Asya Pasifik’in de artan önemi düşünüldüğünde birçok ülkenin ve hemen hemen tüm bölgelerin etkilenebileceği travmalar yaratması kaçınılmaz. Kaldı ki bu tip güç odaklarının sadece dünyadaki barış ve istikrar ortamı için değil aynı zamanda karşılıklı bağımlılıklarından doğan ulusal çıkarları (belki de dünyanın geleceği açısından en çok tartışılması gereken unsur ulusal çıkar kavramıdır) konusunda tehlike yaratabilir. Tarih açık bir şekilde göstermiştir ki bu tip güçlerin kendi uluslararası egemenlik meşruiyetlerini yalnızca askeri üstünlük üzerinden kurgulamaları kendileri için hayal kırıklıkları yaratmaktadır. Ekonomik üstünlük üzerinden kurgulamak da böyle sayılabilir. İleride dünyada bir Asya egemenliği söz konusu olursa Asya’nın barışçıl değerlere dayanan yerel geleneklerinin dünyada huzur ortamını sağlayacağı gibi fikirler ortaya atılsa da kapitalist sisteme dahil olma eğilimiyle gerçekleştirilen yükselişle bunun zor olduğu kabul edilmelidir. Tıpkı sadece ismin “Halk Cumhuriyeti” olmasının sempati oluşturmak için yetersiz kalması gibi. Kapitalizm ve ulusal güç arttırma kovalamacasının bir inanç düzeni haline getirilerek yarattığı sosyal yıkımların ve bu yıkımların dünyadaki izdüşümünün giderek arttırmasının önüne geçilemediği bir ortamda yaşanan gücün bölgesel ağırlık değişimleriyle dünyanın daha huzurlu olacağı yönünde bir umut doğabilir mi? Herhangi bir hegemonya ya da hegemonya adayı pratikte bunu tartışma görevini kendisinde görmeyecekse de de bu tartışılmalıdır. 2012 yılında hayata veda eden geçtiğimiz yüzyılın en önemli tarihçilerinden biri olan Eric Hobsbwn’un Kısa 20. Yüzyıl kitabının sonunda yer alan şu ifadelerin üzerinde durulması gerekmektedir: İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi karanlıktır.21
21
Eric Hobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Everest Yayınları, 2011, s.788
32
ASYA-PASİFİK
E
1997 DOĞU ASYA KRİZİ VE KRİZ SONRASI KAZANANLAR VE KAYBEDENLER Erkan ADIYAMAN
konomik ve mali krizlerin tarihçesine bakıldığında bu krizlerin genel olarak yanlış iktisat politikaları, finans sektöründe ki yüksek spekülasyon vb. gibi nedenlerden kaynaklandığı , bu konularda değerlendirmeler yapan ve yazılar yazan pek çok kişi tarafından söylenmiştir. Elbette insanlığın 1929’da “Büyük Bunalım” ile ilk defa sarsıcı bir şekilde tanıştığı; küresel veya bölgesel mali ve ekonomik krizlerin iktisadi neden ve sonuçları olmakla birlikte, siyasi etki ve sonuçlarının da bulunduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Burada şu soru sorulabilir: Hangi ülke veya ülkeler bu krizlerden ekonomik ve sonuçta siyasi çıkar elde etmektedir ve bunu hangi orta veya uzun vadeli planları çerçevesinde yapmaktadır? Bu soruların cevabı, söz konusu ekonomik krizlerin her biri için farklı bir cevap taşımaktadır. Zira her krizin çıkış nedeni aynı olmadığı gibi etki alanları da aynı olmamıştır. Burada 1997 Doğu Asya mali krizi ele alınacaktır. Bu krizin siyasi boyutunun tespit edilebilmesi için öncelikle iktisadi bakımdan krizin öncesi, sonrası ve gelişim aşamalarının ele alınması gerekmektedir. KRİZ ÖNCESİ DÖNEM Burada çok geriye gitmeden, 1990’dan itibaren Doğu Asya ülkelerinin makroekonomik durumlarına bazı rakamlar vermek suretiyle genel olarak bakmak yerinde olacaktır. Krizin başını çeken ülkeler ele alınacak olursa Tayland’da 1995, yüksek bir GSYH büyümesi(%8.6) yılı oldu. 1996’da GSYH büyümesi %6.6’ya düşmüş ama cari hesap açığı iyice kötüleşmişti. Bu açıklar kısa dönemli dış borçla finanse edildiler. 1996 sonunda Tayland’ın makroekonomik koşulları iyice kötüleşmişti: büyük cari hesap açıkları, kısa dönemli dış borç birikimi ve yatırım projelerinin düşük karlılığı…1 Endonezya’da , GSYH büyümesi 1994’de %7.5’dan 1995’te %8.1’e çıktı. Bu büyüme, aşırı ısınma işaretleri verdi: enflasyon oranı %9.4 oldu, ticaret fazlası %41 oranında düştü. 1995 Malezya için de hızlı büyüme yılıydı. GSYH %9.5 arttı fakat 1996’nın sonunda büyüme %8.2 yavaşladı. Bu durumun yanı sıra, 1996 sonlarına doğru, faiz hadlerinin ihmal edilemeyecek kadar çekici olması, Malezya’yı yatırım fırsatı olarak öne çıkardı. Kısa dönemli sermaye iç akışı, 1995’de 2.4 milyar Malezya dolarından, 1996’da 11.3 milyara fırladı. Güney Kore’de, makroekonomik koşullarda daha 1995-1996’da ciddi bir kötüleşme başlamıştı. Cari hesap açıkları büyük bir hızla büyüyerek görülmedik bir kısa dönemli dış borç birikimi oluşturmuştu. 1996’da ticaret şoklarının ekonomiyi vurması sonucunda “ih1
Rıza YÜRÜKOĞLU, Doğu Asya Krizi, Alev Yayınları, 1998
racat büyümesi” keskin bir düşüş içindeydi. Endüstriyel üretim büyüme oranları 1995’e kıyasla yarıya düşmüştü. (YÜRÜKOĞLU, 1998) Kısaca değindiğimiz bu nedenlerden dolayı 1997 başlarında, bölgede, geniş çaplı cari hesap açıkları, kısa dönemli dış borç birikimi norm durumunu almıştı. Ayrıca yurtdışından gelen fonların çok büyük miktarının gayrimenkul spekülasyonu ve hisse senedi spekülasyonuna harcanması, Güneydoğu Asya ekonomilerinde adeta bir “balon ekonomisi” yarattı. . Diğer yandan Tayland ve Malezya’nın dış ticaret açıkları GSYH’lerinin %6,7,8’i kadar büyüdüğünde artan sayıda yatırımcı biraz huzursuzlanmaya başladı. 1994 Meksika Tekila krizi deneyimi bu huzursuzluğu tetikliyordu. Yatırımcıların Asya’nın durumunun düzeleceğine dair umutları, birkaç yıl önce Latin Amerika konusunda ki düzelme umutlarına rahatsız edici biçimde benzemekteydi. (KRUGMAN, 2001) Doğu Asya ülkelerinde yatırım spekülasyonu balonunun şişmesinin bir diğer nedeni buralarda ki tabiri caiz ise “ahbap-çavuş” kapitalizmidir. Bir finans şirketinin sahibi aslında çoğunlukla bir hükümet yetkilisinin akrabasıydı. Yabancı kreditörler, parayı bakanın yeğeninin finans şirketine verirken bakanın, şirketin yatırımları planladığı gibi yürütemediği takdirde, yeğeninin şirketini kurtaracak bir yolu bulacağını düşünmüş olmaları mantıklı görülebilir. Yani, “dolaylı devlet garantisi”, kredi musluklarını sonuna kadar açıyordu. Ayrıca tüm bölgede, garanti edilmediği takdirde hem riskli olacak olan hem de fazla gelecek vadetmeyen yatırımların masraflarının ödenme taahhütlerinin verilmesine işte bu “dolaylı devlet garantileri” yardımcı oluyor, hararetli bir spekülatif patlama haline gelebilecek şeyi körüklüyordu. (KRUGMAN, 2001) KRİZİN PATLAK VERİŞİ! 2 TEMMUZ Bölgede, özellikle de Tayland, Güney Kore ,Malezya ve Endonezya’da makroekonomik koşulların kötüleşmesi sonucunda, borsalar 1997 başında düşmeye başladı ve paralar üstünde baskı başladı. İlk çöken para (Temmuz 1997) Tay bahtı oldu. Çünkü bu ülke ekonomik temel göstergeler açısından en sallantılı olanıydı. Baht’ın değer kaybetmeye başlamasıyla, ekonomik durumları Tayland’la benzeşen ve ihracatları aynı olan Malezya, Endonezya, Filipinler’de şirketler ciddi bir rekabet zayıflığı yaşadılar ve bu ülkelerin paraları da hızla değer kaybetmeye başladı. Böylece Malezya, Endonezya, Filipinler ve Tayland paraları %30 devalüasyon gördü. Bu durum, bölgede ki diğer paralar üzerinde büyük bir rekabet baskısı doğurdu. Yaz aylarında Singapur parası değer kaybetmeye başladı. Eylül sonunda, 1997 başına göre %8’lik bir değer kaybı oluştu. Spekülatif basınç Ekim ayında önce Tayvan’ı sonra Hong Kong’u etkisine aldı. Kore Won’u 33
da bölgenin 6 önemli parasının ortalama %40 devalüasyon geçirmesi karşısında dolar paritesini koruyamadı. Japonya’nın sorunları da krizi birkaç yoldan azdırdı: Beş yıl sıfır büyümenin ardından 1997, Japonya’yı yeni bir ekonomik gerilemeye soktu. Japonya’nın, Doğu Asya ihracatının en büyük alıcısı olması, bu ülkenin durumunun Doğu Asya ihracatını düşürmesine neden oldu. Diğer yandan Japon bankaları, Asya ekonomilerine büyük miktarlarda kredi açmışlardı. Bu nedenle, Asya banka ve şirketlerinin kötüleşen mali koşulları ve iflaslar, Japon banka ve sigorta şirketlerinin mali durumlarının da kötüleşmesi anlamına geldi. Sonuçta olan yine Doğu Asya’ya oldu.2 Tablo 1 Toparlamak gerekirse: Cari hesap dengesizlikleri ve bunu anlatan dış borç büyümesi, aşırı yatırım nedeniyle doğan kredi talebi patlamasının sonucuydu. Öte yandan borçlanmaların büyük bölümü yeni yatırım projelerinin finansmanında değil, arsa gayrimenkul ve menkul değerlerde kullanıldı. Yani dış borcun bir bölümü spekülatif varlık fiyat balonunu finanse etmeye gitti. Balon, 1997’de patlayınca bu fonları kullanan şirketler, bankalar ve yatırımcılar ödenemez geniş bir dış borçla baş başa kaldılar. Paraların çöküşü de borç sorununu içinden çıkılmaz hale getirdi. Kriz neden yayıldı ? Bunalımın yayılmasının en göze çarpan nedeni: Bunalımın yayıldığı ülkelerin temel iktisadi yapılarının birbirine benzer Tablo 2 olmasıdır. Malezya, Endonezya, Kore ve Tayland ekonomileri ortak zayıflıklar içeriyordu. Mali kesimde ki zayıflıklar hepsinde aynı derecede olmasa da benzerdi. İkinci önemli neden ise 1997’de dünya piyasalarında nakit fazlalığı olması ve yatırımcıların arasında ki sert rekabet sonucu, Doğu Asya ülkelerine fazla araştırma yapmadan ya da yukarıda da söz edildiği gibi bu ülkelerde ki zımni devlet garantilerinden dolayı borç vermiş olmalarıydı. Bunun sonucu olarak yatırımcılar, Tayland bunalımından sonra paniğe kapılarak, Tayland koşullarına benzer ülkelerden fonlarını çekmeye başladılar. Bunalım bu yüzden bulaşıcı hale geldi. (SÖNMEZ, 2003) Bunalımın İktisadi ve Toplumsal Sonuçları 1997-98 yıllarında Kore, Malezya, Tayland ve özellikle Endonezya’nın yaşadığı büyüme kaybı (Tablo 1), bu ülkelerin yıllardan beri yoksulluğa karşı verdiği mücadeleyi aksatmış, belki de yoksulluk düzeyini 10-15 önceki düzeye itmiştir(Tablo 2). Endonezya’da bunalımın 10 milyon kişiyi işsiz bıraktığı tahmin ediliyor. Bu sayı Kore için 1,5 milyon kişi, Tayland için 750 bin kişi olarak tahmin ediliyor. Endonezya’da Java Adası’nın doğu illerinde kırsal kesimde ücretler, sadece Ağustos 1997 ve Aralık 1997 arasında, reel olarak %10 azaldı. Bunalımın başlangıcında kamu harcamalarında yapılan kısıntılar, birçok sosyal hizmetlerin aksamasına da neden oldu.
Üç Doğu Asya Ülkesinde Bunalım ve Yoksulluk 1997 ve 2000 (%) (Tablo 2),Kaynak: The World Bank East Asia (SÖNMEZ, 2003)
Tayland’da sokak gösterileri ve arkasından Meclis’in yolsuzluk ve adam kayırma uygulamalarını mahkum eden Anayasa değişikliklerini kabulünden sonra Kasım 1997’de Başbakan Çavalit Yongçaiyut istifa etmek zorunda kaldı. Kore’de 1997’ye kadar kargaşalıktan göz gözü görmezken, Şubat 1998’de iş kanununda, bazı durumlarda işçilerin işten çıkarılmasını kolaylaştıran değişikliklerin yapılması vesilesiyle başlayan grevler, işçi sendikalarının “ülke ekonomisinin kırılgan toparlanışını
tehlikeye sokmamak için “ geri bırakıldı. Bunlara karşılık Endonezya’da makro-ekonomik dengeler daha iyi olmakla beraber ne halkın güvenebileceği hükümet ve siyasi partiler, ne de işçilerin güvenebileceği sendikalar vardı. Sonuç, toplumsal patlamalar ve yıkım olmuştur. (SÖNMEZ, 2003) Kore’de, Singapur, Malezya ve bir ölçüde Tayland’da; işsiz, yoksul ve genel olarak yardıma muhtaç kimselerin korunmasını sağlayacak mekanizmalar vardı. Singapur’da bunlar en yaygın ve kapsamlıydı. Singapur, bütün bunalımlı ülkelerin ortasında ve hepsiyle yoğun ticaret ilişkileri ve sermaye alışverişi içinde olduğu halde bunalım dönemini sadece hafif bir iktisadi yavaşlama ile atlattı. Geleneksel iş güvenliği ve diğer toplumsal dayanışma mekanizmaları bunalımın zararlarını sınırladı.3 Bunlardan yola çıkarak, Doğu Asya Bunalımı, iktisadi gelişmenin yanı sıra sosyal güvenliğinde önemini ortaya koymuştur denilebilir. Kim kazandı, kim kaybetti ve sonunda ne oldu ? Doğu Asya Mali krizinin “mali” boyutu ele aldıktan sonra şimdi bu krize yol açan, daha doğrusu krizin ortaya çıkmasına neden olan perde arkasında ki sebeplere kafa yormak gerekmektedir. Zira bu sebeplere ışık tutmak, benzer tüm krizleri de anlamlandırmamıza yardımcı olacaktır. 1997 Doğu Asya Mali Krizi, bu konuda ki genel kanıya göre “Mali Panik” sonucu ortaya çıkmış ve krizin yayılmasına da bu panik sebep olmuştur. Fakat bu Doğu Asya ekonomileri, işlerin kötüye gitmesinden daha birkaç hafta önce ekonomik sağlıklılık ve dinamizm timsali olarak gösteriliyordu. Asya kaplanları denerek anlatılan, küreselleşmenin en canlı başarı hikayeleri idi (KLEIN,
2 Rıza YÜRÜKOĞLU, Doğu Asya Krizi, Alev Yayınları, 1998 3
Attila SÖNMEZ, Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı Türkiye için Dersler,Bilgi Üniv Yayınları,2003, s.445
34
2010). Bu ülkelerin bazıları ya hiç bütçe açığı vermiyorlardı ya da çok az veriyorlardı. Çok sayıda büyük şirket ağır borç yükü altında bulunmasına rağmen üretim hacimlerinde bir daralma söz konusu değildi. Doğal bir felaket ya da savaşla karşılaşmayan, ekonomilerinde gözlenebilir hiçbir değişiklik olmayan bu ekonomilerde ne oldu da mali panik ortaya çıktı, yatırımcılar neden aniden kaçıştı? “Tayland’ın parasını destekleyecek kadar doları yok” şeklindeki söylenti, bütün yatırımcıların önce Tayland’dan sonra diğer Doğu Asya ülkelerinden kaçışını ateşledi. Bunun sebebi ise yatırım fonu simsarlarının tüm bu ülkelerde ki yatırım alanlarını bir tek yatırım paketinin parçası olarak pazarlamasıydı.4 Kriz sonrası deyim yerinde ise “beş parasız” kalan Doğu Asya ülkelerinin acil likiditeye ihtiyacı bulunmaktaydı. IMF, acil durum daha da kötüleşirken hiçbir şey yapmadan geçirdiği ayların ardından bu ülkelerle müzakerelere başladı. Borçlarının nispeten azlığı sayesinde fona direnebilen tek ülke Malezya idi. Ayrıca Çin de, kendi denetimlerini sürdürmeye devam etmişti ve bölgede krizin yıkımına uğramayan tek ülkeydi. IMF neden bu ülkelerle müzakerelere geç başladı, neden tabiri caiz ise “acı çekmelerine” uzun süre seyirci kaldı? IMF’nin müzakereler sonucunda ülkelere sunduğu reçetelere bakılacak olunursa aslında bunun sebebini anlamak pek zor olmaz. Öyle ki bu reçete ile: Sermaye hareketlerini kısıtlayan tüm engeller, bankalara ve şirketler arasında ki işbirliğine dayalı sanayi politikaları ve işyerlerinde istihdam güvencesi ortadan kaldırılıyordu. Buna ek olarak, merkez bankalarının giderek daha yüksek miktarlarda dolar rezervi tutması, merkez bankalarının bağımsız para ve faiz politikaları izleme olanaklarının kısıtlanması, ülke bütçesinin cari fazla verecek şekilde ayarlanması gibi kurallar getiriliyordu. IMF’nin bu reçeteleri sonucunda, büyük devalüasyonlarla ülkelerin varlıklarının yok pahasına yabancı sermayenin eline geçirilmesi sağlanmış ve siyasal ve toplumsal krizlerin fitili ateşlenmiştir.5 Ayrıca bu reçeteler, bu ülkelerin gelişmesini sağlayan modelin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Zira bu ülkeler, ileri derecede yabancıların toprak edinmelerini ve ulusal şirketleri satın almalarını önleyen korumacı politikalara sahipti. Bunun yanı sıra kaplanlar kendi iç piyasalarını oluşturdukları gibi, Japonya , Avrupa ve Kuzey Amerika’dan yapılan pek çok yabancı malın ithalini engelliyorlardı. (KLEIN, 2010) Bazı dizginlenmemiş serbest ticaret savunucularının iddia ettiği gibi sınırlarını hiçbir kısıtlamaya tabi olmayan küreselleşmeye sonuna kadar açmış falan değillerdi. Dolayısıyla başarılarının sebebi elbette bu değildi. Krizi takip eden iki yıl içinde Doğu Asya’nın çehresi tamamen değişmiş durumdaydı. Yüzlerce yerel markanın yerini uluslararası dev şirketler almıştı. Bu dev şirketlerin bu bölgeye kendi işlerini kurmak ve rekabet etmek amacıyla gelmedikleri ortadaydı, yerel şirketlerin on yıllarca çaba harcayarak inşa ettikleri bütün yapıyı, işgücünü, müşteri tabanını ve marka değerini kolayca ele geçirmişlerdi. Nasıl mı? Bu şirketleri değerlerinin çok altında fiyatlara satın almışlardı. Zira kriz, hükümetleri müthiş bir sermaye ihtiyacı duyuracak şekilde kamu hizmetlerini ve ulusal şirketleri satmaya zorlamıştı.
Asya piyasaları sonunda sakinleşti fakat bunun çok büyük ve hala devam eden bir maliyetinin olduğu gerçeği yadsınamaz. Öte yandan krizin etkilerinin hala devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. Zira 20 yıl içinde 24 milyon insan işini kaybederken; kriz, toplumun bilinçaltına umutsuzluk tohumları ekmiştir. Bölge genelinde Endonezya ve Tayland’daki dinci aşırılıklarda ki önemli bir yükselişten, çocukların seks ticaretinde kullanılmasında ki patlama noktasına gelmiş artışa kadar krizin etkileri farklı biçimlerde tezahür etmektedir. Endonezya, Malezya ve Güney Kore’deki istihdam oranları hala 1997 öncesinde ki seviyelere ulaşabilmiş değildir. (KLEIN, 2010) Diğer yandan, bu ülkelerin ekonomik başarılarını sağlayan modellerini terk etmeleri bir soru işareti doğurmaktadır. Zira, %30 un üzerinde iç tasarruf oranları bulunan, bütçeleri neredeyse hiç açık vermeyen, dolayısıyla hiçbir fon girişine ihtiyaç duymayan bu ülkelerin neden finans piyasalarını dışa açmış oldukları sorusu akla gelir. Bunun sebebi başta ABD olmak üzere uluslararası baskılardır. Çok uluslu yabancı şirketlerin bölgeye rahatça girmesinin önü bu şekilde açılabilirdi. Peki ABD’nin bu konuda baskı yapması nasıl açıklanabilir? Bunun için hemen IMF’nin reçetesine tekrar bakmak yeterli: Merkez bankalarının giderek daha yüksek miktarlarda dolar rezervi tutması, merkez bankalarının bağımsız para ve faiz politikaları izleme olanaklarının kısıtlanması, ülke bütçesinin cari fazla verecek şekilde ayarlanması gibi maddeler doğrudan ABD’nin çıkarına olan maddelerdir. Zira uluslararası konumunu, siyasi ve ekonomik gücünü korumak isteyen ABD, cari açıklarını dünyada ki cari fazlalarla finanse etmek istemekte ve doları dünyanın rezerv parası olarak tutmaya çalışmaktadır. Asya ülkeleri, kriz sonrasında tekrardan IMF reçetelerine maruz kalmamak için dış ticaret fazlalarıyla oluşan döviz rezervleri ile ABD kağıtları almaya başlamışlardır bu ise ABD’nin ekonomik gücüne doğrudan hizmet olmuştur. (ALTUNTAŞ, 2009) Bu şekilde ABD, Doğu Asya ülkeleri başta olmak üzere dünyada ki tasarrufları borçlanarak, hem ithalatını hem de ekonomik büyümesini destekleyecek şekilde tüketim harcamalarını finanse etme imkanına kavuşmuştur. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta: ABD artık cari fazlalara ve doların rezerv para olarak tutulmasının devamına bağımlı hale gelmiştir. Bu bakımdan ABD, bu durumun devamını sağlamak için farklı yollara başvurmaktan çekinmeyecektir.6 Zira hegemonyasını koruyabilmesi buna bağlıdır.
KAYNAKÇA ALTUNTAŞ, E. O. (2009). Terörizme Karşı Savaş Stratejisi. Ankara: İmge Kitabevi. BRZEZINSKI, Z. (2010). Büyük Satranç Tahtası. İstanbul: İnkılap Yayınevi. KLEIN, N. (2010). Şok Doktrini. İstanbul: Agora Kitaplığı. KRUGMAN, P. (2001). Bunalım ekonomisinin geri dönüşü. İstanbul: Literatür Yayıncılık. SÖNMEZ, A. (2003). Doğu Asya Mucizesi ve Bunalımı Türkiye için Dersler. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. YÜRÜKOĞLU, R. (1998). Doğu Asya Krizi. İstanbul: Alev Yayınları. http://www.belgeler.com/blg/7a0/asya-ekonomik-krizisebepleri-ve-sonulari. (tarih yok). OCAK 12, 2013 tarihinde alındı.
4 Naomi KLEIN, Şok Doktrini, agora kitaplığı, 2010, s.369 5 Ekin Oyan ALTUNTAŞ, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, İmge Kitabevi, 2009, s.246 6
Ekin Oyan ALTUNTAŞ, Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, İmge Kitabevi, 2009, s.247
35
ORTADOĞU -ORTADOĞU’DA YENİ BİR SENARYO: SU SAVAŞLARI -BM FİLİSTİN KARARI: “ÜYE OLMAYAN GÖZLEMCİ DEVLET” FİLİSTİN -GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE SINIRINDA GÜVENLİK ANLAYIŞI -İSRAİL’İN YÖNETİM BİÇİMİ
-“LÜBNAN DÜNYANIN GÖZYAŞLARIDIR.”
36
ORTADOĞU
ORTADOĞU’DA YENİ BİR SENARYO: SU SAVAŞLARI İbrahim ALTUNBAŞ
Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak. - Kızılderili Atasözü
nikleriyle sağlanmıştır. Akarsulara değil de mevsimlik yağışa bağlı tarımın uygulandığı bölgelerde, örneğin o dönem Avrupasında, bu çeşit güçlü kent devletler göremiyoruz.3 Dicle kıyılarında Ninova ve Asur gibi pek çok büyük kent yükselmiştir.4 Günümüzde Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki çöllerde binlerce köyün, kasabanın ve kentin kalıntıları bulunuyor.5 Suyun varlığı uygarlıkların kurulmasına neden olurken yokluğu da uygarlıkların sonu olmuştur. 1993 yılında Yale Üniversitesi’nden Harvey Weiss liderliğindeki Amerikalı ve Fransız arkeologlar, 4.200 yıl önce, 300 yıl boyunca etkisini gösteren bir kuraklığın, Ortadoğu’nun ilk uygarlığı olarak bilinen Akad Uygarlığını çökerttiği sonucuna ulaşmıştır. 1995 yılında da Profesör David A. Hodell’in başkanlığında Florida Üniversitesi’nden bir araştırma grubu, 1.200 yıl önce Yucatan’daki (Meksika) klasik Maya uygarlığının, şiddetli kuraklıkta kıtlaşan su kaynakları yüzünden oldukça gerilediği bulgusuna varmıştır.6 Su, insan hayatı için oksijenden sonra gelen en önemli öğedir. Hatta yaşamın kendisidir. Dünyanın ¾ ’ü suyla kaplıyken insanın vücut ağırlığının %60’ı, kanın %92’si, kemiklerin %22’si, beynin ve kasların %75’i sudur ve insan vücudundaki %10 oranındaki su kaybı insan hayatını tehlikeye atmaktadır.7 Su yaşamsal öneminin yanında kalkınma için de vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Bugün tarımsal üretimden enerji üretimine kadar birçok alanda kullanılmaktadır. Dünyada tatlı su kaynaklarının %70’i tarım sektöründe, %22’si enerji üretiminde, %8’i ise evlerde ve işyerlerinde kullanılmaktadır.8 İnsan ve toplum hayatı için bu kadar önemli olan tatlı su kaynaklarının sınırlı olması ve ikame edilememesi, buna karşın nüfusa paralel olarak kentleşme ve sanayileşmenin hızla artması, suyu stratejik öneme sahip bir ‘meta’ durumuna getirmektedir. 20. yüzyılda dünya nüfusunun 19.yüzyıla
H
ayatı aradığımız her yerde suyu buluruz. Bunun için ki su, ilkçağlardan beri insan merakının odağına oturmuştur ve edebiyattan mitolojiye, mitolojiden felsefeye kadar birçok alana konu olmuştur. M.Ö. 640-550 yılları arasında yaşayan filozof Miletli Thales, suyun yaratıcılığından ilham almış olacak ki, her şeyin aslının su olduğu tezini savunmuştur. İnsanoğlu ölümsüzlüğü de suda aramıştır. Yunan mitolojisine göre, Akhilleus doğar doğmaz annesi tarafından Styx suyuna batırılmış ve ölümsüz kılınmış. Romalılara göre de Jupiter, sevgilisi su perisi Juventa’yı, suyunda yıkananları gençleştiren bir çeşme haline sokmuş.1 Arap inanışında da ölümsüzlük abıhayat suyunda bulunmuştur. Nizami’nin İskendernamesi’nde, Ali Şir Nevai’nin Sedd-i İskenderi’sinde ve kimi mesnevilerde anlatıldığına göre; abıhayatı bulmak için İskender’in yaptığı yolculuğa Hızır da katılır. Ve şebçerağıyla ışık saçarak ona yol gösterir; önden gittiği için daha önce abıhayatı bulur ve bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşur; haber vermek için işaret koyacağı sırada çeşme yok olur.2 İnsanoğlu, uygarlıklarını su havzalarına yakın yerlere kuragelmiştir. Fırat ve Dicle nehirleri, bereketlendirdikleri Mezopotamya toprakları üzerine M.Ö. 5000’lerde Sümer Kent Devletleri’nin kurulmasında ve ilk uygarlığın yaratılmasında etkili olmuştur. O dönemde Fırat ve Dicle nehirlerinin akışının düzensiz olmasından dolayı bazen kuraklık yaşanırken bazen de taşarak her yeri sular altında bırakabiliyordu. Bu durum, bölge insanını su kanalları ve setler yapmaya zorlayarak tarihin ilk otoriter monarşilerinin bu bölgede ortaya çıkmasına neden oldu. Kanal sisteminin kurulması ve bakımı; çok sayıda insanın düzenli çalışmasını gerektirmiştir. Bu ise, mutlak bir siyasal bağlılık, gelişmiş bir bürokrasi ve yönetim tek-
1 <http://www.felsefeekibi.com/mitoloji/sozluk_a_ahuramazda.html> (02.02.2013) 2 <http://dolusozluk.com/?i=122505> (02.02.2013) 3 SANDER Oral, İlkçağlardan 1918’e Siyasi Tarih, İmge Kitapevi, İstanbul, 2012, s.32-33 4 WİLKİNSON, T. ve B. GRUBER, Mezopotamya Uygarlığı, Nacional Geographic Society, Özkaracan Matbaacılık, İstanbul, Ocak 2010, s.14. 5 WİLKİNSON, T. ve B. GRUBER, a.g.e. 6
DURSUN Abdulkadir, Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirlerinin Türkiye Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, 2006, s.1. 7 KÖSE, M. Turgay, Diyetisyen, Suyun Önemi, <http://www.doktorsitesi.com/makale/suyun-onemi/1247> (02.02.2013) 8 CENGİZ, Muammer Hakan, Suyun 21. Yüzyılda Tarım ve Enerji Sektörlerindeki Ekonomik Önemi, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, 25. Sayı, Mayıs 2007.
37
oranla üç kat artmasına rağmen, su kaynaklarının kullanımının altı kat arttığı belirlenmiş ve 2025 yılından itibaren 3 milyardan fazla insanın su kıtlığı ile yüz yüze geleceği tahmin edilmektedir.9 Dünyadaki su kaynaklarının kullanımında ise büyük bir adaletsizlik sözkonusudur. Bir Amerikalı günde ortalama 500, bir İngiliz ise 200 litre su kullanırken, bazı Afrika ülkelerinde kişi başına düşen günlük su miktarı 10 litreyi bile bulmuyor.10 Bir ülkenin ‘su zengini’ sayılabilmesi için kişi başına düşen su miktarının en az 8.000-10.000 m3 civarında olması gerekmektedir. Yapılan araştırmalarda 26 ülkenin su yoksulu olduğu, bu rakamın 30 yıl içinde 52’ye, 2050 yılına kadar da 65’e ulaşması bekleniyor.11
Doğu Asya en riskli bölgeler olarak gösteriliyor.14 Petrol savaşlarının sahnelendiği Ortadoğu, aslında su savaşlarına pek de yabancı değil. Tarihte su nedeniyle yapılan ilk savaş 4.500 yıl önce Lagaş ve Umma şehir devletleri arasında Ortadoğu’da yaşanmış.15 Yakın tarihte ise Şeria Nehri’nin sularının akış yönünü değiştirme planı, İsrail ile Suriye arasında savaşa yol açmış, bunun sonucunda İsrail; Suriye ve Mısır’la savaşmıştır. 1964 yılında İsrail, ulusal su yolu projesi için Ürdün Nehri’nden su almaya başladı. Ertesi yıl ise Arap devletleri, Ürdün Nehri’nden gelen suyun İsrail’e akmamasına yol açacak planlarını devreye soktular. Bu plan İsrail’in ulusal su yolu kaynaklarını %35, ülkenin toplam su kaynağını ise %11 azaltacaktı. İsrail Savunma Kuvvetleri (ISF) Suriye’de inşa halinde olan baraj tesislerine Mart, Mayıs ve Ağustos 1965’de saldırılarda bulundu. Bu saldırılar Suriye ile İsrail arasında savaşa dek süren uzun sınır çatışmalarına yol açtı.16 1967 savaşı sonrasında Golan Tepeleri’ni ve Yukarı Ürdün Nehri ile Banyas kolunu kontrolüne alan İsrail, önemli bir su kaynağına da sahip oldu. Ayrıca 1978 yılından 2000 senesine kadar Lübnan’ın Güney Bölgesini işgal etti ve 22 yıl boyunca bu ülkeye ait Litani nehrinden su çekti.17 18
Suya duyulan ihtiyacın artmasıyla beraber ortaya su paylaşımı noktasında çeşitli ihtilaflar çıkmış ve bunun sıcak bir çatışmaya dönüşebileceği dillendirilmeye başlanmıştır. Çatışma riski taşıyan su kaynakları daha çok ‘sınıraşan su’ statüsündeki sulardır ve yeryüzünde sınıraşan akarsu havzalarının sayısı 200’ün üzerindedir. Ortadoğu’da Nil, Ürdün ve Fırat Nehirleri, Güney Asya’da İndus, Ganj ve Brahmaputra, Amerika’da ise Colorado, Rio Grande ve Parana Nehirleri farklı ulus ve devletler arasında paylaşıldıklarından dolayı, farklı zamanlarda çatışma unsuru olabilmişlerdir. Su kaynaklı çatışmalara en uzak bölge olan Avrupa’da bile Macaristan ve Slovakya, Tuna üzerinde kurulan bir baraj nedeniyle sorunlar yaşamaktadır.12 Dünyada su yoksulu olan 26 ülkenin 9’unun Ortadoğu’da olması, bu senaryoların merkezinde Ortadoğu’nun yer almasına neden olmaktadır. BM, “Gelecek İçin Tatlısu 2003” raporunda, 2040 yılında Ortadoğu’da su için savaşların olabileceği uyarısında bulunuyor.13 Amerikan Merkezi Haber Alma Ajansı CIA’nın 2030 öngörülerinde de su savaşlarına yer veriliyor ve Orta Doğu, Aşağı Sahra Bölgesi ile Güney 9
Ortadoğu’da Nil havzası, Şeria havzası ve Dicle-Fırat havzası olmak üzere üç büyük nehir sistemi bulunmaktadır ve bölge ülkelerinin birçoğu su ihtiyaçlarının %67’sini sınıraşan sulardan karşılamaktadır. Nil nehri, 6.650 km’lik uzunluğuyla dünyanın en uzun nehridir. Havzası Afrika kıtasının onda birini kaplar. Güneyden kuzeye doğru akar ve Beyaz Nil Nehri, Mavi Nil Nehri ve Atbera Nehri olmak üzere üç ana kolu vardır. Nehrin en uzaktaki kaynağı Burundi’deki Doğu Afrika Göller Bölgesi’ndeki Kagera Nehri olarak doğar; Tanzanya, Ruanda ve Uganda sınırlarını oluşturarak Victoria Gölü’ne katılır.19 Şeria Nehri (Ürdün Nehri), Orta Doğu’da Büyük Rift Vadisi boyunca akan ve Lut Gölü’ne dökülen bir nehirdir. 251 kilometre uzunluğundadır ve bu nehirden Lübnan, Suriye, Filistin, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır.20 Asi Nehri Lübnan, Suriye,
Vizyon 2023: Bilim ve Teknoloji Stratejileri Teknoloji Öngörü Projesi, Su Yönetimi ve Sürdürülebilir Kalkınma Ön Raporu, Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Paneli, İstanbul, 2002. <http://www.tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/vizyon2023/csk/EK-2.pdf> 10 ERCAN, Gökhan, Su Kaynakları ve Güvenliği, Ekovitrin, Kasım 2012 11 <http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=4159536> (03.02.2013) 12 KARAKILÇIK, Yusuf, Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 4, No: 16 ss.19-56, 2008. 13 <http://www.tuba.gov.tr/tr/component/content/article/114-guncel-bilgiler/1024-su-temel-ihtiyacimiz-ve-hakkimiz-ama-susuzluk-kapida-450.html> (10.02.2013) 14 <http://tr.euronews.com/2013/02/05/cia-in-2030-ongoruleri/> (10.02.2013) 15 <http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-10693-34-turkiye-ortadoguyu-degil-akdenizi-besliyor.html> (10.02.2012) 16 <http://tr.wikipedia.org/wiki/Altı_Gün_Savaşı> (10.02.2012) 17 YILDIZ, Dursun, Golan Tepeleri ve Hidrostrateji, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Ekim, 2009. 18 DURSUN, a.g.e 19 <http://tr.wikipedia.org/wiki/Nil> (11.02.2013) 20 <http://tr.wikipedia.org/wiki/Şeria_Nehri> (11.02.2013) 38
milyon m3 daha fazla tarımsal ve endüstriyel su miktarına ihtiyacı olacaktır.23 İsrail’in su güvenliği açısından işgal ettiği Golan Tepeleri’nin önemi büyüktür ve İsrail’in yıllık su tüketiminin yüzde 15’i bu bölgeden karşılamaktadır. İsrail, Golan Tepeleri’nden çekildiği takdirde, tek büyük yüzeysel su rezervuarı olan Galile Gölü’ne girecek suyun miktarını Suriye’nin inisiyatifine bırakmış olacaktır. Bölgedeki genel su sıkıntısı nedeniyle İsrail’in Golan’dan kayıtsız şartsız çekilmesinin beklenmesi çok gerçekçi olmayacaktır.24 25
Irak ve Türkiye’den geçerek Akdeniz’e akarken; Fırat, Türkiye’den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak’ta Dicle’yle birleşir. Dicle ise Fırat’la birleştiği Şattül-Arap’a gelene kadar doğduğu Türkiye’den Irak’a geçer, Irak’ta yine Türkiye’den doğan Büyük Zap ve Irak’tan doğan Küçük Zap’la birleşir.21 Nil Nehri’nin sularının paylaşımı konusunda Mısır, Sudan ve Etiyopya; Şeria Nehri’nin paylaşımı konusunda İsrail, Filistin, Ürdün, Suriye ve Lübnan; Asi, Fırat ve Dicle konusunda da Türkiye, Suriye ve Irak anlaşmazlık içerisindedirler.22 Ortadoğu’yu besleyen Fırat ve Dicle nehirlerine kaynaklık eden Türkiye, sahip olduğu su kaynakları itibariyle Ortadoğu’da belirleyici bir role sahiptir. Türkiye’nin bu nehirler üzerinde yürüttüğü projeler ise Suriye ve Irak’ı tedirgin etmektedir. Irak, yüzyıllardır bölge insanı tarafından kullanılan Fırat ve Dicle sularının kullanımının artık kazanılmış bir hak olduğunu ve Türkiye tarafından kısıtlanamayacağını öne sürmektedir.26 Irak’a göre; Irak’ın Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki “Kadim Sulamaları” nedeniyle “Müktesep Hakları” bulunmaktadır. Müktesep Hakkın iki boyutu vardır; birincisi Fırat ve Dicle nehirleri yaklaşık 7500 yıldır Mezopotamya topraklarına hayat verdiği için bu bir kazanılmış haktır. İkinci boyutu ise Irak’ın 1,9 Milyon hektarlık tarım alanını sulamak için birçok işletme tesisi yapmış olmasıdır. Bundan dolayı Türkiye söz konusu insanların bu hakkını elinden almamalıdır.27 Asi Nehri’nin sınır aşan değil de uluslararası sular kategorisinde bulunduğunu ve bu nedenle kıyıdaşlar arasında paylaşılması gerektiğini savunan Suriye’ye göre; “Fransa İkinci Dünya Savaşı öncesi 1939 yılında Hatay’ı Türkiye’ye savaşta kendi müttefiklerinin yanında yer alması karşılığında vermiştir ve gerçek Türkiye-Suriye sınırı Hatay’ın kuzeyinden geçmektedir. Bu nedenle de Asi Nehri sınır aşan sulardan değildir.”28 Fakat Türkiye ile Fransa arasında 19 Mayıs 1939’da Suriye’yi de bağlayan bir protokol imzalanmıştır. Bu protokolle iki ülke arasındaki sınırı, Asi ve Afrin Nehri ile Karasu Çayı’nın sınırdan geçtiği yerlerde; bu suların en derin kısmının oluşturması ve suların iki ülke arasında ortak ve eşit paylaşılması karar
Yapılan tahminlere göre İsrail’in 2020 yılında bugünkünden 210 milyon m3 daha fazla içme suyuna, 375
21 ÜSTE, Nazmi, Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınıraşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:13, Sayı:I, Yıl:1998, ss:231-246 22 DURSUN, a.g.e 23 PAMUKÇU, Konuralp, İsrail-Türkiye İlişkilerinde Yeni Bir Boyut: Su, İ.Ü Siyasal Bilgiler Dergisi, No:29, 2003. 24 YILDIZ, a.g.e 25 DURSUN, a.g.e 26 SALTÜRK, Metin, Orta Doğu’da Su Sorunu ve Türkiye Açısından İncelenmesi, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Mart 2006, s.21-38. 27 DURSUN, a.g.e, s.119. 28
DURSUN, a.g.e, s.87.
39
ÖZİŞ, Ü., F. TÜRKMAN, T. BARAN, Y. ÖZDEMİR, Y. DALKILIÇ, Güneydoğu Anadolu Projesi Ve Su Siyaseti, Türkiye Mühendislik Haberleri, Sayı:420421-422, 2002. PAMUKÇU, K., İsrail-Türkiye İlişkilerinde Yeni Bir Boyut: Su, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:29, Ekim 2003. RÜŞTÜ, I. ve K. SALEM, Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış, Marmara Coğrafya Dergisi, İstanbul, Temmuz 2004. SALTÜRK, M., Orta Doğu’da Su Sorunu Ve Türkiye Açısından İncelenmesi, Güvenlik Stratejileri Dergisi, s.21-38, Mart 2006. SANDER, O., İlkçağlardan 1918’e Siyasi Tarih, İmge Kitapevi, s.32-33, İstanbul, 2012. Türkiye Su Politikası, T.C. Dışişleri Bakanlığı (11.02.2013)<www.mfa.gov.tr> ÜSTE, N., Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından Sınıraşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, 13. Cilt, I. Sayı, 1998. Vizyon 2023: Bilim ve Teknoloji Stratejileri Teknoloji Öngörü Projesi, Su Yönetimi ve Sürdürülebilir Kalkınma Ön Raporu, Çevre ve Sürdürülebilir Kalkınma Paneli, İstanbul, 2002. <http://www.tubitak. gov.tr/tubitak_content_files/vizyon2023/csk/EK-2.pdf> YILDIZ, D., Golan Tepeleri ve Hidrostrateji, Cumhuriyet Strateji Dergisi, Ekim, 2009. YILDIZ, S., Su Fakirliği Kapımızda Mı?, Bilim ve Teknik Dergisi, Ağustos 2008. WİLKİNSON, T. ve B. GRUBER, Mezopotamya Uygarlığı, Nacional Geographic Society, Özkaracan Matbaacılık, İstanbul, Ocak 2010. http://www.felsefeekibi.com/mitoloji/sozluk_a_ahuramazda.html (02.02.2013) http://dolusozluk.com/?i=122505 (02.02.2013) http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews. aspx?id=4159536 (03.02.2013) http://www.tuba.gov.tr/tr/component/content/article/114-guncel-bilgiler/1024-su-temel-ihtiyacimiz-vehakkimiz-ama-susuzluk-kapida-450.html (10.02.2013) http://tr.euronews.com/2013/02/05/cia-in-2030ongoruleri/ (10.02.2013) http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-1069334-turkiye-ortadoguyu-degil-akdenizi-besliyor.html (10.02.2012) http://tr.wikipedia.org/wiki/Altı_Gün_Savaşı (10.02.2012) http://tr.wikipedia.org/wiki/Nil (11.02.2013) http://tr.wikipedia.org/wiki/Şeria_Nehri (11.02.2013) http://yadavhistory.com/yahoo_site_admin/assets/images/Water-Wars-Logo.323110844_std.jpg (12.02.2013)
altına alınmıştır.29 Beşşar Esad dönemine kadar gergin olan Suriye-Türkiye ilişkileri bu dönemde yumuşama eğilimi göstermiş fakat Suriye’de Arap Baharı’nın etkisiyle başlayan gösterilere karşı Esad yönetiminin tavrı Türkiye ve Suriye ilişkilerinin yeniden gerginleşmesine neden olmuştur. Türkiye, bu sorunu bütüncül bir şekilde ele alarak çözüme kavuşturmak isterken bu ülkeler, her nehri ayrı bir şekilde ele alarak çözüm üretilmesi gerektiğini belirtmektedirler.30 Bölgesinde önemli bir güç olmak isteyen fakat enerjide dışa bağımlı olan Türkiye için enerjide dışa bağımlılığı azaltmada barajlar vazgeçilmez bir öneme sahiptir. ABD’nin Irak işgalinden sonra çatışmalar ve istikrarsızlıkla boğuşan Irak ve iç savaş yaşayan Suriye’nin toparlanmasının ardından su konusunda Türkiye’ye yönelik baskıların artacağı aşikârdır. Geçmişte petrol kaynaklarına göre şekillenen Ortadoğu haritasının, gelecekte de su kaynaklarına göre şekillenmemesi için bölge devletlerinin var olan kıt su kaynaklarını daha akılcı bir biçimde kullanmaları, sınıraşan su konusunu çatışmaya dönüştürmek yerine barışı sağlamak için bir araç olarak görmeleri gerekmektedir. Daha önce su kaynakları için savaşı göze almış bölge ülkelerinin gelecekte de aynı neden için savaşabilecekleri göz önüne alındığında bölgedeki su kaynaklarının, devletlerin birbirleri üzerinde politik bir baskı aracı olarak kullanılması yerine barış, işbirliği ve istikrarı arttırmada bir araç olarak kullanılmalıdır. KAYNAKÇA ABAY, O. ve O. BAYKAN, Büyük Ortadoğu Projesi Su Politikaları, TMMOB 2. Su Politikaları Kongresi, s.459-470. AKBAŞ, Z. ve Ç. MUTLU, Uluslararası Politikada Irak ve Suriye’nin Sınıraşan Su Sorununa Yaklaşımı Ve Türkiye: Beklentiler Ve Gerçekler, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, 2012. CENGİZ, M., Suyun 21. Yüzyılda Tarım ve Enerji Sektörlerindeki Ekonomik Önemi, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, 25. Sayı, Mayıs 2007. DURSUN, A., Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirlerinin Türkiye Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yüksek Lisans Tezi, S.D.Ü, Isparta, 2006. ERCAN, G., 21. Yüzyılın En Stratejik Konusu Su Güvenliği, Ekovitrin, s.124-135, Kasım 2012. KARAKILÇIK, Y., Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 4, No: 16, ss.19-56, 2008. KÖSE, M., Diyetisyen, Suyun Önemi. <http://www.doktorsitesi.com/makale/suyun-onemi/1247> (02.02.2013) KUTSAL, E., İsrail-Filistin İhtilafı Özelinde Politik Bir Araç Olarak Su, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, 2009. MİNİBAŞ, T., Globalizmde Suyun Ekonomi Politiği, 7. Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi, İzmir, 2007. 29
AKBAŞ, Zafer, ve Çiğdem, MUTLU, Uluslararası Politikada Irak ve Suriye’nin Sınıraşan Su Sorununa Yaklaşımı Ve Türkiye: Beklentiler Ve Gerçekler, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 13, Sayı 1, 2012. 30 ÜSTE, a.g.e, s.236.
40
ORTADOĞU
BM FİLİSTİN KARARI: “ÜYE OLMAYAN GÖZLEMCİ DEVLET” FİLİSTİN Resul SEVİMLİ
B
irçok dönüm noktası olan Ortadoğu tarihi için yeni bir dönüm noktası daha: 29 Kasım 2012’de, BM tarafından Filistin’e “Üye olmayan Gözlemci Devlet” statüsünün tanınması. Bir devlet olarak bile görülmeyen Filistin’e verilen bu hak, şüphesiz ki Ortadoğu’da bazı taşların yerlerinin sarsılacağı, yerlerine yeni taşların konulacağını göstermektedir. BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada, Filistin’in talebi için 138 ülke, “evet”, 9 ülke “hayır” oyu kullanıp, 41 ülke de çekimser kalmıştır. Böylece Filistin’in başvurusu, ABD’nin karşı koymasına rağmen, 138 ‘evet’ oyuyla kabul edilmiştir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin’e,BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsü verilmesi için yapılan oylamada hayır oyu kullanan ülkeler arasında; İsrail, ABD ve Kanada’nın yanı sıra Çek Cumhuriyeti, Panama ve dört Pasifik ada ülkesi bulunmaktadır. Oylamada hayır oyu kullanan Pasifik ada ülkeleri, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru ve Palau olmuştur. Pasifik ülkeleri, BM’de genellikle ABD ve İsrail’i desteklemektedir. Karara ABD ve İsrail’den sert tepki gelmiştir. 2011 yılında tam üyelik başvurusu yapan Filistin’in bu talebi Güvenlik Konseyi’nde engellenmiş ancak UNESCO’ca kabul edilmişti. ABD, bu nedenle UNESCO’ya yaptığı yardımları azaltmıştı. Bu sonucun ardından ABD’nin diğer organizasyonlara yaptığı yardımlarda da azaltmaya gidebileceği, İsrail’in ise yerleşim faaliyetlerine hız verebileceği belirtmektedir.
önemli rolü, bu ülkenin, Filistin sorununun merkezinde yer alan 181 (II) ve 194 (III) sayılı kararları uygulayacağına dair verdiği söz oynamıştır. “İsrail’in BM’ye üye olmak istediğine dair Güvenlik Konseyi raporunu almış bulunarak, “Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in barış-sever bir devlet olduğu ve Antlaşma’da sözü geçen yükümlülükleri yerine getirmede istekli olduğu yönündeki kararlarını dikkate alarak, “Güvenlik Konseyi’nin Genel Kurul’a İsrail’in üyeliğini kabul etmesini tavsiye ettiğini göz önünde bulundurarak, “Buna ilaveten, İsrail Devleti’nin BM Antlaşması’ndaki yükümlülüklerini kayıtsız şartsız kabul ettiğine dair bildirisi ve Birleşmiş Milletler üyesi olduğu günden itibaren bu yükümlülüklere riayet edeceğini taahhüt edişinin de altını çizerek, “29 Kasım 1947 ve 11 Aralık 1948 kararlarına istinaden ve Geçici Politik Komite’ye İsrail Hükümeti temsilcisi tarafından yapılan adı geçen kararların uygulanması konusundaki bildiri ve açıklamaları göz önünde bulundurarak, “Genel Kurul, “Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 4 numaralı benti ve Genel Kurul tüzüğünün 125 sayılı maddesine istinaden, “1) İsrail’in, Antlaşmada sözü geçen yükümlülükleri kabul eden ve bu yükümlülükleri uygulayabilecek istekli barış-sever bir Devlet olduğuna karar verir; “2) İsrail’i Birleşmiş Milletler Üyeliği’ne kabul eder. ABD: TALİHSİZ KARAR ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Rice, kararın barış sürecinde büyük bir engel oluşturacağını savunmuştur. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Filistin’in BM’de ”üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmasının, İsrail ile Filistinliler arasında ”barışa yönelik yolda daha fazla engeller yarattığını” söylemiştir. Washington’daki bir konferansta konuşan Clinton, Filistin’in BM’de ”üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanması kararını ”talihsiz ve amaca zarar verici” olarak nitelendirmiştir. Clinton, ”Filistin ve İsrailliler hak ettikleri barışı sadece taraflar arasındaki doğrudan müzakereler yoluyla başarabilirler: Egemen, kendi ayakları üzerinde durabilen ve bağımsız bir Filistin’in, Yahudi ve demokratik bir İsrail ile barış ve güvenlik içinde yan yana yaşadığı, iki halk için iki devlet” dedi. İSRAİL: “HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEYECEK” Oylamanın sonucunun açıklanmasının ardından gelen ikinci açıklamada ise, ‘’Bu anlamsız karar, hiçbir şeyi değiştirmeyecek.” Başbakan Binyamin Netanyahu’nun
Gözlemci Devlet Statüsü Nedir? Üye olmayan gözlemci devletler, egemen varlıklar olarak tanınmaktadırlar. Gözlemci olduktan sonra ne zaman isterlerse tam üyelik için başvurabilirler. İsviçre’nin 1946’da BM Genel Sekreteri tarafından “daimi gözlemci” statüsüne kabul edilmesiyle başlayan uygulama çerçevesinde, yıllar içerisinde Avusturya, Finlandiya, İtalya ve Japonya gibi pek çok “gözlemci”, BM’nin “üyesi” haline geldi. Örneğin İsviçre, yaklaşık 50 yıl “gözlemci devlet” olarak anıldıktan sonra 2002’de BM’nin üyesi olmuştur. İsrail 11 Mayıs 1949’da BM’nin üyesi olmuştur. İsrail’in BM’nin üyesi olarak kabul edilmesinde en 41
belirttiği gibi: ”İsrail vatandaşlarının güvenliği garanti altına alınmadıkça Filistin devleti kurulmayacaktır”. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, İsrail devlet radyosuna verdiği demeçte, ‘’Ebu Mazen (Mahmud Abbas) barış yapmakla ilgilenmediğini bir kez daha kanıtladı’’ demiştir. İsrail Dışişleri Bakanı Yardımcısı Danny Ayalon da radyoya yaptığı açıklamada: ”İsrail’in artık çıkarlarına göre hareket edeceğini” ifade etmiştir. “Filistin’in doğum belgesini verin” Filistin Başkanı Mahmud Abbas, oylama öncesi BM’de yaptığı konuşmada: “Bu tarihi oylama iki devletli çözüm için son şans” derken, Filistin’in “doğum belgesinin” verilmesini istemiştir. İsrail yönetimi ise Abbas’ın ayakta alkışlanan konuşmasını “karalayıcı ve kin dolu” olarak değerlendirmiştir. İsrail BM Büyükelçisi Ron Prosor Genel Kurul’u uyararak: “Filistinliler barışa sırtını dönüyor” demiştir. ABD BM Büyükelçisi Susan Rice, oylamanın ardından yaptığı açıklamada, Filistin’in BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanmasının barış için büyük bir engel oluşturacağını öne sürmüştür.
Mahmud Abbas’ı bu kararından vazgeçirmek için yoğun çaba harcadı. ABD’DEN ‘MALİ YARDIM’ TEHDİDİ Amerikalı bazı senatörler, Filistin’i tehdit etmiştir. Cumhuriyetçi Parti’den Lindsey Graham ve John Barrasso ile Demokrat Parti’den Chuck Schumer ve Bob Menendez, Filistin’in yeni statüsünü İsrail’e karşı kullanması durumunda ABD’nin mali yardımının kesilmesi ve Washington’daki temsilciliğin kapatılması için Senato’ya öneri sunacaklarını açıklamıştır. Filistin, statüsünün yükselmesi durumunda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde İsrail’e karşı dava açabileceğini söylemiştir. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı William Burns ve ABD’nin Ortadoğu özel temsilcisi David Hale, New York’ta Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’la bir araya gelmiştir, Burns ve Hale, BM’ye “gözlemci devlet” statüsü için başvurunun Filistin davasına zarar vereceği konusunda Abbas’ı uyarmıştır. ABD, Filistin’in bu adımının “iki devletli çözüm” önünde önemli bir engel oluşturacağını iddia etmektedir.
Filistin İsrail’i şikayet edebilecek “Üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanan Filistin bu kararla uluslar arası diplomasideki etkinliğini artırabilecektir. Filistin bundan sonra BM kurumlarına ve Uluslararası Ceza Mahkemesine (UCM) başvuruda bulunabilecektir. “Vatikan statüsü” olarak da adlandırılan bu statüyle Filistin yönetimi, bundan sonra, İsrail saldırıları, illegal yerleşimler ve İsrailli askeri yetkililerin karıştığı savaş suçları konusunda UCM’ye başvuruda bulunabilecektir. Kimilerine göre, ABD ve İsrail’in,Filistin’in BM’ye başvurusuna sert bir şekilde karşı çıkmasının arkasında yatan sebebinin bu olduğu aşikârdır. Filistin yönetiminin BM’deki Başmüzakerecisi Saib Ureykat Türkiye’ye süreçteki desteğinden ötürü teşekkür ederek ‘’Teşekkürler Türkiye, Filistin’in yanında sergilediğiniz bu ‘duruş’, Kudüs’te mabetlere altın harflerle yazılacak’’ dedi. Filistin’in BM’ye “gözlemci devlet” statüsü için başvurusuna saatler kala ABD, Filistin Devlet Başkanı
FİLİSTİN’DE COŞKULU KUTLAMA Filistin’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada BM nezdinde ‘’üye olmayan gözlemci devlet’’ statüsü kazanmasının ardından, Batı Şeria sokakları bayram yerine döndü. Ramallah’da Yaser Arafat meydanında dev ekranlardan oylamayı izleyen Filistinliler, kararın açıklanmasını Filistin bayraklarıyla kutladı. Filistin’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki oylamada 138 ülkenin ‘’evet’’ demesiyle ‘’üye olmayan gözlemci devlet’’ statüsü kazanması, Gazze’de de coşkuyla karşılandı. Gazze sokaklarına inen binlerce Filistinli sonucu, ellerinde bayraklarıyla, havai fişekler atarak ve meydanlarda dans ederek kutladı. Kutlamalarda BM üyeliği umudunu yansıtan, ‘194. devlet’ yazılı pankart ise dikkati çekti. SONUÇ “29 Kasım 2012” günü, gelecekte her ne olursa olsun Filistin Sorunu’nun önemli köşe taşlarından birisi olarak anılacaktır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylama sonucunda Filistin’in üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanması pek çok sonuç üretmiştir. Her 42
tin toprakları olacaktır. Ancak gerçekçi olmak gerekirse Filistin’de Hamas ve Fetih arasında anlaşma sağlanmadan, İsrail’deki seçim süreci tamamlanmadan ve Obama Yönetimi tekrar barış sürecine ilgi duymadan umut verici bir barış görüşmesi sürecinin başlaması pek mümkün görünmemektedir. Sürecin hep birlikte nasıl ilerleyeceğini göreceğiz… KAYNAKÇA ARMAOĞLU, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşı,İşbankası Kültür Yayınları,Ankara 1994 CLEVELAND, William L,Modern Ortadoğu Tarihi,Çev.Mehmet Harmancı,Agora Kitaplığı,İstanbul 2008 Filistin Probleminin Kökeni ve Evrimi, 1917- 1988, Birleşmiş Milletler, 1990, sayfa: 144. 1 SAMİR, Amin, Avrupa ve Arap Dünyası,Versus Kitap,İstanbul, 2006 http://www.ntvmsnbc.com/id/25402073/ http://www.trthaber.com/haber/gundem/gozlemcidevlet-statusu-filistine-ne-sagliyor-65244.html http://www.unicankara.org.tr/filistin/2.html
ne kadar bu başarı bazı çevrelerde yetersiz görülse, hatta bir kazanımdan ziyade Filistinlileri avutmaya yönelik yararsız bir adım olarak nitelense de bu nitelemeler tarihi başarıyı gölgelemek için yapılan bir dizi karalamanın ötesine geçmemektedir. Filistin’in gözlemci devlet statüsü kazanması, Filistin’de toplumsal yaşamı birden bire iyileştirecek bir gelişme değildir. Oylamadan sonra da bunu görmemiz mümkündür. Filistin hala kendi ülkesi üzerindeki egemenlik haklarını tam olarak kullanabilme kapasitesine erişmiş değildir. İsrail askerlerinin Batı Şeria’daki uygulamaları açık bir egemenlik ihlalidir. Filistin’de ihtiyaç duyulan altyapı için gerekli yardımı karşılayan, büyük ölçüde uluslararası kuruluşlar ve bazı devletlerdir. Yıllar boyunca işgal altında kalan Filistin topraklarında ekonomik altyapı bilinçli bir biçimde çökertilmiştir ve hâlen devam etmektedir. İkinci İntifada sırasında zeytin ağaçlarının İsrail ordusu tarafından sökülmesini gösteren kareler hala akıllardadır. Filistin Devleti’nin maaş ödeyebilmesi büyük ölçüde aldığı yardımlara bağlıdır. Filistin’e yönelik ambargo da sona ermiş değildir. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargo halen Gazze’deki insanlar için yaşamı çok zorlaştırmaktadır. Ve son olarak Ortadoğu Barış Süreci’nde son aşamaya gelinmiş değildir. Fakat bütün bu eleştiriler Filistin Devleti’nin ilan edilmesine engel teşkil etmemektedir. Çünkü Filistin Devleti ilan edilse de edilmese de bu durum yıllardan beri devam etmektedir. Oysa Filistin’in gözlemci devlet olarak BM’ye kabul edilmesinin Filistin halkı ve dünyanın büyük bir kısmı nezdinde başta sembolik değeri vardır. Bazı kaynaklara göre, BM Genel Kurulu’nda alınan kararların bağlayıcılığı olmadığı gibi işlevsel bir yanı da bulunmamaktadır. Suriye örneği başta olmak üzere pek çok sorunda BM Genel Kurulu’nda alınan kararların bir sonuç getirmediği ileri sürülmektedir. Dahası Filistinlilerin bu tavrının,İsrail’in daha ileri tepkisine neden olacağından, uzun vadede Filistinliler için dezavantaj yaratacağı söylenmektedir. Öte yandan bu gelişmenin Ortadoğu Barış Süreci’nde görüşmelerin yeniden başlaması halinde Filistin tarafına bir avantaj sağlayacağı da unutulmamalıdır. Filistin artık İsrail’in karşısına 1967 Savaşı öncesi sınırlarla uluslararası tanınma kazanmış bir devlet olarak çıkacaktır. Dolayısıyla İsrail’in işgal ettiği sadece statüsü tartışmalı topraklar değil, bir devle-
Dergimize internet üzerinden de ulaşabilirsiniz
minervadergi.blogspot.com
Katkı ve Eleştirileriniz İçin Bize Ulaşın: m minervadergi@gmail.co
43
ORTADOĞU
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE SINIRINDA GÜVENLİK ANLAYIŞI Esma ERDAL
GİRİŞ ‘28 Temmuz 1943 günü; sabahın erken saatlerinde 33 yoksul Kürt köylüsünün kurşuna dizildiği Sefo1 Deresi o günden bu yana ‘yasak saha’ kapsamında. Dereye giriş çıkışlar hayati tehlike arz ettiğinden yakınları kurşuna dizilen köylüler buraya gidemiyor. Babası, amcası, dedesi, kardeşi vd. kurşuna dizilen insanlara öldürülenlerin kemikleri dahi verilmiyor. Suçsuz günahsız yere öldürülen 33 umuda, 33 sevdaya, 33 insana bir mezar yeri bile çok görüldü2.’ Günay Aslan, farklı yıllarda basılmış (1989, 1991, 1996) ve her basımında Türkiye’de yasaklanmış ve cezaya çarptırılmış kitabının 2011 basımının önsözünde bunları ifade ediyor. Birazdan aktaracağım olayla ilgili ilk ve önemli kaynaklardan birini temsil eden Aslan’ın kitabı ilk basımından önce özet olarak 1989 yılı Haziran ayında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. O yıl düzenlenen Yunus Nadi Armağan yarışmasında ‘röportaj ödülü’ almıştır. Bunları ifade etmemin sebebi öncelikle bu olayın uzun bir süre konuşulmaması ve bilinmesinin de devlet eliyle engellenmesidir. Artık herkesin daha çok farkında olduğu bu vb. olaylar hala yaşanmakta ve birde yaşanmamış gibi ülke gündemi, birkaç gün meşgul olup arkasını bırakmaktadır. ‘Ve benzeri’ ifadesini burada kullanışım yerinde bir kullanımdır. İleride üzerinde duracağım diğer bir olay ise yakın zamanda ( 28 Aralık 2011) yaşanmış Uludere (Roboski) olayıdır. İki benzer olay: 33 Kurşun ve Uludere. Her ikisi de sınırda, her ikisi de ‘masum’ olarak nitelendirilen köylünün yarası, her ikisi de devletin güvenlik algısının sonucudur. ’33 Kurşun’ Ahmet Arif’in ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ kitabında yer alan, konusunu Van-Özalp’ta yaşanmış bu olaydan alan ünlü şiirinin adıdır. Genel olarak bu konudaki araştırmalarda şiirden de esinlenerek bu isim kullanılmıştır. ‘Org Mustafa Muğlalı’ olayı ifadesinin de kullanıldığı görülmektedir. Bende yazım boyunca 33 Kurşun olarak ele alacağım. 33 KURŞUN OLAYI Tarihte de ’33 Kurşun’ adı ile yer etmiş, halk arasında ‘GeliyeSeyfo’ (Katliam Deresi) olarak anılan, 1943’te Van-Özalp’ta, ‘sınır kaçakçılığı’ yaptıkları gerekçesiyle 33 köylünün Kutur deresi yakınlarında öldürülmesi olayıdır. Olay sırasında Özalp’ta askeri doktor olan Yüzbaşı Dr. Reşit Ersezer dönemin koşullarını ve olayın geçtiği bölgeyi şöyle anlatıyor3:
‘(…)Özalp mıntıkasında birkaç aşirete mensup halk toplulukları yaşamaktadır. Özalp’ın doğusunda Arapşorik köyü tam hudut üzerindedir. Güneyinde Milaningiz köyü vardır. Bu köylerde Milan aşireti mensupları yaşarlar. Milan aşiretinin bir kısmı da İran arazisi içerisindedir. Milan aşiretinin güneyindeki bölgede Memikan aşireti bulunur. Milan aşiretinin reisi Mehmet Misto (Mustafa), Memikan aşiretinin reisi Mehmet Hudi’dir. Mehmet Misto Türk dostu ve milli emniyetimizin ajanıdır.(…) 1943 yılında Doğu bölgelerinde bazı maddelerin yokluğu kaçakçılığa sebebiyet veriyordu. Bizim tarafımızda çay ve gaz yoktu, İran’da şeker ve ilaç(…) Koyun kaçakçılığı da oluyordu.’ Sınırdaki güvenlik sorumlularının bu faaliyete göz yumduğunu bu şekilde askeriyenin de bazı ihtiyaçlarının karşılandığını söyleyerek devam ediyor Ersezer: ‘Mehmet Misto’nun sürüleri hududa kadar yaklaşır ve orada otlardı. Zira en iyi otlak hudut civarındadır. Misto Türkiye’den bir fenalık geleceğine ihtimal vermezdi(…) Fakat nedense kaymakam Misto’dan hoşlanmazdı.’ Olay burada patlak veriyor. Bir plan yapılıyor ve bir grup asker Misto’nun koyun ve sığırlardan oluşan sürüsünü kaçırıyor. Sürünün bir kısmı halk arasında dağıtılırken gerisi askeriyeye bırakılıyor. Mehmet Misto bir mektupla olayın büyümesini istemediğini, Türkiye’ye şimdiye kadar bir fenalığının olmadığını söylüyor. Sürüsünün kaçırılışını soruyor ve sürüsünü geri istiyor. Şunları da ekliyor: ‘Ben yine sizin adamınızım. Memikanlıların, Özalp’ın sürüsünü kaçırmak için hazırlık yaptıklarını haber aldım. Haber veriyorum tedbir alınız.’ Ersezer, bunun ardından Misto’nun bir daha aynı bildiriyi yaptığını ancak buna rağmen kendilerinin herhangi bir önlem almadıklarını ifade ediyor. Birkaç gün sonra köyden bir sürü kaçırılıyor. Kaymakam’ın öne sürdüğü teklif ile Mehmet Misto’nun akrabaları toplatılıp tutuklanıyor. Kaçağı Mehmet Misto’nun yaptığı gerekçesiyle; sürüyü geri vermezse akrabalarının buradan sürüleceği ile tehdit edilmesi kabul ediliyor. Köyden 40 kişi toplanıyor. Hepsi de Mehmet Misto’nun akrabası. 5 i asker; üçü hava değişimine, ikisi de izne gelmiş. 2 gün sonra askeriyeye gelen Muğlalı, tutuklananların yakınlarının dilekçelerini ve şikâyetlerini dikkate almaz. Muğlalı bu olayda sorgu ve mahkemeyi de gereksiz görür. Bir serbest bırakmanın ardından köylü 33 kişi olarak tekrar toplanıyor. 5 kişi bir nevi göz boyamak adına mahkemeye sevk ediliyor. Muğlalı, 33 kişinin vurulma emrini veriyor. Ersezer:
1 Kutur, Seyfo deresi olarak da bilinmektedir. 2 Aslan, Günay, Yas Tutan Tarih Otuz üç Kurşun, Avesta yy, 2011, sf. 13-14 3
Beşikçi, İsmail, Orgeneral Muğlalı Olayı 33 Kurşun, Belge yy, 1901, sf. 15-18
44
“Muğlalı’nın Van’da Avni Doğan’a sarf ettiği ‘Ben emri yüksek yerden aldım’ sözleri 1951yılında meclis araştırmasına yol açmıştır. Muğlalı’ya 33 vatandaşın mahkemesiz kurşunlanma emrini veren hangi yüksek şahsiyetti? Yapılan bütün araştırmalara rağmen, bu anlaşılmamıştır. Dosyalarda yazılı bir emir bulunmadığı gibi, Van’da yapılan telefon muhaberatına ait kayıtta bulunamamıştır.” Olay sırasında Özalp’ta Yedek Subay olan, Yedek Teğmen Durmuş Özbek’in anlattıklarıyla olay sonrasını öğreniyoruz. Özbek’in anlattıklarına göre: 33 kişiden biri olan İbrahim Özay, olaydan yaralı olarak kurtulmuştur. Cesetlerin altında kalıp ölü taklidi yaparak önce kurşunlardan ardından darbelerden korunmuştur. İran’a kaçan Özay yaşadıklarını anlatır. Ankara’ya gönderilen cevapsız dilekçelerinde bu olayın sorumlularının bulunmasını ister. Özay olaydan aldığı yaralarla 3 yıl yaşayabilir. Baktı otuzüçlerden biri Karnında açlığın ağır boşluğu Saç, sakal bir karış Yakasında bit Baktı kolları vurulu Cehennem yürekli bir yiğit Bir garip tavşana Bir gerilere.4 Acı bir gerçekte yine Özbek tarafından dile getiriliyor: ‘Ancak benim dikkatimi çeken kurşuna dizme görevini yerine getiren birliklerin, karargâhlarına, milli bir görevi yerine getiren insanların ruh haleti içinde; ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşını söyleyerek dönmeleriydi. Anladığım kadarıyla vatan hainliği etmişleri kurşunladıkları kanaati içinde idiler5.’ Mahkemeye sevk edilen 5 kişi ise yargılanmış ve beraat etmiştir. 33 kişinin yakınları ‘yargısız infaz yerine onların yakınlarının da mahkemelerce yargılanıp olayın öyle sonuç bulmasının daha insaflıca olacağını’ haykırmışlardır yine cevapsız dilekçelerde. ’33 Kurşun olayı’ olarak anılan olayda adı geçen Org Mustafa Muğlalı’nın askeri hayatı: (1881-11 Aralık 1951) 1900 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1901 yılında orduda görev almaya başladı. 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşları’nda, 1914-1918 yıllarında 1. Dünya Savaşı’nda savaştı. Kurtuluş Savaşı’nda, Kuvay-i Milliye’ye bağlı olup sonradan adı Yavuz Grubu olarak değişen Zabitân Grubu’nun komutanlığını yaptı. Menemen olayı (1930) sonrası kurulan Divan-ı Harp Mahkemesi’ne başkanlık etti6. Muğlalı Paşa mahkeme başkanı olarak aldığı kararlardan dolayı bazı çevreler tarafından sert bir şekilde eleştirilse de ‘Menemen Fatihi’ olarak adlandırılır7. Aynı zamanda Muğlalı’nın adı Mustafa Kemal’e suikast girişiminde bulunma suçundan idam edilen Mus-
tafa Sagir’in; Anadolu’ya geçiş izninin altında imzası bulunması ile de anılır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Şeyh Said İsyanında bölgedeki ‘temizlik harekâtını’ da yöneterek Cumhuriyeti koruyan ve kollayan Miralay Mustafa Muğlalı olarak da bilinir.
Muğlalı, 1931’de korgeneral rütbesine yükselir. 1931-1939 yılları arasında 1. Kolordu Komutanı, 19391949 yılları arasında İstanbul 3. ve 10. Kolordu Komutanı görevlerinde bulunur. 1942’de orgeneral rütbesi alır. 1942-1943 yılları arasında Yüksek Askeri Şura üyeliğinde bulunur. 25 Şubat 1943’te 3. Ordu Komutanı olduğunda ’33 Kurşun’ olayı ile de anılır8. ‘Otuz üç Kurşun’ olayı tek parti döneminin üzerinde durulması gereken en önemli olaylarından biridir. 1943 yılı yaz aylarında meydana gelen bu olay o zamanki Türk basınına kati suretle sızdırılmamıştır. 1943 yılında kurşuna dizilen 33 kişiden ikisinin kardeşi tarafından verilen dilekçeye beş yıl süreyle hiç cevap verilmemiştir. Fakat bu olay 1948 yılının sonlarına doğru TBMM’de sözlü bir sorunun sorulmasına neden olmuştur. Bu soru önergesinden sonra olay mecliste tartışılmış, bu tartışmalara ilişkin bazı haberler basında yer almıştır. 15 Ağustos 1956 günü yapılan oturumunda ise olayın cereyan şekli kaba hatları ile açıklığa kavuşturulmuştur.9 33 Kurşun olayıyla ilgili olarak 19 Ocak 1949’da Mustafa Muğlalı’nın soruşturulmasına başlanmıştır. Genelkurmay askeri mahkemesi 2 Mart 1950 gün ve 950-8 sayılı kararıyla Org Mustafa Muğlalı’yı, 33 kişinin öldürülmesi emrinin verdiği için idam cezasıyla cezalandırdı. Mahkeme aynı kararında idam cezasını, Muğlalı’nın yaşlılığını dikkate alarak önce 28 yıla indirdi, ardından ordudaki hizmetlerini göz önüne alarak 20 sene ağır hapse mahkûm etti10. Muğlalı 1951’de davasıyla ilgili tartışmalar sürerken yatmakta olduğu askeri hastanede vefat etmiştir. 1988 yılında, Muğlalı’nın Edirnekapı Şehitliğinde bulunan mezarı törenle Devlet Mezarlığına nakledilmiştir. 1997 yılında itibarı iade edilmiştir. 1998’de Harp Akademileri Komutanlığının bahçesindeki “Kahramanlar Geçidi”ne büstü dikilmiştir.11 Yıl 2004, Kışlaya Org Mustafa Muğlalı Adı verilir: Olayın adı tarihte 33 Kurşun olarak zikredilmeye de-
4 Arif, Ahmet, Hasretinden Prangalar Eskittim, 5 Beşikçi, İsmail, sf.20 6 Wikipedi 7 Özkartal, Miraç Zeynep: “60 Yıldır Bitmeyen Tartışma”, Milliyet, 5 Mart 2011 8 Özkartal, Miraç Zeynep: “60 Yıldır Bitmeyen Tartışma”, Milliyet, 5 Mart 2011 9 Beşikçi, İsmail, sf. 7 10 Aslan, Günay, sf. 56 11
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Mu%C4%9Flal%C4%B1
45
vam ediledursun; Genelkurmay tarafından, 61 yıl sonra 6 Mayıs 2004’de alınan bir kararla, Van-Özalp’taki 6. Hudut Alayına bağlı 2. Tabur Komutanlığı’na ‘Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’ adı verildi. Bu durum bölgede yakınlarını kaybedenler arasında büyük tepki topladı. Acılarının tazelendiğini dile getirip ismin değişmesini talep ettilerse de yanıt olumlu olmadı. Savunma Bakanlığı, kışlalara başarılı komutanların adlarını verdiklerini hatırlatmış ve “Merhum cezasını çekmiştir; ceza veya kısıtlamaların süresiz devam etmesi hukuk ve demokrasi değerleriyle bağdaştırılamaz” açıklamasını yapmıştır.
ca Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) olayı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşıdı. Başvuruda Türkiye’de etkin bir soruşturma yürütülmeyeceği şüphesi vurgulanarak, sorumluların ancak uluslararası yargılama mekanizmaları sayesinde açığa çıkarılacağı belirtildi. Can Dündar olaydan 5 ay sonra Milliyette çıkan yazısında şu ifadeleri kullandı: NATO’nun ikinci büyük ordusu, kendi tespit ettiği görüntünün hangi birimde, kimler tarafından, nasıl olup da yanlış değerlendirildiğini, onca masum insanın nasıl suçsuz yere katledilebildiğini açıklamaktan acizse “büyük”lüğünü kim takar? 2012 senesinin Mart ayında komisyonca sunulması beklenen raporla ilgili çalışmalar devam ederken; 2013 Şubatında komisyon başkanı, örtme gizleme olmadığını, yeni bir belgenin incelendiğini ve en kısa zamanda raporun halka sunulacağını belirtti. CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu şunları dile getiriyor bir konuşmasında, muhalefet kanadı olarak: “Merak ediyorum; kim verdi bu istihbaratı. Kendi ülkesinde istihbaratı karışıklık yaşayan bir ülke, nasıl olur da Ortadoğu’da güçlü bir ülke olabilir? Bu soru herhalde sadece bizim aklımıza gelmiyor. İstihbaratçıların, yabancı istihbaratçıların cirit attığı bir ülke konumuna geldi Türkiye. Ortada ‘Şurada teröristler var, bombalayın’ diye bir bilgi verilmişse, onlar da görevlerini yaptılar o zaman. Önce o istihbaratı veren organı bulmamız lazım. Bu istihbaratı veren kuruluşun kendisini sorgulaması gerekiyor. İstihbaratın tek elde toplandığı, eskisi gibi artık farklı görüşlerin olmadığı, bu nedenle PKK’ya karşı devletin daha etkin konuma geldiği yönünde açıklamalar yapıldı. O nedenle bir eksiklik var bu işin içinde, bir yanlışlık var. O yanlışın kaynağına inmeliyiz12.” Çoğu aynı aileden bir gecede hayatını kaybeden bu insanların yakınları, devletinden, olayın sorumlularının bulmalarını ve özür bekliyor. Yıllardır aynı yolu kullanıyorlar bu iş için. Askerin nasıl şimdiye kadar yanlış yapmayıp da bugün böyle bir yanlışa göz yumduğunu soruyorlar. Devlet bu olaydan sonra o sınırda kaçakçılığı önlemek için daha geniş çapta tedbirler aldı. Ama köylüler yaptıklarının kaçakçılık değil sınır ticareti olduğunu ve bunu zengin olmak için değil geçinecek başka kaynakları olmadığı için yaptıklarını; yapmaya da devam edeceklerini bildiriyorlar. Bir karton sigara bir bidon benzin… Şimdi ise gece değil sabahın erken saatlerinde bu işi devam ettiriyorlar. Yıl 2011… Türkiye bir toplu mezara daha ev sahipliği yapıyor. Bitmez tükenmez yaslar, ağıtlar, gözyaşları… Bundan 68 yıl öncesi yıl 1943… Uludere olayı hemen akla 33 Kurşun olayını getiriyor Ve Uludere, 33 Kurşun’un 2011 versiyonu olarak hafızalarda yerini alıyor.
Bu olay daha sonra Haziran 2010’da Van milletvekili Fatma Kurtulan, Ağustos 2010’da CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu tarafından dile getirilmiş ve yine Savunma Bakanlığından benzeri yanıt alınmıştır. 2011’de Başbakan Erdoğan’ın kışladan bu ismin kaldırılmasını istemesiyle yeniden gündeme gelmiştir. Köylülerin dilekçeleri ve Belediyenin yoğun ısrarlarının ardından Kışla’nın adı; Kasım 2011’de “Şehit Astsubay Erkan Durukan Kışlası” olarak değiştirildi. ULUDERE (ROBOSKİ) OLAYI 28 Aralık 2011 gecesi Türk Hava Kuvvetlerinin; Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu (Roboski) köyünde F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt vatandaş öldü. Olaydan 1 kişi yaralı olarak kurtuldu. Olay sonrası Genelkurmay’dan gelen açıklamalarda; verilen istihbarata göre PKK’lıların kullandığı bir yolda hareket halinde olan birilerinin tespit edildiği ve bombalamanın bu istihbarata göre yapıldığı açıklandı. Daha sonrasında yayınlanan haberlerle bombalananların PKK’lı değil Irak’tan Türkiye’ye mazot ve sigara getirmek için o yolu kullanan bir ‘kaçakçı’ kafilesi olduğu duyuruldu. Gün aydınlanınca gece yaşananların görüntüsü tam bir vahşet olarak açığa çıktı. 34 Türkiye vatandaşı kendi devletinin uçaklarıyla bombalanmıştı. Devlet bunu bir operasyon kazası olarak kabul etti. Hükümet olayın tez zamanda aydınlanması gerektiğini herkesin üzerine düşeni yapacağını duyurdu. Kamuoyu ise yaşananları ‘katliam’ olarak nitelendirdi. 17’si daha çocuk yaşta olan 34 insan… Olayı araştırmak üzere TBMM’de Uludere Alt Komisyonu kuruldu. Ayrı12
Zeyrek, Deniz, Radikal Arşivi, Aralık 31,2011
46
SONUÇ Türkiye’nin otuz yıla yakındır süren ‘PKK sorunu’ ve bundan daha uzun bir zamana dayanan ‘Kürt sorunu’ denilen meseleleri; ülke birlik ve refahının sağlanamamasında etkendir. 33 Kurşun ve Uludere olaylarını algılayan zihinler görecektir ki Türkiye’nin kalkınması, toplu refaha ermesi farklı dönemlerde hep sekteye uğratılmıştır. 1943 senesinin şartları içerisinde 33 Kurşun olayının meydana gelmesi gayet mümkün. Tek parti yönetimi ordu sistemi vs... Lakin 2011 yılına geldiğimizde Türkiye’nin tüm gelişme, bütünlüğünü devam ettirme gayretine rağmen yine bir sınır güvenliği sorununu yaşıyor olması nasıl açıklanacaktır. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan Kürt isyanları, bunların bastırılışı, yanlış uygulanan bütünlük politikaları ve acılı bir halk… Sosyolog H. Neşe Özgen, Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri ( Van-Özalp ve 33 Kurşun) adlı kitabının ön sözünde; ‘Sınır Kasabaları Sosyolojisi’ başlıklı araştırmasını yaparken bu çalışmanın ortaya çıktığını söylüyor ve ekliyor: ‘Kendi kendini yazdı13.’ Sınırda kendi kendini yazacak çok hikâye var. Ülkenin bitmeyen ‘Kürt sorununun’ temellerinden birini de bu toplu mezarlar oluşturuyor. AKP’nin iktidar oluşu ile her anlamda düzelmeye başlayan ülkede ‘Kürt sorununun’ çözümüne dair de umutlar yeşermiştir. Zaten AKP’nin ülke genelinde yüzde elliye yakın oy alışı Kürtler’in de büyük çoğunluğunun bu partiye umut bağladığını gösteriyor. Ancak şimdi Uludere umutları boşa çıkan insanların ağıtlarında anılıyor. Bu durumda günümüz Türkiye’sinin geçmişte yaptıklarından ders çıkarıp çıkarmadığı tartışmaya açık hale geliyor. Türkiye’de yaralar kabuk bağlıyor derken yeni bir yara daha açılıyor. Gözü yaşlı anaların acılarına acı eklemenin kimseyi iyi etmeyeceği muhakkaktır. Bu dünde bugünde böyle olmuştur. Ya hep birlikte dirlik ya da hep birlikte dirlik…
KAYNAKLAR: AKGÜL, Suat, Orgeneral Mustafa Muğlalı ve VanÖzalp Olaylarının İçyüzü, Berikan yy, 2001 ASLAN, Günay, Yas Tutan Tarih Otuz Üç Kurşun, Avesta yy, 2011 BEŞİKÇİ, İsmail, Orgeneral Muğlalı Olayı 33 Kurşun, Belge yy,1991 http://tr.scribd.com/doc/31604155/ Orgeneral-Mu%C4%9Flal%C4%B1-Olay%C4%B1Otuzuc-Kur%C5%9Fun-%C4%B0smailBe%C5%9Fikci ÖZGEN, H. Neşe, Toplumsal Hafızanın Hatırlatma Biçimleri (Van-Özalp Olayı), Sosyal Tarih yy, 2011 E-KAYNAKLAR: BAYRAKTAR, Cemile, Uludere, Ak Parti ve Muhalefet, May 28, 2012, derindüşünce.org DEVRİM, Hakkı, Genelkurmay’ın Densizliği, Radikal, May 6, 2008 ÖZGÜREL, Avni, 33 Kurşun ve Muğlalı Olayı, Radikal Arşivi, May 5, 2004 ÖZKANT, Erden, Uludere katliamı ve medya, Şub 3, 2012, derindüşünce.org ÖZKARTAL, Miraç Zeynep, 60 Yıldır Bitmeyen Tartışma, Milliyet, Mart 5, 2011 h t t p : / / w w w. b b c . c o . u k / t u r k c e / h a b e r ler/2012/12/121227_hrw_uludere.shtml http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/roboski-katliaminagundelik-hayattan-bakmak-13200 http://www.cnnturk.com/2011/turkiye/11/04/mustafa.muglali.adi.tabeladan.silindi/635644.0/index.html Ümit Kıvanç, Belgesel, (Ağlama Anne Güzel Yerdeyim) http://www.youtube.com/watch?v=CrYRaQPda2o
13
Özgen, H. Neşe, Sosyal Tarih Yayınları, 2011, sf. 15
47
ORTADOĞU
İSRAİL’İN YÖNETİM BİÇİMİ Merve Nur BAYRAKTAR
İ
srail anormal bir devlettir. Çünkü doğal yollardan kurulmamış ve kurulduğundan beri bölgenin doğal bir parçası olmak yolunda atması gereken adımları atmamıştır.1 Sonuç olarak diğer parlamenter demokrasi sistemlerinden farklı bir yapıya sahiptir. Bu yapıyı incelerken öncelikle İsrail Devleti’nin kuruluşunu ele aldık. Yahudi Devletinin kurulmasında bir araya gelen bu topluluğu Tevrat’ın öngördüğü seçilmiş Yahudi toplumu oluşturur. Bu toplum tarih boyunca azınlık olarak yaşamıştır. Antik Çağ’daki ulusal toprakları olan İsrail diyarında iki defa siyasi otonomiye sahip olmuşlardır. Bunlardan ilki M.Ö 1350-586 yılları arasında sürmüş ve Birinci Tapınak’ın yıkılmasıyla sona ermiştir. İkincisi ise M.Ö 140-37 Haşmonayim Krallığı dönemidir. Bu iki zaman dilimi dışında, modern İsrail Devleti haricinde yaşadıkları tüm ülkelerde azınlıkta kalan Yahudiler tarih boyunca sık sık baskılara maruz kalmışlardır. Bunun doğal bir sonucu olarak örgütlenmeler de oluşmuştur. 1860 yılında kurulan, Dünya Yahudiler Birliği’nin (Alliance Israélite Universelle, AIU) çalışmalarının ve bağlantılarının ulaşmadığı yer kalmamış gibidir.2 Doğu Avrupa’da baskı altında kalan Yahudiler Amerika Birleşik Devletleri’ne göç ettiler. Göç edemeyenler için ise bir tek çözüm yolu kalıyordu: ”Siyonizm.” Fakat bu seferki bir devlet kurma amacında olduğundan geleneksel olandan farklı olarak milliyetçi duygular da barındırıyordu. Bu yüzden ‘modern siyasal Siyonizm’ olarak adlandırılır. Siyonizm’in sadece bir fikir olmaktan çıkıp bir harekete dönüşmesinde Theodor Herzl ’in katkısı büyüktür. Herzl, Hukuk fakültesini bitirdikten sonra Avrupa’nın muhtelif yerlerinde muhabirlik yapmıştır. Bu esnada da anti-semitizmin yasalarla kaldırılamayacak kadar derinlere kök salmış bir önyargı olduğunu fark eder. “Herzl’in görüşünce bu sorunun ve genel olarak anti-semitizmin* tek çözümü Yahudilerin kendi devletlerinde siyasal egemenliğe sahip olmaları ve böylece milliyetlerini daimi tabi konumdan kurtarmalarıydı.”3 Günümüzde varlığını sürdürmekte olan modern İsrail Devleti 1948 yılında kurulmuştur. Öncesinde Filistin’e bağlı olan bu topraklar, 1920 yılında düzenlenen San Remo Konferansı’nda Osmanlı idaresinden çıkıp İngiliz Mandası altına girmiştir. İki yıl
sonra kurulan Milletler Cemiyeti, mandaya resmi statü tanımıştır. Ayrıca Filistin’in resmi dilini İbranice olarak belirlemesi de bölgenin Yahudi yurdu olarak benimsendiğinin ilk göstergesidir. Sivil yüksek komiser olarak da ateşli bir Siyonizm savunucusu olan Sir Herbert Samuel atandı. İngiltere dünyanın yeni bir savaşın eşiğinde olduğunun farkındaydı. Bu nedenle gerek Fransa’yı petrol bölgesinden uzak tutmak gerekse petrol gücü yüksek Arap ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmak için Balfour Deklarasyonu’nda Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı kabul etmişti. Bu, bir devletin resmi olarak kendisine ait olmayan bir bölgede başka bir cemaate devlet kurmayı vaad etmesiydi. Ne var ki aynı bildiride bölge sakinlerinin haklarını koruyacağını da vaat ediyordu. Diğer yandan Avrupa’da azınlıkta kaldıkları için dışlanan Yahudiler aliyahlar halinde Filistin’e göç ediyorlardı. Ayrıca Hitler’in ölüm kamplarında milyonlarca Avrupalı Yahudi’nin katledilmesini ifade eden Holokost’a tepki olarak Amerika’dan birçok Yahudi, devletin kurulmasını çabuklaştırmak adına Filistin’e göç etti. Mandanın sürdüğü zaman zarfı boyunca birlik sağlanamadı. Yahudiler Yahudi Ajansı’nı kurarak hükümetin temelini attılar. Ayrıca Histadrut** gibi Arapları sosyal ve ekonomik alanlardan dışlayan kurumlar da vardı.
1 Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya; İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta Yayınları, 1. Baskı, 2012, s.11 2 Halil ERDEMİR, İsrail Devleti’nin İlanından Önce David Ben Gurion’un Filistin’i Yahudileştirme Politikası, s.4 3
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı Birinci Basım, Agora Kitaplığı,2008 İstanbul s.268 *Yahudi düşmanlığı **Yahudi işçi sendikası
48
“Siyonist Örgütü Yahudi Milli Fonu, toprak satın alma işleriyle uğraşıyordu. Bu fon, aldığı toprağı bütün Yahudilerin malı olarak görüyor ve sonra en ucuz fiyata sadece Yahudilere kiralıyordu. Yahudi Milli Fonu, geliştirme ve malzeme sermayesi de sağlayarak yoksul göçmenlerin Filistin’e ayak basar basmaz tarımla uğraşmalarına imkân sağlamaktaydı.”4 Mülkiyetin ve sorumluluğun herkes tarafından eşit olarak paylaşıldığı bu sistem, ilk Siyonistlerin pek çoğunun Filistin’de kurmayı umdukları kooperatif komünal düzenin bir sembolü oldu. Arap ve Yahudi halkı arasında gitgide kızışan bir düşmanlık söz konusuydu. İngiltere Araplarla ilişkilerini azami derecede iyi tutmaya çalıştığından Yahudi göçüne sınır getirmişti. Sonuçta bölgedeki üç millet birbirine düşman oldu. Çatışmalar büyüyünce durum Birleşmiş Milletlere havale edildi. Truman, BM delegelerine İsrail’in bağımsızlığı konusunda kabul oyu vermediklerinde ABD’nin ülkelerine yaptığı ekonomik yardımı keseceği tehdidinde bulundu. Genel kurul, Filistin’in Arap ve Yahudi devletlerine bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası statü kazanmasını kabul ediyordu. 1948’de İngiliz mandasının sona ermesiyle İsrail bağımsızlığını kazanmış oldu. Ben Gurion başbakan ve savunma bakanı, Haim Weizmann cumhurbaşkanı olmuştur. MODERN İSRAİL İsrail’in geçerli yönetim biçimi parlamenter demokrasi olarak belirlenmiştir. İngiliz mandasından ayrılarak bağımsızlığını elde etmiştir. Bu yüzden İsrail sistemi, İngiliz anayasasının bir dalı olarak5 nitelendirilmektedir. İsrail seçim sistemi, Temel Kanun: Knesset’in (meclis) 4. maddesinde, genel, ülke çapında, doğrudan, eşit, gizli ve nispi olarak tanımlanmaktadır. Din, etnik köken, cinsiyet, gelir düzeyi, eğitim veya başka bir statü farkı olmaksızın 18 yaşını dolduran her İsrail vatandaşı genel seçimlerde oy kullanma, 21 yaşını dolduran her İsrail vatandaşı ise Knesset seçimlerinde aday olma hakkına sahiptir.6 Temel kanunda aday olmak için dini ritüellerin öneminin olmadığı belirtilmiştir. Ancak 1992 Siyasi Partiler Yasası’ndaki sınırlamaların ilk maddesi Demokratik bir Yahudi devleti olan İsrail’in var olma hakkının reddedilemezliğidir. Yani seçmen dini tercihinde özgür olsa da devlet Yahudi karakterlidir. Bu özelliği ile İsrail diğer demokratik ülkelerden sıyrılır. Yine yasa tasarısı aşamasında da aynı durum söz konusudur. Knesset’e sunulan teklifin ırkçı bir mahiyet içermesi veya “Yahudi halkının ulusu” olarak İsrail Devleti’nin varlığını reddetmesi halinde onaylamaz. Knesset’in dört yıllığına seçilen 120 milletvekili vardır. 80 üyenin evet demesini gerektiren özel çoğunluk sağlandığı takdirde bu süre uzayabilir. Aynı zamanda çoğunluk anlaşmaya varırsa meclis feshedilir ve yeniden seçimlere gidilir. Başbakan cumhurbaşkanından erken seçim talebinde bulunabilir fakat Knesset’in bunu engelleme yetkisi vardır. Knesset’e girmek için yalnızca yüzde iki barajını aşmak yeterlidir. Bu Batı tarzı yönetim biçiminin yerleşmesinde Theodor Herzl’in katkısı
büyüktür. Kendisi Fransa’da meclis muhabirliği yapmıştır. Bu dönemde oradaki parlamenter sistemden etkilenmiş ve bunu ülkesine de uygulamaya çalışmıştır. Sistemin eleştiri alan yönü ise seçmen ile aday arasındaki kopukluktur. İsrail sisteminde vekil sadece parti liderine ve parti bürokrasisine karşı sorumludur. Seçimlerdeki başarısı veya başarısızlığı seçmenin kendisi hakkındaki düşüncesi ve isteğinden çok, parti listesinde han¬gi sıradan aday olarak gösterildiğine bağlıdır. Bu durum Knesset’in işleyişine yansımakta, önseçimler dışında vekiller üzerinde son derece sınırlı olan seçmen etkisi nedeniyle Knesset’in karar alma sürecinde parti kararı ve yaptırımı ağırlıklı olarak belirleyici olmaktadır.7 İsrail siyaset sistemindeki aktörleri Yahudi partileri ve azınlık partileri olarak ikiye ayırmak mümkündür. Yahudi partilerinde Likud ve İşçi Partisi sağ ve sol kanadın başını çekmektedir. Diğer yandan İsrail’in artan güvenlik kaygısı, iç siyasetindeki Liberal Siyonistler ve Ortodoks Yahudiler arasındaki keskin kutuplaşmayı ve dengeleri etkilemiştir. Kozmopolit toplum yapısının getirdiği parti sayısındaki fazlalık ve düşük baraj uygulaması mecliste çok sesliliğe neden olmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da İsrail’de kısa süreli hükümetler ve erken seçimler sıkça görülmektedir. Bu durum İsrail siyasileri tarafından tartışılmaya devam etmektedir. Knesset’in çalışmalarının çoğu gruplar temelinde yürütülür. Milletvekilleri Knesset’te Meclis Grupları çatısı altında veya bireysel olarak faaliyet gösterirler. Knesset’in açılışında grupların sayısı, seçimleri kazanan listelerin sayısı ile aynı¬dır. Ancak dönem içinde grupların bölünmesi ve birleşmesi sonucunda bu sayı değişebilmektedir. Bir parti üyesi seçimlere katıldığı grubundan ayrılabilir. Meclis Komitesi tarafından kabul edilmesi halinde tek bir parti temsilcisi veya temsilciler yeni bir Meclis Grubu oluşturabilirler. İki veya birden fazla parti tek bir grup çatısı altında da birleşebilir. Şimdiye kadar Knesset’teki en fazla grup sayısı 9. Knesset döneminde olmuş 13 grupla başlayan dönem, 20 grup ve dört bağımsız Knesset üyesi ile son bulmuştur. Sadece 3. Knesset döneminde grupların sayısı ilk meclise girdikleri gündeki gibi kalmıştır. Yine diğer demokratik sistemlerden farklı olarak kabinenin Knesset’in rızasını almadan savaş açma ve dış ilişkiler ve savunma komitesine danışmadan savaşı idare etme yetkisi vardır. Kurulduğundan beri savaş eğilimi gösteren İsrail’in bu güvenlik paranoyasının altında yüzyıllarca süren diaspora döneminin etkisi büyüktür. Yargı sistemine baktığımızda ise görülen en belirgin özellik yazılı bir anayasanın olmayışıdır. Böyle bir sistem oluşturulmaya çalışıldıysa da Ortodoks ve seküler Yahudi partiler arasında Tevrat Hukuku’nun nerede yer alacağı konusunda uzlaşmaya varılamamıştır. İsrail devleti bugün 11 temel yasa ve Gazze sınırına dair yasa hükmündeki bir anlaşma ile yürütülmektedir. İsrail’de yapılan kamuoyu araştırma¬larına göre Ya-
4 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı Birinci Basım, Agora Kitaplığı,2008 İstanbul s.283 5
Gülşah EKER, T.C. Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalar Enstitüsü Siyasi Tarih ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İsrail’in Siyasal Sistem Yapısı ve Siyasal Partileri, İstanbul 2005, s.7 6 Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya; İSRAİL SİYASETİNİ ANLAMA KILAVUZU, Seta Yayınları, 1. Baskı, 2012 s.31 7 Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya; İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta Yayınları, 1. Baskı, 2012, s.33
49
hudi halkın gözünde mahkemeler, ulusal çıkarların asli koruyucusu olma sıfatı ile İsrail Savunma Kuvvetlerinden sonra ikinci sırada yer almaktadır. İsrail halkı yargının kararlarına açıkça güvenmektedir. İsrail’in Arap vatandaşları arasında ise mahkemelere karşı Yahudi vatandaşlara benzer bir güvenden söz etmek mümkün değildir. Arap vatandaşlar günlük ha¬yatın birçok noktasında olduğu gibi yargı konusunda da bir takım ayrımcılıklara tabi tutulmaktadır. 2011 yılında İsrail Barosu tarafından yapılan bir araştırmada Arap vatandaşların aynı suçlardan hüküm giyme oranının Yahudi vatandaşlara göre daha fazla olduğu ve Yahudi vatandaşlardan daha uzun süre ceza aldıkları ortaya çıkmıştır. İsrail yargısındaki Yahudi-Arap ayrımcılığını açıkça ortaya ko¬yan bu araştırma, işgal topraklarındaki Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere karşı şiddet eylemlerinin çoğu zaman göz ardı edilmesi ile birlikte değerlendirildiğinde İsrail yargısının tüm vatandaşlar için eşit adaleti sağlama konusundaki bariz ek¬siklerini gözler önüne sermektedir.8 Etnik siyaset ve güvenlik algısı başlığı altında İsrail’in yönetim biçimini incelerken siyasi partilerden, sosyal yapılanmalardan ve ordu sisteminden bahsetmek gerektiğini düşünerek yüzeysel olarak bu konulara da değineceğiz. İŞÇİ PARTİSİ Kökleri işçi hareketlerine dayanan parti sosyal çoğulculuk ve eşitliği temel alır. Türkiye bazında CHP ile paralel gittiği söylenebilir. Sol cenahın içinde en çok oy alan İşçi Partisi 1977’ye kadar iktidarda kalmıştır. Parti sosyal refah devlet söylemiyle Kibbutzlarda çalışan işçileri, Eşkenazi sınıfını kendisine seçmen kitlesi olarak belirlemiştir. Ancak daha sonra büyük göçlerle gelen seferadlar için bir yenilik getirememiş ve bir sonraki seçimlerde Likud’a yenilmiştir. Kapitalizmin daha hâkim bir konuma gelmesiyle birlikte İşçi Partisi de çizgisini değiştirmeye başlamıştır. Bu değişim hareketi eleştiri almakla beraber bunun doğal bir sonucu olarak seçmen profili de değişmiştir. İşçi Partisi’nin Filistin devleti ve barış sürecine bakışı, iç ve dış dinamiklerin ge¬tirdiği şartlara göre pragmatik bir biçimde değişim sergilemiştir. İşçi Partisi ilk dönemlerinde, Filistin milliyetçiliğine, Filistinlilerin self-determinasyon hakkına ve bağımsız Filistin devletine kati şekilde karşı durmuştur.88(?)1990’lara gelindiğin¬de ise İşçi Partisi, Filistinlilerin self determinasyon hakkını tanıyan ve sınırlı ege¬menliğe sahip bir Filistin devletinin kuruluşundan bahseden bir parti programına sahip olmuştur.9 Aralık 1992- Ağustos1993 arası dönemde devam eden görüşmeler sonrasında I. Oslo Anlaşması (İlke¬ler Bildirgesi) ile İsrail Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin tarafı da İsrail’i ilk kez tanımıştır. İlkeler Bildirgesi ile FKÖ Filistin devletinin sınırlarından bahsetmemiş, ancak 242 ve 338 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını kabul ettiğini belirtmiştir. Parti duruma göre esnek tavırlar sergilemiştir. Nitekim Oslo Barış görüşmelerinde de bunu net bir şekilde görmek mümkündür. Oslo barış sürecinde müzakerelerin tıkandığı dönemde Hamas’ın güç kazanması ve eylemlerine başlaması üzerine Rabin, “İsrail hükümeti Filistinlileri ikiye ayırır: şiddet kullanan aşırı uçlarla savaşır, ılımlılarla barış konuşur” şeklinde açıklama yap-
mıştır.103 Barak’ın başbakanlığı döneminde Gazze’de yaşanan sivil ölümlerinden de her zaman Hamas sorumlu tutulmuştur. Ayrıca parti BM’nin 194 sayılı kararın geri dönüş hakkı içermemesine dayanarak Filistinli mültecileri kabul etmemiştir. Ben Gurion, komşularını her zaman potansiyel saldırgan olarak görmüş ve tüm halkın silahlı olması gerektiğine karar vermiştir. Dolayısıyla BM 181 ve 194 sayılı kararlarına aykırı bir politika izlemiştir. Diğer yandan 1969-74 yılları arasında İsrail Dışişleri bakanı olan Golda Meir, Filistin ulusal hareketini hiçbir zaman tanımamıştır. LİKUD Araplara ve İn¬giliz kuvvetlerine karşı eylemler yapan Yahudi yer altı örgütü İrgun’un lideri Me¬nahem Begin tarafından 1948 yılında kurulan Herut, İsrail’in en önemli sağ kanat partisi haline gelmiştir. Özgür Merkez, Ulusal Liste, Büyük İsrail Hareketi partilerinin dahil olması ile blok genişlemiş ve bu birleşmeye atfen İbranice ‘konsolidasyon’ anlamı¬na gelen Likud isim olarak kabul edilmiştir. İsrail Siyasi hayatının merkez sağında yer alan en önemli partidir. Revizyonist Siyonist bir görüşe sahip olan parti Filistin ile uzlaşmayı kesinlikle reddetmiş, ”iki halk iki devlet” anlayışını kabullenmemiştir. Hala iktidarda yer alan Likud Partisi, aşırı milliyetçi, ekonomik liberalleşme taraftarı merkez sağda yer alan bir partidir. Partinin ideolojisinin şekillenmesinde öne çıkan revizyonist fikirlerin en önemlilerinden biri, sonsuza kadar Yahudiler tarafından yönetilecek olan Eretz İsrail toprakları üzerine kurulu Büyük İsrail devleti iddiasıdır. Bu iddianın bir uzantısı olarak da devleti yönetenlerin Yahudi olması gerektiğini savunmaktadır. SONUÇ Genel olarak bakıldığında bir din etrafında toplanmış bir halkın demokratik ülkesi olarak İsrail günümüzde oldukça orijinal bir yapıya sahiptir. Dünyanın dört bir tarafından toplanmış Yahudiler ve Arap halkıyla da kozmopolit bir yapısı vardır. Gerek İngiliz mandası dönemi gerekse siyasilerin Avrupa’da yetişmiş olması, Batı tarzı bir yönetim biçimini uygulanır hale getirmiştir. Ne var ki laiklikten yeterince payını alamayan İsrail devleti giderek sağa yönelmektedir. Düşük baraj uygulaması nedeniyle Knesset’te oluşan çok seslilik sistemin işlerliğine zarar vermemekle birlikte çok tartışma yaratmaktadır. Bu sorun çözülmedikçe durumda bir değişiklik yaşanması beklenmemektedir.
KAYNAKÇA www.ankarastrateji.org - www.setav.org *CLEVELAND William, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı Birinci Basım, Agora Kitaplığı,2008 İstanbul *EKER Gülşah, T.C. Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalar Enstitüsü Siyasi Tarih ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İsrail’in Siyasal Sistem Yapısı ve Siyasal Partileri, İstanbul 2005 *ERDEMİR Halil, İsrail Devleti’nin İlanından Önce David Ben-Gurion’un Filistin’i Yahudileştirme Politikası, Akademik Bakış, Cilt 4, sayı 8, 2011 *GARAUDY Roger, Siyonizm Dosyası çev. Nezih UZEL Pınar Yayınları:13 1. basım 1983, İstanbul. *ULUTAŞ Ufuk, BÖLME Selin M. , DEMİR Gülşah Neslihan, TORLAK Furkan, ZİYA Saliha, İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta Yayınları, Birinci Baskı, 2012, Ankara.
8
Ufuk Ulutaş, Selin M. Bölme, Gülşah Neslihan Demir, Furkan Torlak, Saliha Ziya; İSRAİL SİYASETİNİ ANLAMA KILAVUZU Seta Yayınları, 1. Baskı, 2012, s.48 9 A.g.e. s.58
51
ORTADOĞU
.
.
Minerva Özel
RÖPORTAJ
Kadriye AYDIN
“LüBNAN DüNYANIN GÖZYAŞLARIDIR.” HAZEM SAGiHEH
L
übnanlı gazeteci Hazem Sagiheh, bir konuşmasında Lübnan’ı “Lübnan, dünyanın gözyaşlarıdır.” diye tarif etmişti. Sahip olduğu 18 farklı topluluk ile, yaşadığı iç savaşlar ile, bulunduğu coğrafi konum itibariyle Lübnan belki de bu tanımlamanın çok daha ötesinde olan bir ülke. Lübnan’ın İstanbul Başkonsolosu Hani Chemaitelly ile bu küçük –ama aynı zaman da birçok farklı topluluğu içinde barındıran- ülkede yaşanan zor günleri, yaşanan iç savaşların bugün ülkede yaşayan insanlar tarafından nasıl algılandığını, “Arap Baharı” nın Lübnan’ı nasıl etkilendiğini konuştuk. Keyifli okumalar… Lübnan etnik ve dini açıdan oldukça heterojen bir yapıya sahip. Bu nedenle Lübnan siyasetinde aile ve mezhepler ile ilgili ne söylenebilir? Lübnan mevcudiyetinden beri birçok farklı grubu bir araya getirdi ve bu farklı gruplar arasında ilişkiler kurulmasına zemin hazırladı. Lübnan’a politik bir gözlemci olarak veya sadece merak eden bir kişi olarak bakıldığında -elbette coğrafi özelliği de dikkat çekiyor- fark edilecek olan en temel özelliği sahip olduğu çeşitliliktir. Yüz ölçümü açısından küçük bir ülke Lübnan, ama 18 farklı topluluğu içinde barındırıyor. Çeşitlilik seviyesi çok yüksek. Hristiyanlar var, Müslümanlar var ve bu toplulukların içinde de farklı mezhepler var. Şiiler, Sün-
niler, Dürziler, Maruniler, Ortodokslar, Katolikler, Protestanlar… Toplamda 18 farklı topluluk var. Bu durum bir zorluk, bir mücadele ama aynı zamanda da bir fırsat. Bu durum bir mücadele çünkü bu kadar çok sayıdaki farklı topluluğu yönetebilmek gerekiyor. Ama bunu başardığınız zamanda, bu zenginlik bir fırsata dönüşüyor. Bu insanlar birbirlerinin birikimlerinden faydalanıyorlar, birbirlerine katkı yapıyorlar. Lübnan’daki yönetim bu dengeyi sağlamayı hedefliyor. Parlamento üyelerinin %50’si Müslüman %50’si Hristiyan. Yani her kesim temsil ediliyor ve düşünce özgürlüğü desteklendiği için de farklı görüşler ifade edilebiliyor. Tarihe baktığımızda Lübnan, çatışmaların merkezinde olan bir ülke; ama aynı zamanda da kültürel gelişmişlik açısından Ortadoğu’nun önemli bir ülkesi. Bu iki karşıt durum nasıl bir arada var oldu? Nasıl oluyor da Lübnan karışıklıkların bu kadar merkezindeyken , kültür ve eğitim seviyesi böylesine yüksek oluyor? Bunun sebebi, Lübnan’ın temel politikasının insan kaynaklı oluşu. Bu bizim temel zenginlik kaynağımız. Bu durum, çeşitliliği tamamlıyor. Bu yüzden de eğitim seviyesi yüksek; çünkü bu Lübnan politikasında çok önemli bir konu ile ilgili; düşünce özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, öğrenme özgürlüğü… Lübnan’da halkın özgürlüğüne önem veriliyor. 51
Lübnan’da yaşanan son iç savaş sırasında göç etmek zorunda kalan insanlar oldu. Bu durum Lübnan’ı nasıl etkiledi? İç savaş sırasında Lübnan sınırları içerisinde bile yer değiştirmek zorunda kalan vatandaşlar oldu. Bu insanlar, ateş altında oldukları, evlerinde güvende olamadıkları, daha güvenli bir bölgeye geçmek istedikleri için göç ettiler. İç savaşın ardından evlerinden göç etmek zorunda kalan bu insanlara maddi destek sağlamak için özel bir bakanlık “Ministry of Deplaced” kuruldu. Bu bakanlığın temel amacı iç savaş sırasında göç etmek zorunda kalanların evlerine dönebilmeleri için finansal yardım sağlamak ve tekrar evlerini kurabilmeleri için onlara yardım etmekti. Lübnan dışına olan göçler ise şöyle, iç savaştan önce bile, iş bulmak gibi sebepler ile yurt dışına göç vardı. İç savaş sırasında bu göçler daha fazla yaşandı. Peki iç savaş sırasında medyanın tutumu nasıldı? Her şekilde. Medya bazen yapıcı bazen kışkırtıcı bir rol oynuyordu. Lübnan’da basın özgürlüğü olduğu için medya denetim altında değildi. Bu sebeple her şekilde tutum takındı medya. Bazen tarafsız, bazen daha farklı. Sonuçta savaş vardı. Feyruz iç savaş süresince Lübnan’da hiç konser vermedi. Feyruz’un Lübnan kültüründe yeri için ne söylenebilir? Evet, Feyruz iç savaş sırasında Lübnan’da hiç konser vermedi; çünkü Feyruz Lübnan barışının ve bütünlüğünün sembolüydü ve bugün hala öyle. Şarkılarında da Lübnan’ın güzel yanlarını yansıtıyordu. Feyruz, gerçekten Lübnan kültürünün bir parçası haline gelmiştir. Soğuk savaş süresince, Lübnan’ın politikası nasıl gelişti? Lübnan, soğuk savaşta bir istisnaydı. 1945’ten sonra Ortadoğu’da bağımsızlığını ilan eden devletlerin hepsinde askeri yönetime geçildi. Hatta İsrail’in temeli direkt orduya dayanıyor. Lübnan tek istisna olan ülke ve rejim olarak parlamenter demokrasi ile yönetiliyor. Askeri değil, sivil yönetim var. 1970’li yıllara kadar bu işe yaradı. Lübnan, 1970’lere kadar ekonomik yönden altın çağını yaşadı. Yani finans, turizm, hizmet, iş hayatı gibi alanlarda gelecek vaat ediyordu Lübnan. İnsanlar, Lübnan’ı Ortadoğu’nun Paris’i olarak tabir ediyorlardı. Ortadoğu’da bir anlamda cennet sayılıyordu Lübnan. Yani ordunun çok sert olduğu, diktatörlüğün hakim olduğu, güvenlik kaygısı içindeki bütün diğer ülkelerin arasında Lübnan istisnaydı. Bu yüzden de, içinde karışıklık yaratıp savaş çıkarmanın en kolay olduğu ülke Lübnan’dı. Çünkü Lübnan’da askeri rejim yoktu, güçlü bir ordu yoktu, silahlarımız yoktu. Bu da bizi savunmasız kılıyordu. Soğuk savaş sırasında Ortadoğu tehlikeli bir bölgeydi; ama biz bir istisnaydık. Rahattık, Paris’tey-
Bu yüzden de eğitim uluslararası düzeyde tutuluyor. Lübnan’da şu sistemler uygulanıyor: Amerikan eğitim sistemi, İngiliz eğitim sistemi, Fransız eğitim sistemi. Ayrıca Arap eğitim sistemi. Zaten Arapça bizim resmi dilimiz. Lübnan’da en fazla konuşulan dil Fransızca hatta Fransızca, İngilizce, Arapça konuşan insanlar var. Bu, bizim dünyaya açılan kapımız. Bu da eğitim seviyesini yükseltiyor, bilgi erişimini kolaylaştırıyor. Lübnan’da basın özgürlüğü var, yerel ve yabancı gazetelere ulaşmak kolay. Bu yeni bir şey de değil Lübnan için, şimdi internet var dünyanın her yerinde herkes bilgiye çok kolay ulaşabiliyor ama Lübnan için bilgi erişimi hep vardı ve kolaydı. Bu durumu çeşitlilik ile birleştirince ortaya zengin bir kültür, gelişmiş bir kültür çıkıyor. Lübnan’da yaşanan son iç savaş, bugün ülkede yaşayan insanlar tarafından nasıl değerlendiriliyor? Arap Baharı ve özellikle Suriye’deki olaylar Lübnan’ı nasıl etkiledi? Bizim insanlarımız, bunun dışarıdan empoze edilen bir şey olduğunun farkında. Lübnan’daki iç savaşın asıl sebebi İsrail-Arap çatışmalarıdır. Ve ayrıca İsrailliler’in, Filistinliler’i topraklarından kovarak göç etmeye zorlamalarıdır. İsrail’in asıl amacı, Lübnan’da iç savaş başlatarak, Filistinliler’i iç savaşta meşgul etmekti. Lübnan’daki herkes bu 15 seneye dair kötü anılara sahip. Bu kötü tecrübenin tekrarlanmaması için insanlar artık daha bilinçli hareket ediyor. Arap baharı devrim yaparak diktatörü devirmekten ibaretti; ancak Lübnan’da zaten bir diktatör olmadığı, demokratik bir rejim olduğu için böyle bir şeye ihtiyaç olmadı. Lübnan’da 4 yılda bir seçim yapılıyor, 6 yılda bir cumhurbaşkanı değişiyor, dolayısı ile bu rejimin değiştirilmesine ihtiyaç yok. Bu yüzden de Lübnan, Arap Baharı’ndan etkilenmedi. Suriye’ye gelince, bizim onlarla tarihi bağlarımız var. Bu, iki ayrı hükümet arasındaki ilişkiden öte çok yakın iki halk arasındaki ilişki. Aynı kültürel gelişmişlik, aynı uygarlık, aynı müzik, aynı yemekler… Sık sık kültürler arası evlilikler oluyor ve aileler birleşiyor. Yani Suriye ile yakın bir ilişki içindeyiz. Lübnan’da birtakım sorunlar yaşanıyorken, Suriye’deki aileler Lübnanlılar’a destek oldu. Çünkü ortak değerler var. Şimdi onların birtakım sıkıntıları olduğu için biz de onlara manevi anlamda destek oluyoruz. Bu insaniyet ile ilgili bir durum. Siyasete gelince, Suriye’deki kriz başladığından beri siyasi açıdan hiçbir şekilde dahil olmama politikamızı devam ettiriyoruz. “Hiçbir şekilde politik olarak bu krize dahil olmuyoruz, hiçbir partiyi desteklemiyoruz.” diyoruz. Bu da Lübnan Hükümeti’nin tutumu; ama manevi açıdan destek olmaya açığız. Ayrım gözetmeksizin, Suriye’den gelen herkese yardım ederiz.
52
1948 yılında kurulmasına rağmen, Ortadoğu’da İsrail’in bu kadar etkili olmasının sebebi nasıl açıklanabilir? 1948’de, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Ortadoğu’da belirginleşen iki şey vardı; savaşın öncesinde bu bölgedeki devletler büyük güçlerin sömürüsü durumundaydı. Mısır, Filistin ve Irak Birleşik Krallık’ın sömürgesiydi. Lübnan ve Suriye ise Fransa’nın. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu iki büyük güç zayıf düştü. Bunun ardından bölgedeki devletler bağımsızlıklarını elde ettiler. Suriye, Lübnan, Irak… Bu savaşın sonunda yeni olan şey, artık Fransa ve Birleşik Krallık dünyanın güçlüleri değillerdi. Onların yerini Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği alıyordu. Bu nedenle, Birleşik Krallık ve Fransa, sömürgecilik sonrası dönemde, Ortadoğu’da yaşanan bu bağımsızlıkların ardından bölgeden çekilmek zorunda olduklarının farkındaydılar. Ancak özellikle bu bölgede petrol olduğundan dolayı, hala bu bölge ile yakından ilgileniyorlardı. Arap dünyası ve petrol üzerindeki hakimiyetlerini sürdürebilmek için bölgeden çekilmeden evvel, bölgede kendi varlıklarını sürdürecek bir güce ihtiyaçları vardı. Bu birinci durum. Diğeri ise, Avrupalılar Yahudilere karşı bir soykırım hareketi başlatmışlardı. Hitler hatta Fransızlar bile bir sürü Yahudi’yi öldürdüler. Savaşın sonunda, bunu neden göstererek, -bir yandan da zaten Birleşik Krallık ve Avrupa’daki Yahudi lobileri 15 yıl öncesinden bu fikri öne sürmüşlerdi, bunu düşünüyorlardı- bir anlamda Avrupa’da ölen Yahudilerin telafisi olarak, Ortadoğu’da yeni bir Yahudi Devleti kurulmasının mimarı oldular. “Biz Yahudileri öldürdük bunu telafi etmek için size Ortadoğu’da yeni bir devlet vermeyi teklif ediyoruz. Biz sizi koruyacağız. Ve siz bizim müttefiğimiz olacaksınız. Size silah ve askeri yardım yapacağız.” demekti bu. İsrail’in kuruluşundaki temel fikir buydu, özellikle Birleşik Krallık açısından. Amerika’da da aynı görüş hakimdi; çünkü burada da İsrail lobisi özellikle finans
mişiz gibi davranıyorduk ama aslında Ortadoğu’daydık. Bu yüzden soğuk savaşın tetiklenip patladığı ülke Lübnan’dı. Bizim güçlü bir ordumuz yoktu, istihbarat teşkilatımız yoktu. Biz ekonomi, turizm gibi alanlarda gelişmeyi hedefliyorduk. Lübnan soğuk savaşın ilk yarısında bir istisna olmayı seçti, refah içindeydi. Ancak bir anda, 24 saat içinde, askeri rejime sahip olmayışımızın bedelini çok ağır bir şekilde ödedik. Eğer diğer ülkeler gibi bizde de askeri rejim olsaydı hazırlıklı olurduk. Ancak bunun karşılığında demokrasiden olurduk, yani demokrasi hiç olmazdı ve başımızda bir diktatör olurdu. Biz demokrasiyi, soğuk savaşın dışında kalmaya tercih ettik ve bundan da memnunduk; ancak bedelini çok ağır bir şekilde ödedik. Bunun bedeli iç savaştı. Lübnan’ın coğrafi açıdan İsrail ile Suriye’nin arasında yer alıyor olması Lübnan’ı nasıl etkiledi? Buradaki asıl faktör Suriye ile komşu olmamız değil, İsrail’in güney sınırımızda Filistin’i işgal etmiş olması. Biz arada kalmış değiliz, asıl sorun karşımızda İsrail’in olması, İsrail ile karşı karşıya gelmek. İsrail, Lübnan’ın güneyini 1978’de işgal etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 425 sayılı(1978) kararına rağmen 2000 yılına kadar devam etti bu işgal. Sonunda geri çekilmelerini sağlayan da karşılaştıkları ulusal direnç oldu. 2006’da İsrail bu alanı tekrar işgal etmeyi denedi; ama bu sefer başarılı olamadı. Çünkü bu kez ulusal direnç daha fazlaydı. Lübnan’da hatta bütün Ortadoğu’da istikrarın sağlanamamasının sebebi İsrail. Ve benim kişisel görüşüm, İsrail’in sadece Lübnan için değil Türkiye için de bir tehdit oluşturduğu yönünde. Çünkü İsrail bölgede istikrarlı, ilerleyen, gelişen, gelecek vaat eden hiçbir ülke istemiyor. Bu Mısır da olsa, İran da olsa, Suriye de olsa, Türkiye de olsa, Lübnan da olsa istemiyor. Türkiye gelişmeye başladığında, daha aktif bir hale gelmeye başladığında İsrail ile sorun yaşamaya başladı. İsrail bölgedeki bütün ülkelerin zayıf kalmasından yana.
53
ve medya sektöründe çok güçlüydü. Her yerdeydiler, oy kullanıyorlardı. Yani öyle bir durum ki, devlet başkanlığına aday olanlar onların koşullarını kabul etmezse seçimi kazanamazdı. Bu sebepler ile İsrail, Batılı devletlerin desteğini alıyor. Buna ek olarak, İsrail Ortadoğu’nun istikrarsız bir bölge olmasına neden oluyor; çünkü İsrail bölgede olmazsa bölgedeki ülkelerden herhangi biri petrolün kontrolünü eline geçirebilir ve petrolü Avrupalılar ile paylaşmayı reddedebilir. Bu yüzden Avrupalılar, petrol üzerindeki hakimiyetlerini devam ettirmek için, bölgede İsrail dışındaki devletlerin zayıf kalmasını istiyorlar. Bu nedenle İsrail’in oradaki varlığını güçlendirdiler. Yani Ortadoğu’ya, Avrupa’dan gelen beş milyon gibi az bir nüfusa sahip bir topluluğun, o topraklarda yaşayan dört yüz milyon insanın üzerinde, kısa zamanda egemenlik kurabilmiş olmasının sebebi onları oraya getiren ülkelerden gerek para gerekse silah desteğini almış ve hala alıyor olmalarıdır. İsrail büyük güçlerden aldığı güvence ile bölgede rahat hareket edebiliyor. İşte sorun bu. Örneğin Gazze’de çocuklara ne yaptıklarına bakın. Çocuklar evlerinde uyurken öldürülüyorlar. Ama Avrupa’da Yahudileri öldüren Filistinliler değildi. Ya da Mavi Marmara’ya bakın. Ama İsrail’e her şey serbest. Başbakanınız Tayyip Erdoğan bu saldırıların terörist saldırılar olduğunu söylüyor ve haklı da. Türkiye’de, Birleşik Devletler’de, Arap Ülkeleri’nde, kısacası dünyanın her yerinde teknoloji sayesinde insanlar artık her türlü bilgiye ulaşabiliyor. Burada önemli olan husus insanların eğitim alt yapılarını da kullanarak bu bilgileri bilinçli bir şekilde analiz etmeleri. Sorunları anlayıp doğru değerlendirmeleri gerekiyor.
duvarı oluşturabilmek burada bağımsız olarak tanınmak için bunu istiyorlar. 2005 yılında yaşanan Refik Hariri suikasti Ortadoğu’daki dengeleri nasıl etkiledi? Başbakan Refik Hariri Lübnan’da ve ayrıca Ortadoğu’da saygı duyulan, önemli bir figürdü. Bu yüzden 2005 yılındaki Refik Hariri suikasti sadece Lübnan’da değil tüm Ortadoğu’da siyasi krize neden oldu. Bu olayın yarattığı sarsıntı bugün hala hissediliyor. Bu büyük bir olaydı. Biz bugün hala sancılı bir süreçten geçiyoruz ve bu süreç 2005 yılında başladı. Türkiye’nin, Ortadoğu’da yaşanan olaylara ilişkin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Onlarca yıl boyunca Türkiye, 2002 yılına kadar Ortadoğu’da olup bitene müdahale etmekten kaçındı. 2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesi ile Türkiye ile Ortadoğu ilişkileri aktif hale geldi. Aslında bu da oldukça doğal bir durum çünkü tarihin akışına bakıldığında ortak kültür, ortak altyapı, ortak çıkarlar karşımıza çıkıyor. Türkiye bölgenin mimarlarından biriydi. Yani aktif hale gelmesi doğal. Bugün Ortadoğu’da istikrarsızlık hüküm sürmekte. İnişli çıkışlı bir süreç yaşanıyor. Yine de Türkiye dost bir ülke, dostça tutumlar içerisinde. Başbakanınız Necip Mikati tarafından yapılan “Türkiye’deki medeni kanunu biz uygulayamayız.” açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Lübnan’da hala evlilikler resmi nikahla yapılmadığı için medeni kanunun uygulanması kolay değil. Lübnan çok dinli bir toplum olduğu için karmaşık bir sosyal ve tarihi yapıya sahip. Şu an resmi nikahın en azından opsiyonel olması için teklif öne sürüldü. Yani insanlar dini nikaha ek olarak resmi nikahta kıyabilsinler diye.
Amacımız elbette savaşa gitmek ya da olumsuz tutumlar sergilemek değil, istikrarı sürdürmek ve insanlığın gelişmesini sağlamak. Ama bunu yaparken de insan haklarına saygı göstermeliyiz. Filistin sorununun 1948’den beri halen çözülememiş olmasından ötürü, bugün hala bu sorunu yaşıyoruz. Filistin sorunu Lübnan siyasetini nasıl etkiliyor?
Bu yeni bir kanunla hayata geçirilebilir; ancak bu da aşırı titiz bir şekilde gerçekleştirilmeli ve tabi böyle bir kanunun yürürlüğe girmesi için oy birliğine varılması gerekiyor. Bu da bir anda olabilecek bir şey değil, zamanla yapılabilecek bir şey. Bize vakit ayırdığınız ve bu güzel sohbetiniz için teşekkürler. 20.02.2013 *Ezgi Selen Araz’a, tercüme konusunda sağlamış olduğu destekten dolayı teşekkür ederiz.
Bugün halen Lübnan’da dört yüz bin Filistinli mülteci var. Bu sorun Lübnan’ın uluslar arası aktörlere, uluslar arası topluluklara yardım çağrısında bulunuyor olmasının temel sebebidir. Yani Lübnan’ın bu sorun ile ilgili destek bekliyor olması. Bu mültecilerin bazıları 1948’den beri evlerine, Filistin’e dönebilmeyi bekliyorlar. Uluslararası bir takım kanunlar aracılığı ile güvenliklerinin sağlanmasını bekliyorlar. Ancak İsrail gerek askeri güç gerekse diğer bir takım şeyler ile Filistinliler’in evlerine dönmelerini engelliyor. Kasım ayında Filistin, Birleşmiş Milletler’e üye olmayan gözlemci devlet statüsü için başvurdu; çünkü onlar uluslar arası yasalara ve anlaşmalara göre devlet olarak tanınmak istiyorlar. İsrail’e karşı bir güvenlik 54
KEMER DÜRÜM ALİ USTA’NIN YERİ
ALO PAKET SERVİS
0212 514 69 63 ALO PAKET GSM
0505 226 27 67 Bozdoğan Kemeri Caddesi Vezneciler / FATİH
LATİN AMERİKA -PLAZA DE MAYO’DAN GALATASARAY’A: BİTMEYEN MÜCADELE -ARJANTİN ANNELERİ -CUMARTESİ ANNELERİNDEN BİR SES: MESİDE OCAK’LA SÖYLEŞİ -ÇOCUKLARINDAN DOĞAN ANNELER- PLAZA DE MAYO ANNELERİ
56
LATİN AMERİKA
PLAZA DE MAYO’DAN GALATASARAY’A: BİTMEYEN MÜCADELE Sevinç Ödül PATIR
İşkence bir insanlık suçudur. Her ne durumda olursa olsun asla kabul edilemez, affedilemez bir suçtur. Hiç düşündünüz mü sevdiğiniz bir insan bugün yanınızda, yarından sonra bir daha hiç haber alamadığınızı? Nerde kimle hiçbir şey bilmediğinizi hiç düşündünüz mü? Ve onların işkenceye maruz kaldıklarını bildiğiniz halde onlara ulaşamadığınız oldu mu? Dünyanın pek çok yerinde pek çok insan bu söylediklerimi yaşadı. Cumartesi Anneleri ve Plaza de Mayo Anneleri ise seslerini duyurabilen, duyurmak için de mücadele edenlerden… laza de Mayo Anneleri ve Cumartesi Anneleri ve dünyadaki pek çok insan kayıpları, ölümü ve acıyı yaşamış olanlardan. Arjantin’de 1976-1983 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde pek çok insan gözaltına alınmış ve kaybedilmiştir. 24 Mart 1976’da, Juan Domingo Perón öldükten sonra hükümeti devralmış olan eşi María Estela Martínez de Perón’un hükümeti bir darbeyle devrilmiştir. Üç yüksek rütbeli komutanın yönetimi almasıyla cunta yönetimi başlamış; sonraki yedi yıl ülkeyi yöneten dört askeri cunta ardında eşi benzeri olmayan bir mirası, sistematik zorla kaybetme vakalarını bırakmıştır.1 Yaklaşık 30 bin insanın gözaltında işkenceye, tecavüze maruz kaldığı, öldürüldüğü, yasadışı gözaltı merkezlerine gönderildiği tahmin ediliyor. 30 Nisan 1977′de hükümet binalarının önündeki büyük meydanda, Mayıs Meydanı’nda 14 anne bir araya geldi. Azucena Villaflor da bu annelerden birisiydi. Azucena’nın, Peronist gençlik hareketinde yer alan oğlu Nestor ile kız arkadaşı Raquel Mangin darbeden 8 ay sonra, 30 Kasım 1976’da ‘kaybolurlar’. Azucena oğlunu ve oğlunun arkadaşını her yerde arar; İçişleri Bakanlığı’na, emniyete, hatta orduya bile başvurur. Evladı ‘kaybolan’ bir anadır ve yardım için yalvardığı hiç kimse yüreğinde yanan ateşe aldırmaz bile. Tam 6 ay boyunca çalmadığı kapı bırakmaz, ama sonuç her zaman aynı...2 Azucena devlet dairesi koridorlarında bir görevliye ulaşamamış olsa da diğer kayıp annelerine ulaşmıştır. Önce evlerde toplanmışlar daha sonra da kilisede bir araya gelmişlerdir. Ve bir gün Azucena, kapalı kapılar ardında tartışmanın sonuç vermeyeceğini anladığı buluşmalardan birinde, birden “Tek başımıza sonuç alamayacağız. Plaza de Mayo’ya gidersek sayımız çoğalabilir. Videla (dönemin Başkanı) bizi o zaman dinlemek zorunda kalır...“ diyerek çıkış yapar.3 Plaza de Mayo, cunta yönetiminin genel merkezine yaklaşık 100 metre uzaklıktaydı. Diktatörlük insanları kamusal alanlarda toplanmalarını yasaklamış olduğu için 14 kadın, meydanın merkezindeki piramidin etra-
fında yürümeye başladılar. Fakat günlerden cumartesiydi. Bu nedenle seslerini kimseye duyuramadılar. Bir sonraki hafta Cuma günü Plaza de Mayo’daydılar fakat yine de seslerini kimseye duyuramadılar. Üçüncü hafta Perşembe günü saat 15.30’da Plaza de Mayo’daydılar ve bu defa seslerini duyurmayı başardılar. Öyle ki meydan da sadece anneler yoktu; coplarıyla birlikte polis de oradaydı. Sadece 14 kişiydiler. Birkaç hafta sonra sayıları artmaya başladığı gibi polis baskısı da artmaya başladı. Sene sonuna gelindiğinde meydanda her perşembe günü toplananların sayısı üç yüzü bulmuştu. Sayıları artan anneler simgesel olarak, kundaktaki bebeklerin bezleri olan beyaz bezleri başörtüsü olarak takmaya başladılar ve eylemlerine böyle devam ettiler. Sayıları sürekli artan anneler bir süre sonra Madres de la Plaza de Mayo olarak anılmaya başlandılar. Aynı zamanda karşıt fikirli gruplar tarafından “perşembenin delileri” diye de anıldılar.
P
Tabi ki cunta döneminden bahsediyoruz. Eylemlerini sürdüren annelerin önüne pek çok engel çıktı. Gözaltına alındılar ve hatta aralarından birçoğunun adı, kayıplarını ararken, kaybolanlar listesine eklendi. 15 Ekim 1977′de kayıplar için toplanan 24 bin imzayı Başkanlık Sarayı’na teslim etmek için harekete geçen 300 anneyi polis cop, kalas ve göz yaşartıcı bombalarla dağıttı. “(…)Seslerini daha güçlü bir şekilde duyurmak için ‘La Prensa’ gazetesinde kayıpların ilanını verirler. Bu ilanla birlikte devlet anaların mücadelesinden daha fazla korkmaya başlar ve ajanlarını devreye sokar. Bunlardan biri de, ‘Sarışın Ölüm Meleği’ olarak bilinen Alfredo Astiz. Kendini ‘Gustavo Nino’ olarak tanıtan bu ajan, kardeşinin kayıp olduğunu söyleyerek Azucena’ya başvurur. Eşi bu kişiye çok güvenmediğini söylese de, Azucena Astiz’e sahip çıkar, ona her konuda yardımcı olmaya çalışır.(…)”4 Anneler tanınma riskini göze alarak 10 Aralık 1977’de, uluslararası insan hakları gününde, 834 annenin imzaladığı bir bildiriyi Arjantin’in günlük gazetele-
1 http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/142315-ceza-kovusturmasiyla-adaleti-aramak 2 Meral Çiçek’in 3 Ağustos 2011 tarihli yazısından alınmıştır: http://defterares.blogspot.com/2011/08/plaza-de-mayonun-zambag-azucena.html 3 Meral Çiçek’in 3 Ağustos 2011 tarihli yazısından alınmıştır: http://defterares.blogspot.com/2011/08/plaza-de-mayonun-zambag-azucena.html 4
Meral Çiçek’in 3 Ağustos 2011 tarihli yazısından alınmıştır: http://defterares.blogspot.com/2011/08/plaza-de-mayonun-zambag-azucena.html
57
rinden “La Nacion”da ilan olarak yayınlandı. İlan, Arjantinli yetkililere onların kayıp çocuklarının davalarını açıp araştırarak adaleti yerine getirme çağrısında bulunuyordu.5 İlan masraflarını bir başka eylemci grup olan Las Familias ile birlikte bizzat anneler üstlendi. Annelerin bu eylemliliklerinden sonra polis şiddeti ve kaybolmalar devam etti. Bildirinin yayınlanmasından iki hafta sonra dört kadın cesedi Plata Nehri’nde bulundu. 8 Aralık 1977′de anneler – Esther Ballestrino de Careaga ve Maria Eugenia Ponce de Bianco – sekiz kişiyle birlikte Buenos Aires’de ki Santa Kruz kilisesinde katıldıkları bir toplantıdan askeri görevliler tarafından zor yoluyla kaçırıldılar. Azucena Villaflor ise ilanın yayınlandığı gün, 10 Aralık 1977’de, evinden ilanın yayınlandığı gazeteyi almak için çıkar. Bir daha da geri dönmez. Çünkü Alfredo Astiz’in ihbarı üzerine istihbarat güçleri tarafından kaçırılır. Artık O’nun da ismi ilanlardan birindedir. Azucena Villaflor, keybedilmiştir. Azucena’nın cesedi ise 10 gün sonra Rio de Plata Nehri’nin kıyısına vurmuştur. Adli tıp raporuna göre yüksek bir yerden atılarak sert bir yüzeye çarpılma sonucu ölümü kayda geçirir. Ülke sivil yönetime geçtikten sonra bazı itirafçı generallerden de öğrenildiği üzere, kaybedilenler, iğneyle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atılmışlardır. Ve daha sonraları araştırmalarda taşa bağlanmış cesetler de bulunmuştur. Dilekçenin ve 1978’de Arjantin’in Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptığı sırada düzenlenen gösterilerin ardından gruba yönelik baskılara, kaçırmalar ve yürüyüşlere ordu müdahalesi de eklendi. Baskılar karşısında, perşembeleri gizlice kiliselerde buluşma kararı alındı.6 Ancak mücadele kiliselerde sıkışıp kalmadı. Kasım 1981’de düzenlenen “barış, iş, emek” yürüyüşüne katılan 50 bin kişi de anneleri destekledi. Onlar için sloganlar attı. 82 Şubat’ında Başkanlık Sarayı’nın önünde düzenlenen yürüyüşe ilk kez sendikalar da katıldı. Yine annelerin başını çektiği “Askeri Diktatörlük Sonuna Yaklaştı” gösterisine 15 bin kişi katıldı. 21 Eylül ‘83’te “Kaybolanların canlı olarak ortaya çıkması” yürüyüşü anneler tarafından organize edilmiştir. Bu yürüyüş, Başkanlık seçiminden sadece birkaç hafta öncedir.
Anneler yürüyüşlerle de sınırlı kalmıyor, destek ziyaretleri, yabancı ve yerli basına ilanlar, dilekçe verme eylemleri, yurtdışına yolculuklar düzenliyorlardı. Bu yıllar, Arjantin’de toplumsal muhalefetin yükseldiği bir dönemdir. Buna karşın Cunta da saldırıları, kaçırmaları, kayıpları, infazları, işkenceleri artırdı. Cunta hükümeti, 28 Nisan 1983’te “Yıkıcılık ve Terörizm Üstüne Savaş” belgesini yayınladı. Bu belgeye göre kayıplar “savaş kazazedeleri” olarak gösterildi. 1983′te Falkland Savaşı’nı kaybederken kendi ipini de çeken cunta devrildi. Cunta sonrasında kurulan Alfonsin hükümetinin “toplumsal barış”ı sağlamaya yönelik göstermelik soruşturmaları sonucunda cunta şefi General Videla ile Amiral Emilio Massera ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, diğer halk düşmanları serbest kaldı. Yargılanmalar sonucu cuntacılar itiraflarda bulunmaya başladı. Gözaltına alınanlara uyuşturucu iğneler verilmiş ve her çarşamba günü yaklaşık 20 kişi uçaklardan okyanusa atılmıştı. Sorgularda ve işkence kamplarında doğan kayıpların çocukları alınıp, onları kaybedenlere, kayıplardan sorumlu olan yetkililere verilmiş, onlar tarafından Anneler ve mücadeleleri vatan hainliği olarak öğretilmiştir. Yaklaşık olarak 500 çocuk kaybedilmiştir. Kayıplarını arayan anneler de kaybedilmiştir. 7 Ekim 1989’da ve 30 Aralık 1990’da iki ayrı af yasasıyla daha önce yargılanmış olan cuntacılar affedildi. Menem’in af yasalarıyla birlikte çıkardığı, kayıp yakınlarına tazminat ödenmesini öngören yasalar ise, kayıp yakınlarının ve demokratik örgütlerin büyük tepkisine hedef oldu. Kan parası reddedildi. Menem dönemi sonrasında cuntacıların yargılanması mücadelesi, “Dokunulmazlığa Karşı Mücadele” biçiminde büyük bir ilerleme kaydetti. Plaza de Mayo Anneleri eylemlerini sürdürüyor ve tüm toplumsal mücadelelerde yer alıyordu. Bilinen işkencecilerin evleri tespit ediliyor ve önünde “escraches” denen ünlü teşhir eylemleri yapılıyordu. “Burada bir katil yaşıyor!” içerikli 50-100 kişilik eylemlerle, afişlerle, pullamalarla işkenceciler mahalleye teşhir edilerek bulundukları yerde barınamaz hale getiriliyordu. 7
5 23/12/2010 tarihli Word Press haberinden alınmıştır: http://lahy.wordpress.com/category/arjantin/page/2/ 6 Http://bianet.org/bianet/siyaset/17161-onlar-tek-basina-dans-ediyorlar 7
http://marksistteori.com/etiket/plaza-de-mayo-anneleri/
58
En sonunda Peronist Cumhurbaşkanı Nestor Kircnher daha önce de genelkurmayın dilediği özrü 2003 yılında yinelemiştir. Genelkurmay Başkanı’na Harp Okulu’ndaki galeriden eski cuntacılardan Videla ve Bignone’nin fotoğraflarının kaldırılması emrini iletti. Deniz Mekanik Okulu ESMA’ya ait 19 hektarlık deniz kompleksi ise kaybedilenler anısına müzeye çevrilmek üzere yerel insan hakları kuruluşlarına devredildi. Mahkeme yaklaşık 5000 kişinin işkence gördüğü ESMA’yı da araştırıyor. 2006 yılına gelindiğinde anneler, babaanneler, anneanneler artık muhataplarının hükümet olmadığına karar vermişlerdir ve son bir yürüyüş daha gerçekleştirerek her perşembe günü Plaza de Mayo da yaptıkları 24 saatlik yürüyüşlerini bitirme kararı almışlardır. Çünkü artık hemen hepsinin yaşı 70 ile 90 arasındadır. Ancak mücadele yine de bitmemiştir. Onlar faillerin yargılanmasını başarabildilerse de Türkiye de bunun mücadelesini hala daha vermekte olan “Cumartesi Anneleri” var. Cumartesi Anneleri ile Plaza de Mayo Anneleri’nin hikayeleri aynı, ülkeleri farklı. İnsan Hakları Derneği’nin kayıtlarına göre 2001 yılına kadar yaklaşık 700 kişi gözaltında kaybedildi8. Kaybedilenler arasında yalnızca aktif olarak siyaset yürüten kişiler değil, yaşı 12-13 olup gece yarısı evlerinden alınıp götürülen çocuklar da vardı.1995 yılında gözaltında kaybedilen Hasan Ocak’ı aramaya başlayan ailesi, 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında cesedine ulaştılar. İkinci bulunan kayıp ise Rıdvan Karakoç’tu. Ve Galatasaray Meydanı’nda, mücadele başladı. Tıpkı Plaza de Mayo’daki gibi. Önce sayıları azdı daha sonra çoğaldılar. Polis şiddetine maruz kaldılar. Gözaltına alındılar, dövüldüler, biber gazına maruz kaldılar. En sonunda onlar da mücadele her yerde dediler ve oturumlarına ara verdiler. 2008 yılında Ergenekon soruşturmaları kapsamında failler yargılansın kayıplarımız bulunsun diyerek tekrar Galatasaray Meydanı’na çıktı Cumartesi Anneleri.
8
Plaza de Mayo Anneleri ile Cumartesi Anneleri arasında bir noktada farklılıklar oluşuyor: Plaza de Mayo Anneleri’nin asıl amacı, faillerin yargılanması ve cezalarını çekmesidir. Cumartesi Anneleri ise ölü ya da diri tüm kayıplarımız bulunsun, failleri yargılansın diyerek Galatasaray Meydanı’nda, dört yüzü aşkın haftadır eylemlerine devam etmektedir. Arjantinli nineler, faillerin yargılanmasını sağlamış, meydanları gençlere devretmiş olsalar da Cumartesi Anneleri’nin yanındalar. Plaza de Mayo Anneleri artık kayıp torunlarını bulmak için mücadele ediyorlar. Cumartesi Anneleri ve Arjantinli anneler… Onlar farklı coğrafyaların anneleri, ama aslında aynı kayıpların anneleri! Hikayeleri aynı, acıları aynı, kayıpları aynı… Konuştukları diller bile aynı! No Perdonamas No Olvidamos! Affetmiyoruz, Unutmuyoruz! KAYNAKÇA BARAN, Ayçe, Arjantin: Faşist Cuntacılara Karşı Mücadelede Bir Örnek http://marksistteori.com/etiket/ plaza-de-mayo-anneleri/ ÇİÇEK,Meral , Plaza de Mayo’nun zambağı Azucena Villaflor, 3 Ağustos 2011 http://defterares.blogspot.com/2011/08/plaza-demayonun-zambag-azucena.html FİLİPPİNİ, Leonardo, Hafıza Merkezi, Buenos Aires, 23 Kasım 2012 http://www.bianet.org/bianet/insanhaklari/142315-ceza-kovusturmasiyla-adaleti-aramak MATER, Nadire, 2009, Sokak Güzeldir, İstanbul, Metis Yayınları ÖZTÜRK, Çiğdem, BİA Haber Merkezi, Buenos Aires, 8 Mart 2003 http://bianet.org/bianet/siyaset/17161onlar-tek-basina-dans-ediyorlar http://lahy.wordpress.com/category/arjantin/page/2/
Nadire Mater, Sokak Güzeldir, s. 167, 14 numaralı not, Metis Yayınları, 2009.
59
LATİN AMERİKA
ARJANTİN ANNELERİ Ezgi ŞİMŞEK
1976 ile 1983 yılları arasında darbe ile generallerin ülke yönetimini ele geçirdiği Arjantin’de ‘Ulusal Uzlaşma Süreci’ adı altında binlerce insan katledilmiş ve binlercesi de hapse atılmıştır. İşte bu dönemde kaybolan çocuklarına ulaşmak isteyen anneler her şeyi göze alıp toplanarak, dünyaya ‘Arjantin’in kirli savaşı’ sırasında sevdiklerine yapılanları unutmadıklarını gösterdiler. Plaza de Mayo anneleri; 1977 darbesinden sonra sayıları otuz bin civarında işkence gören, öldürülen, kaybolan çocukların anneleriydi. Bu direnişe adını veren, onlarca yıldır protestoların sürdürüldüğü merkez olan Plaza de Mayo meydanı, aynı zamanda hem Arjantin’in bağımsızlığının ilan edildiği( 25 Mayıs 1810 ) hem de Arjantin cuntasının yedi yıllık iktidarının başlangıç meydanıdır. İlk eylem 30 Nisan 1977’de devlet başkanlığı sarayı Casa de Rosada’nın karşısında on dört anne tarafından yapılıyor. Eylem, polis istasyonları, hapishaneler, mahkemeler ve kiliselere başvuran ancak hiçbir sonuç alamayan annelerin, daha sonra simgeleri olacak olan ve kayıp çocuklarının bezlerini anımsatan, beyaz başörtüleri ve ellerinde ‘Çocuklarımızı İstiyoruz’ pankartlarıyla 25 Mayıs Anıtı’nın etrafında dönmeleriyle başlıyor. Heykelin etrafında dönmelerinin nedeni ise, darbe döneminin yasaklarından sadece biri olan iki kişiden fazlasının yan yana gelmesi ve konuşmasının yasak olmasıydı. Polisin annelere müdahalesinden sonra katılımcı sayısı da arttı. Anneler pek çok soruşturmaya ve dayağa maruz kaldılar ancak başörtülerini takıp meydanlara çıkmaktan da vazgeçmediler. Her şeyi göze alan anneler, kayıp olan çocuklarının, kardeşlerinin, torunlarının hesabının sorulması için yılmadan beklediler. Plaza de Mayo annelerinin başkanı Marta Ocampo de Vazquez ‘’Bugün çocuklarımıza ne olduğu hakkında tam gerçeğe veya bilgiye sahip değiliz.’’ Diyor ve ‘’Emirleri kim verdi? Onları kim infaz etti? Çocuklarımızın son anlarında ne oldu? ‘’ diye soruyor. Kaybolan, kaçırılan yada işkence edilen muhaliflerin arasında hamile olanların sayısı da bir hayli fazlaydı. Tüm hamile kadınlar hücrelere atıldı ve orada doğum yapmalarına izin verildi. Ancak darbe çocukları, annelerinin elinden alınıp ‘doğru eğitim’ almaları için iktidar yanlısı ailelerin ve asker-polis ailelerin yanına verildi. Çocuklar yeni ailelerinin kimliklerine uygun olarak büyüdü. Yedi yıl süren darbe yönetimi boyunca hemen hemen beş yüz çocuk da başka ailelerle başka yaşamlar kurarak gerçek ailelerinden öyle uzaklaştılar ki işkenceyle babalarının ölümüne neden olanlara baba diyen çocuklar da vardı. Çoğu mutlu bir yaşam sürdü ancak daha cunta yönetimi bitmeden aileler hapishanede doğum yapan kızlarını aramaya başlamışlardı bile. Askeri cuntanın küçümseyerek ‘ perşembe delileri ’ adını taktığı anneler, zamanla askeri cuntaya karşı di-
renişin de simgesi haline geldi. Dünya basınının ilgisi de gittikçe simge haline dönüşen Plaza de Mayo annelerinin üzerince yoğunlaşırken, dünyanın farklı ülkelerinden pek çok aydın ve sanatçı da Arjantinli annelere destek için eylemler yapıyordu. Cunta, böylesine destek alan bu oluşumu meydandan sökmek için giriştiği saldırılara rağmen Plaza de Mayo annelerini yollarından vazgeçiremedi. 1977’de kurucu annelerden üç tanesi ve annelerin faaliyetlerini destekleyen iki Fransız rahibesi de ‘ kaybolanların ’ arasına katıldı. Anneler, Aralık 1978’de bu eylemler kesin olarak yasaklanınca kilisede toplanmaya başladılar. Ama bu mücadele kiliselere hapsolmadı. Cuntanın işkence edilenleri hain, anneleri de hain anneleri olarak damgalama girişimi de başarısız oldu. Yavaş ama güçlü adımlarla ilerleyen direniş kitlelerle buluşmayı başarmıştı bile. Örneğin 1982 Şubat’ında Başkanlık Sarayı’nın önünde düzenlenen yürüyüşe ilk kez sendikalar da katıldı. Yine annelerin başrolünde olduğu ‘Askeri Diktatörlük Sonuna Yaklaştı ‘ gösterisine de 15 bin kişi katıldı. 1983’te Falkland Savaşı’nı kaybeden cunta kendi ipini çekmiş ve devrilmişti. Devrilmeden önceki son hamlesi de içinde Plaza de Mayo anneleri de olmak üzere rejim karşıtlarına saldırı başlatmak oldu. Cuntanın devrilmesi sonucu kurulan Alfonsin hükümetinin sözde toplumsal barışı sağlamaya yönelik çalışmaları sonucu General Videla ve Amiral Emilio Massera ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken diğer askeri yetkililer serbest bırakıldı. 1990 yılında ise El Turco ismiyle bilinen Carlos Menem 5 yıllık mahkumiyetin ardından generallerin suçlarını affetti. 2003 yılına gelindiğinde iktidara geçen Peronist cumhurbaşkanı Nestor Kircnher da genelkurmay kayıplarından dolayı özür diledi. 2010 yılının ekim ayında hayatını kaybeden Arjantin’in eski başkanı Nestor Kirchner’in inisiyatifiyle yargılamalar 2006 yılında yeniden başladı. Plaza de Mayo annelerinin tasarısıyla oluştulan DNA bankaları sayesinde de bugüne kadar 103 çocuğun gerçek aileleri tespit edildi. Plaza de Mayo annelerinin gerçeklik komisyonu üyesi Nora Cortinas ‘’askerler çocuklarımızın hiçbir zaman çıkamadıkları mahkemelere çıkıyorlar ‘’ diyor. Annelerin bir çoğu 80’li yaşların üzerinde olduğu için bazıları askeri cuntanın işledikleri suçlar için hesap verdiğini görememekten korkuyor. ‘’Bir Daha Asla’’ , Arjantin ve çevresindeki askeri diktatörlükten acı çeken Brezilya, Şili ve Uruguay’da karanlık tarihin hiçbir zaman tekrar yaşanmamasını dileyen annelerin sloganı oldu. “Bugün gençlik bayrağı devir alırken, 30bin kayıp hiçbir zaman ‘kayıp’ olmayacak. Onlar her zaman aramızda olacaklar” * (*) Plaza de Mayo annelerinin 2010 tarihli bildirisinden. 60
Yasin ÜZMEZ 05342870444
Şube Telefon:
0212 526 33 78 Adres: Kalenderhane Mah. 16 Mart Şehitleri Cad. Bozdoğan Kemeri No:15 Fatih/İstanbul
LATİN AMERİKA
.
.
Minerva Özel
Gizem ÇİFTÇİOĞLU
RÖPORTAJ
Sevinç Ödül PATIR
Cumartesi Annelerinden Bir Ses: Meside Ocak’la Söyleşi Peki, kardeşinizin cansız bedenine ulaşmanız nasıl gerçekleşti? Bilindiği gibi onu kimsesizler mezarlığında bulmuşsunuz. Hasan 15 gün adli tıp morgunda tutulmuş, sonrasında da Altınşehir Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmüş. Ailesi ve yakınları olarak aradığımız bilindiği halde gizlenmiş ve kimsesizler mezarlığına gönderilmiş. Biz Hasan’ı ararken defalarca kimsesiz, kimliksiz cesetlere baktık. Adli tıpta kimliksiz cesetlerin fotoğraflarının çekildiğini biliyorduk. Belki gözümüzden kaçmıştır diye tekrar o fotoğraflara bakarken üç tane dosyanın ayrı tutulduğunu fark ettik. Dosyalardan biri Hasan’a bir diğeri de Hasan’la aynı dönem kaybedilmiş olan Rıdvan Karakoç’a aitti. Hasan’la ikisi aynı zamanlarda gözaltına alınmışlar. İkisinin de ölüm nedeni aynıydı. Tel ve iple boğulma izleri vardı. Darp ve sigara yanığı izleri vardı. Her ne kadar gözaltına alındıkları kabul edilmese de üzerlerinde cüzdan, kemer, yüzük, kimlik yoktu. Her ikisinin de parmaklarında mürekkep lekesi vardı; bu, parmak izlerinin alındığına dair bir kanıttı. Bunlar gözaltına alındıklarının kanıtıydı. Cumartesi Oturumları nasıl başladı? Biz Cumartesi Oturumları’na başlarken ‘’Tüm kayıplarımızı istiyoruz.’’diye yola çıktık. Son kaybımızı bulana kadar devam ettireceğiz dedik. Bu oturumlarda
Hasan Ocak, 12 Mart 1995’te Gazi Mahallesi’nde yaşanan olaylardan sonra gözaltına alındı. Gözaltına alındığı bilinmesine rağmen 58 gün boyunca ailesi ondan haber alamadı. 58 gün sonra kimsesizler mezarlığında Ocak’ın cansız bedenine ulaşıldı. Hasan Ocak’ın kardeşi Maside Ocak mücadeleden vazgeçmedi; her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda sorumluların yakalanması, kayıpların bulunması için Cumartesi Oturumları’nı başlattı. Hasan Ocak’ın gözaltına alınma süreci nasıl oldu? 1980 darbesinde gözaltında darplar, kayıplar arttı. İnsan Hakları Derneği pek çok kampanya örgütledi ancak; başarısız oldu. 90’lı yıllarda, yılda 400-500 kişi gözaltında kayboluyordu. Bu gözaltılar ve kayıplar genellikle Kürt illerinde gerçekleşiyordu. Ülkenin en kötü dönemi bu zamanlardı. 21 Mart 1995’te Hasan Ocak gözaltına alındı. Gözaltına alındığını öğrenmemizden itibaren 58 gün boyunca kendisinden haber alamadık. 58 gün boyunca her yerde Hasan’ı aradık. Hasan’ın arkadaşları, İnsan Hakları Derneği’nden hak savunucuları, diğer kayıp aileleriyle kampanya başlattık. Ama biz her yerde Hasan’ın fotoğraflarını dağıtıp Hasan’ı ararken, Hasan kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. 58 gün sonra Hasan’ın cansız bedenine ulaştık. 62
Oturumlarınızı 2008 yılında tekrar başlatmanızın nedeni neydi? 2008’de Ergenekon soruşturmaları kapsamında yargılananlar, bizim kayıplarımızın failleriydi. Tüm kayıplarımızın dava dosyalarında, bu insanların isimleri de geçiyor.Ama yargılamanın yalnızca hükümete karşı darbe girişimi gerekçesiyle yapıldığını söyledi savcılık. 31 Ocak 2009’da tekrar Galatasaray Meydanı’nda oturmaya başladık. Çünkü yargı sürecinde, bizim müdahilliğimiz reddediliyordu. Bu nedenle tekrar oturmaya başladık. Bizim ilk oturumdan taleplerimiz; kayıplar son bulsun, akıbetleri açıklansın, failleri yargılansın şeklindeydi.90’lı yıllarda kayıpların sona erdirilmesini sağladık. Ancak hala kayıplarımızın akıbetleri açıklansın ve sorumluları yargılansın diye mücadele ediyoruz. Arayışlarımız başladığı ilk günden beri son kaybımız bulunana dek arayışımızı sürdüreceğiz dedik. Plaza De Mayo anneleriyle iletişim halinde misiniz? Paylaşımlarınız oluyor mu? Tabi ki ortak toplantılara ve konferanslara katılıp bir araya geldik. Devamlı iletişim halindeyiz. Bizim sesimizi ilk duyanlar Arjantin’deki Plaza De Mayo anneleri oldu. İlk onlar destek verdi bize. Kendi eylemlerinde bizlere selam gönderdiler. Şu an bir iletişim halindeyiz. Martta Plaza de Mayo Anneleri’nden biri buraya gelebilir. Bunun için uğraşıyoruz. Bu bizim için çok önemli. Binlerce on binlerce km uzaktan yanımıza ilk onlar geldi, bizi ilk onlar anladı ve dinledi.
Plaza de Mayo anneleri bizim için rehberdi. Biz ilk defa 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi önünde oturduk. Polis, “Galatasaray Lisesi eylem alanı değildir” diyerek bize müdahale etti. Hep engellendik; kimi zaman kurt köpekleriyle saldırdılar üstümüze. Ama biz vazgeçmedik ve Galatasaray Meydanı’nı sesimizi duyurabileceğimiz bir eylem alanı haline getirdik. 1999 yılında neden oturumlara ara verildi? 27 Mayıs 1995’ten 13 Mart 1999’a kadar oturumlarımız devam etti. Ama uğradığımız saldırdılar sonucunda oturumlara ara verdik. Polisler engellemeye çalıştılar, üzerimize kurt köpekleriyle saldırdılar. Türkiye’de biber gazı ilk defa kayıp yakınlarının bindirildiği araçlara sıkıldı. 30 hafta boyunca, her eylemimizde gözaltına alındık. Bu nedenle de 13 Mart 1999’da oturumlarımıza ara vermek zorunda kaldık. 1999 yılında, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’nin mücadelesini örnek alarak oturmaya başlayanlarla ara verme kararını ortaklaşa alanlar yine kayıp yakınlarıydı.
Maside Ocak’a bize zaman ayırdığı için çok teşekkür ediyoruz 09.02.2013 63
LATİN AMERİKA
ÇOCUKLARINDAN DOĞAN ANNELER PLAZA DE MAYO ANNELERİ Gizem ÇİFTÇİOĞLU
A
slında her şey ‘Bizim çocuklarımız nerede?’sorusuyla başlamış onlar için. “Herkes başta tek başına gösteri yapıyordu. Ne zaman ki gösteriye başladık o zaman anladık ki aslında aynı durumda olan çok fazla anne var. Gösterilerle beraber iletişime geçmeye başladık ve gördük ki tam otuz bin çocuk kayıptı…’’Juana Meller De Pargement ‘Çocuklarından Doğan Anneler’de mücadelelerini anlatmaya işte böyle başlıyor. Otuz bin çocuk kayıptı ve bu yaklaşık iki nesle denk geliyordu. Bu otuz bin çocuk kayıptı çünkü hiçbiri askeri cunta tarafından istenmiyordu. Bu kayıp çocuklar sosyal dönüşümün gerekliliğini savunuyorlardı. Dolayısıyla bunlar toplumda sesini duyurmaya çalışan devrimci çocuklardı. Onlar Arjantin’in ne kadar zengin bir ülke olduğunu biliyorlardı. Bunun için değişim olması gerektiğini biliyorlardı. Ama anneler bunu bilmiyordu. Anneler çocuklarının neler için mücadele ettiğini,sosyal dönüşümün gerekliliğini ancak çocuklarını kaybedip yürümeye başladıklarında anladılar. Yürüyüş kayıpları geri getiremezdi ama bu çocuklarının düşünceleri ve mücadeleleriydi. Juane Meller De Pargement ‘’Çocuklarımızı alıp götürdüklerinde anladık ki biz anneler politikayla ilgili bir şey bilmiyormuşuz. Çocuklarımızın askeri cuntayı istemediğini ancak böyle anladık’’diyor.Plaza De Mayo anneleri çocukları öldükten sonra çökmeyi tercih etselerdi bugün sadece geri gelmeyecek kayıplarının
arkasından ağlıyor olurlardı. Ama onlar korkmadan çocuklarına ses olmaya çalıştılar ve bu çabaları Cumartesi annelerine yol gösterdi. Plaza De Mayo anneleri de çocuklarının nerde nasıl kaybolduğunu bilmiyor. Sadece askerlerin onları alıp götürdüklerini biliyorlar. Ne kadar gizlenmeye çalışılsa da Juana Meller çocuklarının toplama kamplarında işkenceye maruz kaldıklarını,cesetlerinin uçaklarla denize atıldığının bilindiğini belgeselde açıkça söylüyor. İşte bu yüzden hiçbiri kişisel öyküleri hakkında konuşmamayı seçti.Hepsi benzer muamele görmüştü ve artık önemli olan çocuklarının adlarını unutturmamaktı. Plaza De Mayo ve Cumartesi annelerinin en büyük isyanı faillerin hala yakalanıp cezalandırılmaması. Bu yüzden mücadeleleri asla bitmiyor. Hepsi anneliğinden güç alıyor.Mücadelenin devamı için anneler arasında kardeşlik olması gerektiğine inanıyorlar. Din ve renk önemsenmeden yoldaşça yönetilecek bir komisyon istiyorlar. Onlara katılmak isteyenlerin hangi partiden olduğu ya da hangi politik görüşe sahip olduğu hiç önemli değil. Hepsi kendi yaşamlarının ne kadar değerli olduğunun farkında ve bu değerli yaşamlarının geri kalanını bu mücadeleye ayırmak istiyorlar. Anneler çocuklarının mücadelesini devam ettirmek için birlik olmayı seçtiler. Ölene kadar hiçbirinin geri çekilmeyeceğini ve bu mücadeleyi başlatanlar ölse bile mücadelenin devam edeceğini çok iyi biliyorlar.
64
Süleymaniye Cad. No:29 Beyazıt/İstanbul
CAFE
ANTİQUE
SOYUTL SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAM
.
M I N E RVA SOYUTLAMA
“MEVSİMLERİN SESİ”
66
SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAM SOYUTLAM
SOYUTLAMA
Antonio Vivaldi Dört Mevsim
“…ve şimşek çakar”, “köpek havlar”… Antonio Vivaldi, aslında bu klasik barok eserinde bize soyutlama anlamında pek bir şey bırakmamış. Notalar üzerine aldığı bu şaşırtıcı notlar ile müziğin nasıl bir kurtuluş yolu olduğunu, gerçekliğin beyindeki frekanslara o tatlı-sert dokunuşunu çok basit ve vurucu bir şekilde açıkça belirtmiş. Aslında bir bakıma doğanın müziği yaratmasına izin vermiş. Birazdan okuyacağınız mevsimlerin ayrı ayrı incelenmesinde de göreceğiniz üzere, her bir mevsimde şaşırtıcı ve üretken olmayı başarmış. O mevsimden beklenen özellikleri kendi özverisi ve dehasıyla bambaşka bir yere taşımış. Tavsiyemiz odur ki, bu ufak soyutlama çalışmalarını eser eşliğinde okuyunuz. Hayal gücünüzü ne kadar rahat bir şekilde yönlendirdiğinizi göreceksiniz. Öyle ki Vivaldi, eserin adına bakmadan sizi mevsimlere değil iç dünyanıza kendi gözünüzle bakmayı öğretecek. İlkbaharın kaos içindeki düzeni yazın çekiciliği ve bunaltıcılığı, sonbaharın ikinci baharı, kışın sıcaklığı ve ürpertisi ile bir baş dönmesi geçirme ihtimaliniz yüksek. Ancak “içe dönüş” ve “dışa açılış” ihtimalleri de bu eserin barındırdıklarından. İyi soyutlamalar…
67
SOYUTLAMA
SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO
YAŞAMIN BAŞLANGICI: BAHAR Kadriye AYDIN
B
irbirimizden esirgediğimiz sevgiler ile büyütüyoruz dünyayı. Hissettiklerimizi görmezden gelerek ödün verdiğimiz için yaşama, ne tam olarak acısını çekebiliyoruz anılarımızın ne de tastamam hazzına varabiliyoruz . Birbirimizden çaldığımız sevgiyi, bir başkasına taşıyoruz sürekli, ardımızda bıraktıklarımızı görmezden gelerek. Değil mi ki kendimizi mutlu etme çabası attığımız her adım, bu yüzden yeniliyoruz belki de hayata. … Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu? O da bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele … EDİP CANSEVER Ama bazen de yenilgi şart oluyor. Büyük bir çoşku ile başlamışken yaşam, yenilgilerimizin sebebini açıklayabilmek mümkün olmuyor başka türlü. Bazen en uç noktada yaşarken hissettiklerimizle bazen de yerle bir olmamızın tek sebebi, birbirimizden esirgediğimiz sevgiler ile büyütüyor olmamız dünyayı belki de. Baharın bu denli yakın olması insana, belki de bundan sebep. Baharın gelişi belki de, yaşamın o ilk anına, o ilk umut dolu ana götürüyor bizleri. Bu yüzdendir, bahar aylarında hissettiğimiz o neşeli duygular, yarına dair umutlar; ama insan, ruhunda barındırır çelişkiyi. Diyalektik gereği şekillendiriyoruz kareleri, bir bir hesaplıyoruz her anı, yerli yerine yerleşsin diye. Zihnimizin var ettiği savaşta “kabul görmek” adına acılar çekmeyi meşrulaştırıyoruz. Sevincimiz bir üzüntüyle eşitlenecek, her duygu karşıtını üretecek, bize duyulan sevgiyi biz bir başkasına taşıyarak ve insanları onlar gibi olduğumuza ikna etmeyi başararak -aslında hiç de zevk almadan bu durumdan- ödün vermeyeceğiz bu muhteşem öğretiden. İşte tıpkı Vivaldi’nin Spring Konçertosu’ndaki gibi akıp gidiyor yaşam zıtlıklar içerisinde. İstediğimiz şeyler yaşadıklarımızla örtüşmüyor bir türlü. Nedeni kendimize koyduğumuz, bize yaşamın dayattığını varsaydığımız, aslında tamamen hastalık ürünü olan “o” sınırlar olsa gerek. Hastalık ürünü; çünkü herkes “o” sınırları başkalarının koyduğuna inanarak sınırlandırıyorsa kendini, demek oluyor ki “o” sınırları yaratan ve kendimizi “o” sınırlar içine hapseden de bizleriz. Yani sınırları yarattığımız gibi ortadan kaldırmamızda pek tabii mümkün. Bana kalırsa “Spring” sınırları aşmaya çabalayanların hikayesi. Bir şey daha var ki, belki tüm söylenenleri toplamak olacak bu, insan tamamen çelişkili kareler ile yaşamını anlamlı kılıyor. Bir diğerini tanımlayarak ya da daha belirgin bir şekilde söylemek gerekirse bir diğerini ötekileştirerek kendimizi tanıma imkanına erişeceğimize inanıyorsak eğer, ki bu durumlar için de geçerli olsa gerek, belki de çok da fazla zararı olmuyordur bu durumun bizlere. Gülen biri bazen sanki ağlıyormuş gibi bir his bırakıyorsa bizde, her şey iç içe her şey birlikte güzel demektir. Bir taraftan da, her şey zıttı ile birlik içindedir diyebiliriz. Yazdıklarımı tekrar okuyunca fark ettim ki, aslında ben de bir çok karşıt olguyu bir arada kullanmaya çalışarak, çelişkilerle dolu bir metin inşa etmişim; ama çok da rahatsız etmedi bu durum beni. Kendimi daha yakın hissettim dinlediğim ve hissettiğim ritimlere bu şekilde. Vivaldi’nin yapmış olduğu da bu, bütün duyguların bir karışımı.
68
A SO
SOYUTLAMA
SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO
GÜNEŞİN -G-AZABI Büşra KILIÇ
T
üm kış bulutların ardına saklanan Güneş, yazla birlikte nihayet dünyayı görebilecek konuma gelir. Nasıl da sıkılmıştır yalnızlıktan. Tarlalar, ağaçlar, kuşlar,gelincikler ve tabi ki insanlar! Birbirini seven, birbiriyle konuşan bu canlıların enerjisi kendisinden bile fazlaymış gibi gelir Güneş’e. Önce berrak bir şefkatle bir öpücük kondurur insanlara. Sevgisi temizdir, bir şeyler vermek ister. Mutlu etmek ister. Evrendeki her şey gibi duyguları vardır, kocaman yuvarlak bir topa benzese bile. Her sabah doğar, her akşam başkasına doğmaya gider. Hiç boş durmaz, boş durursa insanların enerjisini kaybetmekten korkar. Öyle bir korku ki, yaşamadan anlatılmaz, yaşanmasına da izin verilemez. O korkunun yaşanma ihtimalinin seni yaşatmayacağını bildiğin için; bilinmez kalması için uğraşırsın. Güneş gitmeyi bir gün bile düşünse dönemeyeceğini, dönse de bulamayacağını bilir. Kaybetmeden anlamıştır aşık olduğunu. Çekinmeden gösterir kendini, çıplaktır. Oysa insanoğlu kendini hiç göstermez güneşe. Onu görünce perdeleri kapatır, başına şapkasını geçirir yahut bir ağacın gölgesine sığınır. Güneş onları bu denli özlemişken ve özleyen her şey gibi özlenmeyi beklemişken insanların ondan kaçması ne kadar yaralayıcı… Yakıcı güneş yüzünden herkes uyuşuklaşır, sadece kuşlar şarkı söylemeye devam eder. Önce hafif bir batı rüzgarı eser, ardından kuvvetli bir poyraza dönüşür. Yaklaşan fırtınayı fark eden çoban korkar ve ağlamaya başlar. Şimşek ve gök gürültüsünden korkmuş çobanın etrafını sinekler ve eşek arıları sarar. Fırtına kopar ve ürünleri mahveder…* Kendi gökyüzünde yalnızken, sevdiklerini uzaktan izlemek zorundayken, ondan faydalanan insanların ondan kaçması azap verir Güneş’e. Ağlayacak gözyaşı bile yoktur, onu bile barındıramaz. Sevmeye yeteneksizdir, ihtiyacı olan herkes-her şey kaçar ondan. Etrafında dönen gezegenler birer taş yığını olmasa yine dönerler mi etrafında? Işığından yararlanmak istemese Dünyalı insanlar, Marslı böcekler, Venüslü çiçekler ve Neptünlü balıklar; yine de etrafında olurlar mıydı? Onlar öyle kalabalıkta mutlularken Güneş’i yalnız bırakmaları hiç adil değil! Keyiflerine göre yaklaşıp uzaklaşıyor canlılar, ne kadar bencilce… Güneş öyle sinirlenir ki her şeye, tüm gazabını ışıklarına yansıtır. Verdiği her şeyi geri almak istercesine kasıp kavurur. Bir zamanların büyük aşkı, büyük bir nefrete dönüşür. Tarlalarda ekinler sararır. Bahçelerde papatyalar solar –ki aşık insanlar birbirine çiçek veremesin- . İnsanoğlunun muhtaç olduğu suları kendi yanına alır. Öyle bir öfke ki, bir fırtınayla her yeri kasıp kavurmak ister Güneş. Değil mi ki ağlayamıyor, bağıramıyor,sevdiğine yaklaşamıyor; tüm gazabını yollar. Yalnızlığın, mutsuzluğun, kuraklığın acısını çektirmek ister. Kendinden nefret ettirmek ister. Nefret bile bir duygudur, umursanmak ister! Verdiği gibi alır Güneş. Önce bereketlidir sonra yakıcı, kavurucu. Onu bu denli kaldırabilen tek mevsim yazdır. Kendini beğenmiştir, sevilmek ister. Gelişi sakin olur belki ama gidişi hiç sakin olmaz. Önce dünyanın en güzel manzarasını izletir sonra o manzarayı izlettiği tepeden aşağı yuvarlar. Dört mevsim konçertosunda bile, ben buradayım dercesine, en çok duygu geçişine o sahiptir. Sevecen ama huysuz dayınıza benzer, tüm bakışları üstüne çeken bir kadına benzer, aynalara küsmüş sivilceli ergen halinize benzer. Yani yaz sensin, yaz benim, yaz bizim içimizdeki fırtına! (Yazla tezat oluşturan bir şey değildir fırtına.)Yaz, geldiği gibi hızla giden duygusal çalkantılarımız gibi bir fırtınadır. Yaz gider duruluruz, sonra Güneş bize olan kızgınlığını unutup tekrar bizi görmek ister. Dayanamayıp tekrar ortaya çıktığında, hepimiz gibi önce sever sonra acı çekip hata yapar, bu rutin hiç değişmez. Güneşi fazla yalnız bırakmamaya çalışın… *Vivaldi’nin dört mevsim konçertoları için yazılan sonelerden kısa bir çeviri. Dinlerken okumak ayrı bir hikaye yarattırabilir.
69
SOYUTLAMA
SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO
SONBAHAR VE HÜZÜN Mehmet Fahri DANIŞ
S
onbahar karanlıktır; fonda ne çalarsa çalsın. Düşen yapraklar onlara bakanların umutlarıdır çoğunlukla. Ve genelde önceki sonbaharlarla kıyaslarız şimdikini: “Daha ne kadar yaprak düşecek?” gibisinden. Düşmüştür zira yapraklar ve genelde, hala, orada bir yerlerde, düşmeye hazır bir yaprak bulunur. (Bir mevsimin insana veremeyeceği ne varsa sonbahar da o kadar hissedilir aslında, çok fazla büyütmeye gerek yok.) Yeni bir şeylerin başlangıcıdır bir de sonbahar; karamsarlığı ve usandırıcılığı buradan gelir belki biraz. Çünkü insan yorgundur, sırtında taşıdığı yükleri indirmeden yenisini yüklerler sırtına (Bu yüklerle yaşamayı öğrenmektir “insan olma sanatı”). Sonbaharın sevilmemesinin en belirgin sebebi budur kanımca. Okullar açılır, işler kaldığı yerden devam eder, tatil biter, monotonluk yeniden başlar. (Ne kadar yakın kılsa da herhangi bir betimleme bir “şey”i, bilemezsin sana getireceklerini ve de en önemlisi götüreceklerini.) Sonbahar sistir. Göremezsin ardını. Buradan gelir gizemi. İnsanoğlunun biriktireceği yaşanmışlıkların başıdır sonbahar, yazacağı kitabın önsözü. Fakat insan birçok şeyi bilemeyeceği gibi bunu da kavrayamaz. Neyin başında olduğunu kestiremez; sonunda beller hep kendini, her şeyin sonunda. Oysa en umutsuz anlarda doğar en “parlak” şeyler. Ahmet Hamdi’nin de dediği gibi: Düşünme mevsimi inleten rengi Elemdir mest etsin ruhunu Eser rüzgarların durgun ahengi. Hüzün insana en çok yakışan duygudur ve çoğu zaman yanlış tarif edilir. Ondan kötü, gereksiz, yok edilmesi gereken bir şeymiş gibi bahsedilir çoğunlukla. Halbuki öyle değildir. İnsana hüzün veren şey onu düşündürtür, sorgulatır. Bu yönüyle ele alınabilecek bir hüzün, salt “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilemez. Üzerinde dikkatli bir şekilde durulması ve düşünülmesi halinde hüzün, gayet olgun yaralar açabilir. Zira insan tabiatı gereği hüzünlü bir varlıktır ve yapısında bolca elem ve keder barındırır. Bundandır ki ürettiği sanat eserlerinde, her daim keşfedilebilecek bir hüzün kırıntısı bulunur. Sonbaharın hüzünlü yapısı, bu nedenle birçok insana o kadar da kötü gelmez. Kapalı hava, aralıksız yağan yağmur, düşen yapraklar...Sonbahar yani; bunlar bir insanı “insan” yapan, olmazsa olmaz şeyler. İnsanoğlu hüznü bilmeseydi mutlulukları gerçekten mutluluk olur muydu? Ya da ağlamayı bilmeden gülmenin ne gibi bir değeri olurdu ki? Gerçek şudur ki; bütünümüzü oluşturan, birbirine zıt parçalardan ibaretiz. Hüzün – mutluluk, iyi – kötü, sonbahar – ilkbahar. Bu karşıtlıklardan birini çıkarmamız halinde denge bozulur ve insanın, o çokluklarla var olan tekil yapısı çöker. Huzursuzluk dediğimiz şey, bu dengenin bozulması ile oluşur. Sonbahar, hem bir mevsim olarak hem de bir mevsimin insanın bünyesinde bıraktığı duygu birleşimi olarak çok önemli bir parça. Onu ve hüznünü hakkıyla anlamlandırabilmek ise en az insan olmak kadar zor.
70
SOYUTLAMA
SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SOYUTLAMA SO
KIŞ SICAKTIR! M. Cansın SÜSLÜ
B
azen gerçekten sözlerin anlamı kalmıyor. Bazen, çok sevdiğiniz şiirler, okumaya doyamadığınız romanlar ya da sevdiğiniz kişinin o tatlı sesinde şekillenen kelimeler dahi anlamını yitiriyor. Mutlu olduğunuz ya da kahrolduğunuz anları betimlemeye çalıştığınız, sevdiğiniz bir şeyi anlatmak için kullanmaya çabaladığınız süslü kelimeler, şiirsel cümleler tıkanıp kalıveriyor. Huzur dolu bir rüyadan uyanmak gibi, huzur bozan bir durum konuşamamak. İşte o rüyaya geri dönüş yolunun kapalı olması ve bunun bilincinde olmak belki de duyulacak üzüntünün geçiciliği ile avutulabilir. Ancak burada, “kış”ta, bir geri dönüş yolu var: Dinlemek! Evet sadece müzik değil, dinleme eyleminin kendisi. Bir karmaşa, bir durgunluk, bir sevinç, bir hüzün, bir anlam, bir varlık, bir yok oluş. Bunların hepsi tek bir mevsimde birleşiyor. Vivaldi bunları tek bir söz söylemeden yapsa da “buzda kayan adam”ı, “Saka kuşu”nu, “pınarların gürüldemesi”ni, “köpek havlaması”nı hissediyoruz. Gerçek hayata zaten eser sahibi tarafından soyutlanan bir şaheser rüyaya indirgenseydi ne olurdu peki? İşte o “kış”, belki de beklenenden çok daha uzun sürerdi. Zira düşünün,-lafın gelişi değil, gerçekten soyutlamaya çalışın- Vivaldi bile bu mevsimi “şen şakrak” betimliyor eserinde. Çünkü “kış”ın bağlantısı olan “yaz”da ve onun üretim aşamasında sara hastalığının boğucu Akdeniz sıcağında ona işkence gibi gelmesi, rüya bir kenara uykuya dalmayı dahi zorlaştırıyor. Bu yüzden “kış”ın notalarında onun haykırışlarını duyar gibi oluyorsunuz: “Tanrım bu mevsim hiç bitmesin!” Neden rüya? Çünkü yüksek ihtimalle böyle bir kışı rüyada görmek, gerçekte görmekten daha olasıdır. Kış kasvetlidir, çetindir, ayakta durması zor bir mevsimdir. Güç gerektirir, sabır ister. Keyfi de yok değildir tabi. “Kış”ı yaz gibi yaşayan bir insan rüyasının en huzurlu yerinde bu eser çalmaya başladığında, aslında belki de hayatının fon müziğinin kayıp olduğunu fark eder. Unutmamak gerekir, bilinçaltı adı üstünde, bilinç-altı bir kavramdır. Yani bilincin bazen farkındalık yoksunu hallerde bile elinde bulunduracağı üretme gücüyle neler yapabileceğinin bir nevi göstergesidir. Bunun sonucu da rüyadır. Bu “kış”, rüya bir şeyler hissetmenin, hayatta olduğunu bilmenin bilinciyle geçecektir. Gerçeğin muğlaklığında rüyanın yaşanması doğal bir devinim ise, kış da bunun doğal ortamıdır. Bırakın art arda gelen notalar sizi alıp götürsün. Bırakın ki, rüyanızda kendinizi uyandırmak zorunda kalmayın. Bilinçaltını kendi haline bırakın. Karışmayın ona, çünkü uyandığınızda benliğinizle başbaşa kalacak olan yine sizden başkası değil. “Kendini dinlemek” çoğu zaman nereye varacağı belli olmayan bir olay, bu yüzden siz iyisi mi “kış”ı dinleyin. Mevsime takılı kalmayın. Mevsim sizi içine alsın. Rüyanız huzur dolsun. Tıpkı Vivaldi’nin kış mevsiminde rahatlaması gibi! Isıran ve iğneleyen rüzgarlarıyla dondurucu karı, karın lapa lapa yağarken evdeki oluşacak huzuru, karda kaymanın ve oynamanın verdiği çocuksu sevinci düşleyin. Çünkü böyle bir mükemmellik sadece rüyalarda olur. Hiç kimse “kar” dendiğinde çamur dolu bir yağışı düşünmez. Dolayısıyla evet, “kış” bir rüyaysa, Antonio Vivaldi de onun bilinçaltıdır!
71
EN
UCUZ HIZLI KALİTELİ
“ önce dost ”
DETAY FOTOKOPİ
Seri çekimlerde %35 İNDİRİMah-beyaz) (siy
Dijital Kopyalama Renkli Fotokopi Dizgi Ciltleme Scanner PDF En Güncel DERS NOTLARI Kırtasiye Web Tasarım
www.detayfotokopi.net
0212 528 38 71
ADRES: Bozdoğan Kemeri Caddesi No: 55 detay@detaycopy.net Vezneciler / FATİH
DETAY FOTOKOPİ
1kur
549