MİNERVA MİNERVA MİNERVA MİNERVA
Minerva'nın baykuşu ikinci kez kanatlanmaya başladığında, “Minerva; on yıllık bir özlemden sonra, yeniden gün ışığına çıkıyor. Gerçekten, Minerva ilk kez, 1997/1998 ders yılında yayınlanmıştı ve aradan geçen süre on yıldan fazla. Bu on yıl; acısıyla tatlısıyla çok dolu geçti…” demişti Toktamış Ateş. Bu kez Minerva, hocamızı arkada bırakmak zorunda kalmadı; onu bütün iyi dilekleriyle ve yürekten bir teşekkürle uğurladı. Tek uğurlanan Toktamış Hoca'mız da değil. Minerva, yedinci sayısının ardından ilk mezunlarını verdi. Minerva'ya yeniden hayat veren ve onu daha iyiye götürebilmek için elinden geleni yapan öğrenciler mezun oldu. Şimdi, bölümümüzün en değerli miraslarından biri olan dergimiz yeni beyinlerle ve yeni kalemlerle devinmeye devam ediyor. Sekizinci sayımızı, Toktamış Hoca'mıza ve “… amacımız, dünyanın 'yeni' ve 'hakkaniyetli' bir düzen 'ütopya'sını gerçekleştirmek ol-a-mamıştır. Ancak yarın neden olmasın?” diyen ilk dergi grubuna ithaf ediyoruz. 'Yarın neden olmasın?' demeye devam ettikçe Minerva da yaşamayı sürdürecektir. İyi okumalar…
Genel Müdür: Oğuzhan Altınkoz Genel Müdür Yardımcısı: Bilge Özün Genel Yayın Yönetmeni: Fatma Kübra Türker Yazı İşleri Müdürü: Burak Ayçil Haber Merkezi Müdürü: Uğur Burak Ursavaş Yayın Kurulu: Ulaş Birkan Çakılcı, Gizem Berberoğlu, Gizem Yıldırdı, Bayram Mamedov, Kadriye Aydın, M. Cansın Süslü, Resul Sevimli, Elmas Soy, Meryem Koyutürk, Ezgi Demir, Gökhan Dördü Dizgi&Tasarım: Sezai Koyunbakan (sezaikoyunbakan@gmail.com)Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım Tic. San.Ltd. Şti. Adakale sk. 32/27 Kızılay ANKARA Tlf: 4332310 Basım Tarihi: 21/06/2011
Teşekkür… Sn. Prof. Dr. Toktamış Ateş, Sn. Doç. Dr. Levent Ürer, Sn. Doç. Dr. Namık Sinan Turan, Sn. Doç. Dr. Burak Samih Gülboy, Sn. Doç. Dr. Nuray Mert, Sn. Yard. Doç. Dr. Leyla Sanlı, Sn. Yard. Doç. Dr. İrfan Çiftçi, Sn. Yard. Doç. Dr. Ahmet Kasım Han, Sn. Yard. Doç. Dr. Halit Kakınç, Sn. Yard. Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu, Sn. Yard. Doç. Dr. Ufuk Uras ve Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü değerli asistanlarına teşekkürü borç biliriz…
minervadergi@gmail.com MİNERVA Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü Öğrenci Bülteni'nde yer alan çalışmalarda tüm sorumluluk çalışma sahiplerine aittir. Minerva'nın çalışmalarla ilgili olarak herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Dergimize katkılarından dolayı Turan büfe ve sahibi Bayram ...›ya teşekkürü borç biliriz.
içindekiler Almanak Meryem Koyutürk- Elmas Soy 4
Bir İsyan Süreci: İsrail'de 'Sosyal Adalet' Eylemleri Uğur Burak Ursavaş
Dünya Savaşları Amerika ve Emperyalizm Kadriye Aydın
Türkiye-Irak İlişkileri Bağlamında Irak Türk(men)leri Bayram Mamedov 48
Tehlikeli Değil, Tehlikedeler/Röportaj Bilge Özün 12
Tüm Yönleriyle İspanya İç Savaşı ve Savaşta Basklar Gizem Yıldırdı 65
“Sistem Canavarı”nın Gölgesinde “İnsan” Fatma Kübra Türker 59 Amerikan Bağımsızlığı 'Yenidünya' Ulaş Birkan Çakılcı 70
21 yy'da Gıda Krizlerini Yeniden Düşünmek Oğuzhan Altınkoz 57 Bir Külkedisi Masalı: Demokrasinin Meşruiyet Sorunsalı
SOYUTLAMA KÜÇÜK KARA BALIK (Samed Behrengi) “Küçük Kara Balık” ve “Ön Yargılar” Gökhan Dördü “Küçük Kara Balık” ve “Toplumsal Muhafazakârlık” Fatma Kübra Türker 59 Sovyetler Birliğinin Varlığının ve Yokluğunun 20. Yüzyıla ve Dünya Sistemine Etkileri Burak Ayçil 60
Herkesin Dikkatine/Anket Bilge Özün-Ezgi Demir “Tanrı'nın da cehennemidir insanları sevmek.” Kadriye Aydın Cemal Nadir Uğur Burak Ursavaş Anket/Kendinizi Test Edin: Ne kadarKitsch'siniz? Alay Edilen Masumiyet: Kitsch Bilge Özün Kitap Büyük Uyanış/Oktay Sinanoğlu Resul Sevimli
Gizem Berberoğlu 47
Film Saraybosna'ya Hoşgeldiniz (Welcome to Sarajevo) Gizem Yıldırdı 65
20 MAYIS 2011 .Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, depremin vurduğu Kütahya'nın Simav İlçesi'nde, afetzedeler için Kızılay tarafından hazırlanan çadır kenti ziyaret etti. Simavlılar, depremle moralleri bozuk olmasına rağmen karşılarında gördükleri Kılıçdaroğlu'nu alkışlarla karşıladı. UMKE' nin hastalar için kurduğu sağlık çadırını ziyaret edip yetkililerden bilgi alan Kılıçdaroğlu, "Dün akşam, depremi Güre İlçesi'nde yaşadım. Merkez üssünün neresi olduğunu merak ettik. Simav'ın, depremin merkez üssü olduğu söylendi. İki can kaybı var. Ölenlere, Allah rahmet eylesin, yakınlarına da başsağlığı diliyorum. Az önce hastaneyi ziyaret ettim. Hastalar, kırık nedeniyle yatmış değiller, psikolojik etki nedeniyle rahatsızlıkları var. Ankara'daki yetkilileriyle çadırların sayısının arttırılması için görüşeceğim. Ciddi hasarın olduğu ifade ediliyor. Önceki depremde okulların onarılmadığı ifade ediliyor. Kızılay yetkilileri de bütün güçleriyle yardımcı olacaktır. Ankara'ya gidince daha ayrıntılı bilgi alacağım" dedi. 21 MAYIS 2011 MHP'li 3 belediye başkanı istifa etti. KONYA'nın Beyşehir İlçesi'nde 1 hafta içinde MHP'li 3 belde belediye başkanı partilerinden istifa etti.Son yerel seçimlerde MHP'den belediye başkanlığına seçilen Gökçimen Belde Belediye Başkanı Mustafa Dokur, Yenidoğan Belde Belediye Başkanı Hüseyin Derebağ ve Akçabelen Belde Belediye Başkanı Hasan Sayın, son 1 hafta içinde partilerinden istifa etti. Gökçimen Belediye Başkanı Mustafa Dokur, 3 Haziran'da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Konya'daki programında AK Parti'ye katılacağını açıklarken, diğer 2 başkanın da belde halkıyla görüştükten sonra AK Parti'ye geçecekleri öne sürüldü. 22 MAYIS 2011 Kılıçdaroğlu'ndan kaset yorumu. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, internette yayımlanan bazı gürüntülerin ardından MHP'deki istifalara ilişkin, “Yasa dışı bulgularla siyaset yapmak doğru değildir, ahlaki bulmuyorum' dedi. Kılıçdaroğlu, seçim çalışmaları kapsamında Büyükçekmece Kaya Ramada Otel'de sanayici ve işadamları ile kahvaltıda bir araya geldi. Otelden ayrılırken bir gazetecinin, “MHP'de yaşanan kaset istifalarıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?” sorusu üzerine Kılıçdaroğlu, “Yasa dışı bulgularla siyaset yapmak doğru değildir,
ahlaki bulmuyorum” karşılığını verdi. 23 MAYIS 2011 Bahçeli: Başbakan'ı Yüce Divan korkusu sardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Recep Tayip Erdoğan'ın üçüncü defa iktidar olması arzusunun altında Yüce Divan'da kendisinden sorulacak hesabın korkusunun yattığını öne sürdü. Bahçeli, Afyonkarahisar'dan Başbakan Erdoğan'a, "Sayın Başbakan geceleri kabus görüyor. 'İktidardan düşersem başıma ne gelir' diye kara kara düşünüyor. Merak etme iktidar olamayacaksın. O yol sana kapanmış olacak Allah'ın izniyle. Sana açık olan bir yol var, o da Yüce Divan olacak" diye seslendi. 24 MAYIS 2011 Erdoğan: CHP zihniyeti yola devam ediyor. Batman'da halka seslenen Başbakan Tayyip Erdoğan CHP'ye yüklendi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “bu bölgede benim Kürt kardeşlerime 1940'lı yıllardan beri bu oyunu oynayan CHP zihniyeti yine aynı şekilde yola devam ediyor” dedi.Erdoğan “Biz inkar edenlerle, sırtını dönenlerle, ihmal edenlerle olmadık. Doğu, batı, kuzey, güney, Alevi, Sünni, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Abazha, Boşnak, Roman demeden yaradılanı yaradandan ötürü sevdik ama birileri sabah namazında imam öldürenlerle beraber oldular. Birileri döşedikleri mayınlarla Batman'da kendi arkadaşlarının canına kıydılar” diye konuştu. 25 MAYIS 2011 Danıştay'dan alkol yasağına iptal kararı. Danıştay 13. Dairesi, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumunun 7 Ocak 2011 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Tütün Mamülleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin, “Hacmi 20 cl ve altında bulunan ambalajlardaki alkollü içkilerin bakkal ve marketlerde satılamayacağı” ve “Çocukları ve gençleri hedef alan veya bu kişilerin ilgi alanına giren etkinliklerde alkollü içki satılamayacağına” ilişkin hükümlerinin yürütmesini durdurdu. Ankara Barosu, yönetmeliğin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay'da dava açmıştı. 26 MAYIS 2011 Ankara'da PKK-KCK operasyonu: 18 gözaltı.ANKARA'da terör örgütü PKK ve KCK yönelik yapılan operasyonda 18
kişi gözaltına alındı.Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube ekipleri, eylem hazırlığında bulunan ve mahalle komiteleri oluşturarak vatandaşları tehdit ettiği ileri
süren PKK terör örgütü ve KCK üyelerine yönelik operasyon başlattı. Eş zamanlı yapılan operasyonda çok sayıda eve baskın yapıldı. Operasyonda PKK ve şehir yapılanması KCK adına eylem ve faaliyetlerde bulunduğu ayrıca vatandaşları tehdit ettiği ileri sürülen 18 kişi gözaltına alındı. 27 MAYIS 2011 PKK Ak Partili Başkanın oğlunu kaçırdı.Diyarbakır'ın Hazro İlçesi'nin Ak Partili Belediye Başkanı Fethullah Mehmetoğlu'nun oğlu ve Ak Parti İlçe 2'inci Başkanı Fuat Mehmetoğlu, dün gece PKK'lı teröristler tarafından kaçırıldı.Diyarbakır Valiliği, Hazro İlçesi'nin Ak Partili Belediye Başkanı Fethullah Mehmetoğlu'nun oğlu ve AK Parti İlçesi 2'inci Başkanı Fuat Mehmetoğlu'nun PKK'lı teröristler tarafından dün gece kaçırıldığını açıkladı. Diyarbakır Valiliği, olayla ilgili yaptığı açıklamada, "Aracın bölümü terör örgütü mensuplarınca ateşe verildiği ve araç şoförü Fuat Mehmetoğlu'nu da kaçırdıkları anlaşılmıştır. Fuat Mehmetoğlu'nun bulunmasına yönelik olarak yapılan araştırma, soruşturma ve takibe halen devam edilmektedir" denildi. 28 MAYIS 2011 Gül'den 'internette sansür' açıklaması Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) yetkilileriyle görüştüğünü belirterek ''Kimsenin özgürlüğü kısıtlanmıyor. Temelde hiçbir özgürlük kısıtlaması olmamalı, herkes internette özgürce dolaşabilmeli'' dedi. Özellikle internet konusunda kendisine yöneltilen çok soru olduğunu ifade eden Gül, kendisine verilen bilgilere göre, kimsenin internet konusunda zorlanmaya tabi tutulmadığını, kimsenin özgürlüğünün kısıtlanmadığını kaydetti. Cumhurbaşkanı Gül, “Özel sektör, ürünlerini aynı şekilde sunmaya devam edecek. Kamu da kendi sorumluluğu gereği, alternatif bir ürün sunacak. Benim görüşüm, temelde hiçbir özgürlük kısıtlaması olmamalı. İsteyen herkes internette özgürce dolaşabilmeli. Öte yandan, unutmayalım ki internet, fırtınalı bir okyanus. Gemisini korumak isteyenlere de güvenli limanlar sunulabilmeli” değerlendirme-
sinde bulundu. 29 MAYIS 2011 MHP-BDP arasında meydan savaşı. Küçükçekmece'de Kazlıçeşme'deki mitinge gitmek için toplanan bir grup Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile caddeden geçen Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) taraftarları arasında taşlı sopalı kavga çıktı. Kavgada 4 kişi çeşitli yerlerinden yaralandı.Saat 14:00 sıralarında Küçükçekmece Gültepe Mahallesi Bağlar caddesinde meydana gelen olayda, MHP'nin Zeytinburnu Kazlıçeşme'deki mitingi için hazırlık yapan partililer ile aynı caddeden geçen BDP'liler arasında sözlü atışma çıktı. Sözlü sataşmanın ardından iki grup birbirlerine taş ve sopalarla saldırdı. Çıkan kavgada 3 BDP'li partilinin de yaralandığı öğrenildi. Yaşanan karşılıklı kavgada çok sayıda araç ve iş yerinin camları kırılırken, olay yerine sevk edilen polis ekipleri bölgede güvenlik önlemi aldı. 31 MAYIS 2011 Hopa'daki olaylara protesto.Hopa'daki bgün yaşanan ve 1 kişinin hayatını kaybettiği olayları protesto eden gruplar Ankara ve İstanbul'da polisle çatıştı. İstanbul'da Taksim'de toplanan bir grup Galatasaray Lisesi önünden Taksim Meydanı'na yürüdü. Protesto sırasında grup üyelerinden bazıları bir otele asılı Başbakan Erdoğan'ın posterini indirdi. Grup ardından polise sopalarla saldırdı. Polislerin gruba müdahale etmediği gözlendi. Polis ile grup arasındaki gerginlik devam etti. 1 HAZIRAN 2011 Barutçu MHP'den ihraç edildi.MHP İstanbul eski İl Başkanı İhsan Barutçu, partiden ihraç edildi.Bugün toplanan Merkez Disiplin Kurulu'nda “savunmasını verdiği” belirtilen Barutçu' nun durumu görüşüldü. Toplantıda, “internetteki görüntüleri” dolayısıyla daha önce Merkez Disiplin Kurulu'na sevk edilen ve tüm hakları askıya alınan Barutçu'ya partiden ihraç kararı verildi. MHP yönetiminin, Barutçu'nun partiden ihraç kararını YSK'ya bildireceği de öğrenildi.
3 HAZIRAN 2011 13 MHP'liye tutuklama istemi.Diyarbakır'da düzenlenecek MHP mitingini provoke edecekleri iddiasıyla gözaltına alınarak savcılıkça sorgulanan 17 kişiden 13'ü, tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edildi. Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesinde, özel yetkili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hikmet Usta tarafından sorgulanan 17 kişiden 13'ü, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklanmaları istemiyle İstanbul Nöbetçi 14. Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilirken, avukat Mehmet Taşdelen'in de aralarında bulunduğu 4 kişi serbest bırakıldı.
4 HAZIRAN 2011 TİKA Başkanlığı'na Dr. Serdar Çam atandı.Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı'na (TİKA) Dr Serdar Çam atandı. Halen, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'nın özel kalem müdürü olarak çalışmakta olan Serdar Çam, Eylül 2002Ağustos 2009 tarihleri arasında 7 yıl süresince, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın TBMM Makamlarında Özel Kalem Müdürü olarak görev yaptı. Bu süre zarfında, dış ticaret ve dış siyaset konularında çalışmaları yakından takip etti. 5 HAZIRAN 2011 Paris'te Kürt derneklere baskın. Fransa'nın başkenti Paris'in Villiers le Bel ve Evry banliyölerindeki Kürt derneklerine eş zamanlı baskınlar düzenlendi. Baskınlarda en az 6 kişi gözaltına alınırken, her iki banliyö savaş alanına döndü. Paris'in Villiers le Bel banliyösündeki Kürt derneğine Fransız polisi tarafından baskın düzenlendi. Polis, Nedim Seven, Bülent Atmaca, Gülay Aydemir ve Rahmi Arıc isimli Kürtleri gözaltına aldı. Dernekte aramalar sürerken, bölgede yaşayan Kürtler dernek önünde toplanarak protesto eyleminde bulundu. Daha önce tren garını işgal eden eylemcilerle polis arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Banliyöde çöp konteynırları da ateşe verilirken, gar içerisinde sık sık anonslar yapılarak Kürtlerin eylem gerçekleştirdiği yönünde uyarılar yapıldı. Protestoların ardından tren seferleri ile otobüs seferleri durdu. 6 HAZIRAN 2011 Başbakan: El pence divan duran Türkiye yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Çankırı Cumhuriyet Meydanı'nda düzenlenen mitingde yaklaşık 10 bin kişiye hitaben yaptığı konuşmada, "Sizlere 12 Eylül'den kalma teşekkür borcum var. Sizler yüzde 76.5 gibi çok büyük bir oranda Anayasa değişikliğine 'evet' dediniz'. Sizler demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere sahip çıkıtğınız için sizlere teşekküre ediyorum. Üstünlerin hukukuna değil, hukukun üstünlüğüne 'evet' dediğiniz için sizlere teşekkür ediyorum" dedi. Erdoğan, Türkiye'nin büyük bir ülke olduğunu belirterek, "El pençe divan duran bir Türkiye yok" diye konuştu.
Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu'nun kurucusu ve sözcüsü Şafak Bay tedavi gördüğü GATA'da yaşamını yitirdi. Türkiye Şafak öğretmeni Beyazıt Öztürk'ün programında tanıdı. Osteosarkom hastası Türkçe öğretmeni Şafak Bay yaşam mücadelesiyle tüm Türkiye'ye örnek oldu. Amansız hastalıktan kurtulmak için çareyi yurtdışında arayan genç öğretmen kansere yenik düştü. 12 HAZIRAN 2011 Büyükanıt oy kullanmadı. TÜRK Silahlı Kuvvetleri'nin komuta kademesinde görev almış, Genelkurmay Başkanlığı yapmış komutanların oy kullandığı sandıktan CHP birinci parti olarak çıktı. Sandıkta kayıtlı seçmenler arasında adı bulunan Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve eşi Filiz Büyükanıt'ın oy kullanmadığı açıklandı. 13 HAZIRAN 2011 AK Parti'ye havadan oy yağdı. Yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı vatandaşların havalimanlarında oy kullandığı sandıklarda da AK Parti birinci parti oldu.Atatürk Havalimanı'ndaki 3 farklı gümrük noktasında kullanılan 38 bin 384 geçerli oyun 22 bin 278'ini alan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) birinci parti oldu. Atatürk Havalimanı'nda 10 Mayıs - 12 Haziran tarihleri arasında 3 farklı gümrük noktasında gurbetçiler oy kullandı. Dünyanın farklı noktalarından demokratik haklarını kullanmak için onbinlerce kişi İstanbul'a gelmişti. AK Parti 22 bin 278 oyla birinci, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 12 bin 73 oyla ikinci, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 2 bin 682 oyla üçüncü çıktı. 14 HAZIRAN 2011 Obama Erdoğan'ı aradı. ABD Başkanı Barack Obama, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı telefonla arayarak milletvekili genel seçimlerinde elde ettiği başarı nedeniyle kutladı. Alınan bilgiye göre, Obama, bugün Erdoğan'ı arayarak, “tarihi seçim zaferinden dolayı sizleri kutluyorum” dedi. Üst üste üçüncü
7 HAZIRAN 2011 Haydarpaşa'da yangın paniği. 28 Kasım 2010 tarihinde çatısı yanan tarihi Haydarpaşa Tren Garı'na yaklaşık 150 metre uzaklıkta bulunan Yemekli ve Yataklı Vagonlar Şefliği'nde yangın çıktı. Paniğe neden olan yangın kısa sürede söndürülürken, operasyon şefi Selim Gümüş hafif şekilde yaralandı. Olay yerine kısa sürede Kadıköy, Üsküdar ve Erenköy'den gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale etti. Yaklaşık yarım saat süren çalışmalar sonucunda yangın kontrol altına alındı. 8 HAZIRAN 2011 Danıştay'ın yeni başkanı belli oldu. Mustafa Birden'in yaş haddinden emekliye ayrılmasıyla boşalan Danıştay Başkanlığı'na 1. Daire Üyesi Hüseyin Hüsnü Karakullukçu seçildi. Yeni seçilen Yargıtay Başkanı için ''Benim güzel arkadaşım'' diyen Başbakan Yardımcısı Arınç, yeni Danıştay Başkanı ile ilgili olarak da “Şimdi bir şey söylerim 'bütün arkadaşları bir yerlere geldi' derler. Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor” dedi. 10 HAZIRAN 2011 Şafak öğretmeni kaybettik. Kanser hastalığıyla mücadele eden,
kez seçim kazandığına tanık olduklarını ifade eden ABD Başkanı Obama, başarı dileğinde bulundu. Başbakan Erdoğan, ABD'deki Demokratların da seçim kampanyasına başladığını bildiğini ifade ederek, Obama'ya kampanyada başarı dileğinde bulundu. 15 HAZIRAN 2011 Erdoğan, Merkel ve Zapatero ile görüştü.Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Suriye'deki gelişmeleri değerlendirmek için Almanya Başbakanı Merkel ve İspanya Başbakanı Zapatero ile görüştü.
16 HAZIRAN 2011 Emine Ayna'ya 10 ay hapis cezası.Dıyarbakır Bağımsız Milletvekili Emine Ayna, Siirt'te 2007 yılındaki Nevruz kutlamalarında yaptığı konuşma nedeniyle hakkında açılan davada, 'Terör örgütü propagandası yapmak' suçundan 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Diyarbakır 5'inci Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya tutuksuz yargılanan sanıklar katılmadı. Yargılamanın bittiğini bildiren Mahkeme heyeti, 6 sanık hakkında beraat kararı verirken, aralarında Emine Ayna'nın da bulunduğu 25 sanığın ise, 'Terör örgütünün propagandasını yapmak' suçundan 10'ar ay hapis cezasına çarptırılmalarına karar verdi.
ması planlanan Kahire zirvesinin ertelenmesinin ardından geldi. Taraflar, kurulması planlanan birlik hükümetine kimin başbakanlık yapacağı konusunda anlaşamıyor. 22 HAZIRAN 2011 ABD Büyükelçisi Ricciardone Erdoğan'ı kutladı. ABD'nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, 12 Haziran seçimlerinin Türkiye'nin modern demokrasi yolundaki gelişimini gösterdiğini söyledi. Ricciardone, Büyükelçilik Konutu'nda gazetecilere gündeme ilişkin açıklama yaptı.ABD Başkanı Barack Obama'nın seçim dolayısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı kutladığını hatırlatan Ricciardone, “Ben de seçim başarısı dolayısıyla Başbakan Erdoğan'ı tebrik ediyorum” dedi. 24 HAZIRAN 2011 İmralı'dan Meclis'e gidin mesajı gelmedi. İmralı'da ağırlaştırılmış ömürboyu hapis cezasını çeken Abdullah Öcalan ile görüşen avukatları Ömer Güneş, Şakir Demir ve Mizgin Irgat, Bursa'nın Gemlik İlçesi'ne döndü. Jandarmadaki işlemlerin ardından gazetecilerin sorularını yanıtlayan Ömer Güneş, "İmralı'dan Meclis'e gidin mesajı geldi mi?' soruna 'Hayır' yanıtını verdi. Güneş, "Boykotu destekliyor mu?" sorusuna ise "Milletvekillerinin kendi kararını doğru buluyor" dedi. Avukatlar daha sonra İstanbul'a hareket etti.
18 HAZIRAN 2011 Bin Ladin hakkındaki suçlamalar düşürüldü. ABD'de federal hakim, El Kaide'nin öldürülen lideri Usame Bin Ladin hakkındaki tüm suçlamaları düşürdü. Manhattan'daki federal mahkemede Bin Ladin davasına başkanlık eden bölge mahkemesi hakimi Lewis Kaplan, ölmesi nedeniyle Bin Ladin ile ilgili tüm suçlamaları içeren davada “takipsizlik kararı” verdi. Usame Bin Ladin, Amerikan komandolarının Pakistan'ın Abbodabad kentinde 2 Mayıs'ta düzenlediği operasyonda öldürülmüştü. 19 HAZIRAN 2011 Türk: 6 arkadaşımız bırakılmazsa TBMM'ye girmeyeceğiz. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Genel Başkanı ve Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk, milletvekili seçilen KCK/TM davasından tutuklu 6 arkadaşlarının serbest bırakılmaması halinde TBMM'ye gitmeyeceklerini söyledi. 21 HAZIRAN 2011 Filistin lideri Abbas, Ankara'da.Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Ankara'ya sürpriz bir ziyarette bulundu.Abbas'ın, iki gün sürecek ziyaretinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile bir araya geleceği bildirildi. Görüşmelerde, Ortadoğu'daki barış sürecinin ve Türkiye-Filistin ikili ilişkilerinin ele alınacağı belirtildi. Abbas'ın sürpriz Ankara ziyareti, Filistinli El Fetih ve Hamas hareketlerinin liderleri arasında yapıl-
25 HAZIRAN 2011 Haberal TBMM'ye kaydını yaptırdı. CHP'nin tutuklu milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal, Meclis'e evrakını göndererek kaydını yaptırdı. TBMM'de milletvekili kayıt işlemleri devam ederken, mahkemenin tahliye talebini reddettiği CHP Zonguldak Milletvekili Mehmet Haberal da kaydını yaptırdı. Cezaevinde bulunan Haberal'ın evrakını göndererek kaydını yaptırdığı belirtildi.
27 HAZİRAN 2011 Bahçeli'den Twitter mesajları "Yüksek Seçim Kurulu'nun yanlış kararları, yargı organlarının yanlı tutumları sıkıntılı bir sürece kapı aralamıştır. Unutmamak gerekir ki demokrasi hem millet iradesinden hem de objektif adalet anlayışından güç alır. Atacağımız adımlarla, vereceğimiz kararlarla ileride pişman ve perişan olacağımız olaylara vesile olmamalıyız. Kin ve intikam duygularını tatmin etmek belki bu gün birilerinin nefislerini okşayabilir. Ama yarınlarda neden olacağı sosyal maliyet çok yüksek olabilir. Düşmanlıkta değil dostlukta, cepheleşmede değil diyalogda, çatışmada değil uzlaşmada bulunmalıyız. Amaç daha çok; gülen yüz, birleşen el, buluşan yürekler ve huzura kavuşmuş insanımız olmalıdır. Yoksa siyaseti çözümsüzlüğe itmenin ve adaleti eğip bükmenin faturası er geç muhataplarınca ödenir.
28 HAZİRAN 2011 AK Partili Oya Eronat yemin etti. Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin düşürülmesiyle, AK Parti'den yerine gelen Oya Eronat TBMM'de yemin etti. BDP'nin desteklediği bağımsız milletvekilleri, Dicle'nin milletvekilliğinin iptal edilmesi üzerine Meclis'e giren Oya Eronat'ın yemin etmemesi durumunda Meclis'e geleceklerini Erdoğan'a iletmiş, Başbakan Erdoğan bunu pazarlık konusu yapmayacağını belirterek bu öneriyi reddetmişti. AK Parti'nin Denizli Milletvekili Mehmet Yüksel de yemin metnini başkan Oktay Ekşi'nin uyarısıyla 3 kez tekrarladı. 30 HAZİRAN 2011 Bağımsızlar BDP'de. Hakkari'den bağımsız milletvekili seçilen Selahattin Demirtaş, blok partisi kurulana kadar bir grup milletvekili olarak Barış ve Demokrasi Partisine (BDP) geçtiklerini belirterek, “Toplam 29 milletvekili BDP'nin üyesi olarak, Meclis'te 29 kişilik BDP grubu kurmayı kararlaştırdık” dedi. 1 TEMMUZ 2011 BDP grup için başvurdu. BDP, 29 milletvekili ile TBMM'de grup oluşturmak üzere başvuruda bulundu. BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş'ın imzasını taşıyan 29 milletvekilinin isminin bulunduğu dilekçe, BDP Grup Müdürü Mehmet Ali Oral tarafından TBMM Genel Sekreterliğine sunuldu. 2 TEMMUZ 2011 Engin Alan'ı yıkan haber. Cezaevindeyken milletvekili seçilen ancak bırakılmayan emekli korgeneral Engin Alan, az önce damadı ve silah arkadaşı olan 49 yaşındaki emekli Albay Yılmaz Çetin'i kaybetti. Özel kuvvetler Komutanlığı'ndan albay rütbesiyle emekliye ayrılan Yılmaz Çetin'in cenazesi, Pazar günü Ankara Kocatepe camiinde kılınacak öğle namazından sonra Gölbaşı ilçe mezarlığında toprağa verilecek. 3 TEMMUZ 2011 Başbakan Erdoğan Uşak'a gitti.Başbakan Erdoğan'ı, Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı'ndan Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu ile diğer ilgililer uğurladı. Erdoğan ve beraberindekiler, Uşak'tan helikopter ile Simav'a geçecek. 4 TEMMUZ 2011 Enflasyon yüzde 6.24 oldu.Türkiye İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre tüketici fiyatları (TÜFE) Haziran'da yüzde 1.43 ile beklentilerin üstünde düşüş kaydetti. Üretici fiyatları (ÜFE) ise aynı dönemde yüzde 0.01'lik artış gösterdi. Son verilerle Haziran ayı itibariyle TÜFE yıllık bazda yüzde 6.24, ÜFE ise yüzde 10.19 oldu. TÜFE, piyasa beklentisi olan yüzde 0.77'e kıyasla daha sert düşüş kaydederken, ÜFE'de ise 0.35'lik düşüş beklentisinin aksine hafif artış görülmüş oldu. Enflasyonun Haziran'da beklentinin üzerinde düşüş kaydetmesiyle, gösterge tahvilin bileşik faizi ikinci gününde de değer kaybetti ve 3 haftanın en düşük seviyesine yöneldi. 2 yıllık gösterge tahvili değer kaybederken, gösterge faiz 7 baz puan düşüşle yüzde 9.02'ye geriledi. Enflasyon rakamlarının ardından dolar/TL ise 1.61'in üstüne çıktı. 5 TEMMUZ 2011 New York'ta sürpriz zirve. New York'ta bir araya gelen Türk ve İsrailli diplomatların, geçen yıl dokuz Türk'ün ölümüyle
sonuçlanan Mavi Marmara baskını hakkında her iki tarafın da kabul edeceği bir açıklama üzerinde çalıştıkları öğrenildi. Diplomatik kaynaklardan edinilen bilgiye göre, New York'taki görüşmelere Türk tarafı adına Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, İsrail adına ise Stratejik İlişkiler Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Moşe Ya'alon katılıyor.Türk ve İsrailli yetkililerin Mavi Marmara baskınını soruşturan Birleşmiş Milletler (BM) panelinin 7 Temmuz'da yayımlayacağı rapordan önce ilişkileri düzeltme çabasında olduğu belirtililiyor. 6 TEMMUZ 2011 Kılıçdaroğlu Başbakan'ın sözlerinden memnun.CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan'ın AK Partili Elitaş'ın sözlerini 'sürç-ü lisan' olarak nitelemesini “Sürç-ü lisan sözü güzel bir açıklama” şeklinde değerlendirdi. 7 TEMMUZ 2011 AK Parti TBMM Başkanvekilleri seçildi. AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında saat 17.00'de başlayan toplantı, basına kapalı olarak gerçekleşti. AK Parti Meclis başkanvekillerine, AK Parti Kayseri Milletvekili Sadık Yakut ve Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Sağlam seçildi. 8 TEMMUZ 2011 AK Parti Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi, “yemin krizi” ile ilgili olarak AK Parti Grup Başkanvekilleriyle yapılan görüşmenin “son derece yapıcı ve olumlu geçtiğini belirterek, “Sanıyorum en geç pazartesi net bir tablo ortaya çıkmış olacak” dedi. 9 TEMMUZ 2011 Türkiye, Güney Sudan'ı tanıdı. Türkiye, bağımsızlığını ilan eden Güney Sudan Cumhuriyeti'ni tanıdığını belirterek, "barış ve refah dolu bir gelecek dilediği Güney Sudan Cumhuriyeti ve Güney Sudan halkı ile dostluk ve kardeşlik ilişkileri çerçevesinde yakın bir işbirliği geliştirmek yönünde gerekli çabayı göstereceğini" kaydetti. 10 TEMMUZ 2011 Kırkpınar Ağası belli oldu. Geleneksel 651. Edirne Tarihi Kırkpınar Ağalık ihalesini son 3 yılın ağası Seyfettin Selim 222 bin lirayla yeniden kazandı. Edirne Sarayiçi'nde belediye encümeni tarafından yapılan Kırkpınar ağalık ihalesine Talat Köse ve son 3 yılın ağalı Seyfettin Selim katıldı. Encümen tarafından 100 bin lira bedelle başlayan ihalese Talat Köse 150 bin liraya çıktı. Selim rakamı 161 bin liraya çıkarınca Köse ihaleden çekildi. Daha sonra Edirne Belediye Encümen Başkanı Nihan Akdere'nin ricası üzerine rakam Selim rakamı 222 bin TL'ye çıkardı. 11 TEMMUZ 2011 Erdoğan: Geldiniz yemin ettiniz, ne oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, demokrasilerde muhalefetin en az iktidar kadar önemli olduğunu belirterek, “Ama muhalefet konumunu bilemiyorsa marjinalleşiyorsa o zaman bu ülkede ileri demokrasiden bahsedemeyiz. Hele hele anamuhalefet marjinalleşirse bu büyük tehlikedir. Siz kalkar da 'İki arkadaşımız burada yemin etmedikçe biz yemin etmeyeceğiz' derseniz bu marjinal bir düşüncedir ve bak geldiniz yemin ettiniz, ne oldu” diye konuştu.
12 TEMMUZ 2011 IMF Başkanı yardımcılarını atadı. Uluslararası Para Fonu Başkanı Christine Lagarde, iki yardımcısını seçti.Lagarde, Beyaz Saray'da Ulusal Ekonomi Konseyi'nden danışman David Lipton'ın görev süresi Ağustos sonunda dolacak Amerikalı John Lipsky'nin yerine atandığını açıkladı.IMF Başkanı, bir diğer yardımcısının da IMF'nin özel danışmanı Çinli Zhu Min olduğunu bildirdi. 13 TEMMUZ 2011 Ergenekon hakimi Bolu'ya atandı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Ergenekon davasının görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin Başkanı Köksal Şengün'ün görev yerini değiştirdi. Başkan Şengün'ün özel yetkileri alınarak Bolu Hakimliği'ne atandı.DHA'nın telefonla ulaştığı Köksal Şengün, tayinin kendisine bildirildiğini belirterek, "Bolu hakimliğine atandım. Herhangi bir tayin talebim yoktu" dedi. 14 TEMMUZ 2011 Demokratik Toplum Kongresi Diyarbakır'da Demokratik Özerklik İlan Belgesini açıkladı. DTK toplantısı sonrası açıklama yapan DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, Demokratik özerkliği ilan ettiklerini açıkladı. 16 TEMMUZ 2011 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bulgaristan Başbakanı Boyko Boissov ile görüştü. Erdoğan ile Boissov'un, Dolmabahçe'deki Başbakanlık Çalışma Ofisi'nde basına kapalı gerçekleşen görüşmesi yaklaşık 2 saat sürdü. Görüşmede Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ile Maliye Bakanı Mehmet Şimşekn de hazır bulundu. 17 TEMMUZ 2011 Rum kesimine elektrikli mesaj: "Biz değil prizler söyleyecek". AB Bakanı Egemen Bağış, KKTC'nin Rum Kesimi'ne elektrik satmaya başlamasını, 'elektrikli' bir mesajla yorumladı. Bağış, bir soru üzerine, "KKTC'den Rum Kesimine uzanan elektrik
kablolarındaki enerji umarız Rumları çözüm için cesaretlendirir.' dedi.
cinin ardından da artık gururla taşıdığım ve namusumla, onurumla yerine getirmek adına gecemi gündüzüme kattığım şerefli görevim son bulacak" sözlerine de yer verdi. 22 TEMMUZ 2011 Merkez Bankası'ndan kriz açıklaması.Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, son dönemde yoğunlaşan kriz tartışmaları ile ilgili olarak 'kriz o kadar yakın gözükmüyor' ifadesini kullandı. Başçı, dün AB Liderler Zirvesi'nden çıkan kararların önemine de dikkat çekti.Başçı, Pamukkale Üniversitesi tarafından düzenlenen “10. Ekonomi Yaz Seminerleri 2011” kapsamında “Para Politikaları” konulu konferans verdi. Konferansta kurlardaki dalgalanma ve açık pozisyon konusuna değinen Başçı, açık pozisyon olması durumunda kurlardaki dalgalanmaya karşı toleransın daha az olduğunu kaydetti. Başçı, "Açık pozisyon yoksa daha rahat dalgalı kur rejimini uygulayabiliyorsunuz. Açık pozisyonunuzu sınırlamanız iyi bir şey" dedi. 23 TEMMUZ 2011 Suriye'nin kuzeyinde yer alan Humus'ta, sabotajcı bir grubun tren yolunu yerden sökmesi, içinde 400 yolcunun olduğu bir trenin raydan çıkmasına neden oldu. Trenin sürücüsü hayatını kaybederken, yolcuların sağlık durumuna yönelik herhangi bir bilgi gelmedi. Suriyeli yetkililer, kazanın Humus kentinin yakınlarında gerçekleştiğini teyit etti. 24 TEMMUZ 2011 CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Türkiye'nin temel sorunlarından biri olan Kürt sorununun, 35 yıldır çözülemediğini belirterek, “Bu sorun çözülemiyorsa siyaset kurumu görevini yapmadığından çözülemiyordur. O kadar mücadelenin sonunda şimdi 1990'ların başına dönüyorsak demek ki siyaset kurumu görevini yapmıyor. Sorunun çözüm adresinin CHP olduğunu her yerde söyleyin. Kürt sorununda da, işsizlikte de, ekonomik krizde de aydınların, medyanın sorunlarında da çözümün adresi CHP'dir” dedi. 25 TEMMUZ 2011 BM'de Türk gençleri çalışacak. Birleşmiş Milletler, personel istihdam politikası çerçevesinde, nitelikli Türk gençlerine yönelik olarak ülkemizde de bir sınav (Genç Profesyonel Program Sınavı-Young Professional Programme Competitive Examinations) açacağını duyurdu.
21 TEMMUZ 2011 Aziz Yıldırım'dan veda mektubu. Fenerbahçe Kulübü, şike iddialarına yönelik soruşturma kapsamında tutuklanarak Metris Cevaevi'ne gönderilen başkan Aziz Yıldırım'ın Sarılacivertli camiya yönelik gönderdiği mektubu yayınladı. Aziz Yıldırım mektubun bir bölümünde "Bu geçiş süre-
28 TEMMUZ 2011 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı kabul etti. Çankaya Köşkü'ndeki haftalık olağan görüşme 3 saat sürdü. Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ile görüşmesinin ardından şu sıralarda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ile haftalık olağan görüşmesini gerçekleştiriyor. 29 TEMMUZ 2011 İmralı'da ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasını çeken bölücübaşı Öcalan, avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamada
“Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum” dedi.
rasında yaşanan ölümler nedeniyle yargılanan eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek hakim karşısına çıktı. Duruşmayı sağlık sorunları nedeniyle sedyeden takip eden devrik lider hakkındaki suçlamaları reddetti. Mahkeme salonunun dışında Mübarek yanlılarıyla karşıtları çatıştı. 5 Ağustos: Güney Kıbrıs Rum Kesiminin Doğu Akdeniz'de petrol arama faaliyetlerinde bulunması Türk hükümetini kızdırdı. Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada 'Rum yönetiminin hareket tarzı zamansız olduğu kadar bir sorumsuzluk örneğidir. Bu hareketler uzlaşı çabalarına darbe vurmaktadır. Bölgede gerilimi yükseltebilecek, oldu, bittiler yaratmaya matuf tek yanlı girişimlerden önemle kaçınılmalıdır' denildi.
30 TEMMUZ 2011 TSK'da büyük deprem. Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Hasan Aksay dün emekliliklerini istedi. Hükümet krize jet çözüm buldu. Komuta kademesinden Jandarma Genel Komutanı Org. Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanvekili olarak atandı. Özel, daha sonra Genelkurmay Başkanlığı'na getirilecek. 31 TEMMUZ 2011 Der Spiegel: "Ordu Erdoğan'a teslim oldu". TÜRK Silahlı Kuvvetleri komuta kademesindeki toplu istifayı değerlendiren Alman haftalık haber dergisi, 'Der Spiegel' dergisi "Türk Ordusu Erdoğan'a teslim oldu" başlıklı haberinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu gelişmelerin ardından 'konumunu daha da güçlendirdiğini' iddia etti. 1 Ağustos:
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde (TSK) komuta kademesinin geleceğini belirleyen Yüksek Askeri Şura toplantısının ilk gün çalışmaları sona erdi. YAŞ, tarihinde ilk kez 14 yerine 9 orgeneral ve oramiralle toplandı. -BM Güvenlik Konseyi'nin, Suriye'de artan şiddeti tartışmak üzere bugün kapalı kapılar ardında toplanacağı bildirildi. 3 Ağustos: Mısır'da yolsuzluk ve geçtiğimiz Şubat ayındaki devrim sı-
6 Ağustos: Kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor's, dünyanın en büyük ekonomisi ABD'nin AAA olan kredi notunu düşürdü. Büyük Buhran da dahil bir çok kriz geçiren ABD' nin notu hiç düşürülmemişti. Bu kararla, ABD hükümeti, şirketleri ve tüketicileri için borçlanma daha maliyetli hale gelebilir. ABD Hazine Bakanlığına göre ise karar 'hatalı'. 7 Ağustos: İngiltere' de, hafta içinde bir kişinin polis tarafından vurularak ölmesinin ardından yaşanan gerginlik, dün akşam başkentin kuzeyinde çatışmaya dönüştü. 9 Ağustos: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bugün Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile yaptığı görüşmede "açık ve somut konuları" ele aldıklarını belirterek, önümüzdeki dönemde atılacak adımların büyük önem taşıdığını söyledi. -ABD Merkez Bankası'nın (Fed) para politikasını düzenleyen organı FOMC bu akşam aldığı kararla faizleri en az 2013 tarihinin ortalarına kadar değiştirmeyeceğini açıklarken parasal genişleme tarafında adım atmadı. Ancak ABD borsaları buna rağmen oldukça sert yükselişler yaşadı. 10 Ağustos: Son olarak Londra'da başlayan toplumsal eylemler dünyanın dört bir yanında yaşananların sadece bir parçası. İsrail' de yüzbinlerce insan yüksek konut fiyatları nedeniyle sokaklarda kamp kurarken, Şili'de binlerce öğrenci eğitimde reform talebiyle polisle çatışıyor. Halk gösterileri, sadece gelişmekte olan ülkelere değil, ABD gibi ekonomisi gelişmiş ülkelere de sıçradı. -Libya'dan gelen ölüm haberleri bitmek bilmiyor. Halk, bu sefer de Trablus'un 150 km doğusundaki Majar köyüne düzenlediği hava operasyonunda öldüğü öne sürülen, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu sivilleri toprağa veriyor. NATO ise iddiaları kabul etmiyor. 11 Ağustos: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama ile telefonda görüştü. Görüşmede Suriye'deki olaylar ele alınırken, İki lider, Suriye'de akan kanın derhal durması ve halka yönelik şiddetin son bulması gerektiğine
dair görüş birliğine vardı.
izinleri olmadığı gerekçesiyle yasak geldi.
12 Ağustos: Tunceli'de 64 gündür açlık grevinde olan Hüsnü Yıldız'ın kardeşinin de bulunduğu iddia edilen toplu mezar kazı çalışmalarında ilk kemiklere ulaşıldı. -İkinci Ergenekon Davası'nın tutuklu sanıkları Servet Kaynak ve Oğuzhan Sağıroğlu'nun tahliyesine karar verildi.
17 Ağustos: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çukurca'daki saldırıyla ilgili basın mensuplarına açıklamalarda bulundu. “Hiç kimse Türk devletini silahla ve şiddetle hizaya getiremez” diyen Gül, “Terörle mücadelede gece gündüz bayram olmaz.” dedi. Başbakan Erdoğan, ''8 askerimiz sahur vakti şehit edilmiştir. Ramazanla ilgili sabrımız bitmiştir. Bundan sonrası konuşulmaz, uygulanır'' ifadesini kullandı.
13 Ağustos: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları'na İstanbul'un ev sahipliği yapmak için aday olduğunu, Olimpiyatevi'nde düzenlenen toplantıda dünyaya duyurdu. 14 Ağustos: Kıbrıs Rum yönetimi Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli, Rum tarafının Doğu Akdeniz'de hidrokarbon aramaları konusunda Türkiye'nin herhangi bir şey yapmaya cesaret edemeyeceğini iddia etti. -Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK), Türkiye'de nükleer santral kurulması için gerekli olan düzenlemeleri tamamladı. 15 Ağustos: Türkiye Futbol Federasyonu, futbol tarihimizin en önemli kararını açıklamak için Swissotel'de basın toplantısı düzenledi. Alınan kararlara göre; belgelerin yetersizliği ve gizlilik kararı nedeniyle iddianamenin savcılıkca hazırlanması ve mahkemece kabul edilmesi sonrasında nihai karar verilecek.
18 Ağustos: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında Çankaya Köşkü'nde toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) sona erdi. 14.30'da başlayan toplantı yaklaşık 4 buçuk saat sürdü. Toplantı sonrası yapılan yazılı açıklamada, terör örgütünün ülkenin güven istikrarına zarar vermesine kesinlikle izin verilmeyeceği belirtilirken, yeni strateji ve yöntemler kullanılarak terörle mücadelede daha etkin ve sonuç alıcı mücadele ortaya konulacağı bildirildi. 19 Ağustos: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ailesi ile işadamları, sanatçılar ve milletvekillerinden oluşan Türk heyeti, kıtlığın pençesindeki Somali'ye tarihi bir ziyaret gerçekleştirdi. 20 Ağustos: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Güney Afrika'da düzenlediği basın toplantısında, Suriye lideri Esad'la yaptığı görüşmenin ardından ilk günlerde gelen olumlu gelişmelerin yerini daha fazla operasyona ve daha fazla sivil ölümüne bıraktığını belirterek, "Suriye yönetiminin eylemleri umut verici ve olumlu bir yönde değil" dedi. 21 Ağustos: Türk sporunda tarihi gün... Yıldız Kız Voleybol Milli Takımımız tarih yazdı... Dünya Şampiyonası Finali'nde Çin'i 3-0 mağlup eden kızlarımız dünya şampiyonu oldu... 22 Ağustos: Katar'dan yayın yapan El cezire Televizyonu Muammer Kaddafi'nin oğlu Hamis ve Libya İstihbarat Başkanı Essenussi'ye ait olduğu sanılan bir ceset bulunduğu haberini duyurdu. Libya'da isyancıların, devlet televizyonunun kont-rolünü ele geçirdiği bildirilirken, 42 yıllık iktidarının son günlerine gelen Muammer Kaddafi'ye yapılan "teslim ol" çağrılarına Türkiye de katıldı.
16 Ağustos: Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Suriye sınırına bir tampon bölge oluşturulacağına ilişkin iddiaları yanıtladı. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Suriye sınırına bir tampon bölge oluşturmak istemediklerini belirterek, “Biz mayınlı bölgeyi temizlemek istiyoruz, yeni bir mayınlı sınır veya tampon bölge oluşturmak istemiyoruz” dedi -Beyoğlu'nun fon müziğini yapan sokak müzisyenlerine
23 Ağustos: New York Yüksek Mahkemesi, geçtiğimiz Mayıs ayında tecavüz iddiasıyla hakkında dava açılan Strauss-Kahn'a yönelik cinsel saldırı suçlamalarını düşürdü. 24 Ağustos: Türkiye Futbol Federasyonu Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ne katılamayacağını açıkladı. Fenerbahçe'nin yerine bu
sezon Şampiyonlar Ligi'ne Trabzonspor katılacak. 26 Ağustos: Ergenekon soruşturması kapsamında Oda tv'de yapılan aramalar sonrası tutuklanan ve aralarında gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın da olduğu 12'si tutuklu 14 şüpheli hakkındaki iddianame tamamlandı. 27 Ağustos: Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, “Deniz Feneri e.V” bağlantılı soruşturmadan alınan Cumhuriyet savcıları hakkında, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca (HSYK) görevlendirilen başmüfettişlerin soruşturma başlatılmasına karar verdiğini belirterek, “Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcıları hakkında tarafsızlık ve benzeri konularda itham edici ve spekülatif değerlendirmeler yapılarak, yıpratılmak suretiyle, sürdürülmekte olan soruşturma hakkında olumsuz, haksız, adalet ve yargıya olan güven duygusunu sarsabilecek nitelikte değerlendirmelerin önlenebilmesi açısından başsavcılık makamı tarafından 2 Cumhuriyet savcısı görevlendirilmiştir” ifadeleri kullanıldı. 29 Ağustos: Türkiye'nin Paris Büyükelçiliği, bölücü terör örgütü PKK' nın geçen hafta Paris'te düzenlediği gösterilerle ilgili olarak Fransa İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarına nota gönderdi. 30 Ağustos: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Günü dolayısıyla Genelkurmay Karargahı'nda düzenlenen törende tebrikleri kabul ederek, “Başkomutan” sıfatıyla kutlamaları kabul eden ilk cumhurbaşkanı oldu. 31 Ağustos: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 30 Ağustos Zafer Bayramı döneminde gerçekleşen kutlamaları Başkomutan olarak kendisinin kabul etmesi, MGK'da oturma düzeninin değişmesi gibi sivil-asker ilişkilerindeki düzenlemelerden herkesin memnun olduğunu, eski düzenlemelerin ise “gelişmiş Türkiye'ye” yakışmadığını bildirdi. 1 Eylül: BM Soruşturma Komisyonu'nun Mavi Marmara raporun-
-Fransa ve İngiltere'nin girişimiyle düzenlenen Libya ile ilgili uluslararası konferans sona erdi. Konferans sonunda konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, bugünkü toplantıya katılan ülkelerin oy birliğiyle, Muammer Kaddafi'nin yurt dışında dondurulan para ve mal varlıklarının Libya'da yeni yönetime verilmesine karar verdiklerini söyledi. 2 Eylül: Türkiye, İsrail'in Mayıs 2010'daki Mavi Marmara operasyonu nedeniyle özür dilemeyi kabul etmemesi sonucunda ikili ilişkilere yönelik tarihi nitelikte kararlar aldı. İsrail'le diplomatik ilişkilerin seviyesi indirildi ve askeri anlaşmalar askıya alındı. 4 Eylül: İsrail'de hayat pahalılığını protesto edenler, ülke tarihinin en büyük sosyal amaçlı gösterisine imza attı. 8 Eylül: ABD'nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone, Türkiye-İsrail ilişkilerinin en kısa zamanda normalleştirilmesini beklediklerini ifade ederek, "Diplomasi kapısı mutlaka açık kalmalı" dedi. -İran, topraklarına NATO füze savunma sistemi yerleştirilmesine izin veren Türkiye'ye yönelik eleştirilerini sertleştirmeye başladı. 9 Eylül: İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, “Ergenekon” soruşturması kapsamında Odatv'de yapılan aramalara ilişkin eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener ve Soner Yalçın'ın da aralarında bulunduğu 12'si tutuklu 14 şüpheli hakkında hazırlanan iddianameyi kabul etti. 11 Eylül: Libya'da yeni bir geçiş hükümetinin bir hafta veya on gün içinde kurulacağı bildirildi. 12 Eylül: Hakkari'nin Şemdinli İlçesi'nde terör örgütü PKK tarafından polis ve jandarmaya yönelik düzenlenen eş zamanlı saldırılar sonucunda 1 asker ve 1 polis şehit oldu, 3 kişi hayatını kaybetti, 6 jandarma ile 6 da vatandaş yaralandı. Valilikten yapılan açıklamada 2 PKK'lının da öldürüldüğü belirtildi.Teröristlerin bir düğüne sızdıkları ve oradan Emniyet ve Komutanlığa ateş açtıkları ortaya çıktı. İlçedeki halı sahada düzenlenen düğünde ise gelin, damat ve yaklaşık 200 davetli, çatışmaların başlaması ile birlikte büyük korku ve panik yaşadı. 13 Eylül: BM insan hakları uzmanları, İsrail'in Gazze Şeridi'nde uyguladığı deniz ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu bildirdi.
da, İsrail ordusunun 2010 yılı Mayıs ayı sonunda açık denizde Mavi Marmara gemisine yaptığı ve 9 Türk'ün hayatını kaybettiği saldırının meşru ama "aşırı" olduğu belirtildi.
14 Eylül: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kuzey Afrika turu
kapsamında ziyaret edeceği Libya, bugün Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı David Cameron'ı ağırlıyor. -İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Zeytinburnu sahilinde özel bir firmaya ait inşaatı devam eden binaların İstanbul'un Salacak'tan bakılan şeklini etkilemediğini, başka noktalardan bakıldığında ise siluete giren noktaları bulunduğunu belirterek, “Bununla ilgili farklı girişimlerimiz var. Bunu da daha sonra açıklarız. Bundan sonra bir daha böyle bir şey olmaması açısından da İstanbul'un topografik kodları, yükseklikleri ile o yükseklik noktalarındaki yapıların yeniden gözden geçirilmesi için bir çalışma yapılmakta” dedi. 15 Eylül: Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Grigoris Delavekuras, Türkiye'nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması yapmasının uluslararası hukuka aykırı olacağını iddia etti. 17 Eylül: Sağlık çalışanları, 26 Ağustos 2011 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname ile yapılan düzenlemeyi protesto etti. 18 Eylül: Taksim'de, terörist başına uygulanan tecridi protesto etmek amacıyla basın açıklaması yapmak isteyen gruba polis, müdahale etti. 120 kişinin gözaltına alındığı gösterilerde, bir grup kadınla oturma eylemi yapan ve polisin biber gazı sıktığı milletvekili Sebahat Tuncel, uzun süre yerinden kalkamadı. -Gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın tutuklanışının 200. günü nedeniyle Galatasaray'la Taksim arasında “Adaletin 200'ü” yürüyüşü gerçekleştirildi. 19 Eylül: Kıbrıs Rum kesiminin, Türkiye'nin tüm uyarılarına rağmen ada açıklarında doğalgaz arama faaliyetleri için sondaj çalışmalarını başlattığı bildirildi.
savcılığı patlamanın terör saldırısı nedeniyle gerçekleştiğini açıkladı. Ancak Başbakan Erdoğan New York'ta yaptığı değerlendirmede olayın terör saldırısı nedeniyle gerçekleştiğine dair bilgi olmadığını söyledi. 21 Eylül: Kıbrıs Rum kesiminin Doğu Akdeniz'de doğalgaz aramak için sondaj çalışmalarına başlamasının ardından harekete geçen Türkiye ve KKTC düğmeye bastı. New York'ta bir araya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması'nı imzaladı. 22 Eylül: Trabzon'un Çaykara İlçesi'ne bağlı Karaçam Beldesi'nden geçen Solaklı Deresi üzerine Hidroelektrik Santral (HES) yapımının mahkemenin verdiği 'yürütmeyi durdurma' kararına karşın başlatılması, yöre sakinlerini isyan ettirdi. Çalışmaları engellemek isteyen köylülerle santral çalışanları birbirine girince olaylara jandarma müdahale etti. Çıkan arbedede 2'si asker 7 kişi yaralandı, 3 kişi gözaltına alındı. 25 Eylül: Siirt'in Pervari İlçesi'nde Belenoluk Jandarma Karakolu'na dün akşam roketatar ve uzun namlulu silahlarla saldıran PKK'lı teröristler, karakolu ele geçirmek istedi. Teröristler, çatışma boyunca da askerlerin ateşinden kurtulmak için 80 metre uzaklıkta bulunan ilköğretim okulu lojmanındaki öğretmenleri kalkan olarak kullandı.Askerler, teröristlerin karakola girmesini engellerken, aralarında karakol komutanın da bulunduğu 6 asker şehit oldu, 11 asker de yaralandı. Aralıklarla yaklaşık 10 saat süren ve askerlerin lojmandaki öğretmenlere zarar gelmemesi için teröristlere bir süre karşılık veremediği çatışmada 1'i kadın, 3 terörist öldürüldü. 27 Eylül: TSK'ya sınır ötesi operasyon yetkisini veren tezkere Meclis'e sunuldu.Kuzey Irak ve mücavir alanlarda kara harekatı yapılmasını 17 Ekim 2011 itibariyle 1 yıl süreyle uzatılmasına ilişkin tezkere TBMM'ye geldi. 28 Eylül: Tayvan'ın başkenti Taipei'de düzenlenen Uluslararası Basın Enstitüsü'nün (IPI) 60'ncı Genel Kurul toplantısı sonrasında yayımlanan bildiride Türkiye, "basın özgürlüğünün en az olduğu ülkelerden" biri olarak yer aldı.
20 Eylül: Ankara'nın Kızılay Kumrular Caddesi'nde Çankaya Kaymakamlığı önünde patlama oldu. Patlama nedeniyle 3 kişi öldü, 3'ü ağır 34 kişi yaralandı. Ankara Cumhuriyet Baş-
30 Eylül: Genelkurmay Başkanlığı, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun yaşamını yitirdiği helikopter kazasının ardından yapılan eleştirilerle ilgili açıklama yaptı. Açıklamada, "Genelkurmay Başkanlığı'ndan talep edilen tüm bilgi ve belgeler ilgili birimlere gönderilmiştir" denildi. 1 Ekim:
TBMM Genel Kurulu, 24. Dönem 2. Yasama Yılı törenlerle başlıyor. Meclis açılışı öncesi milletvekillerinin masalarına çiçek buketleri bırakıldı. Ardından Meclis Başkanı Cemil Çiçek açılış konuşmasını yaptı. Bu konuşmanın ardından alkışlarla kürsüye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye'ye, dünyaya, Meclis'e önemli mesajlar verdi. Gül'ün konuşmasının ardından Meclis'i boykot eden BDP'li vekiller aldıkları karar gereği Bengi Yıldız hariç yemin ettiler. -Yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu'da/Once Upon a Time in Anatolia”, “Oscar” olarak bilinen 84. Akademi Ödülleri'nde “En İyi Yabancı Film” kategorisinde aday adayı oldu. 2 Ekim: Avrupa Kadınlar Voleybol Şampiyonası'nda Milli Takımımız, İtalya'yı 3-2 yenerek Avrupa üçüncüsü oldu. 3 Ekim: Birinci Balyoz davasında emekli Orgeneral Çetin Doğan'ın da aralarında bulunduğu 162 sanığın tutukluluğa yaptıkları itiraz, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. İki üye hâkimin oy çokluğu ile alınan karara, mahkeme başkanı Şeref Akçay muhalefet şerhi koydu. Ayrıca 28 sanıklı 2. balyoz davası ile 196 sanıklı 1. balyoz davası birleştirildi. Toplam sanık sayısı 224 oldu.
09:15'te vefat etti. Erdoğan'ın 88 yaşındaki annesi uzun süredir tedavi görüyordu. Başbakan Erdoğan'ın Kısıklı'daki evinin önüne taziyeleri kabul etmesi için taziye çadırı kurulacak. 8 Ekim: İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'in askeri danışmanı, Türkiye'nin Suriye, NATO füze kalkanı ve Müslüman Arap ülkelerinde laikliği destekleme politikalarını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini yoksa kendi halkı ve komşularıyla sorunlar yaşayacağını söyledi. -DİSK, KESK, TMMOB VE TTB tarafından düzenlenen 'Tüm Temel Haklarımız için inşanca yaşamı savunuyoruz, eşit, özgür, demokratik bir Türkiye istiyoruz' mitingine 25 bin kişi katıldı. Mitingte HES'ler ve kadına şiddette protesto edildi. Farklı sivil toplum kuruluşlarından binlerce kişi renkli görüntülere imza attı. 9 Ekim: Mısır'da Hıristiyan Kıpti azınlığın geçtiğimiz günlerde bir kiliseye düzenlenen saldırıyı protesto ettiği gösteride olay-
5 Ekim: TBMM Genel Kurulunda, Irak'ın kuzeyine sınır ötesi operasyonlar için Hükümete verilen yetkiyi bir yıl uzatan Başbakanlık tezkeresi kabul edildi.
lar çıktı. Sağlık Bakanlığı, Kahire'de çıkan olaylarda 24 kişinin hayatını kaybettiğini ve 200'ün üzeride kişinin de yaralandığını açıkladı. 11 Ekim: İsrail ile Hamas'ın, esir değişimi konusunda anlaştığı bildirildi.Anlaşmaya göre 2006 yılında Hamas'ın esir aldığı İsrailli asker Gilad Şalid ve bin Filistinli mahkumun serbest bırakılacağı ifade edildi.
6 Ekim: Dünya, bugün 56 yaşında hayata gözlerini yuman Steve Jobs'ın yasını tutuyor. Ancak Suriyeliler için Jobs'ın ölümü özel bir anlam ifade ediyor. Suriyeliler sosyal medyada yaptıkları yorumlarda, biyolojik babası Suriye asıllı olan Apple CEO'suna sahip çıkarken Jobs'ın ölümünü, ülkedeki hükümet karşıtı protestolarla ilişkilendirdi. 7 Ekim: Türkiye ile Fransa arasında “İç Güvenlik Alanında İş Birliği” anlaşması imzalandı. -Başbakan Erdoğan'ın annesi Tenzile Erdoğan bu sabah
12 Ekim: Suriye'nin başkenti Şam'da bir araya gelen Esad yanlıları, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Suriye aleyhinde karar çıkmasını engelleyen Rusya ve Çin'e teşekkür etmek için düzenlenen mitinge katıldı. Topluluk ABD, AB ve Türkiye karşıtı sloganlar attı. -Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Üniversitesi'nin yeni Akademik Yıl açılış törenine katıldı. Başbakan konuşma yapacağı için öğrenciler Fen-Edebiyat Fakültesine sokulmadı, öğrenciler protesto gösterisi yaptı. 37 öğrenci gözaltına alındı. Erdoğan'ın konvoyunun Vezneciler Caddesi'nden geçtiği sırada sloganlar atarak makam aracına yaklaşan bir kişi yumurta fırlattı.
13 Ekim: Motorlu taşıtlar, içki, sigara ve cep telefonunda ÖTV çeşitli oranlarda artırıldı. ÖTV zammının ardından iş dünyasından yapılan değerlendirmelerde vergi artışının büyük ve ani olduğunu dile getirildi.
ammer Kaddafi öldürülmüştür” dedi. Libya’yı 42 yıl demir yumrukla yöneten Kaddafi’nin cesedi Mısurata’ya götürüldü.
15 Ekim: 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin kapanış gecesinde ödülller sahiplerini buldu. Gecede en iyi film ödülünü "Güzel Günler Göreceğiz" filmi aldı.
16 Ekim: Bankalar ile politikacıları uluslararası ekonomik krizin sorumlusu olarak gösteren ve krizin neden olduğu toplumsal sorunları protesto eden ABD'li göstericilerin Wall Street karşıtı hareketi, dünyanın dört bir yanına sıçramış durumda. -Avrupa başta olmak üzere Asya, Latin Amerika, Afrika ve Okyanusya'ya sıçrayan gösteriler, son yılların en büyük küresel protesto eylemine dönüşüyor.
21 Ekim Hakkari'nin Çukurca İlçesi'nde şehit olan 24 asker son yolculuklarına gözyaşlarıyla uğurlandı. Şehitler için 22 ilde düzenlenen cenaze törenine binlerce insan koştu. Sinop'ta Piyade Uzman Çavuş Halil Özdoğru'nun cenazesine 15 bin kişi katıldı. Adana'da çavuş Koray Özel'i 10 bin, Erzurum'da Piyade Onbaşı Mesut Kazanç'ı 50 bin kişi, Aksaray'da jandarma komando onbaşı Yavuz Çoban'ı 10 bin, Yozgat'ta jandarma üsteğmen Murat Bek'i 8 bin, Aydın'ın Nazilli İlçesi'nde komando er Mehmet Çetin'i 30 bin kişi uğurladı.
17 Ekim: İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi David Reddaway, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Kasım ayında İngiltere'ye ziyarette bulunacağını belirterek, “Bu ziyaretin çok önemli bir savunma unsuru olacak. Ziyaret öncesinde veya sırasında anlaşma imzalanmasını bekliyoruz” dedi. 19 Ekim: Hakkari'nin Çukurca İlçesi'nde güvenlik güçleri ve sınırdaki askeri birliğe PKK'lı teröristler tarafından ağır silahlarla eş zamanlı düzenlenen saldırıda 24 asker şehit düştü, 18 asker yaralandı. 20 Ekim Libya’da Şubat ayında başlayan ayaklanma neticesinde Batı’nın da desteği ile devrilen Muammer Kaddafi bugün öldürüldü. Kadafi’nin memleketi Sirte’de isyancılar tarafından öldürüldüğü açıklandı. Kaddafi’nin bir drenaj borusunun içinde saklanırken bulunduğu öne sürüldü. Libya Ulusal Geçiş Konseyi Mahmud Cibril, düzenlediği basın toplantısında “Bu anı çok uzun zamandır bekliyorduk. Mu-
23 Ekim Van'da Tabanlı köyü merkezli 7.2 büyüklüğünde deprem meydana geldi. İlk belirlemelere göre çoğunluğu Erciş'te olmak üzere 100'ü aşkın kişi hayatını kaybetti, 500 kişi de yaralandı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Mustafa Erdik ise depremde 700 ila 1000 kişi arasında vatandaşın hayatını kaybetmiş olabileceğini tahmin ettiklerini söyledi. Öte yandan depremin ardından bölgede 83 tane artçı deprem meydana geldi.
Bir İsyan Süreci: İsrail'de 'Sosyal Adalet' Eylemleri Uğur Burak Ursavaş 2011'in son yarısını yaşarken Avrupa'dan aralarında İrlanda, İspanya, Portekiz ve Yunanistan'ın da olduğu birçok ülkede kemer sıkma politikaları halk tarafında protesto ediliyor. ABD'de ise “Wall Street'i işgal et” sloganıyla kapitalizm karşıtı eylemler yayılıyor. Şilili öğrenciler de eğitim sistemini aylardır süren eylemleriyle okul ve sokaklarda protesto ediyor. Dünyanın sokaklarından seslerin yükseldiği bir diğer ülkesi ise İsrail. Türk medyasında her ne kadar kısıtlı bir biçimde yer edinmiş olsa da İsrail'de üç ayı aşkın bir süredir devam eden ve kitlelerinin gün geçtikçe daha da fazla katılım sağlayarak devam ettirdikleri protestolar mevcut. İsrail'de şuan çok farklı boyutlara taşınan bu süreç, 14 Temmuz Bastille'in düşüşü gününde birkaç gencin ülkenin ciddi bir sorunu olan konut fiyatlarını protesto etmeleriyle başladı. Ülkenin en büyük şehri olan Tel Aviv'de, Rothschild Bulvarı'na çadır kurup bu durumu protesto eden gençler, ülke ve dünya basınında yer aldı ve bunu toplumdan da artan sayıda kişinin destek vermesi izledi. Kendiliğinden başlayan bu protesto zincirlerinin altında sadece konut fiyatları yatmıyor. Konut sorunu hâlihazırda ülkenin çok ciddi bir sorunu ve dış basına da yansımış bir sorun. Bu protesto zincirlerine katılımın yoğunluğunun artarak devam etmesine neden olan şey hükümetin halkın ihtiyaçlarını karşılamadaki yetersizliği. Koalisyon hükümeti konut, gıda ve petrol fiyatlarındaki artışı önleyemediği gibi
eğitim, sağlık ve ekonomide de durumu halk iyi görmüyor. İşte tablonun bu kadar geniş oluşu protestolara katılan kitlelerin de çok farklı çevrelerden olması sonucunu doğuruyor. Temmuz ayının ortalarında birkaç kişi olarak eylemlerine başlayan bu çadır protestocularının eylemlerinin üzerinden henüz bir hafta geçmesine rağmen 23 Temmuz Cumartesi günü Tel Aviv'de yaklaşık 20,000 kişinin katılımıyla büyük bir gösteri düzenlendi. Ağustos ayında da devam eden eylemler sadece Tel Aviv ve Kudüs gibi büyük şehirlerde yapılmadı. Ağustos ayının ortalarında ülkenin küçük şehirlerinin de seslerini duyurmak ve ülkenin Tel Aviv ve Kudüs gibi büyük şehirlerden ibaret olmadığını göstermek adına halk “Şimdi de geri kalanın sesi duyulsun” sloganıyla sokaklara döküldü. Bir ayı geçkin bir süredir eylemlere ülkenin çeşitli yerinde devam edildi ve ağustos ayının sonuna gelindiğinde çadırlardaki karnaval atmosferi yerini eylül ayının başında (3 Eylül) yapılacak olan ve bir milyon katılımcının beklendiği büyük protestonun ağır havasına bıraktı. Ayın sonuna doğru katılımcıların sayısında bir düşüşün gözlenmesine karşılık Öğrenci Birliği Başkanı It-
zak Shmuli “Binlerce İsrailli artık hükümeti yönlendirebileceğinin ya da değiştirebileceğinin farkında. Protestolar bitemez.” açıklamasında bulundu.
Ülkenin her yerinde düzenlenen protestolarda halk, en temel biçimiyle 'sosyal adalet' talep ediyor. Halkın bu talepleriyle uzlaşmak ve artarak devam eden bu gösterilere cevap vermek adına oluşturulan komitenin başkanlığına Başbakan Binyamin Netanyahu tarafından Profesör Manuel Trajtenberg atandı. Trajtenberg, halkın
düşünen halk, liselere kadar inen öğrencilerle birlikte sokaklara dökülüyor. 3 Eylül Cumartesi günü protesto liderlerinin önceden belirttiği üzere büyük bir kitle gösterisi gerçekleşti. Yayın akışını keserek canlı olarak meydanlara bağlanan televizyonlar, ülke tarihinin en büyük kitle gösterisini yayınladı. Hesaplamalara göre Tel Aviv'den 300,000, Kudüs'ten 40,000 ve Hayfa'dan da 30.000 kişi olmak üzere ülke çapında yarım milyona yakın insan kitle gösterilerine katıldı. Meydanlara çıkıp 'sosyal adalet' talep eden halk, her ne kadar hükümet karşıtı pankartlar taşıyıp, sloganlar atsa da, hükümetin elindeki enstrümanları daha etkili bir biçimde kullanmasından yana. Çünkü halk, hükümetin varlığını hissettiremediği birçok alanda özel şirketlerin kendi çıkarlarını ön planda tutarak halkın çıkarlarının ikinci plana atıldığını düşünüyor. Diğer yandan halkın hükümetin artık kendilerini temsil etmediğini düşünmesi hükümet açısından bir sonraki seçimlerde işleri zorlaştıracağa benziyor. Bir Son Mu? Yoksa Yine Bir Başlangıç Mı?
taleplerine karşılık verilmesi için ekonomi ve eğitim alanında gerekli reformların yapılmasının ve bunun da ancak diğer bakanlıkların bütçelerinde kesintiler yapılması durumunda mümkün olabileceğini açıkladı. Trajtenberg'in Başbakan Netanyahu tarafından komitenin başkanı olarak atanması konusunda ise Rothschild Bulvarı'na çadır kurarak çadır protestolarını başlatarak protesto zincirlerine başından sonuna kadar etkin bir biçimde liderlik eden Daphni Leef, başbakana komitenin başkanı olarak Trajtenberg yerine iktisat alanında bir uzmanın atanması gerektiği çağrısında bulundu. Ek olarak Daphni Leef, 3 Eylül Cumartesi günü yapılacak olan protestolara ülke çapında bir milyon kişinin katılmasını beklediklerini ifade ederken, bunun ülke tarihindeki en büyük protesto olacağını da ekledi.
63 yıllık ülke tarihinin en büyük kitle gösterilerine tanık olunması sonunda gelinen bu nokta, büyük reformların yapılmasını, çalışan sınıfın haklarının genişletilmesini ve çalışma koşullarının düzeltilmesini zorunlu kılıyor. Özellikle eğitim ve konut sıkıntısının acilen çözüme kavuşturulması, gösterilerin ciddi bir biçimde meydanlara dökülmeye başladığı temmuz ayının sonundan itibaren zaten zorunlu ve öncelikli bir konu. 'Sosyal adalet' eylemcilerinin talepleriyle uzlaşmak
Ülke Tarihinin En Büyük Protestosu Protestolara katılan halkın çok önemli bir kısmının apolitik oluşu ve eylemcilerin çok farklı çevrelerden oluşu göz önünde alındığında karşılaşılan sorunun da o derece geniş olduğu görülüyor. İsrail medyası eylemler konusunda orta sınıfa ayrıca yer verip analizler yapıyor çünkü orta sınıfın sokaklara böylesine dökülmesi zor ve ülkede orta sınıfın üstesinden gelmesi gereken muazzam sorunlar var. Özellikle özelleştirmelerin ve vergi düzeninin altında ezildiğini hisseden orta sınıf, son dönemlerde tırmanan gıda, petrol ve konut fiyatlarıyla da karşı karşıya gelmiş durumda. Hükümetin sadece savunma ve güvenlik konusunda sorumluluğunun bulunmadığını düşünen halk, hükümetin aynı şekilde eğitim, sağlık ve ekonomiden de sorumlu olduğunu düşünüyor. Diğer yandan halkta gelecek konusunda bir umutsuzluk havası hâkim. Çalışma koşullarının ağırlaşması, iş güvenliği, emeklilik ve özel sektördeki tekelci eğilim sebebiyle gelecek nesilleri daha da zor bir ortamın karşılayacağını
üzere kurulan komitenin başbakan tarafında atanan başkanı Manuel Trajtenberg, “Trajtenberg Raporu” olarak bilinen raporda sona gelinmesiyle, hazırladıkları raporu 26 Eylül Pazartesi günü Başbakan Netanyahu'ya sundu. Hazırlanan raporda 196,000 yeni konut için onay, kurumlar vergisi ve sermaye gelir vergisi için artırım, ücretsiz eğitim yaşının üçe indirilmesi, süt ve yumurta gibi ürünlerin fiyatlarının aşağıya çekilmesi, ülkenin uzak noktalarından merkezine yeni ulaşım hatlarının kurulması ve öğrenciler için toplu taşıma fiyatlarının yarı yarıya indirilmesi gibi maddeler yer alıyor. Kendilerine belirledikleri hedefin ülkede hayat pahalılığını düşürmek
olduğunu belirten Netanyahu, eğitim ve sosyal hizmetlerin vatandaşlar için çok pahalı olduğunun farkına vardıklarını ve komite üyelerinin hayat pahalılığını düşürmek gibi bir amaçla bu raporu hazırladıklarını belirtti. Bu komitenin bir imkânsızı yaparak raporu bir hafta gibi
kısa bir sürede bitirdiğini belirten Netanyahu, komisyonun sıkı çalıştığını da belirterek bu sonuca halkla bir diyalog sürecinde varıldığını ifade etti. Ayrıca kendilerinden önceki hükümetlerin bu derecede kapsayıcı hiçbir reform yapmadıklarına da dikkat çekti. Kendi hükümetlerinde önceliğin savunma olduğunu belirtirken, bütçeden ayrılan en büyük payın yine savunmaya ayırılacağını ve bu konuda hükümetin aktif ve şeffaf bir tutum sergileyeceğini ifade etti. Başbakanın bu açıklamaları sonucunda ciddi bir hayal kırıklığı yaşadıklarını belirten protesto liderlerinden Regev Contes, “Konuşulan rakamlar halkın ihtiyaçlarını karşılamanın yanından bile geçmiyor.” derken, 3 Ekim Pazartesi günü kabinenin oylamasına sunulması gereken rapor, üniversite öğrencilerinden ve koalisyon ortaklarında gelen yoğun baskılar sebebiyle ertelendi. Özellikle üniversite öğrencilerinden çok yoğun baskıların gelmesi üzerine Öğrenci Birliği Başkanı Itzak Shmuli, kabinenin tüm bakanlarına yaptığı çağrıda raporun oylanmasının ertelenmesini talep etti. Turizm bakanı Yisrael Beineitu ise ülke halkı ve ekonomisi için yüksek derecede öneme sahip bir konuda sıfır hazırlık süresinde ortaya çıkartılan bir raporun tartışılıp kabinenin onayına sunulmasının mantıksızlık olduğunu belirterek oylamanın ertelenmesini talep edeceğini, oylamanın ertelenmemesi durumunda ise ret oyu kullanacağını vurguladı. 9 Ekim'e gelindiğinde ise ertelenen rapor Binyamin Netanyahu'nun kabinede gerekli çoğunluğu sağlamasının ardından oylandı ve kabul edildi. Netanyahu, kabine toplantısında rapora birtakım değişikliklerle birlikte 1 Ocak'a kadar son halinin verileceğini, bundan sonra ise raporun Knesset'in oylamasına sunularak uygulamaya geçileceğini belirtti.
Bunu “büyük bir hata” olarak nitelendiren Öğrenci Birliği Başkanı Itzak Shmuli ise çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadıklarını dile getirerek “Karmaşık problemler kelime oyunlarıyla çözülemez. Bir sonraki adıma geçmek durumda olsak bile -gerek sokaklarda gerekse Ksennet'in koridorlarında- mücadelemize devam edeceğiz.” dedikten bir gün sonra bu adımı açıkladı. 29 Ekim'de büyük bir kitle gösterisi düzenleyeceklerini ve 1 Kasım'da ise ülkenin ulusal çaptaki ilk grevinin gerçekleştirileceğini belirtti. Protesto liderlerinin bir sonraki adımı açıklamalarının ardından, İsrail İşçi Sendikası başkanı Ofer Eini'den de destek geldi. İki hafta içinde grev ilan edebilecek duruma geleceklerini duyuran İsrail İşçi Sendikası Başkanı'nın bu sözlerinin ardında Trajtenberg Raporu'na duyulan öfke yatıyor. Gelinen bu noktada, Trajtenberg Raporu'nun yetersiz bulunması sebebiyle ekim ayının sonunda bir kitle gösterisinin düzenlenip 1 Kasım'da da 63 yıllık ülke tarihinde ilk kez genel grev ilan edilmesi söz konusu. Ülkede genel olarak bir umutsuzluk havası hâkim. Ekim ayının sonunda planlanan kitle gösterisinin ve 1 Kasım'da ilan edilecek olan genel grevin sonucunda halkın sosyal adalet taleplerinin karşısında hükümetin ne gibi değişiklikler yapacağı ve halkın buna olumlu ya da olumsuz vereceği tepkiler ne olacak sorularının yanıtını ise zaman gösterecek. Kaynakça www.cnnturk.com/2011/dunya/08/06/israilde.250.bin.kisi. sokaga.dokuldu/625318.0/ www.guardian.co.uk/world/2011/sep/04/israel-protestssocial-justice www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDet ayV3&ArticleID=1062402&CategoryID=82 www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4133108,00.html www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4133784,00.html www.ynetnews.com/articles/0,7340,L-4114472,00.html
DÜNYA SAVAŞLARI AMERİKA VE EMPERYALİZM Kadriye Aydın
Giriş Emperyalizm, bir devletin kendi sınırları dışındaki başka halklar ve onların toprakları üzerinde, onların rızası olmadan egemenlik kurma yönündeki politikasıdır.1 Aslında bu kavram insanlığın tarihi kadar eskidir. Emperyalizm, zaman içerisinde değişik adlar almış olsa da tarihin her döneminde etkisini hissettirmiştir. Emperyalizm olgusunu salt kelime anlamıyla ele alacak olursak eğer, kelimenin yaygın olarak kullanılışı 1870'lere, İngiltere'ye dek uzanmaktadır.
devletlerin genişleme politikalarında as olan etmen pazar bulma girişimleridir. Bu nedenle emperyalizm olgusunu incelerken pazarın etkisini unutmamak ve bu konuda hassas davranmak bizim için yararlı olacaktır. Tarihi ve Modern Emperyalizm kavramlarını açık-
Biz bu yazıda emperyalizmi dönemsel olarak inceleyeceğiz. İncelememizi kolaylaştırmak maksadı ile emperyalizmi Modern Emperyalizm ve Tarihi Emperyalizm diye 2'ye ayırmak mümkündür. Modern Emperyalizm başlığına ek başlık olarak da “Kültür Emperyalizmi” başlığını eklememiz yerinde bir karar olacaktır. Tarihi Emperyalizm'i anlatırken Thomas Hobbes ve Hobbes'in “Tabii Hal” kuramından yararlanmak, emperyalizm ve “Tabii Hal” 2 arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını, varsa nasıl bir ilişki olduğunu irdelemek, emperyalizmi anlamamızda bize büyük bir fayda sağlayacaktır ve bizlere emperyalizm olgusuna farklı pencerelerden bakma özelliği kazandıracaktır. Dünya üzerinde yaşanan her şeyde nasıl iki taraf mevcutsa, emperyalizm kavramında da iki taraf mevcuttur. Taraflardan biri emperyalist ülke, diğeri ise kaynakları sömürülen ülkedir. Bu nedenle emperyalizmin meydana getirdiği durumlara her iki ülke açısından bakmakta yarar vardır. Emperyalizm içinde birçok dramatik öğe barındırmakla birlikte aslında ülkelerin izlemiş oldukları siyaset açısından da bizleri fazlasıyla bilgilendirmektedir. Bir ülkenin emperyalizm politikaları ile o ülkenin genişleme politikası birebir aynıdır demek abartı bir kanı olabilir ama genel itibariyle bu iki politika birbiri ile uyuşmaktadır. Bu genişleme salt toprak anlamında bir genişleme anlamı taşımamaktadır. Günümüz koşulları itibariyle,
ladıktan sonra Birinci Dünya Savaşı'na ve ülkelerin bu savaştaki rollerine, İkinci Dünya Savaşına yol açan etmenlere değinilecek en son da ABD, emperyalizm ve küreselleşme ilişkisi kurularak emperyalizm anlatılmaya çalışılacaktır.
Tarihi Emperyalizm ve Modern Emperyalizm Tarihi Emperyalizm, kişiler arasında yaşanan ve doğal bir süreç olarak algılayabileceğimiz emperyalizm çeşididir. Machiavelli, Bacon, Hitler gibi kişilerin fikirleri ile uyuşmaktadır. Onlara göre emperyalizm, var olabilmek için verilen mücadelenin bir parçasıdır, yani doğal bir süreçtir. Özet olarak Tarihi Emperyalizm bireyler arasında gerçekleşen, mikro düzeyde olan emperyalizm örneğidir. Thomas Hobbes da, “Tabiî Hal” kuramında benzer bir görüşü anlatmaktadır. Hobbes burada herkesin herkese karşı olduğu bir savaş( Warre) durumunu tasvir etmiştir. Hobbes'a göre bu durumda “ Doğru ve
Yanlış, Adil ve Adaletsiz…” gibi kavramlara yer yoktur. Herkes gücünün yettiği oranda ayakta kalmak için çabalamaktadır. Yani bu halde önemli olan tek şey güçtür ve en güçlü, herkesin hakkını alma hakkına sahiptir. Bu durum emperyalizmin ilkel bir örneği olmakla birlikte, bugünkü emperyalizm kavramına neredeyse tıpatıp uyan bir durumdur. Yani anlaşılacağı üzere burada da doğal bir süreç mevcuttur: kişi kendini savunmak, hayatta kalmak maksadı ile karşısındaki kişiye güç uygulamakta ve emperyalizmi dar anlamda gerçekleştirmektedir. Hobbes'in “Tabiî Hal” i birebir emperyalizm kavramı ile özdeşleşmese de emperyalizmin şekil değiştirmiş bir boyutunu anlatmaktadır. Bu durumu şöyle izah etmek de mümkündür; Hobbes'un, Toplum Sözleş-
mesi'ne giden yol bir nevi emperyalizmin yoludur ve bu sözleşme de emperyalizme karşı yapılmış bir anlaşmadır.Emperyalizm hayatımıza hemen hemen her yönden ulaşmıştır ve bunun en belirgin şekli emperyalizmin sermayeleşmiş şekli olan kapitalizmdir. Yani artık emperyalizm daha kolay yollardan gerçekleştirilmektedir. Birkaç asır öncesindeki savaşların yerini artık sanayi, ticaret, teknoloji gibi olgular almıştır ve artık emperyalizmin yayılma şekli bu olgulardır. Modern Emperyalizm burada devreye girmektedir. Yukarıda değindiğim olay, yani emperyalizmin topraktan pazara kaymış olması bu durumun alternatif bir söylemidir. Kültür Emperyalizmi de bu durumla ilgilidir. Kültür Emperyalizmi gelişmiş herhangi bir devletin, gelişmemiş veya gelişmekte olan bir ülkeyi tek tip bir hale çevirme sürecidir. Bu durumu şu şekilde açıklamak yararlı olacaktır: Artık bütün insanlar aynı şeyleri yiyiyor, aynı şeyleri giyiyor, aynı müziği dinliyor… Bu listeyi istediğimiz kadar uzatmamız mümkün. Marka tabiri de bu sürecin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.3 Bu duruma varmamızdaki en etkili olay ise 1750'lerde İngiltere'de gerçekleşmeye başlamış fakat bir süre sonra Amerika'ya sıçramış olan Sanayi Devrimidir. Yani Sanayi Devrimi, Modern Emperyalizmin başlangıç noktasıdır ve kapitalizme açılan en büyük kapıdır. Sanayi Devrimi'nin ilk aşamaları İngiltere'de gerçekleşmiş olsa da bu devrimin en fazla yarar sağladığı ülke Amerika olmuştur. Uzun zaman boyunca İngiltere'nin sömürgesi olarak varlığını devam ettirmiş olan Amerika bu süreçten sonra güçlenmeye başlamış ve emperyalizmin merkezi haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı ile Emperyalizmin Efendisi haline gelmiş olan Amerika, 1991'de SSCB'nin yıkılması ile rahat bir nefes almıştır ve “Sosyalizmin Ölümü” olarak tabir edilen bu olayın ardından kapitalizmin daha fazla güçlenmesine ve tüm dünyada daha etkin hale gelmesine yol açmıştır. Bu sürecin sonunda ise Modern Emperyalizm gelişim aşamasına girmiştir.
Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı ile emperyalizm kavramı iç içe geçmiş konulardır. Çünkü Birinci Dünya Savaşı, esas itibariyle bir emperyalizm savaşıdır. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşını anlamak, emperyalizm kavramını anlamamızda bize büyük kolaylık sağlayacaktır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun bu savaştaki yeri, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprakları üzerine yapılan gizli anlaşmalar ve Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarının paylaşımı üzerinde çıkan anlaşmazlıklar emperyalizmin dünyaya ne ölçüde hâkim olduğunu göstermiştir. Birinci
Dünya Savaşı'nın sonunda anlaşılmıştır ki, emperyalizm, uluslararası alanda ülkelerin çıkarlarının korunmasındaki en önemli olgudur. Osmanlı İmparatorluğu için emperyalizm kavramını bu savaş ile başlatmak yanlış olur. Osmanlı İmparatorluğu ile emperyalizmin tanışma tarihini 1856 Kırım Savaşına kadar götürebiliriz. Çünkü Osmanlı, ilk dış borcunu bu savaşta İngiltere'den almıştır ve zamanı geldiğinde borcunu ödeyememiştir. Osmanlı'nın, emperyalizm ile yüzleşmesi bu olaydan sonra gerçekleşmiştir. Borcunu ödeyemeyen Osmanlı için Batılı devletlerin reçetesi ise 1881 yılında Duyun-u Umumiye yani Genel Borçlar adı ile kurulan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bağımsızlığına gölge düşüren kurumdur. Osmanlı üzerindeki emperyalizm pençesini buradan başlatmak daha yararlı olacaktır. Giriş bölümünde de dediğim gibi, tarihin her döneminde emperyalizm varlığını korumuştur ve her insan, her topluluk emperyalist tavırlar sergilemiştir. Orta Çağ'ın süper gücü olan Osmanlı İmparatorluğu da birtakım emperyalist hareketler sergilemiştir. Ama bu durumu, 2011 yılının zihniyeti ile değerlendirmek yanlıştır. Osmanlı'nın emperyalist hareketlerine Orta Çağ zihniyeti ile bakmak gereklidir. Çünkü Orta Çağda, insan hakları-demokrasi gibi kavramlar yoktur ve bu durumda da emperyalizmin egemenliği tüm tarım imparatorluklarında geçerlidir. Bugünkü anlamıyla bir emperyalizm örneği olmasa da, emperyalizmin varlığı söz konusudur. Özellikle, Orta Çağın en önemli özelliklerinden biri olan, insanları inandığı dine göre sınıflandırma durumu, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki emperyalizmin en önemli örneğidir.4 Birinci Dünya Savaşına geri dönecek olursak eğer, 1871'de Alman Birliği ve İtalyan Birliği'nin kurulmasının ardından Avrupa'da dengeler değişti. Bu değişimlerden dolayı meydana gelen olumsuz durumların yol açtığı ve ilerleyen zamanlarda gözle görülür bir şekilde sömürgecilik kavgasına dönüşen pazar arayışları, öncelikle Almanya ve İngiltere arasında soğuk rüzgârlar estirmeye başladı. Gelişen olaylar ve Avusturya-Macaristan'ın aşırılıkları sonucunda, 1914 yılının Haziran'ında Sırplı bir milliyetçi olan Princip'in, Avusturya-Macaristan Veliahdını öldürmesi ile Birinci Dünya Savaşı resmen başlamış kabul edildi. Avusturya-Macaristan İmpratorluğu'nun, Saraybosna'da hak iddia etmesinin sebep olduğu bu olay kimi tarihçilere göre savaşın esas nedeni değildi, savaşa neden olan esas durum Almanya'nın İngiltere'nin sömürgelerine göz dikmiş olması ve uluslararası alanda devletlerin birbirlerine karşı duydukları güvensizliklerin giderek artmasıydı. 19. yüzyıldan beri süregelen ve 20. yüzyılın kaderi olarak kabul edilen devletlerin birbirine karşı duydukları güvensizlik, emperyalizm ve silahlanma yarışı dünyayı savaşa götüren en büyük nedenlerdir. Savaşta İttifak ve İtilaf Devletleri olmak üzere iki taraf oluşturulmuştur. İttifak Grubu'nun başını çeken Al-
manya, savaş devam ederken Osmanlı İmparatorluğunu yanında savaşa sokmaya ikna etmeye çalışmıştır. Almanya'nın bu kararının birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden en önemlileri ise şunlardır: Osmanlı İmparatorluğu'nun jeopolitik konumundan yararlanmak, Halifelik sıfatını taşıyan Osmanlı Padişahı'nın etkisinden yararlanıp Müslüman toplumları kendi safına katmak ve savaştaki cephe yükünü azaltmak. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu ise savaşın başında tarafsız kalmayı tercih etmiş, bu tercihini 19. yüzyıldan beri toprak bütünlüğünü koruyan İngiltere'ye bildirmiştir. İngiltere ise, bu zamana kadar Rusya'nın sıcak denizlere inmesini önlemek amacı ile toprak bütünlüğünü korumuş olduğu Osmanlı İmparatorluğundan vazgeçmiştir; çünkü artık bir zamanlar karşısında durduğu Rusya ile Birinci Dünya Savaşında aynı safta yer alacaktır. Bu nedenle İngiltere, Rusya'yı Osmanlı İmparatorluğu üzerinde serbest bırakmaya karar vermiştir. Bu kararın getirmiş olduğu sorumluluklardan dolayı da, Osmanlı'nın tarafsız kalacağını belirten mektubuna herhangi bir cevap vermemiştir. Bunun neticesinde de Osmanlı'nın, “Denge Politikası”nı devam ettirebilmesi için Almanya'ya yaklaşması kendiliğinden gerçekleşmiştir. Savaş devam ederken İtilaf Devletleri gizli anlaşmalarla Osmanlı İmparatorluğunu parçalamış ve kendi aralarında bölüşmüşlerdi. İtalya'nın savaş devam ederken İttifak çatısından İtilaf çatısına geçmesinin nedeni de Osmanlı topraklarının bölüşüldüğü bu gizli anlaşmalardır. Savaş sonunda, bu gizli anlaşmaların birçoğu gerçekleşmemiş, İtalya'nın da çabaları sonuçsuz kalmıştır. Savaştan yenik ayrılan Osmanlı İmparatorluğu ise, çok ağır şartlar altında kendisine dayatılan Sevr Anlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. Osmanlı halkı da, yıllardır savaşmanın vermiş olduğu bıkkınlıktan dolayı Sevr'i desteklemiştir. Osmanlı topraklarında yaşayan birçok asker, gazeteci, aydın ise bu durumu kabullenememiştir. Özellikle Mustafa Kemal, Kazım Karabekir Paşaların önemli girişimleri sonucunda Osmanlı Halkı bir Kurtuluş Savaşı vermiştir. Bu savaştan alnının akıyla çıkan Osmanlı Halkı, Sevr'i yırtıp atmış onun yerine İsmet Paşa başkanlığında çok daha adil olan Lozan Anlaşmasını imzalamıştır. Bu yüzden Lozan, Türkiye'nin kurucu belge özelliğini taşımaktadır.
Savaşın Yönünü Geğiştiren Olaylar: Amerika'nın Savaşa Girmesi, Rusya'nın Savaştan Çekilmesi Fatih Sultan Mehmet'in, 1453 yılında İstanbul'u fethetmesiyle önemli ticaret yolları Osmanlıların eline geçmiştir. Ticaret yollarının Osmanlı'nın eline geçmesi bir süre sonra Batılı ülkeleri rahatsız etmeye başlamıştır. Doğu'ya gitmek için yeni yollar arayan Batılılar, yeni yol-
lar keşfedip Amerika kıtasını ortaya çıkarmışlardır. Bu keşiften sonra dünyanın düzeni değişmiş ve yeni ticaret yolları Batı'yı zenginleştirmiştir. Amerika'nın kullanılmamış kaynakları İngiltere'yi fazlasıyla cezbetmiştir ve Amerika, İngiltere'nin sömürgesi haline gelmiştir. Uzun bir dönem İngiliz sömürgesi olarak yaşayan Amerika, 1783'te İngiltere'nin sömürgesi olmaktan kurtulmaya karar vermiştir ve 13 Koloni bir devrim gerçekleştirmiştir. Dış ülkelerin de Amerika'ya destek vermesi sonucu Amerika 1783'te İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulmuştur. İngiltere'nin sömürgesinden kurtulan Ame-
Savaş devam ederken yaşanan bir diğer önemli olay ise Rusya'nın savaştan çekilme kararı almış olmasıdır. Rusya'da 1905'te Troçki önderliğinde Menşeviklerin gerçekleştirdiği ayaklanmadan sonra Çarlık büyük bir tehdit altında kaldı. Çarlık her ne kadar ayaklanmayı bastırmış olsa da, İkinci Nikola bazı ödünler vermeyi kabul etti ve Rus Meclisini(Duma) açmayı zorunlu gördü. Rusya, Birinci Dünya Savaşına böyle karmaşık bir durumda girdi. Fakat uzun bir süre bu şekilde devam etmeyi başaramadı ve 1917'ye gelene kadar ülkede maliye bozuldu, adaletsizlikler baş gösterdi. Bu nedenle 1917 yılına gelindiğinde Rus Halkı, Çarlık Rejimine karşı ayaklanmaktan başka yol bulamadı.5 Bu ayaklanma sebebiyle Çarlık, müttefiklerinden yardım istemek zorunda kaldı. İngiltere ve Fransa'nın, Rusya'ya göndermiş olduğu yardım kuvvetleri Osmanlı topraklarından geçmek zorundaydı. Türklerin, Çanakkale'de kazanmış olduğu zafer sonucunda Rusya'ya yardım ulaşamadı. Çarlık Rusya'sı ise daha fazla dayanamadı ve yıkıldı. Rusya'nın 1918 Mart'ında “Brest-Litovsk Barışı” ile savaştan çekilmesi Almanya'yı iki cephede savaşmaktan kurtarmıştır fakat savaşın seyrini pek fazla etkilememiştir. Çünkü savaşa yeni katılan Amerika, Rusya'nın boşluğunu fazlasıyla doldurmuştur.
Savaşın Sonu ve Wilson'un 14 Noktası
rika zaman içerisinde sömürülen devletler listesinden sömüren devletler listesine geçmiştir. Ve dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük savaşın, Birinci Dünya Savaşı'nın kaderini etkileyen bir ülke olmuştur. Almanya'nın, İngiltere ve Fransa'ya karşı denizaltı savaşına başlaması Amerika'nın uluslararası ticaretini büyük oranda tehdit etmeye başlamıştır. Alman denizaltıları uluslararası sularda karşılaştıkları gemileri savaşticaret-yolcu gemisi demeksizin batırmıştır. Ve bu batan gemilerde birçok Amerika vatandaşı yaşamını yitirmiştir. Bunun yanı sıra Almanya'nın, Meksika'yı Amerika aleyhine savaşa sokmaya çalıştığı da ortaya çıkarılmıştır. Bu durum 1 Mart 1917'de Amerikan Basınında yayınlanınca, kamuoyundan büyük bir tepki almıştır. Almanya'nın Bu iki hamlesi sonucu, Amerika 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan etmiştir. Amerika'nın savaşa İtilaf Devletleri çatısı altında girmiş olması Üçlü İtilaf Devletleri açısından büyük avantaj sağladı. Amerika o güne kadar savaşmadığından dolayı diğer devletler gibi yorgun değildi ve maddi anlamda da gücünü yitirmemişti. Amerika'nın bu şekilde Almanya'nın karşısına dikilmiş olması savaşın seyrini önemli ölçüde etkilemiştir.
1917'de Amerika'nın savaşa girmesi ile savaşın seyri değişmişti. İttifak Devletleri için Çanakkale Savaşı büyük bir zaferdi, yalnız genel tabloyu değiştirmeye yetmemişti. Osmanlı ve Almanya açısından, genel tablo tam bir felaketti. Ve artık İttifak Grubu'nun kazanma ümidi kalmamıştı. Bu sebeple 30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti, 11 Kasım 1918'de ise Almanya silahlarını bırakarak teslim oldular. Bu sürecin ardından ise İtilaf Devletleri ile İttifak Devletleri arasında bir takım anlaşmalar yapıldı. Özellikle Osmanlı ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Anlaşması çok ağır koşullar içeriyordu. Sevr, Osmanlı İmparatorluğunun ölüm belgesiydi. Almanya ile yapılan Versay Anlaşması da çok ağır koşullar içeriyordu. Bu ağır anlaşmaların getirmiş olduğu yükümlülükler bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasında etkili olacaktı. Amerika, 20. yüzyılın başında kendisi ile rekabet edebilecek başka devletler bulunmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra karşısında sadece Sovyetler Birliği'ni bulmuştur. Amerika'nın bu güce kavuşmasında Wilson'un etkisi azımsanmayacak ölçüde büyüktür. 19. yüzyıl birçok savaşa sahne olmuştur. 20. yüzyılın hemen başlarında ise Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Bu süreç içerisinde insanlar yorgun düşmüş ve artık savaşmaktan
usanmıştır. Bu nedenle Birinci Dünya Savaşından sonra, insanlar artık barış içinde yaşama fikrine sıkıca sarılmışlardır. Bu süreç içinde gelişen ve idealist olarak adlandırılan dönemin Amerika Başkanı Woodrow Wilson tarafından Wilson'cu düşünce ortaya atılmıştır. Bu şe-
zara geçiş tabiri de kullanılabilir. Ayrıca Wilson ilkelerinde, yenen devletlerin yenilen devletlerden toprak talep etmeyeceği, İngiltere'nin de bu duruma karşı çıkmadığı unutulmamalıdır. Buradan da çok net bir şekilde anlaşılmaktadır ki artık toprak emperyalizmi ortadan kalkmıştır. Wilsoncu İdealizm liberalizmi tercih etmiştir. Bu, sömürgecilik faaliyetlerine geç kalan Amerika'nın kendisine pazar bulma çabalarının bir ürünüdür. Amerika' nın ekonomik anlamdaki üstünlüğü 20. yüzyılın başlarında hissedilmeye başlamasına rağmen, savaş sonrasında bu durum daha belirgin hale gelmiştir. Savaştan sonra dünyadaki ürünlerin 1/3'inden fazlasını Amerika tek başına üretmektedir. 1919 yılında ise artık Amerika, Avrupa'dan daha büyük bir ekonomiye sahip hale gelmiştir.6 Amerika savaşta yenen taraftadır ve bu durumu muhafaza etmek istemektedir. Wilson İdealizmi, Amerika'nın statükosunu korumaya yöneliktir ve bu durumdan Amerika ve İngiltere yarar sağlamaktadır.
İkinci Dünya Savaşına Giden Yol ve Savaşın Ardından
kilde de Amerika adeta bir kurtarıcı olarak görülmeye başlanmıştır. Savaşmaktan usanmış olan insanlar Wilson'un görüşlerine sahip çıkmış ve bu görüşleri kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir. Wilson tarafından ortaya atılan bu görüşler bütün insanların beğenisini toplamıştır. Wilson'un 14 Noktası, açıklık ilkesi, denizlerde seyir serbestliğinin sağlanması, dış ticaretteki engellemelerin kaldırılması, silahsızlanmaya gidilmesi gibi maddeler içermektedir. Wilson'un 14 Noktası'nın tamamını bu makaleye sığdırmak ve incelemek mümkün değildir. Fakat özellikle üzerinde durulması gereken birkaç konu vardır. İlk olarak “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” tartışmalarına bakmalıyız. Aynı dönemin iki lideri Lenin ve Wilson bu konu hakkında hem fikirdirler. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı düşüncesini, ulusların ne şekilde uygulayacağı noktasında ise iki liderin görüşü farklılık göstermektedir. Lenin, bu hakkı kullanma da Sosyalizm'den yanayken, Wilson Yayılmacı Liberalizm'i tercih etmektedir. Wilson'un ortaya atmış olduğu bu durum, (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı) savaş sonrası uluslararası ortamın oluşmasında belirleyici olmuştur. Burada bir yandan toplumlar özgürleştirilirken, diğer yandan da emperyalizmin kucağına atılmıştır. Çünkü imparatorluklardan kopan uluslar, ulus-devlet olana kadar, herhangi bir büyük devlet onlar adına karar alacaktır. Bu durum emperyalizmin şekil değiştirmiş halidir. Topraktan, pa-
Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, Wilson İlkeleri ile sağlanmış olan barış ortamı uzun süre geçerliliğini koruyamadı ve dünyada tekrardan savaş çanları çalmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından değişen dengeler tüm ülkeleri etkisi altında bırakmıştır. İkinci bir dünya savaşının yaşanmasında birçok neden etkili olmuştur. Fakat bu nedenlerden en önemlisi olarak kabul edilebilecek olan, Birinci Dünya Savaşı ardından yapılan ve yenilen devletleri çok zor durumda bırakan anlaşmalardır. Bu durumu Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya açısından ele almak yararlı olacaktır. Osmanlı ile yapılan Sevr Anlaşması'nın geçersiz ilan edilip yerine, büyük bir Kurtuluş Mücadelesi ve diplomasi savaşı ile kazanılmış olan Lozan Anlaşması'nın imzalanması ile Türkiye Devleti kurulmuş ve Türkiye'deki halklar, Sevr'in ağır şartlarından kurtulmuşlardır. Almanya ile yapılan Versay Anlaşması ise böyle bir süreç sonunda geçersiz sayılmamıştır. Bu anlaşma sebebiyle de oldukça zor günler geçiren Almanya'da bir savaş havasının oluşması şaşılacak bir durum değildir. Ülke içindeki karışıklıklarla başlayan huzursuz ortam, daha sonraları tüm dünyayı etkisi altında bırakacak ikinci bir dünya savaşının ilk belirtileridir. Ülke içinde de birçok karışık durumun varlığı ile zor günler geçiren Almanya'nın başına 1933'te asker kökenli olan Adolf Hitler gelmiştir. Hitler, Birinci Dünya Savaşından sonra, Almanya'nın yaşadığı zor günlerde milliyetçilik, sosyalizm, anti-komünizm gibi söylemlerle karizmatik bir lider olarak ortaya çıkmıştır. Ekonominin düzene girmesi ve ordunun tekrardan silahlandırılması üzerine dış politikasını inşa eden Hitler, orta ve alt sınıfın
isteklerine cevap vermiştir. Hitler, ekonomiyi ve orduyu güçlendirerek faşist bir rejim kurmuştur. Almanya 1 Eylül 1939'de Polonya'ya savaş ilan eder. Alman yaşam alanını(Lebensraum) genişletme çabası olan bu savaş ilanı Hitler'in saldırgan dış politikasının bir sonucudur. Bu şekilde 20. yüzyılın ikinci büyük savaşı olan ve dönemin tüm büyük güçlerinin katıldığı İkinci Dünya Savaşı başlamış olur. Hitler'in, Yahudi Irkını bitirmek için verdiği mücadele ise dehşet vericidir. Savaşın Varşova'da başlamış olması ve Varşova'da yaşayan Yahudilerin, ikinci sınıf insan muamelesi görmesi ve hatta daha kötü şartlar altında yaşamaları savaşın ne denli acımasız bir olgu olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Amerika'nın, Japonya'ya(Nagazaki ve Hiroşi-ma) atom bombası atmış olması da savaşın acımasızlı-ğının bir başka sonucudur. Savaşın getirdiği yükümlü-lükler, ülkelerin bu savaştaki tutumları, Almanya'nın iki-ye bölünmesi gibi meydana gelen olaylar dünyadaki barış düzenini tehdit eder hale gelmiştir. Savaştan sonra dünyanın, batı ve doğu bloğu olmak üzere iki kutuplu bir hale gelmiş olması ise zihinlerdeki barış ümitlerinin tamamen silinmesine sebep olmuştur. Savaştan sonra oluşan bu iki kutuplu dünya düzenine geçişle birlikte soğuk savaş başlamış kabul edilir. Bu döneme Soğuk Savaş adını, İngiliz yazar George Orwell vermiştir. Nato'nun ve Cento'nun kuruluşu, Kore Savaşı ve daha birçok olay soğuk savaşın ürünüdür. Soğuk savaşın başlangıcında, Sovyetler Birliği'nin, Türkiye'den Doğu Anadolu'da Kars ve Ardahan olmak üzere toprak istekleri ile boğazlarda üs ve ortak savunma talep etmesi Türkiye'yi, Amerika'ya yakınlaştırdı. Amerika'ya yakın olma ve Nato'ya girme isteği ile Kore'ye asker yollayışımız bunun en açık örneğidir. 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması, ardından ise 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile dünyanın dengesi oldukça değişti. Soğuk savaşın sona ermesi ile iki kutuplu olan dünya düzeni Amerika başkanlığında yeni bir döneme girdi. Bu dönemden sonra kendisine diş bileyecek bir rakibi olmadığı için emperyalizm çalışmalarını daha kolay yürüten Amerika, birçok ülkeyi demokrasi ve insan haklarını öne sürerek işgal etmiştir.
Amerika, Emperyalizm ve Küreselleşşme Amerika, daha evvel de belirtildiği üzere 1783'te Fransa ve İspanya'nın yardımı ile İngiliz sömürgesi olmaktan çıkmıştır. Amerika'nın bundan sonra gelişmeye başlayan sömürgecilik hareketinin başlangıç noktası olarak 1823'te Amerika tarafından ilan edilen Monroe Doktrini kabul edilir. 19. yüzyılın sonlarına doğru Sanayi Devrimini tamamlayan Amerika, ürettiği malları elinden çıkarmak için yeni pazarlar aramaya başlamıştır.
19. yüzyılın sonlarına doğru İspanya İmparatorluğu oldukça zayıflamıştır ve denizaşırı sömürgelerindeki ayaklanmaları bastırmakta başarısız olmaya başlamıştır. Amerika ise gözünü İspanya sömürgelerine dikmiş, İspanya ile savaşmak için çeşitli bahaneler üretmeye başlamıştır. 1898 yılında, İspanya sömürgesi olan Küba'nın ayaklanmasının Amerika ve Küba arasındaki ticarete zarar verdiği gerekçesi ile Amerika, İspanya'ya savaş ilan eder ve bu savaşta İspanya yenik düşer. Savaş sonunda yapılan anlaşmada ise İspanya, sömürgelerinin büyük bir bölümünü Amerika'ya bırakmak zorunda kalır. Haydar Tunçkanat, Amerika, Emperyalizm ve CIA adlı kitabında bu durumu şöyle anlatmaktadır: “İspanyol sömürge idarelerine karşı ayaklanan sömürge halklarını bağımsızlıklarına kavuşturmak için İspanyollarla savaştığını ilan eden Amerika, kazandığı zaferden sonra, kurtarıcı olarak değil, bir işgalci olarak bu ülkelere girmiş ve onları ilhak etmiştir.” Bu süreçten sonra Birinci Dünya Savaşı yaşanır ve Amerika'nın bu savaştaki rolü savaşın yönünü değiştirecek kadar etkilidir. Ve bu aşamadan sonra Amerika, artık sömürgeciliği meslek haline getirip, girdiği bölgelerden asla çıkmamıştır. Güney Amerika'da yaşananlar bunun en açık örneğidir. Daha yakın bir zamandan bahsedecek olursak, Irak ve Amerika bağı göz önünde tutulmalıdır. İkinci Dünya Savaşının sonrasında ise Avrupa maddi yönden oldukça zor durumdadır ve Amerika'ya muhtaç haldedir. Amerika ise Marshall Yardımı adını verdiği yardım paketi ile Avrupa'ya yardım eli uzatmıştır. (Türkiye'de bu pakete dâhil olmuştur.) Önceleri askeri nitelikte olan bu yardım daha sonraları maddi yardıma dönüşmüştür. Avrupalı sömürgeciler savaştan sonra sömürgelerinin ulusal bağımsızlık savaşlarının üstesinden gelememiştir. Amerika ise Avrupa'dan boşalan yerleri doldurmuştur. Amerika, Truman Doktrini ile de, Türkiye ve Yunanistan'a el uzatmıştır. Birinci Dünya Savaşının ardından ele geçirdiği üstünlüğünü bu şekilde kuvvetlendirmiş olan Amerika'nın karşısındaki tek engel ise Sovyetler Birliğidir. 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile Amerika, bu engelden de kurtulmuştur. Bu süreçten sonra ise, dünya hızlı bir şekilde Amerika başkanlığında küreselleşme dönemine girmiştir. Küreselleşme, soğuk savaşın ardından dünyayı küçük bir köy haline dönüştürme çabalarının ürünüdür. Emperyalizmin son yıllardaki hızlı gelişiminde küreselleşmenin etkisi büyüktür. Dünya küçük bir köy haline gelirken, sınırların kalkması da söz konusu olmuştur. Bu sayede emperyalizmin kendisine pazar bulma girişimleri hız kazanmıştır. Özellikle, sömürgeciliğin sermayeleşmiş şekli olan kapitalizm büyük bir hızla gelişim göstermiştir. Bunun neticesinde soğuk savaş sonrasında özellikle son senelerde çok uluslu şirketlerin sayısında büyük bir artış gözlemlenmiştir. Kapitalizm, girdiği her ülkeye göre şekil değiştirmiş ve pazara uyum sağlamayı bilmiştir. Mc Donalds'dan örnek verecek olursak eğer,
bu kurum hemen hemen bütün ülkelerde mevcuttur ve bulunduğu ülkenin geleneklerine, kültürüne göre şekillenmektedir. Türkiye'de domuz eti kullanmaması bunun açıklayıcı bir örneğidir. Buradan anlaşılacağı üzere küreselleşme ile kapitalizmin iç içe geçmiş olduğu bir gerçektir.
SONUÇ Emperyalizm kavramı, hayatımızın her alanında karşımıza çıkan ve günden güne gelişen bir kavramdır. Hayatımızın bir parçası olan kapitalizm, emperyalizm kavramının geliştirmiş olduğu bir olgudur. Özellikle küreselleşme ile, daha da sağlamlaşan bu olgular, var olduğumuz sürece hayatımızda önemini koruyacakmış gibi gözüküyor. Bu sürecin nasıl işleyeceğini, emperyalizmin hangi şekillere gireceğini şimdiden tahmin etmek oldukça güç. Yalnız, kapitalizmin zengini daha zengin fakiri daha fakir yaparak orta sınıfı yok ettiği-edeceği dikkate alınması gereken bir husustur. Zira dikkate alınmazsa, dünya savaşların pençesinden kurtulamayabilir. KAYNAKÇA: Sander, Oral, Siyasi Tarih-İlk Çağlardan 1918'e, İmge Kitapevi Ankara, 1989 Kongar, Emre, Küresel Terör ve Türkiye, Remzi Kitapevi İstanbul, 2001 Tunçkanat, Haydar, Amerika Emperyalizm ve CIA, Tekin YayıneviAnkara, 1987 Hobsbawm, Erıc, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı(Çev. Yavuz Alogan), Sarmal Yayınevi,İstanbul, 1996 Ürer, Levent, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Mart 2003 1
http://www.turkcebilgi.com/emperyalizm/ansiklopedi “Tabii Hal”, anarşi ya da savaştan –herkesin herkese karşı oldu bir savaş (Warre)- kaynaklanan bir şiddet koşulunu tasvir eder. 3 Emre Kongar, “Küresel Terör ve Türkiye”, 11 Eylül Terörünün Kaynağı Olarak Küreselleşme, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2002, s.26-27 4 Örneğin Katolikler İspanya'da Yahudilere zor günler yaşattığında, Osmanlı bunlara kucak açmıştır. Ama kendi vatandaşı ile Yahudileri eşit olarak görmemişti. Çünkü, Orta Çağın zihniyetinde din önemli bir husustu. Bknz. Emre Kongar, “Küresel Terör ve Türkiye”, Türkiye, Remzi Kitapevi, 2002, s.118 5 Bknz. Oral Sander, Siyasi Tarih İlk Çağlardan 1918'e, İmge Kitapevi, 1989, s. 388-389 6 Aktaran, Levent Ürer, İ.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Mart 2003 2
Türkiye-Irak İlişkileri Bağlamında Irak Türk(men)leri Bayram Mamedov Birinci cihan harbinde Devlet-i Âliyye'nin yenilmesinden sonra kocaman coğrafya dünya emperyalistleri tarafından paylaşılmaya başlandı. Daha sonra Anadolu'da başlayan halk harekâtını bir nevi emperyalistlere karşı açılmış yegâne savaş olarak bu coğrafyada göreceğiz. Devlet-i Âli Osmanî'nin bir parçası olan daha doğrusu bir vilayeti olan Irak, İngilizler tarafından işgal edildi; daha sonra Irak'ın İngilizler'den bağımsızlığını izleyen farklı süreçler gelişmiştir.
manlar, %40-45'i Sünni Müslümanlardan oluşmaktadır. Şii Araplar Irak'ın güneyinde yaşarken, Bağdat civarında Sünni ve Şii Araplar; Irak'ın kuzeyinde ise Sünni, Yezidi Kürtleri ve Irak Türkmenleri yaşamaktadır. Irak, bağımsızlığından sonra bölgede son derece önemli rol oynamıştır; bu bakımdan Türkiye ile olan ilişkilerini incelediğimizde Kerkük-Musul meselesinin Irak'la Türkiye arasında hep gerilimlere neden olduğunu görürüz. Bunun sebepleri üzerinde duracağım. Özellikle son dönem Türkiye-Irak arasındaki ilişkileri etkileyen bir diğer neden de PKK meselesi ve Irak'ın kuzeyindeki bölgesel yönetim olmuştur. Öncelikle şunu kaydetmemde yarar var diye düşünüyorum; etnopolitik ve jeopolitik açıdan incelediğimizde Irak'ın kuzeyi Türkiye Cumhuriyeti'nin güneydoğu ve doğu bölgesinin bir uzantısıdır. Şöyle ki yukarıda da açıkladığmız gibi Irak'ın kuzeyini Türkmen ve Kürt etnisiteleri teşkil etmektedir ve gerek kültürel olarak gerekse mezhep açısından Doğu ve Güneydoğu'nun bire bir aynısıdır.
Bunlara genel olarak değineceğim, ama ilk önce Irak Cumhuriyeti'ni genel hatlarıyla inceleyelim. Irak Dicle ve Fırat nehirlerini kapsayan “Medeniyetlerin Beşiği” diye nitelendirdiğimiz Mezopotamya coğrafyasında bulunmaktadır. Irak'a sınırı olan devletleri Suriye, Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Ürdün ve Kuveyt şeklinde sıralaya biliriz. Irak'ın 2008 yılı nüfus tahminlerine göre 28 milyon nüfusa sahiptir. Toplam nüfusun % 65-70'ini Araplar, % 16-18'ini Kürtler ve % 14-15'ini ise Irak Türk(men)leri ve diğer etnik gruplar oluşturuyor. Yüzde 97'si Müslüman olan halkın %50-60'ı Şii Müslü-
Birinci Dünya Savaşı sonrası verilen bağımsızlık savaşında Kerkük ve Musul Cephesi Anadolu'daki bağımsızlık hareketine katılmış ve önemli mücadeleler verilmiştir. Son Osmanlı meclisinin de, ilk Türkiye Millet Meclisi'nin de kabul ettiği Misak-i Milli sınırları içerisinde bu bölge de yer almaktaydı. 1920'den sonra bölgeyi İngiltere Krallığı işgal etti, cumhuriyetin ilanından sonra Kuzey Irak meselesi Lozan'da Türkiye ile İngiltere arasında önemli sorun olarak kalacak, Lozan'da bir sonuca varamayan taraflar meseleyi Milletler Cemiyeti'ne götürecekti. İngiliz Hükümeti Milletler Cemiyeti'ne müracaat ederek, Musul meselesinin gündeme alınmasını istedi. Türkiye, adı geçen teşkilata üye değildi. Milletler Cemiyeti'nin kuruluş tüzüğünün 11. maddesi gereğince, üye olmayan devletlerin, kendilerini ilgilendiren görüşmelere delege gönderme hakkı vardı. Bu maddeye dayanarak, cemiyet 19 Ağustos 1924 tarihinde bildirdiği yazı ile Türk Hükümeti'nden cevap istedi. 3
Eylül 1924'te toplanan Bakanlar Kurulu, Milletler Cemiyeti'nde Türkiye'yi temsil edecek heyeti seçti. Meclis Başkanı olan Fethi (Okyar) Bey'in başkanlığında seçilen bu heyet, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 10 Eylül'de Cenevre'ye hareket etti. Fethi Bey, hareketinden önce Tanin gazetesinin muhabirine verdiği beyanatta, özet olarak şunları söyledi: "Türkiye, Cenevre'de Musul vilayetinin Milli sınırlarımıza dahil edilmesini isteyecektir. İngiltere de bu toprakları istemektedir. İngiltere, tezini savunmak için Lozan'da ve Haliç Konferansı'nda fetih hakkından bahsetmiştir. Bu iddia hiçbir biçimde kabul edilemez. Çünkü mütareke esnasında İngiliz kuvvetleri
Musul vilayetini işgal etmemişti. İngiltere, Musul vilayetinde Türklerin zayıf bir azınlık oluşturduklarını göstermeye çalışmaktadır. İngiliz subayları tarafından düzenlenen istatistikler, Türklerin sayısını birkaç bin kişi olarak göstermektedir. İngiltere Hükümeti, Musul vilayeti halkının Irak krallığına katılmayı arzu ettiğini iddia etmektedir. Güya anlaşmazlık konusu olan toprakta yaşayan halk Emir Faysal'ı kral seçmek suretiyle bu arzusunu göstermiştir. Halbuki Süleymaniye Sancağı bu amaçla toplanan oylara katılmadığı gibi, Kerkük Sancağı halkı da Faysal'ı hükümdar tanımayı kesin biçimde reddetmiştir. Lord Curzon, Lozan'da Percy Cox İstanbul'da, Musul vilayeti halkının Irak ile birleşmeyi arzu ettiklerini gösterdikleri halde, her ikisi de oylara başvurma meselesini kabul etmemişlerdir. Şu halde halkın Irak'a katılmayı arzu ettikleri iddiası nasıl kabul edilebilir?Cenevre'ye büyük bir güvenle gidiyoruz. Davamız açıktır. Biz halkın oylarına müracaat edilmesini istiyoruz. Halkın oylarını kabul etmeye hazırız. Teklifimizin büyük bir tarafsızlıkla tedkik edileceğine ve Milletler Cemiyeti meclisinin kararının, meclisin yalnız adalet fikrinden hareket ettiğini dünyaya göstereceğine inanıyoruz.” Milletler Cemiyeti'nden çıkacak karar belliydi. Tür-
kiye'nin, üyesi olmadığı bir Cemiyete bu sorunu götürmesi doğru değildi; burada yapılması gereken sorunu ertelemek olabilirdi. Günümüzde olduğu gibi uluslararası kuruluşlar güçlü devletlerin maşası haline gelmiştir, şimdiye kadar uluslararası meselelerde hep büyük devletlerin istediği doğrultuda karar çıkmıştır. Burada daha çok meselenin güncel boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği üzere Türkiye son zamanlarda bölgesel yönetimle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyor. Özellikle Davutoğlu, “komşularla sıfır sorun” çerçevesinde, Erbil'de 11 Mart 2010 tarihinde hizmete giren Türk Başkonsolosluğu'nun resmi açılışını yaptı. Bütün bunlar yapılırken, oradaki Türkmenler'i yok etmeye çalışan, yani Türkiye'nin bölgede ki etki gücünü kırmaya çalışan güçlerle iyi ilişkiler kuruyoruz. Bunu yaparken, “Bizim için yok edilen Türkmenler için ne yapıyoruz?” diye düşünmek gerekiyor. 2007 yılında yaşanan rezaleti unutmamak gerekiyor. Irak Türkmen Cephesi Genel Başkanı Saadettin Ergeç, Türkiye'ye giriş yasağı olduğu gerekçesiyle İstanbul Atatürk Havaalanı'nda gümrükten içeriye alınmadı. Ergeç, gümrükte yaklaşık bir buçuk saat bekletildikten sonra Cumhurbaşkanlığı'nın devreye girmesiyle Türkiye'ye giriş yapabildi. Bunun dışında Kerkük'te Türkmenlere yapılan salıdırıları biliyoruz; Türkiye bunları kınamakla yetiniyor. Peki yapılması gereken bu mu? Özellikle son bir kaç senedir Kerkük konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. bölgesel yönetim bu şehri kendi sınırları içerisine almaya çalışıyor. Kerkük'te çoğunluk olan Türkmen nüfusunu yok etmeye çalışıyor. Türkiye ise onları kırmızı halıyla karşılıyor. Biraz daha ilkeli dış politika izleseydik bunların hiç biri olmazdı. 1990lar'da Türkiye pasaportuyla dünyayı dolaşanlar, bugün Türkiye'ye kafa tutmaktan çekinmiyorlar; terör örgütüne her türlü yardım ve yataklığı yapıyorlar. “Türkiye'ye kedi bile vermeyiz.” diyorlar. Bugün Irak'ın başında olan şahsa, siyasi literatürde ne denildiğini hepimiz gayet iyi biliyoruz; o zaman bizim yetkililerimiz neden hala bu şahısla işbirliği yapmaya devam ediyor? Biz bölgede şartlar yaratan ülke değil, şartları oluşturanların şartlarına göre dış politika üreten ülke haline geldik; ama konuşmaya gelince üstümüze yoktur. Neymiş efendim “Bizden habersiz bu bölgede koyun bile güdemezler.” Bütün bu olanların sebebi Cumhuriyetin kurulmasından bu yana izlediğimiz pasif dış politikadır. Ya küçük olduğmuzu kabul edelim, ona göre konuşalım, ya da büyklük idasının gereğini yerine getirelim, bizim için öldürülenlere sahip çıkalım. Takdiri sizlere bırakıyorum...
TEHLİKELİ DEĞİL, TEHLİKEDELER Bilge Özün Çoğunuz A Clockwork Orange (Otomatik Portakal) 'ı izlemiş ya da okumuş olmalısınız. Alex, eylemleri her ne kadar çoğunluğun eylemlerine benzemiyor olsa da, içinde yaşadığı toplumun bir parçası ve onun bir ürünüdür. Yakalandığında, yetkililer tarafından bir çeşit karşı edimsel koşullanmaya tabi tutulur. Bu işlem sayesinde aklındaki şeytani fikirlerden arınan Alex, topluma geri kazandırılmış olur ve toplum için tehlike arz etmez hale gelir; aynı zamanda da özgürlüğüne kavuşur ve hapishaneden salınır. Ancak bu özgürlük ona acı vermektedir. Aklından geçen her kötü düşünce Alex'in çok şiddetli bir acı hissetmesine sebep olmaktadır. Bu acı Alex'in özgür düşünmesini imkansızlaştırmıştır ve bir hastalık bir başka hastalık ile tedavi edilmiştir. Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı (TÇYÖV) Başkanı Güney Haştemoğlu diyor ki: “Biz özgürlüğü insanın kendisini özgürce gerçekleştirmesi anlamında kullanıyoruz. Cezaevinden çıkıp da özgür oldu diye kullanmıyoruz. Kişi cezaevinden çıktığında, tamamen toplumsal bilincin ona yüklediği şeyleri yapıyor ve onun dışına çıkmaya asla cesaret bile edemiyor. Bir savcı bana dedi ki 'Böyle özgür filan gibi lafları bırakın. Bunları adam edin.' Bu anlayış iki yüz sene öncesinin ataerkil otorite anlayışı.” Sayın Güney Haştemoğlu'na ve TÇYÖV 2. Başkanı Sayın Nevin Özgün'e samimi sohbetlerinden ötürü teşekkür ediyorum. Vakıf hakkında daha fazla bilgi almak isterseniz; http:// www.tcyov.org internet sitesine göz atabilirsiniz. Bilge Özün: Her şeyden evvel suç kavramını nasıl tanımladığınızdan bahsedebilir miyiz? Güney Haştemoğlu: Biz bu çocuklar için 'yasalarla ih-
tilafa düşen çocuklar' terimini kullanıyoruz. Suç kelimesini çocuk kelimesiyle bir araya getirmiyoruz. Bu, aynı zamanda uluslararası bir anlayış zaten. Tabii devletin kullandığı terim değil bu ama bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşları bu terimi kullanıyor. B.Ö.: Yasalarla ihtilafa düşmenin bireysel sebeplerden kaynaklanabileceği; ancak ağırlıklı olarak bunun sosyolojik temelleri olduğu söyleniyor. Hakikaten bireysel sebepler etkili olabilir mi? Zira 'suç' diye ağır bir nitelemeden bahsediyoruz.
G.H.: Benim anlayışıma göre, insanın yaptığı hiçbir eylem bireysel değildir. Toplumun o eylemle ilgili bir mutabakatı ya da toplumdaki insanların bir kesiminin onayı ve haklı gördüğü bir taraf olmadıkça insanlar o eylemi yapmıyorlar. Çözüm, tedavide ya da rehabilitasyonda değil toplumdaki zihniyettedir. Toplumdaki bu zihniyeti oluşturan faktörleri çok iyi tespit etmek gerekiyor. Mesela televizyon dizilerine bakın, o dizilerin bulunduğu bir ülkede kadına şiddet daima olacaktır. B.Ö.: Çocuk suçluluğu da olacaktır aynı şekilde. Mesela 'Öyle
lerine ihtiyaçları var; çünkü kendileri çözüm üretemiyorlar. Yanlış çözüm örnekleri sıradanlaşmaya, doğal karşılanmaya başlıyor. Mesela “Şu kızı bana vermediler kendimi damdan aşağı atacağım” diyor belki verirler diye. Bir taraftan anlıyoruz niye yapıldığını ama bir taraftan da bunların yanlış formüller olduğu ortada. Şiddeti tek bir yerden tedavi edemezsiniz. Benim yüzümde çıban çıkmışsa bunun karaciğerimle ilgisi olabilir, alerjik bir reaksiyon olabilir… Sebep olabilecek çeşitli faktörler dikkate alınmadan sadece çıban dıştan tedavi edilmeye çalışılıyor ve çıban, haliyle başka bir yerde daha çıkıveriyor. B.Ö.: Bu konuyla benzer şekilde, bir çocuk suç işlediği zaman hep tek başına cezalandırılıyor, diğer faktörlerde bir iyileştirmeye gidilmiyor.
Bir Geçer Zamanki' isimli bir dizi var, belki takip ediyorsunuzdur. Mete karakteri evde yangın çıkartıyor, babasını dövüyor… Bunlar toplum tarafından suç kabul edilebilecek şeyler iken, insanlar bunu o hikaye içinde izledikleri zaman herkes Mete'yi haklı buluyor. Nevin Özgün: Yani onun altında yatan şey nedir? Bu çocuk, ailede sevgi ve saygı görmedi. Ben o diziyi özellikle yakından takip ediyorum. Mete, hiç sevgi görmedi. Sadece annesininki yetmiyor; çünkü Mete erkek çocuk. Genelde erkek çocuk baba modelini birinci sıraya oturtuyor. Baba bir suç işlemişse çocuk onu görerek yetişiyor. Sevgi ve saygı görememek ve kendini toplumdaki diğer bireyler gibi hissedememek bir çocuk için çok önemli bir durum. B.Ö.: Mete bu konuda iyi bir örnek hakikaten. Mesela okulda ceza alıyor, okuldan uzaklaştırılıyor, o çevreden de soyutlanıyor ve bir anda yalnızlaşıyor. N.Ö.: Tabii, hep böyle. Milli eğitimin de bana göre bir yanlışı var. Okullarda çocuğu cezalandırıp çocuğa uzaklaştırma veriyorlar. Çocuğun o ortamda tutulup rehabilite edilmesi gerekirken, bütün çocuklardan uzaklaştırmak ne demek? Çok büyük bir hatadır bu. Çocuk okul ortamı içerisinde bire bir onunla ve ailesiyle görüşen rehberlerle çalışmalı. Uzaklaştırmak, çocuğu yeniden suça ve şiddete itmektir. G.H.: Bu örneklerde iki türlü sonuç var. Birincisi, bir kişinin neden suç işlediğini anlamak, kişinin durumuyla bir empati kurmak; ikincisi, aynı durumda olan ve yeteri kadar düşünce geliştiremeyen insanlar için durumun çözüm modeli olarak görülmesi. İnsanların çözüm örnek-
G.H.: Ben yetişkin olup da suç işleyen bireyleri de çocuk bilincinde insanlar olarak görüyorum. Suç işleyip cezalandırılanlar toplumun günah keçileri oluyorlar. Çünkü günah toplumda. Bir haber mesela, adam eve gelmiş karısını başka bir adamla bulmuş ve ikisini de öldürmüş. “Oh olmuş, tabii ne yapsın?” diyenler var. Bunu söyleyenlerin hepsi belki o durumda karısını ve sevgilisini öldürmez ama bu genel onay varya işte bu genel onay sebebiyle, kendini kontrolden aciz birileri tarafından işleniyor suçlar ve kabul görüyor toplumda. N.Ö.: Bu şiddet linç kültürünü de çok geliştirdi. Karakolun kapısında, “verin suçluyu biz halledelim” sesleri duyarsınız. G.H.: Şimdi tabii orada da iki mekanizma çalışıyor. Diyelim ki çocuğa tecavüz edildi, çocuk öldürüldü. Burada, bir takım insanlar onu linç etmek istiyor. Ama onu linç etmek isterken bir ihtimal kendi içinde olan o benzer duyguyu ve eğilimi de kapatmak, inkar etmek ve saklamak için de linç etmek istiyor. O da sütten çıkmış ak kaşık değil. İşte bu karmaşa içinde suçu ele almak lazım. Bu şekilde ele alındığı zaman insanlar da kendilerinin bir şeyi neden yaptığını daha iyi tahlil edebilir. Bir düşünme yolu açılır. B.Ö.: Çalışan çocukların da durumu çok farklı. İnanılmaz bir kimlik karmaşası yaşıyorlar. Onlardan da biraz bahsedebilir misiniz? N.Ö.: Çocuk sorunsal alanları çok farklı. Çalıştırılan çocuklar, sokakta yaşayan çocuklar, madde bağımlısı çocuklar, suça sürüklenen çocuklar… Bizim alanımız suça sürüklenen çocuklar. Biz diğer alanlara girmiyoruz; çünkü onların hem kendi örgütleri var hem de her yeni alan insan kaynağı ve maddi kaynak gerektiriyor. Örneğin; mahkeme bize tutuksuz yargılanan madde bağımlısı bir çocuk gönderdiyse, biz onu madde bağımlılığıyla çalışan iyi bildiğimiz, güvendiğimiz bir tarafa yönlendiriyoruz. G.H.: Çalışan çocuk, aynı o dizideki Mete gibi çok şiddet ve baskı altında… O çocuk bizzat suç işlemese dahi o artık baskı ve şiddet içeren bir kimlikle büyüyor. O kendi
çocuklarına da aynı şiddeti ve baskıyı uyguluyor. Yani bir nesilde ortaya suç çıkmasa da, ikinci üçüncü nesilde çıkabiliyor; çünkü iş büyüyerek gidiyor. Zaten bakın, bir şey küçülmüyorsa büyüyordur. Hiçbir şey tamamen durağan değildir. Eğer şiddet eğilimi bir insanda yavaş yavaş azalmıyorsa bu yavaş yavaş büyüdüğü anlamına gelir.
ğunu çok güzel görüyoruz. Bu anlayış iki yüz sene öncesinin ataerkil otorite anlayışı, çoktan tarih oldu. Kaldı ki; günümüzde çocukların suça itilmelerinde ailede ve okullarda hala devam eden bu anlayışın da payı var. Bugün ataerkil otorite anlayışı çocuğa yönelen açık bir şiddettir. B.Ö.: Çocuk suçluluğuna bakış konusunda örnek gösterebileceğiniz ülkeler var mı?
B.Ö.: Çocuklar çocuk mahkemelerinde yargılanıyorlar ancak bu süreçten sonra yetişkinlerle aynı yerde kalıyorlar ve bir açıdan onlara maruz kalıyorlar. Ne tip şeylerle karşılaşıyorlar? G.H.: Biz bakanlıkla birlikte cezaevlerinin içinde proje uygulayan bir grubuz. Dünyadaki tüm cezaevleri üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Bunu yabancı filmlerde de bol bol görüyoruz. Mahkeme kararında yazılı hapis kararı, asla sadece belli bir süre hapsedilmek anlamına gelmez. Hapis cezası mahkeme kararında yazılı olmayan ve mahkuma yönelik olarak, insan onuruna asla saygı içermeyen sayısız uygulamayı da içerir. Ve bu uygulamalar kamu oyunda da doğal karşılanır. Ancak şunu söyleyebilirim, çocuğa yönelik anlayış Türkiye'de diyelim 25 yıl öncesine göre biraz değişti mi? Bilemiyorum; çünkü o farkı gözleyemiyorum. Türkiye'deki yönetimleri ya da görevlileri suçlamıyorum; çünkü onlar da bu toplumun insanları. Bu toplum böyle davrandığı için onlar da öyle davranıyor. Mesela 'Özgür Kuş' isimli bir yayınımız vardı. Biz özgürlüğü insanın kendisini özgürce gerçekleştirmesi anlamında kullanıyoruz. Cezaevinden çıkıp da özgür oldu diye kullanmıyoruz. Bugün cezaevinden çıkıp özgür olan yok gibi. Kişi cezaevinden çıktığında, tamamen toplumsal bilincin ona yüklediği şeyleri yapıyor ve onun dışına çıkmaya asla cesaret bile edemiyor. Şimdi tabii o toplumsal bilinç de hangi mekanizmalar tarafından üretiliyor? Bu da bugün dünyada yazılıp çiziliyor. Bir tüketim toplumu nasıl olması gerekiyorsa bu, belli odaklardan insanlara aktarılıyor ve insanlar bunun dışına çıkamıyor. Biz özgürlüğü gerçekten kendisi olmak, ama pozitif anlamda kendisi olmak diye düşünüyoruz. Bundan 15 sene önce 'Özgür Kuş'u çocuk mahkemesi savcısına götürmüştüm. Savcı bana dedi ki, “Böyle özgür filan gibi lafları bırakın. Bunları adam edin.” Adam etmek dendiğinde kişinin nerede durdu-
G.H.: Benim gördüğüm, sanayi toplumlarındaki suçun niteliği bizim gibi köylü toplumlarda olduğundan farklı. Orada suç çok daha derinde, orada çok psikopat var. Bizim suçlarımız daha çok fevri suçlar. Onun için ben, bizim çocuklarımızın biraz sırtlarının okşanmasıyla, onlara saygı ve sevgi gösterilmesiyle iyileşeceklerini biliyorum. Düşünüyorum değil biliyorum. Bizim çocuklarımız da sanayi toplumlarının çocukları gibi olsaydı biz bu çalışmaya başlayamazdık. Çünkü hiçbirimiz uzman değiliz. Biz sadece çocuklar için bir şey yapalım diye sevgiyle yola çıkmış insanlarız ve tabii zaman içerisinde pek çok bilgiye, anlayışa, deneyime sahip olduk. Ama başlangıçta bizim elimizde bir anne gibi çocukları sevmekten başka hiçbir şey yoktu ve biz ona rağmen bununla başlayabildik. Batı'daki çocuklarla böyle başlayamazsınız. N.Ö.: Çocuk suça karıştıktan sonra yabancı ülkelerde bize göre iyi olan yön şu, çocuğun suça karıştığı andan itibaren adalet sistemine girdikten sonraki aşamalarda bizden ilerideler. Örneğin; Fransa'da 60 çocuğun tutuklu olduğu bir yerde 110 kişi görev yapıyor. Bir çocuğa iki kişi düşüyor. Bizde şu an Denizli Kadın Cezaevi'nde bir tane psikolog yok. Maltepe Çocuk Tutukevi'nde bir kişi var. Düşünebiliyor musunuz, çocuk talep ediyor bir psikologla görüşmeyi ama görüşemiyor. Bizdeki çocuk adalet sisteminin kurumlarında büyük yetersizlikler var. Kağıt üzerinde bir eksik yok ancak uygulamada çocuklara ait her aşamada eksiklerimiz çok fazla. Bu da insan kültürüne ve eğitimine ilişkin bir şey. Kurumlar çok yetersiz, bunu Adalet Bakanlığı da kabul ediyor zaten. Biz önemle şunu yaymaya çalışıyoruz: Bu çocuklar tehlikeli değil, tehlike altındalar ve bu çocuklar yarın benim kızımla, sizin çocuklarınızla bu ülkede aynı işyerinde çalışacak, bir yerlerde yönetici olacak… Hiçbir farkları yok. Biz geçen sene bir tutukevinde çalışırken projemize yeni bir şey ekledik. Aileler ziyarete geliyor, kapıda bekliyorlar, oturuyorlar, içeriden seslenilince üç kişi alınıyor, beş kişi alınıyor sırayla çocukla görüşmeye… Orada oturuyorlar, dedikodu yapıyorlar, konuşuyorlar... Biz hazır toplu halde bu aileleri bulmuşken, onlara bir üniversiteyle beraber aile eğitim programı uyguladık. Haftada iki gün uzmanlar oraya gitti ve ailelere, çocukla görüşürkenki doğru davranış, çocuk çıktıktan sonraki doğru davranış nedir sorularının cevaplarını ve çocuğun dışlanmaması gerektiği, sokağa atılmaması gerektiği ve çocuk içeride olduğu için utanılmaması gerektiği duygusunu
vermeye çalıştık. Burada ayrıca 1997'den bu yana bir gençlik merkezimiz var. Bir kulübe üye olup oraya nasıl severek gidiyorsak çocuklar da buraya öyle geliyor. Gerçekten burada saygı görüyorlar ve seviliyorlar. Karda kışta bile geliyorlar. Bunu gözlemleyebiliyoruz. Bu çocukların da aileleriyle çalışıyoruz. Evde başka çocuğu var, eşi var, çatışma var… Bu işin bir ayağı çocuksa bir ayağı da mutlaka aile. B.Ö.: Bu konu açılmışken şunu da sorayım, bu röportajı çoğunlukla üniversite öğrencileri okuyacak ve onlar da haberdar olduktan sonra belki gönüllü olmak isteyeceklerdir. Neler yapılabilir? N.Ö.: Şöyle bir şey yapalım isterseniz, biz önümüzdeki ay üniversitelere gidip küçük gruplar da olsa, tutukevi projemizi tanıtacağız ve özgeçmişleri almaya başlayacağız. Kontenjan el verdiğince tutukevlerinde çalışmak isteyen varsa Ocak sonu Mayıs arası gönüllü olabilirler. Ama önce gelip tanıtım yapıyoruz üniversitelerde. Şunu da ekleyeyim, şu anda biz Sabancı Vakfı hibesiDoğuş Üniversitesi ortaklığıyla Türkiye'deki 5 kadın cezaevinde bir proje yürütüyoruz. Peki kadın cezaevlerinde bunu neden yapıyoruz? Çünkü yaklaşık 4000 kadın tutuklu var ve ortalama 900 kadın tutuklu, anne. Yanlarında 6 yaş altı bebekleriyle kalıyorlar. O bebeklerin bir kısmı gökyüzünü bile görmedi. Biz şimdi buralarda psikososyal servis eğitimi, infaz koruma memuriyeti, tutuklu genç kızlara beceri geliştirme eğitimi ve annelerle ve bebekleriyle bire bir çalışma yürütüyoruz. Neden yapıyoruz bunu? İçeride o küçük çocuk doğru davranışı görebilsin, tahliye olduktan sonra anne biraz bilgilenmiş olsun ve eve yansıtsın diye. Anne üzerinden çocuğa ulaşıyoruz. Projemizin ismi de “Küçük Oyunlarla Büyük Adımlar.” Ayrıca yeni bir proje başladı. AB destekli bir proje bu: “Çocuk Adalet Sistemine Sivil Toplum Bakış
Projesi”. Ankara'da ve İstanbul'da yürütüyoruz bu projeyi. 2005 yılında çıkarılan çocuk koruma yasasında bugüne kadarki bütün uygulamaların taranmasını, yasadaki eksikliklerin ortaya çıkarılmasını, alternatif yasa sunumu yapılmasını, neler yaptık neler yapmamız gerektiğinin ortaya konulmasını içeren büyük bir yeni proje bu. Son olarak şunu da söylemek istiyorum içtenlikle, 1985 gibi bir yılda çocuk suçluluğu için adım atmak büyük cesaret ister ve buralara kadar gelinmiş durumda, vakıf ve dernek bir arada çalışma yürütüyor. O tarihte ben açıkçası cesaret edemezdim böyle bir şeye. Buna cesaret ettiler ve bugünlere taşıdılar. G.H.: O yıllarda ne devlet ne de sivil toplum kuruluşları birlikte çalışmayı bilmiyordu. Yeni yeni öğrenilmeye başlandı. Bizim sınırlarımız nedir, onun sınırları nedir, nasıl işbirliği yapılır… Dolayısıyla çok sorunlu bir dönemdi, çok zor bir dönemdi. Kimseyi de aslında samimi olarak itham etmek istemiyorum. Uyanacak olan toplumdur, devlet uyanmaz. Civciv içeriden yumurtayı kırmalıdır, dışarıdan müdahale ederseniz civciv sakatlanır. İnsanlar teker teker bilinçlenmedikçe sorunlar çözülmez. Hiç kimse Ay'dan gelmiyor, içimizden çıkıyor. Ben öyle inanıyorum ki, güzel şeyler olacak, yepyeni bir nesil geliyor… B.Ö.: Çok teşekkür ediyorum vakit ayırdığınız için.
Gizem Yıldırdı
TÜM YÖNLERİYLE İSPANYA İÇ SAVAŞI VE SAVAŞTA BASKLAR
1) Savaş Öncesinde İspanya
Primo de Rivero, 1923-1929 yılları arası askeri diktatörlüğü altındaki İspanya'da parlamentoyu kapatmış, krallık anayasasını bir kenara itmişti. Bütün ülke Primo de Rivera'nın diktatörlüğüne karşı gösteride bulunuyordu. Kral hamle yapıp diktatörlüğü yıkarak monarşi getirmeye çalışsa da başarısız oldu. Monarşinin son hükümeti belediye seçimleri yaptı ve halk bu seçimleri plebisite dönüştürüp seçimden zaferle çıktı. 14 Nisan 1931'de cumhuriyet ilan edildi. 1931'de barışçı bir devrimle iktidarı devralanlar, ne kentlerdeki ve kırsal kesimlerdeki İspanyol yoksullarının
oluşturdukları toplumsal mayalanmayı sınırlayabildi ne de etkin reformlar yapabildi. Katalonya, Bask Bölgesi ve Galiçya'ya self-determinasyon hakkı vermedi. Kısaca 1931'den 1933'e Cumhuriyetçi Sosyalist hükümet sorunları çözmede yetersiz kalmıştı. 1933 sonuna doğru Sosyalist Cumhuriyetçi hükümet görevinden alındı ve Radikal Parti geçici hükümeti kurdu. Bu olayla reaksiyon tarafından cumhuriyet ele geçirilmişti. 1934 Ekim'inde yerleştirilmeye çalışılan faşizme karşı Asturias'ta sosyalist ve komünist partilerin önderliğiyle işçiler ayaklandı. Asturias Ayaklanması hükümet tarafından bastırılmıştı. Bu yerel halkı bastırma siyaseti devrimci baskının güçlenmesine yardımcı oldu ve İspanyol Solu, Komintern'in komşu Fransa'dan dayatılan Halk Cephesini keşfetti. 15 Ocak 1936'da Sosyalist Parti, Komünist Parti, Cumhuriyetçi Sol, Cumhuriyetçi Birlik, Sosyalist Gençlik, UGT(Genel İşçi Birliği) ve diğer birtakım siyasal gruplar arasında Halk Cephesi Anlaşması imzalandı. 6 Şubat'ta yapılan seçimden Halk Cephesi önemli bir çoğunluk elde edemese de İspanyol Parlamentosu'ndan zaferle çıktı. Bu seçimden sonra Faranj ve Renovacion Espanola gibi faşist siyasal gruplar isyan için hazırlıkları hızlandırdı. Bu gruplar yalnız hareket etmiyordu. 1934'te Roma'da imzalanan anlaşma ile Mussolini, İspanyol aşırı sağcı kuvvetlerine silah ve para yardımı yapmayı kabul etmişti. Ayrıca Amerikan, İngiliz, Fransız emperyalistlerde İspanya Cumhuriyeti'ne karşı faşist grupları destekliyordu. Fransız emperyalistler, İspanya'ki Halk Cephesi'nin yıkılmasının, Fransa'daki Halk Cephesi'nin yıkılmasını tetikleyeceğine inanıyorlardı. Hazırlanan faşist faaliyetler, İspanya'daki Halk Cephesi'ne ve bütün demokratik eylemlerle birlikte barışa karşı bir hareketti.
2) Kısa Bask Tarihive İç Savaştan Önce Bask Milliyetçiliğindeki Gelişmeler: 13.yy.dan İç Savaşa Kısa Bask Tarihi Bask Bölgesi, İspanya'nın kuzeydoğusunda 2.1 milyon nüfusa sahip endüstrileşmiş zengin bir bölgedir. Guipuzcoa, Vizcaya ve Alava illerinden oluşan bu böl-
Bask Bölgesi'nde tepkilere yol açtı. Liberal, laik ve merkeziyetçi yönetime karşı, gelenekselci, Katolik ve statüko yanlısı olan sürgündeki VII. Carlos'u destekleyen Karlizm akımı, özellikle Bask Bölgesi, Navarre ve Katalonya'da destek buldu. 1833-1839 yıllarındaki I. Karlist Savaşlarından sonra Basklar, yönetsel haklar ve vergi konusundaki bazı ayrıcalıklarını sürdürdü. 1870-1876 yıllarındaki II. Karlist Savaşlarından sonra ise yönetsel özerklik tamamen ortadan kalktı. Bask Milliyetçiliğinin Düşünsel Zemininin Oluşması
genin toplam yüzölçümü 11,475 kilometrekaredir. Baskların koyu Katolik oluşları ve bağımsızlık duyguları onların tarihlerine yön vermiştir. Basklar, önce Leon ve Navarre Krallıkları'na, daha sonra da 1202 yılında Kastilya Krallığı'na bağlandılar. 1469 yılında, Aragon kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi İsabel'in evliliği sonucu İspanya şekillenmiş ve 16. yy.da İber Yarımadası'ndaki tüm krallıklar, bu krallığa bağlanmıştı. Aragon ve Kastilya tek bir krallık gibi gözükse de, her biri fethettiği toprakları kendisine bağlıyordu ve Kastilya ile Aragon Krallığı arasındaki farklılıklar bünyelerindeki topraklara yansıyordu. Ferdinand, yerel yönetimlere haklar ve sorumluluklar tanımıştı. Kastilya'da ise daha merkeziyetçi bir yapı hâkimdi. İspanya'nın çekirdeği olan Aragon ve Kastilya Krallıklarının, başından beri ayrı kurumlara sahip olması, yönetimlerindeki farklılıklar ve en önemlisi birbirleriyle tarihsel süreç içinde, entegre olamamaları sonucu, İspanya'da ulusal bilinç oluşamadı. Bu ortamda zaten özerk olan Basklar ve Katalanlar, sosyal ve ekonomik serbestliğini sürdürdü. 1700-1715 yılındaki İspanya Veraset Savaşları sonunda, Bourbonlar'dan V. Felipe'nin İspanya tahtına geçmesi ile merkezi devlet yapılanma süreci başlamıştı. Devleti oluşturma adına yapılan merkezileştirme çabaları, özellikle yüzyıllar boyunca özerk olan Bask Bölgesi ve Katalonya gibi tarihi bölgelerin merkeze karşı tepki göstermelerine neden oldu. Devletin merkezileşme sürecinde, Bask Bölgesi ve Katalonya gibi özerk bölgelerin bazı yönetsel hakları ve imtiyazları ellerinden alındı. Kastilya'ya bağlı fakat özerk bir bölge olan Baskların, asırlardır sahip oldukları bu ayrıcalıkların ortadan kalkması, o zamana kadar Kastilya ile hiç bir sorunu olmayan
Bask Milliyetçi Partisi'nin (PNV) kurucusu olan Sabino Arana'ya göre; Bask milliyetçiliğinin çıkış noktası, Bask ırkının korunması ve Baskların kendilerini İspanyollardan soyutlamasıdır. Sabino, Fransa'ya bağlı 3 Bask Bölgesi ile, İspanya'nın içindeki Baskları federal bir bütün içinde toplamayı düşünmüş, bu da ileride Bask Milliyetçileri'nin temel ideolojisi haline gelmiştir. Kültürel anlamda, koro şarkıları ve folklor dışında Baskça yaygın değildi. Dolayısıyla yazarların ve entelektüel kesimin milliyetçiliğe bir etkisi yoktu. Bask milliyetçiliğinin yaygınlaşmasında asıl rolü orta sınıf din adamları üstlenmişlerdi. Bask milliyetçiliği, Karlist bir temele dayanır. Karlizm'in modernliğe karşı olan gelenekselci ve koyu Katolik yapısı, Bask milliyetçiliğinde de mevcuttu. Bask milliyetçiliği, kırsal alanda yaşayan Basklar tarafından destek görmüştü. Burjuvazi ve zengin kesim, İspanyol devleti ile ekonomik bir bağ kurmuştu ve Bask milliyetçiliği ile ilgilenmiyordu. PNV ve Bask Milliyetçiliği PNV, Sabino'nun Bask Milliyetçi ruhunu harekete geçirmek için kullandığı siyasal bir araçtı. PNV'nin gerçek anlamda örgütlenmesi Sabino'nun ölümünden sonra gerçekleşmiştir. Sabino'nun vefat ettiği 1903 yılından 1923 yılına kadar geçen yirmi senelik süre içinde PNV, kitle partisine dönüştüğü yoğun bir örgütlenme dönemi yaşamıştır. Partiden dışlanan tek kesim göçmen işçilerdi. Onlar Bask soyadlarına sahip olmadıkları için PNV'ye de yan kuruluşlarına da üyelik imkânlarından mahrum bırakılmışlardı. PNV'nin izlediği temel politika, ikili bir kutup arasında (bağımsızlıkla özerlik arasında) gidip gelmektedir. Bu ikilem, PNV içinde bazı çatlaklara hatta geçici bölünmelere yol açacaktı. Sabino'nun ölümünden sonra parti kontrolü için milliyetçiler ile liberaller arasında mücadele olmuştur. Aslına bakılırsa parti içi iktidar mücadelesi bağımsızlık yanlısı milliyetçiler ile özerklik yanlısı liberaller arasında geçmektedir. İlk sürtüşme 1907 genel seçiminde yaşanmış, milliyetçiler seçime kendi partilerinin girmesini isterken, liberaller ise sağ bloğu desteklemeyi uygun görmüşlerdir. Bu sürtüşmeler sonucu milliyetçilerin adayı, seçimlerde
bozguna uğramıştır. İspanya'da 1875 yılından 20. yüzyılın başlarına kadar iki partili sistem görülmüş, iktidar muhafazakâr ve liberaller arasında gidip gelmişti. Fakat bu ikili oyunla oyalanan İspanya, uluslararası arenada gücünü kaybetmeye başlamıştı. Muhafazakâr Parti lideri Canovas'ın getirdiği bu sistemin yetersizliği, özellikle entelektüel kesim tarafından tartışılmaya başlanmıştı. Liberal Parti' deki reform hareketleri iki partili sistemde partiye katılan Katolik kesimi küstürmüş bu da Muhafazakâr Parti'ye yaramıştı. Muhafazakar Parti başkanlığına getirilen Antonio Maura, 1906 yılında iktidara gelmişti. Maura döneminde PNV ile iyi ilişkiler kurulmuş, PNV'den muhatap alınan kesim özerklikten yana olanlar olmuştur. Bask Bölgesi'nin 1930'lu yıllara kadar siyasal yapısı, merkeziyetçi sağ, demokratik-sosyalist sol ve Bask milliyetçiliğinden oluşan üç grup etrafında şekillenmektedir. Bu üç grubun içinde de farklı eğilimler yer aldığı için karmaşık bir görünüm oluşmuştur. PNV 1916 yılında isim değiştirmiş ve Milliyetçi Bask Partisi(CNV) adını almıştır. 1921 yılına girildiğinde CNV ikiye bölünmüştü. CNV'den kopan Aberri (Bask milliyetçilerinin çıkarttığı yayın organı) grubu yeni PNV'yi kurmuştu. Her iki partide Sabinocu'ydu. Biri Sabino'nun olabilirci(özerklik yanlısı), diğeri ise öze dönüşçü(bağımsızlık taraftarı) yönlerine eğilmişlerdi. Bu sırada üçüncü milliyetçi akım doğmuş ve bu akım(Heterodokslar) Sabino'nun fikirlerini reddetmişti. Bu yıllarda İspanya'ya bakacak olursak iki partili sistem iflas etmiş, enflasyon ülkeyi altüst etmişti. 13 Eylül 1923 tarihinde ordu hükümete el koydu ve bunun peşi sıra diktatörlük rejimi geldi. Primo de Rivera'nın Diktatörlük Dönemi ve Özerklik Çabaları Diktatörlük karşısında en sert duran kesim milliyetçiler olmuş bu sırada diktatörlük uluslararası camiada da kabul görmemiştir. 1929'da gelen ekonomik bunalımla kamuoyunda güvensizlik ortamı oluşmuştur. Primo de Rivera temsili bir meclis atamış ve meclise 1876 Anayasasını değiştirme görevi vermiş, hazırlanan anayasa tasarısı oldukça gerici olunca halk tepki göstermiştir. Sonu yaklaşan diktatörlük beraberinde monarşik düzeni de çökertmiştir. Diktatörlük 1930'un Ocak ayında düşmüştür. Genel seçimleri ilan etmek bir yıl gecikmiş ve bu süre zarfında Muhafazakar ve Liberal Partiler beklenen yenileşmeyi yapamamıştır. Parti çatışmaları, iktidar kavgaları ülkenin sivil birliğini bozmuştur. Cumhuriyetçilik hızla zemin kazanmıştır. Cumhuriyetçi partiler 1930'da San Sebastian'da toplanmış ve PNV bu toplantıya katılmamıştır. Sebastian toplantısında Katalonya özerkliği tanınması kararı alınmıştır. İspanya'ya cumhuriyetçi rejim 12 Nisan 1931'de gelmiştir.
Primo de Rivera diktatörlüğünün düşmesinin ardından 30 Kasım 1930'da Bergara Anlaşması ile PNV ve CNV birleşmiştir. Alınan kararlara göre eski Bask devletleri Alava, Vizcaya, Guipuzcoa, Navarrra, Laburdi, Zuberon yeniden kurulacak, Euskadi Konfederasyonu içinde bir araya getirilecekti. Özerklik bu amaca giden yolda bir ara amaç olarak kullanılacaktı. Bazen özerklik de ana amaç olarak görülmüş ve PNV cumhuriyet döneminde bu ikili oyunu oynamıştır. PNV bir yandan ayrılıkçılığın basın ve diğer araçlar yoluyla propagandasını yapıyor diğer bir yandan da özerklik statüsü kampanyası yürütüyordu. PNV'de bir parti şeması değil de bir devlet şeması vardı bu da bağımsızlık düşüncesiyle uyum içindeydi. Bask Devleti PNV içinde saklıdır ve hedefe varıldığında ortaya çıkacaktır. PNV her ne kadar cumhuriyet döneminde statücü politika izlese de özerklik savunuculuğunu ANV(Accion Nacionalista Vasca)'ye, Sabinocu olmayan Bask Milliyetçi Eylemi'ne kaptırmıştı. ANV temel ilkesinin Bask kimliğinin vurgulanmasını benimsemiş bölgesel özerklikten yana siyasal güçlerle işbirliğini savunmuştur. ANV Sabinocu Bask Milliyetçiliği içinde azınlık da kalınca özerklik statüsü savunuculuğu yine PNV'ye kalmıştı. İster azami ister asgari olsun artık PNV 'nin amacı özerklik statüsüdür ve bu doğrultuda her türlü siyasal partiyle ilişki kurmuştur. Nitekim Estella Statüsü'nü Karlist güçlerle, Los Gestoras Statüsü'nde sol partilerle ilişkiler kurmuştur. PNV içindeki bu ikili tutum, bağımsızlık hedefini ütopik görmelerine neden olmuştur. Ayrıca PNV'nin ikili oyunu, İspanya'da merkezi güçler tarafından sorgulanmış ve güven sorunu ortaya çıkmıştır. Partinin bu tutumu iktidar tarafından “İkili söylemi olan bir partiye nasıl güvenilir?” sorusunun ortaya atılmasına neden olmuştur. Bu güvensizlik, Bask özerklik statüsü sürecini yavaşlatan önemli unsurlardan biridir. Katolik kilisesinin de desteğini alan PNV, 1933 seçiminde oyların %30'unu almış bu oran da özerklik statüsü almasına yetmemiştir. İktidardaki Cumhuriyetçi Sol en başından beri PNV'nin özerklik isteğine karşı çıkmaktadır. Aynı iktidar Katalonya'ya özerklik verse de Bask Bölgesinin teokratik ve gelenekçi bir toplum olmasından kaygılanmaktadır. Bu kaygıyı hazırlayan PNV olmuş San Sebastian'a katılmamış, Karlistler ile statü için görüşmeler yapmıştır. Cumhuriyetçi sol 1933 seçim kampanyasında asgari özerklik vereceğini açıklamıştır. Fakat 1933 seçimlerinden sağ partiler konfederasyonu CEDA başarıyla çıkmıştır. CEDA anti-laik, Katolik olsa da özerklik ve milliyetçiliğe karşı olmuş ve Baskların özerklik statüsünü almasını asıl geciktiren de bu parti olmuştur. Güçlenen sağa karşı kurulan Halk Cephesi 1936' da başa gelince, Bask milliyetçileri kendisini bu ittifakın içinde bulmuştur. Fakat kısa bir süre sonra ülke iç savaşa gitmiş bu savaşta Bask milliyetçiliğinde PNV önderliği sona ermiştir.
3) İspanya İçsavaşı Halk Cephesi'ne karşı olan gruplar hükümete karşı eylemlerini sıklaştırmıştı. Faşist grupların isyan hazırlıkları 1936 Temmuz ayının ortalarında tamamlanmıştı. İsyanın önderleri belirlenmişti: Sanjurjo, Mola, Franko, Godled, Fanjul, Cabanellas, Quiepo d Llano, Albay Aranda. 17 Temmuz 1936'da askerler karargâhlarından sokağa çıktılar ve isyan başladı. İsyancıların öne sürdükleri ilk birliklerin çoğu İspanyol değildi ve bunlar vurucu kuvvet olarak kullanılmaktaydı. İsyana direnmek isteyen işçiler genel grev ilan etti. Fazla direnemeden faşist gruplarca öldürüldüler. Cumhuriyetçi subaylar ve liderler öldürüldü. Direnen ve ilk saldırıları püskürten İspanyollar bu defa havadan saldırı almaya başladı. Afrikalı generallerin sadakat yeminlerine güvenen Cumhuriyetçi liderler, isyan başlayınca durumun ciddiyetini anlamışlardı. İsyana bakıldığında bir İspanyol oluşumu demek neredeyse imkânsızdı. Afrikalı generaller ve para ve toprak sahibi oligarşi tarafından hazırlanan iki faşist devlet ve uluslararası tekelci sermaye ile desteklenen bir isyandı. Önce Komünist Parti, daha sonra Halk Cephesi'ni temsil eden heyet başbakandan halkı silahlandırmasını istedi. Bu isyan karşısında görünen tek kurtuluş yolu halkın silahlanmasıydı. Fakat cumhuriyetçi Cesares Quiroga halka silah dağıtmayı reddediyordu. Sonunda ısrarlara dayanamayan Quiroga silah dağıtılması için emir verdi ve ardından istifa etti. 20 Temmuzda başa Jose Gual geçti. Yetkililer silahları vermeye çekiniyordu ya da dağıttığı silahlar faşist saldırıya karşı yetersiz kalıyordu. Madrid'deki işçi kuruluşları bazı vatansever subaylardan destek alıyordu. Silahçı dükkanlar basılıp silahlar alınıyor ve isyancılarla mücadeleye giriliyordu. 20 Temmuzda halk Montana kışlasına saldırdı. Barcelona halkı da Atarazanas kışlasını ele geçirdi. İsyancılara ilk ateş açanlar hücum muhafızları ve sivil muhafızlardı. İspanya'nın diğer bölümlerinde de savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. İşçiler Asturias'ta Simancas ve Gijon'da El Coto kışlalarını sarmışlardı. Maden işçileri Oviedo'yu muhasara altına almışlardı. Bask Bölgesi işçileri Bilbao'da isyan hareketini bastırıp ardından San Sebastian'daki isyanı da bastırdıktan sonra Citoria'ya geçti. Galiçya'da işçiler, köylüler, balıkçılar silahsız ve savunmasız kalmış umutsuz bir mücadele veriyordu. Cartagena deniz üssünde isyan bastırılmış ve donanma cumhuriyetçilerin elinde kalmıştı. Tüfeğini kapan Endülüslü tarım işçisi Granada duvarlarına kadar gelmişti. Halkın bu direnişi isyancıların planlarını bozmuştu. Bakıldığında, Komünistler, Sosyalistler, CNT(anarşist eğilimli bir sendika federasyonu) üyeleri, Cumhuriyetçiler, Katalan milliyetçileri Bask Katolikleri ve tüm antifaşist birlikler birleşmişti. Savaşta özellikle Komünist Parti'nin önemini es geçmemek gerekir. Komünist Partisi faşistlere karşı mü-
cadelede birlik halini almanın işçi ve köylü anti-faşist milisine bağlı olduğunun farkında olduğu için milis kuvveti kurmada öncü olmuş, Sosyalist Gençlik de bunun izinden gitmiştir. İsyan başladığı zamanda işçi ve köylü antifaşist milisi ile sosyalist milis kuvvetleri halkın silahlı bir çatışmaya örgütlenmesinde önemli rol oynamıştır. Tüm bu çabaların sonucu Anti-Faşist Cumhuriyetçi Askeri Birlik kurulmuş, örgütlenme sağlanmış faşist başkaldırılar bastırılmıştı. Fakat savaşın gidişatında komünistlerin 'faşizme karşı halkın ve proletaryanın direnişi' adıyla romantik bir hareket halinde olması oluşturdukları askeri kuvvetlerin niteliklerinin düşük olmasına neden olmuştu. Düzenli ordunun yerini alan ideolojik heyecanla savaşan askerler savaş ilerledikçe askeri dengeyi lehlerine çevirememiş ve yıpranmaya başlamışlardı. İsyanın başarılı olduğu yerlerde büyük yıkımlar yaşandı. Amerikalı tarihçi Robert Colodny Portekiz bası-
nında çıkan raporlara dayanarak yaptığı tahminde ilk on iki ayda faşistlerin 200.000 kişi öldürdüklerini yazmıştı. Savaş sırasında kilise bu yıkıma engel olmadı hatta hiyerarşik baskıyı destekledi. İsyancı generaller bu savaşı dini bir haçlı seferi olarak görüyor fakat Franco'nun 460 Bask papazını öldürmesine göz yumuluyordu. 1936 Ağustosunda savaş cumhuriyetçilerin lehine gitmekteydi. Yabancı Müdahaleler ve Müdahale Etmeme Politikası'nın Etkileri Yabancı faşist kuvvetlerin müdahalesi savaşın yönünü değiştirdi. Daha önemlisi İspanya Savaşı'nın ka-
rakterini değiştirdi. Savaş, demokrasi ve İspanyol isyancıların çatışmasından çıkarak milli bağımsızlık savaşına döndü. Bu durumu en iyi açıklayan 18 Ağustos 1936'da yayınlanan İspanya Komünist Partisi'nin bildirisidir: “Bir yanda ülkemizin askeri ve reaksiyoner kuvvetleri, diğer yanda demokrat ve ilerici bir İspanya isteyenler arasındaki mücadele olarak başlayan savaş, kısa zamanda bağımsızlık savaşına dönüşmüştür. Ülkemizin zorba yabancıların kanlı çizmeleri altında çiğnenmesine engel olmak için bütün milletimiz ayağa kalkmalıdır.” Özellikle Alman ve İtalyan müdahaleleri olmadan savaşın isyancıların lehine dönmeyeceği barizdi. “Alman ve İtalyan askeri müdahalesi olmasaydı Franco bugün var olamazdı.” demişti Hitler 28 Eylül 1940'da Ciano'ya. Franco Fas'ta iken daima Alman gizli ajanlarla sıkı ilişkiler kurmuştu. Bu da Franco'ya geri dönmüş, isyancı generallerin başkanlık mücadelesinde Almanya Franco'yu desteklemişti. Hitler hükümeti uçak, silah, askeri personel yardımını doğrudan Franco kumandasına göndermişti. Franco'nun en yakın rakibi Mola'nın esrarengiz bir uçak kazasında ölmesiyle de Franco mutlak iktidarı ele geçirmişti. Alman yardımları Portekiz'den geçiyordu. Bu nedenle Salazar diktatörlüğü de isyancılara destek olmuştu. Almanya'dan gelen yardımlar Portekiz'den rahatlıkla geçiyor ve isyancılara ulaşıyordu. Ayrıca tüm Portekiz Salazar tarafından Franco emrine verilmişti. Amerika Birleşik Devletleri, İspanya İç Savaşı'nda tarafsızlığını ilan etmişti. Fakat gerçekler hiç de tarafsızlığa işaret etmiyordu. Alman ve İtalyan müdahalesi ile gelen uçaklar, tanklar, denizaltılar Amerika'dan gelen petrollerle çalışıyordu. Özellikle ABD'nin büyük tekellerinde Standart Oil açık denizden İspanya'ya tankerlerce petrol yardımında bulunuyordu. Hatta artan uçak ve tanker yardımıyla birlikte gelen petrol yardımında da artma olmuştu. Tüm bu sevkiyat kredi ile yapılmış Franco'nun isyanı milyonlarca dolarlık bir kredi ile finanse edilmişti. Cumhuriyetçilerin tüm bu olumsuzluklara rağmen tüm isyanı bastıracak gücü vardı. Fakat ihtiyaçları olan silahları elde etmelerine engel olunuyordu. İspanya'da cumhuriyeti asıl yok eden Alman-İtalyan-Amerikan hükümetlerinin isyancı generallere yardımları değil 'müdahale etmeme' oyunu ile İngiltere Fransa oldu. İlk olarak Fransa-İspanya ilişkilerini inceleyecek olursak burada iki ülke arasında imzalanan Ticaret Anlaşması önem arz etmektedir. Anlaşmaya göre İspanya tüm silahlarını Fransa'dan almayı kabul etmişti. İki ülkede de Halk Cephesi seçimleri kazanmıştı. İspanya Cumhuriyeti Hükümeti tüm bu nedenlerle ihtiyacı olan uçak ve silahlar için Fransa'ya başvurdu. İngiltere'ye baktığımızda muhafazakarlar iktidardaydı ve bunlar büyük kapitalist tekellerin temsilcileriydi. Sosyal kalkınma siyasetini bir tehdit olarak görüyorlar ve Halk Cephesi'ni yok etmek istiyorlardı. Cumhuriyetin silah teminini engellemek için müdahale etmeme kararı aldı. Bu karar sadece muhafazakarlara ait olsaydı etkisi sı-
nırlı olabilirdi. Fakat Londra istediğini elde etmek için Blum'la görüşme yaptı. İngiltere müdahale etmemesi ve silah göndermemesi için baskı yapmıştı. Ayrıca Fransız burjuvazisi İspanyadaki Halk Cephesi'nin kalkmasını istiyor ve bu sayede kendi ülkelerindeki Halk Cephesi' nin de sonu geleceğine inanıyorlardı. Bu yüzdende Blum'a müdahale etmemesi için baskı yapıyorlardı. Tüm bu baskılara dayanamayan Leon Blum 25 Temmuz'da İspanya'nın silah talebini reddetti. 1 Ağustos'ta da müdahale etmeme kararı aldı. 8 Ağustos'ta İspanya'ya silah satışını yasakladı. İkinci Enternasyonalin önde gelen isimlerinden Blum'un bu tutumu İspanya Cumhuriyetine sempati duyanların safında kopmalar yarattı. Sosyalist işçilerin İspanyol halkının mücadelesine duydukları derin bağlılığa rağmen Sosyalist Partiler ve İkinci Enternasyonal 'müdahale etmeme' siyasetini destekliyordu. İspanya Cumhuriyeti silah için Fransa'ya bir heyet yolladı. 3 Eylül'de Fransız halkına seslenildi. Paris işçi sınıfının öncüleri olan teknoloji işçileri İspanya için grev yaptı. Blum Hükümeti'nin sağlam bir tavır sergileyememesi Hitler'in saldıran politikasını kolaylaştırdı. Müdahale etmeme politikasına ve emperyalistlerin müdahalelerine tek karşı çıkan, Sovyetler Birliği idi. Fakat Sovyet yardımı da halk içinde bölünmelere neden oluyordu. Sovyetler Birliği temsilcileri müdahale edilmeyeceğini belirtmişlerse de SSCB bu kararı desteklememişti. Bu yüzden diğer ülkeler, Sovyet müdahalesini istemiyorsa savaşa yapılan diğer müdahalelerinde kesilmesi gerekirdi. Fakat devam eden emperyalist yardımlarına karşı savaşın ilerleyen zamanlarında Sovyetlerde savaşa dahil olmuştu. Madrid Savaşı Başkent olması dolayısıyla Madrid faşist birlikler için önemliydi ve cumhuriyetçi başkente dört önemli saldırıda bulunuldu. Bu saldırılardan en büyüğü 1936 Kasımında gerçekleşti. Kuzey-batı kesiminde Majadahonda'dan sızmaya çalışıldı. İkinci saldırı 1937 Ocağında yapıldı. Üçüncü saldırıda başkent güney-batıdan düşürülmeye çalışıldı son saldırıda Guadalajara savaşıydı. Giral'ın eylül başında istifa etmesinden sonra yeni kabine kuruldu. Başbakan savaş bakanı olan Largo Caballero oldu. Kabinede beş sosyalist, üç cumhuriyetçi, bir Katalan milliyetçisi, bir Bask milliyetçisi ve iki komünist bakan vardı. Komünist Parti, cumhuriyet hükümetinde ilk defa görev almıştı. Bütün halk kuvvetlerinin birliğinin kuvvetlenmesine katkıda bulunmak için görev aldığını açıklamıştı. Hükümet bir program hazırlamış halk ordusunun oluşturulması, tarım reformu, Bask Bölgesi ve Galiçya'ya otonom yönetim gibi çalışmaları programa koymuştu. Halk orduları konusunda Sosyalist Başbakan Largo, örgütlü bir orduya ihtiyaç olmadığını tek gerekenin gerilla savaşı yapan milis savunma olduğunu söylüyor, askeri harekâtı merkezileştirmeye karşı çıkıyordu. Talavera'nın düşmesi ile Komünist Parti siperler ka-
zılması ve halkın bir an önce savaşa hazır olması konusunda baskı yapıyordu. Largo ise bunun halkı paniğe düşüreceğini ve gereksiz olduğunu söylüyordu. Faşistler başkente yaklaşmaya başlayınca halk Komünist Parti'nin çağrısını yanıtsız bırakmadı ve başkent çevresine üç hat kuruldu. Bu sırada CNT de hükümetle birleşme kararı aldı. Madrid Savaşı'nda halkın oluşturduğu Beşinci Alaya değinmek gerekir. Her sınıf ve tabakadan her siyasal düşünceden insanın bulunduğu bu alay anti-faşizm ortak paydasında buluşarak birlik oluşturdu. Faşistler başkente yaklaşırken Beşinci Alay Madrid'e vurucu taburlar kurdu. 27 Ekim'de Madrid halkı korkunç bir bombardımana tutuldu. Nazi pilotları nüfusu fazla olan yerleri, hastane okul gibi kamu kuruluşlarını hedefliyordu.6 Kasım 1936'da Madrid savaşının kesin safhası başladı.6-7 Kasım gecesi Savunma Cuntası kuruldu. Halk siperlere yerleşmişti ve faşistler Madrid'e giremedi. Savaşta anti-faşistlerin en büyük sloganı gerçekleşmişti. “No Pasaran” (geçemeyecekler) sloganı ile yola çıkan anti-faşistler geçiş vermedi. 1937 Martında iyi silahlarla donanmış ve İtalyan generallerinin kumandası altındaki 50.000 kişilik İtalyan ordusu Guadalajara'dan Madrid'e dördüncü defa hücum etti. Halk ordusu faşist saldırıyı durdurduktan sonra taarruza geçti ve İtalyan ordusunu bozguna uğrattı. Madrid Savaşı'nda Sovyetler Birliği ihtiyaç olan askeri yardımı süratle ulaştırmıştı. Madrid galibiyetinde bir diğer önemli unsur diğer ülkelerden gönüllü savaşmak için gelen anti-faşistlerdir.
ti bu ihtiyaç üzerine bir program hazırlamış ve temel sanayilerin millileştirilmesini sunmuştu. İspanya'nın büyük sanayi bölgelerinden biri Bask Bölgesiydi ve Baskların büyük burjuvazisinin çıkarlarına hizmet eden Milliyetçi Parti liderliği tüm bölgenin iktisadının millileştirilmesine karşı çıkıyordu. Katalonya'da da Anarşistler bölgenin iktisadının merkezileştirilmesi ve millileştirilmesine karşı çıkıyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen çalışmalar devam etti. İspanya Bankası millileştirildi. Tekelci sermaye büyüklerinin çoğunun hisselerine el kondu. Demir yolları askeri ihtiyaç için millileştirildi. 1938 Ağustosuna kadar tüm savaş sanayi devlet denetimine girdi. Başbakan Largo Madrid'de kurulmuş olan halk ordusunun cumhuriyetçi bölgenin diğer taraflarında da kurulmasını sağlayamamıştı. Bu yüzden taşkınlıkları engelleyemiyor devletin içindeki casus ve düşmanları temizleyemiyordu. Cumhuriyetçiler ve komünistler ters düşmeye başlamıştı, savaş politikalarında uyuşamıyorlardı. Sonunda komünist bakanlar hükümetten çekildi peşi sırada sosyalistler hükümetten çekildi. Anti-Faşist Birliklerin Önemi ve Birliklerde Bölünme ve Birleşmeler
Savaş Sırasında Hükümetteki Değişiklikler 7 Kasım 1936'da alınan bir kararla isyanda bulunan veya isyanda rol alanların topraklarına el konuldu ve bu topraklar tarım işçilerine dağıtıldı. Toprak işleyene verilmişti. İspanya'daki demokratik devrimin başlıca sorunlarından biri milliyetçilik sorunuydu. Katalonya sorunu çözülmüştü. Fakat milliyetçilik hareketinin başında cumhuriyetçi anayasanın laiklik maddelerine şiddetle muhalefet eden Katolik bir partinin bulunduğu Bask Bölgesi'nde durum ciddiydi. Sosyalistler, Bask halkının otonomi talebini dikkate almamışlar onları reaksiyoner olarak görmüşlerdi. Faşist isyan tüm milliyetçilik haklarını yok sayınca Bask Bölgesi Cumhuriyetçilerin safına geçti. 1 Kasım 1936'da Cumhuriyetçi parlamento Bask statüsünü onayladı ve 7 Kasım'da Bask Bölgesi'ne özerklik verildi. İsyancı generalleri destekleyenler toprak aristokrasisi ve tekelci sermaye büyükleri idi. Bu iki grup toprak oligarşisinde kaynaşmıştı ve halk, üzerlerinde hâkimiyet kurmaya çalışan bu oligarşiye karşı savaşmaktaydı. Bu yüzden ülkede demokratik devrim sadece feodalizm kalıntılarına el atmamalı, tekel kapitalizmiyle de ilgilenmeliydi. Bir savaş sanayisi kurulmalıydı. Tüm bunlara bakıldığında bu ancak hükümetin elindeydi. Komünist Par-
Savaşın başarı ile yürütülmesi için anti-faşist birliğin bozulmaması gerekliydi. Ortak payda faşizme karşı mücadele olsa da aralarındaki farklılıklar birlikte hareket etmeyi ve uzlaşmayı zorlaştırıyordu. İşçi sınıfı birliğin bel kemiğiydi fakat oda bölünmeye başlamıştı. 1937 Largo Caballero'nun istifası üzerine çıkan bunalım yeni bir Halk Cephesi'nin kurulmasıyla engellenmişti. Dr. Negrin adında bir sosyalistin kurduğu hükümette CNT'nin olmaması dışında tüm birleşenler aynıydı. Negrin hükümeti kurulduğu zamanlarda faşistler Bilbao'ya ilerlemekte, kuzeydeki anti-faşist birliklerin durumu ise kötüleşmekteydi. Tarihte ilk defa Bask Bölgesi faşizme karşı Bask komünistleri ile milliyetçi partinin Katolikleri beraber savaşmıştı. Fakat Milliyetçi Parti liderliğinin asıl istediği cumhuriyetçi-diğer bölgelere gelmiş olan- demokratik sürecin Bask Bölgesi'ne girmeme-
siydi. Bu yüzden Bask özgürlüğünün gitme tehlikesine rağmen savaş ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıyorlardı hatta ülkede bölücü ve bölgesel eğilimler gözüküyordu. 1937 Eylülünde kuzey kurtarılamaz hale gelmişti. Largo Caballero'nun çekilmesiyle sosyalist-komünist hareket birliği ivme kazanmıştı. Bu birlik cephede ve hükümette olumlu sonuçlar doğurmuş hatta uluslararası yankılar bulmuştu. Sosyalist Enternasyonel, Komünist Enternasyonel ile ortak hareket etmeyi reddetse de bir araya gelmişler ve İspanya için çaba sarf etme kararı almışlardı. Fakat Sovyetler birliği desteği iki grubun arasını açmıştı. Birlikler çatırdarken bazı yeni birlikler oluşuyordu. Tüm gençlik kuruluşlarını kapsayan Milli Gençlik İttifakı kurulmuştu. UGT'nin 1 Ekim 1927 tarihli milli komite toplantısında da Caballero grubundan liderlik alınmış sosyalist ve komünistlerden meydana gelen bir yönetici komisyon seçilmişti. Sosyalist Parti, birliği destekliyor fakat birlik konusunda ısrarlı davranmıyordu. Tüm bu çelişkilere rağmen halk ordusu 1937 yılı boyunca kuvvetlenmişti. 1937 Aralıkta Franco Madrid'e tekrar saldırma planları yapıyordu. Bunun üzerine Halk Ordusu Tervel'i ele geçirmek için hücuma geçti ve kısa sürede şehir düştü. Tüm direnişler Franco'yu sıkıntıya sokmuştu. Alman ve İtalyan yardımlarının artmasıyla Levante'ye saldırdı ve 22 Şubat 1938'de Tervel'i ele geçirdi. Sosyalist Savunma Bakanı İndalecio'nun yanlış savaş politikaları Tervel'in düşmesine neden olmuştu. Prieto, halk saflarından yükselmiş kumandanları başka mevkilere atıyor siyasal komiserler kuruluşunu kaldırmak istiyor, komünist kumandanları mevkilerinden almak istiyordu. Onun yerine politikadan uzak bir o kadar da halktan uzak bir ordu kurmayı hedefliyordu. Halk ordusuna güvenmiyordu. 1938 baharında İspanya Cumhuriyeti'nin durumu gerçekten çok ciddi idi. Franco birlikleri Akdeniz'e doğru sarkıp Cumhuriyetçi Birlikleri tehdit ettikçe uluslararası sahnedeki kuvvetlerin ilişkileri de faşizme doğru gelişiyordu. Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi, Birleşik Sosyalist Gençlik ile anlaşan Komünist Parti, Sosyalist Parti'yi, UGT'yi, CNT'yi de ikna ederek 16 Mart'ta Barcelona sokaklarında hükümet konağına büyük bir gösteri yürüyüşü düzenledi. Mücadeleye devam edilmesi ve mücadele ümidini yitirmiş bakanların değişmesi istendi.13 Mart'ta CNT ve UGT arasında bir birleşik hareket anlaşması imzalandı ve 2 Nisan'da UGT ve CNT Halk Cephesine katıldılar. Negrin, hükümeti düzenledi ve Savunma Bakanlığı'na oturdu. Düşmanın 15 Nisan'da Akdeniz kıyısında Vinaroz'u ele geçirerek cumhuriyetçi bölgeyi ikiye ayırmasına engel olmak imkansızdı. Fakat Valencia saldırısı ve kuzeye ilerleme durdurulmuştu. Hükümet Franco bölgesindeki vatansever kuvvetlerle anlaşmaya varmak ve düşman cephesini bölmek istiyordu. İsyanı destekleyen reaksiyoner bloğu Falanj ve gelenekçilerin kaynaşmasından gelen bir birleşik partide toplanmış ve her biri
kendi adamının tahta geçmesini bekleyen kralcılar, Franco'nun oyalamaları üzerine hareketlenmeye başlamıştı. Ayrıca İtalyan ve Almanların varlığı halk arasında memnuniyetsizliğe neden oluyordu. Savaşın Sonuna Doğru Cumhuriyete karşı planlanan genel saldırının hareket alanı olarak Katalonya seçilmişti. Faşist kuvvetlerinin ezici üstünlüğünü gösterme olanağı ancak bu bölgedeydi. 15 Ekim 1938'de dört ay süren aralıksız savaştan sonra Güney Bölgesi'nden de yardım alamayınca Ebro Ordusu saldırıya başladığı noktaya çekilmek zorunda kaldı. Faşist saldırısını ilk karşılayacak Katalonya ordu grupları sürekli çarpışmadan dolayı kuvvetten düşmüştü. Ekim ve Kasım ayları boyunca Alman ve İtalyan gemileri Franco bölgesine savaş malzemesi ve asker boşalttı. 23 Aralık'ta faşistler ellerindeki tüm güçle saldırıya geçtiler. Katalonya'da korkunç ve eşit olmayan bir savaş başlamıştı. Halkın her geri çekilişi bir karşı saldırıyla sonuçlanıyor ve her karşı saldırıda halk geri çekiliyordu. İlk direnme hattı parçalanmış cephe yarılmıştı. Sovyetlerden gelen yardımda İspanya'ya ulaşamıyordu. 12 Haziran 1938'de Fransa hükümeti İspanya sınırını kapatma kararı almıştı. Orta-güney bölgesi askeri kumandanlığının Katalonya'da çarpışanları desteklememesi Katalonya'yı sona yaklaştırıyordu. Katalonya'daki ordu grupları özellikle Ebro Ordusu 1938 Temmuzun'dan 1939 Şubat'ına kadar aralıksız karşılarına yığılan faşist saldırılarına göğüs germek zorunda bırakılmıştı. Orta –güneydeki 4 ordu hareketsiz bekliyordu. Sonraları Estremadura ve Andalusia'da ve Madrid yakınlarında Brunete'de büyük bir ortak saldırı düzenlense de harekât organize edilememişti. Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi dışındaki Katalan partilerinin üst kademeleri teslim olma eğilimindeydi. Düşman 26 Ocak'ta Barcelona'yı işgal etti. Halk faşist yönetiminde yaşamak yerine topraklarını bırakıp gidiyordu. 10 Şubat'ta Fransa sınırını geçtiler. Katalonya' nın düşmesiyle İspanya Cumhuriyeti'nin durumu gittikçe kötüleşmekteydi. Bir şehir düşmekle kalmamış, büyük sanayi merkezleri, verimli tarım alanları elden çıkmıştı. Ayrıca iki ordu kaybedilmişti. Bunlar kahramanlıklarıyla destanlar yazmış Beşinci Alay ve Ebro Ordusu'ydu. Katalonya'nın düşmesiyle cumhuriyetçilerin içindeki bozguncular artmıştı. Yenilgi yolunu seçenlerin arkasındaki güç İngiliz emperyalizmiydi. Savaşın son aylarında İngiliz emperyalizmi faaliyetlerini yoğunlaştırmış, diplomasi ve diğer bütün yollarla müdahaleye başlamıştı İspanya'ya ajanlarını sokuyor orduda, devlette, siyasal gruplarda bozguncu faaliyetler düzenliyorlardı. Cumhuriyetçi birliklerin Katalonya'yı boşalttıkları gün müdahale etmeme politikasından müdahaleciliğe dönen Charberlain hükümeti cumhuriyetçi yarımadanın Franco'ya teslimini istemişti. Fransız ve İngiliz Hükü-
meti daha sonra cumhuriyetçi hükümetle diplomatik ilişkilerini kesmiş 27 Şubat 1939'da Franco hükümetini tanımıştı. 4 Mart'ta Cartagene'da bir ayaklanma oldu. Franco' nun kentteki gizli ajanları, denizüssünün büyük kısmını ele geçirip, radyo istasyonundan Franco'dan yardım istedi. Çok süre geçmeden Madrid'e hükümet darbesi yapıldı. Ve 5 Mart 1939 tarihinde radyoda Milli Savunma Cuntası'nın kurulduğu bildirildi. Teslim cuntasının yerini Franco'ya bırakacağı konuşuluyordu. Teslim cuntasının kurulmasıyla komünist kumandan ve komiserler mevkilerinden alındılar. 6 Mart'ta cunta başkanları güç duruma düştüler. Çünkü Negrin hükümetine sadık birlikler Plaza de Cibeles'e varmıştı. O ana kadar bekleyen Franco, Carabanchel Cephesi'ne saldırdı. Teslim cuntasından Albay Casado bu durum üzerine Komünist Parti'ye mütareke teklif etti ve teklif kabul edildi. Komünistlerin önderliğindeki birlikler faşist saldırısını püskürtürken Casado Anarşist Mera'ya Guadalajara cephesinden 14'üncü Tümeni çekerek Madrid'de Komünistlerle savaşmasını emretti. Cunta tutuklanan komünistleri serbest bırakmak için verdiği sözü tutmadı. Casado darbesine kadar anti-faşist birliklerin direnme olanakları bütünüyle kaybolmamıştı. Fakat hükümete karşı ayaklanma, donanmanın kaçması, işçi sınıfı ile Halk Cephesi arasındaki bağların kopması yenilgi taraftarlarının bozgunculuk ve demoralizasyon ruhunu yaymaları halkın direnme hareketini öldürmüştü ve sonunda Cumhuriyet kaybetti. 28 Mart 1939 Salı faşist birlikleri Madrid'e girdiler. Daha sonra da İtalyan birlikleri girdi.30 Mart'ta bütün İspanya işgal edildi. Savaş bitmişti fakat yok edilme dönemi başlamıştı. Cumhuriyet yenik düştükten sonra İspanya'nın para ve toprak sahibi oligarşisi General Franco başkanlığında kanlı bir faşist diktatörlük kuruldu. 4) İspanya İç Savaşı ve Basklar 1930'lu yıllarda gelişen İspanyol milliyetçiği Bask milliyetçiği gibidir ve Bask bölgesini de kapsamaktadır. Bu durum iki milliyetçi hareketin çatışmasına neden olacaktır. İç Savaş başladığında PNV artık İspanyol sağıyla ilişkilerini koparmıştı. 19 Temmuz 1936 günü PNV cumhuriyetin yanında yer aldığını duyurmuştu. Aslında bu durum PNV'nin doğasına aykırıdır. Zira İspanyol işçilerince desteklenen sosyalistlerle aynı saftaydılar. Savaş devam ederken Agurrie başkanlığındaki bir PNV heyeti Madrid'e giderek cumhuriyetçi hükümetle özerklik statüsü konusunda anlaşmaya vardı. Özerklik statüsü 1 Ekim 1936 tarihinde onaylanacak Agurrie'nin özerk yönetim başkanı olmasına karşılık Moskova'nın adamı sosyalist Caballero'nun kuracağı hükümete bakan olarak katılacaktı. Savaşın enternasyonelize olduğu görülmeye başlanmıştı. Cumhuriyetçiler Sovyet uçakları kullanırken,
Franco ise Alman uçaklarıyla saldırıyordu. Tüm bunlar yaşanırken, 7 Kasım'da özerkliğini alan Bask Bölgesi'nde Agurrie PNV ağırlıklı Bask hükümetini kurmuştu. Alman uçakları Bilbao yakınlarındaki Bask milliyetçiliğinin sembolü Guernica kentini 22 Nisan 1937'de bombalayarak kenti yok etti. İspanyol Kilisesi ve Vatikan Guernica olayına karşı Franco'dan desteklerini çekmemişlerdi. Ancak cumhuriyetçi Baskların Katolikliği Kilisenin arabuluculuğa soyunmasına neden olmuştu. PNV hükümetinin Franco rejimiyle anlaşma olayı irtibatsızlık nedeniyle ortadan kalkınca direnme veya teslim olmadan başka çare kalmamıştır. Bask hükümeti Bilbao'yu terk ederek, Trucios kentine taşınmıştır. Franco kuvvetleri 19 Haziran 1937 tarihinde Bilbao'ya girerek Bask topraklarında iç savaşa son vermişlerdir. Bask Bölgesi için savaş 1937 yılında sonlanmıştır. PNV, sosyalist ve komünist partiler gibi Paris'te örgütlenmek zorunda kaldığı için Bask Milliyetçiliği savunuculuğu el değiştirmiştir ve PNV'nin görevini ileride ETA almıştır. KAYNAKLAR HOBSBAWM, Eric; “Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı”, Everest Yayınları, İstanbul 2008 SANDOVAL, Jose- AZCARATE, Manuel; “İspanya İç Savaşı:1936-1939”, Köprü Yayınları, İstanbul ÖZÇER, Akın; “İspanya Siyasi Tarihinde Bask Milliyetçiliği”, Doğan Kitapçılık, İstanbul 1999 ÇÖKMEZ, Fatma Gül; “Bask Bölgesi:Etnik Milliyetçiliğin Tarihsel Gelişimi ve İspanya'daki Devlet Politikalarının etkisi”, Ege Akademik Bakış / Ege AcademicReview 8 (1) 2008 ALLIERES, Jacques;”Basklılar”, İletişim Yayınları, İstanbul CARR, Edward Hallet; “Komintern ve İspanya İç Savaşı”, İletişim Yayınları, İstanbul
“SİSTEM CANAVARI”NIN GÖLGESİNDE “İNSAN” Fatma Kübra Türker Her toplum, lâyık olduğu idâre biçimi ile idâre edilir. Hadis-i Şerîf
“Yedi yaşındayım. Ve daha bu yaşımda bir canavarla uğraşmak zorunda kaldım. Babamlar bahsediyordu geçen gün bu canavardan; bazı insanların evlerinde yemek olmamasının sorumlusu oymuş. Haberlerde 'küresel ısınma' diye bir şey duydum. Kutuplardaki buzdağları eriyormuş, doğanın dengesi değişiyormuş. Onun sorumlusu da bu canavarmış. Bu kadarla kalsa iyi; bir de ona yardım eden adamları varmış bu canavarın. Bazı insanlar onun adamıymış. Mesela babamın patronu, canavarın adamlarından biriymiş. Gerçekten! Babam söyledi! Annemle babam nedense çok rahat, haberlerdeki amcalar teyzeler de öyle… Bu canavardan bahsediyorlar ama canavar bizim eve gelirse diye hiç korkmuyorlar; bizi yerse diye tasalanmıyorlar. Benimse rüyalarıma giriyor; ya evimize gelip bizi yerse? Ya da belki beni kaçırıp sokaktaki dilenen çocuklardan yapar. Çünkü onları dilendiren de canavarmış. Acaba çok kocaman mıdır? Canavar dediğin kocaman olur. Sipsivri dişleri vardır kesin; diğer insanların yemeklerini yiyip bitirdiğine göre kocaman da bir ağzı olmalı. Buzdağlarını da ağzından ateşler püskürterek eritiyor olabilir. Kakasını yerlere yapıp etrafı pisletiyordur, sonra çevre kirliliği oluyordur tabii. Adamları da ona yardım ediyordur. Adını da öğrendim bu canavarın. Hani söylemiştim ya, 'Babamın patronu da bu canavarın adamlarındanmış.' diye… Babam patronundan bahsederken hep 'Sistem Adamı' diyor. Yani bu koca ağızlı, aç gözlü, pis canavarın ismi “Sistem”miş! Annem babam sürekli bu canavardan bahsediyor; sokaktaki insanlar da öyle… Hatta kocaman kağıtlara onun ismini yazıp, bağırarak bir şeyler yapıyorlar ama sonra hemen dağılıyorlar. Annemler de canavara bir iki sövüp, sonra sıcak çaylarını yudumlamaya devam ediyorlar. Durumun ciddiyetinin ve canavarın yapabileceklerinin farkında olan tek kişi benim sanırım. Öyleyse bu canavarı alt etme görevi bana ait. Daha yedi yaşındayım ama koskoca bir canavarı öldürüp dünyayı kurtarmam gerekiyor. Harry Potter bile Voldemort ile ilk karşılaşmasını on yaşındayken yaşamıştı. Bak şu kara talihime…”
Evvel zaman içinde insanoğlu, her türlü sorunun sorumlusu olarak gösterebileceği bir şey keşfetti: Sistem! Tüm insanlık olarak, yaşanan her türlü problemin suçlusunun sistem olduğu konusunda mutabakata vardık. Peki ama kimdir, nedir bu sistem? Bugün sistem kavramı üzerine akademik hayattan medyaya, sokaktan eve kadar her yerde öyle söylemler kullanıyoruz ki, yedi yaşındaki bir çocuğun sistem algısının yukarıda örneklendirildiği şekilde zuhur etmesi kimseyi şaşırtmayacaktır.
Biz yetişkinlerin sistem algımızın ise bu kadar masum olduğunu düşünmüyorum. Dünyada mevcut fiziksel sorunları tek tek saymak elbette mümkün değil; ancak özetleyecek olursak küresel ısınma, buna bağlı olarak iklim değişikliği ve belli bölgelerdeki kıtlık sorunları, köle ticareti, çocuk işçi çalıştırılması, her türlü şiddet, kişinin kişiye veya devletlerin kişilere yaptığı kötü muamele, büyük ekonomilerde yaşanan toplumsal ve ekonomik krizleri sayabiliriz. Hepimiz bu sorunlar hakkında az çok bilgi sahibiyiz; hatta istis-
nasız hepimiz günlük hayatta bu sorunlardan yakınıyoruz. Ve yine onu suçluyoruz: sistem! Ondan adeta canlı ve etkin bir varlıkmışçasına, “insan”dan bağımsız bir varlık, kontrolü olmayan bir canavarmışçasına bahsediyoruz. Hatta bahsetmekle kalmıyor, yedi yaşında bir çocuk zihniyeti ile öyle olduğuna inanıyoruz; ve böylece biz “insanlar” içinden çıkamayacağımız bir tembelliğin içine batıyoruz. Kabul etmeliyiz ki, evrene olan etkisi değişen tek varlık “insan”dır. Çünkü değişim, insan ile ilgili bir kavramdır. Kuşlar yüzyıllardır uçuyor, balıklar yüzüyor, ağaçlar fotosentez yapıyor; ancak “insan” her yüzyılda, hatta artık her onyılda değişiyor ve değiştiriyor. Kısacası evrenin düzenine etki eden etken insan; dolayısıyla onu bozan da o. Kirleten de temizleyen de o, üreten de yok eden de o, haksızlık yapan da o haksızlığı önlemeye çalışan da o… O; başroldeki insan… Öyleyse biz sisteme söverek, kendi hatalarımızdan kaçıyoruz. Zira sistemlerin yapıtaşı insan… Geri dönüşüm konusunda hassasiyet göstermeyen… Sahibi olduğu fabrikanın kimyevi atıklarını denize döken… Doğaya ciddi hasarlar veren kimyasallarla temizlik yapan “insan”… Paylaşmayan… Elde ettiği geliri lüks tüketime sarf eden… Maddîyat konusunda hep daha fazlasını kendisi için isteyen de “insan”… Yanlışa ses çıkarmayan, “Hak” olmayana “Haktır.” diyen de “insan”… Hatta “haksızlık” eden de “insan”… Sistemleri kuran da, bozan da “insan”… Dolayısıyla sistemin, toplumun belli bir kesiminin yararına işliyor olması, çeşitli aksaklıklarının olması, bahsettiğim sistem söyleminin aksine sistemin kendisinin hatası olamaz; zira o canlı bir varlık değildir. Sistemin aksaklığı, insanın hata-
sıdır. Kendi hatalarının evrende küçücük bir nokta olduğuna inanıp, umursamayan; sorunun sistem olduğuna kendini ikna eden de “insan”… Oysa farkında değiliz ki bu dünyada milyarlarca insan yaşıyor; ve hataların etkisi, insanların toplamı kadar oluyor. Seneler evvel internette bir anekdot dolaşıyordu: “Bir baba, çok işi olduğu halde kendisini rahat bırakmayan ve onunla oyun oynamasını isteyen çocuğunu oyalamak için bir dergiden kopardığı dünya haritasını parçalara ayırır; çocuğundan bu haritayı bir yapboz gibi tamamlamasını ister. Çocuğunun bu işi bitirmesinin uzun zaman alacağını düşünen baba, rahatlamış bir halde işine döner. Ancak çok kısa bir süre sonra küçük çocuk Dünya haritasını tamamlanmış şekilde babasına getirir. Şaşıran baba çocuğuna nasıl bu kasar kısa sürede yapbozu tamamladığını sorduğunda şu cevabı alır: 'Dünya haritasının arkasında insan resmi vardı. İnsanı düzeltince, Dünya da düzeldi.'” Siz ne kadar iyi sistemler kurarsanız kurun, “kendinizi” yani “insanı” düzeltmeden sağlıklı ve uzun süreli sistemler elde edemezsiniz; zira sağlıksız bir insan, kurulan sistemi de bozacaktır. Sistemin bozulmaması için koyulmuş kuralları da çiğneyecek, kontrol mekanizmalarını yok sayacaktır. Tarih buna şahitlik eder; zira tarih insan tarafından kurulmuş, yine insanlar tarafından yıkılmış sistemlerle doludur. Suçlu insandır. Suçsuz da insandır. Ancak bugün sorunların bahsi çok fazla geçiyorsa, hatalarımızın sayısı daha fazla demektir. Onları önemsemeyip suçu sisteme atmak yerine, onları kabul edip kendimize çeki düzen vermemizin zamanı geldi de geçiyor bile.
AMERİKAN BAĞIMSIZLIĞI 'YENİDÜNYA' Ulaş Birkan Çakılcı «Devrim savaş başlamadan önce gerçekleştirildi. Devrim, halkın yüreğinde ve aklındaydı.»
Kıtaya ilk olarak İngiliz ayaklarının basması, Cristopher Newport yönetiminde 13 Mayıs 1607'de Hampton Road'a gelen yolculara dayanıyordu. İngilizlerin kıtaya gelişinden önce ise Portekiz ile İspanya 15.yy'a kadar gerileyen keşif hakları sorunu nedeniyle kıtada tekelci sömürge iddiasında bulunuyorlardı. 16.yy da kıta, İspanya tarafından işgale uğrayınca Yeni Dünya'daki görevi İspanya almıştı. 16.yy'ın ortalarına kadar süren kıtadaki İspanyol üstünlüğü İngiliz donanmasının İspanyollara karşı aldığı zaferle gerilemeye başladı. Ancak bu kez, Avrupa'da sömürgeleşmeye yeni başlayan Hollanda ve Fransa, Yeni Dünya'daki İspanyol ve Portekiz sömürgelerini ellerine geçirmeye başlamıştı. İngiliz Donanması ise bu duruma karşı Hollanda'yı saf dışı bırakmak için harekete geçti ve başarılı oldu. Başlayan hareketle Fransa'ya karşı da Kuzey Amerika sömürgelerinin denetimi nedeniyle tam 4 kez çarpışmıştı ve nitekim Yedi Yıl Savaşlarında da bu iki devlet yine karşı karşıyaydı. İngilizler, başta sömürgelerinin ve deniz ve ticaret
üstünlüğünün korunması sorunundan beslenmiş olan Yedi Yıl Savaşlarında Fransa'yı mağlup ederek hem Kuzey Amerika'nın hemen hemen tamamını kontrolü altına aldı hem Fransa ile yüz yıllardır süren mücadelesini kendi lehine çevirdi hem de artık Dünya'nın en büyük sömürge gücü olarak anılmaya başladı. Fransa'nın, İspanya'nın, Hollanda ve Portekiz'in güçlerinin azalmasıyla da artık Yeni Dünya İngilizlere açılmış büyük bir kapı gibi duruyordu. Amerika sömürgelerinin denetimini ele geçirmek amacıyla savaşan bu büyük devletlerin hareket noktası ise merkantilizm kaynaklı idi. Merkantilist politikaya göre bir devletin büyüyüp güçlenmesinin yolu kolonilerdi. Dünyanın zenginliği sabitti ve bu nedenle birinin zenginleşmesi bir diğerinin fakirleşmesini gerektiriyordu. Bunun içinde daha fazla kıymetli maden biriktirmek gerekiyordu. Ticaret üzerinde oluşturulacak tekelle ticaretteki denge sağlanacak ve zenginleşilecekti. Üstelik koloniler özelinde gerçekleşecek bu ticaret, deniz gücünü de kuvvetlendirip, canlandıracaktı. Ancak oluşturulacak ticari dengenin Avrupa'daki güçler dengesini bozabileceği ihtimali çatışma oluşturabilecek nitelikteydi. Nitekim öyle de olmuş, devletler sömürgelerin denetimini ele geçirmek amacıyla defalarca çatışmışlardı. İngiltere'nin bu çatışmalardan galip olarak çıkması kendisini Amerika'nın denetimini artık elinde bulunduruyormuş gibi gösteriyordu. Ancak Yedi Yıl Savaşlarının, sonucuyla işaret ettiği ortam öyle değildi. Artık Yeni Dünya'da Bağımsızlık çanları çalmaya ve Amerikan Devrimi ufukta görünmeye başlamıştı. Çünkü Kuzey Amerika'da bulunan İngiliz kolonilerini hem Güney'den hem de Avrupa'dan ayıran bazı özellikler bulunmaktaydı ve savaşın sonucu olarak, devletlerin düştükleri durumda buna işaret ediyordu. Kuzey Amerika kolonileri Güneydekiler gibi elmas
ve altın bulup zenginleşerek ülkelerine dönmek için değil, işsizlikten, kilise ve dinsel otoritenin baskısından, yoksulluktan kaçıp özgürlüklerini bulmaya ve en önemlisi yeni umutlara, yeni yaşama gelmişlerdi ve gelirken yalnız değillerdi, onlar tüm aileleriyle birlikte gelmişlerdi. Nitekim Avrupa'nın bu baskılarından kaçmış olmaları Kuzey Amerika'ya hiçbir dinin üstünlüğü ve hükmünü taşımamalarını sağlamıştı. Laikleşme bu topraklarda oturmaya başlıyordu. Onlar Amerika'yı Avrupa'nın bakısından, sıkıntılarından kaçabilecekleri büyük bir sığınak olarak görüyorlardı. Kuzey Amerika, yönetim, sistem ve düzen anlamlarında da Avrupa'dan farklıydı. Koloniler arasında aristokrasi ve monarşi gibi öznelere yer yoktu. Bu özneler zaten Kuzey Amerika'ya göç eden insanların zihinlerinden bertaraf etmek istedikleri ve göçlerine sebep olan en önemli etkenlerdendi ve bu yeni halk artık bunları istemiyordu. Tüm bunların yanı sıra Kuzey Amerika insanlara rahatça ekonomik faaliyetlerini yürütebilecekleri geniş toprak alanları da sunuyordu ve bu durum toprak kavgalarının önüne çekilmiş eşsiz bir set halini almıştı. İnsanlar toprak için çatışmalara girişmiyordu. Koloniler Yeni Dünya'ya tam anlamıyla özgürlükleri için, bağımsız yaşayabilmeleri için gelmişlerdi ve Avrupa'dan çıktıkları andan itibaren kafalarında artık bu vardı. Bu nedenlerden ötürüdür ki, o dönemde Amerika Avrupa'dan farklı olmak zorundaydı. Kuşkusuz İngiltere'nin de hesaplayamamış olduğu en önemli hususlardan biri burada yatıyordu. Tüm bu nedenler göçmenler için Yeni Dünya'nın bir canlanış ve bir uyanış olduğunu gösteriyordu. Nitekim bu aydınlık düşünceler ışığında kolonileşme çağından yeni Amerikan ulusuna bazı miraslar kalmıştı. Kolonilerin temsili hükümet sistemlerini denemiş olması en önemli miraslardandı. Bu sayede halk artık siyasi sahnede deneyim sahibi olmuştu. Bunlar dışında temel haklara saygı ve dini hoşgörü kolonicilik çağından kalan diğer önemi görülen etkenlerdendi. Yeni Amerikan ulusunun Avrupa'nın uzun yıllar uğraşmak zorunda kaldığı bütün bu sebeplerle uğraşmadan gelişmesi müthiş bir şanstı. Oluşmaya başlayan Amerikan ulusu için Kuzey Amerika'da artık göçlerini tamamlayıp yerleşmiş olan bir koloniler topluluğu bulunuyordu ve artık kolonilerinde artan nüfusu dikkat çekmeye başlamıştı. Nüfusun da artmasıyla doğru orantılı olarak Yeni Dünya'da bir anayasa ve eşit haklarla örülü bir birlik oluşturmak kaçınılmaz hale gelmişti. Kolonilerde anayasa ve bağımsızlık gibi konularda gerçekleşen gelişmeye karşın Yedi Yıl Savaşlarından Dünyanın en büyük deniz ve sömürge gücü olarak çıkan İngiltere, başta Kuzey Amerika olmak üzere sömürgelerine çekidüzen vermeye ve savaşın yükünü kolonilerle paylaşmaya karar vermişti. Zira savaş her zaman olduğu gibi yalnız mağlup tarafı değil her iki tarafı da etkilemişti. İngiltere giriştiği Yedi Yıl Savaşlarının ardından büyük iktisadi sıkıntı al-
tındaydı. Bu durumda kendi vergi yükümlüsünün yükünü hafifletmeye karar alan İngiltere, Kuzey Amerika kolonilerinde vergi artırımına başladı. İngiltere'nin sömürgelerinde oluşturmaya çalıştığı bu yeni düzen halkın tepkisini çekmeye başlamıştı. Çünkü Amerikan halkı artık özgürlüğüne alışmıştı ve bu yeni düzen ve denetimi sindiremiyordu. Ancak İngiltere parlamentosu ise adeta tepkilere kulak tıkamış bir vaziyette önlem almak yerine aksine denetimi arttırmak niyetindeydi. İngilizlere göre vergi artırımının nedeni kolonilerin güvenliğiydi ve bu nedenle bu durum normaldi. Ancak Massachusetts'li avukat James Otis 1761 yılında temsil hakkı olmadan yapılacak her vergilendirmenin zorbalıktan öteye gidemeyeceğini söyleyerek devrimin ilk ışığını gösteriyordu. Zira koloniler sürekli olarak parlamentoda temsil edilme hakkı istiyor ancak İngiltere ise bu isteğe sürekli olarak ret yanıtı veriyordu. Üstelik bunun yanı sıra İngiltere parlamentodan ardı ardına çıkarılan çeşitli yasalarla ve mallara getirilen gümrük vergileriyle kıtada İngiliz ürünlerini tekel haline getirmeyi amaçlamıştı. Böylece kıtanın kendisine mecbur kalacağını öngörüyordu. Ancak öncekiler gibi bu yasaların ve vergilendirmelerinde temsil hakkı olmadan yapılmış olması ileri sürülerek anayasaya aykırı olması sebebiyle koloniciler Samuel Adams önderliğinde krallığı protestoya başlamıştı. Bir yanda gösterilerin sürmesine karşın İngiltere bu duruma aldırış etmeden devam kararı almıştı. İngiltere'nin sömürgelerinde yeni düzeni sağlamak adı altında çıkardığı yasalardan kuşkusuz en önemlisi ise pul yasasıydı(1765). Yedi yıl savaşlarının ekonomik sıkıntısını çekmek zorunda kalan, sıkıntı ve parasızlık içine düşen kolonistlerin düzenlerini dağların ötesine kurmaya karar vermesine karşın İngiltere Appalachianler'in ötesine geçmeyi Proclamation Line yasasıyla önlüyordu. Ticaretin durgun olması ve para olmamasının yanında İngiltere'nin kolonistlerin hem yaratabilecekleri kaynakları kesmesi hem de ellerindekini de vergilerle, yasalarla alması Amerikalıları çıkmaza sokuyordu. Pul yasasına göre ruhsatlara, kira sözleşmelerine, gazetelere ve yasal belgelere damga pulu yaptırılacak ve bunlar Amerikan gümrük memurları tarafından toplanarak ardından hiç ihtiyaç duymamalarına karşın kolonilerin savunulmasında kullanılacaktı. 1765 tarihli pul yasasını asıl önemli kılan ise Sons of Liberty(özgürlük çocukları)adlı ilk kurtuluş amaçlı Amerikan örgütlenmesinin kurulmasına neden olmasıdır. Sons of Liberty 9 koloninin temsilcilerinin katılımıyla New York'ta gerçekleşen toplantıda Pul yasasını reddetmiş ve The Declaration of Rights and Grievances'i hazırlamıştır. Önemi çok büyük olan bu deklarasyona göre vergi toplama hakkının yalnızca kolonilere ait olduğu, koloni vatandaşlarıyla İngiliz vatandaşlarının eşit haklara sahip olduğu ve kolonilere oy hakkı verilmeden parlamentonun Amerikalıları temsil edemeyeceği kararları alınmıştır. İngiltere ise hiç geri adım atmadan aksine yeni mali-
ye programlarıyla gümrükteki denetimlerini sıkılaştırmaya karar vermişti. 1768 yılına gelindiğinde bağımsızlıkçılardan olan bir tüccarın 'Liberty' isimli gemisine Boston Limanında kaçakçılık şüphesiyle el konulmuştu. Bu durum üzerine zaten iyiden iyiye hareketlenen halk Boston merkezli büyük kitleli gösterilere başlamıştı. Kitle eylemlerinin devam ettiği aşırı gerilmiş bu ortamda İngilizlerin Boston katliamı olarak da anılan olayda aşırı güç kullanarak can kaybına sebep olması artık Amerikalıların tam anlamıyla sabrını taşırmaya başlamıştı. Artık Amerika halkı kesin olarak bağımsızlıklarını ellerine alıp İngiliz yönetimi altında kalmayı reddetmişlerdi ve nitekim bu arzu birkaç eylemciyle sınırlı kalmamış günden güne alevlenerek güçlenmeye başlamıştı. Ekonomik sıkıntı içerisinde olan Bristish East India Company adlı kuruluş dönemin hükümetiyle de birleşerek kolonilere düşük fiyattan çay satmaya başlamıştı. Bu durumdan oldukça rahatsız olan ve kar marjları çok aşağı düşen koloni tüccar ve kaçakçıları da artık bağımsızlıkçıların yanında yer alıp onları desteklemeye başlamıştı. Yeni gelen çay partileri ise artık ya İngiltere'ye geri gönderiliyor ya da antrepolarda depolanıyordu. Bu durumun en önemli sonuçlarından biri ise bağımsızlıkçı hareketin bulduğu desteği günden güne ve hızla arttırmaya devam ediyor olmasıydı. 16 Aralık 1773 tarihinde Kızılderili kılığına bürünen bazı bağımsızlıkçılar Boston Limanında demirli bulunan üç İngiliz gemisinin mallarını ele geçirip denize dökerek hız kesmeyen vergilere ve yasalara karşı tepkilerini ortaya koymuşlardı. Tarihte Boston çay partisi olarak da anı-
lan bu olay İngilizlere yine geri adım attırmayı başaramamış aksine yeni kuşatıcı yasalar çıkarmasına neden olmuştu. İlk olarak parlamentodan Boston Liman Yasası(Boston Port Act)çıkartılmış ve yasa uyarınca Boston çay partisinde denize dökülen malların bedelleri ödeninceye kadar liman kapatılmıştır. Limanın kapatılması Amerikan ticari hayatını ve tüccarlarını zor duruma düşürmüştü. Ancak İngilizlerin planladığının aksine Massachusetts yalnızlaşmamış diğer koloniler Massachusetts'in yardımına koşmuştu. Kendini iyiden iyiye kaybetmeye başlayan dönemin İngiliz kralı 3.George'un baskısıyla çıkarılan 'Quartering act' ve Ouebec act' yasalarıyla İngiltere kendisinin koloniler üzerinde yasal ve ekonomik gücünü sağlamlaştırıp, güvence altına almaya çalışmıştır. Ancak bu durum kolonicilerin tepkilerinin günden güne artmasına sebep olmuştu. Artık ne İngiltere ne de koloniler geri adım atar vaziyetteydi. Bağımsızlıkçılar tüm bu sorunları konuşmak ve çözüm bulmak amacıyla 1774 tarihinde Philadelphia da bir toplantı planlamıştı. Birinci Kıtasal Kongre(First Continental Congres)olarak da bilinen toplantıda, katılan temsilciler ya bölgesel meclislerden ya da halk toplantılarından seçilen katılımcılar olmuşlardı. Bu kıtasal kongreye Georgia eyaleti hariç tüm eyaletler en az bir temsilci göndermişti. Kongreye katılımın yüksek olması alınacak kararların geçerliliğini arttırması ve bütün Amerika'yı yansıtabilmesi yönünden büyük öneme sahipti. Zira kongre İngiltere'ye karşı gösterilen, temsil oranı fazla ve toplu bir tepki niteliği taşıyordu.
Kongre başlangıçta Kral'a bağlılığını ısrarla ilan etti; fakat dökülen kan, öfke ve 3.George'un davranışlarından doğan nefret artık onları ayrılığa götüren düşünceler olmaya başlamıştı. İlk olarak Articles of Association kararları ile İngiliz ürünlerine karşı bir boykot kararı alındı ve bu karar artık halkın İngiltere'ye karşı değişim ve dönüşüm duygularını fazlasıyla körüklemeye başlamıştı. Kongre sırasında Thomas Paine adında radikal bir gencin yazmış olduğu Common Sense adlı broşür büyük bir etki yarattı. Thomas Paine bağımsızlığı tek çare olarak gösteriyor ve geç kalınması halinde bağımsızlığı elde etmenin zora düşeceğini ve bunu kazanabilmenin ise ancak Amerika'nın birliğiyle gerçekleştirilebileceğini ifade ediyordu. Haziran ayına gelindiğinde kongre üyeleri artık sabırsızlanmaya başlamıştı. Kongre içerisinde oluşturulan beş kişilik bir heyet bağımsızlık bildirgesini meydana çıkardı. Karar örneğini sunan kişi John Adams'ın da desteğini alan Virginia'lı Henry Lee idi. Thomas Jefferson ise kurulan heyetin düşüncelerini yazıya dökmekle görevlendirilmişti. Heyetin oluşturmuş olduğu bağımsızlık bildirgesi kongre tarafından 2 Temmuz'da kabul edilip 4 Temmuz 1776'da ise ilan edildi. İlanı gerçekleşen deklarasyonun kararlarında ise şu satırlar yer alıyordu 'Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz. Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilmez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahı arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru iktidar hak ve yetkilerini, yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa onu değiştirmek veya kaldırmak, temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak, o halkın hakkıdır.' Kongre bu kararları alarak öncelikle halkının sahip olduğu hakları belirtmiştir. Ardından başlamış oldukları bağımsızlık hareketinin gerekçesini ve çözüm yolunu sunmuştur. Aynı zamanda kararların demokrasi felsefesinden yola çıkılarak halk yönetimi felsefesine dayandırılmış olması da önemli hususlardan bir diğeridir. Bağımsızlık deklarasyonun da yer alan bu kararların Kurtuluş Savaşı sırasında Kongreler döneminde alınan kararlara benzerliği dikkat çekmektedir. Her iki dönemde de hareketlerine meşru zemin oluşturma, çözüm yolu gösterme, gerekçelendirme gibi noktalar benzerliği kanıtlamaktadır. Örneğin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesindeki, insanların bazı haklara sahip olduğu, bu hakları korumak için hükümetler oluşturulduğu ancak bu hükümetler görevlerini yerine getiremezlerse değiştirmek veya kaldırmak halkın hakkıdır satırları önce hükümetlerin varlık nedenini açıklamış ardından görevini ve görevini yapamazsa da halkın hangi hakka sahip olduğunu belirtmiştir. Aynı düşünceye Amasya Genelgesinde, Erzurum ve Sivas kongrelerinde de rastlamaktayız. Örneğin Amasya genelgesinde önce hareketin nedeni 'yurdun
bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.'maddesiyle belirtilmiştir. Ardından 'ulusun bağımsızlığını yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır' maddesiyle de güç halka verilmiştir. Kongreler döneminde de deklarasyonda da yer alan satırlarda görüldüğü gibi her iki bağımsızlık mücadelesi de güçlerini halka dayandırarak ortaya çıkmıştır, devrimin gücünü halka mal etmişlerdir ve çözümü de yine halkta göstermişlerdir. Aslında her iki devletinde bağımsızlık mücadelelerinin başlangıçlarındaki bu benzerlik devletlerin şu an ki diplomatik ilişkilerindeki ortak hareket etme, müttefiklik kurma gibi unsurlardaki beraberliklerinin nedenlerini, devrim ve dönüşüm dönemlerinde aslında bir nebze aynı yöne bakmalarında göstererek bizlere bilgi kaynağı oluşturmaktadır. Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonunun yayımlanmasıyla büyük bir iş başarılmasına karşın kongre sonrası artık daha sıkı bir destek gerekiyordu. Çünkü dönüşümü ne kadar çok insan isterse, bu hem dönüşümün hızını hem de haklılığını arttıracaktır. Nitekim bağımsızlıkçıların hızla yürüttüğü propaganda faaliyetleri sonucu da işçi, köylü, tüccar ve zengin büyük çiftlik sahiplerinin de desteği sağlanmıştı. Amerika'nın bağımsızlığına destek veren tüm bu unsurların yanı sıra kuşkusuz bunu kendi çıkarları doğrultusunda isteyen dış etkenlerde vardı ve bunların en önemlisi ve başı şüphesiz Fransa idi. Yedi Yıl Savaşlarından yenilen taraf olarak ayrılan Fransa, yenilgisinin acısını İngiltere'ye karşı yürütülen Amerikan bağımsızlık savaşını desteklemekle çıkartmakta buldu ve şüphesiz İngiltere'ye karşı yürütülen bu savaşta Fransa'nın Amerika'ya karşı hem maddi yönden hem de teçhizat yönünden büyük faydası görüldü. Kongre esnasıyla askeri teçhizatın toplanıp savaşa hazır hale getirilmesi hemen hemen aynı tarihlere rastlamıştı. 19 Nisan 1775 günü Lexington'da başlayan çatışma Amerikan Devriminin başlangıcıydı. Savaşın en büyük ve kesin karşılaşması ise Saratoga Savaşı'nda olmuştu ve kırılma noktası da buradaydı. George Washington'un savaş sırasındaki kahramanlıkları ve dehası ise savaşı kazandıran önemli etkenlerden biriydi. 8 yıl süren bağımsızlık savaşı sonucunda 1783'te yenilen İngiltere artık Amerikan bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştı. Uzun ve kanlı mücadeleler sonucu bağımsızlığını ele alan Amerika 7 Eylül 1787'de ise anayasasını kabul ederek federal bir yönetim biçimini benimsemişti. Amerikan anayasasının günümüzdeki en büyük önemi yaşayan en eski anayasa olmasıydı. Daha önce de değindiğimiz gibi kolonicilik döneminde Amerika'nın, yönetim şeklini tecrübe etmiş olması, Avrupa'nın baskısından kaçarak gelmiş olan insanların sıklığı, onlara yönetim ve anayasa konularında eşsiz bir yardımcı olmuştu ve Amerikan yönetim şekli ve anayasası gücünü kuşkusuz kolonicilikten kalan mirastan almıştı. Bu unsurlar dışında model alınan en önemli etkenlerden bir diğeri ise
Locke'un ve Montesquieu'nun yazıları ve Jean Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'ydi. Tüm bu nedenlerle birlikte Amerikan yeni devlet düzeni ve sistemi üç önemli sacayağı üzerine oturtulmuştu ve yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu sistem birbirinden ayrı olarak düşünülmüyordu. Yapı birbirlerine üstünlük kurmadan denetleyici bir biçimde ortaya konmuştu. Amerikan devlet sistemi oluşturulurken önem verilen bir diğer nokta ise devletin dininin olmaması ve monarşinin yokluğuydu. Avrupa'nın uzun yıllar bu sebeplerle başının ağrıması şüphe getirmez ki yeni Amerika'ya örnek teşkil etmişti ve en önemlisi ABD, Hıristiyanlığı ve imparatorluk sistemini kırarak doğmuştu. Devletin sistemlerinin ve düzeninin oluşturulmasının ardından sıra başkanı belirlemeye gelmişti ve Amerikan tarihi açısından önemi büyük olan George Washington yeni devletin başına getirilmişti. Washington hem savaş sırasında hem de savaş sonrasındaki askeri ve siyasi zekasıyla önemli işler başardığını göstererek bu göreve layık bulunmuştu. 1791 yılına gelindiğinde siyasi sahne şekillenmeye başlamış, Haklar Bildirisi(Bill of Rights) yayımlanmış ve ardından 1792 yılında ise oluşan siyasi, sosyal, ideolojik farklılıklar sonucu siyasi partiler biçimlenmişti. Dönemin en büyük iki ideolojik ve siyasi duruşu ise merkezi yönetim yakınında duran federalistler ile ayrı ayrı devletlerin varlıklarını savunan cumhuriyetçiler olmuştu(daha sonraları demokratlar). Bu iki ideolojik mücadele etrafında Amerikan siyasi yaşamı şekil almaya başlamıştı. Amerikan Devriminin bu tarihsel öneminin yanında Dünya tarih sahnesinde gösterdiği etki ve iz de en az devrim süreci kadar mühimdir. İngiltere'ye karşı Amerikan Bağımsızlık savaşını desteklemiş olan Fransa bu esnada hem savaştan yeni çıkmış olmanın hem de Amerika'yı İngiltere'ye karşı madden ve teçhizat yönünden desteklemiş olmanın verdiği yükle büyük bir ekonomik sıkıntı altına girmişti. Fransa'nın girmiş olduğu bu sıkıntı Fransız devrimini tetikleyen en önemli sebeplerden biri olmuştu ve kuşkusuz Amerikan Devrimi'nin tutuşturduğu kıvılcımla gelişen bu durum liberal devrimlerin kapısını aralayan önemli sebepler arasında yerini almıştı. Amerikan anayasasının ve bağımsızlık bildirgesinin 1778 yılında çevrilmeye başlanması sonucu entelektüel dünyada ardı ardına gelişen büyük tartışmalar sonucu karşılaşılan durum Fransız devrimini etkileyen bir diğer neden halini almıştı. Zira Fransızlar da dönüşüme, insan haklarıyla ilgili bir bildirge ve anayasayla başlamıştı. Amerikan Devrimi'ni önemli kılan bir diğer durum ise sömürge toprağı olarak yer alan bölgelerin, devletlerin devamlı olarak ellerinde bulundurabileceği alanlar olduğu anlayışını yıkmasıdır ve bu durum özellikle İngiliz sömürgeleri üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Sömürgeler tehlikesiz ve garanti topraklar olarak görülmekten çıkmıştır ve artık zihinlerde mücadele tohumları
vardır. Sonuç olarak ABD'nin bağımsızlığı başta Fransa halkına örnek oluşturmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sırasında alınan kararlarla da benzerliğinin dikkat çekmesi bizlere Amerikan Devrimi'nin hem yöntem olarak yararlanıldığını hem de Devrimle örnek teşkil ederek faydalanıldığını işaret edebilmektedir. Bunun dışında en önemlisi dönemin sömürge topraklarında yaşayan halklara ve sömürge yapısına aydınlatıcı olmasıdır. Tüm bunların yanı sıra Amerikan Tarihi yönetim şekli, anayasa, düzen ve sistem gibi konularda da dönemin önemli tecrübe bölgesi halini almıştı. Tarihte liberal ve demokratik devrimler çağına kapı aralayanlardan olması da Amerikan Devrimi'nin esasında dikkatli incelenmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir. Amerika'nın devam eden sürecinde ise serbest piyasa ekonomisinin oturması ve demokrasinin yerleşmesi uzun yıllar sonucu görülecektir. Tarih, Amerikan Bağımsızlık Mücadelesini sebepleri, sonuçları ve sonuçlarının nelere yol açtığı yönüyle gözler önüne koymuştur. Ancak en önemli nokta bir burjuva devrimine de yol açmış olmasıyla birlikte her ideolojik bakış açısının da bu sebep ve sonuçları artı ve eksileriyle tartarak çıkarımda bulunması gerekliliğidir. Amerikan Devrimi'nin gözler önündeki sonuçlarının yanı sıra zihinlere ve düşünce tarihine bıraktığı etkiyle de Asya, Avrupa, Afrika ve kısaca Dünya tarihi anlamında üzerine konuşulması gereken bir etki bıraktığı su götürmez bir gerçektir. İnsanlığın ise bu etkiyi doğru okuyup doğru çıkarımda bulunması tarihin çizgisinde onları yeni ve doğru yollara çıkaracaktır. Kaynakça Hobsbawm,Erıc: Kısa 20.Yüzyıl (Aşırılıklar Çağı, 19141991), Everest Yayınları, 2008 Sander, Oral: Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e), İmge Kitapevi Yayınları, Ankara,2010 Ateş, Toktamış: Türk Devrim Tarihi, Filiz Kitapevi,2004 İnalcık, Halil: ABD Tarihi, Doğu Batı Yayınları, 2008 Thema Larousse: Milliyet,1993 Bilgili, Yüksel: Karşılaştırmalı İktisat Okulları, İkinci Sayfa Basım Yayım Dağıtım,2011 Dünya Tarihi Ansiklopedisi: Milliyet,1991 http://www.tarih.gen.tr/amerika-bagimsizliği- vesonuclari http://www.msxlabs.org/forum/tarih/370611amerikan-devrimi-ve-bagimsizlik-savasi http://ydemokrat.blogspot.com/2010/09/amerikandevrimi http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/ amerikan_tarihi_(sayfa_3) http://stratejisever.com/index.php?topic =1598.0
21 YY'DA GIDA KRİZLERİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK Oğuzhan Altınkoz
21 yy'ın başlarında olduğumuz şu günlerde politika yapıcıların zihnini kurcalayan en büyük konular uluslararası bankaların nasıl kurtulacağı gibi görünüyor. Politika yapıcılar devrimler ve ekonomik krizlerle uğraşadursun, dünyamız ve uygarlığımızın çözüm bekleyen çok daha ivedi sorunları bulunmakta. Herkes dünyaca ünlü bankaları kurtarmanın derdine düşmüşken milyarlarca insanın ölümle burun buruna yaşaması, su ve gıda kıtlığı çeken uygarlığımızın acilen üstesinden gelmesi gereken bekli de en önemli sorunlardan biri olarak karşımızda. 20 yy'ın başlarında dünya nüfusu 2 milyar civarında idi. 1950'li yıllarda 3 milyar dolaylarında gezinen nüfus, geride bıraktığımız 60 yılın sonunda 6,5 milyarın üstüne çıktı. Ve bu rakam her geçen gün artmakta. Uzmanlar doğum oranlarının bu şekilde devam etmesi halinde dünya nüfusunun 2050 yılında 9 milyar kişinin biraz üstünde olacağını belirtiyor. Nüfusun sürekli artmasını, maalesef ki gıda üretimi yeteri kadar karşılayamamaktadır. Sanayileşme ile birlikte sürekli kirlenen temiz su havzaları artan nüfusun ağırlığını kaldıramayacak hale gelmiştir. Bunların sonucunda Afrika ve Asya kıtalarında yaşayan insanlar, giderek su ve gıda krizleri ile karşılaşmaya başlamıştır. Özellikle geçtiğimiz günlerde gündemimizi meşgul eden Doğu Afrika'daki içler acısı durum herkesin hafızalarında durmakta. Zaten siyasi istikrarsızlıkla mücadele eden Doğu Afrika ülkeleri kuraklığın pençesinde kıvranmakta. Milyonlarca insanın zarar gördüğü gıda krizleri, çoklu bileşenlerin sonucunda ortaya çıkan tahlili de çözümü kadar zor bir sorun. Fakat, sadece Doğu Afrika'nın sorunu olmak-
tan çok öte bir yerde. Her geçen gün gıda fiyatlarının yükselmekte olduğunu görmekteyiz. Bu yükseliş trendini açıklamakta başvurulan ilk yöntem elbette ki arz-talep dengesindeki bozulmalardır. Yazının başında da belirtildiği gibi hızla artan nüfusa karşın gıda üretimi gereken artış oranlarına sahip değil. Bunun, fiyatları arttırdığı bir gerçek olsa da bu, 3. dünya ülkelerindeki gıda krizlerini açıklamakta tek başına yeterli değildir. Bu krizlerin bu kadar sık yaşanmasının yapısal bir nedeni de neo-liberal tarım politikaları olarak karşımızda durmaktadır. Dekolonizasyon sonrasında özellikle Afrika kıtasındaki ülkeler siyasi istikrarsızlık, savaşlar ve katliamlarla mücadele etmişlerdir. Zaten sanayi üretimi olmayan yahut çok sınırlı olan bu toplumlar askeri harcamalarını, karşılayamayacakları maliyetlerle borçlanarak ödemişlerdir. Bunun sonucunda da doğal kaynakları bir bir küresel sermaye tarafından işlenir hale gelmiştir. Özellikle küreselleşmenin etkisiyle ekonomilerini iyice dışa açan bu ülkeler dış ticaret verileri açısından sürekli açık verir konuma gelmişlerdir. Tarıma dayalı üretim tarzlarından dolayı da bu dış ticaret açığını doğal kaynak ihracatı yanında tarımsal ürün ihracatıyla da desteklemek zorunda kalmışlardır. Tam bu noktada Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) kurallarını benimsemek zorunda kalmışlardır. Takdir olunur ki zaten alım gücü düşük olan bu toplumların ürettikleri ürünler, Dünya Ticaret Örgütü'nün dayattığı serbest piyasada alım gücü yüksek olan toplumların arz-talep dengelerine göre fiyatlandırılmaya başlamıştır. Bu da otomatik olarak gıda fiyatlarının yerel-üretici halk açısından
artmasına sebep olmaktadır. Zihinlerde somutlaşması açısından örneklendirmek gerekirse, Etiyopya'da üretilen bir gıda maddesine, serbest piyasa şartlarında en yüksek fiyatı veren sahip olacaktır. Gelişmiş toplumlar alım gücü seviyelerindeki yükseklik dolayısıyla ürünlere yerelüretici toplumdan çok daha rahat sahip olabilmektedirler. Bu da gelişmemiş toplumların gıda maddelerine ulaşmalarını pahalılaştırmaktadır. Tarımsal üretimin ihracata yönelik düzenlenmesi gelişmemiş ve gelişmekte olan toplumlarda başka bir sorunu da beraber getirmektedir ki o da siyasi istikrarsızlıktır. Halkının tok olması koltuğunda oturmak isteyen politika yapıcılar açısından zaruri öneme sahiptir. Çünkü aç insanların artık kaybedecek bir şeyleri yoktur ve açlık toplumda infiale hatta isyana neden olur, göçü tetikler ve merkezi devlet otoritesinin bozulmasına bile neden olabilir. Tarihte yöneticiler istikrar için halkın gıdayla buluşmasını bir siyasi güvence olarak kullanmışlardır. İspanya iç savaşı sırasında, İspanya'da insan gücü kaybedilmiş, tarım arazileri zarar görmüş ve tarımsal gıda üretiminde büyük düşüşler yaşanmıştır. Faşist Diktatör Franco, iktidarını sağlamlaştırmak ve istikrar sağlayabilmek adına tarımsal üretim eski seviyesine gelene kadar, halka bazı gıda maddelerini dağıttırmaya başlamıştır. Günümüz dünyasında bu örneğin aynısı yaşanmamakla beraber, görülmektedir ki tarımsal üretim olanakları gelişmemiş olan zengin körfez ülkeleriyle, aşırı nüfusunu beslemekte zorlanan Çin, özellikle Afrika'da ve Güney Amerika'da geniş çiftlikler kurmakta ve bu çiftlikler beraber gıda ihtiyaçlarını gelecekte güvence altına almaktadırlar. Bu noktada söylemek gerekir ki bu tür büyük çiftlikleri kuranlar sadece bu ülkeler değillerdir. Özellikle ulusaşırı gıda firmaları tarım havzalarında büyük çiftlikler kurarak üretim gerçekleştirmektedirler. Bu tür gıda üretimleri ihracata yönelik yapılmaktadır ve yerel halkın gıda ihtiyaçları gözetilmemektedir. Artan talep ekseninde gelişmemiş ülkelerin ormanları yeni tarım havzaları açmak için yok edilmekte ve su havzaları tarımsal ilaçlarla kirletilmektedir. Hükümetlerin çeşitli nedenlerle göz yumduğu bu işlem sonucunda dünyamız felakete sürüklenmektedir. Bu tür tarımsal havza açma çalışmaları sonucunda bir doğa katliamı yaşandığı aşikardır. Bu katliam sonucunda dünyamızın ormanlık alanları ve temiz suları,
nüfus artışının baskısıyla beraber, vahşi kapitalizmin kar hırsı uğruna yok edilmektedir. Doğal dengenin bozulması küresel ısınmayı da giderek hızlandırmaktadır. Dengesi bozulan ekolojik sistemler sonucunda ani sel baskınları ve kuraklıklar daha sık yaşanmaktadır. Tüm bunlarda zarar gören tarımsal üretim sonucunda da insanlığımız daha fazla kıtlıkla karşı karşıya kalmaktadır. Bu kıtlığa çözüm olarak ortaya konulan genetiği değiştirilmiş organizmalar da diğer bir tehdit olarak görülmelidir. İnsan sağlığına etkileri konusunda ciddi şüpheler ve bulgular barındıran genetiği değiştirilmiş organizmalar neo-liberal politikalar sonucunda ülkemizle beraber tüm dünyada yaygınlaştırılmaktadır. Birleşik devletler merkezli “Monsanto” gibi ulus-aşırı firmaları zenginleştiren gdo'lu ürünler kamu sağlığını tehdit ederek gelecekte ulus-aşırı ilaç firmalarının daha fazla kar etmelerine yol açacak gibi görünmektedir. Dünya'nın çeşitli yerlerinde görünen gıda krizleri aslında çok daha büyük ve geniş kapsamlı krizlerin habercisidir. Doğu Afrika'da yaşananları sadece kuraklıkla bağdaştırmak, o ülkelere insani yardım yapılınca her şeyin düzeleceğini zannetmeye yol açar ki bu da sorunların devam etmesine neden olacaktır. Kar'a yönelik değil, insan merkezli tarım politikalarının oluşturlması ve acilen tüm dünyada işleve geçirilmesi gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki gıda krizlerinin artarak yaygınlaşması, dünyamızı çok ciddi siyasi krizlerin ve savaşların içine sokabilecek güçtedir. Politika yapıcılar ödenen vergilerle büyük bankaların kurtarılmasından önce insanoğlunun ortak geleceğini kurtarmak için uğraşmalıdır.
BİR KÜLKEDİSİ MASALI: DEMOKRASİNİN MEŞRUİYET SORUNSALI Gizem Berberoğlu
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler hamal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken... Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Kızın annesi ölünce babası
tekrar evlenmiş. Evlendiği hanım önceki evliliğinden olan iki kızını da alıp eve yerleşmiş. Masalımızın bu kısmına kadar görüldüğü gibi her şey gayet yolunda gitmektedir. Ta ki üvey anne evde çoğunluğu sağlayıp, iktidarı ele geçirinceye kadar… Masalımızın bundan sonraki bölümünde ise Külkedisi adeta totaliter rejimleri çağrıştıracak nitelikte bir yaşam sürmeye başlamıştır. Fikirlerini özgürce ifade edememekte, evde kendisine kesinlikle bir
söz hakkı tanınmamakta; her türlü haktan mahrum bırakılmış, özgürlüğü kısıtlanmış, üvey annenin hoşgörüsüz, başına buyruk tavırlarına ve eşitsiz yaklaşımına maruz kalmıştır. Bir gün Külkedisi diğer kardeşleri gibi düzenlenecek olan baloya gitmek ister. Fakat üvey annesi ve kardeşleri –nitelikli çoğunluk- buna müsaade etmez ve onu bu en doğal hakkından mahrum bırakmak isterler. İşte tam da bu kısımda 'demokrasi perisi' masalımıza dahil olur. Bu demokrasi perisi, Külkedisi'ni eşitlik, özgürlük, adalet gibi haklarla donatır. Fakat -ki bu kısmı çok önemlidir- gece on ikiden sonra bu haklar elinden alınacaktır. Zaman dolar ve bir camdan ayakkabı kalır Külkedisi'nden geriye. On ikiden sonra muğlaklaşır her şey. Tıpkı masalda olduğu gibi günümüz demokrasi kavramı da gece on ikiden sonrasını yaşamaktadır. Kavramın içi boşaltılmıştır ve demokrasi ciddi bir meşruiyet krizi içerisindedir. Demokrasideki oluşan bu muğlaklığa neden olan etmenleri incelemeye başlamadan önce ilk “Neden Demokrasi?” sorusu gelir insanın aklına ve ardından da “Demokrasi Neydi ki?” sorusu canlanır zihinlerde. Demokrasi en kabaca tanımıyla: Egemenlik haklarının halka ait olduğu düşüncesine dayandırılmış siyasi bir sistem olmayı hedefleyen bir yönetim biçimidir. Demokratik bir yönetim; ifade özgürlüğü, eşitlik, adalet gibi hakları farklı inanç ve düşünce sistemlerine toplum içinde barınma imkanı sağlamayı amaç edinmiştir. Şimdi demokrasinin meşruiyet krizi yaşamasına neden olan etmenlere değinelim. Krize yol açan iki etmenden bahsedebiliriz: Bunlardan ilki demokrasinin yol açtığı yapısal etmenler; diğeri de demokrasi kavramına zaman içerisinde dahil edilen unsurlardır. Yapısal tehlikelerden kasıt; demokrasi, tanımı gereği faklı inanç ve düşüncelerin kendini toplum içerisinde ifade etmesine olanak tanır ve bu ifade etme özgürlüğü bir paradoksa yol açmaktadır. İşte bu durum da demokrasinin kendi kendini imha edebileceği ihtimalini doğurmaktadır. Bir başka yapısal sorun da demokrasinin çoğunluğun diktasına dönüşme riskidir veya Hitler örneğinde olduğu gibi demokrasi baskıcı bir iktidarın hizmetinde de kullanı-
labilir. İkinci tehlike ise demokrasiye tarihsel olarak eklemlenen unsurlardır. Bu unsurlar, kapitalizm-demokrasi ilişkisi içerisinde demokrasiyi “özgür” seçimler, temsil sorunu, çoğulculuk, katılımcılık, özel alan, kimlik meseleleri gibi farklı bağlamlarda sorgular. İşte bu yaklaşım, demokrasinin meşruiyet kaybının temellerine, kapitalizmin tarihsel gelişimini koymaktadır.Bu yaklaşımı benimseyen düşünürler, kapitalizmin demokrasinin içini boşalttığına inanmaktadırlar. Wendy Brown çağımızda demokrasinin içinin boşaltılmasındaki etmenleri şöyle sıralamıştır: 1.Sermayenin siyaset üzerindeki tahakkümü.-a)büyük şirket grupları ile devlet iktidarının iç içe geçmesi.b)seçimlerin pazarlama ve işletme sirklerine dönüştürülerek siyasal hayatın gitgide medya ve pazarlama başarısına indirgenmesi 2.Demokratik rasyonalitenin yerine neo-liberal rasyonalitenin ikame edilmesi. 3.siyasetin yargısallaşması ve yargının siyasallaşması. 4.küreselleşme sürecinin ulus-devlet iktidarını aşındırması demokrasinin içinin boşaltılmasına 1 yol açan nedenlerdir. Küreselleşmeyle birlikte –ki bu masalda gece on ikiden sonraya tekabül eder- git gide muğlaklaşan demokrasi kavramı illaki eşitliği ya da adaleti kapsamak zorunda değildir ve mutlak bir tanımı olmadığından hiçbir mutlak de-ğeri de olamaz. Özellikle seçimlerin en önemli siyasal eylem olarak algılandığı demokrasilerde çoğunluğun diktası hakimdir. Tarihin Sonu tezini ortaya atan Fukuyama şu tabloyu görse ne düşünürdü bilinmez ama Batı liberal demokrasisinin dünyada bu kadar yayılmasına karşın bu tarz sorunlar yaşaması şaşırtıcı değil midir? Peki demokrasinin yaşadığı bu kriz aşılabilir bir kriz midir? Ya da yeni alternatif modeller bulunabilir mi? Bütün bu soruları kapsayıcı soru yukarıda da belirtmiş olduğumuz üçüncü soruya gelelim: Neden demokrasi? Bu soru üzerinde üç hakim görüş vardır: İlk görüş bu sorunun rasyonel düzlemden yola çıkılarak gerekçelendirilebileceğini savunur. Diğer bir görüş bu yöndeki tartışmaların nafile bir uğraş olarak nitelendirir. Üçüncü görüş ise, liberal-demokrasi iddiasından vazgeçmez fakat böyle tartışmaların totaliter sonuçlar doğurabileceğini söyler. Bununla birlikte liberal temsili demokrasi modelinin kirli çamaşırlarını açığa
çıkarma çabasında olan yaklaşımlar vardır. Rasyonel yollarla gerekçelendirilebileceğini savunan ilk yaklaşım, demokratik toplumların özgür ve eşit yaşadığını savunduğundan bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak toplumda farklı inanç ve düşünceler ortaya çıkacağını ve sistemde kendini savunması için makul yollarla gerekçelendirme çabası içine gireceğini belirtip, bunu bir sorumluluk olarak nitelemektedirler ve eğer bu sorumluluk yerine getirilmezse sistemin kendi krizini yaratmış olacağını belirtirler. Bu yaklaşımın temsilcilerinden Habermas, demokratik siyasete ilişkin üç tür görüş olduğunu söyler: Bunlar liberal, cumhuriyetçi ve müzakereci modellerdir. Liberal model, özerk bir sivil toplumun çıkarlarını siyasal aygıta aktararak yönetmeyi kapsar. Cumhuriyetçi model, liberal modelin tam tersi sivil toplumun çıkarlarını yönetmekten ziyade yurttaşlar arasında dayanışmayı sağlamayı hedefler. Müzakereci model ise, diğer iki modelden farklı olarak devleti merkeze almaz ve bu sebeple Habermas bu modeli savunur. Modele göre, eşit ve özgür vatandaşların ortak yaşamlarını belirleyecek kuralları müzakere ederek saptamalarına olanak sağlamayı amaç edinmiş bir demokrasi anlayışını savunmaktadır. Böylesi bir model, Habermas'a göre hem gerekçelendirme sorununu hem de muğlaklığı giderebilir. Gerekçelendirmenin nafile bir çaba olduğu görüşünü savunan Richard Roty'e göre ise; akıldan daha ötesi baskındır ve Roty'nin aşırı kuşkuculuğu rasyonel arayışa ağır basar. Liberal demokrasi iddiasından vazgeçmeyip ama “neden demokrasi” sorusuna da üretilebilecek yanıtların rasyonel düzlemden yola çıkılarak gerekçelendirilemeyeceğini savunanlarsa bu durumu toplumsal alanı kapatma olarak düşünürler ve bunun da totaliter sonuçlar doğurabileceğine inanırlar. Bu yaklaşımın temsilcileri Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, açık toplum imgesine baz alarak “radikal demokrasi” adını verdikleri yeni bir strateji geliştirmeyi amaçlamışlardır. Gerekçelendirmenin yapılmasına gerek olmadığını çünkü demokrasi iddiasından vazgeçmenin gerektiğini savunan görüşe göre; içi boşaltılmış demokrasi sisteminin günümüzde hala nasıl bu kadar yaygın bir meşrulaştırma aracı ve vazgeçilmez bir yönetim şekli olarak
Hülasa demokrasi bir çıkmazın içerisinde ve gittikçe amacına hizmet etmekten uzaklaşıp hegemonik güçlerin faaliyetlerini meşrulaştırma aracı olarak hizmet etmeye başlamıştır. Demokrasiyi azınlığın dayatmasından çoğunluğun dayatmasına bir geçiş olarak algılanması, çoğunluğun yaptığı her eylemi meşru saymakta ve bu da baskıcı bir yasallığı doğurmaktadır. Siyasetin sadece devlet ve iktidar aygıtlarına sıkıştırılmaması gerekir. Demokratik yönetimlerde önemli bir yeri olan muhalefet yapma hakkı sadece muhalefet partilerince sınırlı kalmamalıdır. Siyasal alanın tekrardan tanımlanması ve demokratik düşüncelerin yeniden doğmasına hizmet edilmelidir. Mevcut demokratik sistemin yetersiz olduğu ortadadır. görüldüğünü sorgular. Görüşün en önemli temsilcilerinden biri Platon'dur ve günümüzde de Alain Badiou'dur. Badiou'ya göre demokrasi günümüzde adeta bir tabu haline gelmiştir. Kimse demokrasiden vazgeçmez ve askıya almak istemez. Bütün her şey demokrasi adına yapılmakta, herkes bir demokrat olma çabası içerisinde öyle ki egemen güçlerin dünyanın herhangi bir bölümünü işgal etmesinde ve herhangi bir coğrafyaya sömürgeci askeri bir operasyon düzenlemesinde hep bu demokrasi! iddiası yatmaktadır. Demokrasi her şeyi meşrulaştırabilir. Badiou, temellerini sahte soyut bir eşitliğe dayandıran demokrasinin beslendiği kaynağın para olduğunu belirtir ve Platon'un “Demokratik dünya aslında dünya değildir” cümlesinden yola çıkarak demokrasinin tek seçenek olduğu ve geri kalan seçeneklerin bir despotizm olarak yaftalanmasına karşı çıkar.
…ve masalımızın sonunda ayakkabı sahibini buldu ve Külkedisi muradına erdi. Şimdi bizim de o camdan demokrasi ayakkabısına uygun bir ayak bulmamız lazım! “Türkiye'de demokrasi ve geldiği nokta” konusuna bu yazıda değinemedik ama yine Fransız yazar Charles Perrault'un diğer bir eseri olan “Uyuyan Güzel” adlı masalından yola çıkarak gelinen noktayı az çok tahayyül edebileceğimizi umuyorum.. Öyle tatlı uyuyordu ki acaba kim uyandırmaya kıyacak?? 1
Gülenç, Kurtul, Demokrasi, Meşruiyet Sorunu ve Siyaset Felsefesi, Felsefe Yazın Dergisi, 18, syf.10
SOYUTLAMA
KÜÇÜK KARA BALIK (Samed Behrengi)
Geçen sayımızın “soyutlama” çalışmasını “Şişkolarla Sıskalar” adlı eder üzerinden yapmıştık. Bu sayımızda ise yine çalışmamızın analiz düzeyini basit tutmuş olmak ve eğlenceli bir iş çıkarmak adına, bir çocuk kitabı üzerinden soyutlama yapmak istedik; “Küçük Kara Balık.” Çalışmamızı Ön yargı ve Toplumsal Muhafazakârlık olmak üzere iki analiz düzeyi üzerinden yürüttük. Hâkim düzenin aleyhine fikirlere sahip olduğu için, Aras Nehri kıyısında faili meçhul bir cinayete kurban giden bir Küçük Kara Balık'ın yazdığı “Küçük Kara Balık” adlı eseri okumanızı önermekle birlikte, çalışmamızın size bir şeyler ifade etmesini sağlamak amacıyla, kitabın kısa bir özetini sunacağız. Keyifle okumanız dileğiyle… Özet: Masal, Nine Balık'ın on iki bin torununa bir masal anlatmasıyla başlar. Masal şöyledir: “ Küçük Kara Balık, annesinin on bin yumurtasından sağ kalan tek balıktır; yani annesinin tek evladıdır. Her gün annesi ile derede yüzerler, diğer balıklar gibi… Başka da yaptıkları hiçbir şey yoktur. Küçük Kara Balık'ın arkadaşı Yaşlı Filozof Salyangoz, ona dünya denilen yerin bu içinde yüzdükleri dere ile sınırlı olmadığını, dünyanın kocaman bir yer olduğunu söyler. Bu düşüncelerini herkese söylediği için, denizdeki diğer canlılar Yaşlı Salyangoz'u öldürürler. Ancak Küçük Kara Balık, dünyanın içinde yüzdüğü dere ile sınırlı olmadığını öğrenmiştir. Kafasındaki düşünceleri annesine açar, ancak annesi bu durumdan endişeye düşer ve Küçük Kara Balık'ı bu fikirlerden vazgeçirmeyi çalışır. Küçük Kara Balık fikirlerinden vazgeçmez ve yola çıkmaya niyetlenir. Bu fikirleri diğer balıklar tarafından duyulunca Küçük Kara Balık'ın canı tehlikeye girer ve kaçar. Böylece yolculuğu başlamış olur. Yolda birçok cesaret sınavı vermek zorunda kalır, Hepsini de atlatır. Savaşması gerektiği yerde savaşır. En sonunda denize ulaşır ve denizlerin, tüm suların ulaştığı yer olduğunu öğrenir. Bundan sonra Küçük Kara Balık'ı kimse görmez.” Nine Balık masalı bitirir. Torunlarına ve çocuklarına uyumalarını söyler. Hepsi uyurlar; ancak Küçük Kırmızı Balık uyumaz. Tüm gece boyunca Küçük Kara Balık'ı ve onun hikâyesini düşünür.”
“Küçük Kara Balık” ve “Ön Yargılar” Gökhan Dördü Samed Behrengi'nin kaleminden çıkan Küçük Kara Balık, toplumsal ön yargılara karşı takınılan asi tutumu, kararlılığı; kısacası bir başkaldırıyı simgelemektedir. Toplum nezdindeki tabakalaşma sürecinin hem nedeni hem de sonucu olma özelliğini bünyesinde barındıran ön yargı anlayışı, yalnızca toplumsal bütünleşme tasavvuruna ket vurmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumun
56
kendi bünyesinden çıkarabilme yeterliliğine sahip olduğu “gerçeği arama mücadelesi ve azmi''ne gölge düşürmektedir. Nitekim söz konusu eserde Küçük Kara Balık'ı merak ve hayallerinden alıkoymaya çalışan zihniyet de, ön yargı sorunsalının bir ürünüdür. Aylardır ırmağın dibini dolaşıp duran Küçük Kara Balık için artık gerçekleri araştırma ve öğrenme vaktidir. Fakat önünde
koskoca bir engel vardır: Ön yargılar… Ve her kesimde de farklı şekilde vücut bulan bu ön yargı anlayışında kimilerine göre, ''geleceğe yönelik hedef, boyundan büyük laf etmektir''; kimilerine göre ise de aslında ''kendi bildiklerinin dışında bir doğrunun, ihtimal dâhilinde bile olmamasıdır.'' Anne kurbağanın, Küçük Kara Balık'a ''Soysuz yaratık! Ne poz atıp duruyorsun? Bulmuşsun çocukları, sallıyor da sallıyorsun. Ben, dünyanın bu su birikintisi olduğunu anlayacak kadar çok yaşadım. Hadi git işine! Çocuklarımın da aklını karıştırma!'' sözleri ön yargıyı çok net bir biçimde özetlemektedir. Küçük Kara Balık'ın ırmağın sonuna doğru ısrarla ilerlemesi de bir başka tipik ön yargı sorunsalı ile karşılaşmamızı kaçınılmaz kılacaktır. O da insanların, genel itibariyle toplumun tipik ön yargılarından ayrı olarak bireysel anlamda zihinlerinde kendi kendilerine kurdukları ve daha sonra da yıkmayı bir türlü beceremedikleri tabulardır. Ne yazıktır ki bu tabular, bastırılmış duyguların açığa çıkmasıyla birlikte aleni bir şekilde korkunun dışavurumu olarak gelişmekte ve insanları bu tip ön yargı kaynaklı yersiz kor-
kuları yüzünden pasif birer birey durumuna itmektedir. Küçük Kara Balık'ın ''Pelikanı düşündük, huzurumuz kaçtı.'' diyen balığa verdiği: ''Siz çok düşünüyorsunuz. Hep düşünmek, hep düşünmek gerekmez.'' yanıtı ve tüm önyargı eksenli engellemeleri aşıp hedefine ulaştıktan, açık denize vardıktan sonra da karşılaştığı ve onca tehlikeleri anlatan balığa verdiği: ''Her an ölümle yüz yüze kalabilirim ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmem gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağım; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamamın veya ölümümün, başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği…'' yanıtı, toplumsal ön yargı anlayışının birer ürünü olan baskı ve korku sorunsallarını tam anlamıyla tasvir edebilme yeterliliğine sahip olmaktadır. Küçük Kara Balık'ın yaşadığı maceralar, toplumsal ön yargılara karşı kararlı tutumları ile zihnindeki tabuları yıkmış, güçlü ve bir o kadar da başarıya olan inancı tam bir insan portresi çiziyor bizlere.
“Küçük Kara Balık” ve “Toplumsal Muhafazakârlık” Fatma Kübra Türker Muhafazakârlık, sosyal anlamda geçmişten gelen ve hakim olan düzenin, status quo'nun doğruluğuna ve değişmemesi gerektiğine olan derin inançtır. Her toplumda “tabu” dediğimiz, üzerine konuşulması, tartışılması ayıp, yanlış sayılan alanlar; aşılmaması gerektiği düşünülen çizgiler vardır. Bu sınırları aşanlar toplumdan çeşitli şekillerde dışlanırlar. Her çağ, mevcut sosyal anlayışın, hâkim fikirlerin dışına çıkan birey ve düşünürlerin maruz kaldığı yaptırımlar ile doludur. Faili meçhul cinayete kurban gidenler, idam edilenler, hapishaneye girenler, deli damgası yiyenler… Yaşlı Salyangoz ve Küçük Kara Balık, bu aydınları simgelemektedir. Annesi ve ona karşı çıkan diğer balıklar ise toplumsal muhafazakârlığı simgeler. Öyle ki Küçük Kara Balık dereden ayrılmayı, uzaklara gitmeyi ve dünyayı keşfetmeyi istediğini söylediğinde annesi: “Dünya, dünya diyor başka bir şey demiyorsun. Ne demek oluyor bütün bunlar? Dünya biz neredeysek oradadır. Yaşam da bizim yaşadığımızdan başka bir şey değildir.” der. Aslında bu çok yerinde bir “toplumsal muhafazakârlık” tanımıdır; muhafazakârlık, içinde yaşanılan dünyayı tüm dünya; sürülen hayatı ise yegâne hayat zannetmektir. Masalda Anne Balık ve onun zihni-
yetindeki diğer balıklar, Küçük Kara Balık'a bildiklerini öğreten Yaşlı Filozof Salyangoz'u öldüren zihniyettir. Buna rağmen Küçük Kara Balık niyetinde diretir ve: “ (…) Bir gün gelip yaşlanınca hep aynı cahil balık olarak kaldığımı görmek istemiyorum.” der. Toplumları değiştiren ve topluma bir şeyler katan zihniyet, tabulardan sıyrılmış, toplumsal doğrulara “tapmayan”, tepki çekmek uğruna doğruları keşfetmeyi göze alan zihniyettir. Bu geleneklere saygısızlık etmek demek değildir; zira Küçük Kara Balık'ın yaptığı da bu değildir. O “toplumun doğru kabul ettiği yanlışları” kabul etmemiş ve doğruyu keşfetmek istemiştir. “Aydın” olmak da tam olarak budur. Tarihe ismini kazımış insan profili budur. Anne Balık ve onunla aynı zihniyetteki diğer balıkların simgelediği “toplumsal muhafazakâr” kesim ise içinde yaşadığı dünyanın ve hayatın yegâne hayat olduğuna inandığından, değişim ve ilerlemeye öncülük etmeleri mümkün olmamıştır; zira masal, başka bir masalın, Nine Balık'ın anlattığı masalın içindedir ve o masalın başkahramanı da Küçük Kara Balık'tır. Masalın sonunda, Küçük Kara Balık en az bir balığa öncülük etmiştir bile; Küçük Kırmızı Balık'a…
SOVYETLER BİRLİĞİNİN VARLIĞININ VE YOKLUĞUNUN 20. YÜZYILA VE DÜNYA SİSTEMİNE ETKİLERİ Burak Ayçil
SSCB'nin tarih sahnesinden çekilmesi insanlık tarihinin büyük dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu kimilerine göre küreselleşmenin başlangıcı, kimilerine göre “demokrasinin ve insan haklarının” zaferi kimilerine göreyse küresel sömürünün önünü açan büyük bir yenilgidir. Fakat bunun en gözle görülebilir sonucu uluslararası sistemde karmaşanın ve iç içe geçmiş değişimlerin yaşanması olmuştur. Çünkü SSCB'nin dağıldığı 1991'den bu yana sistem tek süper güç ABD'nin hegemonyası altındadır. Artık çoğu yarı-gelişmiş ya da azgelişmiş ülkenin denge siyasetini kullanarak fayda sağlayabileceği ya da hayatta kalabileceği bir alternatif bulunmamaktadır. 20. yy'a genel olarak baktığımızda dünya tarihinin ve küresel konjonktürün hızlıca değişmeye başladığı dönemece girildiğini görüyoruz. 19. yy'dan itibaren tarih eskisi gibi uzun ve tedrici değil hızlı ve aniden değişmeye başlıyor. İşte bu yüzyıla ve değişimlere damga vuran küresel alternatif güç 20. yy'ın ilk çeyreğinde 1917'de ortaya çıkıyor: SSCB. 1917'de devrim olduktan sonra ülkeyi kuranlar ve devrimin önderi Lenin, ülkenin geleceğini diğer büyük devletlerdeki olması gereken sosyalist devrimlere bağlıyor. Öyle ki bu konuda “… ya kısa zaman içinde ileri kapitalist ülkelerde de devrim patlak verir ya da yok oluruz.” diyor. Ülke ilk kurulduğunda iç ve dış politika da bu görüş doğrultusunda belirleniyor. Fakat zaman geçtikçe işler hiç de umulduğu gibi gitmiyor ve devrimin üzerinden on yıla yakın geçmesinde rağmen beklenen devrimler patlak vermiyor. İşte tam da burada yönetim sorunu ortaya çıkıyor. Stalin dönemine denk gelen bu değişim dönemi her yönetim
pratiğinin karşılaştığı “teoriden sapma” sorunsalını doğuruyor. Marksizmin enternasyonalist düzenlemelerine az önce bahsettiğimiz diğer devrim beklentilerinin olumsuz sonuçlanmasından dolayı cevap veremeyen Sovyetler Birliği, yeni teoriler ve yapılanmalar üretiyor. Stalin'in “Tek Ülkede Sosyalizm” tezini bu dönemde üretmesi tesadüf olmasa gerek. Bu teorinin iki büyük sonucu oluyor: 1) Sovyetler Birliği'nin ulus-devlet haline gelmesi 2) Komintern'in Sovyetler Birliği'nin dış politika aracı haline gelmesi. Burada Stalin'in SBKP'nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) fikir ve politikalarını uluslararası ilişkiler bağlamında idealizmden realizme kaydırdığını söylersek yanlış olmayacaktır. Kaldı ki daha sonraki yıllara gelindiğinde Stalin'in batılılarla müttefik olacağını göreceğiz. İkinci Dünya Savaşı' ndan sonra galip devletler safında yer alan Sovyetler Birliği realist politikalarını o kadar artırmıştı ki savaş sonrası dönemde Doğu Avrupa'daki etkinliğine göz yuman Batılı müttefiklerini incitmemek için Fransa ve İtalya'daki komünist akımlara ve faaliyetlere duyarsız kalmış adeta gözlerini kapatmıştı. II. Dünya Savaşı sonrasında sisteme tartışmasız egemen olabilecek bir devlet ortaya çıkmıştı: ABD. Savaşta güçlerini yitiren Avrupalı devletler artık eski güçlerini kaybetmiş ve yerlerini yeni yükselen güce ABD'ye devretmişlerdi. ABD'nin savaş sonrasında dünyayı kendi politikaları doğrultusunda şekillendirmeyi amaçladığı daha 2 yıl sonra Truman Doktrini'yle ortaya çıkmıştı. Bu doktrinle ABD, Sovyetler Birliği'nin egemen olduğu ya da iki devletin de egemen olmaya çalıştığı ülkelerde iktidarları kendi lehine çevirmeye çalışıyordu. ABD bu girişimlere başladığında Sovyetler Birliği de boş durmadı ve 1947 yılında Varşova'da Kominform'u kurdu. Komünform, Sovyetler Birli-
ği'nin Enternasyonalizmden saptığının en büyük kanıtıydı. Çünkü bu birliğe Çin ve diğer Asya'daki komünist partiler davet edilmemişti. Kaldı ki daha sonra Çin'le de rekabete girilecekti. Artık şu apaçık belliydi: SBKP, ABD ve Batı'yla girdiği yarışta dünya idealini unutmuştu! Öte yandan Sovyetler Birliği iç uygulamalarıyla
seçmek anlamında yorumlanmış olsa da tek kötünün mutlak hakimiyetinden yine de iyiydi. Fakat nasıl ki Sovyetler Birliği refah politikalarıyla Avrupa toplumlarını etkilediyse Batı bloğu da “özgür-lük” fikriyle Doğu bloğunun toplumlarını etkilemişti. Nitekim Sovyetler Birliği'nin ideolojisinin temeli eşit-liğe dayanıyordu. ABD ise eşit olmayan bir sistem olan Kapitalizmi dünyaya dayattığı için Sovyetlerin eşitlik argümanına karşı “özgürlük” fikrini ön plana çıkarı-yordu. Tabi ki bu özgürlüğün ne denli gerçek olduğu günümüzde de anlaşıldığı gibi ortadadır. Sonuç olarak özellikle Stalin sonrası dönemde demokratik merkeziyetçilik anlayışından kopuşla bir-likte geniş bir coğrafyada vücut bulan sosyalizm fikri yeniden sorgulamaya açılmıştır. Bunda ABD'nin eliyle ya-yılan milliyetçilik ve dinci akımların etkisi yadsınamaz. 80'li yılların sonuna gelindiğinde özellikle Gorbaçov'un yayınladığı Perestroyka (Yeniden Yapılanma) politikasıyla birlikte Sovyetler Birliği kapitalizmin pazarı haline gelmiş ve bu dev yavaş yavaş etkisini yitirerek çökmüştür.
Avrupa toplumlarına örnek oluyordu. II. Dünya Savaşının bedelini ödeyen Avrupa devletlerinde yükün en ağırını çeken toplum, Sovyetler Birliği'ndeki toplumsal refahtan etkileniyor ve yeni talepler üretiyordu. Bunun sonucu olarak ABD, Marshall yardımlarını ortaya atmak, Avrupalı devletler ise “Sosyal Devlet” politikasını büyük ölçüde benimsemek zorunda kaldı. Sovyetler Birliği'nin varlığın sisteme bir diğer etkisi (ya da katkısı) ABD'nin alternatifini oluşturması rolüyle üçüncü dünya ülkelerine ya da iki devletin de nüfuz edemediği ülkelere dayanak oluşturmasıydı. Nitekim birçok devlet Sovyetler Birliğinin varlığıyla denge siyaseti izlemesi sonucu ayakta kalabilmişti. Bu durum bazı devletler için iki kötünün arasından iyiyi
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte Küreselleşme kapıları sonuna kadar aralanmıştır. Yine ABD'nin öncülüğünde oluşturulmaya çalışılan Yeni Dünya Düzeni fikri hayata konulmuştur. Dünya artık iki tanenin çekişmesinden tek olanın sınır tanımayan hakimiyetiyle baş başadır. Orta Doğu, Asya, Afrika, Balkanlar ve Kafkasya son yirmi yılda bu yeni dünyanın “düzenine” adapte edilmenin sıkıntısını kanlı paylaşım savaşlarıyla yaşıyor. Evet dünyada artık bir “kızıl tehdit” bulunmamaktadır. Onun yerine alternatifi olmayan ABD öncülüğündeki kapitalist hegemonya daha hızlı ve özgüvenli bir şekilde dünya üzerinde nüfuz etmediği alan bırakmamanın savaşını başarılı bir şekilde vermektedir. Peki insanlığın kazanımı ne olmuştur? Bizlere geride eşit olmayan bir “özgürlük” kalmıştır. NOT: Bu yazıda Doç.Dr. İlker AKTÜKÜN'ün “SSCB'NİN VARLIĞI ve ÇÖKÜŞÜNÜN ULUSLARARASI SİSTEME ETKİLERİ” isimli makalesinden etkilenilmiştir.
Herkesin Dikkatine Bilge Özün-Ezgi Demir Bölümümüzün Araştırma Merkezi Çalışma Grubu olarak, birinci ve ikinci sınıf (örgün/ikinci öğretim) öğrencilerimize ufak bir anket yaptık. Bu anketin amacı, 2010-2011 öğretim yılında yapılan ders programı değişikliğini öğrencilerin nasıl karşıladığını öğrenmek; öğrencilerin beklentilerini, önerilerini ve şikayetlerini tespit etmekti. Üzülerek şunu gördük ki, öğrencilerin büyük bir kısmı karşılaştıkları her aşamada hayal kırıklığı yaşıyor. Bu nedenle, anket sonucunda ortaya çıkan verilerin, bölümümüzü daha ileriye taşımaya istekli herkesçe önemle dikkate alınmasını tavsiye ediyoruz. Öğrencilerin şikayetlerinin konuyla ilgili sorumlularca dikkate alınıp aktif bir çalışmayla giderilmesini, öğrencilerin taleplerinin karşılanmasını, karşılanamıyorsa da bunun nedenlerinin tatmin edici şekilde açıklanmasını ve içinde bulunduğumuz bürokratik hiyerarşide, herkesin bu okulun temel taşı olan öğrencinin menfaatine, onun sesini bir yukarı duyurmasını sağlayacak şekilde çalışmasını talep ediyoruz. Umuyoruz ki verilen emek boşa gitmez ve herkes bölümümüz için üzerine düşen görevi yerine getirir. Bölüme karşı oldukça istekliler. Anketi uyguladığımız dört sınıfın her birinde, bölüme kendi istekleri doğrultusunda gelenlerin sayısı çoğunlukta. Bu durum, öğrencilerin bölümden verim alabilmelerini ve bölüme duydukları merakı ve öğrenme isteğini yaratıcılığa dönüştürüp yeni işler üretmelerini kuşkusuz kolaylaştırmakta. Yabancı dil yetersizliği en çok yakınılan konu. Öğrencilerin en açık ortak noktası, bölümün yabancı dil yetersizliğinden şikayetçi olmaları. Bölümün İngilizce okutulmasının öğrenciler açısından daha yararlı olacağını düşünenlerin yanında, bölüm İngilizce olmasa bile en azından hazırlık sınıfı konulması ve sene içinde İngilizce eğitimine çok daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini düşünenler de var.
Uluslararası eğitim imkanı yok. Bölümün bağlı bulunduğu İktisat Fakültesi'nde yurtdışında eğitim imkanları bulunurken, bu imkanın kültürlerarası bir araştırma alanına sahip olan bölümümüzde geçerli olmaması öğrencilerin büyük bir çoğunluğu tarafından yadırganmakta. Öyle ki; öğrenciler, tercih listelerini hazırlarken yurtdışı eğitim imkanının pekala bulunduğunu varsaydıklarından araştırma gereği bile duymadıklarını söylüyorlar. Alan derslerinin azlığı... Bir diğer hatırı sayılır derecede önemli şikayet ise, yeni ders programına göre ilk iki sene alan derslerinin neredeyse hiç olmaması. Öğrenciler neden bu kadar çok iktisat ağırlıklı ders gördüklerini anlayamamakta ve derslere karşı tepki oluşturarak derslerden alınabilecek verimi düşürmekteler. Alan derslerinin son iki seneye sıkıştırılıp anlaşılamayacağı ve verilen alan derslerinin yetersiz kalacağı endişesi de ortaya çıkıyor. Öğrenci işleri ve nokta otomasyon sistemi çalışmıyor. İş, öğrenci işlerine gelince de birçok memnuniyetsizlik baş gösteriyor: memurların kaba davranması, ilgilenmemesi ve gerekli bilgi akışını sağlayamamalarından söz ediliyor. Öğrenci işlerinin üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirmesiyle fakültede ve bölümde birçok problemin üstesinden gelinebileceği söyleniyor. Ayrıca internet üzerinden öğrenci işlerinin büyük bir kısmının yürütülmesinin her açıdan daha verimli olduğunu düşünen öğrenciler nokta otomasyon sisteminin de bu verimi sağlamak konusunda yetersiz kaldığını söylüyorlar. Fiziki koşullar: Öğrenciler öncelikle tüm derslerin ek binalarda olmasından ve ana kampüsten uzakta kalmaktan şikayetçi. Bu durumun onları kampüste yaşananlardan ister istemez uzaklaştırdığını ve kendilerini üniversiteli gibi his-
sedememelerine yol açtığını söylüyorlar. Aynı zamanda ek binaların teknik yetersizlikleri de öğrencilerin derslerden yeterince verim alamamalarına sebep oluyor. Bunlara ek olarak tuvaletlerdeki temizlik koşullarının çok kötü olduğu belirtiliyor. Ayrıca kimi öğrenciler ikinci ek bina içerisindeki bazı yerlerde sigara içiliyor olmasından şikayetçi. Gelecek kaygısı... Öğrenciler bölümden mezun olduktan sonra yapabileceklerine dair aydınlatılmayı bekliyor ve bu konuda çeşitli seminerler düzenlenmesini istiyorlar. İş imkanlarının oldukça az olduğu yönündeki görüş çok yaygın. Uzaktan eğitim sistemi sorunsalı: En çok dile getirilen sorunlardan biri de uzaktan eğitim sistemi. Öğrencilerin birçoğu bu sistemin nasıl işlediğini ve derslere nasıl ulaşılacağını bilmemekle birlikte sistem ile ilgili çok soruları var ve bu konuda net bir bilgi istiyorlar. Etkinlikler ve sosyal ortamlar: Öğrenciler, bölüm içi konferansların, seminerlerin ve özellikle siyasi tartışmalarının olabileceği platformlar olması gerektiğini düşünmektedirler. Bazıları ise bölüm ya da okul öğrencilerinin kaynaşabileceği etkinliklerin gerçekleşmesini istemektedirler. Bu ortak sorunlardan sınıf bazında özele indiğimizde ise şöyle sonuçlar ortaya çıkıyor: Birinci sınıf ikinci öğretim öğrencilerinin en çok dile getirdiği sorunlardan biri uzaktan eğitim sistemine dair. Kredisiz dersler yerine, 'Atatürk İlke ve İnkılapları' dersi ve zaten yetersiz düzeyde gördükleri İngilizce derslerinin uzaktan eğitim olmasına karşılar. İkinci dikkat çeken konu ise Pazartesi günü ve Cuma günlerinin ikişer saatlik derslerinin birleştirilip bir boş günlerinin olması isteği. Buna alternatif seçenek ise pazartesi 'Hukukun Temek Kavramları' dersinden önce programda olan fakat işlenmeyen 'Güzel Sanatlar' dersinin 'Hukukun Temel Kavramları' dersiyle yer değiştirilmesiyle 7'de başlayan dersin 5'e alınması seçeneği. Derslerle ilgili sıkıntılardan biri de ağır olan işletme ve iktisat derslerinin arka arkaya olması. Bu durum alan dersi görememenin şokunu henüz atlatamamış öğrencilere tuz biber oluyor. Ders programının sık sık değişmesinin de onlar açısından bir başka sorun olduğu ortaya çıktı. Ayrıca okuldaki akşam yemeği saati bitmeden önce yemek arası verilmesini, okulda düzenlenen etkinliklerin onlara uyan saatlerde gerçekleşmesini ve kulüp haberlerinin ve etkinliklerinin onlara ulaştırılmasını talep ediyorlar. İkinci sınıf ikinci öğretim öğrencilerinin sorunlarına değinirsek, ortak sorunlarda bahsetmiş olmamıza rağmen, uluslararası eğitim imkanının olmayışının bahsini tekrar açmamız gerekir; zira öğrencilerin çok büyük bir kısmı onlara bu imkan sunulursa bölüme karşı olan motivasyonlarının artacağını da ekliyor. Bir kısım öğrenci,
üniversiteye gelmeden önce ortamın şimdiye kadar gördüklerinden daha özgürlükçü bir yapıda olacağını hayal ettiklerini; fakat bunun yerine insanları düşünmek, tartışmak, araştırma yapmaya teşvik etmekten uzak, onlara hazırdan başka bir şey vermeyen bir ortamla karşılaştıklarını söylüyor. Bir grup öğrenci ise, derslerde KPSS'ye yönelik çok ders olduğunu, o halde yine KPSS'de çıkan yerel ve idari yönetim derslerinin de müfredata konulması gerektiğini düşünüyor. Birinci sınıf örgün öğretim öğrencileri de ikinci öğretimlerde olduğu gibi uzaktan eğitim konusuna bir açıklık getirilmesi hususunda ısrarcı. Ayrıca bazı derslerin fazlasıyla kalabalık olduğunu; çünkü birkaç bölümün aynı dersi bir arada aldığını söylüyorlar. Amfide oturacak yer bulamadıklarını, bulsalar bile çok arkada kaldıklarından dersi dinlemekte zorlandıklarını belirtiyorlar. Aynı zamanda sabah 8'de başlayan derslerinin biraz daha geç bir saate alınmasını talep etmekteler; zira o saatteki ulaşım imkanlarının yetersizliği sebebiyle kimi öğrenci derse yetişemediğinden şikayetçi. Ayrıca okulla ve bölümle ilgili gelişmeleri takip edebilecekleri aktif bir internet sitesi olmasının birçok sorunu halledebileceğini düşünüyorlar. İkinci sınıf örgün öğretime gelindiğinde de durum ikinci öğretimdeki öğrencilerden farklı değil. Onların da en çok üzerinde durduğu husus uluslararası eğitim imkanlarının yetersizliği. Ayrıca ders gördükleri sınıfların bazı dersler için yeterli büyüklükte olmadığını söylüyorlar. Kantinin çok yetersiz kaldığı ve büyütülmesi gerektiği de yazdıkları arasında. Anketimize katılan arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Temennimiz, bölümümüzün daha keyifle okunabilir bir hale gelmesi için tüm sorumluların dikkatini çekebilmek ve onları harekete geçirebilmektir.
Kadriye Aydın
“Tanrı'nın da cehennemidir insanları sevmek.”
İyi olan ne? Kötü olan ne? Veya kime ve neye göre iyi ya da kötü olarak adlandırıyoruz eylemlerimizi? Hadi belli bir kuralı olduğunu varsayalım bu adlandırmanın. Peki ama bizler iyi olmak zorunda mıyız? İyilikler yapmak zorunda mıyız? Kötülükler yapmak da aslında en doğal hakkı değil mi bizlerin? İnsan olmak zor, her an sapabiliriz yolumuzdan; ama yolumuzdan sapmadığımız zaman da zevk alabilmek mümkün müdür bu dünyada? Bir başka dünya varsa eğer, kartpostalları da olmalıydı ve bizler emin olmalıydık var olduğundan o dünyanın. O zaman katlanabilirdik bu dünya'ya, yasaklardan zevk almayı unutarak. Kart postalları vardı belki de o dünyanın; ama Tanrı'nın ölümüyle zihinlerimiz unutmuş olabilir o kartpostalları, kim bilir. Ah ne yazık ki, Tanrı adil bir dünya yaratmadı. Ve ben buna dayanarak, kötülük yapma hakkımız olduğunu öne sürüyorum. İyi insan olmaya çalışmak kadar, kötü insan olmaya da çalışmamız gerek diyorum. Ruhumuz hiçbir şeyden mahrum kalmasın diye, ruhumuzu kötülükle terbiye edelim diye. Belki biraz da iyiliğin kıymetini anlayalım diye. Ah ne yazık ki, Tanrı adil bir dünya yaratmayarak bize kötülük yapma hakkını elleriyle sundu. Ve sonrasında,
Tanrı öldü. Nietzsche'nin, Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının temel savıdır Tanrı'nın ölümü. Ve Nietzsche, Tanrıyı bizim öldürdüğümüzü söyler.” İnsana duyduğu merhamet öldürdü Tanrıyı.” 1 Ve bu sebeple günümüzde yaşamıyor artık Tanrı. Yaşasaydı eğer, kendimiz olma çabasından vazgeçmezdik asla, kendimize yabancılaşmazdık. Değerlerimizi, doğrularımızı yok sayıp vicdanımıza karalar bağlatmazdık. Normallik denen olaya itaat etmez, çoğunluğun savunduğu her fikre sıkıca sarılmazdık. Normal olmak, iyi olmak, doğru olmak, diğerlerinin istediği insan olmak… “Normallik fikir birliğinden başka bir şey değildir. Yani, çoğunluk bir şeyin doğru olduğunu düşünür, 2 dolayısıyla o şey doğru –normal- olur.”
Düşüncenin sınırları ne? Yerleşik olana karşı çıkmak, çoğunluğun fikirlerinden sıyrılmak düşüncelerimizi ne şekilde etkileyebilir? Bu öyle karmaşık bir durum ki aslında, asırlardır belirsizlik içinde. Bu öyle karmaşık bir durum ki aslında, asırlardır farklı düşünen kişi Tanrı'ya karşı günah işlemiş konumunda. Bu öyle karmaşık bir durum ki aslında, asırladır Tanrı, düşünceye ve düşünen insana karşı iktidarlar tarafından kullanılmış durumda. Ve Tanrı bu durumdan, kullanılmış olmaktan, kurtulmak ümidi ile, düşünce tekrardan dünyayı sarsın diye öldü; ama insanlar Tanrı'nın ölümünü anlamak yerine, düşünceyi terk etmeyi seçti. Ve bu sebeple, insanlar kendi elleriyle öldürdü Tanrı'yı. Nietzsche'nin dediği gibi, Paulo Coelho'nun o çok ünlü eserinde belirttiği gibi, “Allah, Yehova, Tanrı –ona ne ad verdiğiniz önemli değil- artık yaşamıyor.” Tanrı'nın ölümüyle birlikte vicdanımızın da ölümüne şahit olduk biz. Tanrı'nın ölümüyle birlikte tek kalıp haline gelmeye başladık ve başkalarına şirin gözükme çabası içine girdik. İyi değilsen bile iyi gibi görün, akıllı değilsen bile akıllı gibi görün, onlar gibi düşünmüyorsan bile onlar gibi düşün, farklı düşünenler varsa onları erit ve düşünceyi yok et. Ah evet Tanrı öldü, Tanrıyla birlikte düşünce de öldü. Tanrının tekrardan doğmasına da şahit olacak mıyız? Belki aradan milyonlarca yıl geçecek, belki daha uzun bir zaman; ama Tanrı'nın doğumu elbet bir gün
gerçekleşecek, dünya tekrardan yaşanılası bir yer olduğu zaman, Tanrı bir daha kullanılmayacağından emin olduğu zaman. Ve bizler o gün vicdanlarımıza tekrardan kavuşacağız. Ve bizler o gün tekrardan kendimiz olacağız. Yeniden düşüncenin sınırlarını zorlayacağız, kendimizi sorgulayacağız ve Tanrı'ya karşı günah işlemiş konumunda olmaktan büyük bir zevk duyacağız. Nietzsche, Tanrı'nın ölümünün bizler için bir kurtuluş olduğunu söyler. Tanrı'nın ölümünü, öldürülüşünü reddederek, yaşamımızı yeniden anlamlandırabileceğimizi ve değerlerimize yeniden kavuşabileceğimizi söyler. Üstinsana gidiş yoludur, Tanrı'nın ölümü Nietzsche'ye göre. Üstinsan'a ulaştığımız gün, Tanrı tekrardan doğmuş olacak. Ve bizler tekrardan insan olmanın vermiş olduğu bir güvenle Tanrıya karşı günah işlemiş konumunda bulunacağız, büyük bir gururla. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Oda Yayınları, İstanbul, 2005, s.80 Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Can Yayınları, İstanbul, 2000, s.162
Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Can Yayınları, İstanbul, 2000, s.105
Cemal Nadir'den
Cemal Nadir
Uğur Burak Ursavaş
Çağdaş Türk karikatürünün öncülerinden sayılan Cemal Nadir Güler, 1902 yılında ev hanımı bir anne ile memur bir babanın oğlu olarak Bursa'da dünyaya geldi. Orta öğrenimini tamamlayamadan çalışmak zorunda kalan Cemal Nadir'in karikatürleri ilk kez Sedat Simavi'nin “Diken” adlı mizah dergisinde yayınlandı. Hayatını karikatürle kazanma kararı aldıktan sonra gittiği ilk İstanbul yolculuğu uzun sürmeyen Cemal Nadir'in Bursa'ya döndükten sonra imdadına “harf inkılabı” yetişti. Resmi dairelerle birlikte bütün esnafın tabelalarının değiştirilmeye başlanmasıyla birlikte bir tabelacı dükkanı açan Cemal Nadir hayatına bir süre böyle devam etti. Karikatürden vazgeçmeyen Cemal Nadir, “Akbaba” dergisine gönderdiği karikatürlerin ilgi çekmesi üzerine 1928 yılında tekrar İstanbul'a giderek Akşam gazetesinde çalış-maya başladı. Bu sırada başka yerlerde de karikatürler yayınlamaya devam eden Cemal Nadir'in Akşam gazetesinde çalışmaya başlamasından bir yıl sonra, yani 1929 yılında, ileride kendi adının bile önüne geçecek olan Amcabey'i yayınlamaya başladı. Koyu renkli ceketi ve kafasına taktığı melon şapkasıyla birlikte kareli pantolonu, gözlükleri ve göbeğiyle hafızalara kazındı. 1929 yılında yayınlanmaya başlamasıyla, kısa bir süre içinde çok büyük bir beğeni topladı. Amcabey'in bu derece beğeni toplayışı ve Cemal Nadir'in başarısı, Türk karikatürünü resim çizgisinden uzaklaştırması ve Fransız mizah anlayışını terk etmesindedir. Cemal Nadir'in “Amcabey”, “Dalkavuk”, “Akla Kara”, “Yeni Zengin” gibi tiplemeleriyle yerli tipler yaratması ve toplumsal olaylara yer vermesi onu kendinden önce gelenlerden farklı kılarak toplum tarafından çok sevilmesini sağlamıştır. Cemal Nadir, karikatürlerinde sadece gündelik hayattan kısa kesitleri yansıtmakla kalmadı. “Dede ile Torun”da bilgi ile cehaleti, “Yeni Zengin”de sonradan görmeliği ve “Dalkavuk”ta çıkarı için aşırı saygı ve sevgi gösterenleri anlattığı gibi Amcabey'de de gündelik ya-şamı ve hayattan gü-
zel kesitlerle birlikte toplumun çarpıklığını ve ikiyüzlülüğünü de anlattı. Amcabey'in bu denli “gerçek” oluşu halk tarafından öylesine benimsendi ki Cemal Nadir'in Amcabey'i bir kış günü sokağa paltosuz çıktığını çizmesi üzerine okurlar “Amcabey'i hasta mı etmek istiyorsun?” diyerek tepki bile gösterdi. Akşam gazetesinden 15 yıl çalıştıktan sonra ayrılarak 1943 yılında Cumhuriyet gazetesine geçen Cemal Nadir, ömrünün sonuna kadar bu gazetede çalışmaya devam etti. Bunların yanında diğer birçok dergide de faaliyet gösteren Cemal Nadir, kendi çıkardığı Amcabey haftalık dergisini 1942 ve 1944 yılları arasında olmak üzere 69 sayı çıkarmıştır. Türk karikatür tarihinde Amcabey ile ilk defa bant-karikatürünü tiplemesini de çıkartan Cemal Nadir, bunlara 1932 yılında ilk karikatür albümünü ekledi. Bütün bunların yanında Cemal Nadir, Türk karikatüründe önemli bir köşe taşıdır. Türk karikatürüne kazandırdığı ve yetişmesini sağladığı karikatüristlerle kendinden sonraki karikatüristleri etkilemiştir. 1947 yılında vefat eden Cemal Nadir, ardında önemli bir kültür mirası bıraktı. Kaynakça: www.toplumdusmani.net/modules/dictionary/detai l.php?id=2057 www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&habern o=1624 www.sanalmuze.org/sergiler/contentxy.php?sergi=5 55&ic=90&pg=0 www.karikaturculerdernegi.org/karikaturculer.asp?i d=4050
anket
Kendinizi Test Edin: Ne kadar
Kitsch'siniz? Evet
1.
Gerçeği yeteneğe ve tenselliğe tercih ediyor musunuz?
2.
İronik maske ciddi ve güvenen yüzden daha mı iyidir?
3.
Eski ustaların tekniklerini çalmaya çalışanlardan nefret ediyor musunuz?
4.
Deniz kenarında iki âşık, anne ve çocuk gibi arketipler modası geçmiş klişeler midir?
5.
Ebedi ifadeden ziyade şimdiki zamanla bir diyalog mu arzularsınız?
6.
İnsana saygı duymaktansa onu deşifre etmeye mi uğraşıyorsunuz?
7.
Bir başyapıt yaratmaktansa sanatsal bir süreçle uğraşmayı daha mı çekici buluyorsunuz?
8.
Dekoratif ifadeyi duygusal ifadeye yeğliyor musunuz?
9.
İlerici idealler doğal incelemelerden daha mı önemlidir?
10. Çalışmanızın geniş bir kitle değil de küçük bir azınlık tarafından anlaşılmasını mı istersiniz?
Hayır
Evet
Hayır
11. Klasik bir figüratif ressamın alt sırada bir sanatçı olarak yaşaması gerektiğini düşünüyor musunuz? 12. Kendi egonuz için değil de özgünlük kurallarının gelişmesi için mi çalışırdınız? 13. “Yetenek” kelimesi eski moda ve geçersiz midir? 14. Anlaşılmaz olsa bile bir yapıtta kendi arzusu peşinde gidenleri küçümsüyor musunuz? 15. Zanaatın özgür ifadeyi engellediğini düşünüyor musunuz? 16. Kamu alanındaki tartışmaların özel alandan daha önemli olduğunu düşünüyor musunuz? 17. Yetenekli yalnız bir bireyle ilişkide olmaktansa popüler bir gruba dahil olmak mı istersiniz? 18. İnsanoğlunun sürekli geliştiğini ve kalbinin aynı kalmadığını mı düşünüyorsunuz? 19. Fotoğraf gibi teknik araçların elin işinden daha büyülü olduğunu düşünüyor musunuz? 20. Yaşayan bir insanın eli ile gözü arasındaki ilişkinin anlamsızlaştığını ve gelecekte insan elinin değmediği bir görsellikle karşı karşıya kalacağımızı düşünüyor musunuz? 21. Yaşamınızla işinizin ayrı şeyler olduğunu düşünüyor musunuz? 22. Modernizm tarihimizin gelişiminin son aşaması mıdır?
Yukarıdakilerin hepsine “hayır” diye cevap verdiyseniz gerçek bir kitsch'siniz. 10 numaralı soruya “hayır” dediyseniz Kitsch olma yolunda ilerliyorsunuz. Beş ya da daha az soruya “hayır” cevabı verdiyseniz hala sanatçısınız.
Bu anket Odd NERDRUM'un “Kitsch Üzerine” adlı kitabından alınmıştır.
değerlendirme
23. Modern sanatçıların yetenekten nefret ettiklerini duymaktan tiksiniyor musunuz?
ALAY EDİLEN MASUMİYET:
KITSCH Bilge Özün
“Güzellik yalnızca bakanın zihnindedir.” David Hume
Bir kadın yeni ördüğü dantel örtüyü televizyonunun üzerine özenle koyuyor; çünkü birazdan elinde tüylü terlikleriyle komşusu laflamaya gelecek. Bu sırada kadının oğlu odasında hüzünle müzik dinlerken, duvarındaki Elvis desenli halıya dalıp gitmiş ve dışarıdan gelen bağrışları duymuyor. Bir taksici bey ile müşterisi olan hanım
birbirine girmiş anlaşılan, şoför bey yüksek sesle arabesk müzik dinliyormuş ve tartışma büyümüş. Sokağın başındaki lokantanın mütevazı aşçısı yetişiyor imdada, tabii yeni servis ettiği işkembe çorbasının üzerine bir maydanoz kondurmadan çıkmıyor dükkanından. O sırada yoldan hızla bir minibüs geçiyor, dikiz aynasına astığı şıkır şıkır beyaz süslemeler o hızlandıkça dikkat çekiyor. Üzerinde de kilim desenli kazağı var; çok eskimesine rağmen bir türlü vazgeçememiş o kazaktan. Bir genç kız minibüsten iniyor; sinemaya giriyor. Genç oğlanla genç kızın ayrı dünyaların insanları oluşuna ağlıyor da ağlıyor ve filmi çok beğeniyor. Eve döndüğünde annesine anlatmaya başlıyor; annesi bu sırada salondaki masanın üzerinde duran vazonun içine plastik çiçekler yerleştirmekle meşgul. Kapı açılıyor; içeri baba giriyor. Sarhoş olmuş; çünkü amcaoğluyla Kandilli sahilinden Bebek'e doğru naralar atarak çekmişler rakıları… Karşı kıyıdaki bir galeride de kısa film gösterimleri yapılıyormuş o akşam. Yirmi dakikalık filmin tamamında başarılı bir bankacı gencin masa başında geçirdiği kesintisiz bir an gösteriliyor, son moda kıyafetleriyle izleyiciler filmi alkışlıyor da alkışlıyor. Bu arada bankacı gencimizin takım elbisesinin altındaki muskayı da hatırlatmadan geçmeyelim. İzleyici hanımefendilerden birinin de bu akşam evde bıraktığı ufacık, şık bir köpeği var ayrıca. Eşi de evde çünkü kendisi çok yoğun bir iş adamı. Bu akşamki işlerini de nihayet bitirmiş; çalışma koltuğunda arkasına yaslanmış Frank Sinatra'dan 'My Way' dinliyor. Karşısındaki duvarda da huzurlu mu huzurlu bir göl kenarı tablosu… O esnada yoldan bir asker konvoyu geçiyor. Gözü yaşlı dede, annenin göz yaşını siliyor; bu manzarayı uzaktan gören asker
ağlamaya başlıyor... Milan Kundera diyor ki, “Kitsch iki damla gözyaşının ardı ardına yuvarlanıvermesine neden olur.” İlk damla, içinde bulunulan durum içindir fakat ikinci damla bu durumu hep birlikte paylaşıyor olduğumuz içindir. İşte kitsch'i kitsch yapan o ikinci damladır. Benzer şekilde Baudrillard tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken benzeştirilebilecek iki aşamadan söz eder: "Tarihte Ciddiyette ironiden fazlası vardır. aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihi değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir." Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan suni düzenlemelerle telafi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. İnsanlık, tarihe karışmış bazı özlem duyduğu güzellikleri zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir. Kitsch olgusunun ardında tüketim toplumlarının sosyolojik gerçeği yatmaktadır. “Tüketim toplumları devingen toplumlardır. Büyük insan kitleleri toplum merdiveninde yukarı çıkar, daha yüksek bir yerde olmayı ister, yanı sıra da kültürel istemlerde bulunurlar. Kültüre yönelik istemlerinin bir tek nedeni vardır: Bulundukları yeri çeşitli göstergelerle vurgulamak. Toplumsal devinimi olmayan toplumlarda kitsch'ten söz etmek de olanaksızdır.” Sanayi devriminin ardından toplumsal sınıf yapısının devrimin çıktılarını kaldıramayacağı toplumlarda kitsch'e sıklıkla rastlanmaktadır. Kitsch, kişilerin bu çeşitli göstergeleri üretirken ve tüketirken enerji harcamamalarına ve fazla vakit ayırmamalarına olanak sağlamıştır; zira insanların yorucu yaşam şartları ve tüm gün çalışma zorunluluğu onlara kitsch'ten başka bir eserin tadını çıkarabilecek yeterli vakti ve gücü tanımamaktadır. Kitsch'i üreten, Ebedi insan ıstırabına hayranlık içinde katlanır, modern kopyacı ise korkuyla feryat figan eder. kent yaşamına yerleşememiş, ona yabancı kalan kesimlerdir fakat belli bir kitsch gerçeğinden söz açabilmek, o gerçeği algılayabilmek için yerleşik bir kent yaşamının olması kaçınılmazdır. Bu da yetmez; kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği adeta bir ön koşuldur. Kitsch, kapitalizmin egemen, kent yaşamının geçerli olduğu toplumlarda ortaya çıkar; fakat kapitalizmle ilişkisine karşın kapitalizmin bir eseri değil, ara dönemlerin, geçiş süreçlerinin ve çatışmaların uzantısıdır. Kitsch ürünlerinin tümü yoğun bir duygusallıkla yüklüdür. Milan Kundera bunu “Kitsch'in egemen olduğu yerde kalbin diktatörlüğü sürer.” diyerek açık-
lıyor. Kişi, kitsch karşısında kendisini güvende ve rahat hissetmelidir. Sorguya kapalı olan ve dahası duygusallıklarını bir kez daha onaylamamıza yol açan bu hislere dolaylı düşüncelerle değil doğrudan ulaşılmalıdır. Kitsch dünyaya yeni bir açıdan bakmaya olanak vermez. Bildiklerimizi ve kabul ettiklerimizi bir kez daha görürüz. Bir kitsch çağrışımlardan ne kadar uzaksa o kadar başarılıdır. Odd Nerdrum'un tarif ettiği gibi, Kitsch'i bulmak için yapıta teori ve ironiyi bir kenara bırakarak, duygusallık ve tutkuyla yaklaşılmalıdır. Kitsch tüketicisi için önemli olan gördüğü ya da duyduğu eserin sezgilerle ulaşılabilecek manası değil onun doğrudan ifade ettiği halidir. Yani nesnenin kendisi sevilmektedir. Bu beğeni bir estetik beğeni olarak algılanmakta fakat zaten bilinen, yaşanılan şey beğenilmektedir. Kitsch, kendisini daima geleneksel nitelik kazandırmış estetiklerle bütünleştirir. Uyandırdığı duygu, kitlelerin paylaşabileceği türden olmalıdır. Dinsel inançlar, siyasi kaKitsch, politikanın estetik ülküsüdür. naatler, ırk veya ulusal aidiyet gözetmeksizin temel insani güdüleri kullanır. Kitsch'ten kaçmak olanaksız gibi duruyor çünkü dışarıdan gözlemlenemiyor. Verdiği duyguyu hissetmiş olmalısınız ki onu farkedesiniz zira hissetmeden açıklanamıyor. İçine girip onu açıklamaya kalkıştığınızda da ya tamamen karşı durduğu sanatsal değerlerle sınıyorsunuz -ki bu durumda onu zaten anlamamış oluyorsunuz- ya da o olup çıkıyorsunuz. Benim bu ufak yazımın da bir kitsch olup olmadığına sizde uyandırdığı hislerden yola çıkarak karar verebilirsiniz.
Oktay Sinanoğlu ALFA Yayınevi "Derin bir uykudan uyandım. Rüya kafamda hala taptazeydi; yeni görülmüş renkli bir film gibi. Nasıl derin bir uyku idi ki o öyle. Sanki elli yıldır uyumaktaymışım. Rüyamda, halk Türkiye'nin her bir köşesine kadar uyanmış.Herkesin gözünde bir parlaklık; yüzlerinden kendine güven fışkırıyor. Kadıköy'deydim, Beyoğlu'ndaydım, Ankara'da Meşrutiyet Caddesi'ndeydim, Amasya'da, Antalya'da, Tekirdağ'da, Van'daydım. Sokaklarda insanlar hızlı hızlı işlerinin güçlerinin peşinde koşturuyor, ama yüzlerinde telaştan, endişeden eser yok; mutlu bir tebessüm, birbirleriyle sevecen selamlaşmalar.Gençlerde azimli, zeki bakışlar.Bazıları düşünceli düşünceli yürüyor; sanki kafalarında çetin matematik meseleleri çözüyorlar.Dolaşırken baktım ki, hayret her yerde kahveler, iş saati, nerdeyse boş.Tek tük müşterili masalarda kağıt ya da tavla oynayan görünmüyor. Düşünüyorum: Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'ni emanet ettiği gençler nihayet yetişmiş.”
kitap kitap kitap kitap kitap kitap
Resul Sevimli
kitap kitap kitap kitap kitap kitap
2 Ağustos 1934'de babasının başkonsolos olarak görev yaptığı İtalya-Bari'de dünyaya gelen Oktay Sinanoğlu Türk ve Dünya tarihinde yapmış olduğu çalışmalarla önemli bir yer edinmiştir.26 yaşında Dünya'nın en genç profesörü olması dehasını gözler önüne sermektedir. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri olmuştur. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirmiştir. Yaşamı boyunca Kuantum mekaniği'ne birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır.Dünyanın pek çok yerinde buluşları ve kuramları ile ilgili konferanslar vermiştir. Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili görüşlerini yaymaya adayıp , eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır. Matematiksel yapısından dolayı Türkçe'nin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir. “Türkçe giderse Türkiye gider” serisinin kitaplarından olan Büyük Uyanış birçoğunuzun içinde yaşadığı halde fark edemediği bazı şeyleri gözler önüne seren , vicdanınızı başlı başına saran , söyleşilerin derlendiği bir yapıt. Söyleşi şeklinde geçmesi sıkıcılığını bir o kadar azaltıyor diyebilirim. Kitap geçmişinizde anlamlı bir etki bırakacak, “bir solukta okudum” diyebileceğiniz bir kitap. Günümüzde “Küresel Kraliyetçilerin” ülkemiz adına başlatmış olduğu ruhbilimsel savaşın , dilimizi ve kültürümüzü yozlaştıran en yıkıcı unsurlardan biri olarak rol oynadığını Oktay Sinanoğlu'nun bu yapıtında çarpıcı örnekleriyle görebiliriz. Kitabın içeriğinde genel olarak, günümüz Türkiyesi'nde gelişen ekonomi, eğitim ve kültür gibi bir ülkenin geleceği açısından önem arz eden konular ele alınmıştır. Bu konulardan bahsederken, ilgili yerlerden tarihten yararlanarak konuların pekiştirilmesi sağlanmıştır. Türkiye'nin “yeni dünya düzeni” olarak adlandırdığımız oluşumda nasıl adımlar atması üzerinde durulmuştur.Bu kitapta özellikle Türkiye için hayati değerlerin korunması anlatılmıştır. Türkiye'nin AB sürecinde nasıl bir tavırda bulunması, Asya ile olan ilişkilerimizin ne durumda olduğu ve nasıl olması gerektiği konusunda yeri geldiğinde açıklamalarda bulunulmuştur.Konuların güncel olması kitaba ayrı bir çekicilik kazandırmıştır. Kitapta geçen söyleşilerde genel bağlamda ; bir ülkenin gelişimi tarihinin getirdiği kültürel yapıya sahip çıkması, gelişen teknolojiye ayak uydurması için dünya standartlarında sanayiye sahip olması, bilim ve eğitim adına mütemadi atılımlar yapması , hedeflerini iyi belirlemesi , komşu ülkelerle kültürel yozlaşma yaşamadan ilişkilerin düzeltilmesi ve en önemlisi dilin korunması gibi temalar yer almıştır.Kitabın son kısmında Türk Aynştaynı bizlere kendisine gelen mektupları sunmakta ve o beklenen “uyanışın” tecelli etmeye başladığını göstermektedir. Eğer aynı havayı soluyorsak ve aynı bayrak altında yaşıyorsak ülkemiz adına bu Uyanış'a siz de vasıl olun.Bu kitabı size tavsiye etmemdeki en büyük amacım budur. Önümüzde iki büyük yol var: Ya uyanıp kendimize gelip dilimizi koruyacağız ya da iki nesil sonra Tükçe'nin “Turkhceee” olduğu bir toplum olacağız. Dili elinden alınmış bir millet, aklı elinden alınmış bir millettir. Bir harf bir heceyi bozar, Bir hece bir sözcüğü bozar, Bir sözcük bir cümleyi bozar, Bir cümle bir söylevi bozar, Bir söylev bir topluluğu bozar, Bir topluluk bir toplumu bozar, Bir toplum ise bir dünyayı bozar !
Gizem Yıldırdı
SARAYBOSNA'YA HOŞGELDİNİZ (Welcome to Sarajevo) Tür:Dram, savaş Senaryo: Frank Cottrell Boyce Yönetmen: Michael Winterbottom Yapım:1997, İngiltere-ABD, 103 dk. Oyuncular: Stephen Dillane, Woody Harrelson, Marisa Tomei 1990ların başı…Yer Saraybosna ve muhabirlerin gözüyle “ Srebrenitsa soykırımı”
1990ların başı…Yer Saraybosna ve muhabirlerin gözüyle “ Srebrenitsa soykırımı” Yugoslavya İç Savaşı üzerine birçok film çekildi. Fakat savaş uzaktaydı. Bir yerlerde büyük bir yıkım yaşanırken yapımlar öykünün bir yerinde kullanıyorlardı bu “savaş”ı. Oysa Saraybosna'ya Hoşgeldiniz'de aslında savaşa geliniyordu, savaşı izlemeye. Yetimhanedeki Emira üzerinden anlatılsa da sahneler bize vahşeti tüm çıplaklığı ile gösteriyordu. Filmde Risto'nun dediği gibi “Savaş, Sarajevo'dur . Eğer onun bir parçası değilsen rüyadasındır.” Film bahsettiğim gibi Emira'nın öyküsü üzerine oturtulmuştur. Savaşın belki de en büyük mağdurları olan çocuklar ve onlara yardım etmek isteyen İngiliz muhabir Michael… Michael, yetimhaneyi görünce Birleşmiş Milletlerin dikkatini buraya geçmek için haberler yapmaya başlamıştır. Bu sırada Emira adındaki kız çocuğuna onu kurtarmak için söz vermiştir. Michael'ın yetimhanedeki çocukları anlattığı sahne adeta savaşın özeti. Emira bebekliğinden beri burada. Çok korkmuş geceleri uyuyamıyor. -Sead'in annesi bir bomba saldırısında öldü. -Zaned! Babası ve ağabeyi Sırplar tarafından esir alındı. Annesi su sırasındayken öldürüldü. Birleşmiş Milletlerin savaşa karşı gösterdikleri ilgisizlik de filmde işlenmiş . Birleşmiş Milletler Bosna'ya geliyor. Michael yetimhanedeki çocukları anlatıp bununla ilgili soru yöneltince gelen cevap BM'nin savaştaki konumunu gözler önüne seriyor. “Biz seçenekleri değerlendirmek için buradayız. Saraybosna'dan daha kötü 13 ülke ile uğraşıyoruz.” Filmde beni en çok etkileyen ve tek gülümseten replik Risto'nun Boşnak arkadaşlarıyla muhabirlerin konuştukları sahnede. -Sarajevo'da konser vereceğim. Bunu şimdi yapmayacağım. Çünkü Sarajevo henüz Dünya'nın en kötü 14. Bölgesi. Birinci olmamıza kadar bekleyeceğim. -Sahi bir numara kim? -Los Angeles tabiî ki. Filmde tek eksik gördüğüm nokta müzikler oldu. Balkan müzikleri, Boşnakça ağıtlar filmle bütünleşebilirdi. Filmin başında çalan hareketli İngilizce parça, filmin ortalarında çalan Bob Marley'in red red wine şarkısı yapımcıların film müzikleri konusunda özensiz davrandıklarını gösteriyor. Bosna savaşını yakından görmek istiyorsanız belgesel tadındaki “Saraybosna'ya Hoşgeldiniz”i şiddetle tavsiye ederim. İyi seyirler…