Artı Değer Sayı 8

Page 1

ARTI-DEĞER Topluluğu


2

GÜNCEL

ARTI DEĞER

MADALYONUN IKI YÜZÜ: TÜRKIYE-İSRAIL İLIŞKILERI

M

avi Marmara, “one-minute”, “terörist devlet” açıklamaları derken medyadan takip ettiğimiz kadarıyla Türkiye-İsrail ilişkileri en kötü dönemlerinden birini daha yaşıyor. Peki işin aslı gerçekten de böyle mi? 2009 yılında Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Erdoğan İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez ile Gazze konusunda tarihe “one munite” olarak geçen sert bir tartışma yaşamıştı. Bu olaydan sonra devlet yetkililerinin yaptığı bütün açıklamaların aksine İsrail ile “stratejik ilişkiler” devam etti. Erdoğan’ın Davos’ta Filistin halkının “kurtarıcısı” olarak one-minute dediği İsrail, 2010 yılında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyeliğine, Filistin’in gönderdiği veto isteği mektuplarına rağmen Türkiye’nin de onay vermesiyle kabul edildi. Eğer Türkiye onay vermeseydi İsrail OECD üyeliğine kabul edilmeyecekti. Aynı şekilde 2010 Ekim ayında Türkiye, Anadolu Kartalı tatbikatının sadece ulusal ayağının yapılacağını açıklamış ve uluslararası ayağının iptal edilmesinin, İsrail’e karşı bir adım olduğunu söylemişti. Bizzat Başbakan Erdoğan, Gazze’deki durumu protesto etmek için “Bu yılki tatbikatlar İsrail’siz olacak” demişti. CHP Milletvekili Cevdet Selvi’nin soru önergesi üzerine ortaya çıkan bilgiye göre, İsrail 2-6 Kasım ve 26-31 Aralık tarihlerinde Ankara’da ARTI-DEĞER Topluluğu

düzenlenen iki askeri tatbikata katıldı. Erdoğan’ın esip gürlemesi sadece lafta kaldı. Tüm bu krizler yaşanırken Türkiye, İsrail’den milyarlarca dolarlık Heron insansız uçakları alıyordu, Türkiye’deki birçok büyük özelleştirme ihalesinde İsrail’li şirketler pay kapıyordu. Savunma İşbirliği Anlaşması çerçevesinde iki ülke birkaç haftada bir ortak tatbikat yapıyordu. Üniversitelerde, TÜBİTAK’ta özellikle askeri alanı ilgilendiren bilimsel araştırmalar, İsrail ortaklığıyla yürütü-

lüyordu; İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi sürekli büyüyordu. 9 kişinin hayatını kaybettiği Mavi Marmara baskını sonrasında ise Türkiye büyükelçisini çekmiş, diplomatik ilişkiyi en alt seviyeye indirmişti. Ancak diplomatik ilişki tamamen kopmadı, büyükelçi de kısa süre sonra Tel Aviv'e geri döndü. Dolayısıyla diplomaside bu gibi adımların sembolik bir anlamı olsa da, bunlar fiiliyatta pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Davutoğlu İsrail'le Türkiye arasındaki


GÜNCEL askeri anlaşmaların "askıya alındığını" açıkladı. Dikkat edilirse kararda askeri anlaşmaların iptalinden değil, askıya alınmasından söz ediliyor. Ayrıca eylem planı, ticari anlaşmaları kapsamıyor. Bu gerilimin inandırıcılığı bir yana, Türkiye’nin İsrail’e yönelik çıkışlarının bölge dengelerine ve iç politikaya yönelik planların bir parçası olarak gündeme geldiği genel kabul gören bir değerlendirme oldu. Birçok İsrailli ve ABD’li yetkili de, Türkiye’nin çıkışlarını emperyalizmin bölgesel planlarının bir parçası olduğu için mazur gördüklerini belirtmişti. Dolayısıyla kamuoyunda Türkiye’nin İsrail karşısındaki sertliğinin inandırıcılığı son zamanlarda zayıfladı. Aslından başından beri olaylar zaten Ortadoğu üzerindeki bölgesel planlar doğrultusunda ilerledi. AKP hükümeti öncelikle kontrollü biçimde İsrail ve ABD’ye kafa tutan Ortadoğulu Müslümanların “delikanlı abisi” rolüne büründü. Böylece AKP kendine, yeni-osmanlıcı politikalarını uluslararası arenada destekleyecek alanlar açmış oldu. Bu politikaları sonunda Arap baharı denen süreçte Erdoğan Mısır’a gidip laiklik tavsiyelerinde bulunacak bir konuma kadar geldi. Fakat burada istediğini alamayan başbakan Müslüman Kardeşler tarafından “bölgenin kaderine tek başına karar vermemesi” konusunda uyarılmıştı. Aynı şekilde İsrail’in Kasım 2012’deki Gazze saldırısı üzerine de Türkiye sert eleştirilerini devam ettirdiğinde, bu nedenle ABD’den ‘sözlerinize dikkat edin’ şeklinde uyarı almasına rağmen, buradan istediğini elde edememiş; Mısır bu konuda bir adım öne geçerek Türkiye’den rol çalmıştı. İki ülkenin hemfikir oldukları bir nokta ise Suriye’ye yapılmaya çalışılan

GİZEM AYRANCI

ARTI DEĞER

emperyalist müdahale. Düşman gibi gösterilen iki ülke her nasılsa iş Suriye’de savaş çığırtkanlığına geldiğinde ortak hareket ediyorlar. İsrail de Türkiye de kendi ülkelerindeki yönetimlerine bakmadan Suriye’ye, ABD sponsorluğunda, “demokrasi’’ götürme yarışına giriyor. Erdoğan için 2 sene öncesinde kardeş olan Esad bir anda “diktatör Esed” oluveriyor. Diğer Ortadoğu ülkelerinde işler askeri müdahalelerle istenen seviyeye geldi ama emperyalizm Suriye’de istediğini alamayınca Türkiye-İsrail ilişkileri de açıktan olmasa da bir değişim geçirmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan haberler de İsrail - Türkiye ilişkilerinin normalleşmeye hatta önemli işbirliklerine girilmeye başlandığına dair çok önemli veriler sunuyor. İsrail merkezli Haaretz gazetesinin 14 Şubat tarihli haberine göre Türkiye ile İsrail milyar dolarlık bir doğalgaz anlaşmasının eşiğine gelmiş durumda. Geçtiğimiz Ekim ayında İsrail Türkiye’ye, Suriye’ye karşı işbirliği çağrısı yaptı. Çağrı karşılık

görmüş olacak ki yine İsrail’de yayımlanan Jerusalem Post gazetesinin iddiasına göre, Türkiye’yle Suriye sınırına yerleştirilen patriot füzelerinden sonra, Türkiye israil’in NATO operasyonlarına katılma vetosunu kaldırdı. Ancak tüm bu karmaşık ve ikili oyunlara rağmen ortada apaçık bir gerçek var. Türkiye kuzeyden, İsrail güneyden Suriye’yi vuruyor. Türkiye’nin eğittiği, himaye ettiği, beslediği teröristler Suriye’de aylardır yaptıkları operasyonlarla hava savunma üslerini tahrip ettiler. Teröristlerin uçakları, helikopterleri mi var? Hayır! İsrail uçaklarının Şam’ın dibine kadar girmesini, işte o hava savunma üslerine saldıran, AKP’nin beslediği militanlar mümkün kıldı. “Arap Baharı” sürecinin ilk evresinde ABD tarafından tolere edilen Türkiye - İsrail gerginliği, ABD’nin tekrar devreye girmesi, yeni siyasi konjonktür ve Türkiye’nin kendisini bölge lideri olma pozisyonunda beklerken bunun çok uzağında bulması sonucu, değişim sürecine girmeye mahkum görünüyor.

ARTI-DEĞER Topluluğu

3


4

TEORIK BAKIŞ

ARTI DEĞER

DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI VE AKP:

ALTHUSSER NE DEMİŞTİ ?

T

ürkiye’nin son 10 yılında çok büyük değişimlerin öznesi konumunda olan iktidarı ve onun yeni rejimini incelerken muhakkak ki bu yeni düzenin kitlesel meşruiyetini doğru kavramak için bu meşruiyeti sağladığı ideolojiyi ve bu ideolojinin taşıdığı farklı varyantları kitlelere taşıma biçimini anlamak, tahlil etmek gerekir. Bu noktada Althusser’in “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları” eserinden yararlanacağız fakat önce, Althusser’den ayrı olarak ideolojiyi ele almak gerekir. Althusser, eseri boyunca ideolojinin tanımı hakkında birey merkezli bir çok tanım sunmasına karşın, bu tanımların hepsini birden ideolojinin tarihi konusunda yazdığı tanımlamada toplamıştır. Althusser “İdeolojinin tarihi yoktur, ama bu ideolojinin tarihi yoktur demek değildir asla (tam tersine, gerçek tarihin içi boş, soluk bir yansısından başka bir şey olmadığı için tarihi vardır)”1 der, ki bu tanım, ideolojileri; öznelerin içinde bulundukları toplumsal ilişkilerinin bir yansıması olarak görüldüğünü, açıklar. İdeolojinin tanımı konusunda daha net, berrak, elle tutulur bir tanım için Metin Çulhaoğlu’na baktığımızda ise “İdeoloji kavramının ilişkilendirilmesi ARTI-DEĞER Topluluğu

gerekilen asıl olgu bilinçlilik biçimleridir.” der. “Daha açık bir deyişle, ideoloji, çok çeşitli etmenler altında oluşan bilinçlilik biçimlerinin hepsini kapsayan bir kavramdır.”2 Çulhaoğlu’nun bu tanımı, kuşkusuz, ideolojilerin oluşma yolunda yapılan bilinçli müdahaleleri de kapsaması ve kuru bir “toplumun soluk yansısı” olarak görmemesi itibariyle Althusser’in tanımından daha ileridir. Althusser’in kitabı itibariyle bize sunduğu, kendi deyimiyle “birey/özne”lerin, Devletin İdeolojik Aygıtları yoluyla (yazının devamında DİA olarak geçecek) belirlenime uğradığı yönündeki tezini değil, genel itibariyle DİA’ların bugünkü konumunu ve iktidar ile değişimini ve düzenle bağlantılanmasını ele alacağız. Althusser’in yapısal belirlenimciliği ile ele alırsak, sonucunda varılacak nokta bütünlüğü kusursuz işleyen bir saate benzetmektir. “Yapısalcılık, radikal çeşitlemesiyle bile, gerçekliği eylemden bağımsız olarak tanımlar. Kişisel olmayan yapılar her zaman belirleyicidir ve bilinçli eylem anlamsızlaşır.”3 Dia’ları tanımlarken Althusser, belli kategorileştirmelere gitmiştir. Bunları okuyup incelerken Fransa özelinde bunların yazılmış olduğunu unutmamak

gerekir, nitekim, Türkiye’de dinsel dia’nın kiliselerden oluşmuş olamayacağı gerçeği var. Uyarıyla beraber, bu kategorileştirmeler; -Dinsel Dia (farklı Kiliseler’in oluşturduğu sistem) -Öğrenimsel Dia (farklı, gerek özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem) -Aile Dia’sı -Hukuki Dia -Siyasal Dia (Değişik partileri de içeren sistem) -Sendikal Dia -Haberleşme Dia’sı (basın, radyo-televizyon vb.) -Kültürel Dia 4 şeklindedir. Bu ideolojik aygıtların birbirinden ne kadar ayrılabilecekleri bir tartışma konusu olmanın yanı sıra bunlarla birlikte devletin baskı aygıtından da söz eden yazar, bu baskı aygıtını fiziki güç kullanan aygıtlar (Polis, Asker, Jandarma vb.) olarak sunmuştur. Althusser’e göre, devlet, insanları, bu ideolojik aygıtları ile, yaşadıkları düzene ikna etmekte ve düzenin yeniden üretimini sağlamaktadır. Öncelikle Hukuki Dia’yı ele almakta, Althusser’e göre, yarar var. Hukuki Dia, tam anlamıyla bir göbek bağın-


TEORIK BAKIŞ dan bahsedilmese bile, yani savcıların ve yargıçların özel iradelerine de bağlı olmasının yanında, varlığı ve yöntemleri itibariyle devlete bağlıdır. Çünkü, devletin hukuki ideolojik aygıtı “Ceza yasasına biçimsel olarak kaydedilmiş ve kuralların çiğnendiğini saptayan yargıçlar tarafından karara bağlanan cezaları gerçekleştiren devletin baskı aygıtının var olmasıyla işleyebilecektir gerçekten.”5 Dia’lar, Althusser’e göre, her birinin farklı derecede olmakla birlikte, belli özerkliklere sahip yapılardır. Hukuk dışındaki Dia’ların devlete bağlılığı egemen ideoloji ile olmaktadır. Dia’ların her biri egemen ideolojiyi ya da bir varyantını kullanmaktadır. Althusser bunlara “özsel değerler” dese de, eserde bunlar, Fransa özelinde milliyetçilik, liberalizm, ekonomizm ve hümanizm olarak sıralanmıştır. Dia tanımlarını geçmeden önce toparlamak gerekirse: “DİA’lar baskı unsurunu barındırmayan (barındırıyorsa da minimal düzeyde barındıran) yapılar oluyor ve üretim sürecinin dışındaki her alana girebiliyorlar. DİA’ların sistemin sürekliliğini sağlarken kullandıkları “yakıt” ise ideoloji oluyor. Bu işleyişin doğasında ikna ve rıza yatıyor. Kapitalist sistemde böyle işliyor en azından yazarın yaşadığı kapitalizmde.”6 “İknanın kökeni ise tek başına "ideolojik" yapılarda değil, ekonomik kökende aranmalıdır. Batılı Marksistler tarafından düzenin birincil temel olarak gösterilmeye başlanan ideolojik egemenlik, en önemli kaynağını kesinlikle ideolojik zora tabi olan kitlelere ekonomik olanaklar sunma yoluyla elde etmektedir. Batının ekonomik potansiyelini elinden alın, bakın arı ideoloji mi, zor mu ön plana çıkıyor?”7

AKP TÜRKİYE’SİNDE DİA’LAR Düzenin işleyişinde yatan “ikna ve rıza”nın ekonomik kaynaklı olduğu gerçeğinin yanında, bunun ideolojik kısmının da dia’lar eliyle düzenlendiğine ilk kısımda değindik. Dia’lar, düzene, egemen ideoloji ve onun varyantları yoluyla bağlanıyorsa, resmi ideoloji ve egemen ideoloji değiştiğinde, dia’lar bu yeni ideolojiye ayak uydurmakta ya da diğer bir deyimle destekçisi olmaktadırlar. Türkiye’de, AKP iktidarıyla beraber, resmi ideoloji kapitalizmin artık işleyişini yavaşlatan, işine gelmeyen bir çok yapısından arındırılmıştır. Kamuculuk, halkçılık, laiklik ve cumhuriyetçilikten arındırılan resmi ideoloji, ideolojik olarak olmasa dahi pratik olarak 11 Eylül referandumu ile kesinlik kazanmıştır.

MUSTAFA TUNCAY

ARTI DEĞER Althusser’in yaptığı sıralamayla gidecek olursak, AKP iktidarında cisimleşen farklı cemaat/tarikatlarla dinsel dia varlığını korumuş, bununla beraber muhafazakarlığın resmi ideoloji haline gelmesiyle, öğrenimsel dia’da dinsel dia’yı besleyen bir yapı haline gelmiştir. Öğrenimsel dia’da iktidar eliyle 4+4+4 dinci gerici eğitim sistemi yürürlüğe konulmuş, bunun sayesinde sermayeye hem ucuz iş gücü hem de daha muhafazakar bir toplum sunulmuştur. Althusser’in Dia’ların iktidara “ideoloji” yoluyla bağlandığı aynı zamanda bu ideolojinin propagandasını yaptığı tezini bizzat görebilmekteyiz. Hukukun bir ideolojik aygıt olarak kullanılması konusu ise Türkiye özelinde daha farklı noktalara varmaktadır. Zaten hali hazırda yasaları yürütmekle sorumlu olan hukuk dia’sı, AKP iktidarı ile beraber bahsettiğimiz değişimin bir parçası olarak kullanılmış, bu değişime ayak direyen ya da direme ihtimali olan kesimlerin sözde “yargılanmasının” aracı olmuştur. Bu süreçte Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK, Devrimci Karargah davaları başlatılmış, yapılan yasal değişiklikler ile hukuk dia’sı “iktidara ideolojik olarak bağlanmaktan” ziyade “iktidarın ideolojik dönüşümünün parçası” konumuna gelmiştir. Sendikal Dia da bundan nasibini almıştır. Günümüzde Türkiye’de Fransa’daki anlamıyla çok büyük kitleleri kapsayan sendikal dia’nın varlığından söz edemeyiz. Sendikalar, gerici 80 darbesinden itibaren yok edilmiş, sendikal örgütlenmenin önüne türlü yasal zorluklar çekilmiş, sendikasızlaşmak normal bir duruma gelmiştir. Bunun yerine, 80’de başlayan gerici karşı-devrim sürecinden itibaren, sendikalar yerine Dinsel Dia cemaatleştirme operasyonuyla getirilmiş; bilimi, ilericiliği savunan sendikalar yerine dinsel dia batılı, gericiliği getirmiş, hak aramak yerine şükür ve tamah gelmiştir. Sendikaların dağıtılması ve yerine gelen cemaatleştirme Türkiye’de halk üzerindeki gericileştirme operasyonunun önemli bir ayağıdır. Bu değişim sürecinde Haberleşme Dia’sı, daha kolay adlandırma ile medya da üzerine düşen sorumluluğu hem yapmış hem de bu süreçte şekillenmiştir. Zaman, Taraf, Milli Gazete, Akit gibi “Amiral gemisi” görevi üslenmiş yayınlar dışında ana akım medya diye adlandırabileceğimiz Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerde yeni düzenin muhafazakar-demokrat propagandasını gerçekleştirmiştir. Bununla beraber Odatv, Er-

genekon gibi davalarla ve basında işten atmalar ile iktidar değişime karşı gelen uçları törpülemiş; o güne kadar “en iyi gazetecilerden” sayılan gazetecilerin bir anda üzerleri çizilmiştir. Değişim, ya da daha doğru tabirle karşı-devrim sürecinde, Siyasal Dia, yani farklı partilerin oluşturduğu siyasal sistem, bu dönüşüme ideolojik olarak eklemlenmesini muhafazakarlık-demokratlık üzerinden tamamlamıştır. Günümüzde, TBMM söz konusu olduğunda, gericilik karşıtı hiçbir düşünce barınmamaktadır. AKP’nin “Yeni Türkiye’si” gerici düşüncelerin açıklanmasını demokrasi, gericiliği muhafazakarlık olarak kılıfına uydurmuştur. Ana muhalefet partisinin “cemaatler siyasete karışmadığı sürece cemaatlere karşı değiliz”8 gibi gerçeklikten uzak açıklamalar yaptığı, bir diğer muhalefet partisinin vekili tarafından “Tevhid-i Tedrisat kaldırılsın”9 teklifinin verildiği “Yeni Türkiye’de” yani ikinci cumhuriyette ağız birliği etmiş olan Siyasal Dia, bir değil, aslında birbirinin aynısı bir çok AKP’cik barındırmaktadır. İkinci Cumhuriyet, 10 yıllık AKP iktidarı boyunca, DİA’ları kendi istediği şekle getirmiştir. Burada anlattığımız haliyle DİA’lar, bugün, emperyalizmle tam uyum içinde, daha gerici, daha piyasacı bir düzene hizmet etmektedir. Dipnotlar: 1- Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, 4. Baskı, s.80 2- Metin Çulhaoğlu, Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, 2. Baskı, s.153 3- Robert A. Gorman, Neo-Marxism: The Meanings of Modern Radicalism, Greenwood, 1982, s.141. Aktaran: Metin Çulhaoğlu, a.g.e. s.315 4- Louis Althusser, a.g.e. s.169, yalnızca Dia kategorileri 5- Louis Althusser, a.g.e. s.66 6- Hüseyin Deniz, Gelenek 68. Sayı, Ekim 2001, Tarihe Yandan Bakmak: Yapısalcılık... Postyapısalcılık... Ve Tilmizleri 7- Cemal Hekimoğlu, Gelenek 3. Sayı, Ocak 1987, Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında, 8- Kemal Kılıçdaroğlu, http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=353240 9- BDP Vekili Altan Tan, Genel Gerekçe ile birlikte http://www.milligazete. com.tr/haber/Tevhid-i_tedrisat_kaldirilsin/273759#.USgX0jfAGSo ARTI-DEĞER Topluluğu

5


6

TARİHE BAKIŞ

ARTI DEĞER

60’LARDAN GÜNÜMÜZE TÜRKIYE GENÇLIK HAREKETI

6

0 öncesi gençlik hareketi özellikle Demokrat Parti karşıtlığına dayanan‘Hürriyet’ sloganı üzerinden kendini konumlandırmıştır. Bu 27 Mayıs 1960 ihtilali ile süreci sahiplenme şeklinde devam etmiş, kendini ‘Atatürk devrimleri ve 27 Mayıs’ı koruma’ noktasına taşımıştır. Gençlik 60 ihtilali sonrası‘Gerçek Atatürkçüler ve olmayanlar’ noktasından kendini konumlandırmıştır ve ’Atatürk ilkelerini korumak’ üzerinden hareket etmeye devam etmiştir. Bu söylemler zinciri farklı gruplar içinde kullanılan bir yapıya sahip olduğundan muğlaklaşmaya ve gençliğin ekonomik meseleler üzerine yoğunlaşması ile beraber önemini kaybetmeye başlamış ve öğrenci hareketi içerisindeki ilerici damarları farklı bir noktaya evriltmiştir. Bu yazının konusunu oluşturacak olanda bu ilerici damardır. Bu noktada 60 ihtilalinin getirdiği anayasanın sağladığı olanaklar farklı bir yazının tartışma konusu olmakla beraber gençlik örgütlenmesi için bir alan ve sıçrayış ortamı yaratmıştır. Kuşkusuz darbenin ve anayasa yapıcıların gençlik üzerinde böyle bir hedefleri olmadığı açıktır. Gençlik hareketinin 1965 sürecine kadar aşağı yukarı söylemi ve talepleri yukarıda bahsedilen doğrultuda devam etmiştir. Bu çizgiyi özellikle Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin kuruluşu(1961) ve Yön Dergisi(1961)’nin çıkışı etkilemeye başlamıştır. Aynı zamanda bu dönemde özellikle Çetin Altan ve İlhan Selçuk gibi kalemler gençlik üzerinde etkili olmuştur. Bu hareketler ‘Türkiye hangi ekonomik modelle, nasıl kalkınır?’ sorusuna sosyalizm programı ile çözüm üretmiş ve gençliğin gündemine bunu sokmayı başarmışlardır. Ancak bu hareketler 1965 dönemine kadar, gençliğin içinde sosyalist düşünceli öğrencilerin olmasına rağmen, gençlik içinde kitleselleşememişlerdir. 1965 yılıyla beraber bu süreç tersine dönmüş bu hareketler tüm çelişkilerin ekonomik birer altyapısı olduğunu orataya koymaya başlamış ve gençlik arasında azınlık olarak görünen ARTI-DEĞER Topluluğu

sosyalist çizgi gençlik hareketinin asli unsuru olmaya başlamıştır. Bu mesele gerçekten önemli bir noktayı işaret ettiğinden, gençlik hareketinde yön değişikliğine yol açtığından üstünde durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Sendikacılar tarafından kurulan daha sonra aydınların desteğini kazanan TİP 1965 seçimlerinde TBMM ye 15 milletvekili göndermiştir. Yön hareketi aynı şekilde çok büyük bir aydın desteğine sahiptir. Bu geniş aydın desteğine sahip yapılar gençliği de etkilemiştir. İlk kitlesel sosyalist gençlik örgütü sayılabilecek Fikir Kulüpleri Federasyonu(FKF)’da bu dönemde kurulmuş ve TİP çizgisinde örgütlenmeye başlamıştır. Gençlerin çıkardığı ilk sol yayın(Dönüşüm) bu dönem çıkmıştır.1 Gençlik hareketi kuru bir söylemden uzaklaşmaya başlamış toplumun emekçi kesimleri ile buluşmaya başlamı ştı.’Faşizm’,’Emperyalizm’ gibi sözcükler hareketin literatürüne girmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda gençlik hareketinin ekonomik temelli kampanyalar örgütlemeye başladığı dönemdir.Milli petrol kampanyası bunun ilk örneğini oluşturur2. İlk defa yaygın afiş çalışmaları ve yazılamalar yapılır. Bu dönem aynı zamanda çok sayıda eylem gerçekleşir ve öğrenci örgütlenmesi büyük bir ivme kazanır. Örneğin 1968 yılında ünlü altıncı filo eylemi gerçekleşir ve Amerikan askerleri Dolmabahçe’de denize dökülür, görüldükleri yerde hırpalanırlar ve şapkalarına el koyulur.

Devam eden süreçte belirtildiği gibi çok sayıda eylem gerçekleşir. Yine 1967 yılında ekonomik yapıya ilişkin çalışmalar yapılır,özel okullara karşı kamulaştırma talepleri dile getirilir,gençlik ülke siyasetine dair sözünü söylemeye başlar,NATO karşıtı eylemler düzenlenir,NATO’ya Hayır Haftası yapılır. Bu çalışmalar doğrudan ülkenin siyasi gelişmelerine etki etmek üzere yapılır ve gençlerin üniversite gündemine hapsolmaktan kurtulduğunda nasıl büyük etkiler yaratabildiğini anlamamız için çok önemli veriler olarak önümüzde duruyor. Bu dönem ilk defa Marksist klasiklerin parça parçada olsa Türkçeye çevrildiği, teorik yoğunlaşmanın, gelişmenin yaşandığı bununla beraber sosyalist hareketin kendi içinde ayrışma yaşadığı bir dönemdir. Öğrenci hareketi de bunun etkisinde kalır. TİP çizgisindeki öğrenci hareketi bu yapıdan kopmaya ve birçok örgüt kurmaya başlar. Bu hareketler sadece öğrenci hareketi olarak değil ülkede bir halk savaşı başlatmak isteyen farklı taktiklere sahip yapılar olarakta karşımıza çıkarlar. Bu yazının konusu dışında kaldığından bu dönemdeki ideolojik ayrışmalardan derinlemesine bahsedilmeyecek ancak bu ayrışmanın Sosyalist Devrim Teorisi ile Milli Demokratik Devrim Teorisi üzerinden şekillendiğini bilmekte yarar var. Bu dönem öğrenci hareketinin başka bir özelliğide isimler üzerinden gelişen ekoller geliştirmiş olmasıdır. İstanbul Üniversitesi’nde Deniz Gezmiş, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Harun Karadeniz, Ankara Üniversitesi’nde Mahir Çayan, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Sinan Cemgil örnek olarak gösterilebilir. Bu isimler daha sonra Türkiye sol hareketinin geleneklerini belirleyen hareketler ortaya koymuş olmaları ile ayrı bir önemde kazanmış oldular. 60’lı yıllar birçok tarihi, kitlesel eylemin yanı sıra üniversite işgalleri ile kapanırken 70’li yıllar öğrenci hareketinin zirveye ulaştığı yıllar oldu. Aynı zamanda bu yıllar yukarıda geçen isimlerin birçoğunun katledildiği, Türkiye sol tarihi açısından büyük kırılmalar yaşandığı dönem


TARİHE BAKIŞ olma özelliği taşır. Öğrenci hareketi bu dönem emekçi hareketi ile daha da iç içe geçmiş bir konumdadır. 70’li yıllar büyük işçi grevlerinin, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarının yaşandığı dönemdir. Faili meçhullerin arttığı, düzenin sol hareketi ve öğrenci hareketi üzerinde baskıyı arttırdığı, işçi direnişlerine, grevlerine, eylemlerine düzenin devlet eliyle silahlı saldırıların yapıldığı dönem olarak kayıtlara geçer. Bu dönem 1 Mayıs 1977 katliamında 34 kişi hayatını kaybetti136 kişi yaralandı, 8 Ekim 1978 Bahçelievler katliamında 7 TİP li öğrenci öldürüldü. Bu iki olay Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfı ve öğrenci hareketi üzerine kalleşçe saldırısının simgesi olarak görülmektedir. Bu iki katliam ile kalınmamıştır. Bir çok devrimci faili meçhul cinayete kurban edilmiş çok sayıda insanın katledildiği Maraş ve Çorum olayları gerçekleşmiş daha sonra bu olaylar 1980 darbesinin gerekçeleri olarak sunulmuştur. Yine bu olaylar başka bir yazının konusu olmakla beraber bize gençliğin ülke siyaseti ile emek mücadelesi ile yakınlaşmasının burjuvazi açısından ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu yakınlaşmanın yeni bir topluma gebe olduğunu görmemiz açısından ayrı bir önem taşıyor.

80’ler:Gençliğin Dönüşümü 1980 darbesi gençlik hareketliliğini bitirmesinin yanı sıra Türkiye tarihi açısından çok önemli bir kırılmayı tarif eder. Solun, sosyalizm fikrinin toplum geniş kesimlerince benimsendiği bir dönemde yukarıda küçük bir kısmından bahsedilen düzenin devlet eliyle yaptığı provokasyonlar sebep gösterilerek darbe gerçekleştirilir. Türkiye halkının sahip olduğu, yarattığı ilerici birikimin üstünden silindir gibi geçilir. Darbe, 80’lerin gençliği üzerinde korku ve baskı politikalarıyla depolitizasyon yaratır. Ayrıca bu dönem Türkiye ekonomisinin ‘açıldığı’,özelleştirmelerin çoğaldığı, ithalatın serbestleştiği, marketlerin yaygınlaştığı ve halkın yoksul kesimlerinin tüketimine, o döneme kadar lüks olarak görülen tüketim mallarının açıldığı bir kesite denk gelir. Bu işin ekonomik boyutuna dair bir değerlendirme. 80’lerin asıl etkisi ekonomik olarak altyapısı hazırlanan ideolojik saldırıdır. 60’lar ve 70’lerdeki gençliğin iradesini yansıtan toplumcu ve idealist tavır 80’lerin sonu 90’ların başı ile beraber kendisini kariyerist ve bencil yaklaşıma bırakmıştır.3 80’li yıllarda korku üzerinden yaratılan

EGEMEN KARADENİZ

ARTI DEĞER depolitizasyon kendini ideolojik mücadele sonucu değişen atmosferde gençler arasında yaratılan siyasetten uzak durma haline dönüştürür. Bu Türkiye’nin o yıllarda toptan bir değişim dönüşüm içerisine girmesi, dünya kapitalizmine entegre olma çabaları, dünya kapitalizminin SSCB’nin yıkılışı ve sosyalizmin dünyada çözülüşü ile beraber dizginlerinden boşanması sonucu küreselleşme dalgasının ülkemize sirayeti ile yakındandan ilgilidir. Bu dönemdeki değişimi daha somut hale getirmek için birkaç örnek daha verebiliriz. Günümüzde televizyonlarda sürekli olarak yapılan konut,yaşam alanı,rezidans tarzı yaşam alanları 80’ler ile beraber Türkiye’ye girmiştir. İş merkezleri,plazalar ilk defa bu dönem hayatımıza girmiştir. Yemek mekanlarının gençler arasında bir statü belirtmeye başlamsı ve mekanların yaygınlaşması,bugün yoz bir kültürün yaygınlaşmasına hizmet eden ‘clup’ tarzı veya benzeri mekanlar ilk defa bu dönem açılmıştır. AVM dediğimiz yapılar ülkemize ilk defa bu dönem girmiştir. Türkiye burjuvazisi işçi hareketliliğinin yoğun olduğu dönemdeki çekingen tavrından vazgeçmiş gençlere rol model olarak gösterilen, medyanın sürekli gündeminde duran bir pozisyon almıştır. Aynı zamanda toplumun dizginlerini elinde tutmak isteyen burjuvazi tarafından gericiliğin hareketlendirildiği, cemaat kültürünün yaygınlaştırılmaya başlandığı bir dönem olmuştur. 80’lerdeki değişim ve dönüşüm yeni bir kuşak yaratmıştır. Bu kuşak tüketim çılgını, geleceğin ve mutluluğun para ve kariyerle olacağına inan bir kuşak. Bu yüzden 80’lerdeki değişim dönüşüm süreci üzerinde biraz daha yoğunlaşmaya çalıştık. 80’lerde öğrenci hareketliliğine gelirsek bu dönemin yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı zayıf geçtiğini söyleyebiliriz. 80-84 dönemi tamamen hareketsiz diyebileceğimiz bir yapıya sahip 84 ile beraber öğrenci derneklerinin açılmaya başladığını görüyoruz. Kabaca bu derneklerinde etki yaratamadığı söyleyebiliriz. 86’ya gelindiğinde Sultanahmet’te toplanan 500 civarı öğrenci darbe sonrasının en kalabalık toplamı oldu. Darbeden tam 6 yıl sonra… Bu veri 80 darbesinin yarattığı yıkıcı etkinin ve değişimin ip ucu olarak tekrar karşımıza çıkıyor. On binler ile devinen öğrenci hareketi o yıllarda binleri bulamaz hale gelmişti

Günümüz 90’lar sol hareketin yaptığı çıkışlara paralel olarak öğrenci hareketininde kısmen yükseldiği bir dönem oldu. 90’ların sonuna doğru üniversitemizde yaşanan işgal ve 2000’lere doğru ODTÜ de McDonalds’ın kapatılması ile sonuçlanan eylemlilikler buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu olaylarda sürekli bir hareket yaratamamıştır. Bugün ise yine ODTÜ de başlayan süreç ile beraber üniversite gençliği tüm Türkiye’de 10.000 kişinin harekete geçtiği bir dönem yaşadı. Bugün 100 den fazla üniversite kulübü ve öğrenci topluluğu,bizim topluluğumuzun ve dergi çevremizinde çağırıcılığını yaptığı Üniversite Kongresi için harekete geçmiş bulunuyor. Elimizde imkan var, ODTÜ süreci ile elde ettiğimiz bir veri var. Bugün üniversite gençliği rahatsız, bugün gençlik sokağa çıkmakta tereddüt etmiyor. Neden bir 68 hareketi daha yaratamayalım ki? Yaratacaksak toplumcu iktisatçılarda bu kuşağın önemli bir bileşeni olmak zorunda. Elimizi taşın altına koyma zamanı! Yazıyı Harun Karadeniz’in mücadeleye atılmak için ne kadar yalın ve basit nedenlerimiz olabileceğine örnek bir yazısı ile bitirelim. ‘’….. kendi kendime sordum. ‘Harun sen sağcı bir gençtin, nasıl oldu ve neler oldu da sen bu noktaya geldin! Ve burjuvazi senin hakkında elliye yakın dava açtı ve senin için 150 yılı aşan hapis cezası istedi, ne nasıl gelişti de bu sonuç çıktı?’ Bu sorunun cevabı o kadar sade ki, değil bilimsel araştırma yapmak,düşünmeden söyleyebilirim nasıl ve neler olduğunu:Ben sadece yurt sorunlarıyla ilgilendim;petrollerimizi Amerika sömürmesin istedim. Madenlerimiz sömürülmesin, montaj sanayinden kurtulalım, ülkemizde ağır sanayi kurulsun, bağımsız ve onurlu bir ulus olarak insanca yaşayalım, her şey yurdun ve halkın çıkarlarına göre düzenlensin istedim. O kadar.’’ Dipnotlar 1- Karadeniz Harun; Olaylı Yıllar ve Gençlik,May Yayınları,İst.,1975,s:55 2-Karadeniz Harun;aynı kitap,s:64 3-Bali Rıfat N.; Tarz-ı Hayat’tan Life Style’a, İletişim Yayınları,sf:51 ARTI-DEĞER Topluluğu

7


8

GÜNCEL

ARTI DEĞER

AB’NIN KURULUŞU VE GELIŞIMI

A

vrupa Birliği’nin kuruluşu 2. Paylaşım Savaşı sonrasında yapılan göreceli barış çalışmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.1951 yılında Belçika,Federal Almanya,Lükse mburg,Fransa,İtalya ve Hollanda’nın katılımıyla oluşan 6 üye ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu.Altı üye devlet 1957’de işgücü ve mal hizmetinin serbest dolaşımına izin veren bir ekonomik birlik kurmak amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kurdular.Zaman içerisinde bu birlik yeni üyelerin katılımıyla genişledi.1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması’yla birlikte Avrupa Birliği kurulmuş oldu.2002’de ortak para birimi olarak Euro tedavüle girdi. Bu yazıda bu durumun üye ülkelerde yaratacağı etkilere değineceğiz.

Avro Krizi ve Etkileri AB’nin yaşamakta olduğu kriz gün geçtikçe Avro Bölgesi’nin yapısal bütünlüğünü bozacak bir hale gelmeye başlıyor. Portekiz Dışişleri Bakanı’nın ‘’Karşılaştığımız durumdan kurtulmanın yolu,Avro para sistemini terk etmek. Piyasaların bizi kaçınılmaz biçimde düşünmeye zorladığı alternatif budur.’’ Şeklinde yaptığı açıklama giriş cümlesinin somut bir karşılığı olmuştur. 2008 krizinin-neoliberalizmin bir hediyesi(!) olarak- AB’ye sıçraması etkilerini kısa zamanda göstermeye başladı.Kriz, etkilerini öncelikle birliğin zayıf halkalarında göstermeye başladı. Yunanistan,İspanya gibi ülkelerde her dört kişiden biri işsiz. Çalışma çağındaki genç nüfus artık ‘’kayıp nesil’’ olarak nitelendirilecek kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. Üstelik bu durum yakın zamanda da düzelecek gibi görünmüyor. Haftalık haber dergisi Avrupa Gün’ün 7. sayısında yer alan bir habere göre Yunanistan,Portekiz,İspanya ve İtalya gibi kriz ile boğuşan ülkelerdeki işsizliğin giderek kemikleştiği, zamanARTI-DEĞER Topluluğu

la konjonktürel birtakım iyileşmeler sağlansa da istihdamın artması ve kriz öncesi rakamlara dönülmesi mümkün görünmüyor. Yaşanan bu krizin tüm Avrupa’yı bu derecede sarsmasının kaynağını nerede aramalıyız? Bu soruyu yanıtlamadıkça çözüme giden yolu saptayamayız.Krize giden süreç Avro’nun uluslarası bir para birimi olarak kabulüyle başlamıştır. Avro’ya geçişi yöneten ve yönlendiren AB’nin lokomotifi Almanya, Avro bölgesi üzerinde bir hegemonya oluşturmuştur. Ortak para ülkeler arası gelişme düzeyi farklı olan ülkelerde güçlü ekonomiyi daha da güçlendirmiş ve tek söz sahibi kılmıştır.

Birand'ın AB Yolculuğu AB, uzun zamandan beri büyük ekonomik krizlerle boğuşurken hatta belki de iflasın eşiğine gelmişken Türkiye’de hala ateşli savunucuları bulunmakta. Türkiye’nin AB üyeliğini en çok savunanlardan birisi, hatta ilk akla gelen isim yakın zamanda hayatını kaybeden Mehmet Ali Birand’dır. Birand yaşamı boyunca Türkiye’nin AB’ye olan desteğini sürdürmüş, AB üyeliği için çabalayan hükümetlerin bu çabalarını sonuna kadar desteklemiştir. Peki iflasın eşiğine gelmiş bir sistemi hayatının sonuna kadar destekleyecek kadar kör bir gazeteci olabilir miydi Birand? Avrupalı emekçileri kemer sıkma politikalarıyla boğan, her ekonomik krizin faturasını Avrupa’nın emekçi halkına yıkan bir sistemin neresi Türkiye için ideal olabilir? Yıllarca AB’nin başkenti sayılan Brüksel’de görev yapmış bir gazeteci AB’nin iflasından, krizlerinden hiç mi haberdar değildir? Elbette haberdardır hatta bu yazıyı yazanlardan daha fazla bilgiye ve ayrıntıya bile sahip olmuş olabilir. Ancak kendini iyi bir “Liberal” olarak tanımlayan Birand’ın Avrupalı emekçilerin halini, kemer sıkma politikalarıyla

boğulmuş olan emekçilerin durumunu ne derece önemsediği belirleyicidir bu noktada. Avrupa Birliği’nin sürekli olarak adaletinin, demokrasisinin, barışının vurgulanması boşa değildir. Liberaller için emekçilerin durumu hem ilk akla gelen sorun değildir –nede olsa ülke krizden kurtulacaksa halkın fedakarlık yapması gerekir- hem de barış, adalet, demokrasi daha önemlidir. Buradan bu saydıklarımız önemsizidir gibi bir sonuç çıkmamalıdır zira kim için adalet, kim için demokrasi? Yıllardır Yunanistan, Portekiz, İspanya başta olmak üzere insanlar grevlerle, kitlesel eylemlerle Avrupa Birliği’nin ve hükümetlerinin ekonomi politikalarını protesto etmekteler. Ortaya çıkan resim Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkemizden farklı değil. Bu yazı yazıldığı günlerde(22 Şubat) İspanya’daki havayolu işçilerinin oldukça kitlesel grevine polisin sert müdahalesini izledik. Avrupa Birliği’nin demokrasisinin, ülkemizin “İleri demokrasisinden” farkının olduğunu söylemek güç. Birand gibi toplumda “Akil” kişiler olarak kabul görmüş insanlar bütün bu olumsuzlukları meşrulaştırmaktadır. AB’nin ekonomik krizlerinden çok demokrasisi, adaleti, barışından bahsedilir. Başka bir deyişle aslında hiçte öyle olmayan yönleri parlatılarak sunulmaktadır halka. Birand gibi toplumda önemli meşruluğu olan medyadaki insanlar bu durumu sunmaktadırlar. Avrupa Birliği projesi iflasa sürüklenmektedir. Bu iflasın yükü de Avrupa halkının omuzlarına yüklenmiştir. Durum ülkemizde de çok farklı değildir. İster Avrupa’da ister ülkemizde ister Dünya’nın başka bir noktasında olsun liberal iktisadi düzenin hüküm sürdüğü bir düzende krizlerin faturası, yükü daima çalışan sınıflar üzerindedir. Birand gibiler ise bu durumu meşrulaştırmak için çabalar dururlar.

KEREM DEMİRKESER-ÜNAL ÇELİK


TEORIK BAKIŞ

ARTI DEĞER

TÜRKIYE'DE DEVLETÇILIK

Ö

ncelikli olarak devletçiliğin niteliği, doğuş sebepleri, geçirdiği aşamaları ele alıp; devletçiliğin bir iktisadi politika olmaktan çıkarılmasına kadar olan süre zarfını inceleyeceğiz. İlk olarak devletçiliğin tanımını yaparak başlayabiliriz. Devletçilik, çoğu liberal siyasetçi ve iktisatçı tarafından, bir iktisat siyaseti kavramı olan müdahalecilik ile eş anlamlı görülmektedir. Ancak biraz daha yakından incelersek müdahaleciliğin özel bir biçiminin; belli ekonomik faaliyet alanlarında devlet işletmeciliği halinde gerçekleşen bir biçimin olduğu anlaşılır. Bu biçim, devletleştirmeler veya yeni tesislerin devletçe kurulmasıdır. Diğer bir ifade ile devletçilik, genel olarak devlet işletmeciliğinde zorunlu bir unsur olarak müdahaleciliği içeren bir iktisat politikası anlamında kullanılmıştır. Önemli bir sorulardan biri de devletçiliğin bir sistem olup olmadığıdır. İncelediğimiz dönemde Türkiye'nin siyaset ve iktisat lügatına henüz "Karma Ekonomi" sözcüğü girmemişti. Türkiye'nin düzenini kapitalizm ve sosyalizm dışında bir üçüncü yol olarak göstermek isteyenler sıklıkla devletçiliği bir sistem olarak önümüze koyup tanımlamışlardır. Bir sistem olmamasına rağmen Devletçilik, devlet işletmeciliği olgusu ile yakından ilgili olduğu için bir sistem sorunu olarak önem taşır. Bunun nedeni açıktır. Sosyalist olmayan bir sistemde devlet işletmeciliği, kapitalist mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinden farklı bir ilişkiler sistemi içerir. Bu ilişkilerde işçi tarafından yaratılan artık değer, dolaysız olarak kapitaliste ulaşmaz. Kapitalist bir

sistemde yaygın devlet işletmeciliğinin varlığı ayrıca incelenmesi gereken bir sistem sorunudur ve bazen "Devlet Kapitalizmi" kavramı olarak açıklanır. Bu anlamda Devletçilik Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kapitalist sermaye birikiminin özel bir yolu olarak görülebilir. 1923’ten sonra Türk burjuvazisinin sermaye birikiminin ve kapitalist gelişmenin en kolay ve elverişli yollarının aranmasıdır. Devlet işletmeciliği ve devlet müdahalesi yoluyla kapitalist gelişme yolu, kısacası devletçilik uygulamaları belirgin biçimde 1932 yılı ile başlar. 1929-1931 arası yıllar ise bu yolun habercisi sayılabilecek bazı uygulamalar başlatılmıştır. 1923-1931 dönemi incelediğimizde ise bu yılların ekonomide daha “serbest” bir piyasa modelinin örnek alındığı bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu dönemde de belli bir anlamda devlet müdahaleciliğini görebiliriz. Devlet, bizzat işletmecilik yapmadığı halde büyük tekelci şirketleri devreye sokarak (birçoğu yabancı sermaye, devlet sermayesi ve yerel sermaye ortaklıklı anonim şirketler olarak) ya da devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşvik paketleriyle özel sermaye birikimini ve kapitalist gelişmeyi hızlandırmanın farklı bir yolunu izlediği söylenilebilir. Bu iktisadi bakımdan saf anlamıyla “liberal” bir politika sayılamazdı. Bu yıllar özel teşebbüsün hareket serbestliğini sınırlayan, devlet müdahalelerinin ve devlet işletmelerinin asgari düzeyde tutulduğu bir dönemdir. Devletin iktisadi müdahale imkanlarının bir anlamda kısıtlı olduğu yıllar da sayılabilir. Lozan Barış Antlaşması’nda

yer alan “Türkiye’de kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığı” hükmüne rağmen, Osmanlı borçlarının büyük bir kısmını Türkiye’nin üstlenmesi ve dış ticaret(gümrük) politikasında kısıtlayıcı hükümlerin getirilmesi devletin iktisadi müdahale imkanlarını da bir anlamda frenlemiştir. Ancak 1923-1931 ve 1932-1939 dönemlerini kapitalist gelişmeye yönelmiş iki alternatif yol olarak tanımlayabiliriz. Öyleyse Türkiye’nin Devletçi ekonomi politikalara geçmesini sağlayan etmenler neler olmuştur? Öncelikli olarak 1929 yılında patlayan büyük buhran ve bu buhranın Türkiye’ye yansımalarının büyük etkileri olmuştur. Büyük buhranla birlikte yabancı sermayenin kendi içine kapanması ve Türkiye’ye dönük yatırımlarını azaltması. İkinci olarak 23-29 dönemi istenilen sanayileşmeye ve sermaye birikimine ulaşamayan (özel teşebbüslerin yeterli derecede istikrarlı olamaması ve istenilen birikim elde edilememesi) Türkiye’de, devletin öncülüğünde milli burjuvaziyi ve milli sanayiyi kalkındırmaya dönük politikaların devreye girmeye başlaması. Bir diğer önemli neden de süratli bir iktisadi gelişme içerisine giremeyen Türkiye’de halk yığınları içerisinde ekonomik nedenlerden dolayı duyulan büyük hoşnutsuzluklar olduğu da eklenilebilir. Devletçi uygulamalara geçişin somut belirtisi, 1932 Temmuzunda bir hafta içerisinde peş peşe meclise sunulan, iktisadi konularda bir hayli ileri bir müdahalecilik anlayışını yansıtan sekiz kanun tasarısıdır. Bu kanunların gerekçelerinde ve ilgili raporlarında iktisat poliARTI-DEĞER Topluluğu

9


10

TEORIK BAKIŞ

ARTI DEĞER tikasında radikal bir değişikliğin söz konusu olduğunu belirten ifadeler vardır: ”Memleketimizde kuvvetli sermayedarlar bulunmadığından halkımız ancak küçük mikyasta sanayi işlerine ve orta sermayelerle yapılabilecek bazı imalata girebilmiş ve büyük mikyasta yapılması lazım gelen sanayi işlerinin ya hariçten gelen sermayeler veya Hükümet teşebbüs muavenetiyle meydana getirilmesi zarureti hasıl olmuştur. Memleketin iktisadi muvazenesinin süratle tanzimi ve istihsal imkanlarının tahakkuku için icap eden sanayi teşebbüslerinin doğrudan doğruya Devlet tarafından vücuda getirilmesi ve işletilmesi bir zaruret teşkil etmektedir.” 1 Devletçiliğin dönemin siyasal iktidarı tarafından nasıl bir yerde konumlandığını açıklayan en iyi tanımlama herhalde Mustafa Kemal Atatürk tarafından yapılmıştır. Atatürk’ün Afet İnan’a dikte ettirdiği devletçilik görüşü ise şöyledir: “Bizim takibini muvafık gördüğümüz devletçilik prensibi bütün istihsal ve

tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini güden ve hususi ve ferdi teşebbüs faaliyetlerine meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kollektivizasyon, komünizm gibi bir sistem değildir.” 1940-1945 yılları arasında ise devletçi uygulamaları ayrı olarak ele almakta fayda vardır. 2. Dünya Savaşı devletçilik uygulamalarında somut çözülme ve gevşeme belirtilerinin göründüğü bir anda patlak vermiştir. Ancak sınırlı ekonomik kaynaklarla bir savaş ekonomisinin gereklerini sürdürmek devlet kontrol ve müdahalelerini arttırarak mümkün olacaktı. Bu yıllar, devletçiliğin saf uygulamalarının ağır bastığı bir dönem değil; devletçiliğin tarihi misyonunun tamamlandığı ve özel sermaye birikiminin hızlandığı bir dönemi temsil eder. 1946-1950 yılları ise devletçiliğin bir iktisat politikası olarak tasfiye edildiği yıllardır. Demokrat Parti iktidarı ile bir-

likte devlet işletmeciliği modeli yavaş yavaş terk edilmekte, özelleştirme ve özel sermaye teşebbüslerine ağırlık verilmektedir. Kaynakça: 1- 2058 sayılı Devlet Sanayi Ofisi’nin kuruluş kanununun gerekçesi; aktaran “Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Tanımı ve Kapsamı”, http://www.baskent.edu. tr/~gurayk/finpazpazartesi23.doc, erişim tarihi 2.3.2013 2-Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Dr. Afet İnan, 351-358. Aktaran Prof. Dr. Mustafa A. Aysan, ATATÜRK’ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMEL KAVRAMLARI, http:// atam.gov.tr/ataturkun-ekonomik-gorusu-devletcilik/ erişim 2.3.2013

EMRECAN ÇİÇEK

SEVGİLİ HOCAMIZ TÜRKEL MİNİBAŞ'A ARMAĞAN

6

Şubat 2009’da yitirdiğimiz fakültemizin değerli akademisyenlerinden Türkel Minibaş'ı çoğumuz belki tanımamaktadır. Türkel Minibaş Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Anabilim dalında fakültemizin değerli hocalarındandı. Ona göre ekonomide asıl olan üretimdi. konularını entelektüel bir derinlikle ele aldı. Sıkça “ben Türkiye’ye kapitalizmin girişini Orhan Kemal’in romanlarıyla anlatırım” diyordu. iktisadı basitleştirdi, rakam yığını olmaktan çıkardı. Onun yazılarında ve konuşmalarında, edebiyat ve sanat iktisadın içinde eriyip gidiyordu. Derslerinde Nazım Hikmet’ten,shakespeare’den örnekler veriyordu. Sokakla akademinin birbirinden uzak düşmemesi gerektiğini düşünüyor, akademisyenlerin sokağa seslenebilmesi gerektiğini savunuyordu. "Ben bir cari açık anlatırım sokaktaki simitçi beni anlar, hocalar anlamış anlamamış... Benim için önemli olan simitçinin anlamasıdır." derdi . Ekonomiyi salt teori ile sınırlandırmayan, teori ile pratiği birleştiren bir bilim kadını olarak, birçok ilke imza attı. Her zaman için emekten yana, çocuk ve kadın haklarının önde gelen savunucularından biri oldu.Türkiye ekonomisi ve kalkınma, iktisadi krizler ile küreARTI-DEĞER Topluluğu

selleşme sürecinin Türkiye ekonomisine etkileri Minibaş’ın odaklandığı başlıca konular arasında yer aldı.Küreselleşme sürecinin Türkiye ekonomisine etkilerini analiz ettiği birçok çalışmasında ulusal politikaların gerekliliğine dikkat çekerken aynı zamanda Türkiye’deki politika değişikliğini uluslararası sermayenin gelişim seyrinden, kapitalizmin maddi temellerinden bağımsız ele almadı. Fakültemizin öğrencileri, bir çok dostu ,meslektaşları,kürsü arkadaşları,asistanları ona hitaben "Armağan" kitabını oluşturdular. Günümüz dünya ve Türkiye ekonomisinin başlıca sorunlarına odaklanılmaya çalışılan makalelerde, geleceğe dair öngörülerde bulunuluyor. İktisadi krizin nedenleri ve sonuçları, Türkiye ekonomisi ve kalkınma sürecinin başlıca sorunları geçmiş ve bugün arasındaki bağlantılar ihmal edilmeden analiz edilmeye çalışılıyor.Bunun yanısıra armağan kitabı Minibaş’ın salt öğretim üyesi kimliğinin ötesinde gazeteci-yazar, emekten yana, çocuk ve kadın hakları savunucusu, sanatsever yönünü dikkate alarak, bu başlıklara dair kestileri de aktarıyor.


KİTAP TANITIMI

ARTI DEĞER

DIĞER BURJUVAZILERDEN NEYIMIZ EKSIK?

K

orkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi’ni yazmasının nedenini şu şekilde açıklıyor: “Bu çalışma 20. yüzyıl iktisat tarihini, kuşbakışı inceleyen bir ‘el kitabı’ olarak kaleme alındı.. Amacım,meslekten iktisatçı olmayan, ancak Türkiye’nin sorunlarına bir tarih perspektifi içinde bakmak gereğini duyan, farklı bir deyişle, tarihi anlamadan bugünü anlamanın mümkün olmayacağını sezen okuyucuya da hitap eden bir inceleme ortaya koymaktı.” Yazar tarafından, meslekten iktisatçı olmayanlar için bir “el kitabı” olarak nitelenen kitap, kavramsal açıdan zorlamayacak bir biçimde, okuyucuyu terminolojiye boğmadan seyreden, akıcı ve spesifik bir inceleme özelliği taşımaktadır. Kitabı önemli kılan bir başka özellik ise iktisadi dönemlerin somut tahlili , “iktisat-tarih-siyaset” birlikte yaklaşımı ve yapılan yerinde tespitlerdir. Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi’ni emek-sermaye çelişkisinin bir sınıf karakteri kazanmaya başladığı, ikinci meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılından başlayarak, 2009 yılına kadar, Türkiye’nin iktisadi bakımdan keskin virajlara girdiği dönemleri kıstas alarak, dokuz ana bölümde incelemiştir. Kitabın giriş bölümü olan Devrim ve Savaş Yılları’nı(1908-1922) Boratav “eksik kalmış bir burjuva demokratik devrimi ve ulusal kapitalizm yönünde atılan ilk ve çekingen adımlar” olarak nitelendirmekte; başarılamayan bu başlıca misyonların engelini yerli burjuvazinin

ENDER ÖLMEZ

cılız ve komprador bir özellik taşımasıyla ilişkilendirmektedir. 1923-1929 yılları ise Osmanlı’nın tarihe karışıp, yeni bir dönemin başlaması ve siyasi bir devrim özelliği taşır. Aristokrasinin iktidardan kesinlikle uzaklaşmasını sağladığı halde, önceki dönemle devamlılık arz eden bu dönemin sonunda, ortaya çıkan büyük buhranla(1930) birlikte içe dönük dışa kapalı politikalar izlenerek, daha önce denenen milli iktisat projeleri başarıyla devletçileştirilmiş, oluşturulmaya çalışılan yerli burjuvazi nihayet oluşmuştur. 1934 yılında SSCB’den sonraki ilk 5 yıllık kalkınma planlaması yapılan bu döneme dair, Boratav tarafından “parlak bir dönem” tespiti yapılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, savaşa girilmemesine karşın, savunmaya yönelik önlemleri arttıran devlet, sınai yatırım programlarını ertelemiştir. Bu dönemde Köy Enstitüleri ve MEB’in kurulması Refik Saydam hükümetinin “liberal,hümanist ve bir küçük burjuva reformizminin etkili olduğu atılımlar” olarak değerlendirilebilir. Savaş sonrasında parlamenter sisteme geçilirken, dışa kapanık politikalar gevşetilerek yabancı sermayeyi teşvik edici bir dizi kanunun yürürlüğe girmesinin yanında IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi anti-komünist ABD endeksli kuruluşlara üye olunmuştur. Bu yılları genel olarak emperyalizmin palazlandığı yıllar olarak nitelendirebiliriz. Milli gelir belirgin biçimde düşmüş, özel sektörde çalışanların artış hızı kamu

ve devlet sektöründe çalışanların artış hızını geçmiştir. Bu dönem ayrıca düzensiz kentleşme ve gecekondulaşma yıllarıdır. Bu dönemle bağlantılı olarak ithal bağımlılıkla birlikte üç beyazlara beyaz eşyalar eklenirken,krediler ve dış yardımlarla büyüme temposu devam etmiştir. Dönem sonunda 1977-1979 yıllarına işçi grevlerinin damga vurmasının sonucu, sermaye sınıfının bunalımlı durumu, Ecevit’in istifası akabinde T.Özal’ın 1980’de neo-liberal 24 Ocak kararlarının yürürlüğe girmesine neden olur. IMF’ye, üç yıldır istediğinden fazlasını verilmesiyle birlikte, 1980’den 1988 yılına kadar burjuva ideolojisi hiç olmadığı kadar egemen olmuştur. Bu dönemde özellikle anti-komünist, tekdüze, bilinçsiz gençlik yaratıldı. Bu kuşaktaki her türlü ilerici düşünce mahkum edildi. 1988 sonunda, 4 yıllık bocalamadan sonra 1997’ye kadar popülizmle liberal model arasında geçici bir işbirliği sağlandı. Kitabın son bölümü olan 1998-2009 yılları arasında Türkiye ekonomisi kesintisiz IMF programlarıyla yönlendirilmiştir. Reform adı altında saygınlık kazandırılan düzenlemelerin büyük bölümü ise Dünya Bankası imzalıdır. Bir asırlık tarih göstermiştir ki Türkiye toplumu sınıf çelişkilerinin çeşitliliği ve sınıfsal dinamikler açısından hızlı değişim geçirmeye yatkındır. O halde Boratav’ın deyimiyle “Her yeni sallantı Türkiye halkının özgürlüğe, eşitliğe, bağımsızlığa giden uzun yolculuğuna küçük katkılar getirir”. ARTI-DEĞER Topluluğu

11


ÜNİVERSİTELİLER KONGRE TOPLUYOR Tayyip Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelmesini takip eden olaylarla birlikte üniversiteli gençlik yakın zamanda ülke gündeminde önemli bir yer tuttu, duruşu ile toplumun önemli bir kesimine umut oldu. Neler yaşandığını, kimin ne dediğini tekrar tekrar anlatmaya gerek duymuyoruz. Bugün önem taşıyan başka bir yönü vurgulamak istiyoruz. Gençliğin yanlışları protesto etmesinin yanında kendi doğrularını ifade edebilmesine, bunların ışığında üretim yapabilmesine değinmenin öneminin gelinen noktada daha da arttığını düşünüyoruz. Üniversite gençliğini yıkıcı, sadece tüketen insanlar olarak ilan edenler doğruyu söylemiyor. Gençlik çokça iddia edilenin aksine her alanda üretimini sürdürüyor. Yaşadığı ülkeye ve topluma dair sözünü söylüyor, kültürel ve sanatsal birikime katkıda bulunuyor, bilimsel gelişmelerde önemli bir bileşen olarak yerini alıyor. Ülkenin gidişatı ise gençliğin sahip olduğu bu konumun önemini artırıyor. Bilimin dini referanslarla tartışılır hale gelmesi... Aklın yerine inançların merkeze alınması... Tiyatroların kapatılıp kitapların yasaklanması... Savaş kışkırtıcılığının ve dışa bağımlılığın normalleşmesi... Üniversitelerin YÖK yasası ile hizaya sokulmaya çalışılması... Ve tek adam yönetiminin anayasal bir zemine oturtulmak istenmesi... Bütün bunlar oluyorken, üniversiteliler sahip olduğunu korumakla yetinemez. Yetinmemeli. Biliyoruz ki üniversite gençliğinin üretim potansiyeli gelişmeye açık ve bugün buna daha fazla ihtiyaç duyulmakta. Gençliğin ülkesine dair sözü yaygınlaşmalı, sorumluluğu pekişmeli. Kültür-sanat alanında üretimi güçlenmeli, bilimsel duruşu ciddi bir toplumsal konuma ve öneme erişmeli. Daha da önemlisi, bu saydıklarımızın arasında bir bütünlük sağlanmalı.

GENÇLİK SÖZÜNÜ SÖYLEYECEK Üniversiteliler olarak her zaman daha iyisini yapabileceğimizin ve belki de yapmak zorunda olduğumuzun farkındayız. Bu farkındalığın hakkını vermek için bir üniversite kongresi topluyoruz. Aşağıda imzası bulunan kulüpler ve topluluklar olarak tüm üniversitelileri kongremizi birlikte örmeye, ülkemize ve üniversitemize ilişkin ortaya güçlü bir iddia koymaya davet ediyoruz. Türkiye’nin hemen her üniversitesinde, her kampsünde, her kantininde kongre tartışmalarını olgunlaştırıp seçtiğimiz delegelerle; ODTÜ direnişinin merkezi olarak yeniden anlam kazanan Necdet Bulut Amfisinde 15 Mart’ta buluşuyoruz. Hazırlık Komitesi Ankara Üniversitesi DTCF Bilim ve Sanat Topluluğu Ankara Üniversitesi DTCF Sosyal Bilimler Topluluğu Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Çukurova Üniversitesi Sinema Kulübü Dokuz Eylül Üniversitesi Toplumcu Öğrenciler Topluluğu Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü Hacettepe Kitap Topluluğu Hacettepe Biyoloji Topluluğu İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü İstanbul Üniversitesi Toplumcu Hukukçular Kulübü İstanbul Üniversitesi ÖKM Tiyatro İstanbul Üniversitesi Biyolojik Araştırmalar Laboratuvarı Kulübü İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Kulübü ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu Özyeğin Üniversitesi Fikir ve Münazara Topluluğu

www.universitekongresi.com facebook.com/universitekongresi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.