ZOR Ä°NSANLAR
Ayhan Arslan
ZOR İNSANLAR Bu kitabın telif hakları yazar Ayhan Arslan’a aittir. 1.Basım: ISBN: 9786059352383 Editör: Çiğdem Aktepe Görsel Yönetmen: Mehmet Coşkun Yayın Hakları: Karina Yayınevi Sertifika: 29740 Adres: Adakale Sk. 16/9 Kızılay Çankaya/ANKARA Telefon: (0312) 433 03 58 Faks: (0312) 433 03 59 www.karinakitap.com www.karinayayinevi.com iletisim@karinayayinevi.com iletisim@karinakitap.com Baskı: Bizim Büro Matbaa Dağıtım Bas. Yay. San. Tic Ltd. Şti.
Matbaa Sertifika: 26649
AYHAN ARSLAN
ZOR Ä°NSANLAR
YAZAR HAKKINDA… Ayhan Arslan, 1970 doğumlu, Mersinin Mut ilçesinde yaşayan, evli; iki oğlan bir kız, üç çocuk babasıdır. Elverişsiz şartlardan dolayı eğitimini liseyi bitirdikten sonra bırakır. Bundan sonraki hayatı; ekonomi, aile ve sosyal hayatla mücadele ile geçer. Yaşadığı bu mücadeleler ona hayat hakkında derin tecrübeler kazandırır. Hayatı; yaşayarak, deneyip yanılarak ve de kitaplara dost olarak öğrenme fırsatını yakalar. Doğal olarak edindiği deneyimler onu kitap yazmaya sürükler. İlk olarak bu, “Zor İnsanlar” romanını yazar. Devamı da gelecek inşallah…
Zor İnsanlar
5
GİRİŞ Bu hikâye içinde pek fazla katkı olmayan organik ve yaşanmış olaylardan uyarlanmıştır. Dünya, birilerine göre yaşamaya değer cennet, birilerine göre kaçınılacak bir cehennemdir. Onlara göre sanki kitaplardaki olası cennet ve cehennem bu dünya âlemin de yaşanıyordu. Belki de bu bir provadan ibarettir. Onlar da sanki daha hayatın en başında sanki cehenneme düşmüşlerdi. Acı ve ızdıraplar bir türlü peşlerini bırakmamaktadır. Belki de onlar ruhlarını şeytana kaptırmışlardı. Bu yüzden adeta cehennem azabı çekmekte idiler. Acaba şeytanın esir aldığı o ruhlar bir gün olup bu esaretten kurtulabilecekler miydi? Yoksa esaret onlar için kalıcı bir kader miydi? Gerçek, akıcı, heyecanlı, soluk soluğa okuyacağınız bir Anadolu köy hikâyesi olup; okurlara, ömürlerinin sonuna kadar hafızalarında iz bırakacağını tahmin ediyorum. Keyifli okumalar…
Zor İnsanlar
7
YAĞMURDA YIKILAN EV…
1
978 yılı, Ocak ayının başları, ikindi vakti idi. Kış haşin ve sert yüzünü iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Hava kapalı ve yağışlıydı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Şimşekler çakıyor, gök yüksek sesle gürlüyordu. Evin oluklarından akan yağmur suları şarıl şarıl şarlamaktaydı. Moloz taştan, derme çatma, her yağmur yağdığında toprak damından içerisine yağmur damlalarını sızdıran evin, aşırı yağmurda bir yerleri mutlaka yıkılmaya mahkûm olurdu. Evin içinde ebe, dede ve Ali, endişe ve korkuyla, dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izliyorlardı. Ali, sekiz yaşlarında, bir yirmi boylarında, kemikleri sayılacak kadar zayıf, üzerinde örme, uzun kollu, kahverengi kazak vardı. Bacağında lacivert, lastikli don. Usturayla kazınmış başında, siyah beyaz süsleri olan el örmesi şapkasının top gibi ponponu da Ali gibi boynu bükük duruyordu. Zayıf, uzun yüzü, basık burnu, seyrek kaşları, kıvrık kirpikleri, ince sık dişleri, sivri çenesi, küçücük dudakları, kahverengi çipil gözleriyle, küçük el ve ayaklar ve çöp gibi parmaklarıyla, solgun benziyle duran Ali… Gök gürlemelerinden korkup, ebesinin kucağına, üşümüş civcivlerin, annelerinin kanatları arasına sığındıkları gibi sığınmıştı. Ebe, seksen yaşlarında; dişsiz ağzı, derin kırışıklı alnı, silik sarı kaşları ve ince, büzülmüş dudaklarının olduğu yüzündeZor İnsanlar
9
ki kemikler oldukça belirgindi. Kırış kırış sarı solgun yüzü, boz inmiş,
puslu,
uzağı
göremeyen
boncuk
gözleri
vardı.
Kahverengi, yüzünün ön kısmı haricinde başını, omuzlarını, boynunu, saran başörtüsünün üstüne de üşümemek için poşu sarmıştı. Üzerinde de gri erkek ceketi, topuklarına kadar uzanan yeşilli siyahlı gül desenli kalın basma kumaştan dikilme entarisi vardı. Belinden hiç eksik etmediği, ayrıca para ve değerli eşyalarını da sakladığı bel kuşağı, belini sıkıca sarıyordu. İki büklüm, asa ile güçlükle yürüyebiliyor, tuvalete, Ali veya dedenin yardımıyla gidebiliyordu. Ebe ile Ali’nin hemen karşısında oturan yetmiş beş yaşlarındaki dedenin aksakalları göğüs hizasına kadar sarkmış, sakalına karışmış uzun ak bıyıklarının, burun deliklerinin önündeki kısmı, sigara dumanından kına rengini almıştı. Patlıcan burunlu, büyük kulaklı, düz elmacık kemikli, uzun yüzlü, kırışıklı yumru alınlı, gür, çatık ak kaşlı, siyah kırpık gözlü, esmer benizli, kalın sesli idi. On metre yakınından rahatlıkla hissedilebilecek olan kendine has pis beden ve sigara kokusu, insanları iğrendirirdi. Bu koku, dedenin su korkusundan meydana geliyordu. Nedense küçük çocuklar gibi banyo yapmaktan kaçınır, ebenin dayatması ile yaptığı banyoyu ise yüzeysel ve baştan savma yapardı. Dişleri dökülmüş, yanakları çökmüş, başında siyah muhtar şapkası ve şapkanın kapatmadığı kulak üstü ile ense kısımlarında, parlayan, saç-sız, usturayla kazınmış başı; soyulmuş patatesi andırıyordu. Üstünde kirlenmiş, yakasında kirden yağ tabakası oluşmuş siyah ceketi, ceketin altında; koyunyününden yapılmış keçe iç yeleği, belinde; kırmızı tonları ağırlıkta allı pullu bel kuşağı, altında gri şalvarı, zayıf uzun boyu, dirgen gibi büyük ellerinin üzerindeki belirgin gök damarları, ilk göze çarpan ayrıntılardı. Tahta dirgen gibi büyük elleriyle, kucağındaki, 10
Ayhan Arslan
taşıdığı asasını sıkıca kavramıştı. Dede pek yıkanmayı sevmezdi, çünkü yıkanmak demek, gereksiz sabun sarfiyatı demekti, sabun da para ile alınıyordu. Berber bilmez ve kendisi gibi fakir komşusu ile birbirlerinin saçını tıraş ederlerdi. Çünkü berber demek para demekti. Üzerindeki tek takım elbiseyle gezer, yırtılan sökülen yerlerini diker veya yama yapardı. Çünkü yedek bir elbise almak para demekti ve para da yoktu. Tek gelir kaynağı iki inek ve kuru bir ekin tarlasıydı. O ekin tarlasından kalkan mahsul de kendinin ve hayvanların ihtiyaçlarını ancak karşılamakta idi. Üzerindeki elbiseler de zaten hayırsever vatandaşların verdiği veya iş gücü karşılığında takas edilmiş elbiselerdi. Evin içindeki herkes, dışarıda şakır şakır yağan şiddetli yağmuru, küçücük pencereden endişeli gözlerle izliyordu. Çünkü evin hangi bölümünün çökeceği veya yıkılacağı, hangi bölümüne su basacağı belli değildi. Bu yüzden, başkalarının neşe ile izlediği o yağmuru, ebe ve dede, tedirgin gözlerle izlemekteydi. Ali; zayıf, ince, uzun yüzünü, ebesinin koltuk altına saklamış hâlde sorar: “Ebe, havadaki bu gümbürtüleri kim çıkarıyor?” “Kuzucuğum! Allah yukarıda teneke çalıyor.” diyerek, Kaygılarıyla boğuşan ebe, kısa bir cevap verir ve dışarıya gözlerini diker. “Ebe, Allah bu yağmuru nasıl yağdırıyor?” diye, her şeyi merak eden, dünyayı soru sorarak tanımaya çalışan Ali, çocukça sorularından birini daha sorar. Ebe: “Kuzucuğum! Allah, kocaman sopasıyla çaldığı tenekenin içindeki suyu aşağı doğru, bizim üstümüze serper ve her yer ıslanır.” diye çocuğa cevap verir. Ebe, boz inmiş, uzağı Zor İnsanlar
11
Seçemeyen, boncuk gibi küçük gözleri ile pencereden dışarıyı daha iyi görebilmek için, pencerenin buğularını, kuşağının arasından çıkardığı mendille siler. Dede: “Tüh, bayağı da şiddetli yağıyor rahmet. İnşallah evin damı dayanır.” der ve ellerini havaya kaldırarak, Allah’a, evi koruması için dua eder. Dudaklarından birtakım fısırtılar beraberinde de etrafa küçük tükürük zerrecikleri saçılır. Ellerini yüzüne sürerek tekrar küçük pencereden, bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru endişeli gözlerle izlemeye koyulur. Şiddetli yağan yağmurun damlaları cama serpelendiği için, dışarısı net olarak görülemiyordu. Ancak puslu bir şekil-de pencerenin birbirine geçmeli kare demir parmaklıkları ve hemen önündeki dama dayanmış, basamaklarına basıldıkça esneyip sallanan, yüzeyiyle eskiliğini ispatlayan siyah bir renk almış olan eski dam merdiveni bir gölge gibi gözüküyordu. Daha güçlükle seçilmesine rağmen, evin önündeki, birisi kavak gibi dalları göğe yükselmiş, birisi de evin önüne doğru uzayıp, doğal gölgelik oluşturmuş, yan yana iki kocaman dut ağacı, bütün doğallığı ile uzanıyordu. Sağında solunda iki adet, dalları dut ağacına karışmış koca koca zeytin ağaçları, zeytin ağaçlarının arkasında kalmış ceviz ağacı vardı. Dalları hem yana hem de göğün yarı katına çıkmış dut ve zeytin ağaçlarını, haşmetli dalları ile âdeta kanatları altına almış ulu ceviz ağacı, ilkbaharda giydiği yeşil görkemli elbisesini üzerinden atmış, çıplak kalmış beyaz dalları parlıyordu. Bir süre sonra evin muhtelif yerlerine; yılların eskitmesi ve sobadan sızan veya sigara dumanlarının etkisi ile siyahlaşmış ağaç direklerin arasından giren yağmur damlaları şıp şıp damlamaya başlamıştı. Herkes birden dikkatini ve gözlerini tavana diker ve damdan gelen yağmurun çıkardığı korkunç 12
Ayhan Arslan
ve yoğun tıkırtılara kulak verir. Damlaların çıkardığı ses, korkularını iyice artırır. Çünkü evin damının tamamen üzerlerine yıkılması işten bile değildi. Ebe: “Koca kalk! Ne durun, damlayan yerlerin altına tas, tabak bir şeyler koy, yoksa eşyalar su içinde kalacak.” der ve endişeden kaskatı olmuş dede, birden irkilerek, verilen emri bir müddet sonra algılar ve kalkıp, alaca karanlık odanın kapısını gıcırdatarak açar. Mutfak ve kiler olarak kullanılan öbür odaya geçip, tas ve tabakları tıngırdatmaya başlar. Ali: “Ebe, Allah tenekeye suyu nereden dolduruyor?” der. Tabii ki kasap et derdinde koyun can derdinde idi. Küçük Ali’nin, evin yıkılması gibi bir kaygısı yoktu. O her şeyi, yeni keşfettiği bir oyun zevki ile izliyor ve sorular soruyordu. Ebe: “Denizden doldurur kuzucuğum.” Bir taraftan şarıl şarıl yağmuru korku ile izleyen ebenin endişelerini, dünyanın gerçeklerinden habersiz Ali’nin çocukça soruları bir an dağıtır. Bir süre sonra dede, ellerine doldurduğu tabakları, damlayan yerlerin altına yerleştirir ve tekrar pencerenin önüne oturur. Dede: “Ulan kerhaneci, ne de çok soru sorarmışsın sen, gel bakayım biraz da benim kucağımda sor.” der. Ali’yi kucağına çeker ve uzun aksakallarına, Ali’nin küçücük başını bastırır. Çöp parmaklı küçük ellerini de gök damarlı, kocaman, kemikli elleriyle sıkar. Ali, pis koktuğunu dedenin yüzüne karşı söyleyemese de dedenin kucağında huzursuzluğunu kıvranarak belli eder. Zira dedenin elbiseleri ve bedeni, sigara ve ağır ter kokusu Zor İnsanlar
13
nun rahatsız edici karışımıyla, insanları kendinden kaçırırdı. Ali: “Dede dur! Sakalların batıyor. Ben yağmura bakacağım!” diye uyduruk bir bahaneyle dedenin kucağından balık gibi kayarak ebenin dizlerine oturup, pencereden dışarıyı izlemeye başlar. Ali’nin, kucağından bir kedi yavrusu gibi pırtlamasından sonra, yakası kirden yağlanmış siyah ceketinin koyun cebine, dirgen gibi ellerini sokarak, dışı nikelaj sigara tabakasını çıkarır. Bağdaş kurarak, gri şalvarını sehpa gibi açıp, sigara takımlarını onun üzerine serer. Nikelaj sigara tabakasının kapağını özenle açıp, tabakanın kapağına kıskaçla kıstırılmış kar beyaz sigara jelâtinlerini kucağına çıkarır. Parmaklarını dudaklarına götürüp tükürükle ıslattıktan sonra, özenle bir tanesini ayırır. Tabakanın içindeki tütünleri, kâğıdın içine ince şerit hâlinde yerleştirir. Özenle yerleştirdiği tütünleri büyük bir titizlik ve ustalıkla sarmalayıp, kâğıdın uç kısmını dili ile boydan boya ıslattıktan sonra, silindir hâline gelmiş sigaraya yapıştırıp sabitler. Sigara, başka bir eğlence veya meşgalenin olmadığı dede için oldukça değerliydi. Zira o; televizyon, kahvehane gibi vakit geçirilecek şeylerin olmadığı zamanlarda, dedenin tek hoşlandığı eğlencesi, tek yoldaşı idi. O yüzden, bütün sigara malzemelerini özenle saklar ve dikkatli kullanırdı. Sardığı sigarasını yine büyük bir özenle, ağaçtan yapılmış, uç kısmı sigaranın ateşi ile yer yer yanıp siyahlaşmış olan ağızlığa yerleştirir. Ardından yine tütün tabakasının âdeta takımı gibi duran, yine nikelaj kaplamalı gaz yağı ile yanan muhtar çakmağını birkaç çakma ile çakar ve çakmak çıtır çıtır kıvılcımlar eşliğinde ateş alır. Çakmağın çıkardığı ateşle alaca karanlık evin içerisi kısa süreliğine titrek titrek aydınlanır ve sigarasını çakmağın 14
Ayhan Arslan
üzerine kapaklanarak yakan dede, geriye yaslanarak derin bir nefes çekiminden sonra dumanlarını havaya püskürtür. Odanın içerisini bir anda, gaz yağlı muhtar çakmağından çıkan yanık gaz yağı kokusu ve sigara dumanı kaplar. Bir soluk sigara dumanı dedeyi, sanki bunaltıcı sıcak bir havada yüzüne esen klimanın serin havasından rahatlamış gibi rahatlatır. Dede, ardından, kucağındaki sigara malzemelerini büyük bir özenle, yakası kirden yağlanmış siyah ceketinin koyun cebine yerleştirir. Ebe, kokudan rahatsız olarak burnunu kırıştırır ve eli ile üzerine sis bulutu gibi çöreklenen dumanları, sinek kişiler gibi uzaklaştırmaya çalışır. Ebe: “İçmese olmaz şu zıkkımı sanki!” diye homurdanır ve dışarıya başını çevirerek, bozlanmış gözleri ile dışarıdaki yağmuru izlemeye başlar. Ebenin homurdanması, sigara içme tartışmalarının geçmişte çok yapıldığını fakat dedenin, bu savaşı kazandığını, her ne olursa olsun, sigara içme zevkinin önüne kimsenin geçemeyeceğini ispatlamıştı sanki. Bu sebeple de ebe, kaybettiği bir savaşa, dede her sigara tüttürüşünde homurdanarak tepki vermekle yetiniyordu. Evin arkasındaki yoldan, telaşla, hızlı adımlarla koşturan bir çift nal tıkırtısı duyulur. Ebe ve dede, yoldan tarafa bakan pencerenin olmadığı evin duvarına bakarak, tıkırtılara pürdikkat kulak kabartırlar. Ebe: “Bu yağmurda eşekle kim nere gider ki?” der ve dedenin yüzüne bakar. Dede: “Kim olacak yahu, Abdullahlardır. Gene bahçeye çalışmaya gitmişlerdir, yağmura yakalanınca da koştura koştura Zor İnsanlar
15
dörtnala evlerine gidiyorlardır.” der ve dışarıyı, endişeli kırpık gözleriyle izlemeye koyulur. Ağaçtan yapılma, yer yer tahta kurdu delikleri olan derme çatma pencerenin açıklık ve çatlaklarından içeriye yağmur suları akıyor, çamur sıvalı pencere eşiğinde küçük bir göl oluşturduktan sonra, yine pencerenin altına açılmış küçük su deliğinden, dışarıya çıkıyordu. Evin toprak damı, gittikçe daha fazla yağmur suyunu evin içine akıtmaya başlamıştı ve dedenin koyduğu tas ve tabaklar bir yandan hızla doluyor bir yandan da “şıp-şup, tin-tun, tap-tıp” diye hoş melodiler çıkartıyordu. Evin tabanında siyah kıllı çul vardı. Pencere önünde üç adet yer minderi vardı. Pencere önündeki minderli bölüm, evin en gözde mekânıydı. Zira bu pencere, cereyan ve televizyonun ya da başka bir eğlence aracının olmadığı zamanlarda en gözde eğlence yeriydi… Bu pencere, onların dış dünyaya açılan televizyonlarıydı sanki. Evin öbür köşesinde de küçük, dolap kapağı gibi, yine öbür pencere gibi kare kare korkuluk demirleri olan bir pencere vardı. Fakat o pencere boşluğu, dolap olarak kullanılıyordu. Tıkış tıkış, bohçalarla, elbiselerle doldurulmuştu. Hemen önünde ebenin yatağı; ahşaptan yapılma, üzerinde kıpırdandıkça gıcırdayan divanı vardı. Divanın üzerindeki koyu kırmızı yorgan ve kirden griye dönmüş beyaz pamuk yastık, hiç kaldırılmazdı. Bunun nedeni ise, bir ayağı çukurdaki ebenin, günlerini çoğunlukla yatakta geçirmesiydi. Dede ise, sobanın yanına yere yatak serip, yerde yatar uyurdu. Sabah olunca yatağını yorganını toplar, kapının yanındaki çeyiz sandığının üzerine istiflerdi. Pencerenin hemen karşısında, “pop pop pop” diye ses çıkartarak yanan, paslı teneke soba vardı. 16
Ayhan Arslan
Sobanın paslı boruları, iki yerinden, tavandaki siyahlaşmış silindir ahşap direklere tellerle bağlanarak odanın ortasından geçiyor, pencerenin yan üstünden baca deliğine bağlanıyordu. Sobanın yanında, yaklaşık bir metrekare çapında, çevresi yirmi santimetre yüksekliğinde moloz taş ve beton harçla sıvalı suluk vardı. Burada, içinde içme ve kullanma sularının olduğu testiler, bakraçlar, ibrik, güğüm gibi su kapları bulunurdu. Ayrıca bu kaplar kaldırıldığı zaman bu suluk, banyoya dönüştürülmüş olur, ebe ve dede, banyolarını burada yaparlardı. Odanın iç kapısı, aralıklarından içerisi dikizlenebilen, ahşap ve oldukça eski ve de yıpranmıştı. Açılışı ve kapanışında büyük bir şaklama sesi duyulurdu. Oda bölmesi; kapının yan boşluğuna, bir uçları toprak zemine, diğer uçları da tavan direklerine çivilerle çakılmış dört adet ağaç direkle sabitlenmişti. Aralarındaki boşluklar da ince zakkum dallarıyla sepet gibi örülerek kapatılmış, dalların üzeri de çamur harçla sıvanmıştı. Çamur sıvanın kapatamadığı bazı zakkum dallarının uçları da sivri sivri gözüküyordu. Odanın duvarları çamur sıvalı, badana boya yerine ise beyaz toprak bulamacı kullanılmıştı. Tavan, soba dumanından siyahlaşmış, silindir ağaç direk aralarına, derme çatma tahtalarla odun parçaları ile dolgu yapılmış, direğin birinde, bebek beşiği kurmaya yarayan iki adet büyükçe halka, paslı bir şekilde sarkmakta idi. Diğer direklerin muhtelif yerlerinde de çivilere asılmış, dış kabukları kurumuş kışlık narlar asılıydı. Zor İnsanlar
17
Bu narlar güzün toplanır, evin tavan direklerine asılırdı. Elma veya portakal gibi kış meyveleri almaya imkânları olmadığından veya gerek görmedikleri için, kış boyunca zaman zaman bu narlar yenip tüketilirdi. Pencerenin biraz yanında, boy yüksekliğinde, duvara asılı, oymalı, süslemeli ahşap lambalık ve üzerine konmuş gaz lambası ve yanında, içi çeşitli dinî kitaplarla dolu bezden çanta, sapından çiviye asılı idi. Dede, kendi çabasıyla okuma yazmayı çat pat sökmüştü. Zaman zaman bu kitapları eline alıp, hece hece okumaya çalışırdı. Ayrıca abdest alır namaz da kılardı. Ebe, ne okuma yazma ne de namaz, abdest bilirdi. Dede, oturduğu yerden ıkına ıkına kalkmaya çalışır. Ali: “Dede, nereye gidiyorsun?” der. Pencere eşiğinden de aldığı destekle ayağa kalkıp, asasını eline alan dede: “Sobaya odun atacağım oğlum.” der. Gerek havanın kapalı olması, gerekse odanın tek ve küçük penceresi olmasından dolayı, yarı karanlık odada asasını sağa sola tıngırdata tıngırdata ilerlemeye çalışır. Ali: “Dede, dur ben getiririm odunu.” der. Ok gibi fırlamasıyla kapıya varması bir olur. Kapının ağaç damağına küçük elleriyle bastıran Ali’nin gücü, kapıyı açmakta biraz zorlanır. Birkaç iteklemenin ardından kapı “tak ”diye ses çıkartarak açılır. Tahta kapının ağaçtan yapılma kilit tertibatı açılarak, gıcırtı sesleri eşliğinde kapı açılır. Ali kapıdan fırlayarak, oda-nın yarısını kaplamış olan, içinde farelerin cirit attığı buğday sandığının önündeki, dedenin önceden kıyıp hazırladığı çam odunlarından, kucağına üç tanesini doldurur. Kapının eşiğine 18
Ayhan Arslan
dış kapının aralıklarından sızmış su birikintisinin üzerinden hoplayarak bir çırpıda koşturup, sobanın önüne koyar. Ali: “Dede! Kapının önüne su dolmuş.” der. Dede: “Dolsun bakalım oğlum, biraz sonra hamam tası ile helkeye doldurup dışarı dökeriz. Karı! bize başkası bakmaz, baksa baksa oğlum bakar.” der ve Ali’nin başını sıvazlar. Ali: “Dede, sobaya odunları da atayım mı?” diye sorar, tiz sesiyle. Dede: “Dur oğlum, ben atarım gayrı, sen ellerini yakabilirsin, biraz daha büyü o zaman her işimizi sen yaparsın. ” der. Sobanın önüne oturarak içine çıralı çam odunlarını atar. Kısa süre sonra ateş alan soba “pop pop” diye ses çıkartarak ve odanın içerisini kesik kesik aydınlatarak yanmaya başlar. Dede, odunları sobaya attıktan sonra, sobanın önüne bağdaş kurarak oturur. Ceketinin cebinden nikelajlı tütün tabakasını alıp kapağını açar. Tütün saracağı ince beyaz kâğıtları üfleyerek, demetinden bir tanesini ayırır, tabakanın içinden bir parça tütün alıp kâğıdın içine dizer ve yuvarlar ve en son da yayarak yapıştırır. Dede, sık aralıklarla içtiği sigarasını sarma işinde de oldukça ustalaşmıştı. Zira bu el becerisi, uzun zaman tekrar edilerek öğrenilen bir yetenekti. Ardından, ağaçtan yapılmış ağızlığa takarak muhtar çakmağı ile yakar ve büyük bir hazla sigarasını içmeye başlar. Ali, ebesinin yattığı yatağın yastık altından aldığı iki pilli el lambasını yakıp, ışığını sağa sola gezeletiyordu. Ali’nin bu el lambası, çok sevdiği oyuncaklar arasında idi. Hele gece olup Zor İnsanlar
19
iyice karanlık çökünce elinden hiç düşürmez, ebe ve dede karanlık bölgelere çıktıklarında, önlerini aydınlatmaktan büyük zevk duyardı. Yürekler kendi âlemine dalmışken, öbür oda tarafından ani ve dehşet verici “güldürt” diye bir ses, yürekleri ağza getirir. Birden herkes, taşlaşmış gibi, sesin geldiği tarafa doğru kulaklarını, gözlerini diker. Dede, elindeki sarma sigarasını sobanın önüne bırakarak telaşla, asasından destek alıp kalkar ve kapıya yönelir, kapıyı hızla açarak, buğday sandıklı odaya adımlarını atar. Kapının önüne dış kapının açıklıklarından sızmış su birikintisinin üzerinden atlayarak, odanın toprak badanalı zemininde, telaşından ayakkabısını giymeden çıplak ayakla yürümeye başlar. İç kapıdan çıktıktan sonra, sağda, tahta aralıklarından dışarısı gözüken dış kapı ve yan kısmında kazma, kürek, bel, gibi tarım aletleri vardı. Tarım aletlerinin biraz yan tarafında; uçlarından kalın tellerle, beşik misali tavan direklerine bağlanmış olan, yaklaşık bir buçuk metre uzunluğundaki sırık askı üzerine atılmış un çuvalları, saman çuvalları, buğday çuvalları, vardı. Dede, yaklaşık on adım sonunda; ekmek pişirilen, yemek pişirilen ocağın önüne varıp sağı solu kontrol etmeye başlar. Görünürlerde bir şey gözükmüyordu. Ocak, karşı dip duvarın ortasındaydı. Yanlarda kalan küçük dolap gözü gibi boşluklara da saç, senit, hamur leğeni, oklavalar, şişler, un eleği gibi, ekmek yapmada kullanılan malzemeler, diğer boşluğuna da inceli kalınlı, kol uzunluğunda, kuru çam odunları yığılmıştı. Ocağın yan duvarında; duvara asılı, paslı, yılların yorgunluğu üzerinde olan dolma tüfek duruyordu. Tüfeğin karşısındaki cephede, büyükçe, tahtaları çürümeye başlamış, camsız tahta kapaklı, onar santim aralıklarla diklemesine pencere kasasına tutturulmuş olan 20
Ayhan Arslan
mazgal tipli ağaç korkuluklu pencere vardı. Yine ocak cephesinde köşede, dolap gözü gibi, camsız, tahta kapaklı küçük bir pencere daha vardı. Bu pencerelerin kapakları genellikle hep açık kalırdı. Zira kapakları kapatılınca içerisi zifirî karanlık oluyordu. Ancak çok soğukta ve rüzgârla yağan yağmurlar-da, bu pencerenin tahta kapakları kapatılırdı.
Ali: “Dede! Ocağın içinde ışık var.” der. Parlayan ışığın sebebini öğrenmek için, kemerli, içi kül dolu ocağa eğilir. Küllerin arasına karışmış birkaç tane moloz taş parçası ile bir miktar ıslak toprak parçası vardı. İyice görebilmek için eğilip dizlerini yere koyarak ocağın içine başını sokar ve incelemeye başlar. Kısa bir incelemenin ardından, dede: “Oğlum, haydi içeri girelim, baca yıkılmış, şimdi yapacak bir şey yok, yağmur kesilip havalar iyileşince yaparız.” der ve toprak badanalı zemine, çıplak ayakları ile basa basa içeriye girerler. Meraktan çatlayan ebe, kapının gıcırdamasının ardından, yüksek sesle: “Ne olmuş koca! O ses neymiş?” diyerek, az gören gözlerini kapıdan yana diker. Dede: “Bir şey yok karı, ocağın bacası yıkılmış. Yağmur kesilince yaparım.” der ve sobanın önüne oturup bağdaş kurarak, yarım kalan sigarasını alıp içmeye başlar. Ebe: “Bu ev bir gün üstümüze göçecek ya, ne zaman bakalım. Her yağmur yağdığında yüreğimiz ağzımızda, acaba bugün neresi yıkılacak diye korku içinde yaşıyoruz.” der ve puslu gözlerini pencereye çevirir. Dede ise acizliğine dayanarak bir an verecek cevap bulamaz, sarma sigarasını derin derin çekmeye devam eder. Zor İnsanlar
21
Dede: “Ah biraz para olsa da şu dama bir çinkodan çatı yapabilseydik, o zaman yağmurlarda hiçbir korkumuz olmadan rahat rahat bir uyku çekerdik.” der ve sigarasından, çaresizliğine isyan edercesine derin bir soluk çekip içinde uzun müddet tuttuktan sonra yavaş yavaş bırakır. Dumanların büyük bir bölümü havaya karışmasına rağmen, bir miktarı, bir müddet sonunda burun deliklerinden, ak bıyıklarının arasından çıkar. Ali: “Ebe, sizin ev bayağı eskimiş hem de karanlık hem de yoldan tarafta hiç pencere yok. Siz de bizim eve gelip bizde yatsanız olmaz mı? Bizim evde iki tane büyük pencere var, biri bahçeye bakar birisi de yola bakar. Hele yoldan taraftaki pencerenin önüne bir otursan, yoldan gelip geçenleri seyretmesi çok zevkli oluyor.” der. Ebe: “Ah! Benim altın kalpli yavrum, ah! Şu duvarların dili olsa da söylese… Şu tavandaki kara direklerin dili olsa da söyleyiverse… Şu pencerenin dili olsa da söyleyiverse… Senin baban vicdansız birisi kuzucuğum. Baban yaşlıya, çirkine, zayıfa, yabancıya yaşama hakkı tanımaz, elinden gelse, hükümetin hapse katmayacağını bilse, şimdiye bizi de diğer acizleri de vahşi bir aslan gibi öldürürdü. Babanı evlendirdik annenle, onları bizim şimdiki oturduğumuz bu odaya yerleştirdik. Biz de koca ile eşyalarımızı toplayıp öbür odaya, ocaklı odaya yerleştik. Yokluk işte kuzucuğum, o zamanlar sizin evin altındaki ahır vardı. Orada inek beslerdik, bir de burası vardı. Bu ev hepimizi idare eder diye düşünmüştük. Daha üç gün olmadan baban bizi yaka paça dışarı attı. Biz de çaresiz, kocayla, ahırın bir odasını temizledik. İnekleri de 22
Ayhan Arslan
öbür odaya yerleştirdik. İneklerle komşu olarak uzun zaman geçirdik. Babanın, kendine yaptırdığımız bu eve bile en ufak yardımı olmadı. Kocayla ikimiz taşını, harcını, toprağını çektik, usta da yaptı. Baban da biz iş yaparken gölgelerde yatıp oturdu. Annen desen, yine ondan kalır pek bir yanı yok. Süs püs, oyun, eğlence peşinde koştu durdu. Kuzucuğum! Senin baban kendini kral sanır, ‘herkes beni sevsin saysın, bana hizmet etsin diye düşünen, gaddar, vicdansız, merhametsiz, şefkatsiz birisidir. Yepyeni ev yapıverdik, bırak evine almayı, şimdiye kadar ne ‘sağ olun’ dedi ne de şu kapıdan kafasını uzatıp halimizi hatırımızı sordu.” dedi ve pencereden dışarıya derin derin daldı. Dede, sarma sigarasından, parmaklarına sigaranın ateşi değene kadar son bir soluk çekerek izmariti sobanın deliğinden içine atar. Dede: “Sen evde yoktun, sizin eve ziyaret için çıkmıştım, kapıyı çaldım, annen çıktı. Daha selam vermeye fırsat vermeden, düşman görmüş gibi: ‘Ne var! Ne istiyorsun!’ diye suratıma haykırdı. Benim de ağzım açık kaldı. Yüreğim kan ağlaya ağlaya geri döndüm geldim.” der ve başını önüne eğerek âcizane düşüncelere dalar. Ebenin dizleri önünde oturan Ali, dedeye dönerek: “Dede, babamlar bana da çok kötü davranıyorlar, sürekli dövüp azarlıyorlar. Bir de bana, sizin gibi hiç ‘oğlum, kuzum’ demiyorlar. Bunlar bana neden bu kadar acımasız davranıyorlar acaba? Ben yaşlı falan da değilim. Musa’yı hep seviyorlar, beni hep dövüyorlar. Neden benden bu kadar nefret ediyorlar acaba?” diye sorar ve dedesinin gözlerinin içine bakar.
Zor İnsanlar
23
Dede: “Oğlum, baban seni, daha yıllar önce dünyaya gözlerini ilk açtığın günlerde reddetmişti. Sevmemişti, sebebi de zayıf, küçük, çelimsiz, çirkin doğmandı. Daha seni ilk görüşte ‘Bu çirkin mahlûk benim çocuğum olamaz! Ben bunu istemem! Verin bana o çocuğu, öldürüp şuracığa gömüvereyim!’ diye ortalığı birbirine katmıştı da seni elinden zor almıştık. İşte o gün bugün seni hep dışlayıp durur. Annen de baban da aynı; mükemmeliyetçiler, kendilerine kara çaldırmazlar, toz kondurmazlar, kendilerinin çirkin, kötü, eğri, zayıf, yaşlı ile adlarının anılmasını istemezler.” der ve yeni bir sigara sarmak için, nikellaj kaplamalı tütün tabakasına uzanır.
24
Ayhan Arslan
OYUNUN BEDELİ…
Üç gün sonra… Öğle vaktiydi. Hava güneşli fakat rüzgârlıydı. Yağışlı günler, yerini artık sert ve uzun süreli esecek olan poyraz rüzgârına bırakmıştı. Buraların poyrazı da yağmuru da oldukça meşhurdu. Sonbaharın sonuna kadar genellikle şiddetli yağmurlar yağar, kış ayları gelince de yerini şiddetli ve sürekli esen poyraz rüzgârına bırakırdı. Çok kez köy halkı, uzun ve sürekli esen poyraz yüzünden dışarıya çıkamaz, bahçede tarlada çalışamaz, evlere tıkılıp kalırdı. Köy halkını iyice bezdiren poyraz, onları çeşitli batıl çarelere bile yönlendiriyordu. Ocakta kamış yakmak, iki kadınla evli birisinin evinin duvarına kazık çakmak, bunlardan bazılarıydı. Ebe, doğuya bakan evinin kapısının yanı başına, eski tahtalarla yapılmış olan bank şeklindeki oturağa oturmuş, ceketini, poşusunu birlenmiş, güneşleniyordu. Ali yine, annesinin kızmasına rağmen, evin önündeki dut ağacının altındaki tavukların kümesine girmiş, yumurtalarının üzerlerine yapışmış, tavuk kakalarını temizliyordu. Gerçi anne veya baba olsun, onların kızmadıkları şey yoktu zaten. Onlar Ali’nin eylemlerinin olumlu veya olumsuz olduğuna bakmaksızın kızarlar, eleştirirlerdi. Bu onların doğası gereği idi. Bunlar, içlerindeki doyurulmamış değerli olma duygularını, özgüven yetersizliklerini, başkalarını eleştirerek, yargılayarak tatmin etmeye çalışıyorlardı. Tavuklar, yumurta ve kümeslerinin istilaya Zor İnsanlar
25
uğradığını gördükleri için, koruma güdüsü gereği, kümesin önünde gıdaklayıp durmaktaydılar. Çocuk aklı işte kümesin içerisine girmekten, tavukların yumurtaları ile oynamaktan çok hoşlanırdı.
Ama
üzerinin
kirleneceğini,
bitleneceğini
kestiremiyor veya önemsemiyordu. Hatta oyun onun için öylesine güçlü bir dürtüydü ki her seferinde annesinden dayak yemesine ve annesinin oyun yasağı koymasına rağmen yine de oyun oynamaktan, üzerini kirletmekten asla vazgeçmezdi.
Dede, evin damına çıkmış, geçen günkü yağmurda yıkılmış olan evin baca ve saçağını tamir etmeye çalışıyordu. Derme çatma odunlarla, kalaslarla, saçağı tekrar eski hâline döndürmeye çalışıyordu. Bunun tekrar yıkılacağını bile bile aynı eskisi gibi yapıyor ve bir daha yıkılmaması için ek bir önlem almıyordu. Bu da âcizliğin, fakirliğin, yokluğun bir başka belirtisiydi. En sonunda da bir elinde asasıyla, yeni yaptığı ve üzerini toprakla kapattığı saçağın topraklarını, iyice sıkışsın diye, taş silindir yuvakla bir o tarafa bir bu tarafa yuvarlayıp sıkıştırıyordu. Ali’nin anne ve babasının, ebe ve dedeye hiçbir surette en ufak bir yardımları olmazdı. Gözleri çok az gören ebenin bile elinden tutup tuvalete götürmezlerdi. Ebeyi tuvalete bazı dede, bazı da Ali, koluna girerek götürürlerdi. Yokluk ve sefalet, anne ve babada şefkat, sevgi, merhamet, din, töre, iman, inanç, duygudaşlık, aile huzuru ve gelecek hayalleri gibi güzel duygu ve davranışları silip süpürmüştü. Onun yerine bütün şeytani davranışlar ruhlarını istila etmişti. Kümesin içerisinde oynayan Ali, rüzgâr uğultuları arasından avaz avaz kendisine seslenildiğini duyar ve korkulu bir telaşla dizlerinin üzerinde emekleye emekleye, 26
Ayhan Arslan
tavuk kakalarına sürtüne sürtüne, çevresi taş duvarla, üstü toprak, ön cephesi tahta mazgallarla yapılmış olan kümesin kapısından kafasını çıkarır. Gelen sese tekrar kulak kabartır.
Anne: “Ali! Ali! Canı çıkasıca! Geberesice! Çabuk buraya gel! Ben gelirsem kırarım ayaklarını!” diye avaz avaz bağırırken, her zamanki gibi ağzından hoyrat rüzgârlar, sert ve kırıcı şekilde esiyordu. Annenin bu kaba ve kırıcı sözleri, en gündelik söz ve beddualarıydı. Bu onun tabiatına işlemişti sanki… Annesinin öfkeli bağrışından korkan Ali’nin yüzü ağlamaklı bir hâl alır. Yüreği korku ve telaştan hızlı hızlı çarpmaya başlar. Çünkü o biliyordu ki bu öfke çığlıklarının sonunda mutlaka vahşi bir dayak ve sonrasında da ev hapsi gelecekti. Kümesten çıkarak hızlı ve telaşlı adımlarla eve doğru koşa koşa ilerler. Ola ki anneyi daha fazla bağırtmak demek, daha fazla ceza demekti. Ali, ebeye, dedenin özel yaptığı, Yörük çadırı gibi, ağaç sırıklarının çatılmasıyla ve üzerinin eski kıllı çullarların örtülmesiyle oluşturulmuş seyyar tuvaletinin önünden, burnunu kapayarak geçer. Bu seyyar tuvalet, bahçenin arkasındaki asıl tuvaletin uzak olmasından dolayı ebeye özel, dede tarafından yapılmıştı. Üç beş adım attıktan sonra ebe ve dedenin evinin önüne çıkan Ali, kapı önünde güneşlenen ebenin önünden geçer. Doğal olarak toprak zemine döşenmiş olan, aralarında yeşil çimenler çıkmış, her biri masa ve sehpa büyüklüğünde yassı beyaz taşları koşar adımlarla geçerken ebe seslenir: “Kuzucuğum, anan gene dövecek, gel, gitme, içeri buğday sandığının içine saklan.” Ali: “Annem çağırıyor ebe, gideceğim.” diye cevap verir. Artık saklanmak için çok geçti. Anne, kapıdan Ali’yi, avını takip Zor İnsanlar
27
eden aslan gibi izliyordu. Tabii ki ebe, anneyi görmüyordu. Ali, başı öne eğik, korka korka ilerliyordu. Dede ise damda gacır gucur, yuvakla, yeni yaptığı saçağın üzerini hâlâ düzeltmekle meşguldü. İki evin arasındaki, bir insanın geçeceği kadar olan geçidi; dedenin yıkılan baca, saçak taşları yıkıntılarını yan gözü ile göz attıktan sonra evin yan duvarına moloz taşlarla çakıştırılarak, basamaklarının kimisi uzun kimisi kısa, çarpık çurpuk merdivenleri düşmemek için, duvara tutunarak çıkmaya başlar. Merdiven sonunda; eski, çürük tahta ve kalasların döşenmesiyle yapılmış bir balkon ve onun üzerinde de balta ile yontulup düzeltilmeye çalışılmış, çam ağacından kalaslarla yapılmış, çinko levhalarla örtülü saçak vardı. Ali süklüm püklüm, evin yan duvarına tutuna tutuna, tahtaları sallanıp duran, bazı tahta aralıklarından ayak giren, çevresinde korkuluk olmayan balkona çıkar. Annesinin korkusundan yüzünü duvara doğru çevirir. Annesi yirmi bir yaşlarındaydı; zayıf uzun çilli bir yüzü, siyah hortlak gözleri, ok gibi kirpikleri vardı. Bedenini saran yeşil gömlek ve gömleğin üzerinde krem renkli, el örmesi, uzun kollu yelek, bacağında sarı kırmızı çiçek desenli basma lastikli pantolon vardı.
Bir süre sonra anne harekete geçer. Ali’yi kolundan tuttuğu gibi içeriye çeker. “Çat pat” tokat sesleri, peş peşe sıralanır.
28
Ayhan Arslan
Anne: “Ben sana bir daha kümese girmeyeceksin dememiş miydim? (Çat!) Ben sana bir daha o pis karı kocanın evine girmeyeceksin dememiş miydi? (Çat!) Ben sana bir daha evden dışarıya çıkmayacaksın dememiş miydim? Hı! Söyle bakayım! (Çat!)” Bir eliyle kulaklarını koparırcasına çekiştiriyor, öbür eliyle de yüzüne ve saçsız kel kafasına şaplaklar indiriyordu. Kısa zaman sonunda Ali’nin yüzü ve usturaya vurulmuş kel başı, peş peşe gelen tokatların etkisi ile kırmızı elma gibi al al kızarmıştı. Ali’nin başı, soğuk sıcak olmasına aldırılmadan, babası tarafından her zaman usturaya vurulurdu. Bunu, berber parasından kurtulmak için yapıyordu. Ali bu kadar hunharca dövülüp yerden yere sürüklenecek bir suç işlemiyordu. İşlediği suçlar; her çocuğun işleyebileceği türden ufak tefek oyunlar ve bazen de üzerini kirletmekti. Ne çare ki Ali, anne babanın gözünde, istenmeyen çocuk olmuştu bir kere… Bu ta, dünyaya gözlerini açtığı ilk günlerde başlamıştı. Ali çirkin bedeni ile anne ve babayı, baştan hayal kırıklığına uğratmıştı. Oysa anne ve baba, şereflerini göklere yükseltecek güzel, alımlı bir çocuk hayali kurmuştu. Bu, onların yeterince doyurulmamış değerlilik duygularına ek bir külfet getirmekteydi. Bu sebeple Ali, ağzıyla sinek kapsa yine takdir edilmiyor, yine sevilmiyordu. Ali’nin her yaptığı eylem suç olurdu. Musa’nın işlediği bütün yaramazlıklar hoş görülürdü. Onlar için; değerli olmanın bir diğer adı da: incitmek, eleştirmek, yargılamak, dövmek, hırpalamak, küçük düşürmekti. Onun için, önlerine gelenle sataşıp kavga etmekten, hır çıkarmaktan bir adım geri durmazlardı. Buna karşın kendileri ise ne laf altında kalırlar, ne kendilerine kara çaldırırlar ne de eleştiri ve yargı kabul ederlerdi. Yapılacak hiçbir eylem buZor İnsanlar
29
lamazlarsa, içlerindeki streslerini atmak adına, şamar oğlanı, stres topu, günah keçisi rolündeki Ali’ye köpek gibi saldırırlardı. Anne babanın şiddetli geçimsizlikleri de işin tuzu biberiydi. Ali, aralarında âdeta stres topuydu. Canı sıkılan, sinirini Ali’den çıkarırdı. Kısacası Ali’nin dayak yemesi için illa suç işlemesine de gerek yoktu. Bazen, Ali’nin hırıltılı nefes alması, sümüğünü çekmesi, öksürmesi, varlığını ve canlılığını açığa çıkaran basit sesler, dayak sebebi olurdu. Ali cıyak cıyak ağlıyor, annesinin her sorusuna da ağlamaktan kısılan sesiyle kesik kesik: “Ta... Ta... Tamam! An... An... Anne, bir, bir da, da, daha git, git, gitmeyeceğim...” diye kekeleyerek konuşarak yalvarıyordu. Kızgınlığı bir türlü geçmeyen anne, Ali’ye, evin giriş kapısının arkasındaki sulukta döve döve, çığlık çığlığa banyo yaptırır. Ali’nin, artık ağlamaktan sesi ve nefesi güçlükle çıkıyordu. Kemikleri sırıtan ellerine, ayaklarına, yüzüne, kıllı kese bezini öyle bir hoyratça sürtüyordu ki Ali’nin hassas cildi, zımpara çekilmiş gibi acıyordu. Evin ilk giriş kapısından girildiğinde, kapının sol arkasında, su kaplarının konduğu, aynı zamanda banyo olarak da kullanılan suluk vardı. Giriş kapısının karşısında tahta masanın üzerine konmuş, beyaz, üç gözlü tüplü ocak vardı ve üzerinde yemek pişmekteydi. Onun üst karşı duvarına monte edilmiş beş
raflı;
temiz
kapların
konduğu
ahşap
bir
kaplık
bulunuyordu. Ocak ve kaplığın yanında; mavi renkli, kapakları sineklik telinden yapılmış, içerisinde, yiyecek malzemelerinin konduğu raflar bulunan, insan boyu yüksekliğinde tel dolap vardı. Tel dolabın yanında; beyaz renkli, tek kapılı, on buçuk ayak Ambra marka buzdolabı, göstermelik 30
Ayhan Arslan
duruyordu. Köyde henüz şehir cereyanı yoktu. Ne direk ne de tel, hiçbir şey yok, sadece “cereyan gelecek” söylentileri üzerine köy halkının birçoğu, birbirleri ile rekabete girerek, bulup buluşturup buzdolabı almıştı. Tabii bu rekabete anne ve baba da ne pahasına olursa olsun katılmışlardı, borç harç bir buzdolabı da onlar almışlardı. Çünkü bu, onların değerlilik duygularını beslemekteydi. Giriş kapısının sağında misafir odası vardı. Kapının arkasında, Beretta marka, boyası silinmiş, metal kısımları paslanmış olan tek atar, kırma av tüfeği asılıydı. Yine aynı kapının sağ yanındaki küçük boşlukta; dört adet küçük tahta rafı olan, raflarında tıbbi malzemeler bulunan ecza dolabı vardı. Giriş kapısının solunda; oturma ve yatak odası olarak kullanılan oda kapısı vardı. Oda bölmeleri; süslü, işlemeli, silinmiş, parlatılmış çam ağacı tahtalarıyla yapılmış, kapılar pencereler yeni ve orasında burasında çatlak, aralık yok, tavan direkleri yeni, yuvarlak kavak ağacından, direk araları dolguları düzgün ve parlak tahtalarla kapatılmıştı. Yeni banyodan çıkmış olan Ali, teneke sobanın arkasında; ağlaması hâlâ geçmemiş, hâlen iç ve sümük çekme sesleri kesik kesik devam ediyordu. Küçük sivri yüzü ve usturaya vurulmuş kel başı, tokat darbeleriyle kıpkırmızı olmuş ve korkmuş bir tavşan gibi sobanın arkasında pusmakta idi.
Zor İnsanlar
31
Baba, her zamanki yerinde, bahçeye bakan pencerenin önünde; kafesteki biricik sevdiği, hayatının tek anlamı olan sürmeli kekliğini, bülbülün hayranlıkla gülü izlediği gibi izliyordu. Baba otuz yaşlarında, orta boylarda ve zayıftı. Sakalsız, ince, oval yüzlü, düz elmacık kemikli, uçları aşağıya dönük siyah kaytan bıyıklı, iri kahverengi gözlü, esmer benizliydi. El parmakları kısa ve şişirilmiş gibi duruyordu. Üzerinde; gri çizgili ceket ve altında da mavi kot pantolon vardı. O keklik, onun için âdeta kutsaldı. Çünkü baba, o kafesle kekliğini dağa, doğaya götürürdü. Onu bir çalının içine gizler ve de kendisi de yakındaki bir çalıya gizlenirdi. Bir süre sonra kafesteki keklik, sıla hasreti ile viyak viyak ötüp arkadaşlarını çağırır. Tabii ki kendine kurulan tuzaktan habersiz olan doğadaki başıboş keklikler, çağrı yapan kekliğin yanına bir koşu gelirler. Baba da onları tüfeğiyle vururdu. Çaba ve gayretten uzak da olsa babaya, tüfekle keklik vurmak dahi büyük bir zevk ve değerlilik katıyordu. Ona, uzun yıllar tanıdıklarına büyük bir onurla anlatıp zevk duyacağı ve değerlilik duygularını besleyeceği bir hikâye kazandırıyordu. Fakat bu keklik, evde çıkan kavga ve tartışmaların büyük çoğunluğunun kaynağı oluyordu. Kekliğin yaptığı taze gübreler sayesinde, içerisi tavuk kümesi gibi kokuyordu. Ve bu sebep, tartışmaların fitilini ateşlerdi. Kekliğin tek derdi ise vatanıydı, özgür olmaktı. Bu isteği de panikli bir çaba ile söğüt çubuklarından yapılma parmaklıkları hiddetle gagalayıp çırpınmasından belli oluyordu. Kardeş Musa, evin yuvarlak kavak direklerine iki halkalı çivi ile tutturulmuş yaylı hoppalada kanguru gibi zıplayıp duruyordu. Dört yaşlarında, tombul oval yüzlü, geniş alınlıy32
Ayhan Arslan
dı. Küçük fındık gibi burnu da ona daha bir şirinlik katıyordu. Sarı, seyrek, arası açık kaşları, küçük ve şirin kulakları, badem siyah gözleri, kıvrık kirpikleri, kalın dudakları, orta büyüklükte bir ağzı, enli çenesi, tombul taraklı ayakları ve tombul küçük elleri vardı. Üzerine kırmızılı beyazlı uzun kollu kazak, altına da yeşil lastikli pantolon giydirilmişti. Ali’nin, kardeşinin yanında hep ikinci planda olmasının, günah keçisi olmasının, hep iteklenmesinin sebebi şundan ibaretti: Sıska bedeni, minyon tipi, sivri çenesi, çöp gibi ince parmakları ve bilekleriyle; çirkin, sevimsiz, görüntüsü ile anne babaya yüz karası oluyordu. Onlar el âleme parmak ısırttıracak, benlik kuşlarını yükseklerde uçuracak şeyleri kabul ederlerdi. Diğer olasılıkları şiddetle reddederlerdi. Tabii olarak, değerlilik duygusu ve özgüvenden yoksun anne ve babada da bunun meyvesi olarak, ileri derecede aşağılık kompleksi gelişmişti. Bu yüzden de dolaylı ve dolaysız olsun, aşağılık durumuna düşmekten veya düşürülmekten çok korkarlardı. Bu da onların, çirkin olan Ali’yi, değerlilik duygularını baltalayacağı için ayaklar altına almaya, Musa’yı ise, göğüslerini kabartacak güzellikte ve şirinlikte olduğundan, tepelerine çıkarmalarına sebep oluyordu. Bu sayede Musa, anne ve babanın yüz akı olmuştu. Ali ise, çirkin ve sevimsiz yapısı ile çevrenin maskarası, anne ve babanın da yüz karası olmuştu. Zor İnsanlar
33
Akraba ziyaretlerine, eş dost ziyaretlerine hep sevimli, yüz akı Musa’yı götürürlerdi. Eve ziyaretçi geldiğinde de Ali’yi ya sokaklara atarlardı ya da ebe ve dedenin yanına kovup, gözden uzak tutarlardı. Anne: “Geberesicenin dölü! Babasından ne hayır gördüm de dölünden göreceğim, babası mikrop gibi kuş kakası kokmaya meraklı. Ya tavuklarla oynayarak ya da pis karı kocanın pis ve kokar evlerine girerek üzerini başını kirletip kokutmaya çok meraklı. Eşeğin dölü!” diye, Ali’ye banyo yaptırdığı yerde, tıkırtılar eşliğinde beddualar yağdırmaya devam ediyordu. Bu bağırma, dolaylı yönden, pencerenin önünde kekliği izlemekte olan babaya karşı kızgınlığını da duyurmak ve onu savaşa davet etmekti. Tatlı, hoş, birbirlerine değer veren bir aile diyaloğunun olmadığı bir ortamda, kaba kuvvet ve tartışma, egemenliğini ilan ediyordu. Küfürlü konuşmalardan kendine pay çıkaran, aşağılık kompleksi olan baba, birden ayağa fırlar. Yumruklarını sıkaraktan kapıyı hızla açıp hızla çarparak öbür odaya, annenin olduğu odaya varmasıyla birlikte; yumruk, tokat, eşya çarpma sesleri, patırtılar birbirine karışır. Korkunç, ürkütücü sesleri içeriden duyan Ali ve Musa’nın yüzleri, korkulu ve kaygıyı bir hâle bürünür. Anne: “Canı çıkasıca! Boynu altında kalasıca! Geber! İnşallah!” diyerek hem ağlıyor hem de zehir zemberek beddualarına hız kesmeden devam ediyordu. Baba da aşağılayıcı bedduaları duydukça tekme ve yumrukları artırıyordu. Bağrışma ve gürültülerin arasında dedenin sesi ve ardından ayak sesleri duyulmaya başlar. Gürültüleri dede duymuş olmalıydı ki yardıma geliyordu. 34
Ayhan Arslan
Baba: “Dinini kitabını si… Senden çektiğim nedir benim, kafamı daha fazla bozma, seni öldürür atıveririm bak!” der ve ardından biri kafaya biri burnuna birer okkalı yumruk atınca, annenin burnundan şıpır şıpır kanlar damlamaya başlar. Kapının köşesinde korkak tavuk gibi pusmuş ve elleriyle başını, yüzünü korumaya çalışan anneyi bu kez de kolundan tutup yerlerde sürümeye başlar. Sürüklenmenin etkisiyle kanlar içinde kalan yeşil renkli gömleğinin kolu da omzundan yırtılır. Anne: “Öldür! Aşağılık kepaze! Öldürmezsen adisin!” diyerek hıçkıra hıçkıra hem ağlıyor hem de kibrinden ödün vermeyerek ateşe körükle gidiyordu. Bu kibirdi, benlikti; girdiği ve hâkimi olduğu bedene bir an bile olsun yenilgiyi, zayıflığı, âcizliği, kadın olmasına rağmen kabul ettirmiyordu. Oysa bir an anne, kibrinin sesini dinlemeyerek aman dileyebilse baba da onu yerden yere çarpmaktan vazgeçecekti. O zaman zaten sorun da kalmazdı. Her aile ferdi, sadece benliğinin sesine kulak vermese ve kendinden başka insanlara da biraz değer verip veya en azından kendisine verdiği değerin bir miktarını başka insana verebilseydi bu türden anlaşmazlıkların önü büyük oranda kesilirdi. Oysa şeytanın silahı bencillik, anne ve babayı ileri derecede kuşatmıştı. Bu yüzden aile, benlik savaşları, üstünlük savaşları ile yanıp kavrulmaktaydı. Dede: “Dur oğlum etme, cahile uyma!” der ve ardından baba, dedeyi elinin tersiyle itekler ve dede, oda kapısının arkasına abanır, yere düşmekten son anda kurtulur. Zembereği fırlayan baba, bununla da yetinmez, takır tukur sesler eşliğinde, kapının arkasında asılı kırma tüfeğe sarılır. Zor İnsanlar
35
Kaşla göz arasında, anne ve dedenin şaşkın bakışları arasında yine duvara asılı olan fişeklikten bir fişek çıkartıp, tüfeğin fişek yatağına sürüp tüfeği kapatır ve anneye doğrultur.
Anne, kapının arkasına atılmış bir kirli çamaşır gibi ve ağzı yüzü, elbiseleri kan revan içindeydi. Bir anlık, korkunun verdiği bir sessizlikle yüzü, yalvarır bir ifadeye bürünmüştü. İçinden: “Yok canım, bu bir şaka olmalı, beni öldüremez, ne de olsa çocuklarının anasıyım... Ya şeytana uyar da öldürürse bu deli beni!” diye de içinden bir kötü bir iyi senaryo geçirir. Bu kötü senaryonun etkisiyle yüreği, ölüm korkusunun verdiği şokla birden hızlı hızlı atmaya başlar. Baba: “Bunu kendin istedin, “der ve itişme kakışmaların arasına tüfek ve fişek şakırtıları birbirine karışır. O kargaşanın arasında kapıdan içeriye Hacer ebe girer: “Dur Mahmut, delirdin mi? Hapislerde çürürsün, aklını başına al.” der ve itişme kakışma sesleri birbirine karışır. Baba: “Kenara kaçın! Allah’ını … kızını vuracağım!” diye hiddetle bağırıyordu. İtişme kakışma sesleri arasında, tüfek namlusu sağa sola çarparak “tak, tuk” diye ürkütücü sesler çıkartıyordu. “Tak!” diye en sonunda tüfek, büyük bir gürültü ile patlar, tüfek sesinin ardından kısa bir sessizlik olur. Herkes birbirini kontrol eder. Neyse ki tüfekten çıkan saçmalar kimseye isabet etmeden, misafir odasının kapısını delip geçmişti. Ardından iteklenme, kakışma sesleri dışarıya, hurda tahtalardan yapılmış, aralarında yer yer açıklık olan, bastıkça yaylanıp duran balkona
sıçrar.
İtişme
kakışmalar
birbirini
takip
eder.
Basamakları eğri büğrü, moloz taştan yapılma merdivenleri 36
Ayhan Arslan
de palas pandıras indikten sonra, nasıl olduysa tüfeği dede almayı başarmıştı. Babayı da kolundan çekiştiren Hacer ebe, iki ev arasındaki dar geçide sokar. Takırtılar eşliğinde, evin arkasındaki yola çıkıp gözden kaybolurlar. Dede de bir elinde tüfek bir elinde asasıyla kendi evinden yana yönelir. Korku ve merakla oda kapısını açan Ali, her tarafın dağıldığını görür. Korkan gözlerle etrafa baktığında; duvarlardaki, yerlerdeki kandamlalarını; annesinin, kapının arkasında kafasını dizlerinin arasına kıstırmış, elleriyle de yüzünü kapatmış, korkmuş bir tavuk gibi pustuğunu, misafir odasının kapısının saçma izleriyle delik deşik olduğunu görür. Bu korkunç manzaraya daha fazla dayanamayarak kendini dışarıya atar. Korku ve panikle dış kapıdan çıkmasıyla ebe ve dedenin evine doğru hızla koşmaya başlar. Ali, korkunç manzara karşısında, ürkmüş bir tavşan gibi kaçarak, çarpık çurpuk merdivenlerden zıp zıp tavşan gibi seke seke, arkasına bakmadan ebe ve dedenin evine yönelir. Boz inmiş, şaşkın gözlerle olan biteni anlamaya çalışan, kapının önündeki bankta oturan ebenin önünden rüzgâr gibi geçer. Sert bir hamleyle, aralıklarından dışarısı gözüken evin dış kapısını yerdeki tümseğe sürttürerek açar. Buğday sandığının üstündeki tahta kapağı bir çırpıda kaldırarak, kendini buğdayların içine atar ve kapağı içeriden kapatır. İçerisi zifirî karanlıktı, üzerine oturduğu buğdayları görmüyordu, sadece hissediyordu. Ali, karanlık buğday sandığının içinde derin bir nefes alıp rahatlar. Karanlık onun için, sığınacak liman, şefkatli bir ana kucağı gibiydi. Ne güzeldi karanlık, kendini çepeçevre saran şefkatli bir ana kucağı gibiydi sanki. Hoyrat insanlar gibi kızmaz, bağırmaz, dövmez, aşağılamaz, çirkin lakaplar takmaz, korkutmaz, acı söz söylemez, baskı yapmaz, aldatmazdı. Zor İnsanlar
37
Ne güzeldi karanlık; tıpkı tavuğun, civcivlerini kanatları altına alarak vahşi dünyanın vahşetlerinden koruduğu gibi korurdu. Çirkinleri, zayıfları, kimsesizleri, düşkünleri, çaresizleri ve daha nice bu dünyada istenmeyenleri saklar, gerçek bir ana gibi bağrına basardı. Ali, kendini saran şefkatli karanlığın huzur ve sükûnetini doya doya içine çekerken, ayaklarından dizine doğru bir farenin tırmanıp, diz kapağı-nın üzerinde durduğunu hissetti. Onun da tıpkı kendisi gibi, dünyanın hoyrat rüzgârından kaçarak karanlığın şefkatli kollarına sığınmış biçare olduğunu düşünür. İçinden, sevip okşayıp arkadaş olmayı geçirir ve elini uzatır. Daha parmağının ucunu dokundurur ki fare çekirge gibi zıplayarak karanlığın şefkatli kollarında kaybolur. Bir müddet sonra, iç kapının, gıcırdama sesiyle açıldığı duyulur ve ardından bir çift çıplak ayak sesi, çavuş çavuş yaklaşıp buğday sandığının önünde durur. Dede, Ali’nin, her zaman yaptığı gibi, korktuğu ve anne babasından kaçtığı zaman saklandığı buğday sandığına girdiğini anlamış ve tıkırtılarını duymuş olmalıydı. Dede: “Oğlum, orada mısın? Sandığın içindeysen haydi çık, içeri, sobamızın başına gidelim. Üşütüp hasta olursun sonra, ayrıca korkmana gerek yok, baban gitti. Hacer ebe’n, onu kendi evine götürdü.” der ve bir süre beklemenin ardından ses gelmeyince buğday sandığının tahta kapağını açarak, karanlık buğday sandığının içine göz atar. Buğday sandığının açılan kapağına biraz aydınlık düşmüş fakat sandığın dip köşeleri hâlâ karanlıktır. Dedenin uzun aksakallarının uçları içeri sarkmış, sandığının dip köşelerini görmeye çalışıyordu. Dedenin sakalları birden kaybolur ve ardından, asasıyla, sandığın karanlık köşelerinde “tık tık” diye Ali’yi aramaya başlar 38
Ayhan Arslan
ve asanın Ali’nin üzerine dokunmasıyla Ali’nin sandıkta olduğunu anlayan dede: “Vay kerhaneci seni… Şimdi yakaladım işte.” der ve asasının çengelli tarafıyla kolundan yakalayarak Ali’yi sandığın kapak ağzına doğru çektirip, iki eliyle koltuk altlarından kavrayıp vinç gibi yukarıya çekerek kucağına alır. İçeriye götürür. Ali’nin, ebe ve dedenin evine sığınmayıp direkt buğday sandığına gizlenmesi, gördüğü vahşetin etkisindendi. Gerek direkt annesinin kendisini dövmesi ve bir de kendi aralarındaki dehşet verici manzara karşısında oldukça etkilenmişti. Üstelik de ebe ve dedenin evi yeterince güvenli bir liman değildi. Ali’yi arayacakları ilk yer de burasıydı. Ayrıca anne ve baba, özellikle ebe ve dedenin evine gitmemesini, üzerine kötü kokular ve pislik bulaşır gerekçesiyle kesin olarak yasaklamışlardı. Ali, paslı teneke sobanın arkasına geçmiş, ayakta, titreyen ellerini sobanın üzerine yaklaştırarak ısıtmaya çalışıyordu. Dış kapı, yerdeki tümseğe sürterek açılır. Ali, bir tavşan gibi birden korkuya kapılır ve kapıya gözünü kulağını diker. Asa tıklama seslerini duyunca rahatlar, gelen ebedir. Ağır aksak yürüyen ebe, kapıları yavaş yavaş gıcırdatarak asasını sağa sola çarparak kaplumbağa hızında gelip pencerenin önündeki yer minderine kendini bırakır. Ardından derince bir soluk alır. Evin önünden içeriye kadar yürümek ebeyi çok yormuştur. Ebe: “Gene neymiş dertleri? Neyi paylaşamıyorlarmış? El demezler, âlem demezler, ikide bir köpekler gibi boğuşurlar.” der ve çenesiyle burnu arasında bir vadi gibi çukurda kalan büzüşmüş dudağından sızan tükürük akıntısını, kırışık ve nasırlı eliyle siler.
Zor İnsanlar
39
Dede: “Ne olacak işte yahu, her zamanki gibi üstünlük yarışı… Senin dediğin yanlış, benim dediğim doğru, sen aşağılıksın ben değerliyim, ben olmasam sen bir hiçsin, sen köylüsün ben şehirliyim... İşte buna benzer şeyler. Bunların, birbirlerine kara çalarak birbirlerine karşı üstünlük yarışından başka ne sorunları var ki?” der ve bağdaş kurarak oturduğu sobanın önünde, sardığı sigarasını, ceketinin koyun cebinden çıkardığı muhtar çakmağıyla yakar. Ebe, başını çepeçevre sardığı poşusunun içine gömülmüş kırış kırış yüzünü Ali’ye çevirir: “Kuzucuğum! Seni de dövdüler mi o Yunan gaddarları?” der ve ayaklarında çorap olmayan, bacağında gri lastikli pantolon, üzerinde mavi renkli örme kazak ile onun üstünde de yeşil kapüşonlu ceketi olan, usturaya kazınmış kafası parlayan Ali’ye, boz inmiş gözlerini diker. Ali bir süre duraksar cevap veremez, ağlamaklı titrek bir iç hıçkırması ile: “Döv, döv, dövdüler!” diye utanarak ve elleriyle yüzünü kapayarak ağlamaya başlar. Ebe: “Gelsin benim kuzucuğum ebesinin kucağına bakayım, yakanın vahşi hayvanları, ben de onlara bahçe vermeyeceğim işte… Bütün bahçeleri oğlumun üstüne yaptıracağım.” deyip, anne babasına beddua okuyarak Ali’nin gönlünü almaya çalışır. Ebesinin şefkat dolu sözlerinin ardından Ali, ellerini yüzünden çekerek ebesinin kucağına kendini bırakır. Her insan evladının içinde, açlık dürtüsü kadar güçlü sayılacak değerlilik dürtüsü vardır. Bu dürtü insanları her zaman, “bana biraz değerlilik vitamini ver” diye dürtükler durur. İnsanlar da içlerinden gelen bu güçlü dürtünün ihtiyacını karşılamak için akla gelmedik şeyleri dahi yaparlar. 40
Ayhan Arslan
Nasıl acıkan bir insan son çare hırsızlık yaparak da olsa açlık dürtüsünü gidermeye çalışır. Değerlilik dürtüsünü karşılamak için de son çare olarak insanlar, birbirlerini karalayarak, aşağılayarak, dövüşerek, birbirlerine üstün gelmede yarışır. Tıpkı Ali’nin ailesinin yaptığı gibi… Oysa bir insana ihtiyacı olan değeri verip, onun ihtiyacı olan arzusunu karşılamak, sanıldığı kadar zor olmasa gerek. Bir çocuğa “oğlum”, bir eşe “hanım”, bir kocaya “bey”, bir kardeşe “kardeşim”, bir arkadaşa “arkadaşım” diyebilmek, çok mu zordur acaba? İşte bu insanlar, karşısındaki insana bu gibi en doğal, sempatik kelimeleri dahi sarf etmekten âcizlerdi. Birbirlerini kaba kuvvet veya acı sözlerle yıpratarak, kendilerini üstün hissederek bu güçlü arzularını tatmin etmeye çalışırlardı. Bir insana değerli olduğunu, var olduğunu hissettirmek, onun en temel ihtiyacıdır. Ne yazık ki bu ihtiyacı birbirlerine veremeyen veya vermekten âciz insanlar, dolayısı ile de birbirleriyle kavga ederek, tartışarak, bedensel ve zihin-sel yarışlara girerek üstünlüklerini ispatlamaya çalışırlardı. Bu da o insanları, bir savaşçı gibi birbirleri ile sürekli mücadele ve rekabet etmeye mahkûm bırakıyordu. Bu tür davranış bozukluğu sergileyen insanları da böyle davranmaya iten, içlerindeki kibir veya benlik canavarıydı. Genellikle bütün köy halkı, bu gibi davranışlarla üstünlük arzularını telafi etmeye çalışırlardı. Köyde neredeyse aşağılayıcı bir lakabı olmayan insan, yok denecek kadar azdı. Köy koca çınarı veya köy çeşmesinde bir araya gelen insanlar; aşağılayıcı lakap taktıkları insan, daha sokağın başından gelirken, başlarlardı. O insana ait lakaplarla hitap etmeye… Köy halkının başka türlü yüzü gülmezdi zaten, yüzlerin gülmesi için illa da birilerini aşağılayıcı lakap ve ithamlarla kızdırmak gerekli idi. Bu, onların sıklıkla yaptıkları en gözde eğlence araçlarıydı. Zor İnsanlar
41
Bu toplumda temelden âdet böyle idi. Ne yazık ki bu davranış, babadan oğula, aileden aileye, köylüden köylüye geçen, çaresi olmayan bulaşıcı bir hastalık gibiydi sanki. Oysa karşındaki insana ne verirsen onu alırsın. Ona değerli olduğunu hissettirecek ifadeler kullanırsan, o da karşılığını misli ile verecektir. İnsanlar nedense değerlilik arzularını insanca karşılamak dururken, hayvanlar gibi birbirlerine galip gelmeye çalışarak karşılamaya çalışıyorlardı. Bir insana iltifat etmek, teşekkür etmek, nezaketli davranmak, “oğlum, yavrum, kuzum” demek, rica etmek gibi insani değerler, içinde kibirden başka bir şey olmayan insanların asla yapamayacağı şeylerdi. Onların içindeki kibir, sadece kendine değer vermeyi ve kendini değerli kılmayı telkin ediyordu. Başkalarına ise asla…
42
Ayhan Arslan
ÖKSÜRMENİN BEDELİ…
Altı
saat sonra, akşam karanlığı iyice bastırmıştı.
Dışarıda esen rüzgâr o kadar şiddetliydi ki pencereden ıslık sesi duyuluyordu. Dış kapının uyduruk tahta damaklı kilit tertibatı, rüzgâr estikçe “tık tık” diye sesler çıkartıyordu. Ali ile ebe, sobanın yan tarafındaki ağaç divana uzanmış, üzerlerine de yorgan örtmüşlerdi. Ali, ebenin yorgan örtülü kucağında, usturayla kazınmış parlayan kel kafası, küçücük yüzü ve sivri çenesi ile kesesinden başını çıkartmış kanguru yavrusu gibi gözüküyordu. Dede, pencerenin yanındaki duvarda asılı işlemeli ahşap lambalığın üzerindeki gaz lambasını daha yeni yakmış, fitil ayarını kısıp açarak içerinin aydınlığını ayarlamaya çalışıyordu. O sırada dış kapının, yerdeki tümseğe sürterek gürültüyle açıldığı duyulur. Gözler ürkek bir merakla kapıya doğru çevrilir. Kısa süre sonra iç kapı da gıcırdayarak açılır. Alnı beyaz bir başörtüsüyle sarılmış, omuzlarına değen siyah seyrek saçları dağınık, sarı gömleğinin kolunun biri omzundan sökülmüş, gündüz yapılan vahşiliğin izleriyle anne, kapıda gözükür. “Ali, haydi eve gidiyoruz.” diye sert ve soğuk bir ifadeyle seslenir. Annesini görünce eli ayağı titreyen Ali, itiraz etmeden ebesinin kucağından fırladığı gibi bir çırpıda annesinin önünde, başı öne eğik, küçük elleri ve kollarıyla başını, annenin Zor İnsanlar
43
döveceği endişesi ile korumaya çalışır. Korkuyordu çünkü Ali için anne baba demek, her daim sorgusuz sualsiz, suçsuz günahsız dayak demek, en iyi ihtimalle azarlanmak veya aşağılanmak demekti. Ali, anne babanın gözünde; yolunda gitmeyen işlerin, bozulan, kırılan, kaybolan bir şeyin, ölen veya hastalanan hayvanın, becerilemeyen işlerin sebebiydi. İşler hep onun uğursuzluğundan ters giderdi. İşte bu ve buna benzer sebeplerden dolayı Ali, anne baba yanında her zaman ürkek bir tavşan gibi korkar, saklanır ve fırsat buldukça kaçar, uzaklaşmaya çalışırdı. Ebe: “Gelin! Bana bak hele, çocuğumu ikide bir dövüp durmayın. Allah size bu çocuğu dövesiniz diye mi verdi? Valla Allah büyüktür. Verdiğini almasını da bilir. Ona muhtaç etmesini de bilir.” der. Anne, ebenin söylediklerini duymaz gibi yapar ve cevap vermeye tenezzül bile etmeden, Ali’nin elinden sertçe çekiştirerek, kapıları peş peşe sertçe çarparak dışarıya çıkar. Ebe: “Uy! Nasıl kadın bu? İnsanı adam hesabına alıp cevap verme tenezzülünde dahi bunmaz. ” der ve çarpılan kapının arkasına gözlerini dikerek dalgın dalgın bakar. Dede: “Karı sen onları boş ver, onların ikisi de ne oldum delisi biçareler, gençliğin verdiği enerji hiç bitmeyecek, hiç yaşlanmayacaklar, yaptıkları cezasız kalacak sanırlar.” der. Ebe: “Utanmasalar bizi de dövecekler.” Dede: “Utanmazlar garı, daha fazla sıkışırlarsa bizi de dövmekten en ufak bir tereddüt etmezler. Çünkü bunlarda Allah korkusu, hesap günü korkusu yok, zaten öyle şeylere inan44
Ayhan Arslan
mıyorlar. Ne demiş atalar; kork Allah’tan korkmayandan.” der ve sigara yakmak için ceketinin koyun cebindeki nikelaj kaplamalı sigara kutusu ve çakmağı çıkarıp kucağına serer. Dışarısı soğuktu ve rüzgâr acı acı esiyordu. Kapı önündeki çinko saçağın bir köşesinden, rüzgâr estikçe tangırtı sesleri geliyordu. Anne bir taraftan Ali’nin elinden tutup sürüklercesine koşturuyor, öbür eli ile de kel kafasına peş peşe tokat şaplatıp duruyordu. Anne: “Ben sana, o pis karı kocanın evine girme, dememiş miydim? Daha yeni giydirdiğim mis gibi elbiseleri yine kokuttun. Benin işim gücüm yok da senin pisliğini mi temizleyip duracağım?” der ve peşinden tokadı şaplatır. Annenin kibir hastalığına ek olarak bir de temizlik hastalığı vardı. Bu yüzden her şeyi çok incelerdi. Ali, sigara içen birisinin yanında bulunsa dahi, üzerine sigara dumanı kokusu sindi diye elbiselerini değiştirirdi. Ali’yi anne ve baba, âdeta stres topu niyetine kullanmakta idiler. Ama bir şeylerden gafildiler; Ali’nin bir gün büyüyeZor İnsanlar
45
ceğini, ona yaptıkları kötü davranışların aynısı veya daha fazlasını kendilerine yapılabileceğini, yaptıkları kötülüklerin gelecekte cezasının olacağını, cahil kafaları algılayamıyordu. Bu, güneşin doğudan doğacağı kadar kaçınılmaz bir gerçekti. Anne, Ali’yi ağlata bağırta, eğri büğrü taş merdiven ve sallanıp duran tahta balkonu geçerek dış kapıdan içeriye atar. Sinirini Ali’den çıkaran anne, Ali’yi tekme tokat sürüye sürüye, avaz avaz bağırta bağırta, kolundan tuttuğu gibi odaya fırlatır. Ali, hıçkıra hıçkıra ve ağlamaktan sesi kısılmış, kesik kesik iç çekiyor ve de kapının yan tarafına büzüşüp pusmuş, elleriyle yüzünü kapatmış, gelecek tokat darbelerinden kendini korumaya çalışıyordu. Arada bir de boğuk boğuk öksürüyordu.
Yoldan taraftaki pencerenin yanındaki duvarda, dış çevresi süslemeli, yeni yapılmış ağaç lambalığın üzerine konmuş gaz lambası da titrek titrek yanıyor, ışığı bir artıyor bir azalıyordu. İletişimin sadece eleştiri, suçlama, aşağılama ve kaba kuvvetle yapıldığı bir ailede, sanki gaz lambası da evdeki hoyrat rüzgârlardan etkilenmiş, o da Ali gibi tir tir titreyip duruyordu. Musa, gaz lambasının izdüşümündeki karyolada, üzerine yorganı çekmiş, gaz lambasının gölgesinin düştüğü karanlık bölgede tedirgin şekilde abisini izliyordu. Her ne kadar kendisi el üstünde tutulsa da dayak yemese de acı ve aşağılayıcı sözlerle hırpalanmasa da evde olan biten vahşi davranışlardan rahatsız oluyordu. En azından mutlu olmuyordu. Oysa aile, bir elin parmakları gibiydi. O parmaklardan birisine gelen zarardan öbürleri de rahatsızlık duyardı. Baba her zamanki gibi, kekliğin olduğu pencere eşiğinin önünde, bülbülün gülü hayranlıkla izlediği gibi, onu hayranlıkla izliyordu. Dünya yıkılsa, kendine dokunan bir rahatsızlık olmadıkça kılını bile kıpırdatmazdı. Oysa bir baba, yanı ba46
Ayhan Arslan
şında kendi öz evladı cıyak cıyak dövülüp ağlatılıyorken nasıl hiçbir tepki göstermeden durabilirdi? Şiddetli geçimsizliğin ve sevgisizliğin ana aktörleri ise; cehalet, bencillik, işsizlik, yokluk, karanlık bir gelecekti. Onların meyveleri de zehir zemberek bir aile yaşantısıydı. İçerinin sessizliğini, annenin hızla çarptığı kapının sesi bozdu. Kapıyı öfkeyle çarparak pencerenin önündeki köşesine oturup, karanlık olan dışarısını izler gibi yapar. Oysa içeride lamba yanarken dışarısı daha da bir karanlık gözüküyor, sadece baba ile göz göze gelmemek için böyle yapıyordu. Aile sanki halkaları kopmuş, her biri başka bir köşeye dağılmış bir zincirin halkaları gibiydi. Kimse kimseyle göz göze gelmek istemiyor, kimse kimseyi görmeye tahammül edemiyordu. Bu bir aileydi ama sanki dilleri birbirine yabancı olan, aynı gemide seyahat etmeye zorunlu, farklı ülkelerin fertleri gibiydiler.
Odanın soğuk sessizliğini Ali’nin, iki saniyede bir sümük akan burnunu çekmesi, ardından da küt küt öksürmesi bozuyordu. Çıt çıkmayan oda içerisinde o sesler sanki hoparlörden çıkmışçasına, aile fertlerinin zaten gergin sinirlerini iyice geriyordu. Hastalık ve olumsuzluktan hiç hoşlanmayan babayı, Ali’nin sümük çekmesi ve öksürmesi, sinirden küplere bindiriyordu. Sinirden tırnaklarını dişiyle kemiriyor, esmer yüzü hafiften kızarmaya başlıyordu. Her anı yoğun stres ile geçen babanın, çevredeki en ufak olumsuzluk, en ufak gürültü, öfke patlamasını tetikliyordu. Baba: “Öksürüp durma len!” diye hiddetle bağırır ve yumruğunu, yaslandığı hasır yastığa güm diye vurur. Babasının bağırZor İnsanlar
47
masıyla korkan Ali, bir süre soluk almadan bekler. Sümüğünü çekmemeye, öksürmemeye çalışır. Ne çare ki yarım dakika ancak dayanabilir. Çekmediği sümüğü, dudaklarından ağzının içine doğru sızmaya başlar. Tuzlu sümüğün tadını diliyle hissetmeye başlar. Sıkışan öksürüğü, boğazını gıdıklamaya başlar. Akarsuyun önü tıkanırsa mutlaka bir yerden patlardı. Öyle de olur. Kısa zaman sonra iyice sıkışan öksürüğü, volkandan lav püskürmesi gibi patlar ve ardından, burnundan püsküren sümükler de yüzüne, üzerine, çevreye saçılır ve burnundan akan sümükleri telaşla koluna siler.
Baba: “Öksürme len! Bu çocuk beni delirtecek! Bu çocuğu görünce ruhuma bir sıkıntı oluyor.” diye daha da bir sert ve hoyratça bağırır. Arka tarafında bulunan Ali’ye, peş peşe birkaç tane tokat patlatır. Korkudan tir tir titreyen Ali, ne yapacağını şaşırır; sümüğünü, öksürüğünü ne kadar tutmaya çalışsa da bir türlü tutamıyordu. Her öksürüğün ardından, babasının hoyratça bağırmasına veya tokat darbelerine maruz kalıyordu. Yüzükoyun sobanın arkasındaki karanlık köşeye abanan Ali, bir yandan, ağlamaktan kısılan sesiyle boğuk boğuk iç çeke çeke ağlıyordu bir yandan da hır hır sümük çekip, küt küt öksürüyordu. İyice çileden çıkan baba, kapıyı hızla açarak, ecza dolabında tıkırtılar eşliğinde bir şeyler aranmanın ardından, kızgın boğalar gibi, evin ahşap döşemelerine sert sert basarak takır tukur, Ali’nin yanına gelip durur: “Kalk len! Dinini … dölü!” diye hoyratça bağırarak küfreder. Ardından böğrüne, eşek çiftesi gibi bir tekme atar. Artık ağlamaktan, çığlık atmaktan sesi çıkmayan Ali’den, ağlama sesi çıkmıyordu. Sadece derin derin iç çekme sesleri duyuluyordu. Ağlamaktan gözleri şişmiş, yüzü kıpkırmızı 48
Ayhan Arslan
kızarmış, dudakları mosmor olmuştu. Baba, elinde her hastalığın tedavisinde kullandığı yetmiş beşlik konyak şişesini, Ali’nin ağzına zorla sokarak içirmeye çalışır. Baba: “Aç len! Aç ağzını!” diye avaz avaz bağırır. Ali’nin ağzına, hayvana ilaç içirir gibi zorlayarak konyak şişesini lıkır lıkır boşaltır. “Gurk, gurk...” diye gırtlağından yutkunma sesi duyulan Ali, genzine kaçan acı konyağın etkisiyle, “hapşu” diye şiddetli bir hapşırık patlamasının ardından, zorla içirilen konyağın bir kısmını ağzından, bir kısmını da burnundan etrafa saçar. Babanın okkalı bir darbesi, gecikmeden hemen gelir. Korunma psikolojisi gereği Ali, yere yatarak başını elleri ile birler. Kendini babanın tokat darbelerinden korumaya çalışır. Olan bitenlere tepkisiz kalan anne, yüzü hâlâ pencereye çevrili, taştan bir heykel gibi duruyordu. Gerek anne gerekse baba, Ali’yi döverlerken, biri, diğerine müdahale etmezdi. Sanki dövülen, eziyet edilen evlatları değil de bir eşya parçasıymış gibi tepkisiz kalırlardı. Bir süre sonra, rüzgâr tıngırtılarının arasından seçilecek şekilde kapı üç kez tıklanarak çalınır. Kapının çalınması, Ali’nin içini oldukça ferahlatır. Derin bir nefes alarak rahatlar. Zira birileri gelecek, kısa süreliğine de olsa evin soğuk sessizliği biraz dağılacaktı. Küs aile fertlerinin ağzından, zoraki de olsa, yapmacık da olsa birkaç normal söz dökülecekti. Ayrıca misafirin yanında anne babası kavga etmeyecek, misafirin yanında Ali azarlanmayacak, dövülmeyecekti. Rahat rahat öksürüp sümük çekecek, rahat rahat ve özgürce nefes alıp verebilecekti. Yaptıkları davranışların kötü olduğunun, utanılacak bir şey olduğunun, anne baba da farkında idiler. O yüzden bütün vahşi davranışlarını saklı yapmaya gayret gösterirlerdi. Tıpkı askerlikte, askere dayak atmanın yasak Zor İnsanlar
49
olduğunu bildiği hâlde komutanların gizliden gizliye asker dövmeleri gibi… Fakat Allah’ın göreceğini hiç akıl edemiyorlardı. Bir gün bu yaptıkları eziyetin cezasını gerek direkt gerekse dolaylı olarak çekebilecekleri inancını taşımıyorlardı. “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner.” sözünü kulak ardı ediyorlardı. Anne, taş kesmiş bir şekilde oturduğu pencere önünden kalkarak, çalan kapıya yönelir. Bir süre sonra birtakım tıngırtı ve seslerin eşliğinde iç kapı açılır. İçeriye yetmiş yaşlarında, zayıf, uzun boylu, yüz kırışıklıkları az, oval ince yüzlü, karga burunlu, silik ince sarı kaşlı, kahverengi boncuk gözlü, beyaz benizli, ince dudaklı, pütürlü ve kırışık uzun parmaklı elleriyle Hacer ebe girer. Başında yeşilli siyahlı kareli desenli poşu vardı. Üzerine yakalı, kalın el örmesi çağla yeşili yelek, altına da kahverengi ve yeşilli çiçek desenleri olan kumaş şalvar giymişti. Hacer ebe’nin, dışarıdaki soğuktan etkilendiği her hâlinden belli oluyordu. Poşusunu iyice birlemiş, ellerini de yeleğinin cebine sokmuştu. Annenin oturduğu pencere önüne oturur ve karşısına da anne oturur. Anne: “Hoş geldin.” diye kısa bir ifadeyle misafir karşılama âdetini yerine getirir. Beyaz tülbentle sarılı başını, utangaç çocuklar gibi pencereye çevirir. Komşusunun bahçesindeki, dalları rüzgârda eğilip kalkan ağaçların gölgelerini izler. Oysa hiç kimse ile göz göze gelmek istemeyişinden böyle yapıyordu. Yaptıklarından bir nevi utanıyordu. Hacer ebe, cevaben: “Hoş bulduk.” der. Ellerini göğsüne çatar, soğuktan donuyormuş izlenimi verir. Ardından, karşı pencerenin önünde kekliği izleyen babaya, “hoş geldin” der beklentisi içerisinde, kahverengi boncuk gözleriyle bir süre bakar. Fakat baba sanki 50
Ayhan Arslan
içeriye hiç kimse gelmemiş gibi yaparak istifini bile bozmaz. Baba, öz annesi olan Hacer ebe’yi hiç sevmezdi. Çünkü kendisini sekiz kardeşin arasından çürüğe çıkartarak, çocuğu olmayan, bitişik evdeki ebe ve dedeye evlatlık vermişti. Babasını da küçük yaşlarda kaybeden baba, kendini; dünyadan dışlanmış, soyutlanmış, ötekileştirilmiş hissediyordu. Bu sebepten dolayı, hem doymamış, doyurulmamış değerlilik duygusunu beslemek hem de anneye ceza olsun diye cevap vermeyerek, adam hesabına almayarak, kendini üstün göstermeye çalışıyordu. Bu da onun aç değerlilik duygularına bir nebze de olsa katkı sağlıyordu. Babanın bu zaafını iyi bilen köylüler; babanın gençlik zamanlarında, bir gün, gaza gelmesini fırsat bilen birkaç yavşak köylü, onu pohpohlayarak, araları üç metre olan iki kavak ağacının birinin tepesinden öbürüne maymun gibi atlatmışlar. Neyse ki beş metre yükseklikten düşmekten son anda kurtulmuş. Son anda tutunduğu bir dal parçası, onu hayata bağlamış. Anne babanın olumsuz, katı, sert, kırıcı, kaba, soğuk ve hoyratça davranış sergilemelerinin bir sebebi de “öğrenilmiş çaresizlik” veya genetik de olabilirdi. Ama her ne olursa olsun bütün olumsuz davranışları olumluya dönüştürecek olan yegâne güç, bilim ışığı idi. O yüzden hiçbir sebep, olumsuz davranış sergileyen insanları masum gösteremezdi. Her insan bilim öğrenmekle mükelleftir. İnsanın dünyaya geliş manasının en temel ögesidir bu… Öbür dünyaya giden cahil insanın, orada cahilliği hoş görülmeyecektir. Çünkü Kur’an’ın ilk ayeti, insanlara okumayı emrediyordu. Tek öğretmeni cahil ata, onlardan öğrendikleri de bencillik ve materyalizm olunca da hoyrat tohumları saçılmış bir geleZor İnsanlar
51
ceğin, insanoğlunu sarması kaçınılmaz olur. Her âdemoğlu aslında işlenmemiş ham cevherdir. Kendisini işleyecek bir sanatkâr arar. Öğretmen olarak cahil şeytanı seçenler, kendilerini ve çevresindekileri yakarlar. “Bilim ışığını” öğretmen olarak seçen ise kendini, çevresini ve geleceğini aydınlatır. Hacer ebe: “Ne yaparsınız ya?” diye, hâl hatır sorar gibilerinden ortamın soğukluğunu yumuşatmaya çabalar. “Ne yapalım, işte gördüğün gibi, sen ne yaparsın?” diye cevap veren anne, yine dalgın dalgın pencereden karanlık dışarıyı izlemeye koyulur. Hacer Ebe: “Mahmut, sen ne yaparsın?” der. Bir süre cevap bekler. Babadan cevap gelmeyince, sobanın arkasındaki karanlık köşeye korkak bir tavşan gibi pusmuş olan Ali’ye döner. “Sen ne yaparsın Ali?” der. Ali, elleriyle yüzünü gizlemiş hâlde utangaç ve ürkek bir sesle, “oturuyorum” diye cevap verir. Hacer Ebe, biraz başını kaldırarak, karyolada yatmakta olan Musa’ya seslenir: “Sen ne yapan len tonton koca. Uyudun mu yoksa?” Musa: “Uyumuyorum Hacer ebe, öylesine yatıyorum işte.” der, çevik ve canlı bir ifade ile. Hacer ebe, ailenin tek sahip çıkanı, koruyanı kollayanı, göğüs gereni, kanat gereniydi. Zor köy işlerinde ailenin yardımcısı, aile içindeki kavga ve tartışmaları uzlaştıran bir hâkim gibiydi. Hacer ebe, ailenin sağ kolu idi. Hacer ebe’nin sıfatını görmek, baba hariç aile fertleri için gurbette dost görülmesi kadar rahatlık verici bir şeydi. O, eve geldiği zaman kısa süre de olsa kavga ve tartışma olmazdı. O geldiği zaman 52
Ayhan Arslan
kısa süreliğine de olsa sohbet edilirdi. Sessizlikten ses telleri paslanan aile fertlerinin sesleri açılırdı. Fakat gelgelelim bunu babaya anlat; beni evlatlık verdi de verdi, der başka bir şey demezdi. Bu yüzden Hacer ebe’yi oldum olası hiç sevmezdi. Belki de babayı insanlığından çıkaran, dinden imandan çıkaran, aşağılık duygusu fobisine sürükleyen, aklını başından alan temel dürtü bu olabilirdi. Gaz lambası titrek titrek yanmaya devam ediyordu. Kafesteki keklik, huysuzca kafesini gagalayıp özgürlüğüne kavuşmak çabasında idi. Ali’nin de öksürüğü iyice sıklaşmış, beş altı saniyede bir öksürüp burnunu çekip durmakta idi. Hacer ebe’nin varlığından da cesaret alan Ali, içinden geldiği gibi öksürüyordu. Çünkü Hacer ebe evde iken, anne ve baba pek bağırıp çağıramazlardı. Bu, onların yaptığı insanlık dışı davranışlarının başkalarınca duyulma riskindendi. İnsanların kötü eleştirilerini almak istemezlerdi. Oysa içerisinde intikam duyguları kabarıyordu. Fakat bu duygularını, sosyal, hukuksal, dinsel gibi yaptırımlardan dolayı açığa çıkaramıyorlardı. Bu kısıtlama onun, annesine karşı küskün, soğuk, kırgın bir tavra bürünmesine yol açmıştı. Bu yüzden annesi ile sıcak, içten, anaoğul gibi bir yakınlaşma sohbetleri asla olmazdı. Arada sırada bir zorunlu soru ve cevapla, bir yabancı ile iletişim kuruyormuş gibi bir iletişimleri olurdu. Hacer Ebe, onu evlatlık vererek onun ruh âleminde ağır hasar oluşturmuş ve oğlundan kendisine karşı doğal sonuç tepkisi almaktaydı.
Zor İnsanlar
53
Öksürük ve anne varlığına daha fazla dayanamayan baba, bir anda kendini yere atıp tepinmeye, evin tahta döşemelerini şuursuzca yumruklamaya başlar. Başı kesilen kurbanlık bir hayvanın tepinişi gibi sağa sola çırpınıp duruyordu. Bu davranış ise, öksüren Ali ve kendisini evlatlık veren Hacer ebe ile aynı odada bulunmaktan rahatsızlık duyduğunu beden dili ile anlatmanın bir yolu idi. Bu hareket, uygulamaya koyamadığı içindeki sinirlerin birden başka boyutta patlak vermesiydi. Baba bu delice hareketleri çokça yapar. Bu tip sinir patlamalarını genellikle karşısındaki insanlara sözlü ve fiziksel uygulama yapamadığı durumlarda yapardı. Evin içindekiler babanın delice harekelerini korku ve endişe ile izliyordu. Böylesi hareketler, aile fertlerinin geleceklerine olumsuz korku ve kaygı bozukluklarından başka bir şey kazandırmıyordu. Aşırı geçimsizlik, her an kavga ve tartışmalar, özellikle bu ailenin içindeki çocuklara ne tür bir kara geleceği miras bırakacaktır acaba? Böyle bir kaygıyı tabii olarak cahil anne ve baba taşımıyordu. Çünkü onların dünyasında yarın yoktu. Hesap verme yoktu. Devir onların diktatörlüğü devri idi. Diktatörler de bir gün, yaptıklarının, ötelerde bir yerlerde hesabını vereceklerini asla düşünemeyen biçarelerdir. Onlar kısacası “ne oldum” budalalarından başkası değillerdi. Hacer ebe: “Ha deli ha!” der. Annesinin dürtükleyici öfkeli sözleri karşısında bir süre duraklayan baba, tepinmesini daha da hızlandırarak duvarları tekmelemeye, yumruklamaya başlar. Oğlunun delice hareketlerine iyice sinirlenen Hacer Ebe, suratını iyice astı. İnce dudaklarının uçları aşağıya doğru sarkmıştı. Elleri göğsüne çatılı Hacer ebe, iki elini birden havaya kaldırarak, yerde, başı 54
Ayhan Arslan
kesilmiş kurbanlık koyun gibi tepinen babanın sırtının tam ortasına, yumruk yaptığı kırışık koca elleriyle, balyozla vurur gibi “zınk” diye kuvvetlice vurur. Hacer ebe: “Git şuradan adam olmadık hayvan oğlu hayvan!” diye öfkesini diliyle de püskürten Hacer ebe’nin az kırışıklı beyaz yüzü, öfkeden, batan güneş gibi kıpkırmızı kesilmişti. Yumruğu yiyen baba, bir an tepinmesine ara vererek durur. Ardından ayağa kalkarak, iç kapı ve dış kapıyı ardı sıra çarpa çarpa merdivenleri zıp zıp inerek gecenin sessizliğinde ve rüzgârın uğultuları arasında kaybolur. Çilli yüzü korkudan bomboz kesilen anne: “Gör işte delini, gör işte bizim ne çektiğimizi, hiç insana benzer bir hareketi yok.” der ve rengi atmış çilli yüzünü pencereye döndürüp derin düşüncelere dalar. Hacer ebe: “Yerden göğe kadar haklısın gelin, bu hayvandan ne köy olur ne de kasaba… Bunun babasından çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah. Adam dünyaya sanki hayvanlar gibi yiyip içip, yan gelip yatmaya gelmiş. İnsan hiçbir iş yapmadan aylak aylak dolaşınca da doğal olarak olumsuz hareketler sergiler. Böyle insanların, gördüğüne sataşmak, âcizleri dövmek, etrafa zarar vermek, kargaşa çıkarmak, temel becerilerinden bazılarıdır. Mücadeleyi, çabalamayı kendine ilke edinen insanların ise her tarafından iyilik, güzellik fışkırır. Bizim deliler, mücadele etmeyi, çalışıp çabalamayı yıpranma, çabuk çökme ve çabuk yaşlanıp çabuk ölme olarak algıladıkları için böyle hiçbir iş yapmadan orada burada yan gelip yatar ve kaytarışlı bir hayat ideolojisini Zor İnsanlar
55
benimserler. Hâl böyle olunca da sonuç ortada işte... Sen gene de sabret gelin, bunun biraz hayvanca hareketleri olsa da suyuna gidersen geçinip gidersiniz. Buna ‘sen iyisin, güzelsin, beceriklisin, çalışkansın, akıllısın’ gibi sözler söyleyiversen kuyruğu tava sapına döner. Sanki yuvanı yıktığında çok mu iyi olacak, anan yok baban yok sayılır… Nereye gideceksin sanki. Sokaklar daha acımasız ve soğuk. Sana son sözüm, dizini büküp oturmandır. Ben bu hayvanı yarından tezi yok muskacı hocaya bir daha götüreyim, önceki muskanın tesiri geçti galiba, baksana iyice azıtmaya başladı. Benim elimden gelen ancak bu… Gerisi senin sabırlı olmana kalmış artık.” der ve ellerini göğüsleri altında çatarak gözlerini yere doğru diker, derin düşünceye dalar. Anne: “Valla ne yapacaksan yap da şu delini düzelt, yoksa bende dayanacak hâl kalmadı. Hayatımız zehir zemberek geçiyor. Gerisi de değil de elimden bir kaza çıkacağından korkuyorum.” der ve gözlerini, dışarısı karanlık olduğu hâlde, dışarıya bakar gibi pencereye çevirir. Hacer ebe: “Yastığına diktiğimiz önceki muska yerinde duruyor mu?” diye sorar. “Nereden duracak, daha muskacıdan geldiği gece çıkartıp sobaya attı. Ben deli filan değilim muskayı deliler takar, dedi.” diye cevap veren anne, çilli yüzünü tekrar pencere önünden geçen karanlık yola çevirir. 56
Ayhan Arslan
Hacer ebe: “Yakanın delisi, deli olduğunu da kabul etmez.” der. “Gündüz ki derdiniz neydi gayrı?” diye sorarak, gözlerini kısıp, anneyi yargılarcasına yüzüne bakar ve ağzından çıkacak cevabı merakla beklemeye başlar. Anne: “Ne olacak canım işte, deli oğlunu sen benden daha iyi bilirsin. Hiç normal bir hareketi mi var. Konuşsan suç, konuşmasan suç, bir de en çok beni sinire boğan da şu kahrolası keklik. Şuna bir baksana, pencere camları, yastıklar, minderler yer yer keklik kakası dolu. Üstelik de şu iğrenti veren, pis helâ kokusunu andıran kaka da ayrı bir iğrençlik. Evin her köşesinde bu iğrençlik varken evde nasıl huzur olur. Her şey yolunda gitse bile, şu kokar keklik, her şeyi rayından çıkarmaya yeter.” der ve çilli yüzünü kırgın bir ifade ile yine karanlık dışarıya çevirir. Hacer ebe: “Kokar kekliğini dışarıya veya aşağı, eşeğin yanındaki ambarın penceresine koysa olmaz mıymış?” der. Anne: “Olur mu hiç canım, öyle yaparsa biraz huzurumuz yerine gelir diye korkar. Senin delinin, kavga dövüş çıkarmadan içi rahat eder mi hiç. O hayvana kaç kere dedim; şu kuşunu evin dışarısına bir yerlere koy, evin içi lağım gibi kokuyor, diye… Ama o her defasında, sen misin onu diyen, deyip, sorgusuz sualsiz köpek gibi üzerime saldırdı. Benim şimdi bunda suçum ne?” der ve başından kayan sargısını düzeltir. Hacer ebe: “Yakanın hayvanı, kurtulayım deyip evlatlık verdim amma gene sıkıntısı beni buluyor. Bol malı var diye Ceyda Ana’ya evlatlık verdim. Çok mu kötü yaptım sanki… Sanki Zor İnsanlar
57
benim yanımda dursaydı ne görecekti. Elde yok avuçta yok. Hiç değilse şimdi geleceği aydınlık. Ona iyilik yaptığımı düşünürken onun hâlâ, kendini evlatlık verdiğimden dolayı bana karşı ayrı bir kırgınlığı var.” diye çaresizce sitemini dile getirir. Anne: “Valla bu gidişle ya ben onu öldüreceğim ya da o beni, dayanacak hâlim kalmadı ya da bir gün alıp başımı gideceğim buralardan.” diye gözdağı verircesine Hacer ebe’ye aba altından sopa gösterir gibi yapar. Hacer ebe: “Deli deli konuşma kız… Aklını başına al bir delilik yapma, sabırlı ol elbet bugünler de geçer. Geleceğini düşün, karı koca bugün ölüverse bütün mal mülk sizin olacak. Ben onu yarından tezi yok hocaya götürüp bir muska daha yaptırayım, aşağı köye yeni bir muskacı gelmiş, ölüyü diriltirmiş diyorlar.” Vakit gece yarısı olmuştu, Hacer ebe evine gitmişti. Ali, annesi ve Musa, yataklarına yatmışlar uyumaya çalışıyorlardı. Ali yine beş altı saniyede bir boğuk boğuk öksürüp duruyordu. Balkondaki çinko saçağın, sert esen rüzgârla çıkardığı tıngırtısına, moloz taşla yapılan çarpık çurpuk merdivenlerden yukarıya çıkmakta olan ayak sesleri karışır. Ardından, kapıları bir bir açan ayak sesleri, odanın içine kadar gelip durdu. Elbise çıkarılma cıvıştısının ardından meçhul ayak sesleri, Ali’nin yatağına girip yattı. Ali’nin üzerindeki yorganın ucunu sertçe çekiştirerek, kendi üzerine yorganı örter. Karanlık odaya, teneke sobanın ağzından çıkan cansız ışık kesik kesik ışık veriyordu. Dışarısını rüzgâr âdeta yıkıp 58
Ayhan Arslan
kemiriyor ve çinko saçak daha da şiddetli çarparak ürpertici sesler çıkartıyordu. Artık yanına sessizce gelip yatanın babası olduğunu iyice anlayan Ali, yorganın içerisine kafasını iyice sokarak, öksürüğünün duyulmamasına çaba gösteriyordu. Anne ile Musa, karyolada yatıyorlardı. Vakit ilerledikçe Ali’nin öksürüğü gittikçe artmakta, sakınıldığından olsa gerek babası yokken beş altı saniyede bir gelen öksürüğün, o yanına gelince aralıkları iyice sıklaşarak iki üç saniyeye düşmüştü. “Öksürme len!” diye hiddetle bağıran baba, ardından, yorganın üzerinden sertçe bir yumruk indirir. Neyse ki arada yorgan olduğu için pek acıtmamıştı. Ama Ali korkudan tir tir titriyordu. Öksürmemek için kendini tutmaya çalışıyordu. Çok kez eli ile ağzını kapasa da boğuk da olsa baba, o öksürme sesini duyup ona da tepki gösteriyordu. Öksürüktü bu işte, hatır için kaç saniye tutulabilirdi ki… Ali beş altı saniye kadar nefes almayarak öksürüğünü biraz tutmuştu. Ama sonunda bendini yırtan kuvvetli bir hapşırık patlamasıyla bol sümüklü bir öksürük, yorganın içine püskürmüştü. Ali’nin ağzı yüzü, yorganın içi sümüğe bulanmıştı.
Baba: “Of! Of! Sen adamı deli mi edersin be! Si… git şuradan! Senin yüzünden gözüme uyku girmedi.” diye bağırarak hoyratça sözler sarf ettikten sonra, Ali’yi kolundan tuttuğu gibi, hoşgörü, sabır, empati, sevgi duygularını hiç tatmamış baba, kapının dışına savurup atar. Bir kedi yavrusu gibi tekme tokat dışarıya atılan Ali’nin, sıcak sobalı odadan dışarıya çıkınca birden içini ürperten bir soğuk kaplar. Kısa bir süre sonra da tir tir titremeye başlar. Rüzgâr da tıpkı anne ve baba gibi hoyrat hoyrat esiyordu. Şefkat ve merhametten oldukça uzaktı. Şiddetini gittikçe artırıyor, tozu dumana katıyor, zeytin ağaçlarını yerinden sökercesine esiyordu. Zor İnsanlar
59
Ali, bir paçavra gibi kapının önüne atılınca, çürük derme çatma ağaç ve kalaslarla gelişigüzel yapılmış, bazı aralıklarından ayak girecek kadar açıklık olan balkonda bir süre, şaşmış hâlde bekler. Moloz taşlarla çarpık çurpuk yapılmış merdivenleri, düşmemek için evin yan duvarına tutuna tutuna iner. Sert esen soğuk rüzgâra göğüs gererek, koşarcasına on, on beş adım attıktan sonra ebe ve dedenin kapısına dayanır. Karanlıkta gözükmeyen kapının damağını eliyle yoklayarak bulur. Parmağını basar ki kapının damağı basmaz. Belli ki gece olduğu için, çok zaman kilitlememelerine rağmen bu kez kilitlemişlerdi. Soğuktan üşüyüp uyuşmuş elleriyle kapıyı birkaç kez çalar fakat içeriden ses gelmiyordu. Ali’nin küçük ve donmuş elleriyle kapıdan çıkardığı ses, rüzgârın kapıyı sallayarak çıkardığı tıngırtılardan kısık kalıyordu. İçeridekiler de büyük ihtimal, rüzgâr sesine karışmış kapı çalınma seslerini işitmiyorlardı. Soğuktan iyice üşüyen Ali, titremeye başlamıştı. İçeridekilere sesini duyuramayacağını anlayan Ali’nin aklına, pencereyi tıklamak gelir. Telaşla son ümit, yan taraftaki kare korkuluklu pencerenin önüne gelerek, iki eliyle birlikte pencerenin camına peş peşe vurup ardından da: “Ebe! Ebe!” diyerek, sesinin çıktığı kadar avaz avaz bağırır. Bir müddet sonra sesini duyurmuş olmalıydı ki içeride, el lambasının ışığı evin duvarlarında gezindikten sonra dede, lambayı pencereye tutar. Ali’nin birden gözü kamaşır ve gözlerini elleri ile kapatır. Dede: “Sen misin Ali!” der. Ali: “Benim dede, kapıyı aç, babam evden kovdu beni.” diye 60
Ayhan Arslan
titrek ve boğuk bir sesle cevap verir. Evin içerisinde sağa sola yalpalayarak gezinen el lambası, kısa bir süre sonunda kapının önünde kendisini aydınlatır. Dede: “Geç! Geç! Çabuk içeriye gir oğlum, soğuktan donacaksın.” diye telaşla Ali’yi içeriye davet eder. İyice üşümüş olan Ali, kapıdan dedenin gözükmesiyle hemen kendini içeriye atıp, içinde odun kalmamış, sadece kömür ısısıyla hâlâ sıcak kalan sobanın borularını tutarak, soğuktan titreyen ellerini ısıtmaya çabalar. Ağaç divanda yatmakta ve uyumakta olan ebe, şaşırmış hâlde sorar: “Kuzucuğum! Sen mi geldin?” Ali: “Ben geldim ebe, babam beni öksürüyorum diye dışarıya attı.” “Eh! Bunlar nasıl insanmış yahu! Hayvan bile koynuna sokulan yavrusunu bu soğukta dışarıya atmaz. Bunlar hayvandan da betermiş. Gel oğlum bakayım kucağıma, seni iyice bir ısıtayım. Koca, sen de şu sobaya odun atıver de içerisi iyice ısınsın.” diyen ebe, Ali’nin anne babasına beddua yağdırarak Ali’yi, tavuğun, civcivlerini kanatları arasına bastığı gibi kucağına basar. Ebe ve dede de, cahil ve okuryazar olmamalarına rağmen, şefkat ve merhamet duyguları vardı. Ali öz torunları olmamasına rağmen, kendi çocuklarıymış gibi sevip bağırlarına basıyorlardı. Şefkat ve merhamet duygularından yoksun, okuması yazması olan fakat cahilliği baki kalmış anne ve baba ise, özbeöz çocuklarını, sanki üvey evlat gibi sokaklara atmaktan, her daim dövüp incitmekten bir an geri durmuyorlardı. Buradaki cahillikten kasıt, okuryazarlıkla alakalı olmayıp, Zor İnsanlar
61
iman ile ilgilidir. Öncelikle bir insanın dini inancı olmadığı zaman veya Allah’a veya ahiret gününe inanmıyorsa… Bu inanç onu kara cahil yapar. Kendinden başka varlıklara karşı, tıpkı doğadaki hayvanların birbirlerine yaptıkları gibi acımasız davranır. Şefkat ve merhamet duygusundan yoksunluk, onu bir numaralı cani yapar. Yani insan her ne kadar okursa okusun, Allah ve ahiret gününe inanmıyorsa, dolayısı ile de bütün insani değerlere de uzak olacağından, o insanın dünyaya bakış açısı hayvanlarınki gibidir. Bütün insani duyguları insanlar, ilahî kitaplar ve peygamberler sayesinde öğrendi. İlahî kitap ve peygamberlerden önceki devirlerde, bilindiği gibi insan, tıpkı hayvan gibi yaşamaktaydı. Hayvanlar gibi davranmaktaydı. İnsanı insan yapan, ahlak ve sevgidir. O da inançlı yüreklerde vuku bulur, inançlı yüreklerde doğar, büyür, gelişir.
62
Ayhan Arslan
MUSKACI…
Ertesi gün, öğleden sonra… Hacer ebe, anneye söz verdiği gibi, babanın deli hareketlerine çare olur amacıyla babayı muskacı hocaya getirir. O zamanlarda doktora ulaşmak, karlı buzlu dağları aşmak kadar zordu. Bu yüzden ruhsal hastalıkların doktoru, üfürükçü hocalar olurdu. Bedenî hastalıkların doktorları da genellikle yaşlı ve tecrübeli kişiler olurdu. Başında hacı şapkası olan, altmış, yetmiş yaşlarındaki muskacı hocanın, ak bıyıklarıyla birbirine karışmış ve göğsüne kadar inen ak sakalları, yüzünü dikdörtgen gibi köşeli gösteriyordu. Önüne koyduğu sehpanın üzerindeki kitaptan fısır fısır bir şeyler okuyup sağa sola üfürüyordu. Baba, bir suçlu gibi, muskacı hocanın hemen önüne diz çökmüş, ürkek gözlerle hocayı izliyordu. Hacer ebe ise biraz arkada diz çökmüş, rahat bir tavırla onları izliyordu. Odanın içinde el dokuması çullar seriliydi. Evin kıbleye bakan köşesinde, katlanmış bir seccade vardı. Bu da hocaya dini bütün, dolayısı ile güvenilir bir hava veriyordu. Evin tavan kısmı, direklerin pisliği gözükmesin ve direk aralarından toz toprak dökülmesin diye, desenli naylonlarla boydan boya kaplanmıştı.
Muskacı: “Baba adın ne?” Baba: “Duran.” “Ana adın ne?” Zor İnsanlar
63
“Hacer.” Muskacı: “Senin üvey bir anan daha var, onun da adını söyle bakayım.” Muskacının bu tespiti üzerine Hacer ebe ve babanın gözleri birden hayretle kocaman açılıverir. Baba heyecanla: “Cey… Ceyda...” diye kekeleyerek cevap verir. Hoca, dizinin yan tarafındaki, kalaylanmış bakır tasın içindeki suya bakar. Suyun içinde güneş ışınlarının yansıması ile bir ışıltı vardı. Ama herkesin görüşü farklı idi tabii olarak, hele cinci hocalar, normal insanların gördüğü şeylerden farklı şeyler görürlerdi. Sözde onlar, cinlerle diyaloga giriyorlardı. Muskacı hoca, “hıı” dedikten sonra: “Sana birisi ayrılık muskası yapmış ve bunu domuz yağına sararak senin gelip geçtiğin bir yola toprağa gömmüş. Sen o muskanın üzerinden gelip geçtikçe kötü cinler sana musallat olup, senin sürekli huzurunu kaçırıyorlar. Bu yüzden senin sürekli yüreğin sıkılıyor. O büyüyü sana yapanlar, senin aklını başından alıp delirtmeye çalışıyorlar.” der ve tekrar yan tarafındaki kalaylı bakır tasa bakarak bir şeyler daha görmeye çalışır. Muskacının söyledikleri karşısında Hacer Ebe ve baba, oldukça şaşırmış, yüzleri heyecan ve hocanın kerametinden al al kızarmıştı. “Birileri senin sürekli ruhunu sıkıyor. Senin evinde bir cadı var. Seni sürekli kızdırıyor, rahat yüzü göstermiyor. Ayrıca da aile dışında sürekli birilerine kızıp duruyorsun. Söylediklerim doğru mu?” diyerek, büyülenmiş gibi duran babaya gözlerini diker. Baba, heyecanla ve başını da sallayarak, “doğru” diye cevap verir. 64
Ayhan Arslan
Muskacı, yan tarafına koyduğu tasın içerisine bakarak sorularına devam eder. “Senin baban ölmüş.” der ve babanın yüzüne bakarak beden dilini okumaya çalışır. Baba ise şaşkın ve hocayı kutsayan bir tavırla başını “evet” anlamında öne eğer ve başı eğik kalır. Hoca, tahmininin tuttuğunu görünce yeni tahminlerde bulunur. “Senin ailende Ayşe diye birisi var. Senin büyük çocuğunun isminin harfleri arasında ‘k’ harfi var. Sen, kardeşlerini hiç sevmiyorsun. İçinden herkesi pataklamak geliyor...” Bu ve buna benzer atmasyon ve yuvarlak laflarla ustalığını ispat etmeye çalışır. Baba ise, tutturdukları karşısında başını sallar, tutturamadıklarında da hocayı utandırmamak için sessiz kalır. Baba, utana büzüle, yanakları allanmış hâlde sorar: “Hocam, o bana yapılan muskanın yerini söyleyebilir misin acaba? Onu alıp imha etsek iyi olmaz mı?” Hoca biraz düşünüp, tastaki suya bakarak: “O muskayı sen asla bulamazsın, fakat onun, biraz zahmetli de olsa bir yolu var. Biraz kesenin ağzını açarsanız ben o muskayı cinlere getirtirim ve şu suyun içine bıraktırırım.” der. Baba: “Kaç lira ödememiz lazım hocam?” diye telaşla sorar. Muskacı: “Ayrılık muskasını cinlere getirtmek beş lira, yaklaşık yarım saat o iş için okuyup üflemem gerekecek. Ayrıca en son, senin içine girmiş kötü cinin çıkması için yazacağım muskalar için de beş lira, toplam on liraya, sağlığına üç beş gün içerisinde kavuşup, mutlu ve huzurlu bir hayat geçirirsin.”
Zor İnsanlar
65
Babanın, fiyatı duyunca yüzü daha da bir kızardı. Biraz öylece kaldıktan sonra Hacer ebe’ye dönerek: “Bende beş lira var. Sende para var mı?” diye sorar ve yalvaran gözlerle, anasının ağzından çıkacak hayırlı haberi bekler. Hacer ebe: “Bende üç lira var.” der, mahcup bir tavırla. Baba, hocanın yüzüne bakmadan, başı öne eğik, mahcup ve yalvaran bir sesle: “Hocam, iki lirası eksik, onu da ertesi gün getirsek olmaz mı?” der. Muskacı, biraz düşünüp, bir babaya bir Hacer ebe’ye baktıktan sonra: “Olur, oğlum ama sakın paranın kalanını yarın getirmeyi unutma, yoksa yaptığımız bütün işlemler boşa gider. Bizim işler yalanı sevmez.” diyerek alacağını garantiye alan hoca, aba altından da sopa gösterir. Baba düşünmeden başını “tamam” anlamında öne eğdikten sonra: “Tamam, hocam, yarın ilk işim senin paranı getirmek olacak.” diye de sözlü olarak borcuna sadık olduğunu taahhüt eder. Muskacı, yan tarafındaki kalaylı bakır tasın üzerini bir mendille kapatır ve başlar. Gözlerini kapatarak bir şeyler fısıldayıp, arada bir tasın üzerine bazen de babadan tarafa üfürür. Yaklaşık yarım saat kadar okuyup üflemenin ardından muskacının alnında birkaç damla ter kabarır. Muskacı, iki elini, mendille örtülmüş tasın üzerine kapatır ve hızlı bir üfürüğün ardından tasın üzerindeki mendili açar. “Tamamdır, cinler muskayı getirmiş.” der ve tasın üzerindeki mendille, alnında kabaran terleri siler. 66
Ayhan Arslan
Baba ve Hacer ebe, muskayı görebilmek için dizlerinin üzerinde yaklaştıktan sonra, şaşkın ve meraklı bir şekilde, tasın üzerine eğilip bakar. Gerçekten de doğru idi, suyun yüzünde, siyah bir bez parçasına sarılmış, kenarları beyaz dikiş ipliği ile dikilmiş, üçgen şeklinde bir muska yüzmekte idi. Baba ve Hacer Ebe, gördükleri karşısında oldukça şaşırmış hâlde yerlerine dönüp, muskacının yüzüne daha fazla bir kutsayan, yücelten ifade ile bakarlar. Artık muskacıya ermiş gözü ile bakıyorlardı. Baba ve benzeri birçok insan, içlerindeki manevi boşluğun, sahipsizliğin, insanlara güvensizliğin, imansızlığın arayışı olarak üfürükçü, cinci hocalardan medet umarlar. Onları, yetersizliklerini bastıran, silen bir kurtarıcı olarak görürler. Bu imajlarını sağlama almaya çalışan cinci hocalar ise, hastalarının hiçbirisini suçlu görmezler. Bütün suç mutlaka başkalarında olurdu. Kendisinin kader kurbanı olduğu vurgulanırdı. Böylelikle de kapılarını, birçok manevi açlık çeken insanlar sürekli aşındırırlardı. Onların tam olarak iyi bildikleri bir şey varsa o da insan psikolojisinden anlamalarıydı. Bu yüzden onları suçlamadan, eleştirmeden, üstelik de sürekli başkalarını suçlayıp, hastayı kutsamaktaydılar. Onlar iyi biliyorlardı ki eleştiri ve yargı, insanları kendilerinden uzaklaştırmaktan başka işe yaramazdı. Muskacı, önündeki kâğıda itina ile Arapça bir şeyler yazıyordu. Bazen önündeki kitabın sayfalarını çevirip oralardan bakarak yazıyor, bazen de ezberinden yazıyordu. İki ayrı yarım A4 kâğıdını arkalı önlü doldurduktan sonra, onlara itina ile üçgen şekli verip babaya uzatır. Baba hemen telaşla muskayı almak için elini uzatır. Muskacı hocanın, parmakları arasında sıkıca kıstırdığı muskaları tutar ve çektirir. Fakat muskacı hoca, parmakları arasına sıkıca tuttuğu muskayı Zor İnsanlar
67
bırakmaz. Sanki beden dili ile bir şey demek istiyor gibidir. Baba kısa bir duraksamanın ardından, herhâlde “muskaya besmelesiz el sürülmez” demek isteyeceğini düşünerek içinden, dudaklarını şıpırdatarak besmele çeker. Babanın besmele çekmesinin ardından muskacı hoca, muskaları birden bırakır.
Muskacı: “Bu muskalardan, üzerinde çarpı işareti olanını, içi su dolu bir bardağa ıslatıp o sudan her gün bir yudum, su bitene kadar içeceksin. Su tamamen bitince de bu muskayı bir nehir veya güçlü, sürekli akan bir akarsuya atacaksın. Sakın nehre atmak yerine yakmak, toprağa gömmek gibi kolay yolları tercih etme, yoksa muskanın etkisi olmaz. Öbür muskayı da eve varınca, keçi derisinden bir parça bulup, içine koyup sıkıca dikip boynuna asacaksın. Bu muskayı da tam bir ay dolunca boynundan çıkarıp, ateşte yakıp, küllerini de önceki muskayı attığın nehre ya da güçlü ve sürekli akan akarsuya bırakacaksın. İyice bir daha belirteyim: Bu muskayı boynuna astığından itibaren muskayı asla çıkarma ve banyo yaparken dahi sakın çıkarma, boynundaki muska ile banyonu yap. Saati ve günü bir yere not edeceksin, tam olarak gün ve saati bir ayı doldurduğunda onu boynundan çıkarıp yakacaksın. Sakın hesapta bir kusur falan yapmayasın, yoksa muska tutmaz.” diye sıkı telkinlerde bulunur. Baba ve Hacer ebe de birçok sırlarını bildiği için muskacıya ermiş gözüyle bakıp, onun her dediğini, başlarını emme basma tulumba gibi sallayarak onaylıyorlardı. Muskacılar, falcılar hep böyledir. Üç beş kehanette bulunurlar, o kehanetlerin birkaçı da tutsa, karşısındaki hasta, bilemediği kehanetleri unutup bildiklerine odaklanır. Onu kâhin gözü ile görüp, onun her dilediğini yapmaya hazır hâle gelirdi. Ayrıca çevresine de ballandıra ballandıra anla68
Ayhan Arslan
Tır. Bu üfürükçülerin ünlenmesine katkıda bulunurlardı. Ayrıca cin çıkarma bahanesi ile tacizde bulunanlar, kurbanına şantaj yaparak yolunu bulanlar, din kisvesine bürünerek güvenli kişi imajı sergileyenler piyasada çokça vardı. En kötüsü de bunu İslamiyet’le özdeşleştirerek kendilerini bir nevi Allah’ın seçtiği veli olarak göstermeleri idi. Oysa biraz İslam’ı bilen birisi, İslam’la cincilerin pabucunun dama atıldığını veya büyük günah olduğunu bilirdi. Bu şeytanların tuzağına da genellikle cahil kesimler, dinini diyanetini bilmeyen sözde Müslümanlar
çokça
düşmekte
idi.
Bu
insanlar
zaten
Kur’an’dan, İslamiyetten haberdar olsalardı, böyle şeylere asla inanmazlardı. O kitabın içerisini gerçekten okumuş olsalardı, o kitabın, cincileri lanet bir şeytan olarak andığını öğrenirlerdi. Fakat
ne
yazık
ki
bizim
Müslümanlarımız,
Kur’an’ın
Arapçasının esrarına kendilerini kaptırmışlar, sadece bütün ömürlerini Kur’an’ın Arapçasını öğrenmekle geçirmekteler. Bu da o insanların, Kur’an’ın ne mesaj verdiğinden bihaber ömür geçirmelerine sebep olmaktan öte gitmemektedir. Oysa her milletin ferdi, kerameti Arapçada değil de o kitabın kendi dillerine çevrilmiş tercümesinde bulsa, böylece o kitabın insanlığa hangi öğütleri verdiğini bilirdi. Bir de şeytanın ordusuna hizmet eden dinci mürşitler var ki onlar da cahil insanlara söyle fısıldarlar: “Sakın ha sakın Kur’an’ın Türkçe mealini okumayın, çünkü o kitap, başka dillerde tam olarak açıklanamaz.” ya da “zinhar günahtır” gibi telkinlerle, insanların birçoklarını dinin özünden uzaklaştırırlar. Böylece insanlar, yabancı dil konuşan bir adamın ne söylediğini anlamadığı gibi Kur’an’ı Arap diliyle okuyup, onun gerçek öğütlerinden gafil olarak kutsal bir yazı okur gibi okurlar. Onu Arapça okumakla Zor İnsanlar
69
kendilerini koruyup kurtuluşa götüreceğine inanırlar. Tıpkı putperestlerin, birtakım putların kendilerini kurtuluşa erdireceğini düşünmeleri gibi… Bununla ilgili çeşitli Kur’an kursları açılır ve insanlarımız bu kurslarda Kur’an’ı Arapça okumayı öğrenir. Yanlış telaffuz olur diye de asla meal okumayı tavsiye etmezler. Böylece “dinî vecibeyi yerine getirdim. Kur’an’ı öğrendim” sanısına kapılarak vicdanını rahatlatırlar. Belki bir yere kadar doğru söylediklerini kabul edelim. Yani Kur’an’ın başka dillere çevirisi, o kitabın anlatmaya çalıştığı gerçeği tam olarak açıklayamaz diyelim. Anadili Türkçe olan bir insanla, Türkçeyi sonradan öğrenmiş bir yabancı da asla, Türkçeyi bir Türk gibi tam manasıyla doğru telaffuz edemeyebilir. Şimdi karşımızda iki insan olsun, birisi Türkçeyi çat pat, diğeri ise hiç bilmesin. Öz dili Türkçe olan birisi de bu insanlardan bilgi almaya çalışır olsun. Türkçeyi hiç bilmeyen insan konuşur ve karşısındaki Türk, onun söylediğinden bir kelime bile anlayamaz. Dolayısı ile dost mu düşman mı olduğundan, kendine küfür falan edip etmediğinden dahi emin olamaz. Böylece o yabancıya karşı içerisinde birçok soru işareti ve derin kaygılar belirir. Oysa Türkçeyi çat pat bilen, diğerini dinlediği zaman, her ne kadar kelimeleri tam telaffuz edemese de o insanın ne söylemeye çalıştığını, niyetinin iyi mi kötü mü olduğunu rahatlıkla anlar. Şimdi Allah bize, Kur’an’ı hiç anlamadığımız için mi yoksa eksik de olsa büyük çoğunluğunu anladığımız için mi mükâfat verir acaba? Apaydın bir gerçek varsa o da şudur: bütün ilahî kitaplar insana iyi ahlakı ve adaleti öğütler. Ayrıca bütün hak dinlerinin genel adı da İslam’dır. Hâl böyle iken, hiçbir ilahî dini kötülememek, eleştirmemek gerekir. İnsanlar adalet ve ahlakı nereden öğrenirse öğrensin doğrudur, haktır. Çünkü bunlar evrensel değerler70
Ayhan Arslan
dir. İyi ahlakı ve adaleti olanlar da gerçek kurtuluşa, gerçek mutluluğa erenler olacaktır. Arapçanın esrarına kapılan, dili Arapça olmayan Müslüman toplumların ezici çoğunluğu, Kur’an’ın emir ve yasaklarından gafil yaşamaktadır. İslam adına öğrendikleri ise kulaktan dolma, yalan yanlış uyduruk şeylerdir. Böylece büyücülüğün, üfürükçülüğün, devlet malını talan etmenin, Allah’ın yarattığı varlıkları suçsuz yere öldürmenin, yaratılan bütün varlıklara kusur isnat edip eleştirmenin, bir cana eziyet etmenin, yalan söylemenin, gıybet etmenin ve buna benzer birçok günah ve ahlaksızlığın, ya günah olduğundan haberi olmuyor ya da o günahları kafasına göre meşrulaştırmaya çalışıyor. Ey insanlık! Sizi öz dilinizle Kur’an okumaktan uzak tutmaya, sakındırmaya çalışan her türlü zihniyet, şeytanın ordusunun askerleridir.
Zor İnsanlar
71
GARİP ÖĞRENCİ…
Bir hafta sonra, ocak ayı ortaları sabah sekiz civarları idi. Ali için okul vakti idi. Evin içerisinde gümbür gümbür yanan teneke soba ve onun hemen arkasında anne, Ali’yi tokat ve çimdiklemeler eşliğinde okula hazırlamaya çalışıyordu. Anne:
“Şu yakayı kim yaptıysa Allah canını alsın, iki saattir onu takmaya çalışıyorum.” diye bir yandan avaz avaz sağa sola beddualar okuyordu. Bir yandan da tokatlardan dolayı yüzü kıpkırmızı olmuş Ali’ye çimdik veya tokat atmaya devam ediyordu. Anne veya babanın favori iletişim araçları genellikle kaba kuvvet ve şiddet idi. Bu şiddetten en fazla da Ali nasibini almaktaydı. Ailenin âdeta stres topu gibiydi. Ailesi ve sosyal çevresi tarafından aşırı derecede dışlanmasının tek nedeni de çirkin ve sevimsiz olması idi. Sanki çirkinliği onun suçuymuş gibi o çirkin suratı kendisi yaratmış gibi cezalandırıyorlardı. Sanki yüz karası suç işleyip de hapse girip çıkmış birisini dışlar gibi dışlıyorlardı. İnsanlar onu âdeta cezalandırıyordu. Yabancıların tavrı biraz yenilir yutulur bir şeydi ama bu konuda öz anne ve babanın hoyratça hareketleri hazmedilecek şeyler değildi. Üzerinde siyah önlüğü, bacağında yeşil, anne dikimi komik ve alay konusu olan lastikli donuyla Ali’ye, düğme deliği çok dar olduğu için zor takılan ve bu uğurda her defasında 72
Ayhan Arslan
annenin gazabına uğradığı plastik beyaz yakalık nihayet takılmıştı. Dışarısı soğuk olduğu için de ayrıca üzerine, rengi solmuş lacivert gocuk giydirmişti. Kapüşonu da boynuna sıkıca sarılmıştı. Korkudan, ağlamaktan ve soğuktan olsa gerek, burnunun sümüğü hiç durmadan akıyor ve babanın da gazabını almamak için sümüğünü kısa ve mümkün mertebe sessizce içine çekiyordu. Zira baba özellikle sümük çekmek, hastalık, olumsuzluk, öksürmek gibi şeylere çok kızardı. Onun yanında hırıltılı nefes alıp vermek dahi onun küplere binmesine yeterdi. Nihayet aile işkencesinden kurtulan Ali, okul yoluna çıkar ve derin bir nefes alır. İkide bir üst dudaklarına kadar akan sümüğünü doya doya çeker. Özgürce nefes almak, sümüğünü çekmek, öksürmek dahi onun için büyük bir rahatlama idi. Tabii ki mahpusta yatan kimsenin sıkıntılarını, dışarıdaki özgürler bilmezdi. Eli, ayağı veya herhangi bir uzuv eksikliği olan kimsenin sıkıntılarını, eksiksiz kimseler asla bilemezdi. Kuru poyraz aylardır esiyor ve şiddetinden bir şeyler kaybetmeden hâlâ esmeye devam ediyordu. Yol kenarlarındaki su karıklarından akan sular ve tekneleri buz tutmuş köy çeşmesinin oluğundan akan sular da etrafında sivri sivri sarkıtlıklar oluşturmuştu. Okula giden çocuklar, çeşme ve kanallardaki akarsuların oluşturduğu havuç şeklindeki o sarkıtları koparıp kemirmekten çok zevk alırlardı. Çocuklar, buz tutmuş su kanallarını çiğneyerek suyun çağlayan yaptığı şarlaklarda buz sarkıtı arayıp, buldukları sarkıtları, soğuk havaya aldırmadan çatır çutur yiyorlardı. Ali, çocukların neşe ile oynaşmalarını, buz sarkıtları yemelerini, deli danalar gibi sağa sola koşuşturmalarını gıpta ile izliyordu. O öyle neşe kıvılcımları atamaz, gülüp eğlenemezdi. Çünkü ailesi ve toplum, onu yüreğinden yaralamış, onu bir Zor İnsanlar
73
pislik gibi kenara atmışlardı. Gülmek, eğlenmek, çocukluğu doyasıya yaşamak ona haram edilmişti. Her ne kadar, kısa süreliğine hoyrat ailesinden kurtulup özgür kalsa da sadece bedeni ayrı kalıyordu. Ruhu ise hep o hoyratın içinde yaşıyor ve bu yüzden, sokaklarda bedeni yürürken ruhu her zaman aile şiddeti ve geçimsizlikleri ile meşgul oluyordu. Ders kafasına girmiyordu, çünkü o küçük beyni hep ailesinin hoyrat davranışları ile bocalayıp durmakta idi. Bir kimsenin elinde bir yara varken hep o yarayı düşünüp onu sakınması gibi bir şeydi bu… Oysa eli sağlam birisinin, âdeta elinin varlığından bile haberi yoktur. Ali’nin de yüreği yaralı idi ve o yara, onun içindeki neşe kıvılcımlarını söndürmekte ve de sonsuza dek de söndürecekti. Çünkü yürek yarası, asla iyileşmeyen yaralardandı. Asla sönmeyen güneş ışıkları gibi idi. Güneşin yakıcı ışıklarından korunmak için, girecek bir delik bulunurdu, önüne gerilecek bir perde bulunurdu. Fakat o güneş asla yok gibi farz edilemez, asla insanlar onu hayatından söküp atamazdı. Okul bahçesi, soğuk havaya rağmen, öğrencilerin cıvıltıları ile çınlıyordu. Ali, okul bahçesinin poyraza kuytu bir yerine oturmuş onları izliyor. Top oynayanlar, kovalamaca oynayanlar, çizgi üzerinde taş sürükleyen kız öğrenciler, çelik çomak oynayan erkek öğrenciler, hepsi de ayrı ayrı grup kurmuşlar, neşe ile koşuşturup durmakta idiler. Ali, yaralı bir kuş misali bir köşede hep onları izlerdi. Çünkü o, normal bir insan değil, başka bir dünyadan gelmiş bir yaratık gibi görülmekte ve hissettirilmekte idi. O çirkindi, çocuklar onu oyunlarına almazlardı. O çirkindi; ailesi onu kucağına almazdı. O çirkindi; herkes ona, bir pisliğe bakar gibi bakardı. O çirkindi; kimse ona değer vermez ve sürekli olarak aşağılayıcı söz ve ithamlarla sataşırlardı. 74
Ayhan Arslan
Bir süre sonra, üzeri çatılı, üçü de ayrı ayrı ev gibi yapılmış, pencereleri gri ahşaptan, duvarları açık sarı serpme ile kaplı sınıfların arasındaki, üzeri saçakla örtülü koridorda bir öğrenci, bir aşağıya bir yukarıya koşarak elindeki çan şeklinde zili sallamaya başlar. Zilin çaldığını duyan öğrenciler karıncalar gibi itişe kakışa sınıflara doluşurlar. O zili çalmak, çocuklar arasında büyük bir idealdi. Öğretmen o zili, seçkin ve çalışkan öğrencilere çaldırırdı. Ali’nin tabii olarak her zil çalınışında, o zili çalamamasının, hatta dokunamamasının verdiği eziklikle içine bir burukluk çökerdi. Herkes sınıflara girmiş, henüz öğretmenler sınıfa girmediği için çocukların cıvıltıları sınıfın içini çınlatıyordu. Sınıftaki her tarafı ahşap, boyasız ve çivileri deforme olmuş, yaylanıp gıcırdayan sıraların, zaman aşımından rengi grileşmiş ve üzerlerinde çakı ile kazınmış isimler, çeşitli şekil ve işaretler vardı. Karşıda bir karatahta, onun hemen yanı başında, üzeri mavi örtü ile örtülmüş öğretmen masası ve ahşaptan sandalye vardı. Kapının yanında teneke soba gümbür gümbür yanıyor, kapının arkasında, getirilmesi mecburi olan çeşitli cins ve ebatlarda odunlar yığılıydı. Bir nöbetçi, sabahtan odun yığınlarının yanında bekler ve odun getirmeyenleri bir kâğıda yazar, öğretmene verirdi. Öğretmen de o öğrencilere gerek dayak gerekse yarın iki odun getirme cezası verirdi. Bir süre sonra kapıda bir öğrenci, “öğretmen geliyor” diyerek sınıfa bildirir. Birden cıvıldaşmalar, yerini derin bir sessizliğe bırakır. Herkes, önüne kitaplarını açmış, kitap okur gibi yapar. Zira öğretmen, konuşanları cetvelle döverdi. Öğretmen kapıyı tıkırdatarak açar. Üzerinde mavi takım elbise olan, tombulca, saçları yana taralı Salih Öğretmen’i görünce herkes, bir asker misali ayağa kalkıp esas duruşa geçer. Zor İnsanlar
75
Öğretmen: “Oturun çocuklar.” der ve masaya oturup çantasından birtakım kitap ve defter gibi şeyler çıkartarak masanın üzerine bırakır. “Kim kitap okumak ister?” diye sorar. Sınıftaki öğrenciler hep birlikte, birçoğu ayağa fırlayarak parmak kaldırırlar ve “öğretmenim ben” diyen diyene bağrışırlar. Bir kişi, parmak kaldırmadan, başı önde, garip garip durmakta idi. O da tabii olarak Ali idi. Kitap okumayı sevmeyen çocuklar, öğretmen tarafından ayıplanır veya kırık not verilirdi. Bu yüzden herkes kitap okumaya büyük istekli gibi gözükerek parmaklarını göklere çıkartırdı. Ali ise hiçbir etkinliğe, kolay veya zor olsun katılmazdı. Çünkü onun içindeki neşe kandillerinin ışığı sönüktü. Bu ışığı en başta ailesi ve sonra da sosyal çevresi sürekli söndürmekle meşguldüler. O karanlık âlemi, ona sürekli korku da empoze ediyordu. “Ya kitabı okuyamazsam, şaşırırsam, herkes bana gülerse veya öğretmen döverse...” diye çeşitli korkulara kapılıyordu. Öğretmen, kaldırılan parmakların şevkinden rahatlar. “Çarpım tablosunu beşlere kadar kim okuyabilir?” der. Bu kez parmakların şevki kırılır fakat yine de sınıfın yarısı parmaklarını kaldırır. Öğretmen, öğrencilerin bilgilerini ve neyi iyi öğrenip neyi az öğrendiklerini kontrol ediyordu. Sorular ve parmak kaldırmalar devam eder. Öğretmen tahtaya, biraz büyük sayılı bir toplama işlemi yazar. Sınıfa dönerek: “Bunu kim çözebilir?” diye sorar. “Eğer bunu kim çözerse okulun zilini bir hafta o çalacak.” der ve ölüm sessizliğine bürünmüş sınıfa dönerek parmak aramaya başlar. Fakat kimseden parmak kalkmaz. Ali, oturduğu arka sıradan “zil” lafını duyunca yüreğine bir umut kıvılcımı dolar. Tahtadaki soruyu inceler, yapabileceğini düşünür. Ama bir sorun vardı. 76
Ayhan Arslan
hiçbir zaman kaldıramadığı parmağını yukarıya nasıl kaldıracaktı? Bir yandan da zil çalma ödülü, onun yüreğine tatlı bir heyecan veriyordu. “Ama ya tahtaya çıkınca şaşırırsam, o soruyu yapamazsam, ya öğretmen döverse veya zayıf not verirse, ya tahtaya çıkınca çirkinliğim yüzünden gülüp alay ederlerse veya yine o aşağılayıcı lakapları söylerlerse...” diye ve daha başka vesveseler aklını kurcalayıp durur. Böylelikle, parmak kaldırmaktan vazgeçer ve zil çalma hevesini kalbine gömer. Bütün bu Ali’yi değersizleştirme hareketleri, onda özgüven diye bir şey bırakmamış. Onun yerine birçok kaygı ordusu getirmişti. Hep utanca boğulmuş, değersiz görülmüş ve dolayısı ile ileri derecede özgüveni elinden alınmış, gasbedilmiş, sosyal yaşantısı elinden alınmış, çocukluğu çalınmış bir insanın kayıplarını hangi bedel ödeyebilirdi? Bunun ileride maddi veya manevi bir telafisi olamazdı. Helalliği olamazdı. Çünkü helalleşme, hakkın geri iadesi veya tatminkâr karşılığının verilmesi ile olabilirdi. Oysa Ali’nin çocukluk yılları çalınmıştı. O kaybolan özlemleri hangi bedel geri getirebilirdi ki… Maddi olan şeyler belki bir şekilde telafi edilebilirdi. Fakat zamanla alakalı olan manevi ihlaller asla telafi edilemezdi. Gelecekte Ali’nin anne veya babası, Ali’den helallik dileseler, “senin çocukluk yıllarında sana çok acı çektirdik, senin çocukluğunu elinden aldık, bütün malımız mülkümüz senin olsun, bizi affet. ” deseler, o hak ihlalini karşılayabilirler mi? Onun hayatını bir video kaseti gibi geriye sardırıp, o yaşanmamış çocukluk özlemlerini geri verebilirler mi? O derin acıları ve sıkıntılarla geçen yılları unutturabilirler mi? Boynu bükük olarak, oynayamadığı o oyunları oynatabilirler miydi?
Zor İnsanlar
77
SOKAKLARIN ŞEFKATİ…
Bir ay sonra şubat ayı ortaları idi. Bir türlü bitip tükenme-
yen rüzgâr, ortalığı yine kasıp kavuruyordu. Genellikle her sene ocak ayı ve şubat ayları, sert esen rüzgârlarla geçerdi. Evin önünden geçen su kanalından akan sular buz
tutmuştu. Su kanalının üzerine moloz taşlarla yapılmış olan, sınır askerlerinin nöbetçi mevzisi gibi derme çatma, üzeri açık tuvalette Ali, tuvaletini yapıyor. Bir yandan da taşların aralıklarından etrafı, mevzideki askerin gözetleme yapışı gibi gözetliyordu. Baba ise, elindeki namlusu paslı, kundağının boyası dökülmüş olan tek kırma tüfekle, bahçenin içinde cıvıldaşıp duran sığırcık kuşlarının peşinden koşturup durmakta idi. Anne, evin önünde kazanı yakmış, sıcak su kaynayan kazanın yanında tokuçla, “tap tap” diye, çamaşırları döverek yıkıyordu. Musa ise her zamanki gibi, annesinin yanından hiç ayrılmıyor, onun çevresinde, tavuğun civcivi gibi dönüp duruyordu. Ali, çevresini bir tilki gibi kolaçan ettikten sonra yavaş yavaş, karaltılı ve kuytu köşelerden, saklana saklana, duvar arkalarından eğile büzüle, anne babasının vermediği sevgi, özgürlük, değerlilik duygusunu aramak için, bedeli ne olursa olsun sokaklara kaçıyordu. Çünkü duygusal açlık çekiyordu. Duygularını bir an için doyurması gerekiyordu. Arzulara gem vurulmuyordu. O bir çocuktu. Sokaklarda oyun oynamak, yaramazlık yapmak, düşmek, üzerini kirletmek, onun 78
Ayhan Arslan
en doğal hakkıydı. Bu haklarını her ne kadar anne ve baba elinden almaya çalışsa da içindeki dürtüler ona, bedeli ne olursa olsun prangalarından kurtulmayı emrediyordu. Ailesi tarafından duygusuz bir hayvan muamelesine maruz kalan Ali’nin, ailesi farkında olmasa da o çirkin, sevimsiz kel kafasının içinde, açlığını yoğun bir şekilde hissettiği tatmin edilmemiş duyguları vardı. Özlemleri vardı. Nasıl ki insan veya canlı varlıkların, midesi boşalınca açlık duygusu açığa çıkar, duygular karşılanmayınca da depresyon illeti açığa çıkar... İnsan depresyonla tanıştığı zaman ise, patlamaya hazır bomba gibi, bendini aşan su gibi, kafesinden kaçmış aslan gibi, ne tür bir tahribat vereceği meçhuldür. Soğuk poyraz fırtınası, acı ve dondurucu etkisini derinden hissettiriyor, buna rağmen çocuklar, evlerinde durmuyor sokaklarda oyun oynuyorlardı. Böyle bir günde, köyün geniş meydanlığındaki çocuk cıvıltıları, bağrışmaları, kavga sesleri, ıslık çalarak şiddetli esen rüzgârı bile bastırıyordu. Köy meydanının sınır çevresinde dört adet moloz taş yapı; damı toprak, yanında veya önüne yapılmış ağıl veya ahır olan tipik köy evleri vardı. Köy meydanının batı cephesinde; ön cephesi düzme taş, arka cepheleri moloz taşlarla yapılmış cami vardı. Giriş kapısı ağaç ve yeşil renge boyalı idi. Onun hemen yanı başında; haşmetli dallarıyla gökyüzünü kucaklayan ulu çınar ağacı bulunmaktaydı. Bu çınar ağacının altı, köy halkı ve çocukların, yazın kavurucu sıcaklarından korundukları, eğlendikleri, kısa şekerlemeler yaptıkları, yeşil çimenlikli, tek sosyalleşme mekânı idi. Tabii olarak ulu çınar ağacı, kış uykusuna dalmış, yapraksız beyaz dalları açığa çıkmıştı. Yazın o renkli cıvıltıZor İnsanlar
79
sından eser yoktu. Altında, rüzgârın, kuru gazellerini kuytu, çukur yerlere savurup birikinti yaptığı yığın demetleri göze çarpıyordu. Caminin hemen ön cephesinde köy çeşmesi vardı. Beton yüksekliği iki metreyi bulan, üst çevresi elli altmış santimetre çıkıntılı beton saçağı olan çeşmenin önünde üç adet, peş peşe sıralı, hayvanların su içmesi için yapılmış, yüzeyleri buz tutmuş su tekneleri vardı. Çocuklar, caminin karşı cephesine düşen moloz taş duvarlı, üstü toprak olan köy evinin rüzgâra kuytu, güneş alan bölümünde itişe kakışa oynuyorlardı. İki çocuk, ütmesine (almacasına) bilye oyunu oynuyor, çevresindekiler de yoğun tezahüratlar eşliğinde oyunu heyecanla takip ediyorlardı. Ütmesine bilye oyunu tam kritik aşamasındaydı. Zira yerde birbirine çarptırarak, birbirlerinin bilyesini, ortaya kazılmış çukura düşürmeye çalışıyorlardı. Çukura kimin bilyesi düşerse o kaybedecek ve kazanana bir bilye vermek zorunda kalacaktı. Çocukların çok sevdiği bu oyun oldukça heyecanlı geçerdi. Oyuna daldıkları zaman ne etrafı kasıp kavuran soğukla ilgilenirler, ne soğuktan çatlamış ellerine ne de kıpkırmızı olmuş yüz ve kulaklarına aldırış ederlerdi. Çünkü sonunda kazanmak ve kaybetmek vardı. Kazanan, sevinçten göklere fırlayacak, kaybeden de yerin dibine girecekti. Bu oyun, oyuncuları heyecanlandırdığı gibi seyircileri de oldukça heyecanlandırmakta idi. Çünkü insanlar, kaybeden ve kazananı izlemeye bayılırlardı. Oyunun tam heyecanlı yerinde, evin yan tarafından, çobanı ile dört adet inek, çeşmeye sulanmaya gidiyorlardı. Çocuklar inekleri görünce bilyelerini ortada bırakarak 80
Ayhan Arslan
kenarlara kaçışırlar. En arkadaki inek, tam bilye oyun alanını geçmek üzereydi ki başladı “pat pat” diye kakasını yapmaya. Herkes, ineğin poposundan yere “şap şap” düşen, üzerinden dumanlar çıkan, yeşil, cıvık tezekleri, ağızları açık izliyordu. Taze tezeklerin iki parçası da çocukların bilye çukuru ve çukurun yakın çevresinde bulunan bilyelerin üzerine düşerek bilyeleri ve bilye çukurunu görünmez hâle getirir. Çocuklar, şaşkınlık içinde, bilyelerinin üzerine düşen cıvık tezeklerin etrafında çaresizce dönüp, çare arama telaşıyla homurdanıp duruyorlardı. Kimisi eline aldığı değnek parçasıyla taze tezeği karıştırıp içindeki bilyeyi bulmaya çalışıyordu. Ne çare ki bütün çabalar boşuna idi. Bilye bir türlü bulunamıyordu. Gözler, duvarın bir köşesinde, kapüşonlu yeşil ceketinin şapkasını kel kafasına geçirmiş, soğuktan donmuş gibi duran, çirkinliği yüzünden ilgi göstermedikleri, oyuna almadıkları, çirkinliğini ima eden lakap ve incitici sözlerle dışlayıp aşağılayarak bir kenara ittikleri utanca boğulmuş Ali’ye çevrilir. Ailesi ve çevresi tarafından dışlanmış, aşağılanmış Ali’nin ise; ruhunda yoğun derecede eksikliğini hissettiği, sahte de olsa değerlilik vitaminine, biraz onura, biraz şerefe ihtiyacı vardı. Ve onlar olmadan yaşamak, havası inmiş bir balona benzerdi. Her insan elbette değerli olmayı, çevrenin övgüsünü almayı arzular. Bazı insanlar, bu değerlilik vitamininin önemini pek kavrayamazlar, çünkü bu insanların az ya da çok, diğer insanlar tarafından, değerli oldukları ima edilir. Fakat Ali gibileri ise; değersizlik batağına çakıldıklarından, ömürlerini ve bütün enerjilerini o bataktan çıkmak için harcarlar... Zor İnsanlar
81
Ali, kimsenin, cesareti, midesi ve kibrinin yapmaya el vermediği sıra dışı işleri yaparak değerlilik duygusunu beslemeye çalışmasıyla ünlü biri idi. Ne yapsın işte fukaracağız, antipatik insanlar tarafından değersiz bir eşya gibi değersizlik bataklığına atılmış ve o bataklıktan kurtulabilmek için, kendisine atılan bir yudum değerlilik ipine tutunmaya çalışıyordu. Bu bağlamda; yapamayacağı cambazlık, midesine dolduramayacağı şey, altından kalkamayacağı iş yoktu. Yeter ki insanlar kendinden biraz övgüyle söz etsinler. Kısa süre sonra, Ali’nin etrafını çocuk kalabalığı sarmıştı. Koca kafalı, sırtlan dişli, iri ela gözlü, sarı benizli, birbirine dolaşmış sarı saçlı, elleri kirden koşmar derisi gibi siyahlaşmış ve pütür pütür olmuş Yavuz: “Ali’m! Ali’m, canım Ali’m! midesi taş, cesareti ok Ali’m, ne varsa sende var, senin başaramayacağın iş yoktur. Bizim bilyelerimizi şu sığır kakasından ancak sen kurtarabilirsin. En büyük Ali!” diyerek Ali’ye tezahürata başlayınca, çevresindekiler de ona eşlik eder. Bir müddet tezahürat yapan çocukların tezahüratına Ali daha fazla dayanamaz. İçine yoğun şekilde dolan değerlilik vitamininin etkisi ile zıpkın gibi ayağa fırlar. Artık kendini başbakan kadar değerli hissediyordu. Çocukların verdiği bu değere layık olmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Bu, mecazi anlatımla şuna benziyordu; yağsız bir makine nasıl sağlıklı işlemezse, yağsız bir insan da öyleydi. “Çekilin bakayım kenara, kaç saattir bir bilyeyi bulamadınız be…” diye, etrafına lider pozu veren Ali, kalabalığı bir bıçak gibi yarar ve taze, pis pis kokan tezeğin yanına varıp, göğsünü gererek etrafına şöyle bir göz gezdirir. Herkes onu, aptal bir lideri izler gibi izliyordu. Biraz önce bir köşede unu82
Ayhan Arslan
tulmuş, havası inmiş balon o değildi de sanki gökten zembille inmiş bir uzaylı gibiydi. Aşağılanmadan, dışlanmadan, ötekileştirilmeden yaşamak… İnsana değerli olduğunun, sevilip sayıldığının hissettirilmesi ne de güzel bir duygu idi. Değer verilen bir insan için, yaşamak ne kadar da eğlenceli ve de güzeldi. Bataklığa saplanmış bir kuşun balçıktan kurtulup tekrar özgürce kanat çırpması ne de güzeldi. Bedenin vitamin ihtiyacı besinlerle karşılanır, ruhun ise; onur, şeref, değer verilmek ile karşılanabilirdi. Bu, insanın doğal, vazgeçilmez bir ihtiyacı olmasına karşın, bunun da her şeyde olduğu gibi birtakım ölçüleri, dengeleri vardır. Eğer ölçü az ve yetersiz olursa insan, Ali gibi kendini değersizlik çukurunda bocalar bulur. Ölçü çok olursa da insan, hayvani bencillik âleminde yaşar. Tıpkı anne ve babada olduğu gibi… Ali, çöplerle didiklenmiş iğrenç kokan taze, çiçeği burnunda inek tezeğinin önünde çömelerek, yeşil ceketinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp, küçük çöp gibi parmaklı ellerini tezeğin içine sokarak karıştırmaya, mıncıklamaya başlar. Tezeğin sıcaklığı hâlen içindeydi. O sıcaklık, üşümüş elini biraz ısıtmıştı. Kısa süre sonunda bilyeyi bulur, az ilerideki çeşmede elini ve bilyeleri yıkayarak Yavuz’a uzatır. Yavuz, bilyeleri aldıktan sonra: “Helal olsun sana be! Benim ampul kafalım!” diye, Ali ile işinin bitmesinden dolayı, yine o alaycı, aşağılayıcı hâline geri döner. Kalabalığın arasına karışır. Ali’de, biraz önce almış olduğu bir yudum değerlilik enerjisi deşarj olmuştur. Büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak yine köşesine, havası inmiş bir balon gibi çekilerek, çocukların oynaşmalarını, hüzünlü ve kırgın gözlerle uzaktan izlemeye başlar. Aşağılık batağına saplanmamış, utanca boğulmamış, aile baskısı ve Zor İnsanlar
83
şiddeti görmemiş çocuklar; deli taylar gibi köy meydanında eşip cirit atarken, Ali karalar bağlı iç âlemine takılıp kalıyordu. Öbür çocuklar gibi bir türlü neşelenip eşemez, gülüp eğlenemezdi. Çünkü o çocukların, evde, dayak atmak için bekleyen hoyrat anne ve babaları yoktu. Bir süre sonra bilye oyununu bitiren çocuklar, yabani atlar gibi sağda solda koşuşturmaya başlarlar. Yeni bir oyun bulmak için aralarında tartışıp müzakere ederler. Ne söylense herhangi bir oyunda mutabık kalamazlar ve Ali’nin çevresinde düven beygiri gibi dönmeye başlarlar. Ali’yi yakın takipte izlemeye başlarlar. Birisi, başındaki şapkasını indirerek, usturaya vurulmuş kel kafasını ortaya çıkartır. Çocuklar hep bir ağızdan gülüşerek: “Kabak gafa!” “Ampul gafa!” “Üçgen prizma!” “Armut gafa!” “Fare suratlı!” gibi, her bir ağızdan farklı, aşağılayıcı lakapları bağıra bağıra söyleyerek Ali’yi eğlence aracına dönüştürürler. Ali’nin, bu azgın çocuklarla başa çıkacak maddi ve manevi gücü yoktu. Başına şapkasını tekrar takıp, korkup pusmuş bir tavuk gibi elleriyle de tutarak, şapkasının tekrardan çıkarılmasına engel olmaya çalışıyordu. Ali’nin kel başı, mevcut kelliğine kellik ekliyordu. O saçsız kel hâli, Ali’ye; bütün elbiseleri çıkartılıp, çırılçıplak insanların içinde dolaştırılmış bir insanın utancı gibi utanç verici bir şeydi. Bedenin ayıplarını nasıl elbise kapatırsa, başın ayıbını da saç kapatıyordu. Haylaz çocuğun birisi, Ali’nin arkasına geçerek elleriyle sıkıca tuttuğu, ceketine çıtçıtla tutturulmuş şapkasını ani ve hızlı bir hareketle çekip çıkartır. Top atar gibi başka bir 84
Ayhan Arslan
çocuğa atar. Yine kel başı parlayan Ali’yi gören çocuklar gülüşmeye, alay etmeye başlarlar. “Kabak gafa!” “Üçgen prizma!” “Fare surat!” “Ampul gafa!” “Armut gafa!” Utanç ve öfke karışımı bir duygu ile ne yapacağını şaşıran Ali, çaresizlik içinde, çocukların, top gibi birbirlerine atıp kaçırdıkları şapkasını yakalamaya çabalar, bir yandan da ağlayıp bağırarak: “Verin şapkamı leen!” diye feryat figan etse de boşuna, çocuklar eğleniyorlardı. Kendilerine eğlenceli bir oyun daha bulmuşlardı. Bir o yana bir bu yana, sanki yakan top oynuyorlardı. İyice öfkelenen Ali’nin kel kafası ve yanakları al al kızarmıştı. Bir süre koşuşturmanın ardından; Ali, yumurta büyüklüğündeki bir taşı yerden almasıyla rastgele fırlatması bir olur. Taş gidip Yavuz’un kafasına çarpar. Yavuz: “Anam! Kafam! Kafam gitti!” diye hüngür hüngür ağlayarak ortalığı birbirine katıyordu. Eliyle, taş tutan alnını bastırıyordu. Bastırmasına rağmen kan siyekleri, alın ve yüzünden siyerek yerlere damlıyordu. Yavuz avaz avaz bağırıyordu, etraftaki çocuklar ve bazı köylüler de akın akın, başı yarılan Yavuz’un başına toplanmaya başlamışlardı. Şapkalı, şalvarlı, ayağındaki lastik ayakkabıları ahırdaki terslerle bulanmış, elli yaş civarındaki Mehmet Amca: “Ne oldu Yavuz, başına ne oldu?” diye sorarak, telaşla merakını gidermeye çalışır. Zor İnsanlar
85
Yavuz: “Ali kafama taş vurdu!” diyerek cevap verir ve avaz avaz ağlar. Mehmet Amca: “Ali mi? Ulan insan kel Ali’ye kafasını yardırır mı? Çocuk püf desen yere düşer.” “Ne bileyim işte her şey aniden oldu! Of! Kafam! Kafam çok acıyor!” diye ağlaya ağlaya cevap veren Yavuz’un, başını tuttuğu eli, yüzü, elbisesi sanki kızıla boyanmış gibi bir anda kan lekeleriyle dolmuştu. Mehmet Amca: “Nerede o ampul kafalı Ali bakayım, getirin onu da jandarmaya teslim edelim.” diyerek, Ali’yi gözleri ile aramaya koyulur. Ardından bir anda, Yavuz’a yoğunlaşmış bütün gözler, Ali’yi aramak için çevreyi tarar. Ali duvarın önünde, başı önde, uğruna kan akıttığı şapkasını elleriyle sıkıca kavramış, korkan ve endişeli gözlerle geriden geriye olanları izliyordu. Bir anda bütün gözlerin kendisine çevrildiğini gören ve jandarma lafını duyan Ali’nin korkuyla kısılmış gözbebekleri aniden genişle. Kalp atışları hızlanır, korkmuş ve uçmaya hazırlanmış bir kuş misali hazır duruma gelir. Kalabalık: “Aha! Burada!” diye hep bir ağızdan, yitik bir şey bulmuş gibi bağrışırlar. Olayları zaten korku ve endişe içerisinde izleyen Ali, kendisine yönelen kalabalığı görünce; bir kuş misali uçarcasına koşmaya başlar. Yıldırım hızıyla koşan Ali’nin ardından: “Tutun len! Kaçıyor!” diye bağrışmalar ve kaynaşmalar olsa da boşt. Atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Ali bir kuş misali caminin bahçe duvarındaki köşeyi dönüp, çoktan uzaklaşıp gözden kaybolmuştu. 86
Ayhan Arslan
Ali, yaklaşık bir yarım saat kadar, gözde saklanma yeri olan buğday sandığına saklandıktan sonra, iki evin arasındaki dar geçitten, kalabalık ayak sesleri evin önüne gelip durur.
“Gülsen! Gülsen!” diye yüksek ve kızgın bir ses tonuyla bağıran kadın, Yavuz’un annesi idi. Bir süre sonra; telaşla açılan dış kapı sesinin ardından anne, kapıda gözükür. “Ne oldu Ayşe Aba, hayırdır?” der ve yanındaki kalabalığa da meraklı gözlerle bakar. Şaşkınlık ve meraktan iri siyah gözleri daha da bir irileşerek ceviz büyüklüğünü almıştı. Ellili yaşlardaki Ayşe Aba’nın başında, yeşil tonları ağırlıkta olan bir poşu vardı. İki altta, üç üstteki gedik ve iri dişleri, koca ağzı, koca burnu, kırpık gözleri, kırışık alnı ve kemikli yüzü, ona vahşi bir görünüm veriyordu. Üzerindeki siyah pardösü ve diz altından gözüken sarıyeşil çiçek desenli şalvar, ayağındaki yeşil, delikli naylon ayakkabı ise, onun tipik bir köylü olduğunu yansıtıyordu. Ayşe Aba: “Senin kel kafalı oğlun nerede?” der. Anne: “Valla bilmem ki buralardaydı. Ne yapmış ki?” diye sorar ve meraklı siyah iri gözlerini Ayşe Aba’nın ağzına diker. Ayşe Aba: “Senin kel oğlun, benim Yavuz’un kafasını yarmış, kafasından harıl harıl kan akıyor. Çocuğunuza ya sahip çıkın ya bana verin jandarmaya teslim edeyim.” der. Anne: “O nasıl laf Ayşe Aba, bizden çok çocuğuna kim sahip çıkar ki? Bağlı hayvan gibi evden dışarıya çıkartmayız. Ama yine de bazen ipini koparıp sokağa kaçıyor. Sen merak etme, onu saklandığı delikten çıkartıp cezasını veririz.” der ve kapıyı kapatarak içeriye girer. Ardından, meraklı kalabalığın ayak Zor İnsanlar
87
sesleri dar geçitten geçip uzaklaşarak duyulmaz olur. Yeter ki bir patırtı gürültü olsun, bu meraklı kalabalığın, haber muhabirleri gibi olay yerine akın etmeleri, en iyi yaptıkları, en çok sevdikleri şeydi. Bu insanların, böyle olayları izlerken, içlerinde en ufak bir empati belirmezdi. Onlar böyle olayları boş gözlerle sinema filmi izler gibi izlerler ve ertesi günlerde de neşe içerisinde birbirlerine anlatıp bütün köye yayarlardı. Bunlar için önemli olan, bir araya gelince, ona buna ballandıra ballandıra anlatacakları bir hikâyelerinin olması idi. Cemaat içinde öyle boş boş durmak onların harcı değildi. Onlara eğlence lazımdı. Onu da onun bunun aleyhinde dedikodu yaparak karşılarlardı. Ali diğer çocuklardan oldukça farklıydı. Toplum da elbette faklı olanları bir şekilde dışlıyor, oyunlarına katmıyor, yanlarına dahi yaklaştırmıyordu. Toplumun ezici bir çoğunluğu; kör, topal, yetim, öksüz, sağır, yaşlı, fakir, miskin, zenci, kızılderili gibi insanları nasıl yadırgıyorlarsa, Ali’nin çirkinliğini de öyle yadırgıyorlardı. Bu insanlar, güzel ve sağlıklı şeyleri sevip onlara kucaklarını açıyorlardı. Çirkinlere, yaşlılara, zayıf biçarelere aşağılık bir pislik gibi muamele ediyorlardı. Onlardan, leş kokusundan kaçınır gibi kaçıyorlardı. Oysa bu insanlar bir de “Elhamdülillah Müslüman’ım” derler. Namaz kılıp oruç tutarlar, hacca giderler. Zaten İslamiyeti, öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanımış olsalardı; Allah’ın yarattıklarını eleştirmenin, yaşlılara, yetimlere ve düşkünlere merhametsiz davranmanın, aşağılamanın, onlara eziyet etmenin büyük günah olduğunu algılarlardı. Özellikle cahil, mektep medrese görmemiş, dar ufuklu, an88
Ayhan Arslan
tipatik, hoyrat bir topluluk olan köylerde; çirkinlerin, yetimlerin, yaşlıların, bedensel ve ruhsal engellilerin yeri yoktu. Onlar, hep başları önde, bir köşede ezgin büzgün yaşamak zorundadırlar. Bu antipatik insanlar, Allah’ın öyle takdir edip yarattığı; eksiklik, fazlalık, çirkinlik, kusur isnat ederek beğenmedikleri bu canlıların, acaba bir tırnağını yaratmaya kadir miydiler? Bu gafil insanlara, yarın öbür âlemde; “eksiklik isnat
ettiklerinin
“kusurlarını
düzelt”
dense
acaba
ne
diyeceklerdir? Aslında o gafil insanların, “hastır leen, ne öbür dünyası, bu dünyadan başka dünya yok. Ye, iç, zevkine, eğlencene bak” dedikleri de duyuluyor gibiydi sanki. Çünkü bu insanlarda Allah inancı ve hesap günü inancı yoktu. Ne yazık ki Allah, şeytanı, insandan üstün olduğunu iddia ediği için cennetten kovmuş ve sonra ona uyan Hz. Âdem ve Hz. Havva Validemiz de şeytanın tuzağına yakalandıkları için onları da cennetten çıkarmış. Onlara, artık cennetin anahtarının, şeytanın tuzağına yakalanmadan geçirilen bir dünya hayatı ile mümkün olabileceğini vahyetmiştir. Allah bu yüzden, yeryüzünde insanların arasına şeytanı musallat etmiştir. Eğer o şeytan, zamanında üstünlük iddiasıyla Allah’a kafa tutmamış olsaydı ve de Hz Âdem ve Hz. Havva’yı tuzağına düşürmeseydi, şu anda insanlık, beklide melekler gibi cennette yaşayacaktı. Lakin her ne sebepten olursa olsun Allah’la kulun arasında kara şeytan vardır. Artık o, geri alınmaz bir gerçektir. O şeytan, insanın Allah’a giden yolunun önüne
sürekli
engeller
koyup
durmaktadır.
Şeytanın
galibiyetini, hâkimiyetini ilan ettiği insanlar ise; benliğinin esiri olmuş cahil insanlardır. Bu insanların ruhuna giren şeytan, artık kirli emellerini, o insanların bedeni ile rahat bir şekilde yaymaya devam etmektedir. O insanların cehenneme girecek kadar günah işlemesini sağlamaktadır. Böylece şeytan, görevini tamamlamış olur. Zor İnsanlar
89
Bilim ışığı ile aydınlanmış, iman nimetine sahip insan ise, yaratılanı yaratandan ötürü sever. Yaratılan bütün varlıkları bütünün bir parçası gibi görmeyi, sevmeyi, değer vermeyi ilke edinir. Yaratılan her varlığın bu dünyada bir görev için yaratıldığının bilincinde olmayı, hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını, olağanüstü hassas dengeler üzerine kurulmuş bu doğal düzenekteki bütün varlıkları; sakatı, âcizi, çirkini, zencisi, yetimi ile bir makinenin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edip, gereken değeri ve saygıyı göstermeyi görev sayar. Gece karanlığı iyice bastırmış, Ali hâlâ saklandığı buğday sandığında, içini sıkan katmer katmer korkuları ile ve soğuk havanın donduruculuğu ile tir tir titriyor, arada bir boğuk boğuk öksürüyordu. Dede ve ebenin dış kapısı, yerdeki tümseğe sürtünerek hızla açılır. Hemen ardından iç kapı da aynı hızda açılır ve anne, bir eli ile açılan kapıyı tutup, kapı eşiğinden içeriye sünerek: “Ali yok mu?” der ve sağa sola göz gezdirir. Sobanın önünde sarma sigarasını tüttüren dede: “Yok, bugün hiç gelmedi gelin.” diye cevap verir. Ebe, divandaki yatağına uzanmış, boz inmiş az gören gözleriyle; ışığı daha yeni fark eden yeni doğmuş bir bebeğin, gelen seslere ve ışığa doğru başını bir robot gibi yavaş yavaş ve kademe kademe çevirmesi misali başını kapıya doğru çevirir. Anne: “Nereye gidermiş bu çocuk yahu? İnşallah saklamıyorsunuzdur çocuğu benden, eğer saklıyorsanız çıkarın, yoksa fena olur!” Ebe: “Eh! Çocuğu döve döve, korkuta korkuta, yaban hayvan90
Ayhan Arslan
ları gibi dağa ağdırdınız. Şimdi de sıra bizde mi gelin? Bizi de mi döveceksiniz?” der, sinirli sinirli. Yatıp uzandığı yataktan biraz doğrulmaya çalışır ve anneyi tam olarak göremediği için hemen yanı başındaki çeyiz sandığı ve üzerindeki yatak yorgan yığınını anne sanarak o tarafa bakarak konuşur. Anne, kapının yan tarafını ve arkasını son bir kez eğilerek kontrol ettikten sonra, kapıları çarpa çarpa, çalım atarak gözden kaybolur.
Dede: “Bu çocuk nereye gitti ki yahu! Gene buğday sandığına girip saklanmasın? Eğer oradaysa soğukta donmuştur şimdiye.” der ve az kalan sigarasını “pop pop” diye ses çıkartarak yanmakta olan sobanın deliğinden içeriye atar. Ardından, kalkmak için doğrulmaya çabalar. Ebe: “Al koca, elektriği de al da bir bakıver.” der. Yastığın altındaki iki pilli, dışı nikelajlı olan el lambasını uzatır. Dede, yanı başındaki ucu çengel gibi kıvrık olan bastonunu da alarak, güçlükle bastonuna dayanarak doğrulur. Ebenin uzattığı el lambasını da alır, kapıyı gıcırtı eşliğinde açar. Kapatmadan, buğday sandığının bulunduğu bitişik odaya girer. Elindeki lambanın ışığı, bir tavanı, bir evin balçık sıvalı duvarlarını aydınlatarak sallana sallana ilerliyordu. Açık kalan kapıdan giren hava ile lamba yellenerek titriyordu. Ebe: “Çabuk ol! Koca! Lamba sönecek!” diye, yattığı yerden avaz avaz bağırır. Bir süre beklemenin ardından boğuk boğuk bir öksürük sesi duyulur. Ardından da dede ile Ali içeriye girerler. Ali, şapkalı yeşil ceketinin içine öyle birlenmişti ki loş gaz lambasının ışığında sadece kahverengi çil çil gözleri parlıyordu. Ellerini göğsüne kenetlemiş, tir tir titriyordu. Zor İnsanlar
91
Dede: “Oğlum, soğukta zehre sandığında ne yaparsın? Üşütüp gene hasta olacaksın, gel evimizde saklan bari. Ebenin yorganının içine sokulursan seni kimse görmez.” der. Ali: “Bura olmaz, burada annemler görür. Hem de annem sizin eve gelmemi de yasakladı.” der ve soğuktan donmuş, katılaşmış, çöp parmaklı küçük titreyen ellerini, arkası ve borularının bir kısmı kızarmış sobaya doğru uzatarak ısıtmaya çalışır. Ebe: “Neden izin vermezmiş o Yunan gâvuru annen bakayım?” diye, meraklı bir ruh hâli ile sorar. Ali: “Güya sizin ev pismiş de üstüm başım kirlenirmiş.” Ebe: “Hoşt! O kendine baksın, onu gelin almaya gittiğimizde evlerinde kaka kokusundan durulmazdı. Yumurta, çıktığı kabuğunu beğenmiyor.” diye kızarak kendini savunur. Dede: “Oğlum yine neden buğday sandığına saklandın? Annen yine seni yana yana neden arıyor? Yoksa bir kabahat mi işledin?” diye sorar. Ali: “Bir şey yapmadım dede, meydandaki çocuklar bana ‘ampul gafa, üçgen gafa’ deyip, gülüp eğlendiler, sonra da şapkamı birbirlerine atarak vermediler. Ben de yerden bir taş alıp attım, o da gitti Yavuz’un kafasına tuttu ve kafası kanadı.” “İyi etmişsin oğlum, o kırık dölleri de uslu dursalardı. Geliversin benim oğlum bakayım ebesinin kucağına, ebesi onu birden ısıtıversin.” diye gönül kapılarını açan ebe, Ali’yi yorganın içinde, buz topağı gibi üşümüş ayaklarını bacakları 92
Ayhan Arslan
arasına alarak ısıtmaya çalışır. Ali’nin bu dünyada, ebesi ve dedesinden başka sahip çıkanı, şefkat göstereni pek olmuyordu. Sırf bu yüzden, ebe ve dedenin pis kokan ev ve elbiselerine rağmen, yıkık dökük, tozlu topraklı eski evlerinden çıkmazdı. Annesi babası göndermese de bir yudum değerlilik vitamini alabilmek için kirişi buraya kırardı. En azından onların ağzından, anne ve babasının ağzından hiç duymadığı ve büyük bir özlem beslediği “oğlum” kelimesini duyuyordu. Bu bile Ali’nin kendini insan gibi hissetmesine ve içindeki insanlık şerefini beslemeye yetiyordu. Anne ve baba, Ali’yi, en doğal hakkı olan “oğlum” kelimesinden bile yoksun bırakıyordu. Çünkü onlar Ali’yi, benliklerine, onurlarına darbe indiren bir yüz karası, bir pislik olarak görüyorlardı. Dolayısı ile anne ve baba da hayatları boyunca değerlilik vitamini alamamış olacaklar ki onun verdiği boşluğu, açlığı, benliklerini zedeleyen kötü, çirkin şeylerden kaçınarak gidermeye çalışıyorlardı. Herkes loş gaz lambasının ışığı ve “pop pop” diye yanan sobanın ısısı ile uyuşmuş, gözleri, dalgın dalgın, bir yere sabitlenmişti. Birden, dış kapıya “güm” diye atılan şiddetli bir tekme sesi, yürekleri ağza getirir. Süzülen uykulu gözler, yuvasından fırlarcasına açılıp, iç kapıya dikilir. Dış kapının tekmelenerek açılmasının ardı sıra iç kapı da sert bir darbe ile açılır. Açılan kapıdan, iri kahverengi gözleri daha da irileşen, azgın boğalar gibi burnundan soluyan, uzun siyah saçları arapsaçına dönmüş baba gözükür. İçeriye girmeden, kapı önünden, iri gözleri ile kısa süre etrafı taradıktan sonra, ebesinin kucağında yatmakta olan Ali’nin, korkulu bir şekilde çıldır çıldır bakan kahverengi küçük gözlerini görür. Baba: “Ali! Çabuk buraya gel leen!” diye, sert bir dille komut verir. Zor İnsanlar
93
Ebe ile dede, babayı ağzı açık, yürekleri yerinden çıkarcasına şaşkınlıkla izlerler. Ali, ebe ve dedenin şaşkın bakışları eşliğinde, yayından fırlamış bir ok gibi babasının yanına koşup, onun önünde başı önde bekler. Baba, Ali’nin kafasına “şak” diye bir tokat patlatır ve Ali’nin alnı “tak” diye kapıya çarpar. Ali başlar ağlamaya ve tokat darbelerinden korunmak için de elleri ile yüzünü kapamaya çalışır.
Baba: “Yürü çabuk şuraya leen!” der ve tokat sesleriyle kapı çarpma seslerinin ardından karanlıkta gözden kaybolurlar. Kendisine kötü laf söylettiği için küplere binen baba, iki adımda bir Ali’yi tokatlıyordu. Ebe: “Vay bu çocuğun hâli nereye gidecek ki bu Yunan gâvurlarının elinden? Zavallı çocuk, şamar maymununa döndü. Daha onların adını dahi duyması korkudan tir tir titremesine yetiyor.” diye endişesini dile getirir. Dede: “Ne bileyim ben karı, ben de endişeliyim, ben de ne yapacağımı her gün düşünüyorum ama şimdiye dek bir çıkar yol bulamadım.” diyerek, çaresizliğini dile getirir. Ebe: “Acaba bu çocuğu çocuk esirgeme kurumuna mı versek? Orada hiç değilse dayak yiyip durmaz.” Dede: “Olmaz karı, bu deli oğlan, evimizi kafamıza yıkar. Hem annesi babası olan birisini çocuk esirgeme kurumu almaz.” Ebe: “Bunların anne babalıkları neredeymiş? Sadece kimlikte anne baba, oysa gerçekte üvey annebaba gibiler. Valla biz ve iki şahit bulsak, bunların bu çocuğa çektirdiklerini devle94
Ayhan Arslan
te anlatsak, bu Yunan gâvurlarını devlet hemen hapse atar. Çocukları da çocuk esirgeme kurumuna verir.” Dede: “Haklısın karı da haydi dediklerini yaptık. Bu Yunan gâvurlarını hapse tıktırdık... Daha sonra ne olacak? Hemen söyleyeyim sana… Bu Yunan gâvurları belirli bir süre yatıp çıkacaklar ondan sonra da ilk işleri bizim pestilimizi çıkarmak olacak. Neme lazım, boş ver, devletin kapısını çalmak, sorunları kalıcı olarak çözmeye yönelik olmaz. Bizim için en iyi yol, depremle yaşamayı öğrenmek olacak.”
Zor İnsanlar
95
EŞEKLE BİR GECE…
O günün gece karanlığı bastığında, baba Ali’yi doğruca
kolundan tuttuğu gibi eşeğin kaldığı ahıra götürür. Giderken de: “Sen kafa yararsın ha! Sen beni ele güne rezil edersin ha! Sen bana aşağılık insanlardan laf duyurursun ha!” diye her soruda da bir tokat patlatarak ceza verir. Ali, babanın, ahıra kendini niye götürdüğünü merakla izlerken, baba, eşeğin yattığı dip odanın kapısını zorlanarak açar. Kapı açılınca içeriden kaka ve idrar kokusu karışımı bir koku etrafa yayılır. Baba: “Gel şuraya len!” diyerek, içeriye girmek istemeyen Ali’yi çektirerek içeriye sürükler. Zifirî karanlıkta, eşeğin batmasında bir şeyleri tıngırdatır. O tıngırtılar bileklerini bir yılan gibi sardığında Ali, onların, tel parçası olduğunu anlar. Yüreğinden yüksek sesle “İmdat! Bırak beni!” diye feryat kelimeleri geçse de bunu yapamaz. Çünkü babanın, ağzını açtığı anda tokadı vuracağını iyi biliyordu. Ellerini sıkıca telle bağlayıp, eşeğin yem yediği samanlı batmaya, kolundan sürükleyerek atar. Ali, yumurtlamaya çalışan tavuk gibi, batmaya iki büklüm çöker. Baba: “Yat burada sabaha kadar da aklın başına gelsin!” dedikten sonra, ahırın, yerdeki eşek tezeklerine sürtünerek açılan kapısını açıp çıkar ve ardından kapatarak dışarıdan telle 96
Ayhan Arslan
bağlar. Ali, kafasındaki ve bedenindeki tokat darbelerinin, biber misali yakıcı acılarını bir an unutur. Şimdi, içine düştüğü, ileri derecede insanın onurunu aşağılayıcı bu duruma odaklanır. Hemen yanında, yemliğinden saman yiyen eşek, yemliğindeki Ali’yi görüp hissediyor ve arada bir saman çiğnemeyi bırakıp ürkek gözlerle Ali’yi izliyordu. Bir süre sonra da ağzını şapırdatmaya devam ediyordu. Ahırın içinde, dayanılmaz bir şekilde taze tezek ve ılık idrar kokusu vardı. Bu ılık ve nemli kokunun tek teselli veren yanı ise, üşütmemesi veya üşüdüğünü hissettirmemesiydi. Ali’nin, içine düştüğü bu acı olayın etkisi ile sabaha kadar gözleri uyku yüzü görmez. Ağlaya ağlaya gözlerinde yaş kalmaz. Ahırda acı ve kederle geçen zifirî karanlık gecenin sonunda şafak söker ve bir süre sonra güneş, kızıl ışıklarını, ahırın küçük penceresinden içeriye göndermeye başlar. İçerisi zifirî karanlıktı fakat küçük pencereden karşı duvara sızan güneş ışınları, içeriyi hafiften aydınlatıyordu. Belinin kamburu çıkmış yaşlı eşek, içerisinin aydınlanması ile yattığı yerden kalkarak yem yemeye başlar. Yemliğin bir köşesinde de ağaç kalasa telle ellerinden bağlanmış Ali, soğuktan üşümüş, eşeğin yemliğindeki samanların üzerine bir yılan gibi kıvrılıp çöreklenmişti. Bir yandan da ara ara, sert sert öksürüyordu. Kahverengi, çıldır çıldır küçük gözlerinden de boncuk boncuk yaşlar, yanaklarından aşağı siyim siyim iniyordu. Zira her daim istenmeyen bir paçavra gibi dışarıya atılan Ali, bu kez de vicdansız baba tarafından ahıra eşeğin yanına telle ellerinden bağlanmıştı. Ali’nin, çöreklendiği eşeğin batmasında, sabaha kadar ağlaya ağlaya göz pınarları kurumuş. Uykusuzluk, stres ve iyice artan öksürüğü yüzünden uyuyamamış, gözleri balon gibi şişmişti. Sabaha kadar eşekle birlikte geceyi ahırda geçirZor İnsanlar
97
mek, yüreğindeki kapanmamış yaralara yeni yaralar açmıştı. Bir hayvan ahırında, bir hayvan gibi bağlanarak, hayvanla aynı ahırı paylaşmak, çok ama çok onur kırıcı bir şeydi. Ali kendini, tecrit edilmiş bir mahkûm gibi yalnız ve çaresiz hissediyordu. O gözyaşları aslında minarenin sadece görünen kısmıydı. Bu olay, onun dertlerle dolu küçücük yüreğine, etkisini yaşadığı müddetçe unutamayacağı yeni bir yara eklemişti. Belki de Ali’nin ailesi haklı idi. Onlar gibi davranacak birçok aile de vardı kuşkusuz. Bunu bazı aileler açıkça yaparken bazı aileler de gizli yapardı. Çirkinliği ve maskaralıkları milletin ağzına sakız olmuş, maskara maymununa dönmüş yüz karası bir çocuğu hangi ana baba, hangi sosyal çevre, hangi arkadaş isterdi ki? Çocuk dediğin, insanın göğsünü kabartmalı, baktıkça, insana, güle bakmış gibi ferahlık vermeli idi. Şapkasının gölgeliğini yere eğdirmemeliydi. Hangi nefis, cemiyetin alay edip aşağıladığı çocuğu yüreğine basıp, göğsünü gere gere onur duyardı ki? Her nefis az ya da çok, çirkin şeylerden kaçınır, hep güzel şeylere yönünü döner. Ama bu sadece nefsimizin arzusudur. Nefsimizin her arzusuna da uyacak olursak, örneğin; hayvanların yaptığı gibi, gönlümüzün her çektiği karşı cinsle, yolda, sokakta cinsel arzularımızın ihtiyaçlarını karşılar olurduk. İnsan nefsi bir nevi şeytanın karargâhı sayılır aslında… Onun sesine ne kadar çok kulak verirsek, şeytana kapılarımızı o kadar açmış oluruz. Ama yine de her ne olursa olsun, Allah’ın meleklerden bile üstün yaratıp kutsadığı insanoğluna, gereken değeri her insanın vermesi de salt bir görevdir. Ne yazık ki bu gerçeği görmezden gelen veya bilmeyen veya inanmayan insanlar, diğer insanlara karşı eza ve eziyetlerinden asla vazgeçmemektedirler. 98
Ayhan Arslan
İnsana dayanılmaz acı ve işkence çektiren; zayıfları, âcizleri ve çirkinleri toplumdan aforoz eden şeyin başaktörünün şeytan olduğu bir gerçektir. İnsana şeytani eziyetler yapan insanlar ise; ancak ve ancak şeytanın askerlerinden başkası olamaz. İnsanlığın, şeytanın kışlasından kurtulmasının tek yolu vardır, o da “bilim” öğrenmektir. Şeytan, bilim ışığı girmemiş boş ve karanlık beyinlerde at eştirir. Ahırın üst katındaki oda, Ali’nin ailesinin yatıp oturdukları oda idi. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte, evin tahta döşemelerinden ayak tıkırtıları ve bitip tükenmeyen tartışma sesleri geliyordu. Fare kapanına yakalanmış farenin bir kurtarıcı beklediği gibi Ali’nin de kulağı seste idi. Tartışma sesleri bir ara durur gibi olur. Ardından iç ve dış kapılar sertçe açılıp çarpılarak, moloz taş ve balçıktan yapılma, basamakları çarpık çurpuk merdivenlerden ayak tıkırtıları aşağıya doğru inmeye başlar. Ali’nin içini acı bir ümit kaplar. Çapaktan yapışmış kirpiklerini güçlükle açar. Derme çatma tahta ve kalaslarla yapılmış ahır bölmesinin aralıklarından kısık ve kırgın gözlerini kapıya diker. Ayak tıkırtıları kapıya yaklaşmış, ahırın dış kapısının karşısına bir gölge düşmüş ve ardından vicdansız babanın şeytani sıfatı gözükmüştü. Ali, babasını görünce, hortlak görmüş gibi başını öne eğer. Küs ve kırgın hâlde bekler. Ama her ne olursa olsun, ruhu ona ne kadar küskün olursa olsun o hoyrat babaya yine de yardım etmesi için, yalvaran gözlerle bakıyordu. Denize düşen yılana sarılır, diye boşuna dememişler. Normalde birçok insan, başı büyük bir belaya girmezse düşmanından kolay kolay yardım istemez. Hele bu kimse, gönlünde kapanmaz derin yaralar açan bir zalim ise…
Zor İnsanlar
99
Baba, ahırın kapısını açmaya çalışır fakat arkasına eşek dayandığı için açamaz, birkaç zorlamanın sonunda: “Deha! Eşek!” diye, kalın ve kaba sesi ile bağırır. Kısa bağrışma ve iteklemenin sonunda eşek, kapıya dayadığı poposunu çeker ve eski kapı, yerdeki tezekleri sürükleye sürükleye açılır. Baba, Ali’ye bakar, yüzünde kurnazca bir tebessümle, Ali’nin elini bağladığı telleri çözer. Elinden tutarak, bir sürükleyişle Ali’yi eşeğin samanlı batmasından dışarıya çıkarır. Ardından ensesine bir tokat patlatır. Baba: “Yürü! Çabuk eve çık, bir daha evden dışarı çıktığını görmeyeceğim, cemiyetin yüz karası seni!” der. Ali, yediği tokadın etkisiyle, koşar adım ahırdan çıkıp, “tap tap” merdivenler, “takır tukur” ağaç balkon, “tangır tungur” kapılar derken sobanın arkasındaki dar kuytu köşesine, korkmuş bir tavuk gibi başını dizlerinin arasına sıkıştırarak siner. Elleri ile de yüzünü, başını sararak, her an gelebilecek olan tokat darbelerinden korunma pozisyonunda bekler. Zaten anne ve babasının olduğu bir yerde hep böyle, yumak kirpi gibi toplanarak, korunma pozisyonunda dururdu. Çünkü anne ve babadan, her an sert ve kaba davranışlar, şiddet ve darptan başka bir şey gelmezdi. Onların huzurlu, sakin bir zamanı kırk yılın başında olur. O da yarım saati pek geçmezdi. Onun içindir ki her anı, kaça kaça kaçmaya mecali kalmamış, çaresizce bir köşeye pusarak teslim olmuş bir tavuk gibi geçerdi. Anne, her zamanki yerinde pencereden dışarıyı izliyordu. Musa, daha yeni yanmaya başlayan sobanın borularına elleri ile dokunup çekerek ısınmaya çalışıyordu. Ardından baba da içeriye girerek, keklik kafesinin olduğu öbür pencerenin önüne oturur. Bülbülün gülü izlediği gibi kekliğini izlemeye başlar. Sakınılan göze çöp batar ya, baba içeriye gelip otur100 Ayhan Arslan
duktan sonra, Ali’nin nefesi düğümlenir, öksürük krizleri ve sümük çekintileri artmaya başlar. Musa: “Anne! Benim karnım acıktı, kahvaltıyı ne zaman yiyeceğiz?” der ve çilli ellerini çenesine dayayarak, dışarıyı izler gibi yapan, gerçekte ise görmek istemediği Ali ve eşinden gözlerini kaçıran annenin, uçları aşağıya sarkmış sinirli dudaklarına, cevap beklercesine bakar. Sürekli olan aile huzursuzluğu, aile fertleri arasındaki sözlü iletişimi bir bıçak gibi kesmişti. Bu yüzden, çok gerekli olmadığı takdirde sözlü iletişim olmaz, onun yerine beden dili ile iletişim kurulurdu. Bir müddet sonra anne, bir sürelik duraksamanın ardından, cevap vermeden kalkıp mutfağa gider. Bir süre sonra tepsi, bardak, kaşık tıngırtıları birbirine karışır. Kabaca oranlama yapılacak olursa, aile yaşantısının yüzde seksenini kavga, dövüş, kaba kırıcı sözler, antipatik davranışlar, hoyratça davranışlar doldurur. Yüzde yirmisini iş ve acil gereksinimler için zorunlu ve kısa komut diyalogları oluşturur. Az önceki örnekteki gibi Musa, acil gereksinimini söyledi. Anne ise, üzerine düşen asli görevini yerine getirmek için yerinden kalktığı gibi, nezaketen de olsa bir küçük söz dahi söylemeden yemek hazırlamaya gitti. Aile içindekilerin birbiri ile iletişim kurmaması, bugün veya dünden kalma bir olayın etkisinden dolayı değildi. Geçmişte öylesine kırıcı ve telafisi mümkün olmayan davranışlar yapılmıştı ki… Bu küskünlükler, hayata küsmeler, hep o olayların yüreklerde açtığı yaralardı. Tabii olarak, hoyrat ve sevimsiz davranışlarla beslenen aile yaşantısı, aile fertlerine, birbirine küs, yabancı ve sevgiden uzak bir dünyanın kapılarını açıyordu.
Evin içerisinin sessizliğini, dışarıdan geçen eşek sesleri ve zincir şakırtıları bozar. Musa, tavşan gibi birden kulaklarını Zor İnsanlar 101
pencereye diker ve pencere camına gözlerini yapıştırarak, yoldan geçen seslerin sahibini görmeye çalışır. Evin bitişiğinden geçen yoldan gelen nal sesleri, sikke çıldırdaması, bağrışma sesleri, ortalığı çınlatıyordu. Ara sıra da olsa ailenin sessiz ve soğuk atmosferini, yoldan geçen gürültüler ve eve gelen misafirler bozuyordu. Aile dışında gelişen bu gürültü ve diyaloglar, aileye derin bir nefes aldırıyordu. Çünkü uzun süre sessiz, gergin ve kaygılı bir bekleyiş oldukça sıkıcı geliyordu.
“Çüş! Eşek! Çüş! Geçmişini … eşeği!” diyerek, kaçan eşeğini tutmaya çalışan köylünün biri, öfkeden küplere binmiş hâlde, pencerenin önünden eşek önde, kendisi elinde sopayla arkadan koşa koşa yel gibi geçerler. Öbür pencerenin önünde, bülbülün gülü izlediği gibi hayranlıkla, kafesini gagalayıp duran kekliği hareketsiz izleyen baba, uykusunda hortlak görerek uyanmış birisinin şaşkınlığıyla, başını diğer pencereden yana çevirir. “O kim Musa?” der ve pencerenin camına yüzünü yapıştırmış olan Musa’nın ağzından çıkacak cevabı merakla bekler. Yüzü hâlâ cama yapışık olan Musa, babaya karşı içinde gün geçtikçe depolanıp çoğalan kırgınlıkların verdiği zayıf ve kırgın bir ses tonu ile cevap verir: “Topuz Mustafa eşeğini kaçırmış da onu kovalıyor.” Aslında, içinde derin yaralar açan babaya, içinden hiç cevap vermek gelmiyordu. Fakat cevap vermediği takdirde de dayak yiyeceğini bildiği için, bu, zorunlu bir cevap olmakta idi. Ali: “Hapşu!” diye şiddetle hapşırır ve burnundan ağzından çıkan sıvı sümükler, solucan gibi burun deliklerinden, çenesinden akarak yerlere yayılır. Ani bir refleksle, burnundan çıkan sümükleri koluna siler. Mendil yerine kullandığı kapüşonlu 102 Ayhan Arslan
ceketinin kolunda, sümük sile sile, yosun tabakası oluşmuş kaya yüzeyi gibi grimsi bir tabaka oluşmuştu. Baba, Ali’ye sert ve sinirli bir bakış attıktan sonra “of” diye iç çekmesinin ardından gene başını, sevgili kekliğine döndürür. Babanın bu denli kınalı kekliği sevmesi, hayvan sevgisi, kuş sevgisi gibi sebeplerden de değildi. O keklik, dağdaki öbür keklikleri babanın tuzağına düşürmesine yardımcı oluyordu. Bu vesile ile ayağına kadar gelen keklikleri avlayarak sağa sola hava atıp, üstünlük duygusunu ve özgüven eksikliklerini gidermeye çalışıyordu. Antipatik ve megaloman ruhlu baba, tabii ki kendisini iyi hissetmesini sağlayan üstünlük duygusuna, çevresindekilerin de ihtiyacı olabileceğini düşünemiyordu. Onun için; bu dünyada sadece kendisi canlı bir varlıktı. Diğer her şey, ona hizmet etmek zorunda olan bir araçtan ibaretti. Öbür odada kahvaltı hazırlamakla meşgul olan anne, sobanın arka tarafına kırmızılı siyahlı, el dokuması süslemeli, tiftikten yapılma kilim üzerine sofrayı serer. Ardından kahvaltı sinisini getirip üzerine koyar. Anne, hazırladığı kahvaltı sofrasının başına oturup yemeye başlar. Kendine çay katıp, şakır şukur sertçe karıştırarak kahvaltının hazır olduğunu haber veriyordu. Ailede hiç kimse birbirini yemeğe, kahvaltıya sözle davet etmezdi. Sesi duyan, kokuyu alan, tıpkı hayvanların, yemliklerine yem konduğunu anlamasıyla yemliklere akın etmeleri gibi, yemek sofrasına oturup yemek yemeye başlardı. Karnı doyan, sessiz sedasız köşesine çekilirdi. Bu onların kibir ve küskünlüklerinden kaynaklanıyordu. Kahvaltı sofrasında dışı mavi boyalı tek demlik orta boy çaydanlık, kurutulmuş sarı çökelek, bir tas bulgur çorbası, siyah bastırma zeytin, taze sulanmış, kendine has mis kokusuyla köy yufkası vardı. Zor İnsanlar 103
Sofraya önce Musa oturur. Bir süre sonra baba, yan gözüyle sofrayı süzer ve ardından o da dayanamayarak sofraya oturup çorbadan kaşıklamaya başlar. Fakat Ali’den ses seda yoktu, sobanın arkasındaki kuytu köşesinde hâlâ, taşlaşmış gibi yüzünü bacakları arasına kıstırmış, elleriyle de yüzünü başını sarmalamıştı. Her an gelebilecek dayak ve tokat darbelerine karşı tetikte bekler gibiydi. On beş saniyede bir sümük çekiyor ve de boğuk boğuk öksürüyordu. Sofraya gelmekte tereddüt ediyordu. Çünkü hem sabaha kadar eşekle beraber gecelemek onun insanlık onuruna derin darbe indirmişti. Hem de kırıldığı, küstüğü insanlarla aynı masada yemek yemek istemiyordu. Hatta onlar, öbür dünyada cennete bile gitseler Ali onlarla bir arada olmamak için herhâlde cehenneme girmeyi yeğlerdi. O küçük yürek, onlara o derece kırgındı. Bir de ara sıra gelen öksürük ve sümük akıntıları babayı çıldırtıyor ve onun yanına yaklaşmaktan çekiniyordu. Ama karnı o kadar açtı ki dizlerinin arasına kıstırdığı başının arasından göz ucu ile kahvaltı sofrasını izliyordu. Bu olayı şuna benzetmek pek abartılı sayılmasa gerek: Hayvanlar âleminde bir leşi önce, güçlü olanlar yemeye başlar. Zayıf olanlar ise onlardan korktukları için yakınına dahi yaklaşamazlar, bir köşede, onların karınlarını doyurup geri çekilmesini beklerler. Sonra güçlüler doyup kenara
çekildiklerinde,
güçlülerden
artakalan
zayıflar kırıntılarla
ziyafete
çöreklenir
karınlarını
ve
doyurmaya
çalışırlar.
Kahvaltı sofrasından, çay karıştırma sesleri ve babanın şapırtılı lokma çiğneme sesleri duyuluyordu. Baba: “Ali! Özel davetiye mi istiyorsun yoksa? Hadi ekmeğini ye!” diye kaba, soğuk ve kalın sesiyle Ali’ye seslenir ve ardından, yediği lokmaları şapırdatmaya devam eder. 104 Ayhan Arslan
Ali’nin; “yemek istemiyorum” kelimeleri, ağzından titreyerek ve ürkekçe çıkar. Ardından ciğerleri sökülürcesine öksürür ve arkasından da burnundan akan sümükleri yine yeşil kapüşonlu ceketinin koluna siler ve yine yüzünü bacakları arasına saklayarak elleriyle başını ve yüzünü sarmalar.
Öksürük ve sümük çekmelerine iyice gerilen baba, başını yana, Ali’den tarafa çevirerek sinirli ve bir pisliğe bakar gibi iğrenerek: “Gelsene len şuraya! Sabaha kadar eşeğin batmasındaki samanları yiyerek mi karnını doyurdun sanki? Gel şuraya çabuk, bir şeyler zıkkımlan da şu öksürüğün kesilsin.” diye sertçe bağırır. Babanın bu zoraki davranışı zarafetten olmayıp hayati gerekliliktendi. Zira uzun süre açlık sağlık sorunlarına yol açabilirdi. Ali, kaba ve borazandan çıkar gibi bir bağırmanın etkisiyle, kalp krizine girmiş ve akabinde şok verilen bir hastanın sarsıldığı gibi sarsılır. Titreyerek korkan Ali, çaresiz iç ve sümük çeke çeke, mümkün olduğunca babanın uzağına, karşısına, Musa’nın yanına oturur. Zaten ne aile fertlerinden birisi ne de onu tanıyan birisi, babanın yanına yakınına oturabilirdi. Çünkü baba her daim, pimi çekilmiş bomba gibiydi. Ne zaman patlayacağı belli olmazdı. Baba, kendine kara çaldırmayan, kusur, eksiklik kabul etmeyen, ağır derecede megaloman hastası olan birisi idi. Bu yüzden onu tanıyanlar, laflarını sözlerini itinayla seçip öyle konuşurlardı. Çok kez, bir topluluğa katıldığında, normal sohbet edip dururken ani bir fırtına kopmuş gibi toz dumana karışır, kavga dövüş başlardı. Normalde insanlar bir araya geldikleri zaman güler, şakalaşır, birbirlerini eleştirirdi. Ama babanın içinde olduğu bir topluluk, laflarını sözlerini oldukça dikkatli tartıp ölçmek zorunda idi. Zor İnsanlar 105
zedeleyecek laflar şöyle dursun, çoğunlukla dolaylı edilen sözleri de kendi üzerine alınırdı.
Ali’nin yanakları al al olmuş, korkudan eli ayağı titriyor ve çorba, sallanan kaşığından siniye ve sofraya damla damla damlıyordu. Sabaha kadar soğukta aç susuz, geceyi ahırda geçirdiğinden dolayı, soğuk ve açlıktan birbirine yapışmış midesine bulgur çorbası iyi geliyor, ısıtıyordu. Bir kaşık, iki kaşık, üç kaşık derken ardından sert bir hapşırık ve burnundan fışkıran gök sümükler, çeşme borusu patlamış gibi bir anda etrafa yayılır. Neyse ki tam zamanında arkaya dönmüştü de sümük parçaları sofraya saçılmamıştı. Burnundan akan sümükleri koluna sildikten sonra tekrar sofraya dönerek iştahla ve eli titreye titreye, içtiği çorbayı tekrar kaşıklamaya başlar. Baba: “Hu çocuk, beni delirtecek yahu! Bu çocuğu görünce içime bir sıkıntı oluyor.” der ve yiyecek gibi Ali’nin yüzüne bakar kalır. Anne: “Sanki sen çok akıllısın da!” diye iğneleyici bir laf atar. Babanın iri kahverengi gözleri birden, yuvasından çıkarcasına, annenin üzerine doğru çevrilir. Baba, “çat” diye aniden elindeki çay bardağını kahvaltı sinisinin içine sertçe çarpar. Böylesi aşağılayıcı sözlere asla tahammülü olmayan baba, bir anda kahvaltı sofrasını dağıtarak arapsaçına çevirir. Bardak kırılır, cam parçaları etrafa yayılır, ardından çorba kâsesini kaldırıp annenin üzerine doğru çarpar. Annenin kucağına çarpan çorbalar, sarı kırmızı çiçek desenli lastikli pantolonunun üzerine ve etrafa yayılır. Ali, tam da aç ve üşümüş midesini tıka basa doldurmayı düşünüyordu ki 106 Ayhan Arslan
hevesi kursağında kaldı, ağzı açık kaldı, midesi umdu kaldı...
Anne: “Deli! Deli! Adam olmadık hayvan!” diye avaz avaz bağırarak yine her zaman olduğu gibi yangına körükle gidiyordu. Ağır aşağılık kompleksi olan babaya bu sözler, uyarıcı etkisi yapar ve yumruklar, tabak, çanak ve eşya çarpma sesleri birbirine karışır. Her zamanki gibi sıkça çıkan meydan muharebelerinden biri daha başlamıştı. Musa, korkudan karyolanın üzerindeki çarşafın altına girip saklanmış, Ali ise soluğu ebe ve dedesinin yanında almıştı. Ali’nin korkmuş bir kuzu gibi soluk soluğa gelmesini gören ebe: “Ne oldu gene kuzucuğum, arkandan atlı kovalar gibi?” diye merakla sorar ebe. Ali: “Babam annemi gene dövüyor ebe, annemin başından kan akıyordu.” diye, korkan ve titreyen bir ses tonu ile cevap verir. Sobanın önünde bağdaş kurarak yine sarma sigarasını keyifle tüttüren dede, “kan” lafını duyunca gözlerini sonuna kadar açar. Ali’nin gözlerinin içine çakmak çakmak bakarak sorar: “Ne kanı? Ne kavgası? Ne zaman dövüşüyorlar?” Sonra merakla, Ali’nin ağzından çıkacakları bekler. “Şimdi dövüşüyorlar, ben korktum ve buraya kaçtım geldim.” diyerek, titreyen ve ağlamaklı ses tonu ile cevap veren Ali’nin gözlerinden birkaç damla yaş, yanaklarından çenesine doğru kayar. Dede, elindeki, yarısına kadar içmiş olduğu sarma sigarasından kuvvetlice bir soluk çeker ve tekrar geriye verdiği nefesle, dumanlar büyük bir tazyikle ağzından, burun deliklerinden çıkar. Ardından derin bir soluk daha çeker. İzmaritin yanan kısmı eline değmeye ramak kalmışken sobanın deliZor İnsanlar 107
ğinden içeriye atar ve yan taraftaki asasını eline alarak, ıkına tıslaya yerinden kalkmaya çalışır. “Karı, ben şu delilere bir bakayım.” diyerek, iç kapının damağını tıkırdatır. Ebe: “Ben de varayım bari.” der ve yerinden kalkmaya çabalar. Dede: “Sen bari dur yerinde karı, gözün görmez, ayakta zor durursun, ne işin var kavganın gürültünün içinde, otur oturduğun yerde, ben bir bakıvereyim, hemen gelirim.” der ve damağına bastığı kapıyı gıcırdatarak açar, ardından dış kapıyı, altındaki tümseğe sürttürerek dışarıya çıkar. Dışarıda soğuk ve dondurucu poyraz esiyordu. Bir yandan da baba ile annenin evinin, üstü çinko saçaklı, aralarında ayak sığacak boşluklar olan tahta balkonundan gelen bağrışmalar, takırtılar, itiş ve kakış sesleri, rüzgârın uğultusunu bastırıyordu. Dede, evin çarpık çurpuk, moloz taş ve balçıktan yapılan merdivenlerini, yan tarafındaki evin duvarlarına tutuna tutuna çıkmaya çalışıyordu. Anne, evin ağaçtan yapılma dış kapısında, kucağındaki bohçasını sıkı sıkıya kavramış, süklüm püklüm pusarak, bir yandan babanın yumruk darbelerinden korunmaya bir yandan da oradan uzaklaşmaya çabalıyordu. Başından akan kanlarla, yüzünün bir yarısı ve krem renkli örme yeleğinin omzu kan lekeleriyle kırmızıya boyanan anne, bohçasını alıp evi terk etmeye niyetliydi. Baba ise, elinden kaçırmak istemediği eşeğini zorla tutup ahıra katmaya çalışan sahibi gibi, annenin kolundan tutarak içeriye çekmeye çalışıyordu. “Durun oğlum, ne yaparsınız? Birbirinizi öldüreceksiniz!” diyerek merdivenin son basamağına gelen dede, bir yandan 108 Ayhan Arslan
da araya girip kavgaya engel olmaya çabalıyordu. Anne: “Bırak beni! Alıp başımı gideceğim! Alçak adam!” diye avaz avaz bağırıyordu. Birden arbede sonunda anne, kafesinden kaçan kuş gibi babanın elinden kurtularak üç beş zıplama ile merdivenlerden aşağı inip, iki evin arasındaki dar geçide girerek gözden kaybolur. Ardından baba, aslanın ceylanı kovalaması gibi zıp zıp koşarak, anneyi tutmaya çabalar. Dede de ağır aksak merdivenlerden inerek geçide girer ve iki evin arasından geçerek yola çıkar. Elli metre kadar ileride anneyi yakalayan baba, bir yandan yumruklar savurup bir yandan da yer yer engebeli, taşlı olan tozlu toprak yolda anneyi kolundan sürükleye sürükleye evden yana getirmeye çalışıyordu. Ses ve arbedeye doluşan
komşuların araya girmesiyle anne ile baba, biri bir grubun kollarında, öbürü de öbür grubun çabalarıyla, birbirlerinden ayrılırlar. Her ikisi de birbirini göremeyeceği bir köşeye götürülür. Dövüş horozlarının, sahipleri tarafından aralanışı gibi aralanmış ve her biri, aralandığı grup tarafından sakinleştirilmek
üzere
ayrı
evlere
götürülüp
gözden
kaybolmuşlardı. Dede de ağır aksak, asasıyla arkalarından gider. Rüzgârın oraya buraya sürüklediği kuru gazel gibi Ali, ruh ve bedeni harabeye dönmüş ve ebesinin yatağına, yaprakları solmuş bir bitki gibi serilmiş kalmıştı. Gözlerinin feri sönmüş, yanakları kırmızı, hâlsiz ve bitkin hâlde yatıyordu. Ebe, ateşler içerisinde yanan Ali’nin alnına, ateşi düşsün diye yeşil lahana yaprağı koyup üzerini de beyaz bir tülbentle sarmıştı. Bir taraftan da ebe, baharat torbasından bir şeyler çıkartıp, dışı süslemeli ceviz dibekte döverek, Ali’ye şifa niyetine ilaç hazırlıyordu. Ali’nin başı bir yandan ağrıyor bir yandan da vın vın dönüyordu. Gözleri, evin kararmış ağaç direklerine ve çivileZor İnsanlar 109
re bağlanmış, al yanaklı kabukları kurumuş nar demetlerine takılır kalır. O hâlde dahi küçücük beyni, bedenini eriten hastalığa rağmen, anne babasının ve toplumun kendisine katı davranışlarını, aşağılayıcı, aforoz edici davranışlarını düşünüp duruyordu. Kendi kendine kaldığı zamanlarda kendisine sık sık sorduğu sorulardan bazıları yine zihninden geçmeye başlamıştı: “Ben kimim? Yoksa ben evlatlık mıyım? Benim gerçek annem babam kim acaba? Bu insanlar benden ne istiyorlar? Ben insana benzeyen bir yaratık mıyım acaba? Önüne gelen neden bana taş atıp durmakta? Yoksa ben öldüm de cehenneme mi geldim?” gibi sorular, yine küçücük beynini meşgul ediyordu. Dünyadan elini ayağını çekmiş zeka ret bir insan gibi, çipil gözlerini tavana dikmiş, ruhu, saplantılarla dolu geçmişinde geziniyordu. Ebe: “Kuzucuğum! Karnın aç mı? Bir şeyler hazırlayayım mı?” der ve Ali’den gelecek cevabı duyabilmek için dibek dövmeye ara verir. Ali, daldığı geçmişinin arasında kendine seslenildiğini sanki hisseder gibi oldu. “Hı!” diyerek, uykudan uyanan birisi gibi irkilerek, başını güçlükle ebesinden yana çevirir. Ebe: “Bir şeyler canın çekiyor mu? Karnın aç mı diyorum oğlum.” der ve boz inmiş az gören puslu gözlerini, Ali sanarak sobanın borusuna diker. Ali, ruh âleminden kısa süreliğine de olsa çıkıp bedenî ihtiyaçlarını dinler. İçinde baskın olarak hissettiği şey, susuzluğu idi. Ciğeri, çölde kalmış gibi susuzluktan yanıyor, lıkır lıkır su içmek istiyordu. Bu da yüksek ateşin verdiği bir istekti. 110 Ayhan Arslan
Aklına, büyük çınar ağacının yanındaki demir borusundan, şarıl şarıl ses çıkartarak döküldüğü küçük teknede beyaz beyaz baloncuklar yapan, her zaman serin ve içimi hoş olan köy çeşmesinin suları gelir. O demir boruya ağzını dayayarak, şarıl şarıl akan soğuk suyundan kana kana içmek istiyordu. Köyün alt tarafından iki dağın arasındaki vadiden çıkıp, gürül gürül, hemen çıktığı yerin önündeki kocaman çınar ağacının köklerini yalayıp, taş ve kayaların arasından çağlayanlar oluşturarak kayıp giden, suları karpuz çatlatacak kadar soğuk olan koca pınarın sularından kana kana içmek istiyordu. O gürül gürül ve koca çınarın köklerini bir ahtapot gibi sarmalayan, o berrak ve soğuk
suyundan,
yere
yüzükoyun
yatarak,
kıyısından
hayvanların su içtiği gibi kana kana su içmek istiyordu.
Ali: “Ebe! Canım su içmek istiyor, çok susadım.” diye cansız ve boğuk bir ses tonu ile seslendi. Ebe: “Tamam kuzucuğum! Hemen getiririm.” der ve yerde emekleye emekleye su kaplarının bulunduğu suluğa varır ve su kaplarını tıngırdatmaya başlar. Ali, ebesini dalgın gözlerle izleyerek, içindeki Ali ile konuşmaya başlar: “Vah benim çileli ebem, sen de ölüp gidersen bana kim ‘kuzucuğum, yavrum’ diyecek? Kim bağrına basacak? Babamlar dövdüğünde, evden kovduklarında kimin yanına sığınacağım acaba? Keşke hiç ölmesen de beni hep kanatların altında saklasan.” Ebe: “Al kuzucuğum! Al suyunu içiver bakayım.” der. Titreyen, kırışık, pütürlü elleriyle tutmaya çalıştığı bakır tastan yerlere su damlaları damlıyordu ve tası, Ali sanarak, sobanın paslı borularına doğru uzatıyordu. Ali, yataktan güçlükle doğrularak ebesinin titretip durduğu bakır tasa, çölde susuz kalmış Zor İnsanlar 111
birisi gibi sarılıp telaşla ağzına götürür. “Lak! Lak!” diye kana kana su içmeye başlar. Fakat bir müddet sonra yüzündeki susuzluk isteği, yerini tiksintiye, sıcak su içmiş gibi bir büzüşmeye bırakır. Suyun hiç tadı yoktu. O hayalini kurduğu soğuk sular gibi değildi. Sanki yazın güneşin altında ısınmış ılık su gibi tatsızdı. Ali, elindeki bakır tası ebesine uzattıktan sonra yatağa uzanır, gözlerini kara direklere ve çeşitli yerlerine üçer beşer demet yapılarak çivilerle asılmış olan, kışlık kurutulmuş narlara diker. Fakat kısa bir süre sonra aklına yine köy çeşmesinin şarıl şarıl, kabarcıklar çıkartarak akan suları ve gürül gürül çağlayan koca pınarın soğuk suları takılır. Ali: “Ebe, bu suyun hiç tadı yok, ip ili bir şey, ben köy çeşmesinden su içiverip gelivereyim.” der, sayıklayan bir sesle. Ebe: “Kuzucuğum! Bu soğukta hem de hasta hasta, ta oralara nasıl gideceksin, her yer buz içinde, köy çeşmesi de buz tutmuş zaten. Deden söyledi, daha sabah çeşmeye su doldurmaya gittiydi. Bu senin tadı yok dediğin suyu da deden, daha sabah doldurdu getirdi. Hem soğuk hem de taze.” der ve divanın başucundaki yer minderine oturup, pütürlü elleriyle Ali’nin küçücük ellerini tutarak sevmeye çalışır. Ali: “Ebe, ben koca pınarın gürül gürül akan soğuk sularından, yere yatıp bir kenarından, koyunlar gibi kana kana içmek istiyorum. Oranın suyu buz gibi hem de tatlıydı.” der. Hastalığının şiddetinden habersiz, gittikçe kısılan sesi ve yükselen ateşi ile sayıklamaya başlar.
112 Ayhan Arslan
HASTALIĞA TAHAMMÜL EDİLMEZ…
Üç gün sonra, vakit ikindi vaktine yakındı. Güneş, evin yola bakan annenin penceresinden içeriye girmiş, odanın içine hem aydınlık hem de bir miktar ısı veriyordu. Dışarıda ise kuru poyraz rüzgârı, tıpkı Ali’nin ailesi gibi hoyratça eserek yakıp kavuruyor, çinkodan yapılmış kapı önü saçağından tangır tungur sesler çıkartıyordu. Ali, iki pencere arasındaki karyolaya, anne ve Musa’nın yattığı yatağa yatmış, üzerine yorgan örtülmüş, çıldır çıldır çakmak gözlerinin feri sönmüş, ılgın ve baygın hâlde, evin açık sarı kavak ağacı direklerine, zeka ret insan gibi bakıyordu. Evin içinde, hasta ziyaretine gelmiş olan üç beş insan mızır tısı duyuluyordu. Ali’nin ne ağzından kelam çıkıyor ne de konuşulan sözleri anlıyordu. Sanki ölmüştü de öbür dünyadan birtakım mızırtılar kulağına geliyordu. Baba evde yoktu, her zaman yaptığı gibi sorunlarla boğuşmak yerine, kolay olanı, yani kaçmayı tercih etmiş, sırra kadem basmıştı. Hele hele evde hasta bir insan varsa eve yemek yemek için dahi gelmez, ancak gece uyumak için gelirdi. Babanın oturduğu pencere önünde Ayşe Aba, soğuktan korunmak için ellerini, sarı yeşilli çiçek desenli şalvarının içine sokmuş, yanında oturmakta olan Hacer Ebe de ellerini göğsüne çatmış duruyorlardı.
Zor İnsanlar 113
Kimisi ellerini arkaya bağlar, kimisi öne, kimisi de pek rahat hissetmese de sağlam kişilik imajı vermek uğruna ellerini yanlara salar ve bir robot gibi durmaya çalışır. Beden duruşları, çevresel bir alışkanlık, örf ve töre gibi bir şeydir. Bu köyde yaşayan hemen hemen her insan, ya ellerini göğsüne çatar ya da kadınlara has olmak üzere, ellerini şalvarlarının içine sokup sanki etek kıllarını karıştırır gibi bir hareket yaparlardı. Oysa içerisi, pop pop yanan soba ve batı penceresinden sızan güneş ışınlarından dolayı oldukça sıcaktı. Fakat alışkanlık gereği bu hareketleri sıkça yaparlardı.
Odanın yoldan tarafa bakan, annenin yeri olan pencere önünde; orta boylarda, tombul yapılı, gür ve bakımlı, omuzdan aşağı salınmış saçlarıyla, günlük elbise değiştiren şık giyimli, beyaz benizli, sivri yüzlü, sık ve balta dişli, ince düz dudaklı, badem siyah gözlü, yirmisinde ve bakire olan, Ali’nin Şermin Hala’sı oturuyordu. Onun yanında, uzun boylu, kemikli, irice, yuvarlak ve tombul yanaklı ve sağ yanağında çiçek hastalığından kalmış yara izi olan, kızıl benizli, iri siyah gözlü, beline kadar uzanan uzun kınalı saçlı, ikisi dudağının dışına taşan iri tavşan dişli, kalın ve dolgun dudaklı, on sekizindeki, bakire Halime Hala’sı vardı. Ayşe Aba: “Mahmut yok mu? Bu çocuğu bir doktora filan gösterse, çocuğun durumu bayağı kötü gibi, baksanıza beti benzi atmış. Derisi kemiğine yapışmış.” diye konuşurken; fırça görmemiş sararmış gedik dişlerinin arasından sünen birkaç parça tükürük salyası, tekrar ağzının içinde kayboluyordu. Pencereden giren akşam güneşinin, kırpık gözlerine vurmasıyla iyice kırpılan gözleriyle annenin ağzının içine bakarak, vereceği cevabı beklemeye başlar.
114 Ayhan Arslan
Anne: “Aman sen de Ayşe Aba, ismini söylediğin o adam, ismiyle hitap etmeye bile değmez, ağzına yazık. Onun boynu devrilsin, yerin dibine batsın, o adam sandığın, adam falan değil, hayvan desen bile hayvana haksızlık olur. Çünkü hayvanın karnını doyurursun o da sana yük taşıyarak, süt vererek, et vererek, bekçilik yaparak bir şekilde yediği lokmanın karşılığını verir. Ya bu kokar ne yapar? Ekmek elden su gölden misali yer içer ve elini soğuk sudan sıcak suya vurmadan yaşam sürdürür. Ne bir işe bakar ne de hastaya, tek baktığı şey varsa o da arkanda duran kokar keklik… Onun hiçbir bakımını ihmal etmez. Şu çocuk günlerdir yatağa serili yatar, bir damla bir şey yese kusar, ikide bir ‘çişim’ der, getiririm kül leğenini, çıkarır pipisini ıkınır ıkınır bir damla sidik çıkartamaz. Yetmez gibi bir de boğuk boğuk öksürüp durur. O boynu altında kalasıca hayvan var ya, ona az dil dökmedim, şu çocuğu doktora götürelim, diye. Sözlerimi hiç kale bile almadı. Güya doktor çok para alırmış. Onun doktora falan kaptıracak parası yokmuş. Şuradaki rakıdan günde üç sefer ver, bir şeyciği kalmaz, deyip geçistirir. Ayşe Aba! Şu kışta kıyamette evden çıkmayan o mahlûk var ya… Şimdi evin bucağın yolunu unuttu, sadece gece on iki gibi gelip zıbarıp yatar. Sabah da erkenden kahvaltısını yapıp defolur gider. Niye biliyor musun? Evde hasta var diye. Hastaya bakmayan bir adam, hele hele bu bir baba ise, gerisini sen tahmin et artık… Bu insan denen memeli hayvanın ne türden bir hayvan olduğunu, o mahlûku ne kadar anlatsam kelimeler yetersiz kalır. Onu ancak onla yaşayan bilir.” diye konuşurken, Hacer ebe ve halalara da suçlayıcı bir gözle bakar. Sanki onları da kocasının suç ortaklarıymış gibi görür
Zor İnsanlar 115
ve gözlerini irileştirir. Sanki karşısında beddua ettiği kocası varmış gibi hiddetlenir. Herkes, masal dinleyen çocuklar gibi dalar kalır. Hacer ebe ve halaların yüzlerini, suçluluk duygusunun verdiği hafif bir kızarıklık aldı. Ne kadar kötü de olsa Hacer ebe’nin oğlu, halaların da ağabeyleriydi. Ona söylenen laflar sanki kendilerine söylenmiş gibi rahatsızlık duyuyorlardı. Aileler münakaşa ederlerken, ağızlarından sıkça çıkan bir söz vardır; “sana ne, sen ne karışıyorsun, ben özgür bir insanım, dilediğimi yaparım” gibilerinden. Oysa özde öyle olmuyordu. Aileden birisinin yaptığı kötülük, diğer aile fertleriyle de özdeşleştiriliyordu. Onlar da onun bir parçası oldukları için onlar da suçlu görülüyorlardı. Bir katil, birisini öldürüp cezaevine girer. Hesaplaşma ve öfke ise; sanki onlar öldürmüş gibi katilin ailesine ve yakınlarına yönelirdi. Kan davası gibi toplumsal yara da bunun bir meyvesidir. O hâlde bir şeyi düzeltmek gerekir. Her insan hareketlerine dikkat etmeli, her yaptığı eylemin faturasının, onun yakın çevresine kesildiğinin bilincinde olmalıdır. Bu, devletlerarasındaki ilişkilerde de öyledir. Bir vatandaşın, diğer milliyetten bir vatandaşa yaptığı bir kötülüğün sonucunun cezasını bütün millet çekmektedir. Hacer ebe’nin, bir sürelik sessizliğin ardından her ne kadar yüzü kızarıp içinde bir suçluluk duygusu belirse de doğrular içine rahatsızlık verir ve: “Gelinim ne dersen haklısın, seni en iyi ben anlarım. Çünkü aynı şeyleri ben de bunun babasından çektim. Sana tavsiyem, sabırlı ol, korkuluk da olsa onun da zaman gelir faydası dokunur. Onu bir köşeye dayanmış bir eşya gibi 116 Ayhan Arslan
düşün ve sakla samanı, gelir zamanı. Sen çocuklarına iyi bak, hayatın yükünü çekecek tek alternatif onlar var senin elinde. Tabii ki onlar da babaları olacak hazır yiyici yaratığa çekmedilerse.” der ve az kırışıklı, hafiften pembeleşmiş oval yüzünü çevirerek, karyolada baygın yatan Ali’ye ve yanı başında, karyolanın başlığındaki küçük yuvarlak ayna ile oynayan Musa’ya bakar. Sanki bir an, kemikleri toprağa karışmış kocasının siluetini görmüş gibi kinli bir yüz ifadesi ile bakar. Zaten Hacer ebe her ne kadar aile fertlerine kol kanat gerer gibi görünse de bunu sadece bedeni ile yapıyor, özde ise kocasına duyduğu kin ve nefretin etkilerini aile fertlerine hissettiriyordu. Belki de sırf sevmediği, nefret ettiği birisine çekme ihtimali olabileceğinden dolayı, özellikle Ali ve Musa’ya, temkinli ve soğuk bir sevgi ile bakıyordu. İnsanın içinde taşıdığı yaraların, onun bütün hayatına ve insan ilişkilerine bir tür gölgesi vuruyordu. Ceyda ebe’deki içten sevginin zerresi Hacer ebe’de yoktu. Genellikle köy halkı da böyle bir ideoloji güderlerdi. Sevmediği, düşman olduğu birisinin yedi ceddini de aynı düşman gözle görürlerdi. Oysa yeni nesillerin ne bu düşmanlığa konu olan anlaşmazlıktan haberi vardır ne de kendine düşman gözü ile bakan o kindarın kim olduğundan haberi vardır. Tek suçları, birilerinin bedduasını almış bir babadan dünyaya gelmiş olmaları idi. Ayşe Aba: “Komşu! Çocuk işemiyor, demiştin galiba sen, hele getir bakayım şuradaki kül leğenini, belki bir çaresini buluruz. Çocuğu da sobanın başına getir.” der ve şalvarının içinden ellerini çıkarır. Kocaman ve pütürlü, kirli ve soğuktan çatlamış ellerini, iş yapmaya hazır hâle getirir. Herkes bir an şaşıp kalır. Meraklı ve umutlu gözlerle, beklenen Hızır’a bakar gibi bakmaya başlarlar. Zor İnsanlar 117
Anne: “Ayşe Aba, valla hiç umudum yok amma gene de getirivereyim kül leğenini.” der ve yerinden pencerenin beton denizliğine dayanarak kalkar ve yeni yapılmış pencereden sızan akşam güneşinin ışınları ile pırıl pırıl parlayan, üç kare sunta bölmeli ahşap kapının alüminyum koluna basar. Bir yay gıcırdamasının ardından kapı gıcırdayarak açılır. Ayşe Aba: “Ha! Komşum, bir de bana, ibriğe biraz su katıp getiriver.” diye, kapıdan çıkmak üzere olan annenin ardından seslenir. Anne, biraz duraksadıktan sonra “tamam” der, kapıdan çıkar ve ardından da utangaç, süslü halalar, zıpır zıpır kalkarak arkasından giderler. Ayşe Aba, tıslaya tıslaya, pencere denizliğinden destek alarak ayağa kalkar ve gözlerinin feri sönmüş, aygın baygın yatmakta olan Ali’nin üzerine abanır ve kolundan tutarak yerinden kaldırmaya çalışır. “Kalk bakayım len hayırsız oğlan, buraya! Benim oğlanın kafasını yarması değil işte Allah razı olmadı sana cezanı verdi.” diye yarı şaka yarı ciddi laf atar. Fakat Ali’nin ne laf söyleyecek ne de aslandan korkacak hâli vardı. Günlerdir midesine lokma düşmemiş, açlık ve hastalık, onu hâlsiz düşürmüştü. Ayşe Aba, kocaman pütürlü ve kirli elleri ile Ali’yi koltuk altlarından tutup, tencere taşır gibi kaldırarak sobanın önüne, ayakları üstüne bastırır ve eli ile düşmesin diye de destek yapar. “Ulee! Kuş kadar da hafifmişsin, hiç ekmek yemen mi sen?” der ve koltuk ve omuzlarından sıkıca kavrayan koca, pütürlü ve kirli ellerini çekerek Ali’yi kendi hâline bırakır. Fakat ayakta duracak mecali kalmayan Ali, sobanın üzerine doğru düşmeye başlarken Ayşe Aba bir hamle yapıp, koca elleri ile Ali’yi kavrayarak tekrar tutar. 118 Ayhan Arslan
“Gel Hacer, çocuğu tut, ayakta duramayacak.” der. Pürdikkat olanları izleyen Hacer ebe, dizlerinin üstünde âdeta kayarak bir çırpıda gelip, Ali’yi koltuk altlarından tutmaya başlar. Ayşe Aba, Ali’nin gri lastikli pantolonunu dizine kadar sıyırır ve açığa çıkan Ali’nin pipisini, yanan sobaya iyice yaklaştırır. “Hacer Aba, çocuk böyle dursun, pipisi sobada iyice bir ısınsın bakalım. Gülsen komşu! Nerede kaldın? Biraz çabuk ol!” diye avaz avaz bağırır. Bir süre sonra takır tukur ayak sesleri eşliğinde, iç kapı, gıcırdama ile açılır ve anne, elinde şapka biçiminde alüminyum lazımlık ile Ayşe Aba’nın başında dikilir. Onun arkasında, elinde dışı kalaylı bakır ibrikle Şermin Hala ve onun omuzları üzerinden de neler olup bittiğini görmeye çabalayan Halime Hala vardı. Ayşe Aba: “Gülsen komşu, şu leğeni, çocuğun pipisinin önüne tut bakayım. Şermin, sen de ver bakayım ibriği.” der. Eline ibriği alan Ayşe Aba, ibrikle leğenin içine yüksekten su dökerek, su şırlama sesi çıkartır. Ara ara yedi sekiz defa yüksekten leğenin içine su şırıldatır. Ayşe Aba’yı herkes ağzı havada gözlemliyordu. Ali: “Pipim yandı!” diye kısık ve boğuk bir sesle bağırır. Ayşe Aba: “Bir şey olmaz, bir şey olmaz, iyice ısınsın. Hacer Aba, çocuğu az geri alalım, az fazla yanaştırdık herhâlde…” Yaklaşık on beş dakikalık çabanın sonunda, Ali’nin pipisinden, fıskiyeden boşalırcasına idrar akmaya başlar. O an herkesin kaygılı yüzü tebessüm eder. Sanki o idrarı yapan kendileriymiş gibi yüzler empati ile gülümser. Ali’nin o solZor İnsanlar 119
gun yüzüne bile biraz can gelmiştir sanki. Kolay değildi tabii ki bir yandan hastalık bir yandan da günlerdir idrar sıkışıklığı çekmek. Ayşe Aba: “Haydin bakalım gözünüz aydın, hastalık akıyor.” der. Kendi ve çevresindekiler, gülümseyen yüzlerle ve keyifle, Ali’nin pipisinden fışkıran koyu sarı idrarı büyük bir keyifle izlemeye başlarlar. O, hâlsizliğin, bitkinliğin, idrar sıkışıklığının ve onca çektiği sıkıntının içindeyken… Ali’nin içerisinde acılarının üstünü bastıran, ona büyük bir haz veren başka bir şey daha vardı. O da değer verilmekti. Herkes etrafında onun için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Annesi kendi yatağına ve yanına yatmasına izin vermişti. İnsanlar ona geçmiş olsun ziyaretine gelmiş ve herkes ondan bahsediyor ve ondan gözünü ayırmıyordu. En önemlisi de başta anne ve babası olmak üzere hiç kimse ona kızmıyor, dövmüyor, azarlamıyordu. Her ne kadar geçici de olsa bütün insanlar ona değer veriyorlar, ona değerli olduğunu hissettiriyorlardı. Ali’nin ruhi acıları bir anda yok olmuştu sanki sadece bedeni acıları hissediyordu. Keşke Ali ve birçok insana, insan olduğunu hissedecek kadar değerli olduğunu hissettirselerdi. Hiç değer görmemiş, hep aşağılanma ve iteklenme görmüş olan Ali için, bazılarının eksikliğini hissetmediği değerlilik vitaminleri, can suyu gibi geliyordu. Kendini önemli birisi gibi hissediyordu. Hasta olmaktan, âdeta cılız bir haz duyuyordu. Hep hasta olup insanların kendisi ile ilgilenmelerini, ona değerli birisi gibi davranmalarını, şefkatli davranmalarını arzuluyordu. Bu, o ve onun gibilerin en doğal hakları ve başkalarının da yapması gereken en kutsal görevleriydi aslında… 120 Ayhan Arslan
Bu, yaratandan ötürü insanı sevmek, onu kutsal görmek, ona gizem ile bakmak, her insanın asli göreviydi. Fakat bunu birçok gafil, algılamaktan oldukça uzaktır. Vakit gece yarısına yakındı, aynalı karyolada anne, yanında Musa ve onun yanında da Ali yatıyor ve ara ara öksürüyordu. Diğerleri uyuyordu belki ama Ali’nin, öksürük nöbeti ve başının fırıldak gibi vınlama sesi çıkartarak dönmesinden dolayı gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Rüzgârın, kapı önündeki çinko saçağı sallamasıyla çıkarttığı tıngırtıları dinliyordu. Bir süre sonra tıngırtı seslerinin arasına moloz taştan yapılmış merdivenlerden çıkan ayak sesleri karışır. Sesin her anını dinleyen Ali’nin, duyduğu ayak seslerinin babaya ait olduğunu anlamasıyla içine korkular ve sıkıntılar dolmaya başlar. Onun için baba demek, benliğinin esiri olmuş, hak hukuk dinlemeyen bir diktatör demekti. Her an dayak ve incitici hoyrat davranış demekti. Depremle iç içe yaşamak demekti. Annesinin de aslında pek farkı yoktu babadan, ama ne de olsa kadındı, hoyrat rüzgârları babanınki kadar çok şiddetli esmiyordu. Anne güneş gibi yakıyordu, baba ise ateş gibi. Dış kapı, dışarıdan açma ipi yavaşça çekilerek açılır ve yavaş hareketlerle diğer kapılar da açılır. Baba iç odaya girer ve odanın içine sigara kokusu yayılır. Katmer katmer korkular içine dolmaya başlayan Ali’nin yüreği güm güm atmaya başlar. Kafasını hemen yorganın altına sokar, babayı kızdıracak olan öksürük sesini duyurmamaya gayret eder. Bir yandan da babanın, karanlık odanın içinde sağa sola çarparak yatağını serme seslerini büyük bir korku içinde dinler. Sanki her an tepesine bir tokat inecek gibi kaygıya kapılır. Zaman bir saat kadar ilerledikten sonra Ali’nin, yorganın içinde tutmaya çalıştığı öksürük patlamalarından birisi daha Zor İnsanlar 121
olmuştu. Ani bir hareketle yorganının çekilerek, elinden tutularak sürüklenmeye başlar. Yüreği güm güm diye daha da bir şiddetle atmaya başlar. Kapıların tak tuk çapmaları eşliğinde, yerlerde sürüklene sürüklene dışarıya çıkartılır. Merdivenlerden tekme tokat sürükleme eşliğinde, ebe ve dedenin odasının içine fırlatılır. Baba: “Alın başınıza çalın çocuğunuzu sizin olsun, bunun yüzünden deli olacağım, şu çocuğu gözüm görmesin, bütün cinler başıma toplanıyor!” diye öfke ile bağıra bağıra çalım atarak, kapıyı çarparak karanlıkta kaybolur. Ne olduğunu, neye uğradıklarını anlayamayan ebe ve dede, bir süre sessiz kaldıktan sonra, ebe: “Koca! Şuradaki lambayı yak bir!” der, kısık ve boğuk bir sesle… Her anı şiddetli geçimsizlik olan ve onun sonucu olan çile ve bunalımlarla geçen bu ailenin hayatının böyle olacağı belki de ta baştan belli idi. Gün geçtikçe iyiden iyiye artan boşanmalar, aile vahşetleri, bunalımlar, belki de ilk baştan belliydi. Evlenecek bir çiftin evlilik hayatlarının kaosa dönüşeceği belki de ilk baştan belli idi. Birbirlerinin ruh ve beden sağlığını araştırmada, soyu, dini, kültürü, ekonomik yeterliliği gibi hayat boyu ihtiyaç duyacakları zaruri ihtiyaçlarını araştırıp sorgulamada yetersiz kalınmasının sonucuydu bu… Buradaki sebep-sonuç ilişkisini ne yazık ki genç çiftler görememektedirler veya görmek istememektedirler. Onlar için önemli olan şey, ilk etapta karşı cinsin, cinsel ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeterlilik ve cazibesinin olmasıdır. Gerisi fasa fiso, “iki gönül bir olunca samanlık seyran olurmuş, aşkın gözü kördür” gibi sözler de kaçamak gerekçeleri olur. Ne yazık ki insanlarımızın ezici çoğunluğu, evliliği, cinsel ihtiyaçlarını 122 Ayhan Arslan
karşılayacak bir araç gibi görmektedir. Böylelikle karanlığa kulaç atmakta ve kendini bir süre sonra, içinden çıkılmaz ağır aile sorunlarının içinde bocalar hâlde bulmaktadır. Birileri, belki aile büyükleri, belki de devlet büyüklerimiz, gözü cinsel açlıktan başka bir şeyler görmeyen, aşk gözlerini kör etmiş yeni evlenecek çiftlerin karanlığına ışık tutmalıdır. Evlilik hayatlarını kaosa çevirebilecek gerçekleri göstermelidir. Bu konuda en etkili yaptırımı da devlet büyüklerimiz uygulayabilirler. Devletimiz; hizmete açılacak bir işyeri için bireylerden; ruhsat, ehliyet, sertifika gibi birtakım belgeler istemektedir. Evliliklerde de bu ve buna benzer birtakım yeterlilik, sağlık, ekonomik, psikolojik şartlar gibi, evlilik hayatını kaosa döndürecek sebepleri ortadan kaldıracak adımlar atılmalıdır. Hukuk insanların refahı içinse, devlet büyüklerimizin, yeni evlenecek çiftlerin, evlenmeden önce önüne birtakım şartları koyması; temeli sağlam, refah düzeyi yüksek, mutlu, huzurlu bir ailenin kurulmasına zemin hazırlaması gerekir. Dolayısıyla sağlam ve istikrarla büyüyüp gelişen bir devletin de temellerini atmış olur. Zira aile, devletin temel taşıdır.
Zor İnsanlar 123
MİSKİNLERİN ŞEFKATİ…
Ali’nin ağır bunalımlarla geçen aile hayatı, genelde bu ve buna benzer bunalımlarla devam ederken aradan altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra ağustosun ortaları, vakit öğleye doğru on civarlarıydı. Sabah saatleri olmasına rağmen havada bunaltıcı bir sıcak vardı. Duvarları moloz taşlardan eğri büğrü yapılmış, damı topraktan, yılların yükünü çeke çeke eskimiş ve çürümeye yüz tutmuş evin, yüzeyi kirden grimsi bir renk almış, tahta kapısının, aralıklarından parmak girecek kadar boşluk oluşmuş ve alt kısmında, evin kedisinin girip çıkması için açılmış kedi kapısı vardı. Kapının biraz ilerisinde dolap kapağı büyüklüğünde küçük bir penceresi bulunan ev, tipik bir köy evi idi. Köydeki bütün evler aşağı yukarı bu tip ve modelde idi. Evin kapısının yan uzantısı önünde, moloz taşlarla gelişigüzel yapılmış olan ve oturulacak kısmı çamur harçla sıvanmış, sabit oturma yerleri bulunurdu. Kışın güneşlenecek yer olarak, hemen hemen her evin önünde bulunan sohbet ve güneşlenme oturakları görevini görürlerdi. Elinde asasını kavramış, eli asası ile birlikte titreyip sallanan, iki büklüm oturmuş dedenin komşusu ve arkadaşı, yaşlı Ahmet Koca vardı. Yanında, kıvırcık sarı saçları kirden birbirine yapışmış, hortlak gözlü, sara hastası, pek konuşmayan onun oğlu Dursun vardı. Hep birlikte sabahın serinliğinde oturup sohbet ediyorlardı. Evin yan uzantısındaki odanın birisi eşeğe ayrılmış ve tahta kapısının önünde 124 Ayhan Arslan
eşek tezeği döküntüleri sağa sola saçılmıştı. Kapının yan tarafında, evin duvarına dayalı bir taşın üzerine oturmuş, kirden keçeleşmiş siyah saçları, siyah şalvarı ve beyaz gömleği oto tamircilerinin elbisesi gibi yağ ve kir içinde olan, yine Ahmet Koca’nın ikinci oğlu Muharrem oturuyor, etrafı izliyordu.
Ahmet ailesi o kadar yoksul o kadar sefildiler ki karınlarının doyması için onun bunun yardımına ihtiyaçları vardı. Köyde bu ailenin kimse yanına dahi yaklaşmak istemezdi. Bunun iki sebebi vardı; birincisi: insanların fakir ve düşkünlerle bir araya gelmek istememesi, ikincisi de: gerek evlerinden, gerek elbiselerinden ve de gerekse ahırlarından çevreye yayılan rahatsız edici kötü kokular idi. Köy halkı, kendi sefaletine bakmaksızın kendinden aşağı gördükleri kimseleri aşağılamaktan çekinmezdi. Her nedense insanlar, en az kendi denginde olan veya kendinden üstün olan, zengin olan, bilgili olan kimselerle iletişim kurmak isterlerdi. Ama o kişiler de böyle davranmakla dolaylı yönden kendilerini aşağılatabileceklerinden
habersizdi.
Bunu,
“aşağılama
aşağılanırsın” sözü en iyi şekilde anlatmaktadır. Tıpkı Ahmet ailesinden kaçınmaya çalıştıkları gibi… Bu olayda hayatın tekerrürden ibaret olduğunu, herkes dışarıya ne verirse, dışarıdan da verdiği şeyin geri geleceği, gün gibi aşikârdır. Oysa o kişiler, Ahmet ailesini dışlamamış, onlara en azından insan oldukları için gereğince değer vermiş olsalardı, en azından başkaları tarafından da kendilerinin aşağılanmamasını garanti etmiş olurlardı. Bu kısır döngü ne yazık ki hep böyle devam edip gitmektedir. Her insan, kendinden aşağı gördüğü kimseleri küçümseyip, onlarla, kedinin fare ile oynadığı gibi oynar ve eğlenir. Fakat “herkes ettiğini çeker” sözü, gün olur tekerrür eder ve onu da bir aşağılayan kimse çıkacaktır. O aşağıladığı kimsenin çektiği ezikliğin aynısını kendisi çekecektir. Zor İnsanlar 125
Ama ne yazık ki bizim insanımız gafil olduğundan, hep birilerini kendinden aşağı görerek, onu aşağılayıcı hareket ve ithamlara maruz bırakır. Bunun sonucunda da hep birileri, kendilerine aynı davranışları geri iade eder. Ondan sonra “ben insan değil miyim” türküsünü çağırmaya başlarlar. Oysa kendisine öyle davranılmasının temelinde, kendisinin de hep birilerine aşağılayıcı davranışlarda bulunmasının yattığını asla düşünemez. Bu kısır döngü, insanlar arasında hep dönüp durmakta ve de dönmeye devam edecektir. Ne yazık ki insanlar; kendisine yapılmasını istemediği bir hareketi başkasına yapmaması gerektiğini hâlen kavrayabilmiş değillerdir.
Bir süre sonra evin yan tarafındaki patika yoldan, sık aralıklarla dikilmiş nar ağaçlarının arasından birtakım tıkırtılar, ayak sesleri duyulmaya başlar. Tıkırtıları duyan ev sakinleri ve dede, nar ağaçlarının aralıklarından gelen seslerin kime ait olduğunu görmeye çabalıyorlardı. Bir müddet sonra tozu dumana kata kata, elindeki telden arabayı süre süre, evin köşesini Ali döner. Ali, bir yandan süratle tel arabayı sürüyor bir taraftan da ikide bir endişeli gözlerle karşıda ağaçlar arasında gözüken evlerinden tarafa bakıp, anne babasını kolaçan ediyordu. Çünkü anne babasının, kendini Ahmetlerin evinin önünde oynar hâlde görmesi, dayak veya ev hapsi cezası demekti. Ali, anne babasının ceza vereceğini bile bile, her yerinden, her bucağından pislik akan, mikrop fışkıran Ahmetlerin evine saklı gizli giderdi. Bunu, bir yudum özgürlük ve şerefini, onurunu besleyecek birkaç değer veren söz duyabilmek adına yapıyordu. İnsan onuru öyle aç bir duygu idi ki uğruna insana her şeyi yaptırırdı. Tıpkı açlık duygusu gibi etkili bir yaptırıma sahipti. İnsanlar ne pahasına olursa olsun kendine değer veren, değerli olduğunu hissettiren kişilerle beraber olmak ister. 126 Ayhan Arslan
Ali, telden kamyon şekli verilmiş arabanın yine telden yapılmış direksiyonunu iki eliyle kavramış, sanki gerçek bir kamyon sürermiş gibi havalı ve fiyakalı bir şekilde sağa sola döndürüyordu. Bir taraftan da ağzı ile kamyon sesine benzetmeye çalıştığı birtakım hırıltılar çıkarmaya çalışıyordu. Evin önüne, dede ve Ahmetlerin oturup sohbet ettikleri yere geldiğinde bir an duraksar ve bir eli ile burnunu kapayarak, gerek Arapların üzerinden ve gerekse ev içinden ve evin önünde gelişigüzel sağa sola yapılmış idrar ve tuvalet kokularından kendini korumaya çalışıyordu. Ali tam iğrenç kokulu bölgeyi geçmeye çabalarken, Ahmet Koca:
“Oğlum! Sana kız buldum, gel bakayım yanıma.” diye takılır. Ali bir eliyle burnu kapalı hâlde, genizden çıkan bir sesle: “Ben evlenmeyeceğim.” diye kısa ve kestirme bir cevap vererek, telden arabayı hızla sürüp, evin öbür köşesinde oturmakta olan Muharrem’in yanına varır. Muharrem; on iki yaşlarında, orta boy ve kiloda, siyah benizli, elbise ve bedeni her zaman kirli ve doğal olarak kimsenin yanında durmaya dayanamayacağı iğrenç bir beden kokusu ile meşhurdu. Siyah kıvırcık saçları yine kirden keçe gibi birbirine karışıp yapış yapış olmuştu. Kaşları siyah, gür ve kalındı. Yüzü elips, göz rengi siyahtı. Ali, evin öbür köşesindeki taşın üzerine oturur. Gerek korku, gerekse hızlı yürümenin etkisinden dolayı tıknefes kalmıştı. Solunumunun normal ritmine gelmesi için bir süre konuşmadan bekler. Bir yandan da ağaçlıklar arasında kalmış olan evlerinden tarafı iyice kontrol eder. Kendisini buraya gelirken bir gören olmadığından veya peşine birilerinin takılıp takılmadığından emin olduktan sonra rahat bir nefes alır.
Zor İnsanlar 127
Muharrem: “Ne var ne yok Aliciğim, gel bakalım, kamyonunun yükü ne tarafa?” der. Telden arabanın kasasındaki bir demet ağaç parçasını kasteder. Ali: “Kürtlerin oraya götüreceğim.” diye, köyün alt tarafındaki kireç ocaklarında odun ateşi ile kireç yapan Kürt ustaları kasteder. Kürtlerin köyde büyük fırınlarda odun yakarak kireç taşı üretmeleri, bol bol odun gerektiren bir işti. Onun için Kürtler, köylülerden yoğun olarak odun satın alırlardı. Köylüler de onlara odun yetiştirebilmek için yoğun olarak eşeklerle dağlara çıkıp, odun taşıyıp onlara satarlardı. Ali de köyün popüler işi olan odun taşımacılığından etkilenmiş olacak ki böyle bir işin o da oyununu yapıyordu. Muharrem: “Benim arabaya da iş var mı? Ben de odun götürsem benim odunumu da alırlar mı ki?” diye çocukça bir öneride bulunur. Ali: “O! Hem de nasıl alırlar, adamların öyle oduna ihtiyaçları var ki herkesin götürdüğü odunları alıyorlar. Haydi, senin arabaya da odun yükleyelim de Kürtlerin oraya satalım. Ama senin arabayı ben süreceğim.” der. Ali’nin, Muharrem’in arabasını sürmede istekli olmasının sebebi; onun arabasının, tel yerine demir çubuklardan yapılmış olması veya çocukların hep değişik şeylere meraklarının olmasındandı. Muharrem: “Tamam, öyleyse haydi gidelim, yolda giderken de sigara izmariti toplarız ve ağaçların arasında içeriz.” Ali: “Tamam, haydi gidelim.” der. Ali için yeter ki “gidelim” 128 Ayhan Arslan
lafı olsun, nereye olduğunun hiç önemi yoktu, yeter ki kendisini mengene gibi her an sıkmakta olan anne ve babadan uzak olsun. Hemen çıldır çıldır gözleri çakmak gibi parlar ve bir çırpıda ayağa kalkar ve ahırın içine girerek Muharrem’in demir çubuktan yapılmış, kamyonet biçimi verilmiş arabasını kaptığı gibi dışarıya çıkar. Büyük bir hızla sürmeye başlar. Bir yandan ağaçların aralıklarından evden tarafı dikizliyor bir yandan da neşe ile demir arabayı, tozu dumana katarak sürüyordu. Ali için, aşırı baskıcı ve hoyrat bir ailenin yanında ve yakınında olmamak, âdeta yeni bir yaşam kaynağı, yaşama sevinci ve her şeyden önemlisi kuşlar gibi özgür olmaktı. Onun için, her türden teklifi hiç düşünmeden, iyi veya kötü olmasına aldırmadan kabul ediverirdi. Kuru gazel gibi kim nereye üflerse oraya giderdi. Özgürlük ve değerlilik dürtüsü Ali’de öylesine güçlü bir arzu idi ki akşam eve gelince kesin olarak yiyeceği dayağı bile göze aldırırdı. Zindandan çıkan birisinin, ilk etapta dışarının iğrençlik ve kötülüklerini görmeyip sadece özgürlüğe kulaç atmasının neşesini yaşaması gibiydi bu… Ali önde, Muharrem hemen ardında, telden arabaları tozu dumana katarak sürüyorlardı. Evin önünde oturmakta olan dede, Ahmet Koca ve Dursun’un şaşkın bakışları altında önlerinden hızla geçerler. Dede: “Nere gidersiniz oğlum, fazla uzaklaşma, akşam eve gelince annen döver bak.” diye arkalarından seslenir. Fakat Muharrem ve Ali’nin âdeta aklı tutulmuş, kafalarında planladıkları şeye odaklanmışlardı. Dışarıdan gelen hiçbir şeyi umursamıyorlardı. Ahmet Koca: “Elleme çocukları Mehmet, oynasınlar varsınlar, çocuk Zor İnsanlar 129
oynamazsa aklı gelişmez.” diye dedeye nasihat verir. Dede: “Oynasın canım da gelgelelim bunu anasına babasına anlat, çocuğun bırak oyun oynamasını dışarıya bile bırakmazlar.” Ahmet Koca: “Neden öyle davranırlar ki?” Dede: “Valla ne bileyim, bizim delileri bilmez misin? Çocuk hayırsızlık yapar, bize kötü laf getirir, üzerini kirletir gibi sebeplerden ötürü çocuğu sokağa dahi salmazlar. Şu çocuk sokağa çıkabilmek için tıpkı bir eşek gibi zincirini koparması gerekir. “ Ahmet Koca: “Seninkiler bir de kendilerini bayağı bir büyük görüyorlar herhâlde, kendilerini kral sanıyorlar galiba. Geçenlerde yolda karşılaştım senin Mahmut ile selam verdim. Ne selamımı aldı ne de benden yana başını çevirip baktı. Burnunu havaya dikip tös tös çekip gitti.” Dede: “Hem de ne kral, bize de aynısı ile muamele ederler. Yanı başlarında oturuyor hâlde olsak bile biz yokmuşuz gibi davranırlar. Ee… Etme bulma dünyası işte, birilerinin de kendilerine bu şekilde davranacağı zamanlar elbette gelip çatacaktır. Herkes ettiğini çeker.” Ali ve Muharrem, hedefe ilerleyen ok gibi ilerlerlerken, bir yandan da Ali’nin içini sinsi bir yakalanma hissi kaplar. Yakalanması için ille de anne ve babanın kendisini tutmasına da gerek yoktu. Onlardan birisinin kendisini uzaktan görmesi ve “Ali çabuk buraya gel!” demesi yeterli idi. Böyle bir emri çiğnemesi, cezanın ikiye, üçe katlanması demek olduğundan, itaat etmek zorunluluğu olacaktı.
130 Ayhan Arslan
Ali: “Ama yoldan gitmeyelim, annemler görürlerse beni kesinkes sokağa salmazlar.” der ve başını eğe büke, endişe ile ağaçlıklar arasındaki evi takip eder. Muharrem: “Tamam, senin dediğin olsun Aliciğim. Ne de korkarmışsın anne babandan be!” Ali: “Sen benim yediğim dayakları, cezaları yesen, sen de beni anlardın.” der ve evin arka tarafındaki ağaçların arasına saklana saklana, bir yandan da gözleri ile evden yanı takip ede ede, eğile büküle ilerler ve ardı sıra da onu Muharrem takip eder. Muharrem: “Yani sen sokağa oynamaya gittin diye mi seni dövüp cezalandırıyorlar?” diye, Ali’nin ardı sıra ağaçlar arasından eğile eğile ilerlerken sorar. Ali: “Hem de ne cezalar; oda hapsi mi dersin, soğukta dışarı atma mı dersin, eşeğin batmasına telle bağlama mı dersin, işte buna benzer türlü türlü cezalar, en iyisi de oda hapsi… En azından insan kendini insan gibi hissediyor, diğerlerinde ise, sokağa atılmış köpek yavrusu gibi hissediyor. Dayak desen zaten alıştık, zaten suçum olsa da olmasa da her zaman dayak sırtımdan eksik olmaz.” Muharrem: “Suçun olmadan durduk yere niye döverler, pek anlamadım.” der ve Ali’ye, acıyan gözlerle bakar. Ali: “Benim aile senin anlayacağın biraz deli, dayak yemem için ille de suç işlememe falan gerek yok… Onlar kendi çaplarında Zor İnsanlar 131
ille de bir sebep bulur dövmek için… Bu sebep bazen hırıltılı bir nefes alma, ufak tefek gürültü, öksürmek, sümük çekmek gibi en doğal, insanın canlı olduğunun belirtisi olan en basit ses çıkarmalar bile olabilir. Ayrıca bir eşyayı bozmak, bir işi başaramamak, su testisini dökmek veya kırmak, yumurtaları kırmak gibi maddi hasarla sonuçlanan kazalarda ise hiç af yoktur. Bazen de kötü giden işlerin, doğal olarak gerçekleşen, zarar veren tabiat olaylarının, başarıyla sonuçlanmayan işlerin de sorumlusu olarak ben gösterilirim ve benim uğursuzluğum bahane edilir. Bu ve benzeri şeyler yüzünden ben onların gözünde, etrafa uğursuzluk saçan bir pislik, bir günah keçisiyim.” der ve bahçe aralarından geçerek yola çıkarlar. Sıcak havanın iyiden iyiye hissedildiği öğle vaktinde; taşlı ve tozlu, moloz taş ve dikenli çalılarla çevrilmiş bahçe duvarları vardı. O bahçelerden yolun içine doğru sarkmış incir ve nar ağaçlarının aralarından ilerlerken çevreden; “tin-tan, tin-tan” diye örs ve çekicin demire vurulma sesleri, kulağa hoş gelen bir melodi gibi etrafta yankılanıyordu. Burası
Çingeneler
mahallesiydi.
Çingeneler,
evlerinin
bitişiğine derme çatma kurdukları demir dövme atölyelerinde bıçak, orak, kazma gibi ev ve tarım aletleri yapıp satarak geçimlerini sağlarlardı.
Muharrem: “Ali, haydi Çakıcı Sabri’nin yanına gidelim.” der ve cebinden çıkardığı kirli mendille, yüzünden akan terleri silip mendilini yine siyah, kir ve yağ lekeleri olan şalvarının cebine koyar. Ali: “Hani izmarit toplamayacak mıydık?” der ve taşlı tozlu yolda izmarit bulma ümidi ile sağa sola bakınmaya başlar. Muharrem: “Yahu! Gel Çakıcı Sabri’den 132 Ayhan Arslan
belki sarma tütün otlanırız.” der ve yolun içine doğru dalları sarkmış olan incir ağacına keçi gibi zıplayarak, sarı sarı ay gibi parlayan, arkasından bal sarkan incirleri koparmaya başlar. İlk kopardığı inciri ağzına katıp yemeye başlar. Topladıklarının geri kalanını da şalvarının cebine doldurur. Elindeki son iki inciri de Ali’ye uzatıp, ağzı tıka basa dolu olduğu için gözleri ile işaret ederek, almasını ve yemesini istediğini beden dili ile söyler. Ali bir incire bir de onu uzatan kirli ellere bakar, midesi bulanır, bir an reddetmek gelir içinden fakat gerek aç midesi gerekse nefis görünümlü ballı inciri görünce dayanamaz, bir çırpıda alıp ağzına basıp yemeye başlar.
Ali zaten öğle yemeğini her zaman, doğadan kuşlar gibi onun bunun bahçesinden karşılamak zorundaydı. Çünkü Ali yemek için eve gidemezdi. Eve gitse ya yiyecek yemek bulamayacak ya tam yemek yerken anne ve babasının sıkça yaptığı sofra kavgalarına maruz kalacaktı. Ya dövülüp azarlanacak ya da tekrar odaya hapsedilecekti. Ali için ev demek, önceden girip sonradan kaçtığı cezaevine geriye dönmekle eşdeğer bir şeydi. Oraya geri gitmemek için elinden gelen her çabayı gösteriyordu. Ana yolda bir süre ilerledikten sonra, bahçe aralıklarındaki koca koca incir ağaçlarının dallarını sarkıttığı dar patikadan ilerlerken, Ali ve Muharrem, başlarına ikide bir dokunup çarpan incir ve nar dallarından korunmak için bir sağa bir sola eğilerek yürüyorlardı. Köy halkı genellikle budamanın yararlarını bilmediklerinden, hiçbir ağacın dalını kesmezler ve ağaçlar böylelikle doğal bir orman oluşturur gibi yetişirdi. Onlar için ağacın dalını kesmek verim kaybı demekti. Ali ve Muharrem ellerindeki tel arabaları ayak bağı olmaması için bir çalı içerine daha sonra almak üzere saklar. Çakıcı Sabri’nin evine yaklaşırken, çekiç ve örs seslerinin araZor İnsanlar 133
sına keman, klarnet ve davul sesleri de karışıyordu. Muharrem, gelen sesleri görebilmek için ağaçların aralıkla-
rından başını eğerek bakar. “Çingeneler cümbüş yapıyorlar herhâlde…” der ve başını incir dallarından sakına sakına ilerlemeye devam eder. Çakıcı Sabri’nin evinin önüne yaklaşınca evin önündeki kocaman incir ağacının koyu gölgesinde kendi aralarında cümbüş yapan birkaç Çingene; yer masası, rakı masası kurmuşlar yiyip içip eğleniyorlardı. Ağaçlıklar arasındaki patikadan, yanlarına doğru gelen Ali ve Muharrem’i görünce, bir anda cümbüşün sesi kesiliverdi ve apar topar, demlendikleri rakı ve bardaklarını telaşla sağa sola tıkıştırıp saklamaya başlamışlardı. Bu, Çingenelerin tipik bir özelliği idi. Kendi sofralarını ve ekmeklerini kimseyle paylaşmazlar. Fakat başkalarından bedavadan bir şeyler kopartabilmek için her türden yalakalığı ve bu uğurda çeşitli kelime cambazlıklarını yapmada ustalardı. Muharrem: “Selamünaleyküm ağalar, keyfiniz yerinde bakıyorum da…” der ve incir ağacının kalın gövdesi çevresine serdikleri siyah el dokuması, yer yer delinmiş eski kıllı kilimin üzerine oturmuş olan Çingeneler, şaşırmış gibi Ali ve Muharrem’e bakar kalırlar. Muharrem, ellerinde çalgı aletleri ve ense köküne değen uzun saçları ile bir an donmuş gibi olan Çingenelerden gelecek cevabı bekler. Çingene Ahmet: “O! Muharrem’im, aleykümselâm, hayrola, nereden gelip nereye gidersiniz?” der ve pişmiş kelle gibi sırıtarak Muharrem’e bakar. Muharrem: “Şura! Sabri Ağa’nın yanına uğrayacaktık da.” der ve yıkılmaya yüz tutmuş moloz taştan yapılmış ev ve hemen 134 Ayhan Arslan
bitişiğindeki, içerisinden çekiç sesleri gelen körüklüğe doğru bakar. Çingene Ahmet: “Muharrem’im be! Yok mu bir Birinci sigarası, birer tane önümüze atsan da bizim gibi garibanları sevindirsen. Valla Allah seni inandırsın en son sigarayı iki gün önce sattığım yemiş parası ile almıştım ve o da o gün bitti.” Muharrem, ava giderken avlandığını düşünür ve yan taraftaki sigara izmaritlerine gözü takılır. Aptalların her zamanki gibi yalan söylediklerini anlar. “Aptalın sözü olmaz, incir ağacının közü olmaz.” sözü aklına gelir. Bozuntuya vermeden: “Ulan Ahmet, tam buldun sen de ilaç soracak hastayı, kelin ilacı olsa önce kendi başına çalar. Ben de sigara otlanacak adam arıyorum.” der ve Çakıcı Sabri’nin yıkık dökük atölyesine doğru ilerler. Arkadan, konuşmaları utangaç gözlerle dinleyen Ali’nin de yerdeki beş altı adet sigara izmaritine gözleri takılır ve bir zıplayışta yerdeki izmaritleri toplayarak, rengi solmuş lacivert şalvarının cebine doldurduğu gibi Muharrem’in arkasına takılır. Birkaç basamak taştan merdiven çıkıldıktan sonra, Çakıcı Sabri’nin atölyesinin içi gözükür. Çakıcı Sabri içeride, dış dünya ile irtibatı kesmiş, çekiç ve demirin sesine kendini kaptırmış, örsün üzerindeki kızgın demire şekil vermeye çalışıyordu. Başındaki, kömür kıvılcımlarının yer yer yakarak küçük delikler oluşturduğu ve kül parçaları ile kaplı kahverengi muhtar şapkası ile Çakıcı Sabri, durmadan örsün üzerindeki kızgın demiri dövüyordu. O demirin bıçağa dönüşeceği, kaba şeklinden belli oluyordu. Onun yan tarafında, taştan, demir ısıtma ocağına, bir sağa bir sola yaylanarak körük çeken ve Zor İnsanlar 135
ocağın kömürlerinin nar gibi kızarmasını sağlayan, Çakıcı Sabri’nin altın dişli, yuvarlak yüzlü, esmer benizli hanımı vardı. Çakıcı Sabri’nin arka kısmında da demire su vermeye yarayan, taştan oyulmuş su teknesi vardı. Bıçak atölyesinin duvarlarında çeşitli demir hurdaları bulunuyordu. Atölyenin direkleri, yanan kömür ateşinden dolayı zift gibi simsiyah olmuştu. Muharrem: “Kolay gelsin Sabri Ağa!” diye, çekiç seslerinden geldiklerini fark etmeyen Çakıcı Sabri’ye bağırarak sesini duyurmaya çalışır. Duyduğu sesle aniden irkilip elindeki çekici bırakan Çakıcı Sabri, korkan ve şaşırmış bir yüz ifadesi ile bir an baktıktan sonra, ürperdiği şeyin tanıdık olmasından dolayı, hafifçe gülümser. Çakıcı Sabri: “O! Sağ ol Muharrem’im, sağ ol... Aliciğim, gene körük çekmeye mi geldin len?” der ve ardından Ali’nin başını sıvazlar. Yapılan iltifatlar ve en azından ismi ile hitap edilmesi, Ali’nin kendisini değerli hissetmesini yeter. İçini sevinç ve huzur kaplar. Ali, Çakıcı Sabri’nin verdiği gazla hemen siyah deriden yapılmış iki tulumbası bulunan körüğün başına geçer ve olanca gücü ile körükleri bir sağa bir sola çekmeye başlar. Körüklerin üflediği hava neticesinde kömür ocağının kömürleri nar gibi kızarır ve etrafa kıvılcımlar sıçrar. Ali sırf bu tatlı dil ve iltifatları duymak adına sık sık buraya gelir ve körük çekerdi. Çakıcı Sabri: “Aliciğim biraz yavaş ol, kömürleri havaya uçuracaksın. Ben, çek, dediğimde çek.” der. Ali talimatı alır ve birden körük çekmeyi durdurur ve yeni emir bekler hâlde elleri körüklerin sapında durur. İçinden bir an, kısa bir iltifatın 136 Ayhan Arslan
kendisini değerlilik zirvesine nasıl çıkardığını, Çingenelerin çok iyi insanlar olduğunu düşünür. Fakat onların menfaat için insanlara yağcılık yaptıklarını, ihtiyaç sahibi kişiye ölü bitlerini dahi vermeyecek kadar gaddar ve cimri olduklarını o yaşta sezemez. Ali’nin sosyal bağ kurabildiği insanlar genellikle Muharrem, Yavuz, Çingeneler gibi toplumun iğrendiği, kaçındığı ve dışladığı insanlardı. Ne de olsa toplum, Ali’ye de aynı tavırları sergiliyordu. Toplum şekle önem veriyor ve şekli kötü, çirkin, fakir olanları kalbur altı yapıyordu. Bu durum Ali’ye büyük acılar veriyor, âdeta insanlar arasına çıkmak istemiyordu. O da kendine değer veren, en azından değersiz görmeyen, hoş iltifatlar yağdıran kimselerle vakit geçiriyordu. Bu insanların da bazı zaafları olmasına rağmen, arada bir de olsa birkaç tatlı söz duymak, onun, açlığını şiddetle duyduğu değerlilik vitamini almasını sağlıyordu. Anne baba ve diğerleri ise ona sürekli değersizliğini vurgulayan söz ve ithamlarda bulunuyorlardı. Ali, ihtiyaç duyduğu en doğal insanlık onuru ve değerlilik vitaminini ancak bu insanlar arasından karşılayabiliyordu. Bu insanlarla ne de olsa ortak bağları da vardı. En azından onlar da toplumun; fakir, miskin, pis diye değer vermedikleri kişilerdi. Ali, kendine hep şu soruyu sorardı: Şekli ve mal varlığı ile böbürlenen insanlar, zaman şekillerini bozduğunda, bir kıvılcım mallarını yok ettiğinde neleri ile böbürleneceklerdi acaba? Ali, daldığı iç dünyasından, çekicin örse vurulma sesi ile irkilir ve Çakıcı Sabri’nin manevi âlemine akıttığı değerlilik şerbetinin etkisi ile: “Sabri Emmi, körük çekeyim mi?” der ve çıldır çıldır parlayan gözleri ile çekiç ile nar gibi kızarmış demiri döven Çakıcı Sabri’nin ağzının içine bakar. Zor İnsanlar 137
Çakıcı Sabri: “Çek bakalım Ali’m, biraz daha büyü sen hele, sana para verip, yanımda körükçü olarak çalıştıracağım.” der ve kızgın demiri dövmeye devam eder. Ali, sevinç ve coşku ile bir çırpıda körüğün sapını tutar ve Ali’nin, iki parça deri körüğün ikisini birden çekmeye güç yetiremediğini gören Çakıcı Sabri’nin esmer yüzlü, altın dişli, zayıf, uzun boylu hanımı: “Bakın! Bakın aslan Ali’ye, koca adam olmuş da körüğün iki kolunu da çekiyor.” diye iltifat eder. Ali, yediği yağın etkisiyle biraz daha hızlanarak; bir sağ körüğün koluna, bir sol körüğün koluna asılıp, ocağın kömürlerini havaya doğru üfletmeye başlar. Korun etkisi ile kömürlerin arasındaki demir parçası kısa zaman sonra nar gibi kızarır. İnsanın değersiz olduğunun vurgulanmaması ne güzel şeydi. Değerli görülmek ne güzel şeydi. “Anne ve babam keşke bunlar olsalardı.” diye Ali, içinden hayal kurar. Muharrem: “Sabri Ağa, Birinci yok mu bir tüttürsek de ciğerlerimiz bayram etse.” der ve esmer yüzünde, utanmanın etkisi ile hafif bir kızarma belirir. Bir şey istemek insanı biraz mahcup bırakırdı. Çakıcı Sabri, dövdüğü demir parçasının kızgınlığını kaybetmesi nedeni ile demir maşa ile sıcak demir parçasını tutarak tekrar, harlayan kömürün içine sokar ve eğildiği ocağın önünden doğrulup Muharrem’in yüzüne bakarak: “Muharrem’im sen çok yaşa e mi... Ben de tam senden sigara isteyecektim sen benden önce davrandın.” der ve her ikisinin de yüzünde hayal kırıklığının etkisi ile burukluk oluşur. Çingeneler, menfaatleri olduğu zaman her türlü yağcılık ve güler yüzü gösterirlerdi. Fakat onlardan bir şeyler istendiğinde ya yok olur ya da şimdi bitmiş olurdu. Onların 138 Ayhan Arslan
insanlara verdiği tek şey, sahte bir değerlilik vitamini idi. Onu da ileriye dönük bir çıkarı varsa verirdi. Çıkarı yoksa eğer ne selam verirlerdi ne de güler yüz gösterirlerdi. Hani bazen televizyonda bazı Çingene kadınları, çiçek satacakları müşterisine türlü iltifatlar yaparak elindeki çiçeği onlara satmaya çalışır. Sonuçta müşterisi de onca çabaya rağmen çiçeği almaz ve Çingene, çiçeği satamayacağını anladıktan sonra başlar onları topa tutmaya, başlar onlara, ağza alınmadık küfürler yağdırmaya… Sanki biraz önceki melek gitmiş, yerine şeytan gelmiştir. İşte bu Çingeneler de aynı özelliklerdeki Çingenelerdi. Ali ve onun gibi değerlilik vitaminine muhtaç olan kişiler de bu Çingeneleri çok severlerdi. Her fırsatta soluğu onların yanlarında alırlardı. Her ne kadar maddi bir şeyler vermeseler de verdikleri manevi değerler, Ali’nin, ailesi ve çevresinden alamadığı duygusal boşlukların bir kısmını karşılıyordu. Muharrem: “Canın sağ olsun Sabri Ağa, ne yapalım, fakirlik başa bela… Neyse, biz müsaade isteyelim senden, kavağın altına doğru gidecektik. Haydi, sana kolay gelsin.” der ve elini havaya kaldırıp selam vererek, arkasını dönüp kapıya doğru yönelir. Çakıcı Sabri: “Sağ ol Muharrem’im, güle güle, yine bekleriz.” der ve nar gibi kızarmış demir parçasını, harlayan kömürlerin içinden demir maşa ile tutarak, örsün üzerine koyup dövmeye başlar. Çakıcı Sabri’nin körüklüğünden hayal kırıklığıyla ayrılan Ali ve Muharrem, tekrar ağaçlar arasındaki patikaya dalar ve biraz ilerleyip incir ağaçları arasında gözden kaybolunca Muharrem: “Ali, demin Çingene Ahmetlerin orada cebine koyduğun izmaritleri çıkar da içelim.” der ve incir ağacının koyu gölgeli Zor İnsanlar 139
bir yerine oturup bağdaş kurar. Siyah kirli, lekeli şalvarının cebinden kibriti çıkararak beklemeye başlar. Ali, rengi solmuş lacivert şalvarının cebine elini sokup çıkartır ve beş adet izmariti avucundan yere atar. Muharrem’in, tavuğun yem kaptığı gibi izmariti kapıp, dudağına kıstırıp yakması bir olur. Ardından derin bir çekiş ve bir iki üç çekiş derken, parmaklarını yakmaya başlayan sigaranın ateşi ile diğer izmariti tutuşturur. Derince bir çekişin ardından; izmaritin birini de Ali’ye uzatıp, elindeki izmarit koru ile tutuşturur. İncir ağacının gövdesine yaslanarak derin derin izmariti içine çeke çeke, keyifli keyifli, incir ağacının dalları arasına üflemeye başlar. Ali: “Çingeneler de iyi hoş insanlar da şimdiye kadar en ufak bir şey verdiklerini görmedim.” der ve ciğerlerine dolan sigara dumanının etkisi ile boğuk boğuk öksürür. Muharrem: “Bu, Çingenelerin teknik özelliğidir, pek vermeyi sevmezler. Ancak seyrek de olsa bir şeyler verirlerse mutlaka onun sonucunda daha büyük bir menfaat beklentileri vardır. Onlardan maddi bir şey almak çok zordur, onlardan bol bol alacağın şey, tatlı sözdür. Hele bir de dudağına bir sigara tutuşturursan artık seni öve öve bitiremez.” der ve ateşi parmaklarına yaklaşan sigaradan derince bir soluk daha çekerek havaya, incir yapraklarının arasına doğru üfler. Sahipsiz bir çocuğun, ailesinden alamadığı şefkati sokaklarda araması, onu adım adım tehlikeli alışkanlıklara ve sahte dostluklara sürüklemeye başlıyordu. Sanki kurdun eline düşmüş kuzu gibi savunmasızdı. Oysa Ali’nin ailesi bilinçli bir aile olsaydı ve Ali’ye ihtiyacı olan maddi ve manevi değerleri verebilselerdi o zaman Ali ve onun gibiler sokaklara düşmez140 Ayhan Arslan
ler ve ruh, beden, zihin sağlığı yerinde olarak gelişimlerini sürdürürlerdi. Gelecekte de bu topluma ve kendine yararlı bir fert olarak toplumdaki yerlerini alırlardı. Yaklaşık otuz dakika sonra, bir süre izmarit içmelerinin ardından Muharrem’le yolunu ayıran Ali, sıklıkla uğradığı, içindeki manevi açlıklara iyi geldiğini düşündüğü köy camisine gelmişti. Muharrem, camiden pek hoşlanmadığı için evine gitmişti. Cami hocası, minaresiz caminin önünde çıplak sesle ezan okuyordu. Ali, caminin önündeki köy çeşmesinden acele acele abdest alıyor, öğle namazına yetişmeye çabalıyordu. Çeşme önündeki, dalları birbirine karışmış iki adet büyük incir ağacı, sanki çeşme ve su teknelerini kucaklıyordu. Çeşmenin bu derece popüler ve eğlenceli olmasında bu incir ağaçlarının büyük payı vardı. Eğer bu incir ağaçları olmasa idi, bu sıcak ve yakıcı yaz sıcaklarında kimse güneşin altında, çeşmenin önünde sohbet ve zevzeklik toplantıları yapmazdı herhâlde. Su doldurmaya gelenler de genelde güneşin etkisinin az olduğu akşam ve sabah saatlerini tercih ederlerdi. Oysa çeşme ve önündeki üzeri beton harçla sıvanmış olan, moloz taşlardan yapılan duvar başı, âdeta büyüklerin ve çocukların gözde mekânlarındandı. Günün her saati cıvıl cıvıl insan sesi hiç eksik olmazdı. Yine o duvarın üzerinde, gelen gidenle zevzeklik yapıp, âdeta onu bunu kızdırmak için yaratılmış olan beş, altı zevzek çocuk oturuyor ve çeşmeye gelip gidenlere sataşıp rahatsız ediyorlardı. Ali, abdestin sonlarına gelirken, rengi solmuş lacivert şalvarının, birisi tarafından aniden aşağıya çekildiğini fark eder ve ardından, zevzek çocukların alaysı gülüşmelerini duyar. Arkasını dönerek: “Anasını … çocuğu!” diye ani bir refleksle basar küfrü.
Zor İnsanlar 141
Çocuklar: “Abdesti bozuldu! Armut kafanın abdesti bozuldu! Armut kafa! Ampul kafa! Üçgen prizma! Abdest bozuldu! Abdest bozuldu!” diye hep bir ağızdan Ali’yi kızdırarak abdestini bozup namaz kılmasına mâni olmak istiyorlardı. Kendileri namaz kılmazlardı ve kılanı da sevmezlerdi. Köy halkının sahte sevgisini kazanabilmek için; onların gittiği yoldan gitmek, onların hayat tarzını benimsemek ve onlar gibi olmak gerekirdi. Ali’nin hayat tarzı da hayatı kendi düşüncesine, kendi inançları doğrultusunda yaşamak olduğu için, hemen hemen hiçbir grubu tam olarak benimseyemiyor ve ortada kalıyordu. Böylelikle de kendine zıt grupların sataşmalarına her daim maruz kalıyordu. İyiden iyiye kızan Ali, çocuklara fırlatmak adına çeşmenin önüne taş bulmak için eğilir ve daha yere eğilmesi ile çocuklar köpekler gibi sağa sola kaçışmaya başlarlar. Ali, eline telaşla geçirdiği taş parçasını hemen artlarından fırlatır fakat isabet ettiremez. Tekrar bir taş daha alıp fırlatır ama boştu, hedef, vuruş mesafesinden uzaklaşmıştı. Çocuklar uzaktan: “Üçgen! Ampul! Armut!” diye, akıllarına gelen bütün aşağılayıcı lakapları peş peşe avaz avaz söyleyip Ali’yi kızdırmaya çabalıyorlardı. Onlara bir şey yapamayacağını iyice anlayan Ali’nin aklına, namaz vaktinin geçtiği gelir ve apar topar abdestini yeniledikten sonra, camiye koşar. Cami bahçe duvarının yakın paralelinden hem koşmaya çalışır hem de hiç budama görmemiş, alabildiğine yukarı, yan ve alta doğru büyümüş olan incir ve nar ağaçlarının dallarına başını çarpmamak için sürekli eğilmek zorunda kalır. Kısa süren cambazlığın ardından; hayvan çitine benzeyen, üç paralel üçlük borunun üst üste duvara betonla dondurulması ile ya142 Ayhan Arslan
pılmış olan cami bahçe kapısının üzerini güçlükle aşar. Üç beş adım sonunda caminin ahşap yeşil kapısından içeriye telaşla girer. Hoca ve cemaatinin namaza başladığını görür. Yarı sulu naylon ayakkabılarını çıkarır ve bahçe kapısına benzer bir bariyer olan, kapı önündeki ayakkabılık ve namaz kılınan bölümü birbirinden ayıran, ahşaptan yapılma elli santim yüksekliğinde, mazgal biçimindeki engeli de aşar. Islak ayaklarıyla yerdeki kırk bir çeşit, onun bunun bağışlarıyla tedarik edilmiş olan kilim, çul, battaniye gibi yer döşemelerinde iz çıkarta çıkarta ve ahşap tabanı gıcırdata gıcırdata, caminin tam orta noktasındaki silindirik beton kolonun yanına durur. Aceleyle tekbir alıp namaz kılmaya başlar.
Ali için cami, derin bir huzur kaynağı, sığınılacak bir limandı sanki. Burada, dışarıda esen hoyrat rüzgârlar yoktu. Burada aşağılayıcı ve insanı sınıflara bölen o şeytani zihniyet yoktu. Cami içinde insanlar, bir elin parmakları gibiydiler sanki… Hiçbir insan birbirini küçümseyerek, birbirinden kaçınarak kendi başına namaz kılmaz, hep birlikte, yan yana, zengini, fakiri, yoksulu, omuz omuza saf tutup namaz kılarlardı. Cami dışında ise bunun tam tersi idi. Güzeller, çirkinler, başarılılar, güçlüler, zayıflar, fakirler, zenginler, ayrı din veya mezheptekiler, aşağı mahalleliler, yukarı mahalleliler, öteki köylüler, beriki köylüler, bizim ülkemiz, onların ülkesi, siyahlar, beyazlar gibi, birbirlerini gruplara ayırırlardı. Cami ve İslam dini; kardeşlik, hoşgörü, cömertlik dini idi. Bizim bir çok sözde Müslümanlarımız, bu gibi görünüşte Müslüman oldukları için, İslamiyetin bir çok güzel ahlaklarından gafil olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Ali’nin hayal ettiği dünya bu değildi. Ali, kendine acı veren bu gaddar dünyaZor İnsanlar 143
da yaşadıkça, hayvanları bile kıskanıyordu. Ahırdaki hayvanlar en azından birbirlerini renginden, görünümünden, vatanından, ülkesinden, yaşından dolayı yadırgamıyorlardı, aşağılamıyorlardı. Bu durumda şu, rahatlıkla söylenebilirdi: “İnsanlar, hayvanlar kadar kardeşçe yaşamasını bilmiyorlar.” İnsanoğlunun
bir
türlü
algılayamadığı
ve
hayatına
geçiremediği kardeşlik gerçeği, yalnızca kitaplarda ve dört duvar arasındaki cami içinde sıkışıp kalmıştı.
İnsanlar, kendi içlerinde birbirlerine düşmanca tavırlar sergileyen gruplara ayrılarak, derin bir karanlığa kulaç atmaya devam edeceklerdir. Bu insanlar, bilim ışığı ve dolayısıyla kardeşlik ışığı, birlik beraberlik ışığı ile aydınlanmadıkça kendini, evreni, Allah’ını tanımadıkça, birbirlerine nefret duyguları besleyerek, birbirleriyle üstünlük yarışına girerek, kıyamete kadar şeytanın izinde yürümeye devam edeceklerdir.
144 Ayhan Arslan
ZOR, YİĞİT KİŞİ İŞİ…
Bir gün sonra, ağustosun nemli sıcağının başladığı sabah saatleri idi. Büyük, sarı lop incir ağacının gölgesinde bütün aile fertleri el ele vermiş, pekmez yapımı ile uğraşıyorlardı. Sarı lop incir ağacının yukarı kısmındaki yolun kenarına yapılmış; pekmez, zeytin, nar gibi meyvelerin suyunu çıkartmaya yarayan presleme tekneleri bulunuyordu. Presleme tekneleri; biri yukarıda biri aşağıda iki adet, yaklaşık iki metrekarelik iki tekneden oluşuyordu. Bu tekneler moloz taşlarla yapılmış, içleri ve çevreleri beton harçla sıvanmıştı. Baba, teknenin içinde, siyah çizmeleri giymiş, çuvalın içine katılmış ve ağzı sıkıca bağlanmış olan üzümleri çiğniyordu. Üzüm çiğnemesi öyle kolay bir iş değildi. Üzümlerin ezilip suyunun çıkması için onları hunharca ezmek gerekli idi. Onları kanguru gibi üzerinde zıplaya zıplaya ezmek gerekirdi. Baba da öyle yapmaya çalışıyordu. Fakat bedeni ter içinde kalmış, yüzü ise kırmızıbiber gibi kızarmıştı. Zorlayıcı işlere tahammülü olmayan, nefsini incitmeyen babanın, o şartlar altında o işe fazla dayanamayacağı belli idi ve her zaman yaptığı gibi çıngar çıkartıp kaytarmak için zaman kolluyordu sanki… Ebe, evin duvarına yaslanmış, az gören gözleri ile pekmez yapma işlerini izlemeye çalışıyordu. Halime hala, Şermin hala, Hacer ebe ve Ali, bahçeden üzümleri toplayıp peş peşe sarı lop incir ağacının altına taşıyorlardı. Anne ile dede ise gelen üzümleri ayıklayıp su dolu kazanın içerisine atıp yıZor İnsanlar 145
kadıktan sonra çuvallara doldurup babanın yanına, çiğnenip suyunun çıkması için bırakıyorlardı. Aile hayatı her ne kadar kavga dövüş, didişmelerle geçse de iş zamanı geldiğinde; birbirine küs iş ortakları gibi o işi yapmaya çalışırlardı. Bu da ailenin maddiyata ne kadar değer verdiğinin en bariz örneklerindendi. Anne ve baba, daha bir gün önce kavga etmiş ve birbirlerini ruhen ve bedenen yaralamış olsalar da iş zamanı gelince, yaralı yerlerini sarıp hemen işe koyularak o işi yapmaya çalışırlardı. Sohbetin, şakalaşmaların olmadığı bir iş ortamının tek faydası ise iş verimliliğinin artması idi. Böylelikle insanlar sadece işlerine konsantre olunca iş başarısı ve hızı artıyordu. Baba, kanguru gibi zıplayarak çuvaldaki üzümleri vıcık vıcık eziyor ve ezilen üzümlerin suları, hemen önündeki alt tekneye bir oluk vasıtası ile akıyordu. Babanın yüzünden akan terler âdeta yağmur damlaları gibi, çiğnediği üzüm sularına karışıyordu. “Alın teri” dedikleri bu olsa gerek. Oldukça sıkışan, zorlanan tembel baba, bir sağa bakıyor, bir sola bir de sıraya dizilmiş çiğnenecek üzümlere bakıyor. İçinden çıkması oldukça zor olduğu için kaytarmak için bir bahane aramaya başlar. Baba: “Şu üzümleri iyi yıkamamışsınız, içinden çamur gibi bir şeyler akıyor. Alın şunları yeniden yıkayıp getirin.” diye, gerçek olmayan bir iş buyurur. Oysa üzümlerin iyi yıkanmadığı falan bahane idi, onun amacı, yalandan tantana çıkarıp iş yerinden kaçabilmekti. Ter içinde kalmış, içi su dolu kazana doldurduğu ayıklanmış üzümleri ovalamakla meşgul olan anne, babanın ipe sapa gelmez buyruğu karşısında sinirli sinirli, babaya başını çevirip bakar ve onun yüzündeki tembellik ifadesini gördükten sonra, duymamış gibi yaparak işine koyulur. 146 Ayhan Arslan
Musa: “Anne ben de üzüm temizleyeyim mi?” der, su kanalında oynamış ve üzerini ıslatmış hâlde. Anne, yanı başında üstü başı perperişan hâldeki Musa’ya önce bakar, sonra gönlüne hoşgörü perdesini indirerek: “Şuraya dedenin yanına otur da ayıkla.” der. Musa’nın yerinde şimdi Ali olacaktı, öyle üstü başı perperişan hâlde… Anne o zaman kıyameti koparırdı. Ali’nin cılız ve çirkin yapılı olmasından dolayı, onun olumlu veya olumsuz bütün yaptığı eylemleri, anne ve babanın gözünde kötü gözüküyordu. Musa’nın ise her eylemi olumsuz da olsa onların gözüne iyi gözüküyordu. Bunda Musa’nın şirin, hoş bir beden yapısının olmasının etkisi ağır basmaktaydı. Demek ki… Bir insanın güzel bir fiziğinin olması, onun bütün kabahatlerini tıpkı bir perde gibi kapatıyordu. Buna da bir ad vermek gerekirse; “güzellik perdesi” demek, yerinde olacaktır. Bu dünyada güzellik perdesine sahip insanların işi işti. Onların her türlü ayıp ve kusurları, insanlar tarafından hoş görülürdü. Ali ve benzerlerinin güzellik perdesi olmadığından bütün kusurları açıkta kalıyor ve insanlar tarafından yargılanmalarına, aşağılanmalarına, eleştirilmelerine veya cezalandırılmalarına kapı aralıyordu. Baba: “Şu üzümleri çabuk tekrar yıkayın!” diye, hiddetle yeniden bağırır. Anne, babanın bağırmasından sonra, eğildiği kazanın üzerinden doğrularak babanın yanına doğru yönelir. Çiğnenen üzümlere bakar ve oluktan akarak depolanmış olan üzüm sularına bakar, hiçbir yabancı madde olmadığını görünce: Zor İnsanlar 147
“Neresi iyi yıkanmamış bu üzümlerin? Mis gibi pırıl pırıl üzüm.” der ve babanın burcu burcu ter damlayan kırmızı yüzüne bakar. Baba: “Bak şu çuvalların içine, çürük üzüm dolu.” Anne, teknenin arka kısmına sıralanmış olan içi üzüm dolu çuvalları teker teker açıp bakar ve kayda değer tantana çıkaracak önemli bir şey bulamaz. Biraz düşündükten sonra bunun, babanın kaytarmak için bahane çıkarma oyunu olduğunu anlar ve: “Onlardan bir şey olmaz, birkaç çer çöp hepsi bu, zaten onların ne suyu çıkar ne de üzüm suyuna karışır, çuvalın içinde kalır.” diye alttan almaya çalışır. Baba: “Olmaz, yeniden yıkayın, yoksa ben bu üzümleri çiğnemem.” diye ültimatomu basar. Anne: “Ne varmış üzümlerde be! Beğenmiyorsan gel de sen yıka.” der. Zaten cızlık çocuklar gibi cızlamaya çalışan baba için bu kadar bahane yeterli idi. O kendini zora vermemeli idi. O bir kraldı, krallar da kendini yıpratmamalı ve dolayısı ile de çok yaşamalı idi. Onun işten kaçmasıyla iş kalmazdı, o işi mutlaka birileri yapardı. O yüzden, işten kaytarıp kuytu bir gölgede işin bitmesini beklemek, onun için en akıllıca işti. Baba: “Çiğnemiyorum işte!” der ve palas pandıras presleme teknesinden çıkıp, arka taraftaki yola çıkarak tozlu ve mıcırlı yolda tozu dumana katarak uzaklaşır. Anne, arkasından bir süre baktıktan sonra: “Boynun altında kalsın inşallah, gidişin olsun da dönüşün 148 Ayhan Arslan
olmasın inşallah!” diye ağzına ilk gelen bedduaları savurur. Baba ise arkasına bile bakmadan, kendine yönelen beddualara kulak kapayarak uzaklaşıyordu. Aklına, pınarın başına varıp elini yüzünü yıkayarak, soğuk sularından içip koca çınar ağacının gölgesinde keyif yapmayı takmıştı. Biraz sonra Hacer ebe, elinde üzüm dolu sepetlerle gelir: “Mahmut nerede?” diye şaşkın gözlerle annenin sinirli yüzüne bakar. Anne: “Nerede olacak alçak adam, gene kaytardı. Bir bahane bulup palas pandıras çekip gitti.” Hacer ebe: “Çekmez koymaz olasıca, aynı babası olacağa çekmiş. O da zor bir iş gördüğü zaman cızlık çocuklar gibi cızıldayıp işten kaçardı.” der. Elindeki üzüm dolu sepetleri annenin yanına bırakarak, üzümleri çiğnemek için tekneye doğru yönelir. İyilik de kötülük de asla unutulmuyordu. Aradan yıllar geçse de araya ölüm girse de unutulmuyor ve insan beyninin bir yerinde hafızaya kayıtlı duruyordu. Bu âlemdeki her şeyi eksiksiz yazan, hesap defteri dedikleri kayıt aracı, insan hafızası olsa gerek. Bayramların asıl amacı, küskünleri barıştırmaktır aslında, ama bunda ne kadar başarılı ve etkili olduğu şaibelidir. Bayramlarda küs insanlar bir araya gelir ve töre gereği usulen el sıkışıp veya kucaklaşarak bayramlaşır. Barışıldığı, kırgınlıkların giderildiği sanılır. Oysa o sahte sahne, sadece o anlarda kalır. Üç beş gün sonra yine hafızalardaki o kayıtlı olan anlaşmazlıklar, kırgınlıklar hatırlanır. Dolayısı ile yine o insanlar, eskisi gibi birbirlerine kin ve nefret güderek yaşamlarına devam ederler. Hacer ebe de kin beslediği kocası ile her bayramda usulen barışmıştır ama gerçekte bu barışma göstermelik kalmış, asla ruhen olmamıştır. Zor İnsanlar 149
Asıl olan bir şey varsa o da mümkün olduğunca insanların birbirlerini kırmadan, birbirlerinin hakkını gasbetmeden ilişki içerisinde olmalarıdır. Zira bir insanın kalbini kırmak, bir cam eşyanın kırılması gibi tamiri mümkün olmayan bir şeydir. Her şeye rağmen ola ki bir insan bir diğerinin kalbini kırdı veya hakkını yedi diyelim. Olabilir, tabii olarak insan şaşar beşerdir, kusur işleyebilir. Bunun hasarı tam olarak düzeltilemese de ancak şöyle olabilir: O küskün insanlar, kendi iradeleri ile bir araya gelerek, aralarındaki anlaşmazlığı masaya yatırıp, bahis konusu olan haksızlıkları, gerek maddi boyutu ile gerekse manevi boyutu ile birbirlerine iade etmelidir. İade edilemeyen haksızlıklar da karşılıklı olarak gönül rızası ile affedilip, helalleşilmelidir.
Nedense bizim Müslüman âlemi, detaylı bir helalleşmeden hep kaçıp durur. Onun yerine; yapmacık, şekilden ibaret olan bayramlaşma veya kuru bir “hakkını helal et” sözünü tercih ederler. Nedense insanlar, mevzu olan kırgınlıkların üzerini açıp, o kırgınlıklara neden olan sorunu çözüme kavuşturmaktan hep kaçarlar. O yüzden dolayı ki insanın hafızasına kayıtlı olan kırgınlıklar yüzeysel bir helalleşme ile asla helal edilmiyor ve insanın hafızasında bir hak ihlali olarak ebediyete kadar kalıyor. Oysa çok bilgi gerektirecek bir şey değildir. Kırılan bir insanın kalbini onarmak. Bir cümle bile yeterli olacaktır. Bu bazen bir özür dilemek, bazen bir hatasını kabul etmek olacaktır. Fakat bizim insanımız ne yazık ki suç kabullenme gibi bir özelliğe sahip olmadığı için de bu asla gerçek olamayacaktır. “Kardeşim (veya arkadaşım), ben senin şu hakkını yedim. Ben sana şu haksızlığı ettim. Bundan dolayı senden özür diliyorum. Senin hakkını ihlal ettiğim için, maddi ve manevi zararlarımın bedelini ödemeye razıyım, yeter ki beni affet, 150 Ayhan Arslan
hakkını helal et.” Böyle bir itiraf ve hak iade teklifine, hangi kırgın gönül, hangi küskün karşı koyabilir. Böyle bir helallik dileme, gönül alma, kırgınlıkların giderilmesinde en etkili ve kalıcı bir yöntem olacaktır. Aksi hâlde yüzeysel bir özür beyanı ve helallik dileme, sorunları çözmede, gönülleri fethetmede etkili bir yöntem olmaktan oldukça uzak kalacaktır.
Yukarıdaki gönül tamir edici cümleyi kullanmak, birçok insana zor gelmez, fakat o cümle; kibir sarmalına bürünmüş şeytana ve şeytanın ordusuna zor gelir. Onlar hata ve kusur kabul etmez, kendilerini kusursuz görürler. Bu yüzden, bir diğer insana özür beyanında bulunamazlar. Hacer Ebe, üzüm baskı teknesine girmiş, kayıp düşmemek için hemen üzerindeki koca, sarı lop incir ağacının dalına tutunmuş, üzümleri çiğniyordu. Üzümlerin yeşil suyu, aşağıdaki depo tekneye şırıl şırıl dökülüyordu. Bir müddet sonra Halime ve Şermin halalar ve Ali, ellerinde yeşil, siyah, pembe üzümlerin dolu olduğu sepetlerle gelip, sepetleri annenin yanına bırakırlar. Saçları başları, üzüm bağlarının aralarına girmekten dolayı darmadağın olmuş ve saçlarına, elbiselerinin muhtelif yerlerine kuru üzüm bağı yaprakları yapışmıştı. Şermin: “Of! Hele şükür bitti. Ne sıkıcı şeymiş bu üzüm pekmezi illeti de…” diyerek, eziyetli bir işi bitirdiğini duyurur. Halime: “Ağabeyim nerede?” diye sorar, üzüm çiğneyen annesine bakarak. Annesi: “Canı çıksın ağabeyinin, gene cızlık çocuklar gibi cızladı, kaytarıp gitti.” diyerek, eğildiği üzüm yıkama kazanından, arkası dönük vaziyette cevap verir. Zor İnsanlar 151
Yengelerinin, ağabeylerine beddua okumasından dolayı halaların canları sıkılır gibi olsa da kısa sürer ve muzipçe tebessüm ederler. Çünkü ağabeylerinin ne kurnaz olduğunu onlar, yengelerinden daha iyi bilirlerdi. Ali, ellerinde sepetlerle, üzeri başı üzüm yaprağı ve üzüm ezikleri ile kirlenmiş olarak hâlâ beklemekte idi. Âdeta anneden izin almadan elindeki üzüm sepetlerini dahi yere koymaya korkuyordu. Her anını eleştiren ve yargılayan anne, Ali’nin robotlaşmasına, kendi düşüncesiyle iş yapamamasına neden olmuştu. Onun özgüvenini âdeta içinden söküp almıştı. Ali: “Anne, sepetleri nereye koyayım?” der, çekingen bir ses tonu ile… Anne, o zırıldayan sesi duyunca, aniden sinirli bir şekilde arkasını dönüp, düşmana bakar gibi Ali’ye bakar. “Gel tepeme koy!” diye ters bir tepki verir. Daha sonra tekrar ardına dönerek âdeta Ali’yi dövmek için, içinde biriken sinirlerini çıkartacak bahane ararcasına Ali’yi tepeden tırnağa tekrar süzer. “Şunun üzerine bakın siz, pis çocuk, daha şu elbiseleri iki gün evvel giydirdim. Benim işim gücüm yok da senin kokarlarını mı yıkayacağım?” dedikten sonra, “çat” diye bir tokat ve peş peşe birkaç tokat daha şaplatır. Ali korku ile duvarın dibinde oturmakta olan Ceyda ebe’sinin yanına koşup, tavuk civcivi gibi kucağına sokulur. Tabii ki bunu fırsat bilen Ceyda ebe de koruyucu bir anne tavuk gibi anneye saldırıya geçer: “Lanet Karamanlı aptalı seni, benim oğlumu öksüz mü sandın sen? Seni aptal torbası seni, seni gelin almaya gittiğimizde evinizde misafirin altına konacak minderiniz bile yoktu. Misafire sunacak kahveniz, çayınız dahi yoktu. Şimdi 152 Ayhan Arslan
eli bolluk gördü de bunadı.” der. Ardından tek taraflı birkaç beddua dahi yaptıktan sonra susar. Asasını alıp, Ali’yi de elinden tutarak evin yoluna koyulur. Zaten Ceyda ebe’yi kimse pek kale almazdı, zira kulakları çok ağır işitirdi ve yaşlıydı. Onu herkes dinler ve pek karşılık vermez, “delidir ne yapsa yeridir” babında düşünülüp, hata da işlese karşılık verilmezdi. Anne: “Şermin, şuradaki büyük kazanın altını yakalım da teknedeki suları süzüp kaynatmaya başlayalım. Yoksa biraz sonra tekne dolup taşacak.” der. Ondan sonra, suyu kirlenmiş olan üzüm yıkama kazanının suyunu yan yatırıp su kanalına döker. Su kanalından, kazandan dökülen kirli sulardan dolayı kısa bir müddet gri bir renk akar ve kısa süre sonra yine eski berrak hâline geri döner. Boşalan kazana anne, temiz su doldurmak için kanalın içine girer ve eline aldığı bakır helke ile kanala daldırıp daldırıp temiz su doldurmaya başlar. Dede, öksüz çocuklar gibi sessiz sedasız, üzümleri ayıklamaya devam ediyordu. Zira annenin yanında konuşmak ne haddine idi, konuşunca ağzının payını alacağını bildiği için sessiz kalmayı yeğliyordu. Annenin bir kimse ile normal bir diyalog kurması için o kişide aradığı tek şey, değerli ve güzel olmasıydı. Annenin dünyasında çirkinlerin, değersizlerin, işe yaramazların yeri yoktu. O, güzel ve iyi şeylerle anılmak ve dolayısı ile değerlilik duygusunu beslemek ve değersizlik çukuruna düşmemek için çaba sarf etmektedir. Ali ve onun gibileri, anne ve baba için değerlilik kaybı olduğundan, öylelerine düşman gözü ile bakarlardı. Halime Hala, üç büyük taşın üzerine koyduğu kazanın altını yakıyordu ve dumanlar yukarıya çıkmış, sarı lop incirin dalları arasını kaplamıştı bile… Şermin hala ise, babanın orZor İnsanlar 153
mandan getirip istiflediği çam odunlarını kucağında taşıyıp, kazanın yanına doldurmakta idi. Zira pekmez yapmak öyle kolay bir iş değildi. En az yüz kilo civarında odun gerekiyordu. Daha bugün bütün üzümlerin suyu çıkartılacak, ondan sonra kazanlarda akşama ve gece yarılarına kadar kaynayacak. Bu birinci aşamadır. Kaynayan, şerbet hâline gelen üzüm suları, en az on iki saat beklemeye, dinlenmeye bırakılacak. Asıl pekmez yapmaya ertesi gün başlanacak; dinlenen üzüm şerbetlerinin o gün tekrar geceye kadar kaynatılması gerekecek. Üzüm pekmezinin sofralara gelinceye kadar olan aşamaları o kadar zahmetlidir ki o pekmezi üretenler, o pekmezin petrol gibi değerli olduğunu hesap ederler ve petrol ile eşit bir fiyata satmak isterler. Fakat hiçbir köylü, ürettiğinin karşılığını alamadığı ve pekmez ticaretinde istediği pazarı bulamadığı için, pekmez üretimini her aile kendi ihtiyacı kadar yapar duruma gelmiştir. Fazla ürünü ya kurumaya terk ederek ya da kökünden keserek dengelemeye çalışmaktadırlar. Köylünün bütün ürünleri genelde öyle idi. İncir, nar, zeytin, kayısı gibi ürünler neredeyse yok fiyatına giderdi. Çok zaman satılmazdı. Ağaçtan yerlere dökülüp ziyan olur giderdi. Bu da köylüyü fakirleştirmekteydi. Dolayısı ile fakirlik de ailesel ve sosyal ilişkileri olumsuz etkilemekteydi.
154 Ayhan Arslan
KESKİN SİRKE KÜPÜNE ZARAR…
İki gün sonra, öğlen on iki civarları idi. Ebe ile dede, evin içerisine yer sofrası kurmuşlardı. Sofrada; geniş ve yaygın büyükçe, dış yüzeyleri kalaylanmış olan bakır pilav tabağına taşarcasına katılmış bulgur pilavı vardı. Hemen yanı başında, yine kalaylı bakır şerbet tasında şekerli su şerbeti ve başka bir kalaylı bakır tabağa da karışık olarak yeşil üzüm ve altın sarısı incirler doldurulmuştu. Bir de herkesin önüne konmuş köy yufkaları ve dış yüzeyleri altın sarısı vernikle boyanmış tahta kaşıklar sıralanmıştı. Bu tabii olarak ebe ve dedenin en zengin menülü sofralarından birisi idi. Çok zaman, sadece patatesli veya domatesli bulgur pilavı yerler, bazen sadece kuru ekmeğe, mevsimine göre kuru veya yaş meyveleri katık ederlerdi.
Ebe: “Haydin kuzucuklarım, haydin yemeğinizi yiyin.” der ve kendi kaşığını pilav tabağına daldırarak, pilavın birazını sofraya saçarak ağzına katar. Başlangıcı yapan ebenin ardından önce Ali’nin, sonra Musa’nın, daha sonra da dedenin tahta kaşıkları pilav tabağına daldırılıp ağızlara götürülür. Ardından şekerli su şerbetine bazen de üzüm ve incire eller gidiyordu. Herkes önündekileri büyük bir iştahla yiyordu. Hele bir kaşık pilavın üzerine bal akan altın sarısı incir yemek, damaklara ayrı bir zevk katıyordu. Büyük bir iştahla yenen yemeğin ardından Ali, yan taraftaki, pişirilmiş topraktan yapılmış su testisinden bir tas su doldurur ve içer. Zor İnsanlar 155
Ali: “Ebe, biz cevizin altına oynamaya gidiyoruz.” der ve Musa’ya da kafa işareti ile “hadi gidelim” dedikten sonra, bir kuş misali kapılardan çıkarak gözden kaybolurlar. Ebe, arkalarından: “Bak, hayırsızlık falan yapmayın anneniz döver ha… Zaten kızgın boğalar gibi burnundan soluyup durur...” diye avazı çıktığınca bağırmaya, onları uyarmaya çalışır. Fakat nafile, onlar çocuktu, bir kuş gibi hafif ve çeviklerdi. Ebe daha lafını tamamlayamadan onlar çoktan cevizin altına varmış, tozu dumana katarak bir sağa bir sola koşuşturuyorlardı. Anne, evin önünden geçen gürül gürül akan su kanalının yanına, kara kazana su doldurup altına ateş yakmıştı. Kazanın altından çıkan dumanların önünde, tokuçla çamaşırları sinirli sinirli dövüyor, bir yandan da kendi kendine sinirli sinirli homurdanıp duruyordu. Anne genel yapı itibarı ile her zaman sinirli, kabına sığmayan bir ruh hâline sahipti. Bu özelliği sayesinde, sürekli olarak sinirini boşaltacak bir şeyler arar dururdu. Birisine sataşmak için hep suçlayacak bir şeyler arar ve kendince bir sebep mutlaka bulurdu. Bu çok zaman Ali, bazen ebe, dede, bazen yoldan geçen birisi, bazen baba olurdu. Bazen de yaptığı işten intikam alırdı. Aynen şimdi yaptığı çamaşır yıkama işinde olduğu gibi. Çamaşırları öyle bir yıkıyordu ki sanki onları yıkamıyor âdeta dövüyordu. Kısacası anne de baba da burunlarından kıl aldırmayan birer psikopattılar. Ali ve Musa ise, evin önündeki, dalları dikine ve yanlara doğru özgürce büyümüş olan ve çevresindeki incir, zeytin, nar, erik ağaçlarını tavuğun, civcivlerini kanatları altına alışı gibi haşmetli dallarının altında bırakmış olan ceviz ağacının altında idiler. Cevizleri taşla yere düşürüp, yere düşen cevizleri 156 Ayhan Arslan
yine taşla kırarak yiyorlardı ve cevizlerin yeşil kabuklarından çıkan öz suyu, ellerine ve üzerlerine sıçrayarak, kahverengi lekeler oluşturmuştu. Ali: “Musa haydi eşekçilik oynayalım.” diye, Musa’yı oyuna davet eder. Musa: “Tamam, ama eşeği ben süreceğim.” der. Ali: “Olmaz, ben büyüğüm, eşeği büyükler sürer.” diyerek, otoritesini ilan eder. Musa, kırgın ve mahcup bir ruh hâline bürünerek başını öne eğer. “Bana ne! Bana ne! Her zaman sen sürüyorsun, bu kez ben süreceğim, yoksa oynamam.” diye mızıkçılık eder. Ali: “Tamam, bu kez sen sür ama bir dahaki sefere yine ben süreceğim.” der. Musa, isteğinin olduğunu görünce bir anda sevinçten dört köşe olur, biraz önceki mahcup hâlinden iz kalmaz. Bir çırpıda, ceviz ağacının kalın gövdesine dayalı iki metre uzunluğundaki kavak ağacından sırık parçasını alır ve iki bacağının arasına kıstırır. Musa: “Haydi, bin ağabey…” der. Ali de bir çırpıda, iki bacakları arasına sırık gelecek şekilde Musa’nın arkasına abanır. Musa: “İyi tutun ağabey, gidiyoruz.” der. “Deh! Deh eşek!” diye, eşeğe, yürümesi için komut verir ve eşek yürümeyince de elindeki çöp parçasını, sözde eşeğin boynu olan sırığın ön Zor İnsanlar 157
tarafına hızla dürter. Sözde canı yanan eşek, birden dörtnala koşmaya başlar. Musa, sırığın ön kısmında, Ali de onun arkasında ve sözde eşekten düşmemek için Musa’nın belinden sıkı sıkı tutunmaktadır. Musa: “Diki dik! Diki dik! Diki dik… Deh…” diye de eşeğin koşarken çıkardığı nal seslerini ve hızlandırma komutlarını da sürekli olarak yüksek sesle söylüyordu. Sözde eşek yaptıkları sırık parçasının öbür ucu, yerlerde sürünüp hem toz kaldırıyor hem de yumuşak tozlu toprakta küçük çizgi ve yarık izleri bırakıyordu. Ailenin tek ulaşım ve yük çekme aracı eşekti ve onu da sürekli olarak büyükler kullanırdı. Küçükler de her zaman, bir gün onu kullanmak arzusuyla yanıp tutuşurlardı. Atalarından gördükleri ve kullanmalarına izin verilmeyen eşeği onlar da oyunlarına katmışlar ve oyun oynayarak eşek kullanma özlemini gidermeye ve eşek kullanma becerilerini geliştirmeye çalışıyorlardı. “Diki dik! Diki dik! Diki dik! Deh!” diye diye, ceviz ağacının altında döne döne, cevizin altını bir toz bulutuyla kaplatmışlardı. Anne: “Ali!” diye avazı çıktığınca, kaba ve soğuk bir ses tonu ile bağırır. Ali, annenin kızgın bağırışı karşısında bir an duraksar, içine bir korku saplanır ve ağzında çiğnemekte olduğu ceviz lokmaları sanki boğazında dizilir. Musa, eşeğe “çüş” komutu vererek durdurur. Anne ve babanın kendine seslenmesi demek onun için, sebepsiz dayak ve en iyi ihtimalle, suçlama yargılama veya eleştiri demekti. Ali: “Buyur anne!” diye, ürkek bir ses tonu ile cevap verir. Evin 158 Ayhan Arslan
önü ve çevresinde, budama görmemiş, olanca doğallığı ile iç içe büyümüş karışık ağaçlar arasından anneyi görebilmek için iyice yere eğilir ve annesinin, kaynayan kazandan, su kabağından yapılma banyo tası ile bakır helkeye su kattığını ve de biraz berisinde babanın, eşekle dağdan getirdiği çam odunlarını istiflediğini görür. Anne: “Çabuk gel buraya hayvanın dölü!” diye, kabına sığmayan bir üslupla haykırır. Annenin ağzından zehir her daim akar dururdu. Fakat özellikle iş yaparken daha bir yüksek dozajda akardı. Her daim asabi olan anneye bir de iş stresi eklenince, önünden civcivi alınmış tavuk gibi her yana saldırırdı. Odun istiflemekte olan baba, egosuna dokunan zehir zemberek lafı hissetmiş olmalı ki bir an duraksar, anneden yana bir süre baktıktan sonra, bir anlık metanete bürünür ve odun istifine devam eder. Ali: “Tamam, geliyorum.” diye seslenir ve odun istiflemekte olan babanın önünden korkuyla geçer. Sanki her an saldırıverecekmiş gibi olan bir köpeğin önünden korkuyla geçtiği gibi... Bu korkuya neden olan, geçmişte babanın hoyrat hareketleriydi. Bu hareketler, bir evladı babaya yabancılaştırmıştı. Üzerinden yükü indirilen, boynundan ve kulaklarından burcu burcu ter akan, siyah tüylü, beyaz burunlu eşek, yorgunluktan, hiç kıpırdamadan donmuş gibi duruyordu. Kolay değildi tabii ki ta ormanın derinliklerinden, yaş çam ağaçlarını sırtında taşıyıp, üstelik de sıcak havaya rağmen beş on kilometre yolu kat etmek. Böyle bir işin üstesinden de her eşek gelemezdi. Bu sebepten dolayı baba, bu uğurda birçok eşek harcamıştı. Eşeklerin bazıları, sırtlarına yük yükletmez, deli atlar gibi tepinip dururlardı. Bazıları, yükü yükledikten Zor İnsanlar 159
kısa süre sonra, yükün ağırlığına dayanamayarak kendilerini yerlere atarlardı. Hâl böyle olunca da babanın şu anki eşeği, her türlü sınavlardan geçmiş, dayanıklı ve itaatkâr bir eşekti. Ama bu derece ağır çalışma temposuna da bu eşeğin ne kadar dayanacağı meçhuldü. Her gün sabah akşam ormandan odun getirmek, üstelik de yaş odunları taşımak oldukça zor bir işti. Bu eşeğin de babanın elinde fazla durmayacağı belli idi.
Babanın, hardal sarısı gömleğine, dizleri yırtık, rengi solmuş mavi kot pantolonuna, çam odunlarını taşımasından dolayı çam sakızı ve çam kabukları yapışmıştı. Uzun, gür siyah saçları birbirine karışmış ve saçından, alnından akan terler, yüzüne doğru siyim siyim iniyordu. Ali’nin, babanın dengini biraz geçtikten sonra içi biraz ferahlar fakat bu kez de kucağına doğru gitmek zorunda kaldığı başka bir köpek korkusu içerisini kaplayıverir. Bu şuna benziyordu; bir köy sokağında ilerlerken birçok köylünün köpeği olmasından dolayı, köpekli evlerin dengini geçerken, ses çıkartmasın diye ayakkabılarını dahi çıkartırsın ve soluğunu tutarak o evin dengini pürdikkat geçersin. O ev köpeğinin dikkatini çekmeden geçince derin bir nefes alırsın. Aynı stresi bir başka köpekli eve geldiğinde yine yaşarsın ya bu da öyle bir şey. Köylüler, köpeği genellikle bekçilik yapsın diye tutarlardı. Evlerine hırsız, kurt, çakal gelmesin diye… Ama şunu düşünemiyorlardı; O köpekler, dostu ve düşmanı ayırt edemezlerdi. Onların tek dostu, yemeğini yediği ev sahipleri idi. Diğerleri onun gözünde düşman idi. Bu yüzden köyde, sokaktan geçen birçok günahsız insan, köpeklerin saldırısına uğrar ve birçoğu da yaralanmalarla sonuçlanırdı. Ali, ayın bulut aralarından göz kırpışı gibi parlayan, arka160 Ayhan Arslan
sından siyim siyim bal akan, ana dallarının birisi, evin ikinci katındaki pencere ve damına sürtünen, birisi evin arkasından geçen yolun üzerine abanmış, birisi bahçeden yana erik ağaçlarının üzerine, birisi de gökdelen gibi havaya doğru uzamış olan sarı lop incir ağacının altına doğru gelir. İncir ağacının altından, toprağa karık açılarak yapılmış kanalın içinden gürül gürül, kabarcıklar çıkartarak kanal suyu akmakta idi. Bu incir ağacı, bu kanal suyu sayesinde günden güne bir kat daha büyüyüp ününe ün katıyordu. Bu kanal suyu olmasaydı köylü kirden kokardı herhâlde. Annenin şu an yaptığı gibi, bütün köy halkı, çamaşır yıkamakta kullandığı suyu, banyo suyunu bu kanallardan karşılardı. Yüksek ve haşmetli dallarına erişip incirleri toplanamadığı için, arkasından bal akan incirleri yoğun şekilde yerlere düşerek heba olan sarı lop incir ağacı, olanca haşmeti ile duruyordu. Onun haşmetli gölgesinin altında da anne, taştan oyma, tahıl ve kuru sebzelerin dövüldüğü taş dibeği çamaşır leğenine dönüştürmüş ve içine doldurduğu çamaşırları bir yandan ovuşturuyor bir yandan da dibeğin hemen kenarındaki yassı taşın üzerine çıkartıp tokuçla hırçın hırçın ezerek âdeta pestilini çıkarıyordu. Yeterince pestili çıkan kirli çamaşırları, çamaşır leğenine dönüştürülmüş taştan oyma dibeğin içine atarak, köpüklü sularla tekrar ovalıyordu. Ali ise başı önde, küçücük ellerini göbeğine kenetlemiş, korkudan titreyen bir hâlde annenin arka kısmında beklemeye başlar. Anne ise tokuç seslerinden dolayı Ali’nin geldiğinden habersizdi. Anne çamaşırlara her tokuç vurduğunda siyah seyrek saçları bir havaya bir yere savrulup duruyordu. Üzerine çamaşır elbisesi olarak giydiği, kırk yerinden yamalı gri erkek şalvarı ve siyah kareli kırışık gömleği ile kötü cadılara benziyordu.
Anne, arkasındaki Ali’yi görmeden, çamaşır tokuçlarken Zor İnsanlar 161
“Ali! Geberesice!” diye zehir zemberek bağırır. Ali: “Geldim...” diye ürkek bir şekilde seslenir. Anne bir an ürpertiyle, çamaşır tokuçlamayı bırakarak, hortlak görmüş gibi arkasına döner. “Geldin mi eşekoğlueşek! (Çat! Pat!) Geldim diye niye seslenmen? (Çat! Pat!) Çabuk soyun şuraya otur, banyo yapacaksın.” der. Beş adım ötedeki, gürül gürül çağlayarak akan su kanalının kenarına kurulmuş olan ve fokur fokur kaynamakta olan kazanın yanına gider. Bakır su helkesine, su kabağından oyulmuş olan hamam tası ile üzerinden buhar çıkan kaynayan kazandan peş peşe su doldurur ve yanı başındaki su kanalına eğilerek iki tas da soğuk su ekler. Ilıttığını sandığı banyo suyunu kontrol için, su kabağından tas ile bakır helkeden bir miktar alıp, el parmaklarının ucuna serptirerek döker. Sıcak suyun etkisi ile elini akrep sokmuş gibi geriye çeker ve bir tas daha soğuk su ilave eder. Tekrar suyun sıcaklığını kontrol etmeye gerek duymaz ve helkeyi kaptığı gibi, Ali’nin banyo yapacağı evin duvarı önündeki taş tümseğin yanına bırakır. “Sen daha üstünü çıkaramadın mı len eşek oğlu eşeğin dölü! Şu ellere, şu üstünün başının hâline bak, geberesicenin dölü!” diyerek tokatlar. Hamam tası ile başına vurarak, Ali’nin üzerindeki elbiseleri, tavuğun tüyünü yolar gibi bir çırpıda çıkartır ve evin duvarı önündeki yazlık banyo yapma yeri olan büyük, yassı taş tümseğe oturtur. Bakır helkedeki sözde ılıttığı sudan tasa doldurarak, Ali’nin başından aşağı boşaltır. Ali: “Yandım! Su çok sıcak!” diye çığlık atar.
162 Ayhan Arslan
Anne: “Sus bakayım sen! Eşeğin dölü! Seni ağzı var da konuşuyor!” diyerek “çat” diye okkalı bir şaplak yapıştırır yüzüne. Elinde sabunla köpürttüğü banyo kesesini, Ali’nin kaburga kemikleri sayılı vücuduna, tırmık sapı gibi kol ve bacaklarına hoyratça, ağaç rendeler gibi sürtmeye başlar ve bir süre sonra tekrar helkeden, su kabağından oyulmuş hamam tası (kevki) ile su alıp, başından aşağıya acımasızca döker. Ali: “Yandım! Sıcak!” diye bir çığlık daha atar. Anne: “Sus bakayım, ne sıcağıymış, sen şu ellerinin hâline bak, koşmar derisi gibi sanki. Bu ellerin kirini ancak taş söker.” der. Yerden aldığı el ayası büyüklüğündeki taş parçasını, Ali’nin ellerinin üzerini kirden temizlemek için sert sert, Ali’nin çığlık ve feryatlarını hiçe sayarak sürtmeye devam eder. Ali’nin her ağlama ve çığlığına da ayrıca bir tokat veya kevki darbesi indiriyordu. Her zamanı zehir zemberek olan anne, bir de o hâline iş stresi eklenince, bendine sığmayan su gibi, geçtiği yerleri âdeta yerle bir ediyordu. Stres dalgalarının şaha kalktığı iç dünyası; sataşacak, hırpalayacak, ezecek birilerini arar gibi idi. Ali’nin ise, bir yandan yediği peş peşe tokat darbelerinin acısına bir de sıcak su ile banyo yapmanın acısı eklenince bütün vücudu, biber gazı sıkılmış gibi yanıyordu. Sudan çıkmış balık gibi, oturduğu taş tümseğin üzerinde titriyordu. Feryat ve çığlıklar eşliğindeki açık hava banyosu nihayet son bulur ve sıra Musa’ya gelir. Son bulur ama bu son, anne için olabilirdi. Ali için bu ve buna benzer olaylar hiç de son değildi. Onun için bu olaylar, onun ruh dünyasında, kapanmayan yaralardan sadece bazılarıydı.
Zor İnsanlar 163
Anne: “Çabuk şu elbiselerini giy ve doğru eve gir, dışarı adım attığını sakın görmeyeyim, yoksa ayaklarını kırarım!” der. Birinci kattaki, eskiden ebe ve dedenin oturduğu, şimdi samanlık olarak kullanılan evin, birbirine geçmeli, kare demir korkuluklu penceresine sokuşturduğu temiz çamaşırları alıp, Ali’nin eline tutuşturur. Kevkiyle su helkesini alıp, sıcak su kaynayan kazanın yanına doğru yönelir. Anne: “Musa! Oğlum, gel buraya da banyo yaptıracağım.” diye yumuşak bir dille seslenir. Musa: “Tamam, anne geliyorum.” der ve bacağının arasına aldığı değnek parçasını yerlerde sürüte sürüte, tozu dumana kata kata gelir, annesine: “Soyunayım mı anne?” diye sorar. Anne: “Soyun hazırlan oğlum, hemen geliyorum.” diye sempatik bir üslupla cevap verir ve Ali’ye, düşmana bakar gibi bakarak, “çabuk len, şu elbiselerini al git yukarıda giy ve evden dışarıya çıkma” diye soğuk ve katı bir şekilde uyarır. Ali bir çırpıda ayakkabılarını giyerek, kucağında temiz elbiseleri ile çırılçıplak, yangından kaçar gibi hızlı adımlarla uzaklaşır. İkinci katın uyduruk, eskimiş, çürük tahtalarla yapılmış tahta balkonunun altında, bulaşık sularının akarak yaptığı su ve çamur birikintisini güçlükle hoplayarak geçer ve evin öbür köşe yanından çıkan taş merdivenleri bir solukta çıkıp evin içine girer ve derin bir nefes alır. Çünkü içinde bulunduğu ortamda anne ve babası yoktu. Anne babanın olmadığı bir yer, onun için güvenilir bir yerdi ve rahat nefes alınacak yerdi. İstediği zaman sümüğünü çekebilir, istediği zaman hapşı164 Ayhan Arslan
rıp öksürebilir, istediği zaman özgürce hareketler edebilirdi. Anne babanın olduğu bir yerde ise; saldırgan bir köpeğin yanından geçerken nasıl ses ve gürültü çıkarmamaya gayret ediliyorsa, Ali için, anne ve babanın yakınında olmak da aynı etkiye sahipti. Ali, evde kendi odasına çekilir ve dış ortamın hoyratça davranışlarından bir süreliğine de olsa uzak olmanın rahatlığı içinde derin bir nefes alır. Fakat gerek sıcak su banyosu, gerekse anneden çıplak tenine yediği şaplaklardan dolayı, bedeninin her bir bölgesi, sanki biber gazı püskürtülmüş gibi ayrı bir yanıyordu ve vücudunun muhtelif yerlerinde yakıcı ağrılar, iğne batırılıyormuş gibi dolaşmakta idi. Ali, üzerini giyindikten sonra, kocaman, sarı lop incir ağacının dallarının yaladığı ve altında annenin çamaşır yıkadığı pencerenin önüne oturur. Yaprakları arasından ay gibi göz kırpan, arkasından bal sızan incirlere boş boş bakarak dalar ve her zamanki gibi aklına takılan soruları kendine sormaya başlar. “Ben bu insanların çocuğu değil miyim acaba? Acaba benim anne babam belli değil de bu insanlar beni evlatlık falan mı aldılar? Bu insanların ve diğerlerinin, benden bu kadar nefret edip, varlığımdan rahatsız olmalarının sebebi nedir acaba? Bu insanlar benim gerçek anne babam değiller mi yoksa? Bunların benim gerçek anne ve babam olduklarını bilimsel olarak anlamanın bir yolu var mı acaba? Kan tahlili veya DNA diye bir test varmış, onları nasıl yaptırabilirim?” gibi, cevabını henüz bulamadığı karışık sorular, aklını kurcalayıp durmakta idi. Odanın tabanında, artık kumaşların makasla şerit hâlinde kesilmesi ile yapılmış kilim ve üzerinde Ali’nin şu an oturduğu ahşap divan vardı. Kapının yanında dikiş makinesi Zor İnsanlar 165
ve odanın sağında, duvar içine gömülmüş, ahşap, kapakları suntadan yapılmış elbise dolabı vardı. Sol duvara gömülmüş aynalı, cam kapaklı elbise dolabı ve onun önünde yine pencere önündekinin ikizi ahşap bir divan ve üzerinde bir yastık ve ince bir battaniye vardı. Ali, akşam olunca bu yatakta yatardı. Ali, derin tefekküre dalar ve bedenini, minderi sertleşmiş divana bırakır, gözlerini tavana diker. Ali’nin beyni karmaşık sorularla bocalarken, camı açık pencereden annenin, Musa’yı banyo yaptırma sesleri duyuluyordu. Musa durmadan sorular soruyor, anne de yumuşak bir üslupla cevaplar veriyor ve mümkün olduğunca sert ve kırıcı sözler kullanmıyordu.
Ali derin bir iç daha çeker. Aklından: “Musa bunların gerçek çocuğu, ben galiba üvey evladım. Acaba benim gerçek annem ve babam neredeler? Acaba bir gün onlara, gerçek anne ve babama, tıpkı filmlerdeki mutlu kavuşma sahnelerinde olduğu gibi kavuşabilecek miyim?” diye, her zamanki gibi cevabını bulamadığı bir soru demeti daha geçer. Eğer bir çocuk, anne ve babasının gerçek mi yoksa sahte mi olduğu endişesi taşıyorsa, anne ve babanın ne derece hoyrat insanlar olduğunu siz düşünün artık. Ali, uzandığı, minderi taş gibi sertleşmiş divandan doğrulup, dalgın ve kaçamak bakışlarla dışarıyı izlerken birden, gözlerinin kapsama alanına baba gelir. Babayı bir an görmek bile ona derin bir korku vermeye yetiyordu ve ani bir tepkiyle, pencerenin yan tarafına, tül perdenin ardına gizlenerek, babanın kendisini görmesine mâni olmaya çalışır. Çünkü babanın kendisini görmesi pek hayırlı olmazdı, ağzından Ali’yi sevindirecek, mutlu edecek bir söz çıkmayacağı kesindi. Ali kendini gerek annesinden gerekse babasından, elinden geldikçe gizler ve elinden geldikçe de onlardan uzakta olmaya çalışırdı. Şimdi içinde oturduğu oda ise, Ali’nin onlardan 166 Ayhan Arslan
uzak olabilmek için sığındığı çile odası idi. Ali, gece burada yatar, gündüz yine bu odada kalır, evden kaçamadığı zamanlarda gününü, pencereden dışarıyı izlemekle geçirirdi.
Öbür odaya yemek yemek için dahi olsa gitmiyordu artık. Çünkü anne ve baba ile aynı yemek masasında oturmak demek, daha yemeğin başında veya ortalarında ani patlayan kavga demekti. Yenilecek yemeklerin etrafa saçılması ve yemek yeme hevesinin kursakta kalması demekti. Artık aile fertleri, bu türden manzaraları sıklıkla yaşadıkları için, genellikle bir arada yemek yemekten vazgeçmişlerdi. Her karnı acıkan aile ferdi, mutfakta kendine özel bir şeyler hazırlayıp karnını doyuruyordu. Anne de arada sırada hazırladığı yemek pişirme işine de son vermişti. Herkes kendi yemeğini pişirip yiyordu. Sanki bir aile gibi değil de her biri birbirine yabancı üç beş kişinin, grup oluşturarak bir arada yaşamak zorunda oluşu gibi idi. Baba, koca sarı lop incirin altından çağlayarak akan suyla, ter ve çam ağacı kalıntılarıyla birbirine dolaşan saçlarını temizlemek için, su kanalının yanına diz çöker. İki elini birleştirip çanak yaparak, kanaldaki sudan alıp alıp saçlarını ıslatıyor ve saçından inen kirli sular da elbiselerini ıslatıyordu. Anne, babanın hâlini görünce iyice zıvanadan çıkar. Zaten sataşacak birilerini arayan, içinde biriken zehirleri akıtacak birilerini arayan anne için, bundan iyi fırsat olamazdı. Anne: “Ne yapıyorsun len! Canı çıkasıca! Boynu altında kalasıca! Şunun üstünün başının hâline bak, Köpek gibi suya gireceğine adam gibi banyo yapsan olmaz mı?” Olumsuzluğa, soruna, Musa’dan çıkanlar hariç tahammülü olmayan anne, babaya, ağzına gelen hakaret dolu sözlerle haykırır. Zor İnsanlar 167
İleri derecede aşağılık kompleksi olan babaya, bu sözler doping etkisi yapar. Diz çöktüğü su kanalının kenarından hızla kalkar ve saçından akan kirli sular gömleğine şapır şupur damlar hâlde; arenadan salınan kızgın bir boğa gibi burnundan soluyarak, annenin üzerine doğru koşmaya başlar. “Dinini! Kitabını ... kızı! Nedir senden benim çektiğim?” diye küfürler savurarak annenin yanına varır ve dayak sesleri, itişme kakışma sesleri, su helkesinin yerlerde sürüklenme sesi birbirine karışır. Sanki ipini koparan bir boğanın, bir dükkâna girip her şeyi devirmesi gibi türlü ürkütücü sesler birbirini takip eder. Anne: “Geberesice! Elleri kırılasıca! Vur! Vur öldür de kurtulayım senden!” diyerek hem dayak yer hem de zehir zemberek küfürler savurarak yine yangına körükle gider. Baba da egosuna dokunan tahrik edici sözler karşısında tekme tokadın hızını artırır. Bir süre sonra bağrışma ve patırtıların sesine, her zamanki gibi konu komşu, meraklı kalabalık doluşur. Ebe, dede, Hacer Ebe ve halalar gelir, anneyle babayı ayırmaya çabalarlar. Güçlükle birbirlerinden ayırırlar ve Hacer ebe, babayı kucağında sürükleyerek, koca, sarı lop incir ağacının gövdesinin dibine oturtur. Anneyi de Ayşe aba ve halalar, kolundan tutarak, koca ceviz ağacının altına doğru uzaklaştırırlar. Tencere dibin kara seninki benden kara, al birini vur ötekine; anne ve baba âdeta birbirine suç atmak veya kötülemekte yarışırlardı. Hiç kimse de kendine toz kondurmazdı. Dışarıdan bakıldıklarında ise, birbirlerinin kopyası gibiydiler. Evlendikten sonra üzüm üzüme baka baka mı karardı, yoksa bir tesadüf eseri mi aynı huya sahip iki insan bir birlerine mi denk geldi belirsizdi. Ama genelde evliliklerde çiftlerin 168 Ayhan Arslan
inatçı keçiler gibi birbirleriyle itişip durması ender görülmesine karşın, gerçekti. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu. Her ikisi de yetersiz kalmış ruhsal boşluklarını, onurlarını, şereflerini korumak adına birbirleriyle savaşıyordu. Çünkü hiç kimse bir diğerine değerli olduğunu benimsetmiyordu. Tam tersine sürekli aşağılama yolunu tercih etmekteydiler. Hâl böyle olunca da karşılanamayan değerlilik duygusu; birbirleriyle gerek beden, gerekse söz savaşı ile tatmin edilmeye çalışılmaktadır. Yani üstünlük savaşı ile üstün olduğunu kanıtlamaya çalışmak. Hacer ebe: “Gene nedir sizin derdiniz gayrı? Gene neyi paylaşamıyorsunuz?” diye sorar ve babanın öfkeden kızarmış yüzüne bakarak bir süre cevap bekler fakat baba cevap vermez. Gözlerini bir noktaya odaklamış, kara kara düşüncelere dalmış gibi yapar. Belki de kendini savunacak etkin bir cevabı yoktu. Belki de kendini evlatlık vermesine kırgınlığından dolayı, cevap vermemekle, onu adam hesabına almamakla onu cezalandırıyordu. Hacer ebe, altında yeşil kadife şalvarı, üzerinde sarılı kırmızılı çiçek desenli gömlek ve başında beyaz başörtüsü ile babanın başında bir süre dikildikten sonra, babanın karşısında çağlayarak akan su kanalının kenarındaki tümsek bir taşın üzerine oturarak, babayı izlemeye başlar. Baba, saçı başı darmadağınık, yüzü kıpkırmızı, suratı öfkeden beş karış, gözlerini önündeki bir noktaya dikmiş, çam sakızı bulaşmış ellerinin parmaklarını ikide bir ağzına götürüp tırnaklarını patır kütür yiyordu. Babanın tırnak yeme alışkanlığı da vardı. Hiç tırnak makasına ihtiyaç duymazdı. Elleri boş kaldıkça ve aşırı öfkeli veya kaygılı olduğu durumlarda tırnaklarını dişleriyle âdeta yerdi. O tırnakların her an törpülenmiş gibi bir görüntüsü olurdu. Bu alışkanlığın temeZor İnsanlar 169
linde, kaygı bozukluğu, mükemmeliyetçilik veya temizlik hastalığı yatıyordu. Bu hastalık ona; bedenindeki tırnak, yara izi, sivilce gibi fazlalıkları yok etmeyi telkin ediyordu. Anne ve babayı bu derece derin bunalımlara, hoyrat davranışlara iten ana nedenlerden en önemlilerinden ikisini belirtmek gerekirse; kibir ve inat olacaktır. İkisi de şeytanın özellikle cahil insanlara kurduğu en önemli tuzaklardandı. İnat ve kibirli bir insan, rüzgâra karşı direnmeye çalışan kuru bir kavak ağacı gibidir. O ağacın esneme payı olmadığı için mutlaka bir zaman gelip rüzgârın şiddetine dayanamayarak bir yerinden kırılacaktır. Kibir ve inat düzeyi az veya hiç olmayan insanlar ise, söğüt ağacına benzerler, rüzgâr ne kadar eserse essin, esneyerek, rüzgârın yıkıcı etkilerinden asla zarar görmezler. Bu özellik de onları hoşgörülü ve affedici yaparak, sağlıklı insan ilişkileri kurmalarına olanak sağlar. Ailede ileri derecede kibir ve inat yerine biraz da hoşgörü ve bağışlama gibi iyi hasletlerden bir parçacık bile olsa idi, aile hayatını savaş meydanına çeviren bütün bu hoyrat hareketler olmayacak veya az olacaktı. O zaman herkes birbirinin birçok kusurunu hoş görecek veya bağışlayacak, böylece birçok tartışma ve çatışmaların önü kesilecekti. Bir süre sonra dede de siyah şalvarı, başında siyah şapkası, üzerinde kirden grileşmiş beyaz gömleği, göğsüne varan ak sakalları ile elindeki asasını tıngırdata tıngırdata gelir. Hacer ebe’nin yanına ağır aksak oturarak derin bir soluk alıp verdikten sonra, babanın kızıllaşmış yüzüne bakarak: “Derdiniz ne gene oğlum? Eğer geçinemiyorsanız ayrılın bari. İkide bir kavga, dövüş, nereye kadar gideceksiniz? Böyle hâliniz, el âleme sinema olmaktan başka bir işe yaramıyor. Köyde sizden başka kavga dövüş yapan var mı? Şöyle bir bakın bakalım, üstelik şu çocukların hâli ne olacak, sürekli 170 Ayhan Arslan
şiddet, huzursuzluk, zulüm aşıladığınız, bu çocuklar yarın size ve topluma ne verecek acaba? Onların yarın sosyal hayatları nereye varacak, hiç düşündünüz mü? Bak oğlum, şuraya yazıyorum, aklınızı başınıza alın, çoluk çocuğunuzla güzel güzel geçinip gidin, yoksa bu çocuklar sizden öğrendiklerini yarın size karşı yaparlar. Onların da hayatları sizin gibi zehir zemberek olur. Buna, dur, deyin artık da bu çocuklara güzel örnekler gösterin ki onlar da gelecekte size ve topluma güzel hareketler yapabilsinler. Hayat tekerrürden ibarettir...” der ve daha söyleyecek sözü vardır ki ağzı açık kalır. Zira birinden nasihat almayı kibrine yediremeyen baba, zincirini koparmış dana gibi tozu dumana kata kata, Hacer Ebe’nin ve dedenin şaşkın
bakışları
arasında
hızlı
adımlarla,
bahçenin
sık
ağaçlıkları arasında gözden kaybolur. Kendini bir kral kadar belki de bir Tanrı kadar yükseklerde gören baba için, birilerinden icazet almak veya dinlemek, kibir kaybı demek-ti. Göklerdeki başının biraz aşağılara eğilmesi demekti. O kimseyi dinlemezdi. Çünkü onun yaptığı her şey doğruydu, diğer insanların yaptığı her şey yanlıştı. O, kısacası kendini kral gibi görürdü.
İki asası ile kaplumbağa hızında ilerleyen ebe de nihayet olay yerine gelerek koca sarı lop incirin kalın gövdesinin dibine oturur. Gövdeye doğru sırtını yaslar ve az gören gözleri ile dede diye Hacer ebe’den yana bakarak: “Koca, neymiş yine bunların derdi?” diye sorar. Dede: “Bir şey yok karı, her zamanki gibi işte ıvır zıvır.” diye, kulağı az işiten ebeye bağıra bağıra geçiştirici ve kısa bir cevap ile konuyu kapamaya çalışır. Zira gözü az gören, kulağı az işiten, üstelik de yaşlı ve anlama becerisi de azalmış birisine laf anlatmak oldukça zordur. Zor İnsanlar 171
Ali, içine saplanan acı ve buhranları ile kendini dipsiz bir kuyunun içinde hissederken, evin taş merdivenlerinden hızlı hızlı ayak sesleri duyulur. Ali’nin içini derin bir korku kaplar ve kalp atışları hızlanmaya başlar. Merdivenleri sinirli sinirli döven ayak sesleri, aynı şiddetle, eski tahtalarla gelişigüzel yapılmış ahşap, uyduruk balkonu zıp zıp zıngırdatıyordu. Soğuk ve kaba ayak seslerinin ardından ağaç kapı hızla çarpılarak açıldıktan sonra, çatır çutur kapı kilitleme sesleri duyulur ve ardından iç kapının hızla açılıp hızla çarpılma sesinden sonra sesler kesilir. Bu, anneden başkası olamazdı. Çünkü canı sıkıldıkça kapıyı üzerine kilitler ve yalnız kalmayı tercih ederdi. Üstelik de ona buna hesap vermesi oldukça zoruna giderdi. Zira o kendini herkesten yüksek birisi sanıyordu ve üst sınıf insanların da alt sınıf insanlara dert anlatması oldukça zor bir olaydı. Anne, evin öbür odasında sessizliğe gömüldükten sonra, komşu Ayşe aba, Halime ve Şermin halalar da koca, sarı lop incir ağacının altındaki ebe, dede ve Hacer ebe’nin oturmakta oldukları yere gelip, kendilerine koyu bir gölge seçerek otururlar. Hacer ebe: “Hayırdır Ayşe aba, Gülsen gelin nereye gitti? Niye yalnız bıraktınız onu?” der. Başında siyah beyaz kareli başörtüsü, bacağında kırmızılı sarılı gül desenli şalvar, üzerinde koyu sarı gömlek ve ayağında yeşil delikli naylon ayakkabı bulunan Ayşe aba’nın gedik, sararmış dişleri arasından çıkacak sözleri bekler. Ayşe aba: “Valla ne oldu bilmem Hacer aba, siniri yumuşasın diye 172 Ayhan Arslan
Bir kaç nasihat verdik, birkaç soru sorduk fakat nafile sanki kulakları sağırdı. Bizim söylediklerimizin hiçbirine de ne cevap verdi ne de bir karşılık, hatta ağzından kanlar akarak elbisesine damlayıp duruyordu. Mendil uzattım kanlı dudaklarını silsin diye onu bile almadı ve yerinden kalktığı gibi eve çıktı. Kapıyı çatır çutur kilitledi, biz de daha fazla üzerine gitmek istemedik, yalnız kalmaya da ihtiyacı olur diye düşündük.”
Hacer Ebe: “İyi etmişsiniz Ayşe Aba, biraz yalnız kalınca belki siniri geçer.” der. Şermin Eala: “Ana bunlar ayrılsınlar bari. İki üç güne bir kavga dövüş böyle nereye kadar gidecek? Kendilerini de boş ver, iki zavallı sabiye yazık değil mi? Yazık, zavallılar, bir gün eller gibi huzurlu ve sıcak bir aile ortamı görmediler.” der. Kendisi ve öbürleri de aynı anda, başını yere eğmiş, üzgün üzgün oturan Musa’ya gözlerini çevirirler. Hacer ebe: “Kızım, çok zaman, ayrılmak isteyip istemediklerini sorduk durduk ama ağabeyin, ayrılık lafını duyunca bir daha dellendi, kendini yerden yere çarptı. Ne yapacağımı ben de şaşırdım. Daha da olmadı, götürmedik hacı, hoca, muskacı kalmadı. Ne ettiysem ağanın deliliğine bir çare bulamadım.” Ayşe aba: “Aslında biraz Gülsen gelinde de var. O zehir zemberek çenesi bir müddet dursa, ne olur sanki biraz alttan alsa, ne olur sanki? Üstelik de kadın. Kadın dediğin, erkeğine karşı biraz itaatkâr olmalıdır. Senin ne haddine erkekle sidik yarıştırmak? Hele bir işle uğraşsın yanına zaten hiç varmayın. Ağzından âdeta zehir fışkırır, hakaret fışkırır. O kadar hakaret ve aşağılanmaya hangi adam dayanır ki?” der. Eleştirilerini Zor İnsanlar 173
duymuş olduğunu sanarak, sarı lop incirin dallarının büyük bölümünü kapattığı pencereye bakarak, annenin orada olup olmadığına bakar ve tül perdenin çekili olduğunu görünce de perdenin ardında annenin olması ihtimalini düşünerek, kemikli yüzü, mahcubiyetin verdiği sıkıntı ile hafiften kızarır.
Koca, sarı lop incir ağacının altındaki insanlar, hariçten gazel okuyup dururlarken, Ali, onlara bakıyor, ağızlarının kıpırtılarını görüyor, seslerini işitiyordu. İç âlemindeki sıkıntı ve buhranlar, onun içini elma kurdu gibi her gün biraz daha kemirip bitiriyordu. Aklından bir an bile çıkmayan; hoyratça, vahşi ve korku verici aile hayatı, aklını öylesine meşgul ediyordu ki sarı lop incir ağacının altındaki insanların konuşmalarını âdeta duymuyordu. Ağızlarının kıpırtılarını, tıpkı sağır bir kişinin izlediği gibi izliyor fakat konuşulanlar hafızasına girmiyordu. Buna, aklını yoğun bir şekilde meşgul eden bunalımlar engel oluyordu. Sadece ağızlarının kıpırdanışlarını izlediği o insanlar, bir süre sonra yerinden kalkarak evlerinin yolunu tutarlar. Boş gözlerle, boşalan sarı lop incir ağacının altına bakarak dalar kalır. Vakit akşam olup hava kararmaya başlamıştı. Ali, aynalı elbise dolabının önündeki divana sırtüstü uzanmıştı. Hiçbir zaman içinden çıkamadığı, cevabını arayıp durduğu sorularını kendi kendine sorup duruyordu. Bir süre akşam olmuştu. Sonra dış kapının açma mandalı, bir ucu dışarıda olan iple gıcırtı ile çekilerek açılmaya başlar. Fakat kapı açılmaz. Telaş ve acele ile birkaç defa daha çekiştirmenin ardından kapının kilitlendiğini anlayan baba, kapıya sertçe “dan dan” diye yumruk ve tekmelerle vurur ve içeriden ses gelmeyince: “Gülsen! Aç kapıyı ben geldim!” der ve bir süre durduktan sonra tekrar tekrar kapıya vurup seslendiyse de kapı 174 Ayhan Arslan
açılmayınca: “Ali! Açın çabuk kapıyı, yoksa bana kapıyı kırdırtmayın!” diye kaba ve soğuk bir ses tonu ile bağırarak, annenin açmadığı kapıyı Ali’ye açtırmaya çalışır. Ali, babanın kendine emrivaki yaptığını duyunca, içine bir korku, bir ürperti saplanır. Bir an kapıyı açmamayı düşünür. Fakat babanın kapıyı kırarak içeriye girmesinden korktuğu için ve kendisini daha da çok döveceğini düşünerek o fikrinden hemencecik vazgeçer. Zaman kaybetmeden yerinden kalkarak dış kapıyı açmaya çalışır. Kapı mandalını gacır gucur birkaç defa açıp kapar ama kapı açılmaz. Üzerindeki kilidi eliyle yoklar ve anahtarın olmadığını görünce:
“Baba, kapı kilitli, anahtarı da yok, kaybolmuş herhâlde.” diye, ürkek ve kısık bir sesle cevap verir. Baba: “Nasıl kaybolurmuş lan! Yere filan düşmüştür, iyice bak oralara.” der. Babanın kükreyen sesinden iyice korkup eli ayağına dolaşan Ali, karanlıkta kapının alt eşiğini eliyle iyice yokladıktan sonra: “Yok, baba.” der. Baba: “Aç kapıyı Gülsen, bak kapıyı kıracağım!” der ve tekmesiyle üç dört defa kapıya “dan dan” diye korkunç sesler çıkartarak sert sert vurur. Ali korkusundan hemen odasına koşup, yatağına girip, üzerine nevresimini örterek, korkmuş bir tavuk gibi pusar saklanır. Baba, birkaç bağırmanın çağırmanın ardından kapıya sert bir darbe indirdikten sonra kapı, yüreği ağza getirecek bir çarpma sesinin ardından açılır. Baba kibriti çakar ve karanlık evin içine titrek bir kibrit ışığı yayılır. Ahşap bölmenin tahta aralıklarından kibrit ışığı titrek titrek sızar, kısa bir süre sonra gaz lambasını
tutuşturan baba, odaya kesintisiz ve titrek bir aydınlık verir. Sanki gaz lambasının ışığı da babanın gaddarlığından korkmuş gibi tir tir titriyordur. Baba: “Ali! Anana niye bakmadın len! Anan uyku ilacı içmiş, baygın yatıyor!” der. Ardından bir koşuşturma başlar. Baba, tahta balkonu ve taş merdivenleri koşarak ve büyük takırtılar çıkartarak iner ve gecenin karanlığında ayak sesleri, evin arkasındaki yolda bir süre duyulduktan sonra işitilmez olur. Ali, babası gittikten sonra hemen yatağından fırlar ve öbür odaya koşarak gider. Annenin, karyolanın üzerinde ölmüş gibi sırtüstü yattığını ve yanı başında içi boş, kapağı yere savrulmuş ilaç kutusunu görür. Musa ise, ilaç içmenin, bayılmanın ne demek olduğunun idrakinde olmadığı
için,
ucuna
annesinin uyuduğunu
karyolanın
öbür
yatmıştı.
Lambanın
gölgesinde,
parlayan gözlerle annesini
sanarak
izdüşümü
izliyordu.
Anne,
yüzünde, burnunda, elbiselerinde kurumuş kan lekeleri ve dudaklarında şişmiş morluklar ile vahşice öldürülmüş hayvan yatıyordu. Ali, baygın veya ölmüş de olabileceğini tahmin ettiği hâlde âdeta taşlaşmış, donmuş kalmıştı. İçinden bir merhamet sesi “ona dokun, ona seslen” diyorsa da anneye dokunup, “anne kalk” deme cesaretini kendinde bir türlü bulamıyordu. Anne onun gözünde, vahşi bir yaratık gibi gözüküyordu. Her ne kadar ölü gibi yatsa da kendisine zarar verme ihtimali olmasa da her an kalkıverip kendisine saldırabileceği endişesini aklından çıkartamıyordu. Ölü bir
176 Ayhan Arslan
anneye dokunmak dahi ona, ölmüş bir yılana dokunmak kadar korku veriyordu. Ali: “Musa, sen annemin yanında değil miydin?” der ve lambanın loş gölgesinde ışıldayan gözlerine bakar. Musa: “Ben ebe ve dedenin evindeydim, ondan sonra babam beni çağırdı, ben de babamla birlikte eve girdim. Ağabey, annem uyku ilacını neden içmiş? İlaç içtiğinden mi uyuyakalmış?” diye, masumca sorular sorar. Ali: “Babamız dövdüğü için çok sinirlenmiş ve kendini öldürmek için uyku ilacı içmiş.” Musa: “Şimdi annem öldü mü?” diyerek, olayın ciddiyetini biraz algılamaya başlar ve kelimeler boğazında düğümlenir. Ali: “Bilmem, herhâlde ölmemiştir.” der. Kulaklarını, yoldan sonra iki ev arasındaki dar geçide girip ardından da basamaklarının kimisi yüksek kimisi alçak olan taş merdivenleri koşarcasına çıkan ayak seslerine diker. Bu, baba olmalıydı, babanın geleceğini anlayan Ali, kapının arkasındaki köşeye, köpekten korkan bir tavuk gibi pusar zira babanın da annenin de köpekten kalır yerleri pek yoktu. Her an saldırma riskleri vardı. Kısa bir sürenin ardından, evin uyduruk tahta balkonunun sallanan tahtaları sarsıldıktan sonra kapılar şangır şungur açılır kapanır ve önden Hacer ebe, ardından baba ve onun ardından da Şermin ve Halime halalar odayı doldururlar ve
Zor İnsanlar 177
meraklı gözlerini doğrudan, karyolada ölü gibi yatmakta olan anneye dikerler. Hacer ebe ve halalarının geldiğini gören Ali, derin bir nefes alarak rahatlar, gevşer. Baba ve anne, genellikle birilerinin yanında, özellikle de Hacer ebe’nin yanında Ali’yi dövmezlerdi. O yüzden, sıcaktan bunalmış birisinin kana kana soğuk su içip rahatlaması gibi içinde bir rahatlama hisseder. Bu, geçici bir rahatlama idi, biraz sonra onlar gidecek ve bir süre sonra yine Ali, anne ve baba ile baş başa kalacak ve o sıkıntılı günler ve geceler üzerine sis gibi çöküp kalacaktı. O yüzden kısa süren bir rahatlama ile birlikte eve gelen misafirlerin hiç gitmemesini veya sürekli kalmalarını hayal ederdi. Hacer ebe: “Gülsen! Gülsen!” diye iki defa seslendikten sonra, birkaç defa da omzunu dürtükler. Fakat ses ve tepki alamayan Hacer ebe, babaya dönerek: “Mahmut, kucağına al da karını, çabuk hastaneye yetiştirelim. Şermin, Halime, koşun siz de hemen gidin, komşu Tahir Amcanlara acil durumu söyleyin, hemen taksiyi aşağı yola indiriversin, biz de peşinizden geliyoruz.” Hacer ebe’nin talimatı ile herkesi bir telaş aldı. Önden halalar, onun arkasından, kucağında baygın yatan anneyle baba ve en arkada da Hacer ebe, hızlı adımlarla tahta balkon ve taş merdivenleri zıngırdata zıngırdata inip, evin arkasındaki mıcırlı yolu da çavuş çavuş geçtikten sonra gecenin sessizliğinde kaybolurlar. Benliğin meyvesi buydu işte… Kibirliliğin meyvesi buydu işte… İntihar eden her insan yoğun şekilde onuruna, benliğine düşkün insandır. Onlar için; kibir, benlik, onur, şeref o kadar değerli ve önemli şeylerdi ki… Onlara dokunan her
178 Ayhan Arslan
türlü darbe, onlara büyük acılar çektirmekte, hatta darbe biraz fazla olunca da intihara kadar sürüklemektedir. Her şeyin fazlası da azı da zararlıdır. En iyisi ortasıdır. Onur, şeref gibi ruhsal ihtiyaçlar insanlar için hayati öneme sahip şeylerdir. Onların da en ideali ortasıdır. Yüksekliği ve azlığı her zaman için insanlığı çeşitli sıkıntılara sokmuştur ve de sokmaya devam edecektir.
Zor İnsanlar 179
DEĞERLİLİK İÇİN…
Yedi gün sonra, vakit öğleden sonra idi. Annenin intihar girişimi sonuca ulaşmaz, doktor müdahalesi ile anne tekrar hayata döndürülür. Anne birkaç günlük, masum çocuklar gibi sessiz ve mütevazı bir atmosfere büründükten sonra yine eskisi gibi, köpekler gibi, sevmediği insanlara saldırıp sataşmaya devam etmeye başlar. Ali, köy camisinin yanındaki; yüksekliği cami minaresini geçen, çapı beş metre civarlarındaki, köyün simgesi olan koca çınar ağacının altındaydı. Köy halkı burasını; sıcak havalarda serinlemek, koyu gölgesi ve çayırlarında kısa şekerleme yapmak, sohbet veya boş zaman geçirmek için yoğun şekilde kullanırdı. Çınarın koca gövdesinin bir bölgesinde koltuk şeklinde doğal olarak oluşmuş olan bölüm vardı. O bölüm, çocuklar arsında paylaşılamayan en gözde yerdi. Burasını kapmak için tıpkı büyük insanların koltuk kapma yarışına girdikleri gibi çocuklar da öyle yarışırlardı. Birçok kez bu uğurda kavgaya bile tutuşurlardı. Burası öyle rahat ve havalı bir yerdi ki buraya oturan, kendisini kral kadar değerli hissederdi. Garip Ali ise çocuklarla rekabete girip buraya oturmayı beceremediği için, insanların yoğun olmadığı zamanlarda çınar altına gelip buraya otururdu. Yine öyle bir zamandı, insanlar ve çocuklar öğle yemeğine dağılmışlardı ve henüz daha dönmemişlerdi. Ali, çınarın gövdesindeki doğal koltuğun tadını çıkartıyordu. 180 Ayhan Arslan
Bir elinde yeşilden sarımtırak bir renk almış olan sarı erik, diğer elinde de kibrit kutusundaki tuz ve o tuza eriği batırıp batırıp yiyordu. Eriğin limon gibi ekşi olmasından dolayı ağzı ve gözleri, eriği her çiğneyişte limon yer gibi büzüş büzüş büzüşüyordu. Fakat bu ekşiliğe katlanmak zorunda idi, zira midesi açlıktan zil çalıyordu. Herkes gibi eve gidip yemeğini yiyip geri gelemezdi. Onun eve gitmesi demek; bir kuşun, özgürlüğün tadını almışken tekrar kafesine geri dönmesi kadar zor bir şeydi. O yüzden Ali, hazır ev denen mahpushaneden kirişini
kırmışken,
olduğu
kadar
özgürlüğün
tadını
çıkarmalıydı. Dolayısı ile bu özgürlüğün tadını açlık bile bozmamalı ve karnını tıpkı kuşlar gibi, ağaçlardaki meyvelerle doyurmalı idi. Ali, herkes gibi öğle vakti yemeğini evde yiyip, geri gelip sokaklarda oyun oynamak istiyordu ama Ali’nin eve gitmesi demek, savaşa gitmekle eşdeğer bir şeydi, gidip de dönmeme ihtimali vardı.
Ali, mayhoş erikleri tuza batıra batıra, ağzını yüzünü büzüştüre büzüştüre yerken, cami bahçe duvarından peş peşe hoplama gürültüleri duyulur. Ali, başını gürültülerden yana çevirdiğinde, tozlu patikadan artlarında bir demet toz bulutu kaldıra kaldıra birileri geliyordu. Kısa bir dikkatin ardından bunların Yavuz, Gürbüz ve Muharrem olduğunu gördü. Ağızlarında, yemek üstüne yaktıkları birer sigara ile neşe kıvılcımları ata ata geliyorlardı. Ali, bir an kendi karanlık, çileli, gülmeyi unutmuş iç dünyasına döner ve kendi dünyası ile bu gülüp, neşe kıvılcımları atan insanların dünyalarının farklı olduğunu düşünür. Rüyalarını süsleyen böyle bir dünyanın özlemini içine gömerek, mayhoş eriğinden yemeye devam eder. Bir süre Zor İnsanlar 181
sonra üç karnı tok, sırtı pek, neşeli arkadaş, Ali’nin çevresine üşüşürler ve sağına soluna otururlar. Bacağında; kırışık, kirli gri şalvar, üzerinde ala tişört, sarı düz saçları her zamanki gibi birbirine dolaşmış olan ve bazen ağabeyine tamirhanede yardım ettiği için, derisine işlemiş tamirci yağı kokusu ile Yavuz: “Ne var ne yok ampul kafa, ampulü yeni mi cilaladın, uzaktan ayna gibi parlıyor da.” der, zevzek ve gıcık gıcık, kıkır kıkır gülerek ve öbürleri de gülüşerek eğlenceye eşlik ederler. Ali biraz utanır, biraz içine kapanarak başını öne eğer ve acılarla kaynayan iç âleminin sularına kendini bırakarak sessizliğe gömülür. Başını sürekli usturaya vurarak, el âlemin maskarası olmasına sebep olan babasına mı yoksa herkesin alay ve eleştiri konusu olan çirkin, sevimsiz görüntüsüne mi yansın? Ali bir süre sessiz kalıp, küstüğü anlaşılınca; tombulca, orta boylarda, oval yüzlü, kırpık gözlü, düz uzun saçları omuzlarına değen, kalın dudaklı ve bacağında rengi solmuş mavi kot pantolon, üzerinde de lacivert tişört olan Gürbüz: “Ellemeyin benin arkadaşımı, ne varmış kafasında? Tertemiz temizlemiş işte, seninki gibi içi çer çöp dolu değil bari.” der fakat sinsi bir tilki gibi gülüp, gizli alayını belli etmemek için kendini âdeta zor tutuyordur. Değersizlik çukuruna düşmüş, “imdat” diye feryat figan eden, kurtaracak bir dost eli bekleyen Ali’nin onuruna, Gürbüz’ün, sahte de olsa bu lafları, biraz nefes aldırmaya yetmişti. Uzatılan el her ne kadar sahte de olsa, yavşakça da olsa, Ali’nin yere eğilen başını yerden kaldırmaya ve elinde beklettiği mayhoş eriği haşır huşur tekrar yemeye başlamasına vesile olmuştu.
182 Ayhan Arslan
Muharrem: “Öf Ali, nasıl yersin o eriği bilmem, sen yerken bile içim ekşidi.” der ve elindeki Birinci sigarasından derince çekip içinde bir süre beklettikten sonra, büyük bir haz ile dışarıya üfler. Yavuz: “Ali için ekşi erik de bir şey mi? Ali, kimsenin daha çıkıp ismini yazamadığı şu koca çınarın tepesine bile çıkıp bıçakla ismini yazar.” der ve ardından yüzünde yavşakça bir tebessüm belirir. Ali, başını kaldırıp koca çınar ağacının erişilmesi imkânsız kalın gövdesine ve uç dallarına bakar. Oralara çıkmanın oldukça zor olduğunu görür. Fakat Yavuz’dan aldığı gaz ile değerlilik vitaminine ihtiyacı olan Ali, o kimsenin çıkmaya cesaret edemediği tepeye çıkmaya, çok kısa bir düşünmenin ardından karar verir. Aslında bu mantıklı bir düşünce değildi. Sadece ne pahasına olursa olsun hedefe yönelik bir karardı. Çınar ağacının eteklerindeki dallara bazı çocuklar çıkıp, çakı ile isimlerini kazımışlardı. Fakat Ali’nin gözü daha yükseklerde idi. O, kimsenin erişemediği, henüz keşfedemediği yüksekçe bir dala çıkmalı idi. Herkesin ondan övgü ile söz etmesini sağlayıp, yoğun şekilde ihtiyaç duyduğu onuruna kavuşmalı idi. Bu onur, acil karşılanması gereken insanlık onuruydu. Tıpkı uzun zaman yemek yemeyen bir insanın, açlıktan ölmemek için acil olarak yemek yemek zorunda olması gibiydi. Gürbüz: “Ali, annenin geçenlerde uyku ilacı içerek intihar etmeye çalıştığını ve hastanede doktorların çabaları ile güçlükle kurtulduğunu duymuştuk, şimdi annen nasıl oldu ya?” der ve diğerleri ile birlikte, Ali’nin vereceği cevabı büyük bir merakZor İnsanlar 183
la, birbirine kenetlenmiş küçük kalın dudaklarına pürdikkat bakarak bekler. Ali: “Annem iyi oldu ve Hacer ebe’min tavsiyesi ile hava değişimi olsun, sinirleri yatışsın diye İzmir’deki teyzemlerin yanına, Musa’yı da alarak gezmeye gitti.” Gürbüz: “Annen zaten ikide bir evden kaçmaya çalışıyordu, ya İzmir’den bir daha geri gelmezse?” der ve Ali’nin yüzüne bakar, fakat Ali cevap vermez ve yüzü biraz kızararak başını öne eğer. Yavuz: “O zaman da Ali’nin babası İzmir’e gidip kolundan sürüye sürüye getirir. Mahmut emmi hiç kendine, ‘karısı terk etti’ dedirtir mi? Siz onu bunu boş verin de Ali kavağın tepesine çıkacaktı, araya laf karıştırmayalım.” der ve Ali’ye bıyık altından gülümseyerek kurnazca bakar. Değerlilik vitaminine aşırı muhtaç Ali’nin, Yavuz’un gazı ve teşviki ile gözleri fal taşı gibi açılır. Onun için; bırakın kendinden övgü ile söz edilmesini, ismi ile hitap edilmesi bile onu değersizlik batağından bir miktar çıkartıyordu. Ali’nin, ruhunda açlığını hissettiği şey, çok fazla bir şey değildi aslında; bilakis hayati öneme sahip olan yemek içmek kadar acil olan insanlık onuru veya şerefiydi. Ne olurdu insanlar ona sadece ismi ile hitap etselerdi. Ne olurdu bedenî yapısını aşağılamasalardı. Ne olurdu ailesi “oğlum” diye hitap edip, kendini sahiplenseydi. Bunlar karşı taraftan beklentiler de değildi, aslında bunlar; karşı tarafın, yapması gereken insani sorumluluklarıydı. Ali: “Ben ta tepe dala çıkıp ismimi yazarım.” der ve çıkacağını 184 Ayhan Arslan
söylediği dal o kadar yüksektir ki herkes kafasını o dala kaldırıp baktığında; kendi gözü bile korkar ve içini bir ürperti sarar. Fakat bütün korkularının üzerine bir perde çekerek, yalnızca çakı ile ismini kazıyacağı dala, güdümlü füzenin hedefe kilitlenişi gibi gözünü sabitlemiş ve gözü, aradaki tehlikeleri görmüyordu. O sadece başarının sonucunda, kendisinden herkesin övgü ile söz etmesini ve değerlilik vitamininden yoksun ruhunun değerle dolmasını düşünüyordu.
Muharrem: “Ulen Ali, ta oraya nasıl çıkacaksın? Sonra düşersin falan, bir yerine bir şey falan olur, sonra baban eve katmaz.” der. Koca çınar ağacının haşmetli dallarına ve tepesinde sinek büyüklüğünde gözüken, cıvıl cıvıl ötüşüp, bir daldan öbürüne uçuşup duran serçe kuşlarına ve onların tepelere kuru otlarla yaptıkları onlarca kuş yuvalarına bakar kalır. Ali bir süre daha, çıkacağı yüksek dala korkuyla baktıktan sonra, korkusunu belli etmeden, elindeki ekşi eriği bir kenara fırlatır. Çıkacağı dala doğru ilerler ve söğüt dalı gibi yerlere sarkmış olan çınar ağacının saçak dalının birine tutunarak yavaş yavaş yukarıya doğru sincap gibi tırmanmaya başlar. Tırmandıkça içindeki korku ve endişeler yüreğinin küt küt atmasına sebep oluyordu. Usturaya vurulmuş kel kafası ve yüzü, heyecan ve korkudan, voltajı düşük ampul gibi kızarıyordu. Yükseğe çıktığı her mesafe onu daha fazla korkutuyordu. Her şeye rağmen içine saplanan korkularını kulak ardı edip, aşağıdakilerin, kendini ağzı açık izlemeleri, ona korkularını dinletmiyordu. Hele bir de koca çınarın henüz keşfedilmemiş dalına çıkıp rekor kırdıktan sonra… Aşağıdakilerin ve diğer insanların kendinden övgü ile söz edip ve namının dillerden dillere dolaşacağı hayali aklına geldikçe, ruhunu Zor İnsanlar 185
tatlı bir ferahlık kaplıyordu. Sonunda ruhuna akacak değerlilik vitamininin etkisiyle, çökmüş duygularının şahlanacağını düşünüyordu. Gürbüz: “Ali! Yeter gayrı len! Daha yukarı çıkma gayrı düşen falan.” diye endişe ile Ali’ye seslenir ve yanındakilerle beraber, sinemada korku filmi izler gibi heyecanla izler. Ali, aşağıdan gelen sese gözünün ucu ile baktığında, aşağıda cüce insanlar gibi gözükenlerin, kendisini ilgi ve hayranlıkla izlediğini görünce, içine değerlilik vitamininin dolduğunu hisseder. O an kendini büyük, öbürlerini küçük görür. Ali: “Bana bir şey olmaz bu da bir şey mi? Ben ta tepeye kadar çıkarım.” der ve küçük, çıldır çıldır gözlerini, çınarın tepe dalına diker ve de oraya çıkınca dillerde dolaşacak namına kilitlenir. Gittikçe artan yüreğinin kütlemelerine aldırmadan, o tepe dala nasıl çıkacağının muhasebesini yapmadan, tutunduğu dala elleri ve ayakları ile sıkı sıkıya kenetlenmiş, soluk soluğa, adım adım zirveye doğru tırmanıyordu. Aslında buna tam olarak zirve de denmez, ulu çınar ağacının tam zirvesine erişmenin imkânı yoktu. Buna gerek çınar ağacının el ve kollarla kavranamayacak kalın dalları ve gerekse kuşların sinek büyüklüğünde gözüktüğü, dillere destan yüksekliği müsaade etmezdi. Ali’nin çıkmaya çalıştığı zirve, koca çınarın yere paralel uzamış olan küçük bir kolu idi. Önemli olan, o dala daha önce kimsenin çıkıp, ismini oralara yazmamış olması idi. Ali, korkuya ve yüreğinin kütlemelerine kulak tıkar. Sonunda bir yılan misali sarmaş dolaş, kaygan dallara sarıla sarıla ilerlediği sözde hedef zirvenin 186 Ayhan Arslan
pürüzsüz, beyaz, kaygan ve sallanıp kırılma riski olan dalına ulaşır. Bir an duraksar, kene gibi tutunduğu daldan güçlükle başını, daha yükseğe çıkmak için çevirir ve kuşların yuvalarına yaklaştığını görür. Kendi ağırlığını taşıyacak kalınlıkta dalın olmadığını görünce burada durmaya karar verir. Dala sıkı sıkı kenetlediği, tir tir titreyen elinin birisini çekip, gri lastikli pantolonunun cebine uzanır. İsmini yazmak için çakıyı aramaya başlar. Bir yandan da göz ucu ile aşağıda cüce insanlar gibi gözüken arkadaşlarının, kendisini ağzı açık izlediklerini görür. Fakat aklı şimdi, ağaçtan düşme korkusu ile yoğun olarak meşgul olduğu için, aşağıdakilerin ne söylediklerini, ne düşündüklerini ve de zirveye ismini yazdığı zaman alacağı ünü düşünemiyordu. Bedenini yoğun korkular tir tir titretiyordu. Yavuz: “Ali! Ulen, ampul kafasını öptüğüm, yeter gayrı, sen hepimizden üstünsün, senin çıktığın dala şimdiye kadar çıkan olmadı, hepimiz şahidiz, tutunduğun dalı bırakıp da bir de yazı yazmaya kalkma, aşağıya düşeceksin şimdi!” der. Yavuz ve yanındakiler, endişeli gözlerle kendisini ağızları açık izlemeye koyulur. Fakat bu gibi şahsına yapılan özel hayranlıklar, Ali’yi hedefinden saptırmadığı gibi daha fazlasına sevk ederdi. İnsanların daha fazla hayretini üzerine çekmek onun yapısında vardı. Her ne kadar içinden bir ses, “daha fazla yükseklere çık” diyorsa da Ali, o sese pek kulak vermez. Ali, titreyen eli ile cebinden, sapı sarı, keçi boynuzundan yapılmış bıçağını güçlükle çıkarır. Sallanıp duran ince dala iki eli ile tekrar sarılır, tek elle dala tutunup, öbür elle adını kazımak oldukça güç olacaktı ama artık Ali bir kere hedefine koymuştu. O dala tırmanıp ismini çakı ile yazacaktı, ölmek var dönmek yoktu. Zor İnsanlar 187
Sıkıca kenetlendiği dalda hem korkudan nefes nefese kalıyor hem de avucunun içindeki sarı saplı çakının kılıfını açmaya çalışıyordu. Tam o sıra, çınarın dalına sıkı sıkı kenetlediği elleri boşa çıkar ve kavradığı kaygan çınar dalından kayar. Bir anda birtakım dal kırılması sesleri ve dalların arasında sürtüne sürtüne bulgur çuvalı gibi pat diye korkunç bir gürültü ile aşağıya düşer. Ali, yere düştüğünde, tutunduğu dalın kırılmasına rağmen, hâlâ sıkı sıkı onu tutuyordur. Sol yanına uzanmış ölü gibi yatıyordu. Etrafını bir an kalabalık sarmış, uğuldanmaya başlamışlardı. Ali, bir müddet sonra çevredekilerin telaşlı homurtularını duyar ve yüzüne su, kolonya falan dökmeleri ile geçici baygınlığından ayılır. Bir an ne olduğunun bilincinde olmadan etrafa şaşkın gözlerle bakınır. Bir süre sonra bilinci yerine gelir ve telaşla kendi bedenini kontrol eder. İlk kontrolde ve kendini dinlemede bir şey hissetmez. Çünkü girdiği kısa şok, ona, acılarını o an hissettirmez. Kendinde bir yaralanmanın olmadığını sanır. Bu sebeple kaygılı yüzü biraz tebessüme bürünür fakat çevredekilerin kendini acılı ve kaygılı yüz ifadeleri ile izlediklerini görünce yüzü birden endişeli bir hâl alır ve tekrar yerinden doğrularak kendi bedenini kontrol etmeye başlar. Kısa bir kontrolün ardından, kolundan kan aktığını ve kolunun, dirsekle bilek arasından, kırılmış dal gibi kırıldığını görür. Kazanın şoku henüz taze olduğundan acı hissetmese de yaranın korkunç görünümü onun birden paniklemesine sebep olur, avaz avaz bağırıp ağlamaya başlar. Bu bir bakıma suçunu bastırma psikolojisiydi. Çünkü Ali, bu olay yüzünden ailesi tarafından ağır şiddet ve cezaya maruz kalacağını çok iyi bildiği için, bir bakıma yalvarma, merhamet dileme çığlığı da denebilirdi. Acı gerçeği, çevresindekilerden de homurtularla 188 Ayhan Arslan
duymaya başlamıştı artık. Yavuz: “Ali kolun kanıyor!” Ali tam doğrulmaya çalıştığı sırada, kaygı ile altta kalan koluna baktığında; el bileğinin hemen üzerinden kan aktığını görür ve telaşla ayağa kalkar. Koluna baktığında; eli, kolundan ayrı, kopmaya ramak kalmış kırık dal parçası gibi sallanıyordu. Elini sadece bir parça deri tutuyordu. Ali, kırılmış dal gibi sallanan sol elini, öbür eli ile tutarak birleştirmeye çalışır fakat bu birleştirme, öbür elinin desteği ile gerçekleşen suni bir birleştirme idi. Öbür elini bıraktığı anda kırılmış kol yine kırık dal gibi yere sarkıyordu. Kırılmış kolundan kanlar akan Ali, şaşkınlıkla kendisini izleyen kalabalığa bir göz gezdirir, bir de koluna bakar, o an aklına ilk gelen şey; babasından yiyeceği dayaktı. Babası bu hâlini görünce kim bilir ne kadar dayak yiyecekti. İçinde buram buram kaygılar kol gezinirken, o kaygılar Ali’ye, kolunun acısını dahi unutturuyordu. Etrafın paniği iyice artmış, herkes endişe ve acımaklı gözlerle Ali’ye bakıyordu ve kalabalıktan bir ses: “Koşun! Çabuk biriniz koşun! Ali’nin babasına haber edin, bu çocuğun kolu kopmuş, hemen hastaneye yetiştirsin!” diye avaz avaz bağırır ve kalabalık arasından koşuşturan birtakım ayak sesleri duyulmaya başlar. Durumunun ciddiyetini çevredekilerin paniğinden anlayan ve içine derin kaygılar saplanan Ali, babasının adı da geçince birden ne yapacağını bilmez hâlde paniğe kapılır ve babasından yiyeceği dayağı hafifletebilmek için avaz avaz çığlık atarak bağırmaya başlar. Böyle yapınca baba belki biraz merhamet ederdi.
Zor İnsanlar 189
Ali, bir eliyle kopmuş elini tuta tuta eve doğru koşmaya başlar. Ardından da meraklı kalabalık sürüsü kürem kürem takip eder. Ali önde, meraklı kalabalık ardında, köyün taşlı, engebeli, tozlu yollarından havaya bir toz bulutu kaldırarak ilerlerken birden karşısında baba, Şermin hala, Halime hala ve Hacer ebe’yi görür. Baba, arenadaki kızgın boğa misali saldıracak birisini arar gibi kendine doğru hızla ilerlemekteydi. Babayı görünce iyice korkan Ali, baba dayağı endişesinden, kolunun acısını hissetmiyordu. Kolunun acısını hissetmediği hâlde çok acıyormuş gibi yaparak ağlamasını daha da artırır. Çok ağlayınca babanın kendisine acıyıp dövmekten vazgeçeceğini düşünür. Baba ile tam burun buruna geldikleri sırada Ali, yol kenarındaki duvarın dibine, köpekten korkmuş tavuk gibi pusarak avazı çıktığınca ağlamaya başlar.
Baba: “D… çocuğu gene ne oldu, uslu duramadın mı? Nedir benim senden çektiğim, senin yüzünden el âlemin yüzüne bakamaz oldum. Ya bir haylazlık yaparsın ya da el âlemin maskara maymunu olursun.” der ve Ali’yi tekme tokat dövmeye başlar. Tekme tokat sesleri etrafa yayılır ve havaya, tepişmenin etkisi ile bir toz bulutu yükselir. Neyse ki baş kurtarıcı Hacer ebe oradaydı. Ardından da köylüler araya girerek Ali’yi daha çok hırpalamasına engel olurlar. Muharrem: “Mahmut Ağa, çocuğun durumu zaten acil, bir de sen hırpalayıp durma, hemen bunu hastaneye atın, kolundan bayağı kan aktı.” Baba: “Hastane de neymiş, kurban olsun o hastaneye filan, öylece kalsın, çeksin cezasını, ben o mendebur çocuğu bir yere götürmem.” diyerek, burnundan solur bir şekilde avaz avaz 190 Ayhan Arslan
bağıra bağıra cevap verir. Aynı zamanda babanın bir kolundan Hacer ebe, diğer kolundan da köylünün biri sıkıca tutuyor ki tekrar Ali’ye saldırmasın diye… Yavuz, Hacer ebe’nin yüzüne endişe ile bakarak: “Hacer teyze; haydi bu çocuğu hastaneye atalım, yoksa çocuk kan kaybından ölecek.” der ve Ali’nin omuzlarından kavrayarak, korkan bir tavuk gibi yol kenarındaki taş duvara pusmuş Ali’yi yerinden kaldırmaya çalışır. Bir taraftan da Hacer ebe yardım eder ve ayağa kaldırırlar. Koluna girip, kalabalığın arasını yararak yola koyulurlar. Öfkeli baba, bir müddet sonra arkalarından koştur yetişir ve: “Hastaneye falan gitmeyecek bu döl, Çıkıkçı İsmet’in yanına gidelim.” der ve bir kolundan tutan Yavuz’u kenara itekleyerek Ali’yi kolundan tuttuğu gibi sürükleye sürükleye götürmeye çalışır ve tozlu yollardan artlarında toz bulutu ile meraklı kalabalığın eşliğinde yollarına devam ederler. Hava oldukça sıcaktı, biraz uzağa bakınca toprak yüzeyinde, sanki kaynayan tencereden çıkan buhar gibi buhar görülüyordu ve Ali’nin ustura ile kazınmış başı parıl parıl parlıyordu. Ali, öfkeli babasının hızla sürüklemesi ile ara sıra babanın hızına yetişemediğinden ayakları yerlerde sürüklenirken, ayakkabılarının içine toz ve çakıl parçaları doluyordu. Dar, taşlı, engebeli ve tozlu köy yollarının kenarlarındaki incir, nar, zeytin ağaçlarının yaprakları, yoldan kalkan tozdan dolayı bembeyaz olmuştu. Üç beş, moloz taştan yapılma köy evinin dengini geçtikten sonra Çıkıkçı İsmet’in evine varırlar. Çıkıkçı İsmet, köyün çocuklarının kırık çıkıklarını iyi ettiğine inanılan, pratik ve az para alan, aşırı şişman, şişmanlığı neticesi ile köy halkı tarafında “Tonluk” lakabı ile anılan bir kadın şifacı idi. Özellikle baba gibi materyalist, malını canından üstün tutan kişilerin ilk uğradıkları yerdi. Bu vesile Zor İnsanlar 191
ile yoğun doktor masrafından kurtulma idealini güderlerdi. Moloz taştan yapılmış evin önünde kocaman bir dut ağacı ve dut ağacının koyu gölgeli bir yerine asılmış, gıda maddelerini hem sıcaktan hem de sineklerden korumak için yapılmış mini bir tel dolap vardı. Dolabın etrafında, içeriye girmeye çalışan sürü sürü sinekler uçuşmakta idi. Köyde cereyan ve dolayısı ile buzdolabı olmadığından, köylüler bu yolla yiyeceklerini sıcak havadan bir nebze de olsa korumaya çalışırlardı. Hemen yanı başında; üzerine el dokuması kıllı kilim serilmiş olan ahşaptan yapılmış divanda, öğle sonu şekerlemesi yapan Tonluk İsmet yatıyordu. Baba, elinden sürükleyerek getirdiği Ali ve onun arkasındaki Hacer ebe ve halalar, tek sıra şeklinde sıralanmış, divanda kestiren Tonluk İsmet’i uyandırmaya çekindiklerinden, tedirgin şekilde bir süre, kendiliğinden uyanır belki diye bekleştiler. Zira Tonluk İsmet’i kızdırmaya gelmezdi, zaten asabi karakterli biriydi. Bir de şifasına muhtaç durumda iken çok dikkatli davranıp iyiden iyiye alttan alıp, ona kibar ve sempatik davranmak gerekecekti. Fakat saman çuvalı gibi şişman kadının, kendisi gibi uykusu da ağırdı. Sonunda Hacer Ebe, biraz cesaretini toplayarak: “İsmet Aba! İsmet Aba!” diye iki defa kısık ses tonu ile seslenir ve biraz bekledikten sonra, gövdesi saman çuvalı, başı kardan adamın başı gibi kocaman, etli ve tombul yanaklı Tonluk İsmet’in gözleri birden açılıverir. Bir süre şaşkın şaşkın Hacer ebe’nin yüzüne baktıktan sonra, yattığı divandan yan tarafa doğru yuvarlanarak kalkıp doğrulur. Tonluk İsmet: “Ne vardı Hacer?” diye zırıltılı ve kızgın bir ses tonu ile sorar. Hacer ebe: 192 Ayhan Arslan
“Çocuğun kolu kırılmış da bir bakıver diyecektim.” diye, süklüm püklüm, ellerini ovuşturarak cevap verir. Zira Tonluk İsmet ters birisi idi, olur olmaz her şeye kızıp sinirlenirdi.
Tonluk İsmet: “Getirin bakayım çocuğu.” der, kendinden emin ve sert bir ses tonu ile… Baba hemen bir hamlede Ali’yi koltuk altlarından kavradığı gibi Tonluk İsmet’in önüne satranç taşı koyar gibi bırakır. Tonluk İsmet, Ali’nin koluna dokunup biraz inceledikten sonra: “Hacer! Siz deli misiniz? Çocuğun kemiği kırılıp deriyi delip çıkmış, buna çıkıkçı ne yapacak? Hemen bu çocuğu zaman kaybetmeden hastaneye yetiştirin.” der ve sinirli sinirli, gözlerini babanın üzerine diker. Baba bir şey söylemeden arkasını döner ve Ali’yi sürükleye sürükleye götürmeye başlar. Biraz uzaklaşınca: “Bu kadını zaten hiç sevmem, kolay mı sanki hastaneye çocuk götürmek, bir dünya masraf, hele şu rezil yüz karası çocuk için… Ne olacak sanki iki tahta parçası ile sarıversen.” der ve Ali’yi çekiştire çekiştire yola devam eder. Hacer ebe: “Belki kadının dediği doğrudur, yoksa neden üç beş kuruş alacağı paradan vazgeçsin ki? Bana sorarsan da bu çocuğu hastaneye götürelim, bu doktor işi, açık yaraya çıkıkçı ne yapacak?” der. Bir süre sessizlikten sonra, inadı tutan baba: “Uslu duraydı k… çocuğu, ben doktora falan götürmem, bir de öbür köydeki çıkıkçıya götüreceğim.” der. Babanın materyalist canavarı tüm haşmeti ile öne çıkıyordu. Ona paranın bu dünyada en değerli şey olduğunu, insan canının hiçbir öneminin olmadığını, gür bir sesle haykırıyordu ki cebinden Zor İnsanlar 193
para çıkartmamak için dört takla atıyordu. Para gider diye Ali’yi berbere dahi götürmezdi. Her daim saçlarını kendisi usturayla kazırdı. Üstelik de bu, çirkinliği ve maskaralıkları ile cemiyetin yüz karası olmuş ve kendisi için de büyük bir utanç kaynağı olmuş bir evlat için olunca… Madde perestlik, insanın bütün insani duygularını söküp atmaktaydı. Hacer Ebe: “Ta oraya neyle gideceksin, bir sürü yol.” der. Baba: “Ne ile gideceğiz? Eşeğe atlayıp gideceğiz. Bu yüz karası velede çok bile. Olmazsa bir de taksi mi tutacaktık bu kepaze için?” der. Bu arada Ali’nin, korkak bir tavşan gibi babasının elleri arasında sürüklene sürüklene giderken kırık kolu cız cız ağrımaya başlamış fakat dayak korkusundan sesini çıkaramıyordu.
Yaklaşık iki saat kadar eşek sırtında gidilip öbür çıkıkçıya uğrandıktan sonra, o da Tonluk İsmet’in söylediği söze benzer sözler söyler. Baba kızgın ve çaresiz, Ali’yi tartaklaya tartaklaya hastanenin yolunu tutar. Hastaneye götürmeye gönüllü komşulardan birisinin motosikletine binerek Mut Devlet Hastanesi’nin yolunu tutarlar. Mut Devlet Hastanesi’ndeki doktorlar, kısa bir muayene sonucunda Ali’yi, görevsizlik sebebi ile Mersin Devlet Hastanesi’ne sevk ederler. Baba, Ali’yi kolundan sürükleye sürükleye otobüs terminaline götürür.
Otobüse
binerek
Mersin’in yolunu tutarlar. Mersin Devlet Hastanesi’ne gece vakti varırlar ve Ali’nin durumunu gören doktorlar derhâl Ali’yi ameliyata alırlar. Ali en son, ameliyat masasına yattığını ve doktorların kendisine eter koklatıp ona kadar sayı saydırmalarını hatırlar. Ertesi gün kendisine geldiğinde ken194 Ayhan Arslan
dini, kolu bilek ile dirsek üstünden alçıya alınmış ve birçok hastanın olduğu hastane koğuşunda, yatakta yatar vaziyette bulur. Hastane koğuşunda, babanın somurtkan ve soğuk tavırları ile yaklaşık on gün kalırlar. Neyse ki baba özellikle yabancı ve resmî yerlerde Ali’ye karşı fiziki cezalar uygulamazdı. Ali o konuda biraz rahat olsa da eve gidince ve kolu iyice iyileşince babanın, birikmiş intikamları alacağından ve kendisini ertelenmiş cezalar ile cezalandıracağından endişe ediyordu. Bu vesile ile ruh dünyası hastalık sıkıntısından çok, baba gazabı ile meşgul oluyordu.
Zor İnsanlar 195
ALMANYA BEDELİ…
On beş gün sonra eylül başları, sabah ile öğle arasında bir zaman idi. Ali hastanede yattıktan sonra taburcu olup eve gelmiş ve alçıya alınmış kolu ile yatağında yatıyordu. Zaten bir yerlere gitmesi de zordu. Çünkü baba ona katıksız oda hapsi vermiş, odadan dışarıya tuvalet ihtiyacı haricinde çıkmasına izin vermiyordu. Zaten normal günlerde de her daim sokağa çıkıp diğer çocuklarla oyun oynamasına engel olunurdu. Ama bu kez ev hapsine daha da bir önem veriliyordu. Çünkü babanın elinde, vicdanını rahatlatacak kadar Ali’yi cezalandırma sebebi vardı. Zira Ali’nin çınar ağacından düşüp kolunu kırması, babayı hem ruhsal hem de maddi açıdan sıkıntıya sokmuştu. Günlerini kendi odasında kapalı kapılar ardında, tipik anne baba kavgaları, bağırış çağırışlar, kapı çarpılma ve eşya kırılma seslerini endişeli bir şekilde dinleyerek geçiriyordu. Anne babanın gerek çevre ile gerekse aile içerisinde kavgaları hiç bitmezdi. Onların hayatlarının neredeyse yüzde sekseni kavga ve tartışmalarla geçerdi. Bunların böyle olmalarının en önemli sebebi ise, her ikisinin de kendi benliklerini başka benliklerden her daim üstün görmelerinden kaynaklanmaktadır. Onların dünyasında kendileri asla yanlış yapmaz, hata yapmaz, yanılmaz, hiçbir yönden eksiklikleri olmazdı. İşte hâl böyle olunca da benlikleri göklere fırlamış anne ve baba, benliklerini zedeleyen her insanla hiç tereddüt etmeden 196 Ayhan Arslan
çatışmaya girerlerdi. Gerçekte ise bu, manevi boşluk ve yetersizliklerin isyanından başka bir şey değildi. Onlar da biliyorlardı kendilerinin eksiklerini, yetersizliklerini fakat bunların üzerini kapatmak, kimseye göstermemek için böyle davranıyorlardı. Duygularını ifade edemiyorlar, meramlarını anlatamıyorlardı. Giderilmeyen bu eksikliklerin meyvesi de onları asabi yapıyordu. Bir insan birisiyle tartışır, yoğun strese girer. Bu insan, içinde biriktirdiği stresin etkisini, ona selam veren masum bir insana ters tepki vererek açığa çıkartır. Oysa selam verenin selam vermekten başka bir suçu yokken neden böyle bir ters muameleye maruz kaldığını anlayamaz. Kısacası her insan davranışının temelde yatan bir nedeni vardır. Bu nedeni karşıdaki insan çok kez anlayamaz ve suçu günahı yokken kötü muameleye maruz kalır. Ali’nin de durumu böyledir. Anne ve babanın iç yetersizliklerinin kurbanı olmaktadır. Bugünlerdeki tartışma ve kavgalar daha da bir şiddetli geçiyordu. Zira anne, gezi için gittiği İzmir’den döndükten sonra, bir Almanya lafı tutturmuş gidiyordu. Herhâlde annenin İzmir’deki ablası, Almanya işini aklına sokmuş olmalı idi. Aslında bu Almanya sevdası çok eskilerden beri sürüp gitmekte idi. Bu sevdayı alevlendiren birtakım sebepler vardı. Birincisi; annenin annesi ve birkaç kardeşi Almanya’da oturmakta idi. İkinci sebep ise; o zamanların süslü annesine bir de çevreden, “sen buralara layık değilsin, sen bu güzelliğinle köy yerine nasıl düştün” gibilerinden gaz vermeler de daha bir dürtüklüyordu. Kendini beğenmiş, burnu havalarda olan anne, zaman zaman, Almanya’ya gideceğim de gideceğim, diye babanın kafasını ütüleyip durmakta idi.
Yine o zamanlarda bir Almanya sevdası başlamış, Almanya’ya gitmeye karar vermiş ve hazırlıklara başlamış. Ama o zamanlarda önüne bir engel takılmış. Hamile olduğunu öğrenince şok olmuş ve Almanya hayalleri bir anda suya düşmüş. Ama anne, Musa’ya hamile olmasına
rağmen pes etmemiş, bu bebekten kurtulmak için her türlü yollara başvurmuş, yapmadığı şey kalmamış. Musa’yı düşürmek için bazen damdan atlamış, bazen duvardan, bazen sırtını ve karnını görümcelerine çiğnetmiş, bazen sırtında odun taşımış. Ne çare ki Allah izin vermeyince, O istemeyince yaprak yerinden kımıldamıyor ve Musa, o rahimden bir türlü düşmüyor. Anne: “Gideceğim buralardan, kurtulacağım senden ve bu iğrenç köyden. Almanya’ya gidip bol para kazanıp, zengin bir de koca bulup hayatımı yaşayacağım. Ben ömrümü bu pislik yuvasında tüketmeye mecbur değilim.” diye babanın damarına basa basa zehir zemberek avaz avaz bağırıyordu. Bir süre sessizliğin ardından odanın ağaç kapısı gıcırdayarak hızla açılır ve acele ve hızlı hızlı ayak gümbürtüleri, evin ahşap döşemelerinden geçip, balkon ve merdivenlerden zıngır zıngır iner. Üç beş dakikalık bir sessizliğin ardından ayak sesleri tekrar duyulur, seslerin şiddetinden, babanın ayak sesleri olduğu belli oluyordu. Kısa süreli fırtına öncesi sessizlik, yerini yine kavga ve bağrışmaya bırakmıştı. Anne: “Ayağım! Ayağım! Alçak! Sünepe! Ne etsen gene de gideceğim işte.” diye hem ağlar hem de ilenmeye devam eder. 198 Ayhan Arslan
Baba: “D… kızı! Başka kocaya varacaksın ha! Almanya’ya gideceksin ha! Şehirlerde yaşayacaksın ha! Sen beni ele güne kepaze edeceksin ha! Al bakayım... (Çat! Küt!) Kırık ayaklarla nereye gideceksin? Bu ayaklarla seni bırak Almanya, Türkiye, tuvalet bekçisi olarak dahi almaz.” diyerek dövdükten sonra gümbür gümbür, merdivenlerden iner. Siniri hâlâ geçmediğinden, elinde tuttuğu çekiç kısmı kana bulanmış olan keseri olanca gücü ile evin önündeki ağaçların arasına fırlatır ve iki evin arasındaki dar geçitten geçerek yola çıkıp gözden kaybolur. Babanın tipik özelliklerinden Birisi de bu idi. Sinirlendiği zaman, evde kötü bir şeyler olduğu zaman evden uzaklaşır ve olaylar durulana, siniri geçene kadar eve gelmezdi. O problemleri çözmek yerine ondan kaçmayı seçerdi. Bilirdi ki o problemi birileri nasılsa çözecekti, hâl böyle iken niçin kendisini sıkıntıya sokacaktı ki… Babasının evden uzaklaştığını anlayan Ali, tehlikenin geçtiğini görünce merak ve korku ile öbür odaya koşar. Gördüğü manzara onu dehşete düşürür ve şaşkınlık ve korkunun verdiği heyecanla kalbi yerinden fırlarcasına atmaya başlar. Anne, pencerenin önüne büzüşmüş, saç baş darmadağınık, çığlık çığlığa feryat edip ağlamakta, elleri ile de diz kapağının altını sıkıca kavrıyor ve parmakları arasından kanlar sızıyordu. Ali’yi kapıda gören Musa, saklandığı karyolanın altından bir çırpıda fırlayarak, korkudan tir tir titreyerek Ali’nin yanına gelir ve kapıyı kapatıp öbür odaya geçerler. Ali: “Anneme ne oldu Musa?” der ve sabırsızca Musa’nın ağzından dökülecek cevapları bekler.
Zor İnsanlar 199
Musa: “Babam keserle annemin ayağına vura vura kanattı.” der ve korkudan kesik kesik nefes alır, başka diyecek laf bulamaz. Ali: “Hızlı mı vurdu yavaş mı vurdu?” diye boş bir soru yöneltir. Musa: “Çok hızlı vurdu ağabey, odun kırar gibi vurdu, her vurduğunda çat çat diye ses geldi.” Ali: “Haydi, ebe ile dedeme haber verelim, ben Ceyda ebe’me gideyim, sen de Hacer ebe’me git haber ver.” der ve dirsek üstünden el parmaklarına kadar alçıya alınmış kolunu sağlam eliyle tutarak telaşla kapıdan dışarıya çıkar. Musa: “Tamam, ağabey.” der ve o da ağabeyinin ardı sıra derme çatma tahtalarla yapılmış balkonu takır tukur, çarpık çurpuk moloz taştan yapılma taş merdivenleri gümbür gümbür inerek evden uzaklaşır. Ali, korku ve paniğin verdiği enerji ile bir solukta dedenin kapısına dayanır ve kapıyı telaşla iter. Kapı, yerdeki taş tümseğe sürtünerek açılır ve ardından iç kapıya dayanır ve iç kapı da gıcırdayarak açılır. Ebe yatağından, dede de sarma sigarasını tüttürdüğü pencerenin önünden başlarını bir anlık şaşkınlıkla Ali’ye çevirir. Ali tıknefes, derin derin solur, ebe ve dede de şaşkınlıktan bir süre sessiz kalakalır. Dede: “Ne oldu oğlum!” diye titrek bir ses tonu ile sorar. Ali: “Babamla annem yine kavga ettiler.” der. Kesik kesik soluk alır ve kelimeler boğazına dizilir, lafın devamını getiremez. 200 Ayhan Arslan
Konuşmakta zorlanıyordu. Çünkü o dehşet verici manzarayı görmek, onun yüreğini derinden parçalamıştı. Merakı iyice artan ebe ve dede, Ali’nin ağzına bakar kalır. Başka bir kelime çıkmayacağını anlayınca ebe, yatağında biraz doğrularak: “Kuzucuğum! Gel bakayım yanıma.” der ve Ali kesik kesik iç çeke çeke, ebesinin yanına gelir ve ebe, tavuğun civcivini kanatları altına aldığı gibi, Ali’yi bağrına basar. Ali, ebesinin kucağında kendini, kışın dondurucu soğuklarında, sıcacık bir soba başında ısınıyor gibi hissediyordu. Ebesinin kucağı onun bu âlemdeki tek sığınacak limanı idi. Çünkü Ali, ebe ve dedesinin kucağından başka bir kucak görmemişti.
Ebe: “Kuzucuğum! Anlat bakayım ne oldu, deli anan baban yine ne yaptılar?” der. Ali’nin, ebesinden aldığı şefkat ve merhamet duygularından dolayı o titrek, korkan yüreğine biraz cesaret gelir. “Babam, annemin ayağını, keserle vura vura kırdı.” der. Kesik kesik iç çeker ve başka konuşamaz. Dede, üzerine soğuk su dökülmüşçesine ürpererek: “Ne! Nasıl kırdı oğlum?” der, şaşkınlık ve panikle pencerenin denizliğinden tutunarak doğrulur ve duvara dayalı asasını tıngırdata tıngırdata kapıdan yıldırım hızı ile çıkarak gözden kaybolur. Ali, ebesinin kucağında sahiplenilme duygusunu yoğun bir şekilde hissetmeye başlar. Korku ve tedirginlikleri yavaş yavaş durulmaya başlar. Hıçkırık ve iç çekmeleri gittikçe azalır. Sahiplenilme duygusu ve davranışların kabullenilmesi bir başkaydı. Ali’nin bu duyguyu yaşadığı tek yer, ebe ve dedesinin yanı idi. İnsan gelişiminin vazgeçilmez unsuru olan bu ruhsal ihtiyacı birinci derecede karşılaması beklenen anne ve baba karşılamıyordu ve tam aksine yoğun şekilde reddediyorlardı. Zor İnsanlar 201
Ali’nin anne ve babasının her an büyük bir ustalıkla yaptıkları şeyler; aşağılama, dışlama, takdir etmeme, yargılama, eleştiri, fiziksel şiddet ve darp idi. Ali böyle bir anne babanın yanında kendine her an şu soruları sormadan edemiyordu: “Acaba ben evlatlık mıyım? Bu insanlar benim gerçek anne babam değiller mi? Acaba bir yerlerde beni bağrına basacak bir anne babam var mıdır? Bu insanların; benim gerçek anne babam oldukları, kan testi ile falan belli olur mu acaba? Kan testini nereye nasıl yaptırabilirim? Buralardan kaçıp gitsem başka bir diyarlarda sığınacak bir liman bulur muyum acaba?” Ali, sığındığı ebe kucağında küçük beynini tırmalayıp duran bu türden sorular sarmalında derin hülyalara dalar gider. Acaba günün birinde, yine anne ve baba gazabından kaçıp, buğday sandığında gizlenip korunmaya çalıştığı bir sırada hiç tanımadığı iki insan gelerek, Ali’yi kucaklarına basıp, “oğlum, yavrum, kuzum” diyerek kanatları altına alacaklar mıydı? Ali’ye, gerçek anne ve babası olduklarını söyleyerek, “seni de yanımıza alıp hep birlikte sılamıza gideceğiz” derler miydi acaba? Ali, tatlı rüyasından, yerdeki taş tümseğe sürtünerek gürültü ile açılan dış kapının sesi ile uyanır. Ebesinin kolları ve bacakları ile sıkıca sarmaladığı kucağında korku ile ürpererek, biraz sonra gıcırdayarak açılacak olan iç kapıya gözlerini diker. İç kapı da telaş ve şiddetle açıldıktan sonra dede içeriye soluk soluğa girer. Gelenin babası değil de dedesi olduğunu gören Ali’nin, korkudan zıp zıp atan yüreği birden sakinleşmeye başlar.
Dede. “Karı! Kalk! Çabuk ol hele, gelinin ayağı kanlar içinde kalmış, bir şeyler mi saracaksın bir bakıver hele.” der. Derin derin solumaya devam eder. 202 Ayhan Arslan
Ebe telaşlanarak kalkmaya çabalar ve Ali’nin destek vermesi ile de yerinden doğrulur. Divanın başucunu eliyle yoklayarak asasını aramaya koyulur. Ali çevik bir hareketle, yere düşen asayı ebesinin eline tutuşturuverir. Ebe: “Neresi kanıyor, nasıl kanıyor?” diye ani telaşın verdiği şaşkınlıkla, bilinçsizce sorular yöneltir. Dede: “Ne bileyim ben yahu git kendin gör, ayağı ile diz kapağı arasındaki kemik morarıp şişmiş, iki ayağı da kan revan içinde kalmış. Canlı canlı ayağı kesik tavuk gibi çırpınıp duruyor.” der, ardından yine, geldiği kapılardan dışarıya çıkarak içindeki yardım etme duygusunun yoğunluğu ile tekrar annenin yanına doğru yönelir. Dede tam, moloz taşlardan yapılmış, basamaklarının kimisi yüksek kimisi alçak olan merdivenlere ayağını atmak üzere iken, iki evin arasındaki dar geçitten telaşlı ayak sesleri duyulur. Dede arkasını döndüğünde, gelenlerin Hacer ebe ve halalar olduğunu görür. Daha dede ağzını açmadan Hacer ebe telaşla sorar: “Ne olmuş baba, bu çocuk bir şeyler söylüyor aslı var mı?”
Dede: “Var kızım var, içeriye geç de senin deli oğlanın ne yaptığını bir gör.” der ve merdivenlere bir eli ile evin yan duvarına tutunarak tırmanmaya başlar. Tabii olarak Hacer ebe ve halalar daha çevik oldukları için ve merakın verdiği enerji ile merdivenleri tavşan gibi birer ikişer zıplayarak bir solukta tahta balkonu ve dış kapıyı zıngırdata zıngırdata evin içine girerler. Ebe ise ağır aksak, asasını tıngırdata tıngırdata yürümeye çalışır ve Ali’ye seslenir: “Oğlum, buğday sandığının olduğu odada ocağın başında Zor İnsanlar 203
püse şişesi ve ocağın yan tarafında da benim ilaç çıkınım olacaktı, onları alıver de haydi tez gidelim.” Ali: “Ocağın başında püse şişesi falan yok ebe!” diye bağırarak seslenir. Ebe: “Orada yoksa pencerenin önüne, sandığın önüne filan bak oğlum! Orada bir yerlerde olması lazım.” der ve telaşlı bir kaplumbağa gibi, evin önündeki blok taşlara takıla takıla ilerler. İki evin arasındaki yola çıkan dar geçidi geçerken, yoldaki meraklı kalabalığın fısıltıları duyuluyordu. Köylük yer küçük bir yer olduğu için en ufak olay tez duyulur ve tez yayılırdı. Bu yüzden dolayı konu komşu, çoluk çocuk meraklı kalabalık, evin arkasındaki yola üşüşmüşler ve baba gazabından çekindikleri için pencereden içeriye kaçamak bakışlarla bakıp bir şeyler görmeye çalışıyorlardı. Aralarında uğuldanıp duruyorlardı. Ebe, başını uğultudan yana çevirir fakat gerek iyi görmeyen gözü gerekse telaşından ilgilenmez ve yoluna devam eder. Anne, pencerenin önüne yılan gibi kıvrılmış, elleriyle ayağını tutuyordu. Yaka paça yırtık pırtık, saç baş darmadağın, elbiseleri ve ayakları kan revan içinde inleyip duruyordu. Karşısına diz çökmüş olan halalar ve Hacer abe, anneyi acıyan gözlerle izliyorlardı. Ebe ve Ali de kapıları ve tahta döşemeyi tıngırdata tıngırdata gelir. Ebe süklüm püklüm, annenin yanına güçlükle oturur ve derin bir yorgunluk nefesi bırakır. Ebe: “Gene ne oldu gelin, derdiniz ne sizin, el âleme karşı, el adama ne der. Hiç sizin gibi tantana kavga eden var mı çevrenizde, hele bir bakın.” der.
204 Ayhan Arslan
Anne: “Onu, deli geberesice oğlunuza sorun!” diye zehir zemberek, hiddetle cevap verir. Ebe: “Dur, şu ayağına bir bakayım.” der ve ayaklarını sıkıca kavradığı elleriyle aralar. Anne: “Acıyor!” diye acı bir çığlık patlatır ve çevresindekilerin yüzlerindeki acıma hissi daha da belirginleşir. Kaval kemiğinin üzeri sanki trafik kazası geçirmiş gibi kan ve morluklar içinde idi. Ebe, kızıl bel kuşağının içinden beyaz bir tülbent parçası çıkarıp ortadan cırt diye yırtar. Bir parçası ile yaranın üzerindeki kan ve pıhtıları siler, öbür parçasını yere serer ve üzerine, Ali’nin elindeki şişeyi alarak, içinden, akmakta zorlanan katran püsesini akıtmaya çalışır. İyice koyulaşmış olan, siyah, her derde deva katran püsesi, şişenin ağzından çıkmakta zorlanır. Ebe, şişenin arkasını birkaç defa tokatlayarak püseyi akıtır. Eli ile beyaz bezin üzerine iyice yaydıktan sonra annenin bereli ayağına sarar. Katran püsesi, o devrin her derde deva şifa kaynağı idi. O yüzden, bir diğer adı da halk arasında “siyah doktor” idi. Anne: “Of! Yandım!” diye çığlık patlatır. Ebe: “Biraz yanar, ondan sonra geçer, bu püse sargısını her gün değiştir, on güne kalmaz hiçbir şeyciğin kalmaz.” der. Baba gazabından korkan dışarıdaki kalabalık, arada bir pencereye kapaklanıp, perde ardında neler olduğunu görmeye çalışıyordu. Gerek aile içinde gerekse aile dışında olsun her insan, babadan, özellikle kızgın olduğu zamanlarda, Zor İnsanlar 205
kuduz köpekten korktukları gibi çekinip korkarlardı. Çünkü baba sinirli zamanlarında sinirini, gazabını, masum bir insandan çıkartmaktan asla çekinmezdi. Yaralı bir ayının her şeye saldırması gibi… Baba yine, kişiliğine uyan vahşi işlerden birisine daha imzasını atmıştı. Amacı, anneyi sakat bırakarak dış diyarlara gidiş biletini elinden almaktı. Ama bilmediği bir şeyler vardı. O da zorlamayla, kaba kuvvetle, kalp kırmakla, çevresindeki insanlara acı çektirmekle geleceğini harap ettiğiydi. Gelecekte ihtiyaç duyacağı insanların ruhunu öldürdüğünü ve geleceğini karanlığa gömdüğünü bilmiyordu. Onun dünyasında, gelecek de şu anki gibi olacaktı. Hep kendisi vurucu, kırıcı güç olacak, hiç yaşlanmayacak, günahını aldığı insanlara hiç muhtaçlığı olmayacak, yaptıklarının bir gün bedelini ödemeyecek, daha da ötesi; sonsuza dek kimsenin yardımına muhtaç olmayacaktı. O benliğe, içindeki şeytan, sürekli olarak böyle şeyler telkin ediyordu. BU ÇOCUK ÇİRKİN… On beş gün sonra öğle civarıydı. Ali’nin alçısı çıkartılmış, kolu tamamen iyileşmişti. Hacer ebe’sinin evinin önünde, sapanla kuş avlıyordu. Taşlı engebeli evin kapısının önünde; içi dışı çamur sıva ile sıvanmış ocak vardı. Evin hemen önünde, evin kapısı ve ocağı gölgesiyle kuşatan büyükçe ekin dutu vardı. Ali, ocağın arkasına saklanmış, duta gelen kuşlara pusu kuruyor, gelenleri sapanla avlıyordu. Halime hala: “Ali gel, patates kızartması yiyelim.” diye, eski ağaç kapıdan başını göstererek bağırır. Ali: “Tamam, hala…” der ve oturduğu yerden kalkarak üzerine yapışmış tozları eli ile çırpar ve kapıya yönelir. 206 Ayhan Arslan
Eski ağaç kapıyı bir hamlede hoplar. İç kapıya ulaşmak için yüksekçe bir basamağı zıplayarak çıkar. İç kapıyı şangırdatarak açtıktan sonra odaya girer. Halime hala, Şermin hala, Hacer ebe, sofraya oturmuşlar, yemeğe başlamışlardı bile.
Hacer ebe: “Haydi, gel sofraya Ali.” der. Hacer ebe de tıpkı baba gibi Ali’ye “oğlum” diye hitap etmezdi. Onun da duygularını ifade edememe gibi bir sorunu vardı. Onun da içindeki şeytanı ona kimseye değer vermemeyi, şefkatli davranmamayı öğütlüyor olmalıydı. Ama babadan tek farkı; Ali’ye kaba ve sert davranmamasıydı. Onla, tıpkı bir yabancı ile konuşur gibi konuşmasıydı. Bu da Ali’yi ona, Ceyda ebe’ye bağlandığı gibi bağlayamıyordu. Ama yine de babasından korktuğu, sakındığı kadar da sakınıp korkmuyordu. Çünkü insan ilişkilerinde kaba ve sert davranış olmadığı müddetçe o ilişki en azından sorunsuz ilerliyordu. Halaların da hemen hemen Ali’ye karşı davranışları Hacer ebe’ninki ile benzerlik göstermekte idi. Ne de olsa üzüm üzüme baka baka kararırdı. Ali, elindeki lastik sapanı masanın üzerine bırakır ve sofraya oturur. Sofrada; büyükçe alüminyum bir tepsiye, kızartılmış patatesler tepeleme yığılmıştı. Herkesin önünde birer köy yufkası ve çatal vardı. Ali, leziz görünen patatese bakınca, gözleri iştahla açılır ve çatala üç dört tane batırarak ağzına doldurur. Lezzet, yüzüne tatlı bir keyif veriyordu. Şermin hala: “Kuş vurabildin mi Ali?” der ve ağzına kattığı iki adet patates diliminin ardından bir parça ekmek katar ve yanakları şiş şekilde çiğnemeye çalışır. Halime hala: “Ali, buraya geldiğinden annenin haberi var mı?” der.
Zor İnsanlar 207
Ali: “Yok.” Halime hala: “İzin almadan geldin ha? Sonra eve gidince annen yine dövmesin seni?” Ali: “Döverse dövsün, zaten izin alsam da boş, izin vermez.” der ve köy yufkasının arasına dürdüğü patates sıkmasını ağzına götürüp derince bir lokma ısırır. Hacer ebe: “Bizim eve gelmene de mi izin vermez?” der. Yanakları şiş, ağzı tıka basa dolu iken. Ali: “Hiçbir yere, hatta evden dışarıya çıkmama izin vermezler.” Hacer ebe: “O da nasıl huymuş canım, çocuğun sokaklarda oynamaya hakkı yok muymuş? Onlar çocukken hiç sokak yüzü görmemişler mi sanki?” Bir müddet sonra Ali karnını doyurup geri çekilir. Divana oturur. Divanın yanında masa vardı ve o masanın üzerinde halaların, çevresi camlı çeyiz sandığı duruyordu. Sandığın içinde çeşitli renk ve desende çevresi işlenmiş başörtüler, ütülenmiş ve düzgün biçimde istiflenmişti. Evin doğuya bakan tarafında profilden yapılmış tek pencere vardı. Yerler ve duvarlar toprak badana ile boyanmıştı. Tavandaki direkler, siyahlaşmış çam ve ardıç ağaçlarından döşenmişti. Halalar sofrayı kaldırdıktan sonra pencerenin önündeki yer minderine otururlar, ellerine örgülerini alırlar. Pencerenin önündeki radyoyu açarak, sesini de kısarak örgülerini örmeye başlarlar. Bekâr olan halaların süsü püsü yerindeydi, şık giyinirlerdi ve çeyiz hazırlayarak, radyo dinleyerek boş za208 Ayhan Arslan
manlarını geçirmeye çalışırlardı. Hacer ebe: “Kızlar ben bahçeye gidiyorum haydi hoşça kalın.” der ve derme çatma eski kapıyı tıngırdatarak dışarıya çıkar. Ali: “Ben de dışarı çıkıyorum, kuş avlayacağım.” der. Halime hala: “Sağda solda çok fazla oyalanma bakalım, tez eve git, annen sonra dayağa doyurur.” Ali: “Tamam, ben de zaten doğruca eve gideceğim.” der. Bir türlü rahat edemediği, kendini diken üstünde hissettiği Hacer ebe’nin evinden, bir bahane ile tez ayrılır. Burada da kendi ailesinin evi kadar olmasa da bir soğukluk, bir yabancılık vardı. Kalp, sevildiğini de sevilmediğini de ruh ve beden dili ile anlayabilirdi. Ali, Ceyda ebe’sinin evinde hiç sıkılmadan kalabiliyorken Hacer ebe’sinin evinde kendini bir şey sıkıştırıyordu sanki. Ali kapının dışına çıkar, ayakkabılarını giyer ve evin önünden tam ayrılırken, evin önündeki kocaman ekin dutu ağacından bir kuş sesi gelir. Hemen sapanını hazırlar ve tetikte bekler, dut ağacının yaprakları arasında kuşu görmeye çalışır. Biraz aranmanın ardından, kuşu göremez ve sadece sesini duyar. Kuşu kaçırtmamak için, ocağın arkasına pusuya yatar ve bir süre orada soluksuz bekler. Şermin hala: “Şu çocuğu hiç sevmem, çok çirkin, onu gördükçe içime bir sıkıntı saplanıyor.” der, Ali’nin evden uzaklaştığını sanarak… Halime hala, neşe ile bir kahkaha patlattıktan sonra: “Biraz öyle ama çocuğun bunda suçu ne? Allah öyle yaratmış ne yapsın?” Zor İnsanlar 209
Şermin hala: “Onu herhâlde şeytan yaratmış olmalı ki onu görenin içi sıkılıyor.” Ali bu konuşmaları, açık pencereden duyar ve üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi donar kalır. Artık ağaçtaki kuşu takip etmeyi bırakır ve doğrulduğu ocağın arkasından bir yılan gibi sessiz sedasız oradan uzaklaşır. Dünya başına yıkılmıştı sanki… Yolda yürüyordu fakat ne yolu ne de çevresini kavrayabiliyordu. Sanki zifirî karanlık bir yolda yürüyormuş gibi boşlukta yürüyordu. Ali oysa buraya, kendini saracak bir şefkat eli bulma ümidi ile gelmişti. Meğer akrabanın ettiğini akrepler etmezmiş, bunu acı bir tecrübe ile öğrenir. Ali’nin, halaların yanında rahat hareket edememesinin sebebi buydu. Onlar Ali’yi ruhen sevmiyorlardı. Ancak bedenen ve akrabalık bağı gereğince sever gibi yapıyorlardı. Bunu bir insan rahatlıkla sezebilirdi. Kalp kalbe karşı idi. Kalp, kendisini seveni de anlardı sevmeyeni de… Oysa Ali’nin çirkin olmasındaki suçu ne idi? Sanki çirkinlik Ali’nin bir suçuymuş, kendini bile bile çirkinleştirmişti sanki… Oysa bedenî güzellik gelip geçiciydi, baki olan ise ruh güzelliğiydi. Bunu da cahil insanlar asla kavrayamıyorlardı. Şeytana benzettikleri insanların bir perde olduğunu, asıl şeytanın kendi içlerinde sinsice bekleyip durduğunu kavrayamıyorlardı. Eğer efsane doğru çıkar da kıyamet kopup ahiret hayatı başlarsa, bu insanlar, insanları çirkingüzel diye ayırmalarının, onları yadırgamalarının hesabını nasıl verecekler acaba? Kahrolasıcalar, Allah’ın yarattığı bir varlığa eksiklik isnat etmenin veya onları eleştirmenin hesabını nasıl verecekler acaba? ,
210 Ayhan Arslan
GÜNAH KEÇİSİ
Bir
gün sonra... Ali, baba tarafından süresiz sokağa
çıkma cezası aldığı için günleri geceleri hep odada geçmekte idi. Odasının penceresinden, yoldan geçen insanları, hayvanları, oynamaya giden çocukları izler, iç çeker dururdu. Onu dışarıya, anne ve babası, gönül rızası ile asla bırakmazdı. Ali sokağa çıkmak, özgürce koşup eğlenmek için sürekli anne ve babasını gözetir dururdu. Bunu böyle yapmak zorunda idi. Çünkü anne ve babası, onun her türlü istek ve arzularını geri çevirirdi. Hâl böyle olunca, Ali de özgürlüğe kanat çırpmak için uygun rüzgâr bekler dururdu. O hep pencereden, kapıdan, anne veya babasının evden uzaklaşmasını gözetir dururdu. Yine Ali her zamanki gibi tek pencereli odasında, yoldan geçenleri, bahçelerdeki ağaçları, pencerenin üzerine abanmış olan sarı lop incir ağacının, arkasından bal sızan incirlerini ve onları büyük bir iştahla yemek için yarışıp duran, o daldan öbür dala uçuşup duran incir kuşlarını izliyordu. O kuşları izlerken de onlara gıpta etmemek elinde değildi. Onları âdeta kıskanıyordu. Çünkü o kuşlar, kendisinin bir türlü sahip olamadığı sınırsız özgürlüğe sahiptiler. Onlar bir daldan bir dala, bir ağaçtan öbür ağaca gitmek için ne izin alıyorlardı ne de birisinin engellemesine maruz kalıyorlardı. Kuşlar gibi özgür olmak kim bilir ne güzel bir duygudur. Ali’ye, bu duyguları tatmak, özellikle anne ve babasının yanında, oldukça Zor İnsanlar 211
zor gözüküyordu. O duyguları, Ali hep rüyalarında veya filmlerde görerek ya da hikâyelerde okuyarak tatmin etmek zorunda idi. Baba ise, evin önünde, kırılan baltasına sap takmaya çalışıyordu. Bir türlü deliğine sığmayan pelit ağacı saplığı, yerine oturtmak için durmadan törpüleyip durmakta idi. Arada bir içeriye, dışarıya çıkıp, saplığı yontmak için keser arıyordu. Aslında o keserin nerede olduğunu çok iyi biliyordu. İki hafta önce annenin ayaklarını kırdıktan sonra öfkesine hâkim olamayıp ağaçların arasına doğru fırlattığını çok iyi biliyordu. Fakat gerek o keseri arama bulma zorluğu, gerekse “birisi onu bulup geri getirmiştir” düşüncesiyle, sağda solda keser aranıyordu. O, sorunlardan hep kaçtığı ve sorunları hep başkalarının çözmesine alışkın olduğu için bunun da öyle olmasını bekliyordu. Ne etti ne eyledi ise o saplık yerine bir türlü oturmuyordu, ille de keser lazımdı. Keseri ev içinde bulamayacağını iyice anlayan baba, son çare, keseri fırlattığı ağaçlıkların arasına bakmaya karar verir. Ağaçlıklar, çalılıklar, duvar dipleri, taş aralıkları... Samanlıkta iğne arar gibi arar fakat bir türlü keseri bulamaz. Sinirden küplere binen baba, suçlunun kendisi olduğunu bildiği hâlde, tabii olarak kendisini suçlayamazdı. Bu suçu başkasına atıp içindeki suçluluk duygusunu bastırmalı idi. Çünkü o; suç, hata gibi şeyleri kendisinin yapmasına rağmen asla kabul etmez ille de üzerinden atacak, benliğini sahte de olsa temize çıkaracak bir şeyler bulurdu. Baba: “Ali!” diye yüksek sesle ve kızgın bir ifade ile seslenir. Babanın içini ürperten sesini duyan Ali hemen, pencerenin önüne iyice yaklaşır: “Efendim baba?” diye anında karşılık verir. Çünkü bir an212 Ayhan Arslan
lık gecikme, babanın iyice sinirlenmesine sebep olacaktı. Baba: “Keseri nereye koydun?” diye yine aynı sertlikte sorar. Bir süre duraksayan Ali, keserin nerede olabileceğini, en son gördüğü yerleri düşünür. Fakat aklı bomboştu, çünkü o kesere uzun süre ne elini sürmüştü ne de görmüştü. Yine de babaya direkt olumsuz cevap vermekten çekindiğinden: “Aşağıdaki yerinde raftadır, benim keserle hiç işim olmadı, ona elimi bile sürmedim.” diye yumuşak bir üslupla, görmediğini söyler. Baba: “Nasıl görmezsin lan! Çabuk keseri bul! Keseri sen kaybettin.” diye kestirip atar. Ali bu iftira karşısında ne söyleyeceğini bilemez, bir süre sessiz kalır. Bir süre sonra baba tekrar bağırır: “Çabuk aşağıya in de keseri bul.” Ali korku ve paniğin verdiği telaş ile yerinden kalkıp, kendini hızlı adımlarla aşağıya atar. Baba, elinde törpü ile onun gelişini bekliyordu. Ali, babaya biraz yaklaşınca o vahşi iftira sorusunu, suçlayıcı bir ifade ile tekrarlar: “Nereye koydun keseri?” Ali: “Ben görmedim.” diye başı önde, kısık bir sesle cevap verir. Baba: “Nasıl görmezsin lan!” der ve ardından iki tokat ve bir tekme patlatır. “O keseri sen kaybettin, çabuk o keseri bul, yoksa seni eşeğin ahırına bağlarım, yine eskisi gibi geceyi eşekle beraber geçirmek zorunda kalırsın.” diye dayatır. Duvarın köşesine, korkudan tavuk gibi pusmuş olan Ali hem ağlıyor hem de “hık hık” diye iç çekiyordu. Babaya cevap bile vermeye çekinen Ali, çaresizce evin önlerine doğru Zor İnsanlar 213
ayaklanır, bilinçsizce sağda solda keser aramaya başlar. Hem keseri arar hem de olabileceği yerleri düşünür. O küçük aklı, çaresizce kıvranmaktan başka bir şey bulamaz. Bir müddet arandıktan sonra dedesine sormaya karar verir, dede ve ebenin evinin içine girer. Dede ve ebe, orta yere sofrayı kurmuşlar, yemek yiyorlardı. Yemekte bulgur pilavı ve kalaylı bakır tasa doldurulmuş şeker şerbeti vardı. Ekmek olarak da köy yufkası. Ali’nin kapıdan girdiğini gören dede: “Gel oğlum yemek yiyelim, gel sofraya otur. Mis gibi şerbet ve pilav var.” der ve tıka basa doldurduğu ağzına tahta kaşıkla şerbet tasından bir kaşık şerbet katar. “Gel kuzucuğum, gel bakayım, karnını doyur.” diye ebe, daveti ısrarlı bir şekilde tekrarlar. Ali başı önde, ılgın, kırgın: “Dede, keseri görmedin mi?” der. Dede: “Keseri ne yapacaksın erkeğim? Keserle bir yanını falan kesersin sonra.” der, tahta kaşığı ile tıka basa pilavdan doldurup ağzına katar ve ağzını şapırdata şapırdata yemeye başlar. Ali: “Keseri babam soruyor, eğer keseri bulamazsam beni yine ahıra, eşeğin yanına bağlayacakmış.” Dede: “Oğlum bu baban bize keser mi yarattırmaya çalışıyor? Ben keseri nereden göreceğim oğlum, olsa olsa ambardaki rafta olurdu.” der ve ardından tahta kaşığı şerbet kâsesine daldırır ağzına katar. Ebe: “Gel bakayım kuzum, otur yanıma da ekmeğini ye bakayım, onlar sana, ben varken hiçbir şeycik yapamaz. Sen o 214 Ayhan Arslan
Yunan gâvurlarının evine bir daha gitme, benim kucağımda uyu, bizim evimizde oyna…” Karnı aç olan Ali, aşırı ısrar üzerine bir an babasının verdiği görevi unutarak hemen sofraya oturur. Önce mis gibi kokan köy yufkası, sonra pilav ve daha sonra da şerbet; hepsini birkaç çiğneme ile yutar. Sanki aç kurtlar gibiydi. Açtı aç olmasına, evde ne bir aile sofrası görürdü ne de doğru dürüst bir yemek… Kıt kanaat karnını doyurmak için de mutfağın boş bir anını kollar, yeğe kediler gibi kuru yavan bir şeyler yiyebilirse ne âlâ idi. Yiyeceği kuru yavan ekmeği bile, anne ve babasından saklı gizli yerdi. Çünkü onlardan birilerinin görüntü alanına girerse, onların ayağına dolaşırsa, onların sebepsiz yere öfkelerine, şiddetlerine maruz kalırdı. Tıpkı bir fare gibi... Fare de karnını doyurabilmek için el ayağın çekilmesini bekler ki insanların gazabına uğramadan karnını doyurabilsin. Ali peş peşe ve aceleyle lokmaları mideye indirdikten sonra, küçücük midesi tıka basa dolar ve artık yeme hızını ağırlaştırır. Dede ise doyar ve sofradan geri çekilir, cebinden çıkardığı kirden grileşmiş beyaz mendil ile ağzını, bıyıklarını, sakallarını siler ve mendili tekrar siyah şalvarının cebine koyar. Ali: “Ebe, ben sizin evde kalmak isterim fakat buna annem ve babam izin vermezler.” der ve şerbet kâsesinden bir kaşık alıp ağzına katar. Ebe: “Nedenmiş o? Neden izin vermezlermiş? Bizim neyimiz eksikmiş?” Ali: “Bilmem ebe, sizin evinizde bırak kalmayı, ekmek yememe Zor İnsanlar 215
bile izin vermezler. Bana her zaman sıkı sıkıya tembih ederler. ‘Onların pis, mikrop kaynayan sofralarına sakın oturma, verdikleri bir şeyi yeme.’ derler.” Ebe: “Ya… Demek öyle ha…” der ve başını öne eğerek içerlendiğini belli eder ve bir süre öylece sessiz kalır. Dede: “Boş ver sen onları karı, bizim ekmeğimizin pisliği falan bahane… Onların asıl derdi bize karşı besledikleri husumet, o yüzden bizim her şeyimiz onların gözünde hata oluyor. Şu çocuğu bile sevip bağrımıza basmamızı ve bundan dolayı bir paça mutlu olmamızı dahi hazmedemiyorlar. Doğal olarak insan düşmanından ne yardım diler ne de mutlu olmasını…” Ali: “Ben gideceğim ebe şimdi, babam benim burada olduğumu görürse çok döver.” der. Kapıları peş peşe açıp kapayarak gözden kaybolur. Dedenin kapısından çıktığı anda baba, Ali’yi görür ve yanına çağırır. Ali korka korka, başı önde, babasının önüne varır durur. Baba, sorgulayıcı ve kızgın ifadelerle peş peşe sorular sorar: “Keseri buldun mu? Ne arıyorsun o pis karı kocanın yanında gene?” Ali: “Keseri bulamadım da bir de dedeme sordum, o da görmemiş.” Baba: “Keser nerede lan! Çabuk o keseri bul, bulamazsan akşam eve bucağa adımını atma, gözüme sakın gözükme!” diye hiddetle bağıra bağıra kesin uyarı verir. Ardından da bir sağ bir sol peş peşe tokat sallar ve Ali, tokatların etkisi ile kendini 216 Ayhan Arslan
yerde bulur. Bir süre, babanın tokat darbelerinden korunmak için elleri ile başını korumaya çalışır. Baba birkaç tekme ve tokadın ardından eline törpüyü alıp, tekrar baltanın sapını törpülemeye başlar. “Çabuk o keseri bul, yoksa bir yerlerini kırarım şimdi!” diye de tekrar sert bir dille uyarır. İnsan sevilmezse, istenmezse ancak bu kadar olurdu herhâlde. Bir insanın, bir insana zulmetmek niyeti içini sarmış ise o insanın illa da suç işlemesine gerek yoktu. O insan o zulümcünün gözünde artık şamar oğlanı, günah keçisi olmuştur. O insan artık ne yapsa kabahat olur. Hatta hiçbir şey yapmasa da kabahat olur. Her ne kadar bu olay, yüzeysel bakıldığında insanlık hâli gibi görülüp, olağan şeyler gibi gözükse de olağan dışı olan; bu olaydaki zulümcülerin, zulmettikleri kişinin gerçek anne ve babası olmaları idi. Üvey bir ana baba bunları yapsa, ahlaki kabul edilmese de yine doğal kabul edilirdi. İnsanlıktan oldukça uzaklarda olan bu insanlar, hayvanlardan bile aşağı tabakalarda bir yerlerde idiler. Hayvanlar en azından kendi doğurdukları yavrularını reddetmezlerdi ve en azından yaşama hazır olana kadar onları eğitir, gözetir ve korurlardı. Ali, gece karanlığına kadar babanın gözünden uzak yerlerde, bahçenin sık ağaçları arasında köşe bucak keseri çaresizce arar fakat ne çare ki bulamaz. Şimdi eve de gidemez, çünkü babadan hem bir sürü dayak yiyecek hem de baba açık açık, “keseri bulamazsan eve gelme” diye uyarmıştı. Ali, ebesi ve dedesinin kapısını da çalamazdı. Çünkü baba ara ara orayı yoklardı ve orada olduğunu görürse ayrıca cezalandıracaktı.
Bir ara tavukların yattığı kümesin önüne varır ve başını kümesten içeriye sokup bakar, tavuklar Ali’yi görünce telaşlanıp sağa sola kıpramaya başlarlar. Ali tavuklara bile gıpta Zor İnsanlar 217
ediyordu. Çünkü onların bile akşam olunca uyuyabilecekleri bir yuvaları vardı. Hatta kedilerin, köpeklerin ve bütün hayvanların… Ali bir süre gecenin sessizliğinde sokakları dolaşır, pencerelerden sızan titrek gaz lambalarının ışıklarını izler. Bir evinin olmasını ve hiç kimsenin kendisini kovamayacağı bir evinin olmasını içinden derin bir özlem ile geçirir. Yıkık virane de olsa, derme çatma da olsa Ali’nin küçük gözlerinin gördüğü her yuva, onun içindeki yuva özlemini körüklüyordu. Bir süre sonra küçük bedeni de küçük hayalleri de yorulan Ali’nin aklına, geceyi geçirebileceği en güvenilir yer olan buğday sandığı gelir. Oraya sessiz sedasız girmeli ve farelerle baş başa geceyi geçirmeli idi. Ne de olsa orası Ali için en güvenilir yuva idi. En azından anne ve babadan her an gelebilecek tokat darbelerinden sakınmasına gerek olmadan rahat bir uyku çekerdi. Düşündüğü gibi yapar ve geceyi, buğdayların içine gömülü olarak fare tıkırtıları eşliğinde geçirir.
218 Ayhan Arslan
YÜZ KARASI…
Üç gün sonra, öğle vakitleri idi. Sonbaharın, ayak seslerini hafiften kendini hissettirmeye başladığı bugünlerde havada rutubet ve boğucu bir sıcaklık hâkimdi. Ali özellikle ailesi tarafından ağır cezalara ve aşağılanmalara maruz kalsa da çocukluk özgürlüğü elinden alınsa da o bir çocuktu. İçinde gür bir şekilde kaynayan çocukluk enerjisi, oyun, eğlenme enerjisi vardı. O enerji de onun acılarını birkaç gün sonra unutturuyor ve onu, ailesinden alacağı ağır cezalara rağmen sokaklara itiyordu. Köyde, haftanın perşembe ve pazar günleri, incir toplama günleri idi. Köylüler o günlerde bir başka keyifli ve zinde olurlardı. Çünkü bahçelerindeki incirleri toplamış, tüccarlara satmış, paralarını ceplerine koymuşlardı. Gerek sıcak paranın keyfi, gerekse iş bitiminin verdiği rahatlık sayesinde köylüler, bu anlarda mutluluğun doruğunda olurlardı. O enerji artırıcı mutluluk sayesinde köylüler akın akın çınar altına gelirler ve birbirleri ile çınar altının serin gölgelerinde neşeli sohbetler ederlerdi. Bu ulu çınarın altı; yeşil çimenleri, yanından akıp giden şarıl şarıl suları, hemen yanı başında gürül gürül akan çeşmesi, efil efil esen serin gölgesiyle, onu bir başka cazibe merkezi hâline getiriyordu. Evinde elektriği, televizyonu ve köyünde kahvehanesi bulunmayan köy halkının tek sosyal mekânı, boş vakitlerini geçirecekleri en gözde yeriydi.
Zor İnsanlar 219
Çınar altı bir müddet sonra, öğle vakti civarlarında, boğucu sıcağın da etkisi ile genç, yaşlı, çoluk çocuk derken kalabalığa büründü. Çınar ağacının koca gövdesini mesken tutmuş olan sepetçi Çingene Aşır, her zamanki yerine, koca çınarın koca gövdesine
sırtını
dayamış,
boy
boy
kamış
ve
söğüt
çubuklarından sepet örüyordu. Köylüler, buldukları koyu gölgeliklere sırtüstü uzanmış ve yastık niyetine kullandıkları ayakkabılarını iç içe katlayıp başlarını yaslamış, keyifli keyifli sohbet edip şakalaşıyorlardı. Sıcaktan bunalan bazı köylüler ve çocuklar ise, koca çınar ağacının altından geçen toprak karık su kanalındaki sulama suyuna ayaklarını batırmış serinlemeye çalışıyorlardı. Ali ve arkadaşları ise, çınar ağacının hemen yanı başındaki caminin etrafının çevresini kuşatmış olan denizlik betonunda, bilyeli arabalarını, etraftakilerin cinlerini tepelerine çıkartacak bir sesle sürüklemekle meşgullerdi. Üç adet demir rulman bilyesinin bir tahta parçasına sabitlenmesi ile yapılmış olan oyuncak bilyeli arabanın üzerine çocuklar sıra ile binip, bir diğeri de binen kişiyi arkasından itiyordu. O bilyeli araba, çocuklar için büyük bir haz kaynağı idi. Çocuklar o arabalara binerek içlerindeki araç sürme dürtülerini kısmen de olsa tatmin ediyorlardı. Fakat betona demirin sürtünmesinden dolayı çıkan yüksek gürültü, çevreye büyük rahatsızlık veriyordu. Bu yüzden yakın çevrede rahatsız olan kişiler zaman zaman bu çocuklara kızar, bağırır veya çok zaman onları, dövmek kastı ile kovalayıp oradan kovarlardı.
Caminin bitişiğinde koca çınarın yanı başındaki köy çeşmesi önüne toplanmış olan kadınların bazıları, çeşmeden su kaplarını dolduruyor bazıları ise çeşmenin önündeki hayvanların su içmesine yarayan teknelere tozlu ayaklarını daldırıp çıkartarak hem tozlarından kurtuluyor hem de serinlemiş oluyorlardı. 220 Ayhan Arslan
Köylülerin tek eğlence yerleri ve mekânları buraları idi. Koca çınarın serin gölgelikleri, büyükler için istirahat ve dedikodu yapma yerleriydi. Çocuklar için ise; cami çevresinde bilyeli araba sürmek, caminin önündeki köy meydanında top oynamak, topaç döndürmek, misket oynamak, çeşmede su ile oynamak, gözde eğlenme, sosyalleşme faaliyetleri idi. Ali, Yavuz, Gürbüz ve Muharrem, kulakları sağır edercesine, havadan geçen bir jet uçağının çıkardığı gürültüye benzer bir ses ile cami etrafında, çevredekilerin uyarılarına aldırmadan bilyeli araba sürüklemekle meşgullerdi. Muharrem: “Ali! Baban geliyor!” diye bağırarak, Ali’ye sesini duyurmaya çalışır. Ali, keyifle bilyeli araba ile beton üzerinde kayarken, yüksek gürültü arasında “baba” lafını duyar gibi olur ve bindiği bilyeliyi durdurarak: “Ne dedin Muharrem?” diye, arkasında kendini itmekle meşgul olan Muharrem’e döner. Muharrem: “Baban geliyor, çabuk saklan, aha bak, ağaçların arasına bak, yavaş yavaş kavağın altına doğru geliyor.” diye heyecan ve panikle beden dilini de kullanarak cevap verir. Ali’nin bütün neşesi kaçmış, korkulu ve endişeli gözlerle Muharrem’in gösterdiği tarafa doğru bakınmaya başlar ve babasının, ağaçlar arasından, sıcaktan bunalmış köpek gibi sümsük sümsük geldiğini görür. Ali biranda canavar görmüş eşek gibi kaçmaya başlar. Ne kadar sıra dışı bir davranış ve tepkidir bu… Aslında standart koşullar göz önüne alınacak olursa bir çocuk, baba ve annesini gördüğü zaman, o anda meşgul olduğu en eğlenceli oyun dahi gözüne boş gözükür ve ilk fırsatta anne veya babasının kucağına koşar ve ona sarılırdı. Zor İnsanlar 221
Ali: “Babam beni sorarsa, görmedik, deyin olur mu?” diye tembihte bulunarak ağaçlıkların arasına dalıp, bir tavşan misali gözden kaybolur. Ali için baba demek, en iyi ihtimalle ceza veya dayak olmasa bile; eziyetli işe gönderilme, aşağılanma veya azarlanma idi. Cuma gününün gelişi perşembeden belli olur ya… Ali için de baba ve anne öyle bir şeydi. Ali, koşmaktan artık tıknefes olmuş, derin derin soluk alıp veriyordu. Oturduğu incir ağacının gölgesinde hem hızla çarpan kalp atışlarının durulmasını bekliyor hem de sahipsizliğini, yalnızlığını, dışlanmışlığını düşünüyordu. Ali, tek sadık dostu olan içindeki Ali ile yine sohbete dalar ve sorular birbirini kovalamaya başlar. “Bu insanlar kim? Bunlar gerçekten öz anne ve babam mı acaba? Yoksa bu insanların ilk önceleri çocukları olmadı da beni evlatlık mı aldılar? Eğer evlatlık isem bunda benim suçum ne? Sonra Musa, kendi öz çocukları mı acaba? Bana böyle hoyratça davranışlarının sebebi acaba evlatlık olmamdan mı? Bu dünyada bana sahip çıkıp değer verecek bir anne ve babam var mı acaba? Yoksa çirkin ve el âleme maskara oluşum, onun bunun eğlenme aracı oluşum mu beni reddetmelerine sebep oluyor? Eğer çirkin ve sevimsizliğim, reddedilme sebebi ise, ben ne yapabilirim ki? Beni Allah böyle yarattı ise bunda benim suçum ne? Acaba bu insanlara ne yaparsam bana birazcık değer vermelerini sağlayabilirim?” Ardı arkası kesilmeyen sorular devam edip giderken, Ali bir anda, gündüzün geceye dönüştüğünü hisseder. Kısa zaman sonunda bunun, göz kapama şaka oyunu olduğunu anlar ve bir anlık ürpertisi durulur. Gözlerini kapayan eller olduğunda, o kişinin ismini doğru tahmin etmeden açılmayacağını bilir. Gözlerini sıkıca kapatan ellerin sahibini tahmin 222 Ayhan Arslan
etmeye başlar. Zira göz kapatma oyununun kuralına göre, gözü kapatılan kişi, kapatanın kokusundan, elinin biçiminden, nefes alışından o kişinin ismini söylemeye çalışır ve her yanlış tahminde eller gözü daha da sıkarak gittikçe acı vermeye başlardı. Ali: “Gürbüz!” der ve gözlerini sıkan ellerin, gözlerini daha fazla sıktığını hissedince yanlış tahminde bulunduğunu anlayan Ali, aklından Yavuz veya Muharrem’i geçirir fakat onlardan birinin olamayacağını kısa bir sezinleme ile anlar, çünkü onların elleri, tamirci elleri gibi yağ ve kir kokardı. “Ahmet, Mehmet, Sayım, Ercan” der ve gözlerini sıkıca kavrayan eller her defasında biraz daha gözlerini sıkarak oldukça acı vermeye başlar. O acı ile “Ersin!” der. Gözlerini sıkan eller birden açılıverir ve Ali’nin bir an gözlerinin önünde şimşekler çakar gibi olur, bir an etrafı sisli görür. Arkasına döndüğünde gördüğü, yanında iken iyi arkadaş pozuna bürünen, kendinden uzaklaştığı zaman Ali’ye aşağılayıcı lakap ve ithamlarla saldıran ve bu yüzden Ali’nin pek itibar etmediği, köyün dalkavuk takımından biri olan Ersin idi. Uzun süre Ali’yi çabalatmanın verdiği zevkle kalleşçe bir kahkaha fırlatan Ersin: “Ne yapıyorsun burada Ali? Karadeniz’de gemilerin mi battı? Haydi, gel Münir Ağa’nın evine gidelim, annen ve Musa da oradalar, biraz sonra akülü televizyonda Taş Devri başlayacak.” der ve acele ile Münir Ağa’nın evinden tarafa doğru yönelerek, televizyon önünde yer kapma telaşına girer. Köydeki tek televizyon, minibüs aküsü ile çalışan otuz yedi ekran, siyah beyaz küçük televizyondu. Bu televizyon sayesinde Münir Ağa, köy halkı tarafından başbakan gibi hürmet görüp el üstünde hoplatılırdı. Gece gündüz evinden misafir hiç eksik olmazdı. Zor İnsanlar 223
Ali’nin hüzünlü ve dalgın gözleri, “Taş Devri” lafından sonra yuvasından çıkacakmış gibi açılır ve çakmak gibi parlamaya başlar. Fakat bu heyecan dolu çakmak çakmak gözler, bir anda eski hâlini alıverir. Çünkü anne de orada idi ve annenin yanına yaklaşmak demek, kuduz köpeğin yanına yaklaşmak gibi bir şeydi. Ali, içinde anne korkusu ve televizyondaki çizgi film Taş Devri arzusu ile avına sessizce yaklaşan kedi gibi temkinli adımlarlarla ilerler, bir süre sonra incir ağaçlarının kuşatıp gölgelediği evin kapısı gözükmeye başlar. Evin kapısı ve pencereleri önüne, birbirlerini ezercesine, Taş Devri izlemeye çalışan çocuklar doluşmuştur. İçeriden gelen, Taş Devri’nin fragman müziği etrafı çınlatıyordu. Ali, Taş Devri’nin başlama müziğini duyunca bütün korkularını bir yana bırakarak hemen, birbirini itekleyerek filmi izlemeye çabalayan çocukların arasına sıkışır. Kalabalığı gören Ali, gerek içini yakıp kavuran Taş Devri izleme arzusu, gerekse annesinin kalabalıkta kendini dövmeyeceği zannı ile içindeki kaygıların üzerine bir perde çekerek, koşar adımlarla kalabalığın arasına sıkışır ve televizyonu görmeye çabalar. Sonunda itiş kakış kendine kapının ağzında bir yer bulur, herkes ağzı açık, Taş Devri’ni izlemektedir. Evin odasında çoluk çocuk, genç yaşlı herkes vardı ve odaya sığmayan çocuklar da kapı ve pencerelere doluşmuşlardı. Anne televizyonun karşısında ve yanında da Musa oturmuş, heyecanla izliyorlardı. Anne, zayıf, uzun, çilli yüzünü, kapıya üşüşen çocuklardan yana çevirip, kimlerin olduğunu anlamak için göz gezdirir. Ali, annenin kendini göreceği endişesi ile başını bir an çocuk yığınının arasına saklamaya çalışır. Anne, kısa bir taramanın ardından, arada kendini saklamaya çalışan Ali’yi fark eder ve siyah gözleri yuvasından çıkarcasına açılır. 224 Ayhan Arslan
“Len! Eşeğin dölü! Sen ne ararsın orada? Çabuk defol git eve!” der ve yerinden kalkıp Ali’nin üzerine, saldırıya geçen köpek gibi yürümeye başlar. Ev sahibi Ayşe: “Dur kız Gülsen, çocuğun sana ne zararı var? Bir köşeden o da baksın, uslu uslu televizyon izliyor.” der. Anne: “İzlemesin o eşeğin dölü, yüz karası!” der ve yerinden kalktığı gibi Ali’yi tutmaya çabalar fakat Ali çoktan kirişi kırar. Bir çırpıda uzaklaştığı sık ağaçlıkların arasından anneyi dikizlemeye başlar. Anne, kalabalığın arasından kobra yılanı gibi başını oradan buradan çıkartarak Ali’yi arar, sonunda Ali’yi göremeyince içeri girer, yerine oturur. Ev sahibi Ayşe: “Kız niye kovdun çocuğu?” diye sorusunu yineler. Anne: “İstemiyorum el âlemin maskarası olmuş yüz karası çocuğu da ona benzeyen geberesice babasını da. Onlardan hangisini görsem içime bir sıkıntı oluyor, yüreğim daralıyor. Bana Musa’m yeter.” der ve Musa’nın başını sıvazlayarak kucağına yaslar. Çocuklar Taş Devri izlemenin heyecanından, Ali’nin, annesi tarafından azarlanıp kovulmasına pek dikkat etmemişlerdi. Yemliklerinde yem yiyen koyunlar gibi çevresine tepkisiz, televizyonda Taş Devri izlemekle meşgul idiler. Ali, içinden koparılmış Taş Devri izleme arzusu, korku ve yalnızlıkları ile baş başa, bir taşa sırtını vermiş, elinde bir çöp parçası, bilinçsizce toprağı deşeleyerek iç âleminin bataklarına, yalnızlık ve sahipsizliğine dalar gider. Şah kartalları iki yumurta yumurtlar, bu yumurtalardan çıkan civcivlerden birisi, diğerinden zayıf ve cılız ise ebeveyn veya diğer güçlü Zor İnsanlar 225
olan yavru tarafından öldürülüp yuvadan atılır. Ali’nin anne babası da şah kartalı soyundan gelmiş olmalı idiler ki Ali’yi zayıf, çelimsiz, çirkin olduğu için sürekli gagalayıp yuvadan atmaya çalışıyorlardı. Kendini şah kartalı gibi asil gören anne baba için Ali, cemiyetin yüz karası, utanç kaynağı, şah kartalı gibi zirvelerde uçan bir canlının, onur ve değerlilik duygularını aşağılara çeken bir ağırlıktı. Anne baba, ruhsal bakımdan şah kartallarının tıpkısı idiler. Şah kartallarının tek farkı, onların yurdunda doğa kanunlarının hâkim olmasıydı. Yaptıkları bir şeyden dolayı birileri tarafından cezaya çarptırılmıyorlardı. Ali’nin anne babasının yurdunda ise, devlet kanunları geçerli idi. İşleyecekleri bir suçtan ötürü hâkim karşısında hesap ve ceza alma korkuları var idi. Bu yüzden direkt olarak Ali’yi öldürüp bir kenara atamıyorlardı. Onu ancak ruhen öldürüyorlardı. Çünkü ruh öldürmenin fiziki bir cezası yoktu. Onun ilahî cezası vardı. Anne ve baba da ilahî cezaya inanmadıkları için böyle bir suçu işlemekten hiçbir zaman çekinmezlerdi. Eğer Cahiliye Devri’nde olduğu gibi kanunsuz bir ortam olsa idi, tıpkı Cahiliye Devri insanlarının; hoşlarına gitmeyen evlatlarını veya kız evlatlarını öldürdükleri gibi; anne veya babanın da Ali için aynı akıbeti düşünecekleri kesindi. Çünkü anne ve baba da en az Cahiliye Devri insanları kadar cahil kimselerdi.
226 Ayhan Arslan
UĞURSUZLUK
İki gün sonra sabah güneşinin yeni doğmaya başladığı
bir
zamandı. Musa, annesinin karyolasında, onun yanında yatıyordu. Henüz yeni uyanmışlar, uyku sersemliği ile tavana bön bön bakmakta idiler. Ali, tecrit odasında yapayalnız, esnekliğini kaybetmiş minderin döşendiği taş gibi divanın üzerinde beline ağrılar saplanmış hâlde yatıyordu. Henüz gözlerini yeni yeni açmış, gözlerinin çapağını ovuşturuyordu.
Baba ise sabah erkenden aşağıya, tavukları yemlemek için inerdi. Yine her zamanki gibi tavuklara yem vermek için gittiğinde babanın, gördüğü manzara karşısında gözleri fal taşı gibi açılır. Duvar önüne yapılmış, çatısı direk ve üzeri toprakla örtülü, ön kısmı ise tahta parçaları ile mazgal şeklinde aralık konularak yapılmış kümesin kapağını açar. Gördüğü manzara korkunçtu. Bütün tavuklar kan revan içerisinde sağa sola savrulmuş, pamuk demetleri gibi saçılmış ve hepsi de ölmüştü. Babanın yüreğini bir anda korku ve şaşkınlık karışımı bir duygu kaplar. Çünkü bu olaya bir anlam veremez ve kendi kendine, olayın sebebi hakkında sorular sormaya başlar. Kümese tilki girmesi imkânsızdı, çünkü kapısı kapalı idi. Tahta aralıklarını kontrol eder, herhangi bir bozulma ya da yıpranma da yoktu. Hem tilki, kümese girmiş olsa bu tavukları neden öldürüp atsın ki? Onları bir bir götürüp bir yerlerde midesine indirecekti.
Zor İnsanlar 227
Babanın şaşkınlığı hâlen üzerinde iken, kümesin içine elini uzatıp tavuğun birisini alıp incelemeye başlar. Tavuk tam gırtlak kısmından sanki bir diş darbesi ile parçalanmış gibiydi. Bütün tavukları teker teker incelendiğinde hemen hemen aynı yerlerinden bir diş darbesiyle hunharca yırtılmış gibiydiler. Baba bir süre sebep mukayesesi yaptıktan sonra olayın sebebi hakkında aklındaki soru işaretlerine cevap bulur. Bu tavukları malkıran kırıp geçirmişti. Malkıran, eskilerin rivayetine göre, zaman zaman tavuk kümeslerine giren ve onları telef eden bir tür vampir yarasa çeşidi idi. Bu yarasalar oldukça küçük olduğundan, ufak açıklıklardan kümeslere girip özellikle tavukları telef ediyorlardı. Bu vampir yarasaların, geçmişte küçükbaş hayvanları dahi telef ettiği söylenmektedir. Baba öfkeden küplere binmiş hâlde sağa sola koşuşturmaya başlar. İlk aklına gelen şey, komşuların tavuklarına bakmak olur. Bu olay sadece kendi başına gelen bir olay mı yoksa herkesin başına gelmiş mi diye aklına takılır. Baba başta olmak üzere köy halkı her ne hikmetse, kendi başına gelen felaketin, başkasının başına da geldiğini görünce rahatlardı. Eğer bu felaket sadece kendi başına geldi ise küplere biner, küfreder, Allah’a isyan ederdi. Bu olayla Allah’ın kendine ceza verdiğine inanır ve neden kendisini seçtiğini sorgulardı. “Benden daha kötü insanlara neden ceza vermiyorsun?” diye âdeta Allah’ı sorgularcasına avaz avaz bağırıp, türlü türlü küfürler ederek ortalığı ayağa kaldırırdı. Baba hemen sokağa çıkar. Yan komşunun evinin önüne varır. Komşu Abdullah, enine boyuna, şişman, saç baş dağınık, görünüş itibarı ile çevresine azametli bir imaj veriyordu. Evin önünde bir kütüğün üzerine oturmuş, yem verdiği tavukların yem yemelerini izliyor ve bundan büyük bir haz aldığı, 228 Ayhan Arslan
gülümseyişinden belli oluyordu. Baba: “Selamünaleyküm Abdullah Ağa.” der ve tavukları incelemeye başlar. Tavukların gayet sağlıklı olduklarını görünce yüreğine bir sıkıntı saplanmaya başlar. Abdullah: “Aleykümselam Mahmut komşu. Hayrola, sen pek sabah sabah sokağa falan çıkmazdın?” diye selamı alır ve de merakını giderecek bir soru yöneltir. Baba: “Yok, önemli bir şey yok canım, bizim tavuklara, kümeste kapalı iken gece malkıran girmiş ve hepsini kırmış geçirmiş de sizinkilere bir şey olmamış mı diye bir bakmaya geldim.” Abdullah: “Yok ya! Deme! ” diye şaşkınlığını dile getirir. Baba: “Dedim bile, aynen dediğim gibi oldu. On iki tavuğun on ikisi de boğazlarından kırçılıvermiş.” der ve yüreği sıkkın hâlde bir süre, yemleri kapış kapış yiyen beyazlı sarılı siyahlı tavuklara dalgın dalgın bakar kalır. Abdullah: “Bizim tavuklarda herhangi bir şey yok ama… Çok eskilerde o mahluk, bizim tavukları da kırıp geçirmişti.” der. Baba, içinin sıkıldığını belli etmeden arkasını dönerek oradan sıvışır. Sanki eşeğini yitirmiş gibi köyün sokaklarını telaşlı adımlarla dolaşır ve evlerin bahçelerindeki tavuklara göz gezdirir. Araştırması sonucunda bu felaketin sadece kendi başına geldiğini iyice anladıktan sonra öfkeden küplere binmiş hâlde eve doğru yönelir. Gözünün gördüğü her şeyin ona uğursuzluk getirdiğini sanıyordu ve onlardan hesap sormak istiyordu. Zor İnsanlar 229
İki evin arasındaki dar geçitten hızlı adımlarla giren baba, sağ yanına baktığında dedenin, evin önünde bakır ibrikle elini yüzünü yıkadığını görür. Onun gözüne, özellikle sevmediği kişiler, başına gelen felaketin âdeta sorumlusu gibi gözüküyordu. Onlardan hesap sormalı idi. Dedeyi gören babanın, içinde biriken öfkesi patlar. Tabii olarak bu öfke patlamasının asıl tetikleyici sebebi, dede ve ebeyle geçmiş olan çocukluğundan beri biriken, depolanmış öfkelerdi. Öfke, sınırlı bir depolama alanı gibi idi sanki. Böyle durumlarda, “bardağı taşıran son damla” tabiri, yerinde bir söz olur.
Baba, eline geçirdiği taşları peş peşe dedenin tarafına fırlatmaya başlar. Taşlardan birisi dedenin bakır ibriğine rast gelir ve ibrik tangır tungur, evin önündeki meyilli patikadan aşağıya doğru tekerlenir. Dede ise aslan görmüş eşek gibi korkarak telaşla evin içerisine kaçıp, kapıları arkadan kilitler. Baba yine hiç durmadan sağdan soldan bulduğu taşları kapıya, pencereye peş peşe atıyor ve cam çerçeveyi aşağıya indiriyordu. Dede ve ebe, suçlarının ne olduğunu bilselerdi bari… Öylece tilkiden korkmuş tavuk gibi divanın bir köşesine pusmuşlar, babanın, pencereden içerilere kadar düşen taş parçalarından korunmaya çalışıyorlardı. Baba bir süre ebe ve dedenin evini taşa tuttuktan sonra kendi evinin merdivenlerinden yukarıya çıkmaya başlar. Bu arada evdekiler, çıkan korkunç taş seslerinden korkmuş herkes bir kenara pusmuştu. Çünkü yine babanın deliliği üstünde idi. Artık onu ne laf durdurur ne de bir savunma… Tek yapacak bir şey varsa o da sessizce, sorgusuzca bir köşede bekleyip, babanın gazabına sabır göstermekti. Baba, gümbür gümbür açtığı kapıların ardından, Ali’nin odasına yıldırım hızıyla girer. Yatağında çarşafına iyice birle230 Ayhan Arslan
nip uyur numarası yapan Ali’ye peş peşe tokatlar, yumruklar, sorgusuz sualsiz inmeye başlar. Ali acıdan viyak viyak ağlamaya, etrafı çınlatmaya başlar. Bir koruyanı kollayanı da yok ki babanın elinden onu kurtarsın… Baba: “D... çocuğu, hep senin uğursuzluğundan dolayı başıma türlü türlü felaketler gelip durmakta, şimdi de bütün tavukları malkıran kırmış atmış. Sen bu evde durduğun sürece başımdan felaketler hiç eksik olmayacak benim. S… git bu evden, bir daha seni gözüm görmesin!” der. Ardından tekme ve tokatlar eşliğinde Ali’yi merdivenlerden aşağıya doğru itekledikten sonra kapıyı sertçe kapatıp içeriye girer. Hazır sinirli iken, sorgusuz sualsiz, içeride pencerenin önündeki oturan anneye de üç beş yumruk ve tekme indirir. Bahçeye bakan pencerenin önüne oturarak biricik kekliğini izlemeye koyulur. Anne şaşkın ve kızgın bir şekilde, kapaklandığı yerden doğrularak: “Boynun devrilsin inşallah, sürüm sürüm sürünürsün inşallah!” diye bedduada bulunur. Zaten babanın da aradığı buydu. O, sinirini boşaltacak bir sebep arıyordu. Baba yerinden kalktığı gibi annenin üzerine gidip ona saldırır, yine tekme tokat, eşya çarpma sesleri birbirine karışır. Musa ise karyolanın altına gizlenmiş, endişeli gözlerle onları izliyordu. Ali ise çaresiz, korkudan titreyen bedeni ve yüreği ile soluğu buğday ambarında almıştı. Orası onun için tek sığınma yeri idi. Buğday sandığının içinin zifirî karanlığı, onun acılarının yanında vız geliyordu. O korkutucu karanlık, onun tek koruyanı, kucaklayanı oluyordu. Yediği dayakların etkisi ile bedeninin her bir yerinden ayrı ayrı acı hissetmekte, âdeta bütün bedeni acı biber tozuna bulanmış gibi bayır bayır, cımbız cımbız yanıyordu. Zor İnsanlar 231
AÇLIK BELASI…
Üç gün sonra vakit öğleden sonra idi. Güneş yakıcı fakat
ağaç gölgeleri hafif bir rüzgârla serin serin esiyordu ve güz mevsiminin hüzünlü sakinliği vardı. Ali, köy çeşmesinin önündeki teknelerin bitişiğinde, beton sıvalı duvarın üzerine oturmuş, rengi solmuş lacivert şalvarının cebine doldurduğu, köylülerin sebze tarlalarından arakladığı domates ve salatalıkları, bir domatesten bir salatalıktan şapur şupur ısırarak aç midesini doyurmaya çalışıyordu. Ali’nin aç midesine salatalık ve domatesler katıksız olarak bir anda dolunca, karnında hafif bir sancı ve kazıntı oldu. Ali’nin midesi âdeta “biraz da ekmek gönder” diye yalvarıyordu. Fakat Ali, midesinin bu türden isteklerini karşılayamazdı. Ekmek evde idi; ev demek tutsaklık veya Ali’yi evde tutmak için uyduruk, eziyetli bir işle görevlendirilmek idi. Sokaklarda dolaşmak, oynamak, onun bunun bahçelerinden meyve sebze araklamak, akşam eve gidince yiyeceği dayak ve aşağılayıcı ithamları dahi bir anlığına unutturuyordu. Ev stresi, sabahtan ikindi vaktine kadar orada burada koşuşturmaktan toza toprağa belenmekten pek aklına gelmese de ikindiden sonra artık yoğun şekilde, akşam dayağı kaygıları aklına takılmaya başlar. El ayak çekildikten sonra, akşam karanlığı bastıktan sonra, ses çıkarmasın diye ayakkabılar çıkarılacak, çıplak ayaklarla taş merdivenleri soluk almadan bir kedi gibi çıkmak
232 Ayhan Arslan
gerekecekti. Kapıları ses çıkarmadan yavaş yavaş açıp yatağına sessizce girmek çok heyecanlı bir süreçti. Bütün bu korku ve kaygılar atlatıldıktan sonra ise sessiz ve sakin bir zaman bulursa aç midesini doyurma işi vardı. Tıpkı bir fare gibi… Yine ayaklarının ucuna basa basa tekrar yatağa girebilmek, Ali için büyük bir işti. Ali’nin, kendi ailesinin evinde bir hırsız gibi davranması, fare gibi sinsi sinsi karnını doyurmaya çalışması, anne ve baba korkusundan başka bir şey değildi. O, anne ve baba zulmünden kurtulmak için böyle davranmak zorunda idi. Çünkü onun, anne ve babanın gözüne gözükmesi dahi âdeta suçtu. Onların gözüne gözükmek demek, yargısız infaz demekti. İnsan, hoşlanmadığı bir insanı veya düşmanını görünce, ona elinden o an ne kötülük geliyorsa yapar, hiçbir şey yapamazsa da beddua veya gıybet yapar ya, bu da onun gibi bir şeydi. Sevilmeyen insan, ağzı ile kuş kapsa yaranamazdı. Ali’nin aklından, geleceğin ürkütücü kaygıları hızlı kayıt film şeridi gibi geçerken, çeşmenin arkasından Yavuz ve Gürbüz gözükür. Evlerinde öğle yemeklerini yemişler, doymuş kedi gibi dudaklarını yalayıp durmakta idiler. Ali bu insanların öğle yemeği yedikten sonra özgürce sokağa çıkabilmelerine gıpta ediyordu. İşte her köşebaşından insanlar, dudaklarını yalana yalana ve yemeğin verdiği enerji ile kararlı ve zinde adımlarla koca çınarın altına doğru akın akın gelmekte idiler. Ali ise midesine doldurduğu sebzelerin şişkinliği ile sıkıntılı ve bitkindi. Ali’nin durumu onlar gibi değildi. Onun, eve yemek yemek için gitmesi demek; kaçılan mahpus damına, unutulan değerli bir eşyanın alınması için geri gitmek gibi bir şeydi. Onun, eve yemek yemeye gitmesi demek; bir savaş cephesine gitmek ve
Zor İnsanlar 233
geriye dönmenin belirsiz olması gibi bir şeydi. Onun eve gitmesi demek; “gidip de dönmemek, gelip de görmemek var” sözü gibi bir şeydi. Hani “korkulu rüya görmektense uyanık kalmayı yeğlerim” sözü vardır; Ali’nin yaptığı eylem, bu söze uygun düşmektedir. Yavuz ve Gürbüz, birisi sağına birisi soluna oturup şaka ve alayla karışık usturaya kazınmış kel başına birer şaplak indirirler. Yavuz: “Uf! Ne tokat yakışıyor amma be!” der ve ardından bir şaplak daha şaplatır. Vurulan şaplakların bıraktığı parmak izleri, saçsız kel başta, kızarık şekilde belli oluyordu. Ali: “Yavuz bak, vurup durma, gene taşı yersin ha!” der ve bir eli ile başını korumaya, öbür eli ile de Yavuz’u iteklemeye çalışır. Gürbüz: “Elleme benim arkadaşımı Yavuz, şimdi seni şu tekneye batırır çıkarırım ha!” diye sahte bir sahiplenme ve yalakalık yapar. Her ne kadar sahte de olsa, bir insandan sahiplenilme ve değer görmeyen Ali için bu bile aşağılık bataklığına batmış olan ruh âleminde büyük bir ferahlama sayılırdı. O an bir sahip çıkanın ve kendini savunan birisinin bulunması, ruh âlemini duygulandırır. Boncuk gibi kahverengi gözlerinden iki damla yaş, kirli ve tozlu yanaklarından aşağıya doğru iner. Hemencecik, kimseler görmesin diye, eliyle gözünü kaşır gibi yaparak o damlaları siler. Bu, onun aç duygularının yaşı idi. O, iç dünyasının eksikliklerinin yaşları idi. O, özlemlerinin yaşı idi.
234 Ayhan Arslan
Ali bu hayattan çok mu şey istiyordu acaba? Kendine, çocukları olduğunu hissettirecek, çocukluğunu çocuk gibi doya doya yaşatacak ve kendisini kucaklayıp bağırlarına basacak, sahip çıkacak bir anne baba istemek… Fiziksel yapısıyla her daim alay edip eğlenip durmayan ve ona aşağılayıcı lakaplarla değil de sadece kimlik ismi ile hitap edecek arkadaşlar istemek çok mu fazla bir şeydi acaba? Yavuz: “Tamam, tamam, şaka yaptım, bostanları nereden arakladın bakayım ampulüm?” der ve sahibinden yiyecek bekleyen bir köpek gibi Ali’nin yanına sokulup, elini omzuna atarak sahte bir arkadaşlık pozu sergiler. Ali için sahte de olsa biri tarafından değer verilmek, sahip çıkılmak, davranışlarının kabul görülmesi; çölde susuz kalan birisinin serap görerek geçici rahatlaması gibi bir şeydi. Her ne kadar davranışların sahte, yapmacık, çıkarcılık uğruna yapıldığını anlasa da yine işin o taraflarına, değerliliğe susamış ruhu bir perde çekiyordu. Bu vesile ile ruhu, çöl sıcağından çıktıktan sonra yaylanın serin havasına kavuşmuş gibi rahatlıyordu. Üç adet tren gibi sıralı, içleri yosun kaplı beton su teknelerinin suları, birbirine tahliye ola ola şırıl şırıl akıyor, en alt tekneden üç inek, insanlardan çekine çekine, ürke ürke su içiyorlardı. Çeşmeye su doldurmaya gelen birkaç kadın da dâhil olmak üzere, ineklerin, teknedeki suyu beş on saniyede nasıl yarıya indirdiklerini ağzı açık izliyorlardı. Gürbüz: “Uf, ne biçim içiyorlar be, bir dakikada neredeyse tekneyi bitirdiler.” der ve ineklerin, suyu vidanjör gibi bir çırpıda bitirişlerini izlemeye devam eder.
Zor İnsanlar 235
Yavuz: “O da bir şey mi? O kadarını Ali de yapar, hatta Ali, onlardan bile çok içebilir.” diyerek, muzip ve kurnaz bir üslupla Ali’ye gaz verir. Başta arkadaşları ve diğer köy halkı, Ali’nin gaza geldiğini çok iyi bildikleri için her fırsatta ona olmadık işler teklif ederlerdi. Ardından eğlenmek, çok arzuladıkları işler arasında yer almakta idi. Ali bu kurnazlıkların farkında idi. Fakat dibe vurmuş değerlilik duyguları ve özgüveni için bir şeyler yapmalı idi. Bu ihtiyaç, içinden güçlü bir şekilde kendisini dürtüp durmakta idi. Bu yüzden, konan hedefin imkânsızlığını falan düşünmüyordu. Bu uğurda kendini ateşe bile atmaktan sakınmazdı. Onun tek isteği biraz ilgi ve değerli görülmekti. Gürbüz: “Yok devenin pabucu gayrı!” der. Yavuz: “Sen Ali’yi hafife alıyorsun galiba? Ali’nin yapamayacağı iş yoktur. Aslanım, senin hafızan kıt herhâlde, ne çabuk unuttun, Ali’nin, şu koca kavağın, kimselerin çıkamadığı tepesine kadar çıktığını. Ne çabuk unuttun, köyün üstündeki dik yamaçlı, insanın yaya olarak bile inmeye cesaret edemediği dağın tepesinden bisikletle indiğini. Ne çabuk unuttun, dedesinin evinin damından yere hopladığını ve bunun gibi nicelerini… Ali zor işlerin çocuğu, o, kimselerin yapmaya cesaret edemediği şeyleri başaran bir cambazdır.” der ve kurnaz bir tilki gibi bıyık altından gülerek Ali’ye ikinci bir gaz daha vermiş olur. Bu kadar gazı duyar da Ali’yi kim tutar artık? Ali’nin kahverengi boncuk gibi küçük gözleri birden irileşiverir. Teknedeki yosunlu, insanların ayaklarını daldırıp çıkardığı, 236 Ayhan Arslan
hayvanların su içtiği ve kurbağaların içinde cirit attığı suyun pis oluşuna aldırmadan ve o kadar suyu nasıl içip bitireceğini düşünmeden, sadece o küçük aklını; işin sonunda
insanların
kendinden
övgü
ile
bahsedecek
olmasına, namının dillerden dillere dolaşmasına veriyordu. Gürbüz: “Git aslanım işine, bu pis suları içecek bir insan, daha anasının karnından doğmadı. Teknedeki suyu boş ver, şu bidonu tekneden dolduralım, eğer içip bitirebilirse ben Ali’yi sırtıma bindirip eşek gibi şu meydanda bir tur döndürüp gelirim.” der. Yavuz: “Öhö! O filan Ali’ye vız gelir tırıs gider, haydi Ali’m, sen teknedeki suyu inek gibi içip bitirebilirsin ama şu Gürbüz’e bir ders ver. Şunun sırtına eşek gibi bin de el âlem senin ne büyük birisi olduğunu bir görsün.” der ve tıpkı bir tilki gibi sırıtır. İyice gaza getirilen Ali’yi artık kimse tutamazdı. Ali: “Getirin doldurun bakayım şu bidona tekneden suyu.” diye, komutan gibi kendinden emin bir üslupla, bedenini bir horoz gibi dikleştirir. Ali’den yeşil ışık alan muzip Yavuz daha durur mu artık... Hemen bir çırpıda çeşmenin kenarında bulunan üç litrelik bidonu kaptığı gibi teknedeki pis suları bidona doldurmaya başlar. Bidonun sahibi, Yavuz’un arkasından: “Len! Bidonumu batırdın ne yapıyorsun!” diye avaz avaz bağırır. Zor İnsanlar 237
Yavuz: “Dur bir dakika Fatma Yenge, bu iş bitsin, senin bidonu sabunla yıkayıp ve de dolu olarak evine kadar ücretsiz taşıyacağım.” der ve kurnaz bir neşe ile tekneye daldırdığı bidonun ağzından baloncuklar çıkartarak doldurmaya başlar. Ali, Yakup’un bir çırpıda doldurup önüne koyduğu, içinde yosun parçaları dolaşan, kirli ve sarımsı bir renk almış olan suyu tiksinti ve endişe ile bir müddet izledikten sonra, duygularına bir perde çekip, derin bir nefes alarak bidonu kafasına diker. Etraftakiler Ali’yi ağzı açık ve muzip bir tebessüm ile izliyorlardı. Ali, muzip bir tebessüm ile de olsa hayranlıkla herkesin kendisini izlemesi, daha çok motive ediyordu. Bu yüzden, bidondaki suyu bitirince, bu insanların kendisinden nasıl övgü ile söz edeceklerini düşünüyordu. Bidonu bir anda kafasına diken Ali’nin midesine inen pis suların verdiği sancıları ve ağrıları yok farz ederek bidonu lıkır lıkır midesine doldurmaya başlar. Bidondaki su, yarısına kadar gelmişti. Ali’nin kel başı sıkıntıdan kızarmaya başlar, küçük midesi ise, bez bol topu kadar yumrulaşmıştı. Buna rağmen Ali, kafasına diktiği suyu içmeye devam ediyordu. Yukarıdaki incir ağaçlarının yaprakları, gözüne bulanık ve sisli görünmeye başlar. Sonunda bidondaki suyun yüzde yüzü bitmişti. Ali, midesindeki sancı ve bulantılara aldırmadan kasılarak bidonu yere havalı bir şekilde fırlatır. Yüzü ve kel kafası sıkıntıdan kıpkırmızı olmuş hâlde başarı pozu verir. Her ne kadar midesinde sıkıntılar yokmuş gibi yaparak etrafa sahte bir tebessümle hava atsa da midesi âdeta patlamaya hazır bir bomba gibi gergin ve sıkıntılı idi. Aradan bir dakika kadar bir zaman geçmişti ki olan olur. Ali daha başını yere eğmeye fırsat bulamadan midesindeki sular, itfaiye
238 Ayhan Arslan
hortumundan çıkan tazyikli sular gibi havaya doğru fışkırır. Bir an tıknefes kalır. Ali derin derin, köpek gibi, yere eğilerek soluk alıp vermeye başlar. Etrafındakiler de biraz muzip biraz korku karışımı bir duygu hâli ile Ali’nin kendine gelip normale dönmesini beklerler. Bir süre sonra Ali kendine gelir ve kazandığı iddianın gereğince Gürbüz’ün sırtına binerek köy meydanında, bir eşeğe biner gibi, çeşmedekilerin gülüşmeleri eşliğinde Gürbüz’ü koşturur. Ali kendini, kısa süreliğine de olsa, ata binmiş mağrur bir komutan gibi asaletli görüyordu.
Zor İnsanlar 239
UĞURSUZLUK BATAĞI…
Üç sene iki ay sonra, aralık ayı ortaları... Vakit akşamü-
zeri, etraf hafiften kararmaya başlamıştı, dışarıda sert esen poyraz rüzgârıyla, evin tahta balkonunun üzerindeki çinko saçaktan ürkütücü takırtılar geliyordu. Ceyda Ebe’nin vakti saati gelmiş, geçen yıl dünyaya veda etmişti. Ali onun yokluğundan en çok etkilenen kişi olmuştu. Çünkü artık kendisine değer verip kucağına basacak kimse kalmamıştı. Hacer ebe veya halalar var, diyeceksiniz. Onlar Ali’yi belki seviyorlardı ama bu gösterişte bir sevgiydi. Onlara nedense, Ceyda ebe’ye sarıldığı gibi sarılamıyordu. Zaten bir halanın ağzından duymuş olduğu, kendi hakkındaki “çirkin, iğrenç görünümlü” gibi sözler de onlara karşı kapıyı kapatıyordu. Bu dünyada onu Ceyda ebe’si gibi sahiplenip bağrına basan olmamıştı. Ceyda ebe öleli yaklaşık bir sene kadar olmuştu ve dede yalnız kalmış, anne ve baba tarafından istenmediğini bildiği hâlde arada sırada akşamları anne babanın evine geliyor, yalnızlığın verdiği ruhsal sıkıntılarından bir müddet kurtulmaya çalışıyordu. Anne ve baba, dedeyi istemediklerini; konuşmayarak, onun sohbet ve sorularına cevap vermeyerek, surat asarak, küçümseyerek açık seçik belli ederlerdi. Her türlü beden dili ile dedeye “defol evimizden pis koca” diyorlardı sanki... Dede, istenmediğini her ne kadar anlasa da kırgınlığını ve küskünlüğünü ancak iki üç gün sürdürebilirdi. Denize düşen 240 Ayhan Arslan
yılana sarılırdı. Yalnızlığın dehşetli saatlerine yenik düşen dede, yine gecenin sessizliğine dayanamayarak anne babanın kapısına dayanırdı. Genellikle de gecenin karanlığı ona daha çok acı verir, genellikle de geceleri çıkar gelirdi. Dedeyi gerek soğuk kış geceleri, gerekse lambanın titrek ışığı altında sessizce beklemek, çılgına döndürüyor olmalı idi. Yine böyle bir zamandı. Dedenin en son kırılarak gitmesinin ardından üç gün geçmişti. Asa tıngırtıları merdivenlerden duyulmaya başlamıştı. Ali korkak bir tavşan gibi sobanın ardında, gaz lambasının ışıklarının ulaşamadığı karanlık bir köşede pusarak, âdeta soluk dahi almadan sessizce süklüm püklüm oturmuş, soğuktan kızarmış el ve ayaklarını ısıtmaya çalışıyordu. Zira patlamaya hazır bomba gibi olan anne ve babanın yanında Ali’nin konuşması, bir şeyler sorması ne haddine idi. Evde sadece Musa’nın sorularına hoşgörülü cevaplar verilir, konuşması, her hâl ve hareketi olumlu karşılanırdı. Anne ve baba, kendilerine, onurlarını göklerde tutacak vâris olarak Musa’yı seçmişlerdi. Ali’yi ise dış kapının mandalı gibi görmekte, onu başlarından atmak için her türlü işkenceyi gözlerini kırpmadan yapmakta idiler.
Baba, hasta olduğu için hareketsiz duran kafesteki sevgili kekliğini, sinirli ve kaygılı bir hâlde gözünü ayırmadan, dünya ile alakasını kesmiş olarak izlemekle meşguldü. Keklik, olduğu yere yığılmış, kuluçkaya yatmış tavuk misali günlerdir hiç kımıldamadan başını öne eğmiş, derin düşüncelere dalmış gibi düşünüp durmaktaydı. Anne: “Ali, birazdan kokar dede gelince kov onu. Bir daha bizim eve gelme, de.” diye tembih eder. Ali’nin, annenin bu emrivakisi karşısında itiraz hakkı yoktu. İçindeki acıma hislerine bir perde çekerek, emri yerine getirmeye karar verir. Dede Zor İnsanlar 241
sonunda tahta balkon ve kapıları tıngırdata tıngırdata içeriye girer ve annenin yanı başına, sobanın arkasına oturur. Dede: “Selamünaleyküm.” der ve kimseden cevap alamaz, sanki herkesin kulağı sağır olmuştur. Bir süre etraftakileri gözleri ile kolaçan ettikten sonra, bu hareketlerin, kendisini bu evde istemediklerinin beden dili ile anlatımı olduğunu anlayan dede, başını önüne masum çocuklar gibi eğer. Bir süre bekledikten sonra: “Havalar da amma soğudu, poyraz soluk aldırmıyor.” der ve çaresizce etrafına bakarak, gelecek bir cevap bekler fakat nafile... İstenmeyen adam olduğu, yüzüne bir şamar gibi patlatılır. Ebenin ölmesi ile iyice yalnızlaşan dede, sığınacak bir liman, sohbet edip yalnızlığını unutturacak insanlar aramakta idi. Denize düşen yılana sarılırdı, dede de öyle yapıyordu. Yalnızlık acısı onu zaman zaman bu eve gelmeye zorluyordu. Yaklaşık yarım saatlik soğuk sessizliğin ardından dede, sobanın karaltısına gizlenmiş olan Ali’ye dönerek: “Oğlum, sen ne yapıyorsun orada karanlıkta? Gel bakayım kucağıma.” diye çaresiz bir çırpınışla Ali ile sıcak temas kurmaya çabalar. Ali: “Dede git bizim evimizden, bir daha da gelme.” diyerek, annenin emrini yerine getirir. Sözleri boğazında düğümlenen dedenin, başını önüne eğerek bir süre bekledikten sonra, gözlerinden bir iki damla yaş çıkıp yanaklarından kayar. Uzun, gür ak sakallarının içine akarak orada kaybolur. Tabii olarak derin bir duygusal boşluk içerisinde olan dedeye bu sözler şok etkisi yapmıştı. Beden dilinin üzerine insan zamanla belki bir perde çekip 242 Ayhan Arslan
onları yüreğine gömebilirdi. Ama ağızdan çıkan, üstelik de ayan beyan açık olan sözlerin saklanacak, yenilecek yutulacak yanı yoktu. Ağızdan çıkan her söz, tıpkı bir ok gibi insanın yüreğine saplanırdı. O okun açtığı yara da bu dünyada ve ötelerde asla kapanmayacak yaralardandı. İstenmediğini sözle de duyduktan sonra dede, herhangi bir kelam etmeden, yerinden, asasından destek alarak kalkar ve tıngır mıngır, merdivenlerden, poyraz uğultuları arasında inerek sessizliğe karışır. Bu gidiş, bu kayboluş, aslında dedenin ruhen ölüp bu dünyadan göçüp gitmesi idi. Zaten bedeni de bu yalnızlığa ve aşağılanmaya daha fazla dayanamayacak, üç dört sene sonra ölecekti. Ali, yaptığı iş karşısında gerek vicdanının sancılarına dayanamayarak gerekse anne ve baba yanında haddinden fazla durduğunu düşünerek, her an patlayacak bir fırtınayı, her an patlayacak bir bombayı hissettiğinden, odayı terk etmeye karar verir. Soğuk da olsa odasına çekilmeyi düşünür ve yerinden kalktığı gibi önce gıcırdayan kapıyı açar ve ardından kapayarak odasına geçer. Karanlık ve soğuk odada, üzerinde hareket ettikçe gıcırdayan divanı ve onun üzerindeki yatağını el yordamı ile bulur ve içine girer, yorganı üzerine bastırır. Yatak ve yastık, pamuk yerine eski bez parçalarının sıkıştırılması ile oluştuğu için oldukça serttir. Uzun müddet aynı pozisyonda yattığında Ali’nin o yanının kan dolaşımı kesildiğinden o tarafı uyuşurdu. Bu yüzden sık sık yön değiştirmek zorunda kalır ve uykuya dalıp sabah olduğunda ise bedeninin bir yarısı tutulurdu. Ama Ali için bu soğuk oda ve sert yatak, sığınacak tek limanı sayılırdı. Anne ve babanın yanında her an diken üstünde durmaktansa kendini hücre evinde tecrit etmek, ona daha az acı veriyordu. Her ne kadar öbür odaya kapanıp Zor İnsanlar 243
kendini hoyrat ailesinden uzak tutmaya çalışsa da fare gibi korkmaktan ve sakınmaktan kendini alıkoyamıyordu. Zira tehlike, iki kapı aralığı ötede ve ona çok yakındı. Öbür odada bir bomba patlasa kendisinin etkilenmemesi imkânsızdı. O bombanın parçaları kendisine isabet etmese dahi psikolojik etkisi de hemen hemen aynı şeyi hissettiriyordu.
Bir süre sonra, dışarıdaki poyraz uğultuları ve kapı önündeki çinko saçağın çıkardığı tıngırtı seslerinin arasına, öbür odadan birtakım gürültü patırtılar karışmaya başlar. Ali iyice yorganın içine gömülerek saklanmaya çalışır. Zira tam da tahmin ettiği gibi, anne babanın devre arası verdikleri savaşları yine başlamıştı. Baba: “Hep bu uğursuz dölün ve uğursuz dedenin yüzünden oldu. Onlar buraya geldiler keklik öldü. Bu uğursuz lanet olası çocuk ve dede yüzünden daha başımıza ne felaket gelecek belli değil!” diye bağıra bağıra naralar atar. Ardından birtakım gürültüler olur. Kendinden bahsedildiğini, hedefin kendisi olduğunu anlayan Ali’nin yüreği güm güm atmaya ve elleri ayakları titremeye başlar. Kısa bir zaman sonra kapılar açılır ve Ali’nin başını içine gömdüğü yorgan, aniden üzerinden çekilir. Ardından tokat ve yumruklar, bedeninin her yerine ağır darbeler vermeye başlar. Atılan her tokat veya yumruk, temas ettiği yerin geçici olarak uyuşmasına, hissizleşmesine neden oluyordu. Baba: “D… hep senin uğursuzluğundan keklik öldü, defol bu evden bir daha da gelme!” der ve kapı ve tahta balkonun takırtıları eşliğinde Ali’yi taş merdivenlerden aşağıya tekme tokat darbeleri ile itekler. Kapıyı hızla çarparak içeriye girer. Ali, bilinçsiz şekilde bir süre koşar ve evden yeterince 244 Ayhan Arslan
uzaklaştığını anlayınca biraz duraklar, ardına baktığında, gelen giden olmadığını anlar. Tıpkı bir şeyden ürkmüş ve yıldırım hızında kaçan tavşanın, bir süre sonra durup sağına soluna bakışı gibi arkasına bakarak, tehlikenin kendisini takip edip etmediğini kontrol eder. Ardından, yol kenarındaki bir taşın üzerine oturur, nefes alışlarının ve kalp atışlarının yavaşlamasını bekler. Sert rüzgâr da tıpkı hoyrat anne ve baba gibi acımasızca esmeye devam ediyordu. Ali’nin korkudan titreyen bedenine bir darbe de o indiriyordu. Ali, çaresizce ve bilinçsizce bir süre ilerledikten sonra soğuk iyice bedenine işlemiş, elleri ayakları tir tir titriyordu. Aklına koşmak gelir ve koşarsam biraz ısınırım, diye düşünür. Hem koşmakla, bu hoyrat yerlerden daha çabuk uzaklaşacağını düşünür. Ardından birisi kovalıyormuşçasına koşmaya devam eder. Bir süre sonra bazen koşarak, bazen hızlı adımlarla yürüyerek köyün biraz dışındaki terk edilmiş, yazın hayvan ağılı olarak kullanılan Karain Mağarası’na gelir. Koşmak vücut ısısını yükseltmişti, üşüdüğünü hissetmiyordu fakat bu kez de cılız bedeni hâlsiz düşmüş, yorulmuştu. Mağaranın içi, dışarıya göre biraz daha sıcaktı ve rüzgâr da uğramıyordu. İçerisi zifirî karanlıktı ve kurumuş keçi gübreleri kokuyordu.
Ayaklarının
altında
yumuşaklığını
hissettiği
hayvan gübrelerini köpek gibi eşeleyip çukur açarak, onların verdiği ısıyla, soğuktan titreyen bedenini ısıtmaya çalışır. Ali’nin içini, hoyrat babadan uzak olmanın verdiği bir rahatlama ve esenlik kaplar ve yaşamak istediği evi hayal etmeye başlar. Bu ev, toprağın altında olmalı ve sağlam, kalın, yığma taşlarla örülmüş olmalı idi. Böyle olması hem dışarıdaki soğuk havadan korurdu hem de en az dışarıdaki soğuk kadar soğuk ve hoyrat insanlardan kendini uzak tutardı. Zor İnsanlar 245
Ali
bir
süre
sonra,
yorgunluğun
verdiği
bitkinlikle
kendinden geçer, uykusu gelir. Eli ayağı uyuşur fakat bir süre sonra,
soğuyan
bedeni
yine
üşüyüp
titremeye
başlar,
uyumasına engel olur. Takati olmadığı hâlde, yerinde sayma koşusu yaparak ısınabileceğini düşünür. Bu kısır döngüyü bir süre tekrar ettikten sonra mağaradan koşar adımlarla dışarıya çıkar. Kendine acil olarak sığınacak bir yer bulmalı idi, yoksa soğuktan donacaktı. Hacer ebe’sini ve dedenin evini düşünür. Dedeye yaptığından sonra dedenin kapısından içeriye girmeye yüzünün olmayacağını düşünür. Hacer ebe’yle aralarındaki duygu uzaklığından ve soğukluğundan, üstelik de Şermin hala’nın, Ali’ye “çirkin” ithamından dolayı, onların evine sığınmayı asla düşünmez. Hacer ebe öz babaannesi, Ceyda ebe ise üvey babaannesi olmasına rağmen, Ceyda ebe’sindeki sahiplenmeyi ve duygusal yakınlığı onda bir türlü bulamıyordu. Hacer ebe onun için; hoş konuşan, yardımsever yabancı bir insan gibi idi. Bunun böyle olmasının sebebi belki de fiziki sevginin olmaması idi. Baba ve anne de o karakterde insanlar olduklarından dolayı Ali’nin, Hacer ebe ile arasındaki mesafe, en az anne ve babası ile aralarındaki mesafe kadar uzaktı. İnsanlar arasında doyumlu ve gerçek bir sevginin olması demek; kalpteki sevginin fiziki temasla bütünleşmesi demekti. Sevgi kalpte belirir fakat fiziki temas olmadığı sürece bunu karşıdaki insan pek hissedemezdi. Zaman geçtikçe bu sevgi, sönmeye mahkûm olacaktı. Üstelik bu bir çocuksa…
Kısa bir iç muhasebeden sonra, dışarıda poyrazın deli deli estiğini hisseder. O da en az anne ve babası gibi soğuk ve de sertti. Ali’nin bedenini titretiyor ve Ali, ısınmak adına koşar adım tempolu yürüyüşünde, göz gözü görmeyen karanlıkta taş ve çalıların arasında düşe kalka ilerliyordu. Çaresiz, köye doğru gitmeye, sığınacak bir saçak altı bulmaya karar verir. 246 Ayhan Arslan
Tıpkı aç ve yuvasız kalan bir köpeğin, taşlanıp kovulmasına rağmen yine de açlık belasından ve yuva hissinden dolayı sahibinden vazgeçememesi gibiydi. Köylülerin birçoğu, ışıklarını söndürüp yataklarına girmiş, mışıl mışıl uyumakta idiler. Ali, köyün ışıkları sönmüş evlerine baktıkça iç geçirir. Onların şimdi sıcak yatakta mışıl mışıl uykuya daldıklarını düşünür. Dolayısı ile kendini bir anlığına o yatakların birinde yatıyor gibi hayal eder. İçini geçici ve hoş bir rahatlama kaplar. Ama tatlı hayaller çok kısa sürüyordu ve bir müddet sonra yerini acı gerçeklere bırakıyordu. Boş ve soğuk sokaklarda hâlsiz ve bitkin koşarken, kulağına çan sesi gelir ve kafasında bir şimşek çakar. Çan sesi, koyunların bulunduğu çardaktan geliyordu. Koyunların arasına kaynaşırsa üşümeyeceğini ve böylece sabahı koyunların arasında edebileceğini düşünür. Koyunların yattığı çardak ne kadar pis koksa da derme çatma olsa da sıcaktı. İçeriden gelen buğulu idrar ve tezek kokusu, Ali’nin soğuktan titreyen bedenine ılık meltem gibi esiyordu. Bir anda Ali’nin karanlık fiziği ile karşılaşan koyunlar, korkudan sağa sola kaçışmaya başlarlar. Fakat koyunların yemliğine hareketsiz kıvrılıp yatan Ali’nin zararlı birisi olmadığını anlayınca ona yaklaşıp koklamaya ve yalamaya başlarlar. Ali, yorgunluk ve uykusuzluğun verdiği hâlsizlikle koyunların, orasını burasını yalayıp koklamalarına aldırmadan kısa bir süre sonra ılık, nemli idrar ve tezek kokuları eşliğinde uykuya dalar.
Zor İnsanlar 247
ANA OĞUL…
Ertesi gün öğleye doğru idi. Baba, tüfeğini alıp, sağda solda kuş avlama peşine düşmüştü. Mevsim onun içindi. Sağda solda sığırcık kuşları cirit atıp cıvıldaşmakta idiler. Sadece baba için değil, diğer av meraklısı köy halkı için de bugünler bayram sayılırdı. Bu vesile ile köy arasında sık sık tüfek sesleri gelir, bol bol sığırcık kuşu avlanırdı. Bu avlanma kış boyunca devam ederdi. Ta ki bahar gelip havalar ısınıp, sığırcık kuşları bu diyarlardan göç edip gittikleri zaman sona ererdi. Anne ve Musa ise, yol manzaralı pencere önüne oturmuş-
lar, Musa, annenin kucağında hem sohbet ediyorlar hem de dışarıda yoldan gelen geçeni, poyrazın ortalığı toz duman edişini izliyorlardı. Keyiflerine diyecek yoktu. Sıcak sobanın arkasında âdeta gevriyorlardı. Dışarıda üşüyüp titreyenler veya evsizler hiç umurlarında bile değildi. Musa: “Anne, ağabeyim geceyi nerede geçirdi ki? Bu soğuk havada üşümüştür herhâlde.” diye ağabeyi için kaygılarını belirtir. Anne: “Boş ver sen oğlum o yabaniyi, o sokaklara layık, ona bir şey olmaz. O zaten benim oğlum olamaz, bana hiç benzememekte. Benim oğlum sensin, benim güzel oğlum, seni çok seviyorum. O çirkin yaratığı hiç sevmiyorum. Ölse de hiç umurumda bile olmaz.” der ve çilli ellerini sivri çenesine dayayarak dışarıyı izlemeye koyulur. 248 Ayhan Arslan
Musa: “Niye anne, ağabeyimi sen doğurmadın mı? Neden ondan o kadar nefret ediyorsun?” diyerek, aklına takılan sorulara cevap bulmaya çalışır. Anne: “Ah benim güzel oğlum, senin yaşın küçük ama yine de anlayabildiğin kadar anlatmaya çalışayım. Bunun iki sebebi var. Birincisi; insan, onuru ile mutlu olur. İnsanlar tarafından aşağılanırsa, değersiz görülürse âdeta bu dünyada azap çeker gibi yaşar. Ağabeyin olacak o yabani de insana benzemez hâl ve hareketleri ve de çirkin olduğu için çevre tarafından alay konusu olmakta, âdeta köy halkının maskara maymunu olmuştur. Dost düşman herkes onla alay edip eğlenmekteler. Sen şimdi belki anlamazsın ama ileride ata olunca anlayacaksın. Her ata gurur duyacağı, övüneceği, düşmanları çatlatacak güzellik ve marifette bir evladının olmasını ister. O zaman ata hayatını başı dik, mağrur bir şekilde yaşar. Oysa senin ağabeyin olacak o mendebur, bizim başımızı yere eğdirmekte, onurumuzu ayaklar altına aldırmaktadır. Öyle bir çocuğun atası olmak bizlere acı ve sıkıntı veriyor. Mesela; sen bizi çevreye karşı hiçbir zaman utandırmadığın gibi herkes senden övgü ile söz ediyor. Bundan hem sen hem de biz mutlu oluyoruz. Keşke o yüz karasını doğurmaz olaydım.” Musa: “Anne, ikinci sebep ne idi? Ağabeyimden nefret etmenin iki sebebi olduğunu söylemiştin.” der ve merakla, annesinin dalan gözlerine bakar. Anne: “Ha! O sebep... Onu da anlatayım da içim iyice boşalsın. Ağabeyini bir türlü sevemeyişimin bir sebebi de baban olacak hayvan yüzünden. Bu babanla senin de gördüğün gibi her Zor İnsanlar 249
zaman kavga edip dururuz. Bu yüzden babana karşı içimde, geçmişten bugüne kadar oldukça çok miktarda kin birikti. Bu kinlerden dolayı babandan âdeta nefret eder duruma geldim. Onu sevmeyince de birçok hâl ve hareketleriyle ve fiziki yapısı itibarı ile bana babanı hatırlattığı için ondan babandan nefret ettiğim gibi nefret eder oldum. Ağabeyin de tıpkı babası olacak hayvana çekmiş, tıpkı onun gibi hayvan olacak.”
Musa: “Anne, babamdan neden bu kadar nefret ediyorsun?” diye sorar bu sefer ve annesinin kucağından inip karşısına geçerek, merakla cevabını bekler. “Ne bileyim işte oğlum, bunu birkaç sebeple anlatmak oldukça zor. Buna, geçmişin birikimleri, deyip kapatalım. Kısacası babanla evlendik evleneli bir türlü anlaşamadık. Ben onun hâl ve hareketlerini beğenmem, o da benimkileri… Yıllardır aramızda bitmez tükenmez bir itişme ve anlaşmazlık sürüp gider. Bundan sonra da duracak gibi görünmemekte.” der, ardından derin bir nefes alıp bıraktıktan sonra gözlerini tekrar dışarıya çevirir. O sırada iki gri katır, zincirlerini çıldırdata çıldırdata, dörtnala, pencerenin önündeki yoldan yel gibi geçer. Çıkan yüksek gürültü ve hareket kaçırılmazdı tabii ki… Anne ve Musa, yel gibi koşturup geçen katırları büyük bir heyecanla izler. Ayrıca izlemenin de ötesine geçerek pencereye başlarını dayayarak, katırlar gözden kaybolana kadar bakarlar. Musa: “Anne bu katırlar kimin ki? Ne biçim koşuyorlar amma…” der ve tekrar yerine oturur. Anne: “Herhâlde tahtacılarındır. Genellikle at veya katırı onlar taşır.” der. 250 Ayhan Arslan
Musa: “Neden onlar taşır anne?” Anne: “Neden olacak oğlum, onların işi tahtacılık. Dağdan bol bol çam ağacı kesip onları tahta yapıp satarak geçimlerini sağlarlar. En önemli işleri ağaç taşımak olunca da o ağaçları taşıyacak güçlü hayvanlara ihtiyaçları oluyor. En güçlü ve dayanıklı yük taşıyıcılar da at ve katırlar olduğu için, tahtacılar çoğunlukla at ve katır taşırlar.” Musa ve anne bir müddet sonra, sessizliğe bürünmüş, dışarıyı izliyorlardı. Soba “pop pop” diye önündeki hava deliğinden, karşısındaki yüklüğün tahta bölmesine, yanıp sönen ışıklar saçıyordu. Evin üzerinden bir sürü sığırcık geçerek, pencerenin karşısındaki komşunun tarlasına konar, cıvıl cıvıl cıvıldaşmaya başlarlar. Tarla sığırcıklarının çokluğundan, tarla yüzeyi, kömür serpilmiş gibi simsiyah olmuştu. Sığırcıklar, yiyecek bulmak için birbirleri ile kıyasıya bir rekabete girişmişlerdi. Bazen, buldukları bir yiyeceği paylaşamayıp birbirleri ile kavga bile ediyorlardı. Böyle bir manzara, televizyonun olmadığı bir zamanda oldukça büyük bir heyecanla izlenmekte idi. O yola bakan pencerenin önü, özellikle anne için televizyondu sanki… Zaten ailede sohbet, konuşma olmadığı için yapacak da bir şey kalmıyordu. O pencerenin önünde gece gündüz, bir nöbetçi gibi, yoldan gelen gidenleri izleyip dururdu. Öğrenmek, insanın fıtratına yerleştirilmiş bir özelliktir. Bu, insanın doğası gereği idi. İnsan, doğumundan itibaren öğrenme açlığı ile doğar. Bu açlığın giderilmesi için ta başından bebek; görmeye, duymaya, tatmaya, dokunmaya, aşırı derecede duyarlı olur. Bu duyarlılık, onun içindeki öğrenme açlığını tatmin etmekten başka bir şey olamaz. Bu öğrenme açlığı, insanın hayatı boZor İnsanlar 251
yunca devam edip gitmektedir. Bu açlık; bilim ister, edebiyat ister, tarih ister ve nicelerini ister. Bu isteği sadece izleyerek veya görerek karşılamaya çalışanlar ise, yetersiz bir öğrenme süreciyle hayat boyu bocalayıp duracaklardır. Bu ihtiyaç konusunda da Yüce Allah, insanlığı uyarmış, bu ihtiyacın vitamininin okumak, bilim öğrenmek olduğunu vurgulayarak “oku” ayeti ile insanlığa bilgi vermiştir. Bilgi mutluluk verir, gerçek sevgiye kavuşturur. Bilgisizlik ise bol bol stres verir… Tarlaya yayılmış sığırcıkların arkasında yerlere sürüne sürüne, ağaçların aralıklarına sine sine baba, sığırcık kuşlarına pusu kuruyordu. Babanın karaltısını gören bazı sığırcıklar havaya uçuşuyorlardı. Fakat aç sığırcık sürüsü çok olduğu için, birçoğu ya babayı görmüyor ya da açlık uğruna görmezden geliyorlardı. Bir süre sonra şiddetli bir tüfek patlaması, yürekleri ağza getirir. Ali ve anne, olanları daha iyi görebilmek için cama gözlerini yapıştırırlar. Tüfek sesini duyan sığırcık kuşları bir anda sağa sola uçuşup gözden kaybolurlar. Tarlanın üzerinde ise on beş kadar sığırcık kuşu, saçmaları yemiş, bir kısmı hâlen ölmemiş, yerde çırpınıp durmakta, bir kısmı da ölmüş, hareketsiz yatmakta idi. Baba, elindeki bıçakla, ölmeyen sığırcıkların boynunu keser ve hepsini, arkasındaki hardal sarısı, eşek torbası şeklindeki av çantasına doldurur ve tekrar diğer sığırcıkların peşine düşer. Oysa yeterince kuş vurmuştu, akşam yemeğini çıkartmıştı. Ama hâlen av peşine takılması onun, ihtiyaç için avlanmaktan çok, eğlence için av yaptığının göstergesiydi. Baba ve özellikle birçok avcı, bu işi sözde spor olsun diye yapmalarına karşın asıl amaç; iç âlemlerindeki duygusal boşlukları; özgüven, değerlilik gibi yetersizliklerini karşılamaktı. Bir avı vurmak; onlara, yarışmada birinci gelmiş bir koşucunun sevinci kadar haz veriyordu. Günümüzün avcılığı, spor kılıfı altına sokul252 Ayhan Arslan
muş hukuki bir vahşettir aslında… Bir gerekçe olarak da Kur’an’daki av ayetleri gösterilmekte ve avın, dinî yönden de hak olduğu savunulmaktadır. Acaba o ayetler, av hayvanlarının avlanmasını, spor için mi yoksa ihtiyaç dâhilinde mi meşru kılmaktadır? Günümüzün birçok avcısı, çok uzak avlaklara giderek fahiş masraflar yapmaktadır. Oysa o masrafla, kasaptan her bir avcı, en az bir adet komple bir koyun veya keçi eti satın alabilir. Evinin en az üç aylık et ihtiyacını rahatlıkla karşılar. Oysa bu gerçeği o avcılar da çok iyi biliyorlardı. Fakat içlerindeki o, av vurma hazzı her şeyin üstünde geliyordu. O uğurda; özgüven uğruna, değerlilik uğruna insanlar gerek mallarını, gerekse emeklerini feda etmekten çekinmemektedirler. Ey avcılar uyanın! Vicdanınızın sesine kulak verin, vahşet yapıyorsunuz, zulüm yapıyorsunuz, doğanın dengesini bozuyorsunuz, Allah, gazabını indirmeden uyanın! Musa: “Anne, ağabeyimin karnı acıkmış mıdır şimdi?” diye sorarak anneye empati dersi verir âdeta… Anne: “Ne bileyim ben oğlum. Zıkkımın kökünü yesin babası da dölü de… Sen boş ver o hayvan oğlu hayvanı, ondan bir halt olmaz, sen bize yetersin. Benim bir oğlum var, o da sensin.”
Zor İnsanlar 253
DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR…
Aynı gün vakit öğleden sonra 15.00 civarları idi. Ali, geceyi koyunların evinde geçirdikten sonra tekrar köy çıkışındaki Karain Mağarası’na gelir ve kuytu ve güneş gören bir köşede, koyunların ağılında bulduğu eski bir kilim parçasını üzerine birlemiş, güneşin son ışıkları ile ısınmaya çalışıyordu. Ali bir yandan soğukla mücadele ederken bir yandan da açlıkla başı dertte idi. Açlığını yatıştırmak için; sebze tarlalarından bulduğu lahana topuzunu yemişti ve midesinde soğuk sancılar kıvranıp duruyordu. Karain Mağarası’nın karşısında köyün yolu vardı. Ara sıra, bahçelerinde çalıştıktan sonra eşeklerine binip evlerine dönen köylüler geçmekte idi. Eşek üzerinde geçen her köylü, soğuktan donmuş ve bir an önce sıcak sobalı evlerine ulaşabilmek için telaşla eşekleri dürtükleyip durmakta idi. Ali’nin, sıcak sobanın başına koşuşturan bu insanları gördükçe içini imrentiler kaplar. “Keşke benim de korkmadan içine girip, arkasında ısınabileceğim bir sobam, bir evim ve sahip çıkan bir ailem olsa.” diyerek tatlı hayaller kurar. Güneş iyice, batacağı dağa yaklaşmış ve etraf kızıl bir renge bürünmüş ve ısı birden düşmeye başlamıştı. Ali’nin ılgın bedeni yine titremeye başlar. Gündüz vakitleri kuytularda, güneş karşısında öyle böyle geçiyordu. Fakat gece öyle kolay kolay geçmiyordu. Üşümemek, vücut ısını korumak için sürekli hareket edip koşuşturup duracaksın ve yorgun düşünce de 254 Ayhan Arslan
köpek gibi kıvrılıp uyumak isteyeceksin, otuz dakika kadar uyuklamanın ardından da bedenindeki titremelerle tekrar kalkıp hareket yaparak bedenini ısıtmaya çalışacaksın... Ali, önündeki zorlu geceyi düşündükçe tüyleri diken diken olur ve çareler aramaya başlar. Aklına üç beş alternatif gelir. Ya gece çok üşümeye başlayınca yine o buğulu idrar kokulu koyunların arasına dönecekti ya da sessizce, onurunu ayaklar altına alarak o hoyrat ailesinin evindeki odasına girip yatacaktı. Veya bir yerlerden bir kibrit bulup, geceyi ateş yakarak ve onun çevresinde uyuyarak geçirecekti. Koyunların evine, çok zora düşmezse dönmek istemiyordu. Çünkü koyunların evi vıcık vıcık ve de idrar ve tezek kokusu vardı, çok iğrençti. Tekme tokat siktir edildiğin bir ev, baba evi de oldukça zor bir alternatifti. Bir tanıdık akraba, arkadaş kapısını çalmak, uygun bir yöntem olabilirdi. Ama Ali’ye göre bir yöntem değildi. İnsanlardan çektiği hoyratça hareketler, onu iyi insanlardan da soğutup kaçırıyor ve o insanlar da gözüne öcü gibi gözüküyordu. Ayrıca ruhunun derinliklerindeki bir ses, ona şöyle sesleniyordu: “Ona buna yük olup rahatsızlık vermeye ne hakkın var!” En uygun yöntemin bir kibrit bulmak olacağı, aklına şimşek gibi çakar ve hava tam kararmadan ve soğumadan şu karşıki yola çıkıp birilerinden kibrit istemeliydi. Ali, tanınmamak için şapkasını yanaklarına doğru iyice indirir ve ağız kısmını da kaşkol ile iyice birler. Birilerinin onu tanıması demek köylünün ağzına sakız olmak demekti. Birilerinin onu tanıması demek, aileden birinin pişmanlık duyarak, kendisini almaya gelmesi demekti. Her ne kadar zorda da kalsa bir insan, kovulduğu bir eve tekrar geri gitmek istemezdi. Buna insanlık onuru engel olurdu. Ali birtakım çalılıkları ve ağaçlıkları geçtikten sonra yola varır ve birilerinin geçmesini bekler. Bir süre beklemenin ardından fesin içine başını iyice Zor İnsanlar 255
birlemiş, yukarı köyden bir köylü, soğuktan üşümüş ve bir an önce evine kavuşmak için telaşlı telaşlı eşeğini sürerek gelir ve yanından geçerken, Ali: “Emmi, yanında kibritin var mı? Eğer varsa birkaç çöpünü verebilir misin?” diye mahcup bir tavırla kibrit ister. Yoldan geçen eşekli köylü, Ali’yi yargılayıcı bir tavırla tepeden tırnağa süzer ve elbise ve bedeninin kir ve pislik içerisinde olması, köylünün yüzünün şüphe ve endişe karışımı bir hâle bürünmesine yol açar. Eşekli köylü: “Yok.” diye kestirip atar ve arkasını dönüp yoluna devam eder. Ali: “Emmi, yanlış anlama, kibritle yangın falan çıkaracak değilim, bir yerleri ateşe de verecek değilim. Şurada inde koyunlarımız var da üşüdük, kibriti de suya düşürdük, evimiz de oldukça uzak. İnde babam da var, beni o gönderdi. Senden, ateş yakıp ısınmak için kibrit istiyorum.” diye bir senaryo uydurmasına rağmen köylüyü inandıramaz ve köylü cevap bile vermeden telaşla yoluna devam eder. Son umut kapısı da yüzüne kapanan Ali, olduğu yerde yığılıp kalır, kara kara düşüncelere dalar. “Ne çıkardı sanki birkaç kibrit çöpü verse idi. Şimdi bir kibritim olsa idi şu karşıdaki Karain’de bir ateş harlatsa idim. Sabaha kadar sıcak ateşin başında vahşi anne ve babadan uzakta, özgürce bir gece geçirsem olmaz mıydı?” Hava iyice soğukluğunu hissettirmeye başlamış, sert esen poyraz, Ali’yi bir gazel parçası gibi sürüklemeye çalışıyordu. Ali, ılgın bedeni ile poyraza göğüs gerip direnmeye çalışıyordu. “Kibrit, kibrit! Nereden bulurum?” diye kendi kendine sorar. Ali’nin içinden: “Evden bul, ekmek yapılan ocağın ba256 Ayhan Arslan
şında mutlaka bir kibrit vardır.” diye bir ses yankılanır. Ali, bir an önce eve varıp, gizlice ocak başında kibrit araştırması yapmak için, içindeki yeni umut ışığının da verdiği enerji ile karanlık ve taşlı köyün yollarında koşmaya başlar. Yaklaşık otuz dakikalık bazen koşma bazen de yürümenin ardından Ali, dedesinin kapısına dayanır. Usulca açar. Dışarıdaki poyraz uğultuları, ufak tıkırtıları bastıracak durumda idi. Bu yüzden dedenin haberi olma ihtimali zayıftı. Oda zifirî karanlık, göz gözü görmüyordu. Ali, ayak parmaklarının uçlarına basa basa, elleri ile buğday sandığından rota çizerek ocak başına varır. Elleriyle bir süre kibrit yoklaması yaptıktan sonra hayal kırıklığına uğrar ve Karain’deki ateş başı sevdası suya
düşer.
Camsız
pencereli
ekmekliğin
içine,
açık
pencerelerden rüzgâr giriyordu. Direklere tellerle asılı ağaç askılık, gıcırdayarak sallanıyordu. Ali bir süre düşündükten sonra, aklına buğday sandığı gelir ve yukarıya tırmanıp, üstteki tahta kapağı kaldırarak içine kendini bırakır. İnmesi ile ayaklarının üzerini tepeleyerek birkaç farenin kaçıştığını hisseder. O farelere alışık olduğu için pek korkmuyor ve insanların göz ve ellerinden uzak olan bu buğday sandığının ona verdiği sükûnet, her türlü rahatsız edici şeyi unutturuyordu. Ali’nin hayalindeki ev de böyle bir şeydi, insanların elinden ve gözünden uzak olmalı idi. Çünkü o, insanlardan çok eziyet çekmişti. Ali, birkaç saatlik kısa bir uykunun ardından titreyerek uyanır. El ve ayaklarının titrediğini, çenesinin ve dişlerinin birbirine çat çat vurduğunu fark eder. Üşümek ve titremenin verdiği acı ve dürtüler, onurunun üstüne çıkar. Denize düşen yılana sarılır hesabı, vahşi ailesinin evindeki odasına sessizce çıkıp, yorganın altına gömülmeyi iyiden iyiye düşünür. Öyle Zor İnsanlar 257
de yapar. Ilgın el ve ayakları titreye titreye buğday sandığından çıkıp, yavaş ve kısa adımlarla önce dedenin evinden çıkar, daha sonra da bir hırsız gibi, babanın evine kısa adımlarla yaklaşır. Kapıları ses çıkarmadan açıp kapadıktan sonra, odasındaki yatağına girer. Üzerine yorganı çektikten sonra içini derin bir rahatlama kaplar. İnsanın gece yatacak bir yatağı, yastığı ve üzerine örteceği bir yorganının olması ne güzel bir şeydi. Bir yandan da kovulduğu eve kuyruğunu kıstıra kıstıra geri gelmesi, yüreğine endişe ve zedelenmiş onurla karışık bir duygu veriyordu. Kovulduğu bir yere ancak köpekler geri gelirdi. O ise insandı ve çaresizlik onu bu yola itmişti. Bir süre sonra, Ali’nin peşini pek bırakmayan öksürük nöbetleri iyice artmaya başlar. Öbür odadaki babasının duyması endişesi ile başını yorganın içine iyice sokar. Sakınılan göze çöp batar, derler ya… Ali’nin öksürük nöbetleri de babanın yanına gelince iyice artıyordu. Ali yorganın altında boğuk boğuk öksürdüğü bir anda kapı çat diye açılır.
Baba: “Gene mi geldin sen len? Ben seni kovmamış mıydım yüzsüz köpek! Defol bu evden, senin burada yerin yok!” der ve kapıda bir süre bekledikten sonra, içinde bir parça babalık kırıntısının olmasından olsa gerek, bu kez yaka paça Ali’yi dışarı atmaktan vazgeçip, kapıyı kapatarak öbür odaya geçer. Ali’nin, babanın ikinci kez kovuşu ile dünyası başına yıkılır. İstenmediği, sevilmediği, sahipsiz olduğu, bir kez daha yüzüne şamar gibi patlatılır. Ağır bir reddedilme karşısında Ali kendini dışarıya atıp, bir daha bu diyarlara gelmemeyi düşünür. Fakat dışarının soğuk ve açlığı onurunu frenliyordu. Babanın Ali’yi evden kovması ne ilkti ne de sondu. Evden kovulan Ali’ye, her defasında onuru, “bir daha bu eve gelme” diyordu. Ama her defasında ılgın bedeni, doğanın haşin şart258 Ayhan Arslan
larına yenik düşüyordu. Barınma
ihtiyacı,
açlık,
soğuk
gibi
zorluklara
göğüs
geremiyordu. Her zorlu direnişin sonu, ne yazık ki tilkinin kürkçü dükkânına geri dönüşü gibi oluyordu.
Ama bu böyle gitmezdi elbet, eninde sonunda zalimler kaybedeceklerdi. Bir gün gelecek Ali, bu zalim aileden kurtulacak ve hayatını özgürce yaşayacaktı. Çünkü bu onun en büyük ve en doğal dileğiydi ve Allah, kalpteki yakarışları duyandı, işitendi ve bir gün mutlaka karşılığını verecekti. Bir gün gelecek mutlaka herkes ektiğini biçecek, ettiğini çekecekti. Bir gün gelecek keser dönecek, sap dönecek, hesap dönecekti. Bu hesaplaşmayı bizzat Allah yapacaktı. Çünkü bu doğal bir süreçti. Allah’ın ceza tuzakları, gelecekte mutlaka zalimlerin ayağına dolanacaktı. Sabreden mazlumlara da elvan çeşit rahmet kapıları açılacaktı.
Zor İnsanlar 259
BİR AVUÇ ÇAĞLA İÇİN…
Dört ay sonra nisan ayı ortaları idi. İlkbahar mevsimi rengârenk elbisesini giymeye başlamıştı. Kayısı ağaçları, çiçek tacından yeni kurtulmaya başlamış, bahçelerin arasında her türlü çiçek olmasına karşın, kırmızı laleler ağırlığını hissettiriyordu. Ali, bahçenin içinde ağaçların tepelerine bakınıp kayısı çağlası arıyor ve henüz çiçek tacından yeni sıyrılmaya başlamış olan çağlaları koparıp, çiçek kalıntılarından temizledikten sonra ağzına katıp yiyordu. Çok küçük olmasından dolayı çağlaların tadı olmasa da Ali’nin içindeki yoğun çağla yeme isteğini bir nebze de olsa tatmin etmekte idi. Çeşitli kayısı ağaçlarını taradıktan sonra, büyükçe bir kayısı ağacının altına gelir. Kedinin, tavanda asılı olan süt bakracına baktığı gibi ağacın tepesinde çağla bulabilme hayali ile umut dolu bakışlarla aranmaya başlar. Kayısı ağacının büyükçe dalının birisi, yapraklarını erken açmış ve diğerlerinde yapraklanma henüz başlamadığı hâlde, o dalın yaprakları normal yaprak büyüklüğüne erişmişti. Ali, büyük bir umutla yaprakların arasında çağla ararken birden gözleri şimşek çakmış gibi parlar. Büyük yaprakların arasında badem büyüklüğünde altı adet çağla görür. Yüreği sevinçten pır pır atmaya başlar ve bir çırpıda ağacın tepesine çıkar ve o çağlaları büyük bir titizlikle koparıp, rengi solmuş lacivert şalvarının cebine doldurur. Soluk soluğa ağaçtan yere indiğinde cebine koyduğu altı 260 Ayhan Arslan
adet kayısı çağlasını cebinden çıkartarak elinin içinde iyice incelemeye başlar. Kahverengi boncuk gözleri heyecan ve sevinçten ışıl ışıl parlamakta idi. Bu mevsimde bu büyüklükte çağla bulmak olacak şey değildi. Bunu Ali bulmuştu, sanki yeni bir buluş yapmış bilim adamının neşesi gibi neşe içinde idi. Ali bir an önce elindeki çağlaların hemen tadına bakmayı ve bir çırpıda ağzına atıp kütür kütür yemeyi düşünür. Çağlanın birini ağzına götürmüştü ki birden aklına annesi, babası ve kardeşi Musa gelir. Bu mutluluğu evdekilerle paylaşma gereği hisseder. Gördüğü bunca zulme rağmen, onlarsız boğazından geçmez. Bu çağlaları evdekilere götürüp verdiği zaman tıpkı kendisinin şaşırdığı gibi onların da şaşırarak o çağlaları yiyeceklerini ve kendisine teşekkür edeceklerini, sevinip, üç beş tatlı söz edeceklerini hayal eder. Bu duygular içinde evden yana koşmaya başlar. Ot demetlerinin, taşların üzerinden hoplaya hoplaya koşturur. Dedenin evinin önündeki toprak zemine doğal olarak sıralanmış beyaz yassı taşların üzerinden zıplaya zıplaya ilerlerken, evinin önündeki tahta oturakta oturmuş güneşlenmekte ve yalnızlığı iyiden iyiye içine saplanmış olan dede, armut gibi sarkmış başını güçlükle kaldırarak Ali’ye bakar. “Nere giden oğlum, gel bakayım yanıma.” der. Ali, ondan tarafa bile bakmaya ve cevap vermeye tenezzül etmeden, zıplaya zıplaya yoluna devam eder. Çünkü anne ve baba telkin ede ede Ali’yi dededen soğutmayı başarmışlardı. Anne ve baba, dedeyi sevmeyip dışladıkları yetmezmiş gibi, Ali ve Musa’ya da bu nefret ve dışlamayı aşılamakta idiler. Dolayısı ile bir zaman sonra çocuklar da anne ve babanın yolunda gitmeye ve onlar gibi davranmaya mahkûm oluyorlardı. Zor İnsanlar 261
Yaşlılık, bu ailenin kültüründe, eski, son kullanma tarihi geçmiş bir eşya gibi bir kenara atılmaktı. Zaten ileri derecede mükemmeliyetçilik hastalığına yakalanmış anne ve babanın yanında; yaşlıların, düşkünlerin, hastaların, çirkinlerin, zayıfların, kalitesiz şeylerin asla yeri yoktu. Bu türden eksiklik ve kusurlu şeylerle aynı kefe içinde olmak onların değerlilik duygularına ağır darbe indirdiği için kusurlu şeylerden hep kaçarlardı. Ali, soluk soluğa, basamakları çarpık çurpuk, moloz taşlarla yapılmış olan taş merdivenleri, keçi yavrusu gibi zıplayarak çıkar ve aralarında açıklıklar olan tahta balkonu zıngırdatarak içeriye kendini atar. İçeride baba, her zamanki yerinde, evin doğuya bakan penceresinin önünde, yeni aldığı kekliği, bülbülün gülü izleyişi gibi izliyordu. Anne ise yoldan taraftaki pencere önüne oturmuş, Musa’yı da kucağına almış, yoldan gelip geçenleri izliyorlardı. Ali’nin içeri girmesi ile herkes bir anda başını Ali’den yana çevirir ve gelenin, ılgın ve çirkin, elleri ve giysileri pislik içindeki Ali olduğu anlaşılınca, anne ve baba, pislikten yüz çevirir gibi yüzlerini aniden bir iğrenme hissi ile döndürüp, önlerindeki manzaralarına bakmaya başlarlar. Ali, pislik görmüş gibi tavır takınan ailenin karşısında, yüzündeki sevinç parıltısı biraz solar. Vereceği müjdeli haber karşısında onları sevindireceğini düşünerek, anne ve Musa’nın oturup dışarıyı izlediği pencerenin önüne, onların karşısına oturur. Cebindeki çağlaları çıkartarak pencerenin beton denizliğine tıkır tıkır döker. Ali: “Anne bak ne buldum, koca koca altı tane çağla, size getirdim, alın yiyin.” der ve elindeki çağlaları anne ve Musa’ya uzatır. 262 Ayhan Arslan
Musa: “Abu! Nereden buldun bunları ağabey?” der ve bir çırpıda çağlanın birini kapar, kısa bir incelemenin ardından hapır hupur çiğnemeye başlar. O çağlaların daha kendisi bile tadına bakmadığı için, Musa’nın çağla yemesi Ali’nin ağzını sulandırır, âdeta ağzının suyu akar. Ali: “Bahçede büyük yapraklı kayısı var ya, ondan buldum.” der, zafer kazanmış komutan edası ile. Baba: “Hayla bir halt ettin, b…k mu vardı da kopardın o gömgök çağlaları.” diye bağırarak ve sinirden küplere binmiş hâlde Ali’yi sert bir şekilde azarlar. Ali, babanın köpek havlaması gibi çıkışı karşısında, ani bir refleksle, çağlaları tutmuş olduğu elini, ateşe dokunmuş gibi ürpererek geriye çeker. Elinde kalan çağlalar, pencerenin denizliğine tıngır mıngır misket gibi dökülür. Ali’nin, babanın köpek gibi hırlaması üzerine, bir anda parıldayan duyguları sönüverir ve pencerenin denizliğine, havası inmiş balon gibi çöküverir. Gözlerinden birkaç damla yaş, pencerenin denizliğine peş peşe damlayıverir. Oysa ne umutlarla getirmişti o çağlaları, çok istediği hâlde yememişti. Sırf aile bireylerini mutlu etmek ve anne ve babanın gözüne girerim ümidi ile nasıl sevinçten koştura koştura getirmişti onları… Anne: “Niye kopardın o gök çağlaları? Onları koparmamış olsaydın ileride kayısı olacak ve satacak para kazanacaktık. Bu topladığın çağlalar en az bir kilo kayısı olurdu.” Anne babanın, Ali’nin yaptığı bu jeste iyi yanıt vermesi olanaksızdı aslında… Çünkü anne ve babanın, kendileri için yapılan iyiliklere takdir ve teşekkür etmek, çok ağırına giderdi. O yüzden, bir Zor İnsanlar 263
insanı takdir edip saymak yerine eleştirmeyi ve yargılamayı tercih ederlerdi. Çünkü içlerinde taşıdıkları şeytan; başkalarını takdir etmeyi, başkalarına değer vermeyi yasaklamıştı. O şeytan, onları, “senden başka kimse değere ve övgüye layık değil” diye sürekli telkin ediyordu. Ali’nin, babanın ardından annenin de sert suçlaması karşısında yüreğine bir hançer daha saplanır ve boncuk gözlerinden birkaç damla daha pencerenin denizliğine damlar. Duygu dünyası yıkılan Ali’nin, pencerenin denizliğine damlayan birkaç damla gözyaşı, onun gerçek acısını temsil etmiyordu. Yüreğinden yağmur seli gibi akan yaşların büyük bölümü içine boşalıyor ve bu yüzden midesi, acılı su ile dolmuş gibi yanıyordu. Ali, kalkıp hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Fakat belki utancından belki de onurundan, kendini frenlemeye çabalıyordu. Fakat daha fazla dayanamaz. Kendini öbür odadaki odasına atıp, yorganı üzerine bastırarak hüngür hüngür ağlamaya başlar. İnsan sevilmediği, istenmediği müddetçe ağzı ile kuş kapsa nafile idi. Ali’nin, anne ve babanın gözüne girmek için zaman zaman yaptığı bu ve buna benzer kendini kabul ettirme hareketleri ne yazık ki hep hüsranla bitiyordu. Ali her defasında umutla tırmandığı yokuşu bir tekme darbesi ile tekrar geriye iniyordu. Ne olurdu sanki anne ve babası, Musa’ya verdikleri değerin dörtte birini de ona verselerdi. En azından ona evlat gözü ile bakıp ağızlarından bir “oğlum” kelimesi duyabilseydi. Her şeye rağmen Musa’nın her türlü hâl ve hareketleri, yanlış da olsa anlayış ve olgunlukla karşılanıyordu. Ali’ye yapılan dışlama hareketleri ve Musa’yı ise koşulsuz takdir etme ve sahiplenme hareketleri, Ali’yi derinden sarsan bir başka 264 Ayhan Arslan
konu idi. Bunun neticesinde de daha küçük yaşlarda ailenin attığı kardeş kıskançlığı tohumları, zaman ilerledikçe çimlenip büyümeye başlıyordu. Kardeş kardeşe oyunlar oynadığı Musa ile artık oyunların bile tadı kaçmaya başlıyordu. Her birliktelik ve oyunların sonucu ya kavga ya da tartışma ile sonuçlanıyordu. Bunda belki de kıskançlığın yanı sıra kavgacı anne ve babayı örnek almanın da etkisi oluyordu. Bunun böyle olmasının en baş sebebi, tabii olarak ailenin Musa’ya ayrıcalıklı davranması idi. Kardeş kıskançlığının tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Kardeş kıskançlığı hayatın bir gerçeğidir, vardır ve var olmaya da devam edecektir. Asıl olan bu gerçeği dengede tutmaktır ki etkileri az olsun. Buradaki ana sorumluluk tamamı ile ailelere düşmektedir. Ailenin tavrı, kardeşleri ya kardeş gibi ya da iki ayrı düşman gibi yaşatır.
Zor İnsanlar 265
BANA ARKADAŞINI SÖYLE…
Üç
sene sonra haziran ayının yirmisi civarları idi.
Bunaltıcı sıcakların kendini iyiden iyiye hissettirdiği günlerden biriydi. Böyle günlerde tarlada bağda çalışmak neredeyse imkânsız olurdu. Köylüler, yapacakları işleri sabah serinliği veya akşam serinliğinde yapıp, sıcaklığın kaynadığı öğle vakitlerinde ise büyük çınarın altı, pınar başları gibi serin yerlere akın ederlerdi. Buralar onların hem serinleme hem de dedikodu yerleri olurdu. Ali ve sözde arkadaşları Gürbüz, Yavuz, Muharrem bu sıcak günü avantaja çevirmek için köy yakınlarındaki en serin ve en gözde mekân olan Karaekşi piknik ve mesire yerine kapağı atmışlardı. Karaekşi’nin temiz ve berrak suları; kayaların arasından gürül gürül çıkıp çağlayanlar oluşturarak biraz aşağıdaki balık havuzlarını beslerdi. Her taraftan şarıl şarıl sular akardı. Bu soğuk suların serinliği, yazın boğucu sıcaklarını serinletir, ziyaretçilerine yayla havası yaşatırdı. Bu sularla beslenen, boyu yirmi, otuz metreye ulaşan dev çınar ağaçları, çam ağaçları ve söğüt ağaçları, koyu bir gölge oluşturarak buranın serinliğine serinlik katardı. İnsan bu eşsiz doğa güzelliği karşısında hayatın bütün streslerini bir an unutur ve bu güzelliklere dalar giderdi. Burayı ziyarete gelen kimse, âdeta kendini yeniden doğmuş gibi rahatlamış hissederdi. Burası ayrıca uzak ve yakın birçok ziyaretçinin ve turistin akın akın geldiği gözde mekânlardandı. 266 Ayhan Arslan
Ali ve arkadaşları, suyun gürleyerek çıktığı yerin hemen önündeki sığ sularla kaplı su havuzunun ortasında, ahşaptan yapılmış köşk üzerine yerleşmişlerdi. Köşkteki, kalın tahtalarla yapılmış piknik masası üzerine sofra kurmuşlar, bir şeyler yiyorlardı. Hemen üzerlerindeki söğüt ağacı da dallarını masanın üzerine sarkıtmış, eşsiz bir manzara oluşturmakta idi. Sofrada; dilimlenmiş karpuz, rakı şişeleri ve bardakları, mangalda pişirilmiş bol yağlı kuzu eti, bir kâse yoğurt, üç beş somun ekmeği vardı. Ayrıca, Ali’nin haricinde herkesin önünde; birer paket olmak üzere üç paket Maltepe sigarası, çatal, kaşık, bıçak vardı. Yavuz: “Şimdi arkadaşlar, siz bakmayın Ali’nin sigara ve içki içmediğine, Ali hiç sigara ve içki içmediği hâlde bir bardak rakıyı bir dikişte, üç sigarayı bir anda üç beş solukta bitirir. Ali istese, şu gördüğün bizim on yudumda ancak içtiğimiz rakı bardağını bir dikişte bitirir.” diye Ali’ye her zaman yaptığı ve kesinlikle işe yarayan tipik gaz verme senaryolarından birisini daha uygulamaya sokar. Kurnazlığını da bıyık altından sinsi bir tebessümle belli eder. Ali’nin aklı her zamanki gibi yine hoyrat ailesinin hoyrat davranış ve eylemlerine takılı idi. Herkes neşe ile sohbet ederken o, derin derin dalıp gitmekte idi. Ayrıca ebe ve dedenin ölümü ile iyice yalnızlaşan Ali, kendini sokağa atılmış bir kedi yavrusu kadar sahipsiz ve çaresiz hissediyordu. Gözleri ile insanların yüzüne baksa da konuştuklarını dinler gibi görünse de o hep, hoyrat ailesinin katı ve sert davranışlarını aklından çıkartamıyordu. Her ne kadar bir süreliğine onlardan uzaklarda olsa da aklı bir türlü ailesinden uzaklaşamıyor, ruhen her zaman hoyrat ailesi ile birlikte olmaktan kendini kurtaramıyordu. Zor İnsanlar 267
Gürbüz: “Git oğlum işine, hiç içki, sigara ağzına koymamış birisi için bir bardak rakıyı bir dikişte bitirmek ha! Üç sigarayı bir seferde üç beş solukta bitirmek ha! İmkânsız bir şey bu.” der ve önündeki rakı bardağından bir yudum içer. Sonra bardağı sertçe yere bırakarak yüzünü ekşitir ve masanın ortasındaki karpuz diliminden bir parça alarak ağzının acılığını gidermeye çalışır. Muharrem de çay bardağındaki rakıdan bir yudum alır ve: “Huğu!” diye at kişnemesini andıran bir ses çıkartır. Telaşla kirli elini karpuza sokar ve telaşla ağzına atar, ağzını tatlandırır. Bu zamana kadar içki içmemiş, sigara kullanmamış olan Ali için içki, sigara içmek pek sorun olmazdı. Hem de bir küçük rakıyı bile bir dikişte bitirebilirdi. Yüreğini her daim yakıp kavuran acıların yanında rakı zehir de olsa acılığını hissetmeyecekti. Çünkü onun yüreğini her daim yakan acıların yanında bu geçici acılar vız gelir tırıs giderdi. Ali’yi frenleyen şey, iyi çocuk imajı idi. Bütün çevresindekiler içki sigara içerken onun içmemesi, bazı kişilerin gözünde kahramanlaştırılıp övgü ile bahsedilmekte idi. Bu da ona bir miktar değerlilik veriyordu. Ali’nin asıl endişesi bu idi. Bu ve buna benzer küçük övgü bile özgüvenini kaybetmiş Ali için büyük bir haz kaynağı idi. Yavuz: “Ne düşünüp durursun Ali, Karadeniz’de gemilerin falan mı battı aslanım? Bugün felekten bir gün çaldık işte, içelim keyfimize bakalım, haydi bir fırt da sen çek de şunları bir utandır. Senin ne yiğit olduğunu görsünler, hem de biraz neşen yerine gelsin.” der ve sararmış balta dişleri ile sırıtarak, yeni doldurduğu rakı bardağını onun önüne doğru uzatır. Muharrem: 268 Ayhan Arslan
“İçki ve sigara içmek, çoluk çocuk işi değil aslanım, o iş herif işi, Ali’nin içki içmesi için bizim yaşımıza gelmesi lazım. Ayrıca sakallarının ve bıyığının çıkması lazım.” der ve nispet yaparcasına önündeki rakıdan bir yudum içer ve “oooh” diye masaya bardağı sertçe bırakır. Eli ateşte yanmış birisinin elini telaşla suya sokması gibi, siyah kirli elini karpuza daldırıp bir çırpıda ağzına basar. Ardından, daha karpuzun suları ağzından damlarken kaşığını yoğurda daldırır ve telaşla ağzına götürür. Rakı, insanın ağzını ve midesini öyle yakıp acıtıyordu ki hemen o acılığı gidermek için ağza bir an önce birtakım yiyecekler katmak gerekirdi. Ağzının acılığı geçtikten sonra bir parça kuzu etini alır, köpek gibi kemirmeye başlar.
Ali’ye, arkadaşlarının konuşma ve tahrikleri sinek vızıltısı gibi geliyordu. Her ne kadar kulak ardı etse de içten içe geriliyordu. Değersizlik batağındaki ruhu da ona; “çıkar beni buradan” diye fısıldıyordu. Kimse Ali’ye “yapamazsın” diyemezdi. Çünkü içinde yaşadığı bunalımları hiçbir zorluk bastıramazdı. Ali: “Verin bakayım şu sigara paketini ve çakmağı.” der, kızgın bir boğa edası ile ve de yüzü kızararak. Yavuz: “Hemen ağam.” der ve Maltepe paketini Ali’ye uzatır ve öbür eline çakmağı alarak sigarayı yakmaya hazırlanır. Ali, paketin içinden üç adet sigara alıp eliyle bir süre inceledikten sonra üçünü de yan yana dizerek parmakları arasına sıralar. Ali: “Bu sigaraları ben şimdi üç solukta bitirirsem kim eşek gibi anıracak?” der ve arkadaşlarının kurnazca sırıtan yüzlerine göz gezdirir. Arkadaşlarının hepsi bir ağızdan: “Hepimiz!” derler. Zor İnsanlar 269
Ali, dudaklarına kıstırdığı üç adet sigarayı Yavuz’a yaktırır. Önce derin bir nefes alır verir. İçine çektiği sigara dumanları yoğun olarak ağzından ve burnundan geriye gelir ve boğuk boğuk öksürür. İkinci, üçüncü derken nihayet yarışı kazanır ve izmaritine kadar içtiği sigaraları suyun içine fırlatır. Şaşkınlık ve sinsi tebessümle karışık onu izleyen arkadaşlarının yüzleri, birden ciddi bir hâl alır. Çünkü Ali yarışı kazanmıştır ve kendileri eşek gibi anıracaklardır. Gürbüz: “Haydin arkadaşlar, eşekçilik oynayalım. Kim fazla anırabilecek!” diye mecazi bir dille, kaybedilen iddianın gereğini yerine getirmeye davet eder arkadaşlarını. Bir müddet sonra üç arkadaş da birbirleriyle yarışırcasına eşekler gibi anırmaya başlarlar. Bunların sesine, çevredeki insanlar merakla başlarını onlardan yana çevirirler. Fakat içtikleri için herhâlde sapıttıklarını düşünerek fazla ilgi göstermezler ve herkes kendi işine ve önündeki yiyeceklerine dalar. Zira sarhoş birisi ne yapsa hoş görülürdü. Çünkü sarhoşluk, insanın aklının fişini çekip, onu bebeklik çağlarına geri götürebiliyordu. Ali: “Ver bakayım bir de şu şişeyi.” der ve rakı şişesini Yavuz’un elinden kaparcasına alır, ağzına yaklaştırır. Şişenin ağzından yayılan keskin rakı kokusu ile ürperir ve bedeni soğukta titremiş gibi bir an titrer. Rakının iğrenilecek kokusunu hissettikten sonra o an; insanların bu acı şeyden ne zevk aldıklarını kendi kendine sorar. Elbette dünyada bir şeylere kızıp elinden bir şey gelmeyen, hakkını alamayan, çilekeş, dertli birçok insanın, acıla270 Ayhan Arslan
rından bir süreliğine de olsa uzaklaşmak için başvurdukları şey olmalı idi. Acı acıyı söker yöntemi olmalı idi. Ali, bir rakı şişesine bakar bir de kendisini tilki kurnazlığında izleyen arkadaşlarına bakar. Zaten kaybedecek neyi vardı ki. Ölse ardından ağlayanı mı vardı ki… İnsanların imrenti ve övgülerini almak uğruna arkadaşlarının bir yudumunu bile içmekte zorlandıkları rakı şişesini susuz, bir dikişte bitirmeye karar verir. Daha tadına bile bakmadığı ufak rakı şişesini kafasına diker, içmeye başlar ve acı rakı, ağız boşluğuna doldukça sıcak su içmiş gibi ağzını büzüştürür. Tadı, içine bol miktarda acı biber atılmış su gibiydi. Ali’nin, artık her ne kadar acı da olsa, ağzının içinin, uyuşturucu iğne yapılmış gibi uyuşmasına sebep olsa da geri dönüşü yoktu. Kahramanlık namına leke sürdürmemeli idi. Sonunda ölüm olsa da bu acı şeyi içip, namını dillerden dile yaymalı idi. Zaten kendi de kazanmasa, ona kimse bedavadan değerlilik vitamini vermiyordu. Ali bir yandan hedefine odaklanıyor bir yandan göz ucu ile şişenin içindeki rakıyı gözetliyor bir yandan da kendini ağzı açık izleyen arkadaşlarını izliyordu. Bu süreç, Ali’ye, dişçiye diş çarkı yaptırmak kadar gerginlik veriyordu. Ama belli etmemeli idi. O rakıyı susuz içmeli ve namına nam katmalı idi. Bir müddet sonra şişenin dibi gözükür ve Ali, şişeyi, büyük bir iş başarmış birinin özgüveni ile masaya sertçe çarparak bırakır. Arkadaşları onu, sanki yüzünden kanlar akıyormuşçasına şaşkınlıkla izliyorlardı. Ali’nin ağzı, gırtlağı ve midesi acı su içmiş gibi yanıyor ve bunu öbürlerine çaktırmamaya çalışıyordu. Fakat yüzünün kömür gibi kızarmasını gizleyemiyordu.
Yavuz: “Al Ali, şu karpuzdan bir al, ağzının acısı geçsin.” der. Şaşkınlıktan yüzünün rengi pembeleşmiş hâlde elindeki karpuz parçasını Ali’nin ağzına yaklaştırır. Zor İnsanlar 271
Ali karpuzu görünce hemen ağzına atıveresi gelir. Çünkü ağzının içi acı biberli su içmiş gibi yanıyordu. Ama o karpuzu geri çevirmeli ve namını bir basamak daha yükseklere taşımalı idi. Şimdiden namının dilden dile yayılması kulaklarında yankılanıyordu âdeta… “Bakın hele bakın, Ali var ya, bir ufağı susuz bir dikişte bitirmiş ve içtikten sonra da üzerine hiçbir şey yiyip içmemiş, ne mide varmış çocukta bee!” dediklerini duyar gibi oluyordu. Ali: “Yok, bir şey yemem de içmem de. Benim bir şeyim yok, sizin rakı dediğiniz bu muydu? Bence bu şeyin sudan farkı falan yok.” diye de tafra atar. Çevredekiler ağızları açık, şaşkınlıklarını hâlâ üzerlerinden atamamış, Ali’yi izlemekle meşgullerdi. Ali her ne kadar etrafa demir adam havası atsa da kısa bir süre sonra başına ağrılar saplanmaya, karşısındakiler, gözüne çift gözükmeye başlar. Kendini bir aslan gibi güçlü hisseder. Arkadaşları da gözüne sinek gibi küçük gözükmeye başlar. Buna laf olsun diye aslan sütü dememişler. O sütü içen, kendini aslan gibi hissediyordu. Bir süre daha zaman geçtikten sonra Ali, sanki deprem oluyormuş gibi, yer ve masa sallanıyormuş gibi hisseder. Yere düşmemek için masaya sıkı sıkıya tutunur. Başını yukarı kaldırır ve yirmi otuz metrelik çınar ağaçlarını izler, kendini çarkıfelekte dönüyor gibi hisseder. Eşyalar mı yoksa kendi mi dönüyor pek ayırt edemez. Arkadaşlarına bakar ve onların da gözünün önünde dönüp durduğunu görür. Bir süre sonra, belirtilerin rakıdan olduğunu sezer. Fakat pes etmemeli idi. Namına leke sürdürmemeli idi. “Ali sarhoş oldu” veya “içki çarptı” dedirtmemeli idi. Direnmeli idi, yıkılmamalı idi. Her ne kadar bedeni başını taşımakta zorlansa da destek 272 Ayhan Arslan
alabileceği kalın tahtalardan yapılmış masaya bir kene gibi tutunuyordu. Ama nereye kadardı, kısa bir süre sonra birden masa üzerine yıkılıverdi, sanki ölü bir yılan gibi masanın altına düşüverdi. En son dumanlı gözlerle, etrafında arkadaşlarının çarkıfelek gibi döndüğünü görür. Kapanmaması için çabaladığı göz kapaklarını serbest bırakır ve göz kapakları birden kapanır. Artık şimdi tek istediği uyumaktı. Hiçbir şey umurunda değildi artık. Ne değerlilik, ne onur, ne gurur ne de hoyrat ailesinin, ruhunda açtığı kapanmaz yaralar… Hepsi birden ruhundan bir kuş misali uçup gitmişlerdi sanki… Gözlerini kapar ve derin bir uykuya dalar.
Böylece içki ve sigara kullanmayan Ali’yi arkadaş çevresi, bu illetlerle de tanıştırmış oldu. Artık Ali bundan sonra, duygusal boşluklarını bu illetlerle dolduracak, uzun bir süre onlarda dostluk, arkadaşlık arayacak, onların sahte dünyalarına kendini kaptıracaktı. İnsanın şerefe nasıl ihtiyacı varsa, onura, değerliliğe nasıl ihtiyacı varsa, arkadaşlığa da o derece ihtiyacı vardı. Ama hemen hemen her şeyin sahte olduğu dünyamızda arkadaşın da gerçeğini bulmak oldukça zordur. Bu uğurda birçok insanın en sonunda hayal kırıklığına uğradığı ve arkadaşlık arayışından vazgeçerek o sayfayı kapattığı, şaşmaz bir gerçektir. Üzülerek söylenecek bir gerçek daha varsa o da şu olmalıdır: dostluk evinin bütün yapı taşları, çıkar ve menfaatle örülür. Ali’nin, arkadaşları tarafından içki ve sigaraya alıştırılmasındaki ana amaç ise; onu gaza getirip, ona içki ve sigara aldırıp bol bol otlanmaktı.
Zor İnsanlar 273
KISKANÇLIK…
Ali, rakının çarptığı o gün ve geceyi uyku ile geçirir. Ertesi gün ise mide ağrılarından muzdarip olur. O olay üzerine baba, Ali’ye yine katıksız oda hapsi verir. Fakat Ali yine bir yolunu, bir boşluğunu bulup, ne pahasına olursa olsun özgürlüğe kulaç atar. Üç gün sonra, yakıcı ve bunaltıcı yaz günlerinden birisi ve tam
sıcaklığın kaynadığı
öğle vakti
idi. Köyün
aşağı
kesimindeki koca pınarın önündeki çınar ağacının altı, çocuk cıvıltısı ile çınlıyordu. Koca pınar, köyün biraz aşağı kesiminde derin bir vadi tabanından çıkan bol, berrak, temiz, soğuk suyu ile meşhurdu ve köylüler, yolunun meşakkatli olmasına rağmen, günde en az bir defa, soğuk su içebilmek için su testilerini bu pınardan doldurup büyük zahmetlerle evlerinin yolunu tutarlardı. Daha eskilerde, evlerde cereyan ve buzdolabı yokken yazın sıcağına aldırmadan bu zor yolları, içimi tatlı, soğuk ve berrak su adına günde en az iki, üç kez teperlerdi. Evlere cereyan ve buzdolabı geldiği günlerden sonra ise, en azından akşamları bu sulardan doldurup evlerine götürürlerdi. Çünkü bu pınarın suyunun tadını hiçbir buzdolabı suyu veremiyordu.
Koca pınarın suları gürleyerek, kabarcıklar çıkartarak akıyordu. Hemen önünde ise kocaman bir çınar ağacı vardı. Bu çınar ağacının bir kısım kökleri ise, pınarın soğuk ve berrak sularına salınmış, suyun içerisinde ahtapot varmışçasına bir görüntü oluşturuyordu. 274 Ayhan Arslan
Çınar ağacının haşmetli dalları ise gökyüzüne yükseliyor ve gövde dalları da çocukların oyun sahası olmuştu. Bazı çocuklar maymunlar gibi, çıkabilecekleri yerlere kadar çıkıp, oralara çakı ile isim yazmakla meşguldüler. Koca pınar, yine yoğun günlerinden birini yaşamakta idi. Zira tam öğle vakti idi. Çocuklar sıcaktan bunalmış ve akın akın pınarın altını dolduruyorlardı. Bir kısım çocuklar, çınar ağacına tırmanıyor bazıları da ayaklarını suya sokup, en çok soğuk suda ayağını kim tutabilir yarışı yapıyorlardı. Bir kısım çocuklar, Ali ve sözde arkadaşları, pınarın hemen aşağısındaki, soğuk sularının döküldüğü dere yatağındaki küçük göletin soğuk ve berrak sularına dalıp çıkıyorlardı. Eğlenceli bir havuz sefası yapıyorlardı. Doğal havuz iyi idi fakat suyu biraz fazla soğuktu. Gölete dalıp çıkan çocuklar, suyun içinde çok fazla kalamıyorlardı. Suya dalan çocuklar, hemen bir telaş, göletin bitişiğindeki sıcak kaya yüzeyine yatarak, titreyen bedenlerini ısıtmaya çalışıyorlardı. Ali gölete balıklama bir dalar ve öbür taraftan çıkar. Öbür çocuklar gibi telaşlanmadan ve titrediğini belli ettirmeden, kayanın üzerine güneşe uzanarak güneşlenmeye başlar. Ayrıca yeni usturaya vurulmuş başı, güneşte sarı patates gibi parlıyordu. Tabii ki bunu fırsat bilen zevzek köy çocukları yine başlarlar çeşitli lakaplar takarak Ali’yi kızdırmaya. “Ampul gafa! Üçgen prizma! Armut gafa!” diye, korkak köpekler gibi uzaktan bağırıp duruyorlardı. Ali, bir yandan ailesi bir yandan da insanların aşağılamalarına çok içerliyordu. Fakat elinden gelen bir şey yoktu. Allah ne yazık ki Ali’yi, insanlara eğlence olsun diye yaratmıştı herhâlde. Bu dünyada bir nebze de olsa tutunabileceği, konuşup oynayabileceği, çocukluğunun tadını çıkartabileceği tek çevresi ve dostları; Gürbüz, Yavuz ve Muharrem idi. Bunlar Zor İnsanlar 275
en azından diğer zevzek çocuklar kadar her daim kendisi ile alay edip eğlenceye almıyorlardı. Sahte de olsa arada sırada bir değer veriyorlar, sahip çıkıyorlardı. Ayrıca bu arkadaşlar da en az Ali kadar toplum tarafından dışlanıyorlardı. Çünkü bunların gerek aileleri gerekse kendileri de sefil, perişan hâlde idiler. İnsanlar ise sefilleri, düşkünleri, çirkinleri sevmez ve onlarla mesafelerini korurlardı. Ali’nin, bu arkadaşlarına bağımlı kalmasının başka sebepleri de vardı. Özellikle öğle yemeği ihtiyaçlarını, başıboş hayvanların yaptığı gibi doğadaki meyve ağaçlarından karşılamada, dağınık ve pis kılık kıyafetler giymede, içkide, sigarada, gezmede, akla gelen her türlü haylazlıkta hemfikir olmaları, bu bağları kuvvetlendiriyordu. Zevzek çocukların sataşmalarına, duymaz gibi, aldırmaz gibi tepkisiz kalıyordu. Çünkü böyle yapınca, çocukların bir süre sonra sataşmaktan vazgeçeceklerini düşünürdü. Genelde insanlar, birisini kızdırdıkları zaman, birisi acı çektiği zaman haz alırlardı. Ali her ne kadar duyarsız gibi davransa da çocukların sataşmalarına kızmıyor gibi gözükse de o sahte duyarsızlıklar içinde birike birike bir bomba gibi patlar. En sonunda, eline aldığı taşları peş peşe çocuklara fırlatır ve bir yandan da arkalarından kovalar. Çocuklar bir anda, atmacadan kaçan kuşlar gibi sağa sola kaçışarak gözden kaybolurlar. Ali, çocukları taşlamayı bırakıp gölete geri dönerken, çınarın gövdesinde oynamakta olan Musa’yı görür ve kıskançlık damarları birden atmaya başlar. Sanki o, kardeşi değil de biraz önce taşladığı çocuklardan birisiymiş gibi içine bir nefret demeti dolar. Bunun en büyük sebebi tabii olarak özellikle anne ve babanın, Musa’yı el üstünde tutup kendisini dışlamaları idi.
276 Ayhan Arslan
Ali: “Sen ne yapıyorsun burada len! Niye geldin buraya? Çabuk eve git.” der, burnundan soluyarak. Musa: “Annem gönderdi beni buraya, git koca pınarda oyna gel, dedi.” der, mahcup ve başı öne eğik hâlde. Ali: “Çabuk eve git, suya filan düşersin şimdi, senle uğraşamam.” Musa: “Bana ne, gitmem işte, beni buraya annem gönderdi.” diye diretir. Zaten Ali’nin istediği de buydu, bir bahane bulup onu tartaklamaktı amacı. Tıpkı anne ve babanın Ali’ye yaptıkları gibi… Ali: “Nasıl gitmezsin len!” der ve iki tekme, iki tokat patlatır. Tıpkı anne ve babasının kendine her daim yaptıkları gibi… Belki de bu, öğrenilmiş çaresizlikti. Tekme ve tokatların ardından Musa, taşlanmış köpek gibi oradan uzaklaşır. Ali tekrar gölet başındaki kayaya çıkar ve Yavuz’un yanına oturur. Gözleri, göletin kenarında, hâlâ suya girmeye cesaret edememiş olan, komik durumdaki Gürbüz ve Muharrem’e takılır. Fakat aklı her zamanki gibi, içinde kaynayan derin acılara saplı olduğu için, hiçbir komiklik onu kolay kolay tebessüm dahi ettiremiyordu. Yavuz: “Musa’yı neden kovdun Ali? Yazık, çocuk uslu uslu oynayıp duruyordu.” der ve Ali’nin yüzüne, yargılayan hâkim gibi bakar.
Zor İnsanlar 277
Ali: “Suya filan düşer, şimdi onla uğraşamam, gitsin evde oynasın.” diye kaçamak bir gerekçeye sığınıp, Yavuz’un yargılayıcı gözlerinden kurtulmaya çalışır. Çünkü kardeşini kıskandığı için böyle davrandığını kimseye söyleyemezdi. Bunu kimseye anlatamazdı. Onu ancak yaşayan anlar, bilen anlardı. “Kardeşimi kıskanıyorum” diye kime söylesen ayıplarlardı. Oysa ayıplayanlar, kendi kardeşleri arasındaki kıskançlıktan kaynaklanan tartışma ve itişmelerini görmezden gelirler. Bu tıpkı şuna benzemektedir: Toplumda, cinsel konuların konuşulmasının ayıp olarak ilan edilip, herkesin o ayıp şeyi yapması gibi… Bir süre sonra Yavuz, yerinden yavaşça kalkar ve Ali’ye göz kırpar. Az ileride, korkudan titreyen köpek yavruları gibi suya girmeye çekinen Gürbüz ve Muharrem’e, arkalarından kurnaz bir tilki sinsiliğinde yaklaşır ve ani bir itekleme ile ikisini de cumburlop diye suya atar. Gürbüz ve Muharrem, soğuk ve berrak suyun içinde bir süre çabaladıktan sonra nefes nefese başlarını su yüzeyine çıkarıp, telaşla ve soluk soluğa, göletin bitişiğindeki kayaya tırmanmaya başlarlar. Bu şaka, soğuk suya girmeye çekinen hemen hemen herkese yapılırdı. Muharrem ve Gürbüz, gölete doğru meyilli olan kayada bir süre soluklanıp nefeslerini düzelttikten sonra, kendilerine bayılırcasına gülen Yavuz’u ayağından tuttukları gibi suyun içine atarlar. Yavuz, gölette tepesi aşağı geldikten sonra suyun içinde birtakım kabarcıklar çıkarır ve ardından tıknefes, su yüzeyine çıkar. Bu kez de Gürbüz ve Muharrem katıla katıla gülerler. Birbirlerine elleriyle su sıçratmaya başlarlar, güle oynaya eğlenirler. Ali, onların oynaşıp şakalaşmalarını, hafif bir tebessümle izler. Çünkü onun yüreğini yakan derin acılar, ancak bu kada278 Ayhan Arslan
rına müsaade ediyordu. Onun yüreğinden, bedeni uzak olsa da hoyrat ailesinin yaptıkları ve yapacakları şeylerin endişesi hiç çıkmazdı. Tıpkı gölgesi gibi her daim onla beraberdi. O yüzden mutluluk, onun kapısını asla çalmazdı. Tutsaklığın doğal sonucu olarak, her canlıda olduğu gibi, Ali de özgür olmak, sokaklarda gülüp oynamak isterdi elbette… İlk fırsatta, akşam eve dönünce ceza alacağını bile bile evden kaçıp başıboş hayvanlar gibi özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyordu. Fakat bu özgürlük kısa, kısıtlı ve de kaygılarla dolu bir özgürlüktü. Ona hayal ettiği mutluluğu tattırmaktan uzak kalıyordu. Çünkü yüreğini en çok meşgul eden şey; akşam eve gidince ailesinden yiyeceği dayak ve alacağı ceza kaygıları idi. Bu yüzden Ali için özgürlük bile tam özgürlük olmuyordu. Her daim ailesinin hoyrat nefesini ensesinde hissediyordu. Bu yüzdendir ki o, mutlu insanları hep başı öne eğik ve imrenti ile uzaktan izlemek zorunda kalırdı. Ali, hayatı boyunca özgürlüğün, çocukluğun tadını doya doya günün birinde bir kez yaşamıştı ve o mutlu gün hiç aklından çıkmaz ve hep o mutlu günün özlemi ile yanıp tutuşurdu. Zamanın birisinde, yine Ali’nin ev hapsinden kaçtığı bir gündü. Yakın komşunun çocukları ile oyuna dalmıştı. Oyun arkadaşlarının, “annen geliyor” diye alarm vermesinden sonra gafil avlanan Ali, dayak yiyeceği sanısı ile hemen evin arka duvarına saklanmıştı. Çünkü anne ve baba demek, onun için; kendisinin kedi, onların ise köpek olması gibiydi. Köpeklerin de en çok hoşlandığı şey, korkup kaçan kedileri kovalamaktı. Annesi, çocuklara Ali’yi sorar. Çocuklar da “Ali’nin oynamasına izin verirsen söyleriz” diye şart koşmuşlardı. Annenin bütün tehdit ve ısrarlarına rağmen şartlarında direten çocukların isteğini, anne kabul etmişti. Ve o gün, oyun oynamalaZor İnsanlar 279
rına nasılsa izin vermişti. Ali için o gün bayram olmuş, gönül rahatlığı içerisinde, akşam eve gidince dayak kaygısı olmadan doya doya oynamıştı. Keşke ailesi her zaman özgürce sokaklarda oynamasına izin verse idi. Ali de böyle hep oyun için kaçmak zorunda kalmasa idi. Ali’nin durumu, hapisten kaçan bir mahkûmun, yarım özgür yaşamasına benzerdi. Her an yakalanma kaygısı, cezalandırılma kaygısı, o mahkûmu nasıl rahatsız eder ve diken üzerinde uyumasına sebep olursa, Ali’nin durumu da bundan pek farklı bir şey değildi.
Yine her zaman olduğu gibi aklı, akşam eve gidince yiyeceği dayaklara takılmış, arkadaşlarının eğlenmelerine rağmen o, kara düşüncelere dalmış gitmişti. Üstelik de bugün Musa’yı da dövmüştü, bunun da ağır bir bedeli olacaktı. Çünkü Musa, anne ve babanın, gerek fiziki bakımdan gerekse toplumsal açıdan gururlanacakları, değerlilik duygularını, şereflerini yüceltecek tek ve gözde çocukları idi, o yüzden Musa’ya toz kondurmazlardı.
280 Ayhan Arslan
HOYRATTAN KAÇIŞ…
Altı saat sonra, akşam karanlığı iyice basmıştı. Köy halkının bazıları, evin damlarına, bazıları da evlerinin önlerindeki köşklere yataklarını serip, günün bunaltıcı sıcaklarından sonra gelen akşam serinliğinin tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Keyifli ve neşeli sohbetler ediyor ve çocuklar da neşe içinde sağa sola koşuşup oynaşıyorlardı. Ali, insanların neşeli bir şekilde aileleri ile geçirdikleri o anları kıskanarak, bu duyguyu içine gömer. Çünkü her zaman özlemini duyduğu böyle bir aile yaşantısını Ali hiçbir zaman kendi ailesinde görmemişti. Eve iyice yaklaşınca ayakkabılarını çıkartıp eline alır. Ayaklarına taş ve dikenler bata bata, parmaklarının ucunda ilerlemeye devam eder. Pencerenin önüne geldiğinde, açık olan pencereden Musa ile annenin sesleri duyuluyordu. Babanın sesi yoktu. Herhâlde baba, damdaki yatağına çıkmış olmalı idi. Ali’yi, babanın evin içerisinde olmaması biraz rahatlatmıştı. Çünkü babanın dayağı, anneninkinden daha ağır ve sert oluyordu. Âdeta nefes almadan, parmak uçlarında ilerleyip, dış kapının önünde biraz duraklar. Kapıyı açma ipini yavaş yavaş çekmeye başlar. Her ne kadar yavaşça çekse de kapı kilidinin yayı, sanki daha da bir gürültü çıkartıyordu. Nihayet ip sona dayanır. Kapı yavaş yavaş açılır. Normal şartlarda bu kadar gıcırdamayan kapı, yavaş hareket ettikçe âdeta daha çok ses çıkartıyordu. Zor İnsanlar 281
Ali, kapılardan sessizce süzüldükten sonra neyse ki yatağına ulaşır ve bir çırpıda battaniyesinin içine bütün bedenini saklarcasına birlenerek, çoktan uyumuş izlenimi vermeye çalışır. Bir süre sonra ayak tıkırtıları eşliğinde, battaniyenin ucunun açılması ile Ali’nin yüreği güm güm atmaya başlar. Musa: “Anne! Ağabeyim gelmiş!” diye yaygarayı kopartır. Korku ve paniği ikiye katlanmış olan Ali, battaniyeye iyice birlenir ve gözlerini sıkıca kapatarak derin uykuda imiş gibi izlenim yaratmaya çalışır. Ali böyle davranarak, dayaktan kurtulabileceğini umardı. Bazı böcek türlerinin, düşmanının saldırısından kurtulmak için ölü taklidi yapması gibi… Zira anne ve babanın inancına göre; uyuyana, su içene yılan bile dokunmazdı. Uykuda iken çok zaman kaldırıp dövmezler ve ertesi gün de çoğunlukla sinirleri geçer ve geçmişte kalan suçu unuturlardı. Ama bu kez öyle olmaz ve yaklaşık beş saniye kadar sonra, evin ahşap döşemeleri zelzele oluyormuşçasına zıngırdamaya başlar. Annenin ayakları, kızgın bir boğa misali ahşap döşemeyi hiddetle dövmeye başlar. Ali, dayak yiyeceği kesinleştiği için korkudan battaniyenin altına iyice birlenir ve tir tir titremeye başlar. Anne: “Seni hayvanın dölü! Sen bu saate kadar neredeydin bakayım? Seni sokak köpeği seni! Yaptığın maskaralıklar yetmez gibi bir de Musa’yı döversin ha!” der. Ali’yi, eline geçirdiği süpürgenin topuzu ile hem döver hem de ince zırtlak sesi ile avaz avaz küfürleri ve insan onuruna hançer gibi saplanan aşağılayıcı sözleri peş peşe etrafı çın çın çınlatır. Ali, kendine kalkan yaptığı battaniyenin altında boğuk bo-
282 Ayhan Arslan
ğuk, çığlık çığlığa ağlıyor, bir yandan da incecik kemiklerine inen süpürgenin topuzları, sanki odun parçasına vuruluyormuşçasına “tak tak” diye ses çıkartıyordu. Ali’nin, dayaktan ve ağlamaktan bir süre sonra sesi kısılır. Sadece kesik kesik iç çekme hıçkırıkları duyulmaya başlar. Bu anlar, dayak yemek ve ağlamanın son noktası idi. Artık bu aşamadaki Ali’nin bedeni, acıya ve korkuya duyarsızlaşmıştır. Artık içini derin bir yalnızlık, sahipsizlik duyguları yoğun olarak kaplamıştır. Onun için buraların baharı geçmiştir artık. Çevresi ve ailesi tarafından yoğun olarak aşağılanan ve dayanılmaz cezalara maruz kalan Ali’nin, artık içindeki acılar patlama noktasına kadar gelir. Bir arı misali, başka bozkırlarda çiçek aramanın zamanı çoktan gelmiş ve geçmekte idi. Aklına her ne kadar yine kuyruğunu kıstırarak geri dönmek zorunda kalacağı gelse de bu kez farklı idi. İçindeki acı ve kırgınlıklar bu kez yeterince dolmuş, patlama noktasına gelmişti. Kendini savaş meydanında ateş hattının ortasında kalmış gibi hisseder ve bu durumdaki birisinin tek yapması gereken de kaçmak olurdu. Hayali ise şöyle idi: Her şeye rağmen bu diyarlardan kaçmak, uzaklaşmak ve özgürlüğünü doyasıya yaşayabileceği ve geçmişte tanıdığı bütün insanlardan uzak olabileceği bir yerlere gitmeli idi. Çünkü geçmişle ilgili bir şeyler görmesi, ona geçmişteki kötü olayları hatırlatacaktı. Ali’yi artık, beden ve ruhundaki derin acılar âdeta hissizleştirir, battaniyeyi açar ve hızlı adımlarla dışarıya kendini atar. Arkasından inen bir iki süpürge topuzu darbesiyle, ağza alınmayacak hakaret ve küfürleri duymazdan gelir. Aralıklarından ayak geçecek derecede açıklık olan ahşap balkondan geçer ve eğri büğrü moloz taşlardan yapılmış merZor İnsanlar 283
divenleri zıngırdata zıngırdata iner. İki evin arasındaki dar geçide girer ve annenin görüş alanından uzaklaşır. Ali evin arkasındaki yola çıktığında, anne: “Gidişin olur da dönüşün olmaz inşallah! Geberesice! Bir daha gelme buralara! Cehenneme kadar yolun var!” diye avaz avaz, cırtlak sesi ile gecenin karanlığını çın çın çınlatıyordu. Çevredeki yakın komşular ise, köpeğin avına duruş gösterdiği gibi soluksuz, olayları tiyatro izler gibi izlemekte idiler. Gerek ailesinin hoyrat davranışları ve gerekse bu davranışları bütün köy halkının bilmesi, Ali’ye ayrı bir acı ve utanç veriyordu. Bu katmer katmer acılarla kendini o evden ve köyden uzaklaştıran her adım, içinde depolanmış acılarını sanki birer birer söküp atarcasına rahatlamasına sebep oluyordu. Gecenin karanlığında engebeli ve taşlı yollar, ona düz geliyor, beş metre ilerisinin gözükmediği zifirî karanlık, dost kucağı gibi geliyordu. Bir süre sonra, karanlığa atılan adımlar, onu, evden kaçtığı zamanlarda kendisine ev sahipliği yapan Karain’e getirir. Dışarısı zaten karanlıktı, Karain’in içi ise bir başka karanlıktı. Ayak yordamı ile atılan üç beş adımın ardından, Karain Mağarası’nın içerisine giren Ali, ayak uçları ile yeri yoklar ve kendine, kurumuş keçi gübrelerinin arasında yumuşak bir yer bulduktan sonra yorgun bedenini sere serpe bırakır, sırtüstü uzanır. Mağaranın içindeki zifirî karanlığa, karanlığın içinden aniden bir yaratığın çıkacağı endişesine ve pis kokan keçi gübrelerine rağmen, bir an kendini, cehennemden kurtulup cennete girmiş gibi hisseder. Özgürlük, kelimelerin tam olarak tanımlayamayacağı, ancak onun tam değerinin, yokluğunu çekmekle anlaşılacağı 284 Ayhan Arslan
temel gereksinim idi. Özgürlük, uzun zaman sevdiğinden ayrı kalıp da ona kavuşmak gibi bir şeydi… Özgürlük, çölde susuz kalıp da bir anda suya kavuşmanın verdiği haz gibi bir şeydi… Dünyaya gelen her canlının yaşama özgürlüğü vardı. Ama bazı zalimler, bu en temel hakkı, bazı canlılara reva görmeyip, ellerinden alıyorlardı.
Zor İnsanlar 285
YUVASIZ KALAN KUŞ…
Ertesi gün Ali, akşam vakti idi. Mut’un ünlü, “beş çınar bir pınar olmazsa Mut yanar” özdeyişi ile yaşayan, asırlara meydan okuyan koca çınarlarının altı idi. Küçük bir çay ocağı, çevresine sandalye ve masalar dizilmişti ve de birkaç akşamcı zibidi, masalarda okey oynuyordu. Bazı akşamcılar ve Ali gibi birkaç evsiz de çay ocağının önündeki televizyonda film izliyorlardı. Ali’nin gözleri, karşıdaki televizyona bakıyordu. Fakat mutsuz zihni başka yerlerde idi. Geceyi geçirebileceği daha uygun bir yer bulmak ve hoyrat ailesine muhtaç olmadan yaşamanın yollarını aramakla meşguldü. Her ne kadar dünkü geceyi korkulu rüya görmeden geçirdi ise de keçi gübreleri ile kaplı mağara hem pis kokuyordu hem de çok karanlık ve ürkütücüydü. Bu yüzden kendine biraz daha ferah bir yer bulmalı idi. Ne pahasına olursa olsun günah keçisi gibi görüldüğü ve her anı aşağılanma, dışlanma, küfür, dayak ile geçen o aile ile bir daha bir araya gelmemeliydi. Cebinde birkaç günlük yetecek sigara ve ekmek parası olmasına, yatacak sıcak bir yuva veya bir saçak altının olmamasına rağmen gitmemeli idi. Sokaklarda yatma pahasına da olsa, açlıktan sürünme ve ölme pahasına rağmen gitmemeli idi. Artık hayatının bundan sonrasını özgürce ve dilediğince yaşamalı idi. Acılara ve yalnızlığına suni teneffüs gibi gelen içki ve 286 Ayhan Arslan
sigara, öksürmesine, midesine ağrılar saplamasına rağmen, artık sadık dostları idi. Onlar hayatını eskitse de kısaltsa da hiç umurunda bile değildi. Bu zalim dünyada fazla kalmaya çalışmanın pek fazla bir anlamı da yoktu. Bundan böyle gelsin yalnızlık ve çaresizlik, gelsin içki ve sigara, artık köydeki gibi birilerinden saklamak, korkmak, sakınmak da yoktu. Canının ve gönlünün dilediği her yerde sigara ve içki içebilecekti. Yaşasın özgürlük! Kahrolsun esaret! Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ali’nin yanında oturduğu masanın üzerinde duran kül tablası, peş peşe içtiği sigaralardan dolayı ağzına kadar dolmuştu. Midesi, içtiği onlarca sigaradan dolayı acı biber yemiş gibi yanıyordu. Boş midesi açlık sinyalleri veriyordu. Artık gitmeliydi ve aç karnını doyurmalı idi. Ali: “Garson!” diye seslenir. Garson: “Buyurun efendim.” der ve bir yandan da daha cevap gelmesini beklemeden kül tablasını yeniler ve masayı siler, temizler. Ali: “Ben kaç çay içmiştim? Borcum kaç lira?” diye, bir patron edası ile peş peşe soruları yağdırır. Garson: “Sekiz çay içtin, iki lira eder efendim.” diyerek, Ali’nin ruhunu değerlilik vitamini ile doldurur. Ali, kendine gösterilen bu değer verme ve insan yerine konma davranışları karşısında insan olduğunu anımsamaya başlar. Yüreğinde bir hafifleme, gülmeyi unutmuş yüzünde bir tebessüm belirir. Telaşla cebinden çıkardığı parayı garsonun önüne atar. Garson, önüne bağladığı siyah kumaştan Zor İnsanlar 287
yapılmış para kesesini, tombala karıştırır gibi karıştırdıktan sonra paranın üzerini Ali’ye uzatır. Ali, para üstünü alıp cebine koyar ve: “İyi akşamlar.” der. Garson: “İyi akşamlar beyefendi.” der. Ali, sanki evine gidermiş gibi, kendinden emin bir tavırla, kararlı ve hızlı adımlarla oradan uzaklaşır. Çınar altı iyice görünmez olduktan sonra Ali, garsonun davranışlarının etkisini bir süre üzerinden atamaz. İnsana insan olduğunu hatırlatan insanlarla yaşamak ne hoş bir şeydi. Ne olurdu köydekiler de ona öyle davransalardı, kıyamet mi kopardı? İlk olarak, en yakın fırından bir somun ekmek alır ve ucundan bir parçasını kopartarak, açlıktan kazınıp duran midesine aceleyle birkaç lokma indirir. Katıksız ekmek, boğazından her geçişinde boğazındaki acı nikotin kalıntılarını da âdeta sıyırıp temizliyordu. Ekmeğin yarısı biter ve öbür yarısını da yarın sabah kahvaltısında yemek üzere, ekmek poşetinin ağzını iyice bağlar. Boğazına dizim dizim dizilen kuru ekmek kalıntılarından da kurtulabilse tamamdı. Aklına, su içebileceği yer olarak cami gelir. Cami önünde, abdest almak için mutlaka akan bir çeşme bulunurdu. Kısa bir mesafe sonunda kendini, tarihî Laal Paşa Camii’nin önünde bulur. Cami önünde bulunan şadırvana, yemliğe koşuşan kuzular gibi varır ve musluğu açıp kana kana su içer. Ali kana kana su içtikten sonra yoluna bir sigara yakarak devam eder. Zira yemeğin üzerine sigara içmek pek bir keyifli oluyordu. Bir süre sonra kararlı adımlar, yerini bezginlik, çaresizlik ve kararsızlığa bırakır. Sağdan soldan, karşıdan, geriden, bazı insanların evlerine gittiklerini, başlarını sokacak yuvalarına doğru gittiklerini gördükçe de adımları iyice ağırlaşır. İnsanın 288 Ayhan Arslan
akşam olunca girebileceği bir yuvasının olması ne güzel şeydi… Yürüdüğü yol düz olmasına rağmen, sanki yokuş yukarı yürüyormuşçasına adımlarında bir ağırlaşma ve yorgunluk hisseder. O adımlar yere değil de sanki boşluğa basıyordu. Amaçsızlığa ve hedefsizliğe basıyordu. Kuşların bile akşam olunca yatıp uyuyabileceği bir yuvası varken, Ali’nin akşam olunca yatıp uyuyabileceği bir yuvası yoktu. Ali, içindeki boşluk ve hiçlik duyguları ile adımlarını attıkça, bir yandan da şehrin kalabalık uğultusundan gittikçe uzaklaşıyordu. Tenha ve ıssız sokaklarda yürümeye devam ediyordu. Yuva arayan kuş misali bir yandan da sağına soluna bakınıp, işe yarayan, üzerine yatıp uyabileceği bir şeyler aranıyordu. Tek şanslı olduğu husus ise, mevsimin yaz olması idi. Bir de dondurucu soğuklarla mücadele etmek zorunda değildi. Aksi hâlde şimdi bir de sıcak bir ahır veya ağıl aramak zorunda olacaktı. İleride bir çöp kutusu gözüne ilişir, çöp bidonu ve çevresi, tıka basa çöp yığıntıları ile dolu idi. İçini bir umut ışığı kaplar. “İyileşecek hastanın doktor ayağına gelir.” sözü gerçek olacak gibiydi sanki. Umutsuzluk ve hedefsizlikten sağa sola yalpalayan adımları birden, hedefine yönelen ok gibi hızlı ve kararlı olmaya başlar. Çöp varilinin içinde ve çevresinde ne ararsan vardı. Galiba birileri genel bir ev temizliği yapmış olmalı idi. Eskimiş kilim, üst baş, kaput, çarşaf... Biraz pis koksalar da eskimiş olsalar da bundan iyisi Şam’da kayısı idi. Ne de olsa karşılığında özgürce yaşamak vardı ve özgürlük her şeyden üstündü. O, terazinin kefesinde hep ağır gelirdi. Ali, eline geçirdiği işe yarar eşyaları kucağına tıka basa doldurduktan sonra yola koyulur. Aceleyle soluk soluğa, yangından mal kaçırırcasına elindeki eşyaları götürmeye başlar. Zor İnsanlar 289
Bir yandan içini buruk bir sevinç ve umut kaplar. Bu sevincin sebebi ise, kendine ait eşyasının ve yuvasının olacağı umudu idi. Artık o da diğer insanlar gibi dilediği zaman ve içinde birtakım korku ve kaygılar olmadan evine girip çıkabilecek miydi acaba? Kimsenin, canı istediği zaman kovamayacağı bir yuvası olacak mıydı acaba? Otuz dakikalık soluk soluğa bir yürüyüşün sonunda, şehrin dışında boş bir tarlaya gelir. Elindekileri yere bırakıp, getirdiği eşyaların üzerine kendini bırakır. Soluk soluğa olduğu hâlde bir sigara yakıp etrafı kolaçan etmeye başlar. Mut’un ışıkları, uzaktan Samanyolu gibi ışıl ışıl parlıyordu. Yakınlarda, kendine rahatsızlık verecek insan veya ev yoktu. Dağ başlarında yırtıcılar, yılanlar ve her türden haşerat olduğu hâlde onun için buralar oldukça güvenli idi. En azından hoyrat insanlardan daha az sıkıntı verirdi. En azından geceyi burada geçirdikten sonra gün ağarınca kendine daha güvenli bir yer bulabilirdi. Çöpten bulduğu paçavraların üzerine sırtüstü uzanıp sigarasını keyifle tüttürüp ay ışığında yıldızları izlemek, Ali’ye başka bir haz vermekte idi. Ali kendini yıldızların arasındaymış gibi hissediyordu. Kimsenin yaptığı şeyi yargılamaması, eleştirmemesi ne güzel şeydi. Kendini yeniden doğmuş gibi rahatlamış hissediyordu. Özgürlük dedikleri bu olsa gerekti. Ah üstünlük duygusu ah… Zayıfları, çirkinleri, biçareleri ezen sen… İnsanları maddi yarışa sokan sen… İnsanları aşağılayan, derecelere, sınıflara ayıran sen… Taht kavgaları ile kardeşi kardeşe, babayı oğluna, oğlunu babaya kırdırtan sen… İnsanlara güzellik, şöhret uğruna dört takla attıran sen… “En iyi benim arabam, en iyi benim evim, ben senden daha güzelim, ben senden daha akıllıyım, benim takımım 290 Ayhan Arslan
lider, benim partim en iyisi...” daha neler neler. Acaba bu benlik yarışı öbür âlemde de olacak mı? Aklını kurcalayıp da şu ana kadar cevabını bulamadığı soruları kendi kendine soran Ali’nin o küçük beyni artık acılardan ve ardı arkası kesilmeyen cevapsız sorulardan iyice yorgun düşer. Sigarasını toprağa bastırıp iyice söndürdükten sonra, sırtüstü uzandığı yerde bir süre sessiz ve hareketsiz kalmasının ardından göz kapakları ağırlaşır ve uykuya dalar.
Zor İnsanlar 291
EL ÂLEM NE DER…
Bir hafta sonra, haziran ayının son günleri idi. Ali, kurduğu dünyasında oldukça rahattı. Gündüzleri gündelik işlerde çalışarak kazandığı paralarla zaruri ihtiyaçlarını gideriyor, karnını doyuruyordu. Her ne kadar birçok ihtiyacını temin edemese de özgürlüğün verdiği şevk, onları gölgede bırakıyordu. İki gönül bir olursa samanlık seyran olur, derler ya… Ali’nin durumu öyle bir şeydi. Esaret altında geçen bir aile hayatı ve sosyal hayatının zorlukları karşısında Ali’ye; gündelik işlerde çalışmak, dağlarda taşlarda, sokaklarda, mağaralarda geceyi geçirmek, daha az acı veren şeylerdi. Artık ailesi ve köy, aklından iyiden iyiye çıkmaya başlamıştı. Sabahın serin havasının ardından, sıcak hava dalgasının insanın yüzüne ılık ılık vurmaya başladığı öğle vakti yaklaşıyordu. Anne, baba, Hacer ebe, halalar, birtakım komşular, üç ana gövdeden çıkan dallarının her biri ayrı yönlere olanca haşmeti ile büyümüş olan koca, sarı lop incir ağacının altında toplanmışlardı. Bir haftadır kayıp olan Ali hakkında endişeli konuşmalar yapıyorlardı. Bu endişeler, anne ve babadan çok, meraklı komşu ve köy halkının sahte endişeleri idi. Çeşitli sorularla meraklarını gidermeye çalışıyorlardı. Onların tek derdi, haber yapmaya çalışan medya ordusu gibi haber alıp, etrafa, biraz da abartı katarak yaymaktı. Köy halkının en gözde eğlencesiydi dedikodu. Başkalarının acılarına, sıkıntılarına ortak olup paylaşma duygusundan uzak olan bu zavallı insan 292 Ayhan Arslan
topluluğu, ne kadar insandı acaba? Olay yerinde, acı sahibinin yanında üzgünmüş gibi, onun acılarına katılıyormuş gibi yaparlardı. Fakat oradan uzaklaşınca neşe naraları atan insan, ne kadar insandır ki acaba? Bazı insan hayvan olur, derler ya, köyün kel insanları da tabiri caizse bu tiplerdendi. Biraz sert bir tabir olsa da doğru bir tabirdir. Sadece kendi nefsi ve ailesinin bakımı ve korunması ile meşgul olan, diğer canlılara karşı antipatik davranan insanın, hayvandan ne farkı kalıyor? İnsanı hayvandan ayıran ana özelliklerden birisi empatidir. Yani kendi nefsi değerlerinin haricinde başkaları için üzülme, başkalarının acılarını kendi acısıymış gibi içinde hissedebilme, gerektiğinde elinden gelen her türlü maddi ve manevi yardımda bulunabilme... Bu gibi güzel hasletler, bu köy halkına yabancı şeylerdi. Anne ve baba ise, öylece donmuş gibi duruyorlardı. Ne üzgünlüklerini, ne kızgınlıklarını ne de varsa sevgilerini açığa vuruyorlardı. Zaten bu halkın yanında bir duyguyu açığa vurmak manasızdı ve acı verirdi. Çünkü açığa çıkan her duygu, dedikoducu köylülerin ağzında esprili bir sakız olmaktan öteye gitmezdi. Anne ve baba da zaten öyle yapıyorlardı. El adama ne der, diye içlerini kemiren endişeleri vardı. Bu yüzden her hâl ve hareketlerini, çevrenin ayıplamaması üzerine şekillendirirlerdi. Hacer ebe: “Mahmut, çocuğa gene ne yaptın da evden kaçırttın?” diye suçlayıcı bir soru sorar. Bir eli çenesine dayalı, oturduğu toprak tümseğin üzerinden babanın yüzüne kızgın bir şekilde bakar ve nasıl bir savunma yapacağını meraklı ifadelerle beklemeye başlar. Çevredeki meraklı kalabalık, kuduz köpekten çekinir gibi babaya çekingence bakmaya başlarlar. Çünkü yargılayıcı bir Zor İnsanlar 293
soru karşısında babanın, kuyruğuna basılmış kedi gibi tepki vereceğini ve kesinlikle hiçbir suçlamayı kabul etmeyeceğini bilmekte idiler. Bu yüzden annesi dışında ona hiç kimse yargılayıcı, küçümseyici sorular sormaya cesaret edemezdi. Edenler mutlaka vahşi bir şekilde cezalandırılırlardı. Biraz ileride sırtı dönük ve tırnaklarını dişleriyle kemiren baba, bir süre sessiz kaldıktan sonra yerinden hızla kalkar. Çünkü yargılayıcı bir soruya asla bir cevabı olamazdı. Çünkü o hata yapmaz, yanılmaz, insanüstü bir şeydi. Ardına bakmadan yeri inletircesine, uygun adımda marş eden askerler gibi tozu dumana katarak oradan uzaklaşır. O soruyu soran başka birisi olsa idi kolaydı, hemen kalkıp tepeleyiverecekti. Ama ne yazık ki annesi idi ve onu anneye karşı bu derece frenleyen şey, anneye yapılacak saygısızlıktan dolayı çevreden alacağı ayıplanma kaygısı idi. Hacer ebe: “Ha deli ha!” diye onu daha da kızdıracak ve eşeğin poposuna diken dürtercesine tahrik edici söz söyleyerek kızgınlığını ifade eder. İkinci bir dürtü ile baba, adımlarını daha da bir hızlandırır, sık ağaçlıklı bahçenin arasına girerek gözden kaybolur. Anne: “Görün işte delinizi, benim bundan da ona benzeyen oğlundan da ne çektiğimi… Yanında ne laf edilir ne de soru sorulur.” diyerek, Hacer ebe ve halalara iğneleyici gönderme yapar. İğneleyici eleştiri karşısında Hacer ebe ve halalar, sessiz ve yüzleri asık hâlde donar kalırlar. Her ne kadar suçlayıcı ifade doğru da olsa, eleştiriden, baba gibi onlar da rahatsız oluyorlardı. Bu olanlardan ve eylemlerden sevinen taraf ise meraklı, yaygaracı, timsah gözyaşları döken, seyirci köy halkı idi. 294 Ayhan Arslan
Onlar olayları, sinema izleme heyecanında duygusuz ve hissiz, büyük bir keyifle izlemekten başka bir şey yapmıyorlardı.
Ayşe aba: “Gülsen gelin, Karain Mağarası’na da baktınız mı? Ali evden kaçtığı zaman veya kovulduğu zaman çoklukla oraya sığınırdı da.” Anne: “Yok, Ayşe aba yok, bildik her yere baktık yok, bu kez oldukça uzak bir yerlere gitmiş olmalı… Uzaklara gitmesinde tabii olarak yaz mevsiminin de etkisi var. Yoksa kışın o soğuk günlerinde olsa idi şimdiye bir şekilde kapı aralığından içeriye sığınan kedi gibi çoktan gelirdi.” der ve bir eli çenesine dayalı hâlde dalgın ve kaygılı gözlerle, incir ağacının yanı başındaki su karığından kabarcıklar çıkartarak akmakta olan suya bakar. Fakat kaygı, pişmanlıklar, çevreden gelecek ayıplama ve kınama hareketlerinden dolayı içi içini kemiriyordu. Onun, Ali’nin yok olmasına derinden üzülecek bir duygu yoğunluğu yoktu. Çünkü onun en gözde oğlu Musa’sı vardı. Onun tek derdi; kanunlara ve çevreye vermekte zorlandığı hesaplardı. Kanun hesap sorardı, çevre ayıplardı, kınardı. Çevreden bir kadın: “Gülsen, jandarmaya haber verdiniz mi?” diye canlı ve neşeli bir ifade ile sorar ve cevabını, annenin dalgın ve kaygılı yüzüne bakarak beklemeye başlar. Gülsen: “Yok, Emine aba, gerek duymadık. Nasılsa ha bugün ha yarın çıkıp geleceğini düşündük. Ali’nin böyle evden kaçmaları çokça olduğu için aklımıza da pek gelmedi. Ne bileyim, haber etsek mi ki?” diye kendine de bir soru yönelterek eski dalgın hâline geri döner, incir ağacının yanı başından akan çağlayanı izler gibi yapmaya başlar. Zor İnsanlar 295
“Haber edin tabii Gülsen, edilmez mi? Belki çocuğa bir şeyler oldu, belki bir kayadan düştü. Belki gece uyurken yılan soktu.” diyen başka bir komşu kadının, kaygı artırıcı bu sözlerin ardından yüzünde sinsi bir neşe kıvılcımı belirir. Tabii olarak köy halkı için seyir olsun da film bir şekilde devam etsin de ne olursa olsundu. Onlar sadece hariçten gazel okurlar, boş boş akıl verirler, kıllarını kıpırdatmadan seyirci koltuğuna yerleşirlerdi. Seven bir anne baba, çocuğuna, üstelik de öz çocuğuna eziyet mi eder? Başından atmaya mı çalışır? Onun ölümünü mü diler? Kaybolduğunda nasıl, bir el insanı gibi tepkisiz durabilir? “Güvendiğim dağlara kar yağdı.” diye bir deyim vardı. Anne baba, ne yazık ki böyle bilimsel gerçeklerden bihaberlerdi. Pazardan meyve seçer gibi çocuklarından iyi olanı alıp, şekli bozuk olanı elinin tersi ile itekliyorlardı. Mutlaka günün birinde, anne ve babanın bu adaletsiz davranışları başlarında patlayacaktır. Bu şaşmaz bir bilimdir. Atalar bunu uygulamalı olarak görmüşler ve insanlığa bu bilgiyi deyim ve atasözleri aracılığı ile aktarmışlardır.
296 Ayhan Arslan
ALİ BULUNDU…
İki gün sonra akşam olmak üzere idi. Güneş, batacağı da-
ğın ufuk çizgisine değmek üzereydi ve âdeta dağın tepesine konmuş kocaman altın bir küreyi andırıyordu. Ali, kayısı toplama işinden henüz gelmişti. Kendine ev olarak yaptığı; moloz taşlarla örülmüş ve sadece içeriye girmek için, kapı aralığı gibi küçük bir boşluk bırakılan mağara evinde idi. Mutluluğu ve huzuru bulduğu küçük mağara evinde telaşla kuru, yavan bir şeyler atıştırıp karnını doyurma çabasında idi. Telaşlı idi, çünkü birazdan karanlık çökecek ve mağara evinin içerisi karanlığa gömülecekti. Zifirî karanlık olacak ve ağzının deliğini görmez, yediği şeyleri görmez olacaktı. Bir an önce karnını doyurup çınar altındaki çay ocağının önündeki yerini alıp, keyifli ve havalı havalı sigarasını tüttürerek çayını yudumlamalı ve günün yorgunluğunu üzerinden atmalı idi. Ali, tahin helvası katıklı, yarım somun ekmeği aç kurtlar gibi ısırdı, arkasından da domatesi hapır şupur ısırarak suyunu yerdeki gazete parçasına damlattı. Arada bir, henüz karanlığa gömülmemiş mağara evinin içerisindeki eşyalarını gözden geçiriyordu. Çünkü gece yatmak için geriye geldiğinde el yordamı ile yatağını yorganını ışık yakmadan bulmalı idi. Işık yakmak riskli idi, çünkü yerinin tespit edilmesi veya terörist zannedilerek jandarma baskını endişesi taşıyordu. Dip köşede yere serilmiş eski püskü yatak, yastık, yorgan ve Zor İnsanlar 297
hemen yanındaki kaya tümseğinin üzerine konmuş gri renkli eşofman takımına baktı ve yerlerini tespit etti. Yerlerinin rotasını beynine işledi. Artık gece geldiği zaman ışığa ihtiyaç duymadan yatağına girip uyuyabilecekti. Elindeki bitmiş domates parçasını mağaranın kapısından dışarıya fırlatır ve elindeki ekmek parçasından derin bir ısırık daha alarak dışarıya çıkar. Mağara evinin kapısını, hemen yanı başında duran büyükçe çam ağacı dalını çekiştirerek, boydan boya kapatır. Geriye çekilerek, mağara evinin yeterince gizlenmiş olup olmadığını kontrol eder. Mağara evinin yeterince güvenli olduğu kanısına vardıktan sonra biraz ileride sıra sıra iki teknesi olan, dağdaki canlıların susuzluğunu gidermesi için bir hayırsever tarafından yaptırılmış olan, suyu şırıl şırıl önündeki tekneye dökülen küçük ve şirin çeşmeye doğru yönelir.
Ali’nin saçları iki üç santim kadar uzamıştı. Eliyle dokunduğu zaman, bir diken gibi eline batmakta idi. O saçlar bile bu yüksekliğe çıkmanın doyumsuz hazzını yaşıyorlardı sanki. Zira o saçlar, baba tarafından usturaya vurulmaktan, şimdiye kadar bu seviyeye çıkıp dünyayı yükseklerden izleyememişlerdi. Artık ilk defa saçlarını uzatabilecek, belki de tarayabilecekti. Ali’nin lacivert şalvarı ve üzerindeki kızıl renkli gömleğinde yer yer yırtıklar, bazı yerlerinde toz ve kir demetleri ve de kırışıklıklar göze batıyordu. Fakat Ali’nin, giyim kuşam ile ilgilenmeye pek fırsatı olmuyordu. Sabah güneş doğmadan evden çıkıp işe gidiyor, akşam da güneş batarken evine geri dönüyordu. Pek de buna aldırış etmiyordu zaten, o sadece özgürlüğün verdiği haz ile hayatından memnun bir şekilde, kendine kurduğu köhne mağara evinde yaşamını sürdürüyordu. Hayat ona, aklı erdi ereli, bu mağara evinde güler yüzünü gösteriyordu. Özgürlüğün tadını doyasıya çıkarmak ne güzel 298 Ayhan Arslan
şeydi. Birilerinin dışlamasına, aşağılamasına maruz kalmadan yaşamak ne güzel şeydi. Korkmadan yatağa girip uyumak, korkmadan yemek yemek, korkmadan sümük çekmek veya korkmadan hastalanmak ne güzel şeydi. Her an hoyrat ailesinin hoyrat davranışlarına maruz kalmadan yaşamak ne güzel şeydi. İnsanın kendi parası olup onu dilediğince harcaması, dilediği şeyi alması ne güzel şeydi. Sabah alaca karanlıkta kalkıp, az ilerideki orman çeşmesinden kuş cıvıltıları ve çam kokularını ciğerlerine çeke çeke elini yüzünü yıkamak… Orman yolundan çam ve taze doğa kokuları ve kuş cıvıltıları eşliğinde ilerlemek. Sıcak ve buğulu buğulu ekmek kokan bir fırına girmek… El yakan sıcak ekmek alıp çıtır çıtır, bir solukta katıksız, mideye indirmek… Ardından bir su içmek ve peşinden bir sigara tüttürmek, ne güzel şeydi.
Özgürlük dedikleri şey bu olsa gerekti. Ali her ne kadar çeşitli ihtiyaçlarından mahrum olsa da hoyrat bir ailenin çektirdiklerinin yanında o kısıtlılıklar sönük kalıyordu. Ali kendini, denizin ortasında mahzur kalmış sonra da binbir güçlükle ıssız bir ada parçasına çıkmayı başarmış kişinin rahatladığı kadar rahat ve mutlu hissediyordu. Yarım saat sora Ali, çınar altı çay ocağı önündeki yerini alır. Yaka cebindeki sigara ve çakmağını çıkarıp masanın üzerine koyar ve içinden bir tane çekip çakmakla yakarak, çakmağı fırlatırcasına masaya bırakır. Derince bir soluk çekişi, derince bir üfleyiş takip eder. Kendine durmadan, çok çay içtiği için yağcılık yapan garsonu arayan gözlerle etrafına bakınır. Ne olursa olsun, sahte de olsa Ali için bu değer vermeler çok büyük önem arz etmekte idi. Öyle şeyler onun için çölde susuz kalan birisinin suya kavuşması kadar önemli bir şeydi. Ali: “Garson!” diye, uzunca ve yüksek bir sesle bağırır. Zor İnsanlar 299
Az ileride çay dağıtmakla meşgul olan kısa boylu, düz siyah saçlı, siyah şalvarlı, pala bıyıklı garson, bir çırpıda gelir.
“Buyurun efendim, ne arzu etmiştiniz.” diyerek, ballı bir ağızla karşılık verir. Tabii olarak değerlilik vitaminine hasret Ali için bu sözler uyarıcı etkisi yapar. İçinin rahatlamasının ardından içini eşsiz bir güven duygusu kaplar. Kendini değerli bir insan gibi görür. Diğer insanlardan farksız normal bir insan gibi hisseder ve kendisinin de toplumda bir yeri ve değerinin olmasının verdiği tatlı bir serinliğin, içini ferahlattığını hisseder. Bu duygu ve düşünceler eşliğinde ve de kendisine değerli birisi gibi davranan garsona minnetini sunmak için o da onun hoşlanacağı bir şeyler yapmalı idi. Ali: “Bana bir kahve yap.” diye, ağa edası ile söyler. Garson: “Derhâl efendim, hemen yaparım, yanında tost falan ister misiniz?” Kendini garsonun iltifat ve hitapları karşısında iyiden iyiye değerli birisi, bir ağa gibi hissetmesinin ardından garsonun bir isteğini, karnı tok da olsa geri çevirmek, ağalık düsturuna yakışmazdı tabii ki... Garsonun kendisini memnun etmesi oranında, o da onu memnun etmeliydi. Sahte de olsa ağalık düsturuna leke sürdürmemeli idi. Ali: “Ver bakalım, bir de yanında su getir.” “Derhâl efendim, emrin başım üstüne.” diye yine ballı bir dille cevap verir garson. Ali’nin yağa gelen birisi olduğunu iyiden iyiye anlamış olmalı idi ki yalakalıktan ağzının suyu akmaktaydı. Ali’ye, elindeki nar gibi kızartılmış sıcak tostu, karnı tok 300 Ayhan Arslan
olmasına rağmen, garsona jest olsun diye ve etraftakilerin imrenen bakışları arasında yemek, büyük bir haz veriyordu. Zira çınar altına gelen insanlar fakir takımından veya yolsuz takımından oluşurdu. Onlar için tost yemek, kahve içmek lüks sayılırdı. Onlar simidine, çayına oyun oynar ve sonunda da bir bardak çay için kavga veya tartışmaya başlarlardı.
Yavuz, çınar altındaki sıralı, şarıl şarıl akan çeşmelerin birinden, Ali’den habersiz, avuçlarını birleştirerek su içiyordu. Elinin ıslaklığını da kir ve bakımsızlıktan birbirine yapışmış olan saçlarına sürer ve saçlarını düzeltir. Çeşmelerin önünde bir süre etrafı dikizler, bir yandan da cebinden çıkartmış olduğu Birinci sigarasını, öbür cebinden çıkardığı muhtar çakmağı ile tutuşturur. Sigaradan derin bir soluk çektikten sonra iri, ela gözleri, aslan görmüş eşek gibi açılır ve bir süre öylece kalakalır. Şaşkınlığını biraz atlattıktan sonra, az ileride fark etmiş olduğu Ali’nin yanına doğru yavaşça ve şaşırmış bir şekilde ilerler. Ali’nin yanına doğru yaklaşır ve şaka olsun diye elleri ile arkadan sararak gözlerini kapatır. Bu hareket, yöre halkının âdeta selamlaşma şekli idi. Ellerini sıkıca bastırır ve Ali, ani bir tepki ile gözlerine vantuz gibi yapışmış olan elleri aralamaya çalışır. Fakat usul gereği, eller, Ali’nin gözlerine daha da fazla bastırır ve gözlerini acıtmaya başlar. Yani gözü kapatılan kişi, kapatanın ismini doğru tahmin edemezse veya elleri aralamaya çalışırsa o eller gözleri daha da sıkı sarardı. Gözü kapatılanın tek kurtuluşu vardı, o da gözünü kapatanın kim olduğunu doğru tahmin etmekti. Ali bu şakanın, “beni bilemezsen gözlerini bırakmam” demek olduğunu, şaşkınlığını atlattıktan sonra algılar ve gözlerini sıkıca kapatan elin sahibini anlamaya çabalar. Burnuyla av köpeği misali koku alır gibi yaptıktan sonra, tamirci elleri Zor İnsanlar 301
gibi kokan ellerin Yavuz’a ait olacağını algılamak çok zor olmaz. Ali: “Yavuz!” diye yüksek sesle bağırır ve ardından gözünü kapayan eller birden açılıverir. Yavuz: “Nereden bildin be!” diye, sigaradan sararmış balta dişleri ile sırıtarak sorar. Ali: “Nereden olacak aslanım, bu tamirci kokan elleri unutmak mümkün mü?” der. Yavuz: “Neredesin sen Ali? Günlerdir herkes seni arıyor. Annen baban ikide bir bize gelip soruyor?” Yüzündeki sırıtkan ifade, yerini ciddi ve meraklı bir ifadeye bırakır, Ali’nin gözlerinin içine merakla bakar. Ali’nin keyifli tavırlarına biraz hüzün karışır ve kahvesinden bir yudum höpürdettikten sonra: “Buradayım işte gördüğün gibi, nerede olacağım?” diye kaçamak bir cevap verir. “Hem annem babam beni neden merak etsinler ki? Beni her daim üstlerinden atacak yer ararlar. Her daim beni evden defedip kovarlar. Benim yokluğum onları endişelendirmek yerine ancak sevindirir.” Yavuz: “Vallahi bilmem işte, yavrusunu yitirmiş köpek gibi sağda solda seni arayıp durmaktalar. Sen haklısın belki ama belki de sağın solun sorgulamasından ve suçlayıcı ifadelerinden rahatsız olmuşlardır. Yoksa senin de dediğin gibi, sen günlerce eve uğramasan, eve geldiğin zaman neredeydin diye merak edip sormazlardı bile.” Ali, kırışmış gömleğinin yaka cebinden Maltepe sigarasını 302 Ayhan Arslan
ve çakmağı çıkarıp masanın üstüne ağa edası ile böbürlenerek koyar. İçinden birisini çıkartıp çakmakla yaktıktan sonra çakmağı tekrar masanın üzerine bırakır. Ortalıkta bedava bir sigara paketi gören Yavuz’un gözleri, tepside baklava görmüş gibi açılır. Elindeki yarısı bitmiş Birinci sigarasını apar topar tablaya bastırır. Ali’nin masanın üzerindeki sigara paketine, çakalların leşe sarıldığı gibi sarılarak; izin falan almaya gerek duymadan, içinden birisini ağzına alıp yakar ve bir tane daha alıp kulağının arkasına kıstırır. Ali, Yavuz’un ve başkalarının yaptığı arsızlıklara pek aldırış etmezdi. Çünkü bu arsızlardan gelecek değerlilik vitaminlerine ihtiyacı vardı. Kısa süre sonra fırsatçı, pala bıyıklı, siyah şalvarlı garson, bir çırpıda masaya gelir. Zira Ali’nin misafiri gelmişti. Ali’nin ona, yiyecek içecek bir şeyler söylemesi âdetten idi. Garson: “Bir emriniz var mı efendim?” diye Ali’ye okkalı bir yağcılık yapar. Tilki kurnazlığında beklemeye başlar. Bu kadar iltifat, Ali için yeterli idi. Sahte ağalığını yüksekte tutması gerektiğini düşünür. “Kahve ver arkadaşa.” diye, göğsünü kabartarak ağalığını pekiştirir. Garson: “Hemen efendim derhâl.” diyerek yel gibi çay ocağından yana koşturur. Çakal Yavuz da bu jest karşısında boş durmaz tabii ki: “Helal sana be Ali Ağa, Allah kesene binbir bereket versin.” diye iltifatı patlatır. Çünkü o da daha iyi bilmekte idi Ali’nin yağa geldiğini, bir gram yağcılık ile elindeki ekmeğinin dahi alınacağını. Ali, bu iltifatlar sayesinde içinde fokur fokur kaynayan değersizlik arzularının söndüğünü ve yerine değerlilik Zor İnsanlar 303
duygularının dolduğunu hisseder. Birileri tarafından insan yerine konulması ne güzel bir duygu idi. Ali yaşadığını hissediyor ve yaşamanın güzelliklerini daha yeni yeni tadıyordu.
Ali: “Yavuz, benim rahatım buralarda çok iyi. Beni soranlara söyleyiver, beni merak etmesinler. Ben gündeliğe giderek kazandığım para ile gül gibi geçinip gidiyorum.” der ve sigarasından derin bir soluk çektikten sonra havaya, çınar ağaçlarının, serçe kuşlarının cıvıldaşıp duran dalları arasına sertçe üfler. Yavuz: “Gece nerede yatıyorsun ya be?” diye merakla sorar. Ali, bu soru karşısında biraz duraklar. Mağarada yatıyorum dese hem yeri belli olacaktı hem de başkalarına söyleyebilirdi Yavuz. Ali: “Ev kiraladım.” diye kısa bir cevapla kestirir atar. Yalanını bastırmak için sigaradan derin bir nefes çeker ve biraz içinde beklettikten sonra ileriye doğru üfler. Yavuz: “Hangi mahallede?” diye merakla sorar. Ali: “Ne bileyim işte, Mut’un içinde bir yerde, mahallesini bilmiyorum.” diyerek, kesik ve kaçamak bir ifade ile soruyu yanıtlar. Yavuz: “Kiraya verecek parayı nereden buluyorsun, her ay para mı dayanır?” Ali: “Her gün çalışıp kazanıyorum. Param olmasa ev verirler mi bana?” diyerek soruyu geçiştirmeye çalışır. Bu arada elin304 Ayhan Arslan
deki kahve fincanı ile garson, rüzgâr gibi gelir. “Buyursunlar efendim, köpük köpük bunlar.” diye etrafa iltifat naraları fırlatır ve masanın üzerindeki Ali’nin paketinden bir sigara çıkartıp çakmakla bir çırpıda tutuşturur. “Başka bir emriniz var mı ağam?” der. Ali: “Yok.” der ve eliyle de “git” işareti yaparak tasdikler. Ali, içinde kaynayan acıları etrafa belli etmek istememekteydi ve bu yüzden, değerlilik kaybına uğratacak sorulara sürekli kaçamak cevaplar vererek geçiştirmeyi yeğliyordu. Bunu da gerek sigara içerek, gerek karşıdaki televizyona dalmış gibi yaparak, gerekse etraftan birilerini izler gibi yaparak sağlıyordu. Ali’nin onurunu alçaltacak ifadeler, zaten dibe vurmuş olan onuruna derin acılar bırakıyordu. Onun içindir ki her zaman etrafa hoş ve ağa rüzgârları estirmeli, karda yürüyüp izini belli etmemeliydi.
Böyle
yapmasının,
Ali’nin
değersizlik
cehenneminden çıkmasına bir miktar yardımı oluyordu.
Zor İnsanlar 305
GAFİL AVLANMAK…
E
rtesi gün, vakit öğleden önce idi. Ali ve beş altı işçi, ağacın tepesinde neşe naraları atarak kayısı topluyorlardı. Ali’nin, yanındaki işçilerin neşeli sohbetlerini sessizce geriden izlemekten başka bir şey elinden gelmiyordu. O, hayatta neşe denen şeyle daha henüz tanışmamıştı. Böyle bir duyguya yabancı idi. Dolayısı ile neşeli insanları, farklı dünyadan gelmiş insanlar olarak algılardı. Bir müddet sonra kayısı bahçesine bir kamyonet gelir ve durur. Bir an neşeli gürültüler kesilir ve bütün gözler araçtan yana dikilir. İşçilerden birisi: “Patron geliyor, herhâlde yemek getiriyor.” der ve işçiler, patronun gelmesinden dolayı seslerini kesip, yoğun olarak kayısı toplama rolü yapmaya başlarlar. Patron: “Selamünaleyküm gençler, kolay gelsin bakayım, nasıl ettiniz, gösterdiğim kayısıları toplayabildiniz mi?” der. İşçilerin kimi “selam”, kimi “sağ ol” diyerek, hep bir ağızdan karışık cevaplar verirler. İşçilerin birisi ön plana çıkarak: “Söylediğiniz kayısıları bitirdik, bu son kayısı, bu da birazdan biter. Biz de sizi bekliyorduk, yeni toplanacak kayısıları göstermeniz için.” der. Sokakta kalmış köpek gibi sıska, kemikleri sayılır, başının ön kısmı kel, ince bıyıklı ihtiyar patron: “İyi iyi, çok iyi yapmışsınız, sağ olun, elinize sağlık, gençler size özür dileyerek bir maruzatımı söylemek istiyorum. Size 306 Ayhan Arslan
yemek getiremedim ve de size, toplayacağınız başka kayısı da gösteremeyeceğim. Acil bir işim çıktı benim, bu topladığınız kayısıları alıp hemen gitmem lazım. Bundan dolayı sizden özür diliyorum. Yalnız size şöyle bir iyilik yapabilirim, yarım günlük gündeliklerinizin yanında öğle yemeği paranızı da ek olarak veririm, siz de gidip lokantada karnınızı doyurursunuz.” der. Her biri ağacın çeşitli dallarında olan işçiler, patronun özür beyanı ile dolu maruzatını ses çıkarmadan dinledikten sonra, işçilerden biri: “Kafanı yorma patron, olabilir, senin işi hallederiz, haydin arkadaşlar, şu ağacı bitiriverelim de lokantada yemeğimizi yiyelim.” diyerek, patronu gönülsüz de olsa tasdik eder. Gönülsüzlüğü ise tam gün çalışamayıp yarım gün çalışmaları, dolayısı ile de yarım günlük alacak olmalarındandı. Bunda tabii olarak patronun kurnazlığı vardı. İlk başta işçilere “yarım günlük bir iş var çalışır mısınız?” dese idi, kimseyi çalışmaya razı edemeyecekti. İşçiler tam gün çalışıp tam günlük almak isteyeceklerdi. Patron: “Çok sağ olun gençler, Allah sizden razı olsun.” der. Ali, gelişmeleri sessizce izlerken, bir yandan, işin erken bitmesine ve patronun yemek parası vermesine sevinirken, diğer yandan da alacağı yarım yevmiyeye üzülüyordu. İçinden patrona: “Madem yarım günlük iş vardı, bizi neden mağdur ettin? Bize zamanında söylese idin, tüm gün çalışacağımız bir işe giderdik.” diye serzenişte bulunur. Ali’nin içindeki bir endişe de gündüz vakti ortalık yerde gözükmesinin doğru olmayacağı idi. Şimdi çınar altına gidecekti ve oralarda tanıdık birilerini
görebilirdi. Birilerinin, yeni
kurduğu
hayatına
müdahale etmesini veya bozmasını istemiyordu. Zor İnsanlar 307
Yaklaşık iki saat sonra, Ali, lokantada yemeğini yemiş, ağzına bir sigara tutturmuş, keyifli keyifli çınar altının serin gölgesine doğru geliyordu. Nedense içini, keyfini kaçırabilecek bir endişe demeti kaplar. Dolayısı ile yerini Yavuz öğrenmişti ve herkesi haberdar etmiş olabilirdi. Bu endişe içerisinde çınar altının koyu gölgelikli yerinde, yönünü su havuzuna dönerek, ağaç banka oturur. Bir yandan sigara tüttürürken bir yandan da havuzdaki berrak suyun havuza akışını izler. Kenar çevresindeki taştan basamaklarında, çocukların kuşlar gibi cıvıldaşarak suyun içerisinde oynaşmalarını izlemeye koyulur. Sessizlik köyde kalmıştı. Buralarda sessiz bir yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Parklarda çocuk cıvıltıları, cadde ve sokaklarda araç gürültüleri, çınarın haşmetli dallarındaki kuş sesleri, su çağlama sesleri âdeta birbirine karışıyordu. Bir orkestra müziği gibi bir bütünlük oluşturuyordu. Çocuklar ona kendi çocukluğunu hatırlatır. Kendisi ve köyden birkaç arkadaşla Mut’a, ailelerinden izin almadan yaya olarak gelip, bu havuzun sularında kovalamaca oynayıp üstünü başını tepeden tırnağa ıslattığı günler aklına gelir. Şimdiki çocuklarda, o eski günlerdeki gibi coşku ve hırçınlık yoktu. O kadar oyun oynamalarına rağmen paçaları bile ıslanmamış, uysal tavuklar kadar sakindiler. Biraz hayal âlemine daldıktan sonra, omzuna bir elin dokunması ile aniden irkilir ve endişe ile başını arkaya çevirir. Korktuğu şey gözlerinin önünde idi. Anne, Hacer ebe ve halaları, alacaklı gibi arkasında dikilmişlerdi. Anne: “Ne yapıyorsun burada len?” diye, selam niyetine geçen yargılayıcı soğuk bir ifade ile seslenir.
308 Ayhan Arslan
Ali: “Hiç, oturuyorum işte.” diye küskün bir tavırla başını öne eğerek, çocukları izlemeye devam eder. Anne: “Günlerdir neredeydin, niye eve gelmedin?” der. Ali soruya cevap vermez, havuzu izlemeye devam eder. Anneninki de yüzsüzce bir soru idi. Hem çocuğu evden kaçana kadar döv, arkasından lanet oku, ondan sonra da pişkince böyle bir soru sor. Hacer ebe: “Haydi, kalk eve gidelim Ali, sana ben bakacağım, bu vahşi köpeklere bırakmayacağım seni, buradan doğruca bizim eve gideceğiz ve bir daha da bunların evine gitmeyeceksin.” Ali’nin, Hacer ebe’sinin bu jesti karşısında yüreği burkulur ve gözlerinden yanaklarına bir damla gözyaşı inmek üzereyken gözlerini ovuşturur gibi yaparak, kabaran yaşları elleri ile siler. Birilerinin kendine değer verip sahiplenmesi, onu her zaman duygulandırırdı zaten. Çünkü Ali, içindeki ait olma duygusunu kimseden tam olarak karşılayamamıştı. Yer yer Ceyda ebe’si bunu yapsa da yeterli ve tam değildi. Hacer ebe iyi hoştu da Ceyda ebe kadar candan ve özden değildi. Hareket ve tavırları soğuktu, tıpkı anne ve babası gibi o da kendisine bir kez olsun daha “oğlum” diye bir hitapta bulunmamıştı. Belki de Hacer ebe’nin, duygularını ifade edememe gibi bir sorunu olabilirdi. Ama bu onu masum yapmıyordu. Bir insanın, özellikle bir çocuğun, her şeyden önce atasından en doğal gereksinimi ve beklentisi, en basitinden bir “oğlum” kelimesidir. Eğer bir ata bunu demiyor veya diyemiyorsa o atanın nasıl bir ata olduğunu siz düşünün artık. Ayrıca Hacer ebe’nin yanında olmakla, anne ve babanın yanında kalmanın fazla bir farkı olmayacaktı. Ali, Zor İnsanlar 309
Ceyda ebe’si gibi sıcak ve özlü bir bağrına basış bulamadığından Hacer ebe’nin evinde kalmayı manasız buluyordu. Ayrıca soğukluğu babayı anımsattığı için, hâl ve hareketleri babasına benzediği için sıcak bakmıyordu. Onda, babasındaki katılığın, hoyratlığın izleri vardı sanki… Baba, hoyratlığını Hacer ebe’den almış olmalı idi. Kalp kalbe karşıdır. Bir insan, karşısındaki insan tarafından ne derece sevilip sayıldığını, ne kadar sahiplenilip kucak açıldığını hissederdi tabii olarak.
Ali: “Gitmem, benim rahatım buralarda iyi.” deyip kestirir atar. Hacer ebe: “Buralarda ne yiyecek, ne içeceksin? Nerelerde yatacaksın?” der. Ali: “Param da var yatacak yerim de.” diye kırgın ve minnetsiz bir üslupla cevap verir. Şermin hala: “Haydi, gidelim Ali, bizim evin önündeki koca kayısı ağacının tepelerini toplayamadık, onun tepesine senden başka kimseler çıkamıyor. Haydi, gidelim de kayısı ağacını bize bir toplayıver.” der ve yüzünde kurnazca bir gülümseme belirir. Ali’nin zayıf noktasını, onu tanıyan herkes biliyor ve herkesin yaptığı gibi Şermin hala’sı da Ali’yi yağlayıp kandırmaya çalışıyordu. Ali’ye birisi yeter ki “senden başkası yapamaz” desin. Kendini bu uğurda kayadan bile atacak kadar değerlilik vitaminine aç bir ruh yapısına sahipti. Ali, halanın teklifine, normal şartlar altında olsa hemen balıklama atlardı. Fakat yüreğinde taşıdığı ve gün geçtikçe birikmekte olan ağır küskünlükler, önünü perdeliyordu.
310 Ayhan Arslan
Anne: “Biz birazdan Musa ile beraber İzmir’e teyzenlere gideceğiz, seni de götüreceğiz, haydi biraz çabuk olalım, iki saat sonra otobüs kalkacak.” der ve onun da çilli esmer yüzünde tilki gibi kurnazca bir tebessüm belirir. Ali’nin, annenin teklifi karşısında, kalp atışları biraz hızlanır gibi oldu. Teklifin yalan olma ihtimali yüksekti ama yine de kendisini hayal âlemine dalmaktan kurtaramadı. İzmir ha! Kendisinin hiç görmediği fakat gerek Musa ve de gerekse annenin ballandıra ballandıra anlattıkları yer ha! Yedikleri içtikleri yiyecekleri anlatırken Ali’nin ağzının suyunu akıttıkları İzmir ha! Şimdi Ali de oralara gidip, Musa ile annenin sık sık gezdikleri fuarlarda, Kordon Boyu’nda gezebilecek ve onların yediği balıklardan, tatlı yiyeceklerden, türlü çerezlerden ve yiyeceklerden yiyebilecek miydi acaba? Hayali bile Ali’yi bir an için tatlı rüya âlemine taşımıştı. Ama içinden, yine her zamanki gibi sahtekârlık yapmaktan geri kalmayan annesinin bu kez de yine bir sahtekârlık yapacağını ve kendisini yine hayal kırıklığına uğratacağı geçiyor ve bunu sezebiliyordu. Ali, annesinin yüzüne, arkasını dönerek göz ucu ile bakar; zayıf, uzun, çilli esmer yüzünün hafiften kızardığını ve yer yer al benekler oluştuğunu görür. Kurguladığı o senaryonun vicdani sıkıntısından doğan renk değişiminin içinde o ruh hâlini bastırmaya çalışan zoraki, kalleşçe bir tebessüm dolaşıyordu yüzünde. Hacer ebe ve halaların da yüzlerinde aynı kalleşçe tebessümü gören Ali, artık aldatıldığından iyice emindi. Kendisini eve gelmeye razı etmek için kurgulanan senaryodan başka bir şey değildi. Ali başını tekrar önüne döndürür ve cıvıldaşan çocuklara bakar gibi yapar fakat biraz önceki tatlı İzmir hayalinin suya düşmesinden kaynaklanan hafiften bir üzüntü ve kırgınlık demeti kaplar içini. Zor İnsanlar 311
“Ne olurdu Allah’ım beni de en az Musa kadar sevimli ve yakışıklı yaratsaydın da annem beni yanına yakıştırıp İzmir’lere, Karaman’lara, konu komşulara, akrabalara gezmelere götürseydi, çok mu bir şey isterim acaba?” Anne: “Hadi çabuk, otobüse geç kalacağız. Vallahi de billahi de doğru söylüyorum. Eğer İzmir’e gitmek istiyorsan biraz çabuk ol.” diyerek, tepkisiz duran Ali’ye kurnaz teklifini yineler. Ali, annenin aldatıcı sözlerini bir kez daha işitir ve daldığı acılı duygulardan kendini sıyırarak, nasıl cevap vereceğini düşünmeye başlar. Eve dönmeyi kabul etmek; anne ve babanın hoyratça davranışları, üvey evlat muamelesi, esir muamelesi, köy çocuklarının küçük düşürücü alaycı tavır ve hareketleri, annenin Musa’yı civcivli bir tavuk gibi kanatlarının altına alması ve kendisini yabancı civcivmiş gibi gagalayıp uzaklaştırması gibi acı veren bir dünyaya geri dönmek demekti. Ağzından çıkan her kelimeyi, haklı olsun haksız olsun suç olarak algılayan ve cezalandıran bir aileye geri dönmek demekti. Dönmeyi kabul etmese; dayaksız, hakaretsiz ve özgürce şekillendirip yaşayabileceği bir hayat kendini beklemekte idi. Bu hayatın tek eksiği ise, barınacak yer idi. Karanlık bir mağaranın içinde böcek ve haşeratlarla yaşamak oldukça zor şeylerdi. Ama Ali’nin aile ve çevresinden çektiklerinin yanında devede pire kalırdı. Ali “Gitmem, benin rahatım burada iyi, bir daha o köye dönmem.” diye kesin bir tavırla kestirip atar. Anne: “Gel len şuraya, doğru eve!” der ve ardından ensesine de bir tokat patlatarak bukalemunluğundan sıyrılır, doğal hâline 312 Ayhan Arslan
bürünür. Kolundan sıkıca tutarak sürüklemeye başlar. Ali Ağa, yakalanmış bir kuş gibi çırpınmaya başlar ve kendini yerlere atar. “Gitmem! Gitmem!” diye avaz avaz, çığlık çığlığa bağırmaya başlar. Anne, kendini yerlere atan Ali’yi, el âlemin hayret eden bakışlarına aldırmadan, eşek leşi gibi yerlerde sürümeye başlar, bir süre sonra Hacer ebe ve halalar da Ali’yi ellerinden ve kollarından tutarak, yaralı taşır gibi taşıyıp evin yoluna koyulurlar. Ali, karga tulumba götürülürken bir aralık kendisine sahte de olsa hoş iltifatlar yapan ve kendisini bir ağa gibi hissetmesini sağlayan garsonun, acımıklı gözlerle kendisine baktığını görür. Artık garsonun ve bu yeni tanımaya başladığı çevrenin gözünde de itibarının sıfıra indiğini, herkese rezil olduğunu anlar. Artık bir daha bu garson ve bu insanların yüzüne de bakamazdı. Buralara gelemezdi, gelse bile bir köşede yuvasız bir kedi yavrusu gibi suskun puskun duracaktı. Köyde de zaten ailesinin el âlem bilmez tavırlarından dolayı utanca boğulmuş kişiliği, onun hep toplumdan soyutlanmasına sebep olmuştu. Şimdi annesi, bu yeni keşfettiği ve kendine bir beyaz sayfa açtığı dünyanın da içine etmişti. Ali artık bir dahaki sefere, yeni diyarlar arayışına girecekti. Yeni gideceği yerde aradığı tek özellik, kendisini ve kara geçmişini tanımayan birilerinin olması idi. Çünkü her insan gibi Ali’nin de insanlık onuru vardı. Rezil olduğu, hırpalandığı, aşağılandığı, ezildiği, utanca boğulduğu bir toplumla artık normal bir iletişim kuramazdı. Utanca boğulmuş bir insan, utandığı bir toplumda, başını öne eğdiği bir toplumda, artık başını yukarı kaldıramazdı. Kimsenin yüzüne bakacak ne hâli ne de mecali kalmıştı. Zor İnsanlar 313
Ali’yi, annenin zorla eve götürmesindeki asıl sebep, tabii ki sevgi değildi. Çevrenin ayıplayıcı tavırları ve kanunların cezai yaptırımları idi. Bu faktörler olmasa, yaptıklarını sorgulayan bir hukuk ve bir toplum olmasa idi, Ali için kıllarını dahi kıpırdatmazlardı. Çünkü ailesinin, ona karşı en ufak bir sevgisi yoktu. Sevginin olmadığı bir beden de hayvanın bedeninden farksız olur. Yaklaşık bir saat sonra Ayşe aba ve birtakım komşular, ebe ve dedenin evinin önündeki büyük dut ağacının altına, her biri ayrı bir taş tümseği üzerine oturmuşlardı. Ali hakkında konuşup, Ali’yi merak edip duruyorlar, babaya çeşitli sorular yöneltiyorlardı. Baba, dut ağacının altındaki duvarın üzerine oturmuş, gür siyah saçları darmadağınık olmuştu. Onun bunun sorgulamalarından, cevap vermediği hâlde rahatsız olmuş, suratı asık ve al al kızarmış, sinirden tırnaklarını dişleri ile patır patır kopartıp kopartıp tükürüyordu. Konu komşuların lakırtılarını âdeta duymuyordu, tek düşüncesi; Ali’yi bir eline geçirirse ne yapacağı, ne gibi bir ceza vereceği idi. Çünkü onun yüzünden çevre tarafından yeterince sorgulanmış, dolayısı ile de göklerdeki benliğine leke sürülmüştü. Ayşe aba: “Mahmut, köyün üstündeki çepiç inine baktınız mı belki de oradadır.” der ve babanın, Kızılderilileri andıran asık ve kızarmış yüzüne biraz temkinli bakar. Çünkü baba patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Bir anda bütün sesler kesilip, gözler babanın üzerine dikilir. Fakat baba kendi âleminde, tırnaklarını yemekle meşgul olur ve duymamış gibi yapar. Göklere çıkmış benliği; hiçbir eleştiriyi, sorgulamayı, aşağılamayı, olumsuz giden bir işi, dolaylı ve dolaysız aleyhinde konuşulmasını kabul etmiyordu. Çünkü o bir kral, hata yapmaz, 314 Ayhan Arslan
suç işlemez, sanki ilahî bir benlikti. Babayı neşelendirmenin ve kızdırmamanın tek yolu vardı; o da ona bol bol iltifatlar yapmak, yüceliğini vurgulayıcı sorular sormaktı. Aksi takdirde içinde hoş iltifat ve yüceltme olmayan her türlü konuşma onu sinirlendirir ve kulaklarını geçici olarak sağır yapardı.
Anne ve babanın, Ali’ye dışlayıcı ve hırpalayıcı davranmalarının altında yatan yegâne sebep, kahrolası bencillik hastalığı idi. Yakasına yapıştığı kimseyi kusursuz, hatasız yapıyordu. Ali ise onlar için, yücelik elbiselerini kirleten bir pislikti. Bu cani hastalık, onları, öz evlatlarını reddetmeye mecbur kılıyordu. Her insanın sevmeye, sevilmeye, değerli görülmeye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacın önündeki en büyük engel de anne ve baba gibi cahil insanları tuzağına düşürmüş olan şeytan ve onun silahı olan benliktir. Bir müddet sonra, iki evin arasındaki dar geçitten kalabalık ayak sesleri işitildi. Bütün gözler merakla, gözlerinin önünde belirecek olan görüntüye odaklandı. Ayak sesleri ile beraber anne, bileğinden sıkıca kavradığı Ali, ardı sıra Hacer ebe ve halalar, dar geçitten yılanın delikten dışarıya akması gibi akıp, ebenin evinin önüne doluşuverdiler. Ali’nin üstü başı darmadağınık, kir ve toz içindeydi. Gözlerinden akan yaşlar, kirli yanaklarında siyim siyim inerek iz bırakmıştı. Ali’nin görünüşü, evsiz ve kimsesiz sokak çocuklarını andırıyordu. Zaten de öyle idi. Babanın çevresine oturmuş komşuların yüzlerini hoş, alaysı bir gülümseme kaplar. Komşular için bu görüntüler sevinç, neşelenme, baba için ise cinnet geçirme hâli idi. Bu soğuk fukaralar da başkalarının üzüntüsünden, sıkıntısından, acısından zevk alan, başkalarının aşağılarda olmasından dolayı kendilerini yükseklerde görmeye çalışan zavallı şahsiyetlerdi.
Zor İnsanlar 315
Ali’nin yüz karası hâlini gören babanın yüzünün kırmızılığı iyice artar. Baba yerinden bir ok gibi fırlar, görüş alanına girmiş bir ava saldırır gibi, Ali’ye ansızın saldırır. Tekmeler tokatlar birbirini kovalar. Ali zaten ilk hamlelerde yere yapışmış, tespih böceği misali top gibi toparlanmış, babanın şeremetinden kendini korumaya çalışıyordu. Bir yandan da avaz avaz bağırıyordu. Hacer ebe ve çevredekiler araya girip ayırmaya çabalıyorlarsa da pek başarılı olamıyorlardı. Baba tıpkı bir kızgın boğa misali önüne geleni sağa sola savuruyor, hedefine Ali’yi koyup, tekme ve tokatlarla girişiyordu. Daha sonra, ölmüş köpek leşi sürükler gibi yerlerde sürüye sürüye Ali’yi ebenin evinin içine fırlatır ve kapıyı hızla çarpar.
Baba: “Dinini kitabını s… çocuğu bundan böyle bu odadan dışarıya çıktığını görmeyeceğim senin, hele bir çıktığını göreyim bacaklarını kırarım! Bu ne yahu? Nedir bu çocuktan benim çektiğim? Hiç hayırlı bir şeyini duymayacak mıyım ben bunun? Elin yüzüne bakacak hâlim kalmadı, işi gücü maskaralık, kepazelik.” diye kendi kendine homurdana homurdana sık ağaçların arasında gözden kaybolur. Artık o insanların içinde duramazdı. Çünkü onların alaysı sorularına, tilki gibi bıyık altından gülümsemelerine, yargılayıcı sorular sormalarına, eleştirmelerine, hariçten gazel okumalarına, timsah gözyaşı dökmelerine tahammül edemezdi. Ali ise, ebenin ve dedenin hâlâ kokusu olan evinde, sahipsiz, yumak kirpi gibi top olup yuvarlanmış, avaz avaz ağlıyordu. O kadar çok çığlık çığlığa ağlamıştı ki… Sesi boğulmuş, artık kesik kesik hıçkırıklar çıkıyordu. Onca tokat ve tekmenin ardından bedenine çeşitli ağrılar saplanmış, narin bedeni, büber sürülmüş gibi yanıyordu. Bencil baba, göklerdeki egosunun zedelenmesi uğruna 316 Ayhan Arslan
küçük bir çocuğun onurunu düşünmeden ayakları altında çiğnemekten çekinmiyordu. Sanki bu çocuğun onuru, şerefi yoktu. Bu çocuğun geleceğini, sosyal hayatını hiç düşünmeden karanlığa gömüyordu. Üstelik de bu kendi özbeöz evladı idi. Her insan gibi değerli olmaya, sevmeye, sevilmeye, sahiplenilmeye, davranışlarının kabul edilmesine ihtiyacı olan Ali’nin, bu ve buna benzer değersizleştirme hareketlerinden dolayı insanlık onuru, batağa saplandıkça saplanıyordu. Gelecek, Ali için koca bir karanlıktan öteye gitmiyordu. Ailesi ve çevresi tarafından ruh ve bedenen canice hırpalanmasından dolayı, günler geçtikçe, yaşı ilerledikçe Ali içine kapanmakta, toplumdan kaçmakta, özellikle de kara geçmişini gören ve duyan insanlardan hem utanıyordu hem de kaçınıyordu. Utanca boğulmuş kişiliği; hiç kimsenin kendini tanımadığı, kara geçmişini bilmediği insanların olduğu diyarlara gitmeye sürüklüyordu onu. Bu kaçınma, sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi gibi bir şeydi. Aslında amacı; başka insanlar aramaktan çok, utanca boğulduğu ailesi ve çevresinden uzaklaşmaktı. Ailesi ve çevresinden çektiği zulümler onu aslında tüm âdemoğullarından kaçındırıyordu. Onun amacı, öncelikle işkencelerle dolu bir mahpushaneden kurtulmaktı, ondan sonraki zorlukları daha sonra düşünecekti. Ali’nin ne oldum delisi cahil ailesi ise; yaptıklarının gelecekte ne gibi bir bedelinin olacağını, Ali üzerindeki olumsuz etkisini veya Ali’nin bütün hayatını karanlığa gömeceğini bilmiyor veya umursamıyordu.
Zor İnsanlar 317
ÖZGÜRLÜK UĞRUNA…
Üç sene sonra, ağustos sonları, vakit sabah ile öğle arası idi. Ali’nin, tek pencereli odasında esaret altındaki hayatı devam ediyordu. Bu zamana kadar yine birçok kez bazen ailesi tarafından evden kovulur, bazen de kendisi evden kaçar. Ama her defasında; “tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır” sözüne uygun şekilde, esaret altından kendini tam olarak kurtaramaz. Artık gençlik çağlarına gelen Ali’nin yüreğine aşk ateşi de düşmeye başlamıştı. Bu vesile ile sık sık aynaların önünde zamanını geçiriyordu. Diğer insanlarla yıldızı barışmadığı gibi ayna ile de arası pek iyi değildi. Ayna ona, ihtiyacı olan özgüveni veremiyordu. Aynalar ona; insanların yaptığı gibi her daim alaysı, aşağılayıcı, eleştirici gözle bakıyordu. Yine o zalim aynaya her defasında başka bir umut ile bakmasına rağmen, aynanın fikri hiç değişmiyordu. O her zaman Ali’ye “sen çirkin bir çocuksun” diyordu. Bu yüzden aynaya bile öyle uzun uzun bakamıyordu. Sanki aynanın dile gelip, çirkinliğini yüzüne karşı söyleyivereceğinden korkuyordu âdeta. Gördüğü surat çok çirkindi ve çok sevimsizdi. Henüz sağında solunda yeni yeni çıkmaya başlamış olan sakalları da yüzüne bir başka çirkinlik katıyordu. Ali, dolap kapağındaki ayna karşısında bir süre kendini iğrenerek izledikten sonra; ailesi ve çevresindeki insanların, kendine ölü bir hayvan leşine bakarmış gibi eğreti bakmalarına, alay etmelerine, kaç318 Ayhan Arslan
malarına, sürekli tartaklayıp durmalarına biraz hak verir gibi olur. Böyle çirkin bir suratı kim görse iğrenir ve kaçardı zaten. Böyle çirkin bir suratı kim sevebilirdi ki? Ali, Allah’a serzenişte bulunur: “Allah’ım, şu suratımı el içine çıkacak kadar, el âlemin çirkin ve aşağılayıcı lakaplar takmasına engel olacak kadar, birisiyle karşılaştığım zaman çirkinliğime gülüp alay edilmeyecek kadar güzel yaratsaydın ne olurdu sanki? Benim de onaylanmaya, sevilmeye, sevmeye, takdir edilmeye, gülmeye, eğlenmeye ihtiyacım yok muydu ya Rabb’im?” Ali, içini yiyip bitiren müzmin derdini, isyan edercesine, Allah’ı sorgularcasına haykırır. Oysa bilemez tabii olarak, Allah’ı sorgulamanın ne manaya geldiğini. İçinden bazı sesler de şöyle seslenerek âdeta Ali’yi biraz teselli ediyordu: “Senin çirkin olduğunu söyleyen insanların, acaba çirkin gördükleri yerlerinin bir zerresini, bir tırnağını veya daha güzelini yaratmaya güçleri yeter mi? İnsanlar Allah’ın yarattığı bir yaratığı eleştirmekle, eksiklik isnat etmekle şirke düşüp kendilerini ateşe götürdüklerinin farkında değiller mi acaba?” Gafil insanlar bu konularda Ali’ye olmadık eziyetler yapıyorlardı. Zamanın birinde Ali çocuklarla oynarken, daha doğrusu o oynayan, gülen, neşeden şakıyan çocukları bir kenarda izleyip dururken, zevzek çocuklar musallat olmuş, çirkin ve aşağılayıcı lakaplar takarak, zaten karalar kaplamış Ali’nin içini büsbütün karartmışlardı. Çocuklar Ali’yi şöyle tasvir ediyorlardı: “Kafaya bakın kafaya, Mut kadar var. (Mut, köyün bağlı bulunduğu ilçe idi, Ali’nin kafasının alan büyüklüğünü, köyün alanından büyük görerek Mut ilçesinin alanı ile eşleştiriyorlardı.) Ya kulaklara bakın, yemiş yaprağı gibi, ya şu surata bakın, fare gibi. Yok, bu surat daha çok üçgen prizmaya benziyor. Yok, daha çok ampule benziyor, yok, Zor İnsanlar 319
bence armudu andırıyor. Ağzı eşek makatı gibi, gözler yılan gözü gibi, burun kedi burnu gibi...” vs. Ali’yi insandan başka her türlü yaratığa benzetiyorlardı. Ali bu lakaplar karşısında sinirden küplere biner, yüzü kırmızının her tonuna bürünürdü. Sonunda ağır tahrikler karşısında kendini kaybeder ve eline geçirdiği taşla çocukların üzerine bilinçsizce saldırır. Çocuklar sağa sola kaçışırlar ve birisi geri kalır ve Ali’nin bilinçsizce sağa sola salladığı taş parçası çocuğun yüzüne isabet eder. Çocuğun ağzından oluk oluk kan gelir ve Ali tabanları yağlar, üç gün korkudan eve uğramaz. Şimdi, “onlar çocuk, ne yapsalar mübahtır, çocuklar arasında olur böyle şeyler” falan diyeceksiniz. Ne yazık ki bu çocukların yaptığı hareketlerin aynısını, büyümüş çocuklar da yapmaktan hiç geri kalmıyorlardı. Köy halkının, çocuktan büyüğüne en gözde eğlenceleri; Allah’ın yarattığı bedene yönelik aşağılayıcı lakaplar takmaktı. En başta, çirkin olduğunu halasının ağzından duymuştu. Ailesi ve birçok büyüklerin ağzından sözlü olarak duymasa da beden dilleri ile bunu her hâlükârda belli ediyorlardı. Büyüklerin birbirlerine taktıkları ve eğlence konusu olarak dillerden dillere dolaşan lakapların bazıları şunlardı; “divlek kafa, tokmak kafa, kazan kafa, çatal dudak, sigoda bacak, çakal, söbü surat, tavşan dişli, karga burun” Bu vesile ile karşısındakini küçük düşürerek kendilerini üstün görüyorlardı. Böylece şeref ve onurlarını yüceltiyorlardı. Bunu, başkalarının ruhunu yaralamak pahasına da olsa yapıyorlardı. Onlar için sadece kendi benlikleri önemli idi. Başkalarını ise, ezilecek bir akrep gibi görürlerdi. Başka alanlarda kendini ispat edip özgüvenini kazanamamış bu zavallı benlikler için, benliklerini zirveye çıkarmak demek, birilerini batağa batırmak demekti. Bunu da en iyi şekilde, birilerine aşağılayıcı lakaplar takarak yapıyorlardı. 320 Ayhan Arslan
Bir insan hırsızlık yapar, suçlarsın, adam öldürür suçlarsın, birisinin namusuna saldırır suçlarsın ama Allah vergisi bir fiziki görünümü için suçlamak, eleştirmek, aşağılayıcı lakaplar takmak, hangi kitapta yazar acaba? Ali aynanın karşısında, biraz kendini güzelleştirebilmek adına kendine çekidüzen verirken; cama atılan bir çakıl sesi duyulur. Ali ani bir refleksle iç batağından sıyrılır ve bir iki adımda pencere camına abanır. Meraklı gözlerle sağa sola bakındıktan sonra, yolun kenarındaki duvarın arkasında birtakım karartılar görür.
Ali: “Sen kimsin?” diye seslenir. Duvarın ardında birtakım fısıldanmaların ardından Yavuz’un kafası gözükür ve ardı sıra Gürbüz ve Muharrem de peş peşe kafalarını çıkartırlar. Yavuz: “Haydi, gel, gezmeye gideceğiz, seni iyi bir yere götüreceğiz, yanına para da al.” diye fısıldayan bir sesle konuşur. Ali: “Gelmem, babam göndermez, evden dışarıya çıkmam yasak.” der. Yavuz: “Bizden söylemesi, istersen biraz düşün, eğer gelmezsen çok şey kaybedersin, biz gidiyoruz seni kavağın altında biraz bekleriz gelmezsen çeker gideriz.” der ve toprak ve tozlu yolda arkalarında bir demet toz bulutu kaldırarak gözden kaybolurlar. Ali’nin içini bir heyecan, bir ürperti sarar, sanki kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı çarpmaya başlar. Kafesteki bir keklik, dışarıda özgür dolaşan keklikleri görünce nasıl kafesini kıracak gibi çırpınırsa, Ali’yi de öylesi bir heyecan ve özgür olma arzusu sarar. Zor İnsanlar 321
Bir süre sonra Ali, içindeki özgürlük dürtülerinin şokuna dayanamaz ve ne pahasına olursa olsun evden sessizce uzaklaşmayı aklına koyar. Artık o an, yaptığı eylemin sonunda ne tür bir cezaya çarptırılacağını falan düşünemez. Aklı yoğun olarak özgürlük arzusuna takılır. Tıpkı, hapishaneden kaçan birisinin, yakalanma ihtimalini ve yakalandıktan sonra cezasının daha ağırlaştırılacağını unutması gibi… Ali sessizce kapının koluna bastırır ve kapıyı açar. Öbür odaya bakar kimse yok, ardından dış kapıyı sessizce açar ve önce balkonu, sonra dışarıları kontrol eder. Ağaçlıkların arasından, büyük ceviz ağacının altında babanın sırtını görür ve birtakım sesler işitir. O anda kısa bir plan yapar ve merdivenlerden kaçış imkânsız olduğundan, kapının önündeki ayakkabılarını sessizce alır ve odasına geçerek pencereden aşağıya sarkar ve pencereden kaçmaya karar verir. Aceleyle üstüne başına çekidüzen verdikten sonra öbür odaya geçerek, para bulmak ümidi ile dolapların içini, yatakların altını yoklar. Biraz çabanın ardından, halının arasında bir demet para bulur ve içinden bir beş binlik alır. Biraz düşündükten sonra, bir tane daha alır. Çünkü tek beş binlik, ağalık itibarını zedeleyebilirdi. Oysa arkadaşlarından, ağalık itibarıyla, ihtiyaç duyduğu değerlilik vitamininin bir kısmını karşılıyordu. Ali, ekonomik kaynağını böyle elde ederdi. Çünkü ne anne ne baba para istediğinde verirdi. Her seferinde sudan bahaneler uydurarak bir şekilde vermezlerdi. Dolayısı ile Ali’yi bir nevi hırsızlık yapmaya teşvik ederlerdi. Aç tavuk, fırın yarardı. Doyurulmamış arzular da öyle… Bunun önüne geçecek sorumlu kişiler de en başta anne ve babalar olmaktadır. Anne baba, ya çocuğuna balık tutmayı öğretir ya da öğretemiyorsa, ister gönüllü, isterse gönülsüz, onu
hazır
zorundadır. 322 Ayhan Arslan
balıkla,
kendi
tuttuğu
balıklarla
beslemek
Ali, pencereden bir çırpıda ve sessizce yılan misali kayarak aşağıya iner ve ayakkabılarının içine girmiş olan çakılları silkeler ve ayağına giyer. Kafesinden salınan bir kuş gibi yıldırım hızında koşarak o hapishane gibi evinden uzaklaşır. Bunaltıcı sıcak, yokuş yolların taşı, çakılı ona vız geliyordu. Özgürlük dürtüsü idi bu… Onu hiçbir bedenî acı ve engellemeler yavaşlatamazdı. Tıpkı ağılından yeni salınmış koyunlar misali ardına bakmadan deli gibi özgürlüğün kollarına koşuyordu. Evden oldukça uzaklaşmasına rağmen hâlâ hızını kaybetmeden koşuyordu. Çünkü arkasından kendisine öfkeyle bağıran bir babanın sesini duymaktan korkuyordu. Sonunda koca çınar ağacının altı gözükür ve arkadaşlarını duvarın üzerinde otururken görür. Gelen var mı diye arkasını kolaçan ettikten sonra, gelenin olmadığını anlayınca koşmaya son verir. Yürüye yürüye, sözde arkadaşlarının yanına varır. Her ne kadar sahte de olsa Ali için tek sosyal çevresi bu arkadaşları idi. En azından bazı ortak yönleri de bu ilişkiyi besliyordu. Bu ortak yönler; gerek pis ve pasaklı olmaları, gerekse fakir, sefil olmalarından dolayı toplum tarafından en az Ali kadar dışlanmaları idi.
Ali, uzun süre koşmanın oluşturduğu yüksek tansiyon ve özgürlük arzusunun verdiği heyecanın etkisi ile derin derin nefes alarak ve kesik kesik, kekeleyerek: “Haydin çabuk, buradan gidelim.” der. Merakla Gürbüz hemen sorar: “Ne oldu Ali, arkandan kovalayan falan mı var?” Ali yine soluk soluğa cevap verir: “Arkamdan şimdilik kovalayan yok ama yokluğum fark edilirse her an birisi peşime takılabilir. Çabuk gidelim, özgürlüğe bu kadar kulaç atmışken bir daha oda hapsine geri dönmek istemiyorum.” Zor İnsanlar 323
Özgürlük duygusu o kadar güçlü bir dürtüdür ki onun önünde hiçbir engel duramıyor. Ali, sonucunun nereye varacağını, ne tür katmerli cezalar alacağını düşünmeden ev hapsinden kaçmaktadır. Hani çok özlem duyup da kavuşmanın oldukça zor olduğu durumlarda, kavuşulması hâlinde “ölsem de gam yemem” derler ya, işte bu, aynen öyle bir şeydi. O öyle güçlü bir dürtü ki… Bir yudum özgürlük uğruna günlerce sürecek acılara razı ediyordu. Dört kafadar arkadaş, telaşla ve koşar adımlarla Ali’nin babasının ilk uğrayacağı yer olan çınar altından uzaklaşmaya çalışırlar. Sıcak o kadar bunaltıcıydı ki gölgede durmak dahi insandan damla damla ter gelmesine yetiyordu. Hafif esen rüzgâr, sanki sıcak hava üfleyen klimanın esintisi gibi insanın bedenine çarpıp ter içinde bırakıyordu. Dört arkadaş da sıcaktan oldukça etkilenmişti. Ter her yerlerinden buğur buğur çıkmaktaydı. Özellikle gömlekleri ve saçları yağmurda ıslanmış gibi ıslanmıştı. Dört arkadaş sonunda çınar altından yeterince uzaklaşırlar ve sık nar ağaçlarının bulunduğu bir bahçeye girip gizlenirler ve bir taraftan da ağaçlıkların aralıklarından yolu izleyerek tedbir alırlar. Muharrem: “Of öldüm yahu ne bu sıcak.” der ve siyah şalvarının cebinden, kirden siyahlaşmış beyaz mendilini çıkarıp, yüzünden akan oluk oluk terleri siler. Elini yelpaze gibi yaparak, yüzünü yelleyip serinlemeye çalışır. Ayrıca, kirden siyah tortular bağlamış beden ve elbiselerinden türlü türlü iğrenç kokular geliyordu. Dört arkadaş, gizlenmiş oldukları ağaç aralarında toprak bir tümseğe oturup, yüzlerinden akan terleri, ellerini, kollarını mendillerle silip bir süre, nefeslerinin sakinleşmesini bekle324 Ayhan Arslan
diler. Bir süre Muharrem’ den başkası ağzını açıp konuşmadı.
Hepsi de sıcaktan bunalmış köpekler gibi soluyorlardı. Biraz dinlendikten sonra Yavuz, yerinden kalkıp, üzerinde salkım salkım nar olan ağaçtan kırmızı, albenisi göz kamaştıran bir nar koparır: “Karnım da amma acıktı.” der ve sararmış balta dişlerini nara batırır ve iki elinin arasında narı sıkıştırarak ikiye ayırır. Avucuna biraz taneledikten sonra ağzına doldurur ve boğuk bir sesle: “Karnı aç olan varsa siz de nar koparın da yiyin arkadaşlar.” der. Böyle bir fırsatı kim kaçırır... Narlar kıpkırmızı ve iştah kabartıyordu. Karnı tok olanın bile, bu narları görünce iştahı açılırdı. Her biri, nar ağacına uzanarak birer nar koparıp iştahla yemeye başlar. Sokak çocuklarının kaderi idi bu hâller; herhangi bir sebepten dolayı evlerine gidemeyen çocuklar, doğada yaşayan hayvan misali buldukları yiyeceklere, helal-haram demeden, yasak-ayıp demeden, suç-ceza demeden veya aldırış etmeden ya da bilmeden hunharca saldırıp karınlarını doyurmaya çalışırlardı. Çünkü açlık dürtüsü bu değerlerden üstün geliyordu. Ali, ağzı tıka basa nar taneleri ile dolu iken merakla sorar: “Söyleyin bakalım nereye gedeceğiz?” Boncuk gözlerini sonuna kadar açarak, hemen karşısında boğulurcasına nar yemekle meşgul olan Yavuz’a diker. Yavuz, biraz düşündükten ve ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra: “Seni yaylaya götüreceğiz.” der. Ali merakla ve telaşla tekrar sorar: “Ne yaylası aslanım, hangi yaylaya, ne ile gideceğiz?” Ağzına bir avuç nar tanesi basan Yavuz, ağzı dolu olduğu için konuşamaz ve onun yerine Gürbüz: Zor İnsanlar 325
“Kırobası yaylasına gideceğiz, oradaki lokantada bir sac kavurma yiyip geleceğiz, oranın eti çok lezzetli olurmuş. O öyle bir
etmiş
ki
insanın,
ağzında
çiğnemesine
bile
gerek
kalmıyormuş. Tıpkı bir hamur gibi ağızda dağılıveriyormuş. Bizim de bu yüzden merakımıza gitti, bu etten bir de biz yiyelim, dedik.” der ve tanelediği bir avuç narı ağzına doldurur. Aslında sac kavurma bahane, amaç; macera aramak ve Ali’nin parasını yemekti. Çünkü Ali’nin şalvar bankından hiç para eksik olmazdı. Bunu arkadaşları çok iyi bilirlerdi ve Ali’ye bu yüzden her daim yaltaklanırlardı. Boğucu sıcaklardan biraz kurtulmak, temiz ve serin yayla havası almak, gezmek ve de felekten bir gün çalmak gibi bahaneler de onun kılıfı idi.
Muharrem: “Giderken bir de içki falan alırız, mis gibi yayla havasında iyi bir âlem yaparız. Bende, bir ufak alacak para var.” der. Merakı iyice artan Ali, tekrar sorar: “Ya ne ile gideceğiz ta oraya? Nereden baksan elli atmış kilometre yol.” Yavuz: “Biz onu da hemen hemen hallettik, Gürbüz’ün ağabeyi evde yokmuş ve motosikletin anahtarını da evde bırakmış, dolayısı ile anahtar, Gürbüz’ün eline geçmiş. Bize düşen sadece kontağı çevirip çalıştırmak. İşi tamamına erdirmek biraz sana kaldı, babanın mobiletini de sen araklayabilirsen bu iş tastamam olur. Üçümüz motosiklete, sen de mobilete binersin açılırız yayla yoluna.” der. Ali, Yavuz’un konuşmalarına kendini kaptırır ve tatlı rüyalar görmüş gibi yüzünde tatlı bir tebessüm belirir. Sanki ruhen, özgürlüğe kanat çırpmış kuşlar gibi kendini rahatlamış hisseder. Bir süre, Yavuz konuşmasını bitirdiği hâlde öylece donup kalır ve kendini toparlayarak: 326 Ayhan Arslan
“Bizim mobileti nasıl araklayacağız onu da düşündünüz mü bari? Vallahi babamın bir haberi olursa beni yine eşeğin ahırına bağlar. Ondan sonra sabaha kadar eşek kakası ve idrar kokuları ile geceyi geçirmek zorunda kalırım.” Bunları söyledikten sonra, o insanlık dışı olayı hatırlamanın da etkisi ile ruhunda bir utanma duygusu belirir ve başını öne eğer. Anne ve babanın yaptıklarını bir başkasına anlatması dahi o olayı tekrar yaşıyormuş gibi acı veriyordu. Ruh ve beden sağlığını bozduğu gibi sosyal hayatına da direkt etki ediyordu. İnsanlar; düşkünden, hastadan, fakirden, acı çekenden pek hoşlanmazlar. En şefkatli insan dahi olsa bir düşkünün elinden kısa bir süreliğine tutar ve o eli bırakmak için, içinde güçlü bir dürtü belirir. Bir süre sonra bırakır ve arkasına bakmadan o düşkünden, bir daha görmek istemezcesine uzaklaşır. Doğa ve insanlar arasında zayıfların, çirkinlerin, hastalıklıların yeri yoktur. İnsan bu seçiciliği çok kez saklı tutmaya çalışsa da her an yüreğinin derinliklerinde bir numaralı tercihi, güç ve güzellikten yana olmuştur. Doğa da tercihini hep güçlüden yana kullanmaktadır. Buna temelden bir örnek vermek gerekirse; erkekten çıkan milyonlarca sperm ordusundan sadece bir tanesinin, yani en güçlü olanının, yumurtayı delerek dünyaya açılan kapıdan girmesi ve zayıf olanların hepsinin ölüme mahkûm olmaları gibi. Doğanın zayıfları yok etmesine, doğal yaşamın her alanında rastlamamız mümkünken; insan bu dürtüsünü, çeşitli dinsel, hukuksal ve sosyal yaptırımlar gereği gizlemeye çalışmaktadır. Düşkün ve kalitesiz insan, kaliteli insanlar tarafından ruhsal açıdan şimdiye kadar kabul görmedi, şimdiden sonra da asla kabul görmeyecektir. Her zaman kalitesiz insanlara, kokuşmuş bir köpek leşine tiksinti ile baktıkları gibi bakmaya Zor İnsanlar 327
devam edeceklerdir. Kalitesiz insanlar, kaliteli insanlar tarafından kabul görüp, sevilip, sayılmak, takdir edilmek için, onlara ya mutlu yönlerini gösterecekler ya onları yemleyecekler ya da sıra dışı bir şeyler yaparak dikkatlerini çekecekler.
Eğer dünyada hukuksal, sosyal ve dinsel kanunlar olmasa idi; insanlar, pazar tezgâhındaki kaliteli meyveleri alışveriş sepetine koyup kalitesiz olanları bir kenara itekledikleri gibi, kalitesiz insanları da açık açık ellerinin tersi ile bir kenara itmekten çekinmeyeceklerdi. Hayvanlar dünyasında olduğu gibi, üstün olanların yaşama hakkı olacak, cılız olanlar ölüme mahkûm edileceklerdi. Ali’nin arkadaşlarının, Ali’ye arkadaş gibi davranmalarının sebebi de maddi menfaatti, yani Ali’yi pohpohlayıp onun parasından yararlanmaktı. Onu sağılır inek gibi sağmaktan başka bir şey değildi. Ne de olsa insan, akıllı bir hayvandır. Ruhsal dürtülerimiz hayvanca olmasına rağmen aklımız da he daim çıkarlarımızı gözetmektedir. Ali’nin mahcup tavırları karşısında ortam bir süre sessiz kaldıktan sonra Muharrem, ağzında çiğnediği narları yutar ve: “Sen bir yolunu bulursun, mobileti de bulursun parayı da.” der ve yüzünde sinsi bir tebessüm belirirken elindeki narı tanelemeye devam eder. Yavuz, fırça görmemiş, sararmış balta dişleriyle sırıtarak: “Ali olmasa bizler var mıyız zaten, şimdi herkes elini cebine atsa, en çok para Ali Ağa’nın cebinden çıkar.” der ve sinsi bir tebessümün ardından avucuna doldurduğu kırmızı nar tanelerini ağzına atar. Muharrem, Ali’nin cebindeki paraların miktarını öğrenmek için: “Aha bendeki para.” der ve elini siyah, kirli şalvarının ce328 Ayhan Arslan
bine sokar, dört adet kâğıt beş yüzlüğü yere atar ve cebinin iç astarını dışına çıkartarak, cebinde başka paranın olmadığını gösterir. “Tam tamına iki bin lira.” der. Gürbüz cebine sarılıp o da aynı hareketleri yapar: “Benden de beş yüz lira.” der. Yavuz geri kalmaz ve o da cebindeki parayı yere atarak: “Aha benden de bin lira, ağabeyimin cebinden yürüttüm.” der. Gürbüz: “İki bin benzin parası olsa, bin liraya iki paket sigara alsak, beş yüz liraya çerez alsak, bizdeki paralar suyunu çeker. Etin kilosu altı bin beş yüz, küçük rakı desen bin beş yüz lira… Arkadaşlar bu parayla biz değil Kırobası, Mut’a ancak varırız. Umudumuz Ali Ağa’mızda.” der. O ve diğerleri, Ali’ye bakarlar. Bu kadar pohpoh Ali’ye yeterdi ve başını geriye, göğsünü öne çıkartarak horoz gibi kasılır. Elini, rengi solgun lacivert şalvarının cebine sokar ve yere hızla çarparak iki beş binliği savurur: “Bende tam on bin papel var.” der, övünçlü bir tavırla. Çıtır çıtır beş binlikleri gören arkadaşlarının gözleri yuvasından çıkacakmış gibi açılır ve yüzlerde şaşkın bir gülümseme belirir. Yavuz: “O! Ağam sen çok yaşa. Allah kesene bereket versin, senin gibi ağalar olmasa biz garibanlar ne yapar acep?” diye ağzının suyu akarak konuşur. Gürbüz: “Ali gibi arkadaş bu dünyaya bir daha zor gelir vallahi. Senin kılına dokunan olursa evelallah şu cebimdeki bıçakla kuşbaşı doğrarım vallahi.” der ve cebinden çıkardığı siyah, Zor İnsanlar 329
keçi boynuzundan yapılmış bıçağı sağa sola sallayarak birisini keser gibi yapar. “Aliciğim, var mı kafana takılan, sana sataşan bir züppe, söyle, onu anasından doğduğuna pişman edelim.” diye, bir pohpohlama da Muharrem yapar. Ali, kendini mafya ağası, arkadaşlarını da kendini koruyan adamları gibi hisseder ve biraz önceki mahcup benliğinden eser kalmamıştır. Yanan ruhunun nârı sönmüş, içini bir ferahlama kaplamıştı. Sanki kanatlanmış uçacaktı. Karamsarlığa saplanmış bir insanın ilacı aslında çok basitti… Ona biraz değerli olduğunu hissettirmek, bütün ruhsal hastalıklara deva olacaktı. Onu fabrika ayarlarına geri döndürmeye yeterli olacaktı. Ama nereye kadar? Bunlar geçici değerlilik vitaminleri idi. Oysa Ali’nin bu vitaminlere sürekli ihtiyacı vardı. Bir insanın sürekli yemek yemeye ihtiyacı olduğu gibi… Parayı gören Yavuz’un ağzı hâlâ açıktı ve iştahla yediği narı bir kenara bırakmış, gözleri paralara sabitlenmişti. Yavuz: “Aliciğim, sen kafanı yorma, senin mobileti araklamana yardım ederiz, sen hiç kılını bile kıpırdatmadan mobileti senin ayağına getiririz. Sen yeter ki yorulma ağam... Şimdi bir, takım çalışması yaparız. Sen burada bekle, serin narın gölgesinde narını yemeye devam et. Biz şimdi sizin eve doğru gidip etrafı kolaçan edip babanı takip edeceğiz ve baban evden uzaklaştığı zaman mobileti araklayıp sana getireceğiz. Ondan sonra ver elini özgürlük, eğlence, içki ve yayla havası. Ha… Annen ve Musa hâlen İzmir’de mi?” Ali ağzı açık, şaşkınlıkla Yavuz’un planlarını dinlerken kendine sorulan soru ile biraz gecikmeli olarak dalgınlığından sıyrılır. 330 Ayhan Arslan
“He he, İzmir’deler.” der. Yavuz: “Tamam, o zaman işimiz daha kolay, haydi biz gidiyoruz, sen bir yere ayrılma, bizden haber bekle.” der ve oturdukları toprak tümsekten kalkarlar. Popolarına yapışan toz parçalarını elleri ile silkelerler ve artlarında bir toz bulutu bırakarak uzaklaşırlar. Ali onların ardından, mutluluk ve endişe karışımı bir yüz ifadesi ile bakar kalır. İnsanın özgürce dolaşması, korkusuzca bir yerlere gitmesi, birileri tarafından değer görmesi, birileri tarafından desteklenip arka çıkılması çok hoş ve insanı mutluluğun doruğuna çıkaran şeylerdi. Bir an kendini mutluluğun doruğuna çıkmış hisseden Ali’nin aklından, bütün olumsuz ve endişe verici olaylar uçup gitmişti sanki… Kendini mafya ağası gibi hissediyordu. Ah para ah, sen nelere kadirsin. Bir an geliyor insanları önünde boyun eğdiriyorsun.
Zor İnsanlar 331
ŞEREFE…
Aynı gün öğleden sonra saat iki civarları idi. Ali’nin yağcı arkadaşları, mobileti arakladılar ve Ali’ye teslim ettiler. Ondan sonra hep birlikte motosiklet ve mobilete binerek Mut’a gittiler. Ali’ye birçok daha yağcılıklar yaparak, yiyecek ve içecek gibi gezi malzemelerini aldırdılar. Bütün malzemeler alındıktan sonra çıkarlar yayla yollarına… Ali mobilet sürüyor, Yavuz siyah motosikleti sürüyor ve onun arkasında da Gürbüz ile Muharrem vardı. Ali, babasının henüz yeni aldığı siyah biyonik mobileti çılgınlar gibi sürüyor ve diğer motosiklettekilere toz yalatıyordu. Uzun süre ağılında hapis kalmış koyun sürüsü, özgür kalınca nasıl neşe ile sağa sola koşuşturur ve cirit atarsa Ali’ninki de buna benzer bir şeydi. Özellikle Ali gibi sık sık ev hapsi ve her türlü oyun ve eğlenceden mahrum bırakılan birisi için özgürlüğün değeri başka idi. Özgürlük; toprağın suyla, kışın baharla, derelerin denizle birleşmesi kadar mutluluk verici bir şeydi. Ali’nin, özgürlüğün verdiği mutluluk sayesinde o an için geçmişle ilişkili her tür kaygı ve korkuları uçup gitmiş, kendini yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Ali: “Yavuz! Var mısın yarışa!” diye avaz avaz, hareket hâlinde iken bağırır. Neşe, insanı yerinde durdurmuyordu. Yavuz, “evet” anlamında başını sallar ve motosikletin gazına sonuna 332 Ayhan Arslan
kadar yüklenir. Motosiklet gerek yüklü olduğundan, gerekse yolun yokuş olması sebebi ile hız yapamıyor ve arkasından siyah bir duman bulutu bırakıyordu. Ali, altındaki mobilet ile onlara toz yalatıyor ve gittikçe arayı açıyordu. Tozlu yayla yolları, kıvrım kıvrım yokuşları, mis gibi temiz kekik kokulu havası, al yanak elma ağaçları, kiraz ağaçları arasından bir film şeridi gibi, mobiletin tekerlekleri, kızaklı bir araba gibi kayıp gidiyordu. Yeni güzelliklere doğru ilerliyordu. Özgürlük hazzı ile mobiletin hızı birleşince tarifsiz bir mutluluk ve arkadaşlarını geçtiği için de tarifsiz bir değerlilik vitamini, ruh âlemine akıyordu. Mutluluğun formülü bu idi sanki… Biraz değerlilik vitamini ve biraz da özgürlük. Ali, ruhunu serinleten değerlilik vitamini, özgürlük vitamini ve bedenini serinleten mis gibi yayla havası eşliğinde dere tepe, iniş yokuş derken artık tepelerin üzerine ve onun üzerindeki düzlük ve kır alanlara ulaşmıştı. Buralar yaylanın da yaylası, yolların ulaştığı en zirve noktalardı. Buralarda tatlı serinlikler, yerini sert serinliklere bırakmış, üşütme sınırına dayanan serin hava Ali’nin içine estikçe, bedeninin ve ruhunun en ücra köşelerinde sıkışmış kalmış sıkıntıları dahi arıtıp temizliyordu. Ali, gözleri kamaştıran, ruh ve bedene tarifsiz haz aşılayan yayla kırında ilerlerken, pıtrak gibi al yanak elma ağaçları ve kenarından gürül gürül serin suyun aktığı ve elma ağaçlarının arasında gür çayır ve çimenlerin bulunduğu bir yerde mobileti durdurur. Arkada kalmış arkadaşlarını beklemeye başlar. Böyle eşsiz bir güzelliği insanın bir çırpıda geçip gidesi gelmiyordu. En azından durup bir süre bu güzelliği izlemek istiyordu. Beş dakika kadar bir sürenin geçmesinin ardından arkaZor İnsanlar 333
daşları da siyah, tarkıtı çıkmış Rus motoru ile tıslaya tıslaya gelip, Ali’nin mobiletinin yanında motosikleti durdururlar. Arkadaşların gözleri serin rüzgârın etkisi ile biraz kanlanmış, saçları geriye doğru taranmış gibi yatmış ve motosikletin arka kısmı ile en arkaya binmiş olan Gürbüz’ün saçları da değirmenden çıkmışçasına bembeyaz toza bulanmıştı.
Yavuz: “Ulan nereye gittin sen, senin tozuna bile yetişemedik.” diye Ali’ye yeni iltifat atar. Onlar iyi biliyorlardı Ali’nin yağa geldiğini ve birkaç damla yağ için cebini ve gönlünü boşaltacağını. Ali: “Yarış konusunda beni kimse geçemez.” diye kendini överek, kendi kendine özgüven aşılar. Gürbüz: “Uf be, bu ne güzel manzara, sanki cennet.” der ve yolun kenarında gürül gürül akan berrak sudan avuçlarına doldurarak yüzünü yıkar ve ardından iki avuç su içer. Muharrem: “Tam içki içecek yer, gelin şurada rakıları açalım.” der. Bu teklif, kimsenin reddedemeyeceği bir teklifti. Motosikletin heybesine önceden Ali’nin parası ile alınmış olan erzakları, pıtrak gibi tutmuş al yanaklı elma ağacının altına taşırlar ve poşetler açılır. İki adet büyük rakı, çay bardakları, karpuz, süzme yoğurt ve hemen üzerlerinden koparttıkları üç beş al yanaklı elma ve yan taraftan akan sudan boş bir pet şişeye doldurulmuş serin ve berrak su. Çimenlerin üzerine rakı sofrası özenle kurulur, rakılar çay bardaklarına katılır ve sulandırılır. Yavuz: “Şerefe arkadaşlar.” der ve rakı bardağını havaya kaldırır. 334 Ayhan Arslan
Ali: “Şerefe.” der. Ardından Gürbüz, “şerefe” der. Ondan sonra Muharrem, “şerefe” der ve kadehler havada tokuşturulur. Rakıyı yudumlayan, telaşla süzme yoğurda, karpuza, suya sarılıp ağzını yakan rakının acılığını gidermeye çalışıyordu. Ali ise onlar gibi davranmayıp rakıyı katıksız yudumluyor ve arada sırada âdet yerini bulsun diye arkadaşları gibi telaşlanmadan, rakının acılığından etkilenmemiş gibi yaparak bir şeyler atıştırıyordu. Rakı aslında Ali’nin ağzını da yakıyordu ve acılı su içmiş gibi ağızdan başlayarak yemek borusu ve sonra da mideyi bir kor parçası gibi yakıyordu. Yanaklarının al al kızarmasına sebep oluyordu. Rakıyı her dikişte: “Bu acı şeyi kim icat etti? Bunu içmekten ne zevk alırlar acaba?” diye sorular sormaktan kendini alıkoyamıyordu. Ama içmeliydi. Herkesin yapmakta zorlandığı veya yapamadığı şeyleri yapmalıydı ki ihtiyacı olan değerlilik vitaminini almalıydı. Rakı içmek acı veren bir şey olsa da o zor olan şeyi başararak, çevrenin imrentilerini toplayarak kendini değerli hissetmeliydi. Aile ve çevreden hep aşağılanma görmüş birisi için, ihtiyaç duyduğu değerlilik vitaminini bu yollarla karşılamaya çalışmak da normal sayılmalıdır. Birkaç kadeh tokuşturup içildikten sonra beyinler hafiften uyuşmaya, tatlı ve sınırsız sohbete başlanmıştı. Muharrem: “Of ulan of! Var mı bizim gibi arkadaş!” diye bağırarak nara atar ve elindeki içi rakı dolu çay bardağını havaya kaldırır, “şerefe” der ve bardaklar hep birlikte havaya kalkar ve de havada çınladıktan sonra aynı tempoda ağızlara boşaltılır. Yavuz: “Havada uçan, karada kaçan, anasının koynundan kız Zor İnsanlar 335
kaçıran, var mı bize yan bakan!” diye, o günlerde popüler olan ve gençler arasında sık sık türlü taklidinin yapılıp tekrar edildiği Kanlı Nigar filminde geçen kabadayı narasını, külhanbeyi gibi nara atarak söyler. İçkinin etkisi ile kanlanmış gözleriyle arkadaşlarını süzdükten sonra bir elini havaya kaldırarak: “Var mı lan! Var mı yan bakan?” diye tekrar bağırır ve bu haykırışın cevabını çevreden, uzaklardan birinden beklercesine, boş elma bahçelerini kanlı gözleri ile tarayarak bir süre cevap bekler gibi yaptıktan sonra önüne döner ve titreyen elleri ile bardağına rakı katar. Gürbüz: “Yayla yollarında yürüyüp gelir, oy gelir oy gelir... Allı şalvarını sürüyüp gelir, oy gelir oy gelir...” diye, kesik ve zırıltılı bir sesle bağırarak türkü söyledikten sonra kadehini havaya kaldırır ve: “Şerefe! Ali arkadaşımın şerefine!” der. Ali, henüz bir fırsatını bulamamış, içinin kurtlarını dökememiş, bir an önce kafayı bulmak ve aklını kurcalayan geçmişinden kurtulmak için, durmadan kadehleri kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Nihayet bir süre sonra o da kafayı bulur ve içindeki utanma, sıkılma duyguları, her türden kaygı takıntıları uçup gider. Ali: “Of ulan! Of! Batsın bu dünya, yazıklar olsun, yazıklar olsun... Kula kulluk edene yazıklar olsun, kaderin böylesine yazıklar olsun. Her şey karanlık, nerede insanlık, kula kulluk edene yazıklar olsun. Batsın bu dünya, bitsin bu rüya, ağlatıp da gülene, yazıklar olsun. Doğmamış çileler, yaşanmamış dertler, hasret çeken gönül 336 Ayhan Arslan
benim mi olsun… Ben ne yaptım kader sana, mahkûm ettin beni bana, her nefeste bin sitem var. Şikâyetim Yaradan’a, şikâyetim Yaradan’a. Of… Of… Of… Of… Of…” Kendi acılarına benzettiği ve zırıltılı sesinden çekinmeden, Orhan Gencebay’dan “Batsın Bu Dünya” şarkısını nara atar gibi söyledikten sonra, etrafındakilere göz gezdirir. Zırıltılı sesin etkisiyle yüzlerde alaysı bir tebessüm belirmişti. Normal şartlarda böyle bir şarkıyı söyleyemezdi. Çünkü çirkin sesi ile herkesin alay konusu olacağını iyi biliyordu. Ama içki, insanın içindeki bütün kaygıları bir anlığına alıp götürüyordu. Kader utansın ki Ali’nin kendi gibi sesi de çirkindi. Ne fiziki ne de sözle kendini ifade edebiliyordu. Hayatın her devresinde özgüvenden yoksun ve içine kapanık yaşıyordu. O yüzden, sesinin çirkinliği yüzünden pek fazla konuşmaz, gerektiği zaman konuşur ve içinden bağıra bağıra şarkı söylemek geldiği zaman, kimselerin duyamayacağı sessiz mekânları, özellikle ıssız dağ başlarını seçerdi. Ama bugün müstesna bir gündü ve alkol, insanın bütün utanma duygularını da havaya uçurup gidiyordu. Bütün maskaralıkları çekinmeden yapmasına imkân veriyordu. İnsanın içinde sakladığı, söyleyemediği şeyleri söyletiyordu. Yavuz: “Ali arkadaşım, benim kafama takılan bir şeyler var. Sormadan edemeyeceğim. Sana, baban ve annen neden hep ev hapsi veriyorlar da Musa’yı serbest bırakıyorlar? Ayrıca ikide bir annen Musa’yı İzmir’e veya başka yerlere gezmeye götürüyor da seni neden hiç götürmüyor? Musa’nın bir dediğini iki etmiyorlar da senin hiçbir isteğini karşılamıyorlar.” der ve kanlanmış gözleri ile Ali’nin yüzüne bakar. Zor İnsanlar 337
Ali, bir süre düşünür ve içini kemiren, kimseye söyleyemediği sırları söylememesi gerektiğini bilse de alkolün verdiği rahatlık ağır basar ve içindeki kurtları dökmeye karar verir. Çay bardağındaki rakıyı bir dikişte içtikten sonra, beyninin içerisine bir kat daha cesaret dalgası yayılır ve kendinden emin ve kararlı bir şekilde: “Arkadaşlar, şimdi beni iyi dinleyin, çünkü benim derdim, görülmüş ve duyulmuş dertlerden değil; herkes anne baba hasreti, özlemi çekerken, ne yazık ki benim içim anne baba nefreti ile dolup taşmaktadır. Nedenine gelince, kısaca anlatmak gerekirse; anne ve babam beni, çirkinliğim, çelimsizliğim, âlemin dilinde maskara maymunu olmam yüzünden hep dışladılar, elden âlemden saklamaya çalıştılar. Bu yüzden bana sık sık ev veya oda hapsi veriyorlar.” der ve boşalan bardağını, titreyen eli ile doldurmaya çalışır. Yavuz: “Ne olmuş çirkin olunca, bizler çok mu güzeliz sanki de bizim anne ve babalarımız bize bu şekilde muamele yapmıyorlar.” der ve Ali’nin yüzüne acımıklı bir ifade ile bakar. Ali: “Tamam, haklısın, dünyada benden daha çirkinleri de var ve onların anne ve babaları onlara ne yazık ki üvey evlat muamelesi yapmıyorlardır. En azından oğlum yavrum diye bağırlarına basıyorlardır. Karganın yavrusu anasına güzeldir. Benim anne ve babamın onlardan farkı, ululuk hastalığına yakalanmış olmalarıdır. Ululuk hastalığının etkisinde kalan benim annem ve babam, kendilerini dev aynasında görürler, kendilerini bir kral, bir başbakan gibi yüksek mevkilerde görürler ve göklere çıkmış benliklerine en ufak bir kara çalınsın istemezler. İşte bu bağlamda ben onların gözünde bir yüz karası, göklere
338 Ayhan Arslan
çıkmış benliklerine darbe vuran bir engel gibi, bir pislik gibi gözükmekteyim. O yüzden ki bana hep eziyet ederler, hep utanç duyup elden âlemden saklamaya çalışırlar. Öz annem babam oldukları hâlde bana her zaman üvey evlat muamelesi ederler.” Ali’nin bu sıra dışı gün görmemiş hikâyesi herkesi büyülemiş, herkesin ağzı açık kalmıştı. Gürbüz: “Ne büyüklüğüymüş bu aslanım? Allah’tan da büyük değiller ya…” Ali: “Onlar Allah’ın kendilerinden büyük olduğuna da inanmazlar, Allah’ın varlığına da inanmazlar onlar. Allah’ın varlığına inanan birisi zaten, onun yarattığı şeyleri güzelçirkin diye eleştirmez veya çirkin diye çeşitli aşağılayıcı lakaplar takmaz, çeşitli eziyetler çektirmez. Bir insanın fiziğinin çirkin veya güzel olması kendi elinde bir şey değildir. Şayet böyle bir şey benim elimde olsa kendimi insanların hoşlanacağı, imreneceği bir şekle sokardım. Şayet insanlar birbirlerini fiziki unsurları ile değerlendirmeseler de erdemi, bilgeliği ile değerlendirselerdi ne âlâ… O zaman günah da olmazdı kırgınlık da olmazdı. Çünkü insanlar, kendi çabaları ile ilmini ileriye götürebilir ama fiziğini kendi çabaları ile düzeltemezler. Bu tıpkı kalbinin işleyişine veya iç organlarının işleyişine müdahale edemediği gibi bir şey. Ötelerde bu insanlara; ‘alaya alıp eğlendiğin, eleştirdiğin, aşağılayıcı lakaplar taktığın, çirkin bulup iğrendiğin şu insanın güzelini sen yarat bakalım’ diye bir emir verilse ne diyecekler ve ne yapacaklar acaba çok merak ediyorum. Allah’ın yarattıklarında eksiklik, kusur gören insanlar ne diyecekler acaba,
Zor İnsanlar 339
çok merak ediyorum. Saçının bir telini yaratmaya becerisi olmayan insanlar ne diyecekler, çok merak ediyorum.” Yavuz: “Ne yani Ali, dünyada güzel-çirkin diye bir olgu var, bunu biz mi değiştireceğiz? Mesela; bazı insanların yüzüne bakıldığı zaman çirkinliğinden insan iğrenir. O insanla insanın ne konuşası gelir ne de onla aynı cemaatte oturası gelir. Ondan ilk fırsatta kaçmaya çalışır. Bazı insanlar da vardır ki güzelliği ile bir gül misali kendisine insanları çeker ve onu, arıların beyinin etrafını sarmaladığı gibi sararlar.” der ve içkinin verdiği uyuşuklukla elma ağacının gövdesine dayanıp başını göğe doğru diker. Ali: “Arkadaşlar, güzel-çirkin diye bir şeyler var ama bunlar izafi şeylerdir, yani herkese göre değişir, benim güzel gördüğümü sen çirkin, senin güzel gördüğünü ben çirkin görürüm. Allah katında ise güzel-çirkin diye bir şey yoktur. Onun yarattıkları ya görünüşte güzeldir ya da neticede güzeldir. Biz fukaralar bir canlıyı gördüğümüzde hemen peşin yargı ile güzel-çirkin diye kestirip atmaktayız. Oysa senin çirkin gördüğünün mutlaka bir güzel yanı vardır. Bunu Allah sana göstermiyordur ve o güzelliği mutlaka birilerine gösterecektir. Bazı insanların, bazı insanların iğrendiği küflü peyniri yemeye bayılmaları gibi… Onun yarattıklarını güzel-çirkin diye eleştirerek büyük günah işlemekteyiz. Ancak şöyle bir düşünce tarzı uygun düşecektir: Bu evren, Allah’ın yarattığı bir sistemdir ve içindeki makrodan mikroya bütün yaratılanlar bu sistemin vazgeçilmez bir parçasıdır. Yani herhangi bir makineyi düşünelim, o makinede, onun çalışabilmesi için çeşitli tip ve çapta bir dizi parçalar vardır. Bu parçalardan bir
340 Ayhan Arslan
tanesinin eksikliği, o makinenin çalışmamasına veya aksak çalışmasına neden olacaktır. Yani o makinenin basit ve önemsiz veya çirkin görülen bir parçasını gereksiz diye bir kenara atmak ve önemli görülen parçalara değer verip bakımını yapmak, sonuçta o sistemin sağlıklı işlememesine, bir dizi aksaklıkların çıkmasına sebep olacaktır. Bu evren ve içindekiler de büyük bir makinenin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu mekanizmaya bir hizmet katmaktadır. Allah, bizim çirkin diye dışladığımız, eleştirdiğimiz şeylere ne güzellikler koymuştur acaba? Birçok insan bunlardan gafildir. Onların dili ve görüşü ile söylemek gerekirse; dünyada güzeller de çirkinler de büyülü bir gizemdir. Bu gizemin gerçek manasını kimse tam olarak bilemez. Biz insanlara düşen, o gizeme tefekkür gözüyle bakmaktır. İnsanı çirkin diye yadırgayanları, gereksiz bir pislik gibi gören cahil insanların durumunu şuna benzetebiliriz: İnsan, Allah’ın yaratılış kanunu gereği harekete, çabalamaya mahkûm edilmiştir. Ama bazı insanlar, bu kanuna muhalefet ederler. Çabalamayı, çalışmayı, hareket etmeyi büyük bir işkence gibi görürler. Bu yüzden de kendilerine, sığır gibi yeyip içen, yatan bir yaşam tarzı seçerler. Bunun yanlış olduğunu, Allah’ın yaratılış kanununa muhalefet etmenin zararını, ta ki kalp, şeker, obezite gibi kronik hastalıklara yakalanınca anlarlar. İşte çirkin görülüp kaçılan, eleştirilen insanlar da tıpkı bunun gibi, bir yerlerde insanlığın karşısına çıkarak mutlaka insanlara gizemini ve önemini gösterecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Çünkü bu dünyada veya öteki dünyada Allah, çirkin veya gereksiz bir şey yaratmamıştır. Onun yarattığı her şeyin açık veya gizemli bir önemi ve değeri vardır. Kısacası, Allah’ın her yarattığında mutlaka bir ke-
Zor İnsanlar 341
ramet vardır. Allah bazen güzellikleri direkt gösterir bazense perde ile gizler. Tıpkı sert ve haşin bir kışın, arkasında baharı gizlediği gibi… Tıpkı iç karartan karanlığın, ardında aydınlığı gizlediği gibi… İnsanlara güzel-çirkin diye peşin yargı ile davranmaktansa o insanın bu dünyaya gelmesindeki kerametin ne olabileceğini düşünmemiz, en uygun davranıştır. Üstelik de böyle yapmakla büyük günah işlemiş oluyoruz. Şöyle kısa bir düşünme ile bunun yanlış bir şey olduğunu, vicdanınız veya aklınız size gösterecektir. O size: ‘Eleştirdiğin şey, Allah yapısıdır, sen onun yarattığını beğenmiyorsun. Sen Allah’tan daha iyisini mi yaratacaksın? Yoksa seni güzel yaratan Allah’ın bir anda seni çirkinleştirmesine engel mi olacaksın?’ diyerek ve iç muhasebe yaptırarak türlü nasihatler verecektir. Ama tabii ki düşünen, akıl işleten olursa…”
Ali, içkinin de verdiği cesaretle, normal zamanlarda söyleyemediği ve içini kemiren kurtları dökmenin rahatlığı içinde, sigarasından derin bir nefes çekerek yukarıya doğru üfler ve dumanlar, elma ağacının dalları arasında yayıldıktan sonra gözden kaybolur. Ali’nin paragöz arkadaşları, hikâyenin sürükleyiciliğine kapılmışlardı. Bir aksiyon filmi izler gibi Ali’yi ağızları açık dinliyorlardı. Muharrem: “Ali, sen neymişsin be, gören de profesör sanacak. Benim anladığım kadarı ile sen şunu demek istiyorsun: Doğuştan kör, sakat ve yaşlılar, bizim gibi bir sürü zibidi, hırlı hırsız, katil, terörist var. Sen bunların da güzel olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun? Bunların da bu dünyaya bir katkısı var mı diyorsun?” der ve Ali’nin ağzının içine bakar. 342 Ayhan Arslan
Ali: “Benim asıl vurgulamaya çalıştığım gerçek, insanın değiştiremeyeceği gerçeklerdi. Ama madem sordun, onu da cevaplayayım. Elbette onların da bu dünyaya bir katkıları vardır. İnsanların suçu, aceleci olmalarındandır. Oysa her işin sonucunu sabır ve sebatla bekleyebilseler ve derince bir tefekkür edebilselerdi, her canlının bu dünyadaki yadsınamaz önemini kavrarlardı. Hırsızların, katillerin, teröristlerin bile bu dünyaya bir katkıları, bir hizmeti vardır. Bunu biz tam olarak bilmeyiz, Allah en iyisini bilir. Ayrıca birinci merakına da cevap vereyim; ben profesör falan değilim, aslında ben nedense şu aslan sütünü içince aslana dönüşüyorum, içimdeki bütün korku ve endişeler yok oluyor ve âdeta dilimin bağı çözülüveriyor. Ama yarın yine aynı o eski pısırık, içine kapanık hayatıma geri döneceğimi de biliyorum. Keşke hayatım hep içki içtiğim zamanki gibi hür ve korkusuz olsaydı.” Gürbüz: “Ali arkadaşım, sen onu bunu boş ver, biz de aşağı yukarı senin gibi toplum tarafından dışlanmış, hor görülmüş, kırılmış kimseleriz, bize bizden başkası dost olmaz, dostluğumuzun şerefine içelim, şerefe!” der ve rakı bardağını yukarıya kaldırır. Kadehlerini yalpalayarak da olsa havaya kaldırıp çın çın tokuşturduktan sonra içerler. Bir müddet sohbet ve kadeh tokuşturmaların ardından kafalar iyice sarhoş olmuş, gözler her şeyi çift görmeye ve sempatik
davranışlar
devresine
girilmişti.
Bu
devre,
sarhoşluğun üst seviyelerine ulaşıldığını gösteriyordu. Hepsi birbirine hoş, sevecen, saygılı, sempatik davranışlar ve birbirini öpmelere varan sevgi sahneleri sergiliyordu.
Zor İnsanlar 343
Yavuz: “Aliciğim, canım arkadaşım, senin o yanık yanık türkü söyleyişine hayran kaldım, rica etsem bir daha söyler misin?” der. Ali biraz düşündükten sonra, önce içinde biraz da olsa beliren çirkin sesinden utanma ve alay edilme korkularını, içkinin etkisi, bir sel misali siler süpürür, zırtlak sesine ve arkadaşlarının alaycı tebessümlerine aldırış etmeden: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun insanın dış görünüşüne göre değer verenlere… Yazıklar edenlere…
olsun,
biçareleri
köleleştirenlere…
Eziyet
Yazıklar olsun, sevmeyi bilmeyenlere… İçinde nefret besleyenlere… Yazıklar olsun, cahil kalmış anne ve babalara… Yazıklar olsun, kula kulluk edene, menfaat için sevenlere… Of… Of… Of…” diye, içindeki kurtlarını döker ve içini bir rahatlama kaplar. Stres, yakıcı bir ateş gibi, insanın içini yakan bir kor gibidir ve o koru söndüren şey ise, dert ve sıkıntıların başkaları ile paylaşılmasıdır. Muharrem: “Aliciğim, seni izin verirsen öpmek istiyorum, helal olsun sana…” der ve Ali’nin yanağını uzatması ile iki yanağından şap şup öper. Birbirini öpme âdeti, sırası ile arkadaşlar arasında birbirlerine karşı uygulanır. Sanki yolculuğa çıkıyorlarmış da birbirleriyle vedalaşıyorlarmış gibi. İçki öyle bir iksirdir ki içine girdiği insanın dilinin bağını çözer, normal şartlarda utanıp sıkılıp konuşamayıp sakladığı bütün sırları söyletir. Stres ve çıkmazların üzerine bir perde 344 Ayhan Arslan
çeker, asık suratları güldürür, hayâ duygusunu ortadan kaldırır, korku duygusunu kaldırır ve yerine aslan gibi korkusuz yürek koyar. Hayatı tozpembe gösterir. Tabii ki bütün bu değişiklikler, yaz yağmuru misali çabuk ve geçicidir. İçkinin etkisinin geçtiği ertesi gün her şey yine eski hâline dönecek, o sanal mutluluklar uçup gidecektir. Ayrıca, ağzımızdan çıkan birçok sırlarımız ve maskaralıklarımız da vicdan azabı ve pişmanlıklarla ertesi gün karşımıza çıkan gerçekler olacaktır. Ayrıca, içkinin aslana çevirdiği yüreğimiz; geri gelmez bir hataya veya maddi bir hasara yol açacak bir harekete imza atmamışsa…
Zor İnsanlar 345
ÇILDIRMIŞ BABA…
Aynı gün vakit ikindiüzeri idi. Köylüler köşeden bucaktan, vahşi bir hayvanı izler gibi babanın avaz avaz bağırışlarını gizliden ve çekingen bir tavırla izleyip dinliyorlardı. Babanın sesi bütün köyü çın çın çınlatıyor, görenler duyanlar, bu vahşi ve ürkütücü naralar atan Deli Mahmut’a görünmemek için olağanüstü çaba harcıyorlardı. Çünkü kendilerini gösterirlerse, sinirini ve öfkesini kendilerinden çıkaracağını çok iyi biliyorlardı. “Ali! D…ki… S… çocuğu, çabuk gel buraya!” diye arada sırada avaz avaz Ali’ye seslenen babanın elleri de boş durmuyor, eline ne geçirdiyse sağa sola fırlatıp cam çerçeveyi yere indiriyor, sanki kafese kapatılmış bir aslan misali gördüğü şeye saldırıp parçalıyordu. Yanında yakınında iyi ki kimsecikler yoktu. Yoksa bu olan biten kötü olayın bütün sorumluluğunu ona yükler, onu hiç edemezse uğursuzlukla itham edip bütün suçu onun üzerine atar ve bütün sinirini, öfkesini, o suçsuz kişiden çıkarırdı. Zaten Deli Mahmut’un bu deli hareketlerini herkes bildiği için, onun köpürdüğü zamanlarda kimse yakınından dahi geçmezdi. Bir süre sonra anne ve Musa, ellerinde valizlerle köy dolmuşundan inerler ve minibüs şoförüne parasını uzatıp, valizleri alıp evden yana yönelirler. Neşeden dört köşe olmuşlardı. İzmir gezisi, köyün karamsar ve sıkıcı havasını üzerlerinden 346 Ayhan Arslan
atmış görünüyordu. Hatta on, on beş günlük İzmir gezisi, şivelerine dahi etki etmiş ve köyün tozlu yollarında kibar şehirliler gibi konuşup neşe kıvılcımları saçıyorlardı. Neşeli cıvıltılar içerisinde ilerlerken arkadan bir ses duyulur: “Gülsen!” Anne ve Musa, ani bir ürperişle arkalarına bakarlar, seslenen Hacer ebe’dir. Biraz bekledikten sonra Hacer ebe, endişeli ve telaşla yanlarına yaklaşır. Telaşından ve yüzünün ekşiliğinden, kötü bir şeylerin olduğu belli idi. Hacer ebe’nin kötü haberci gibi yaklaşması, biraz önce neşeden kulakları ağızlarına varan anne ve Musa’nın yüzlerinin birden ciddileşmesine sebep oldu. Daha köye adımlarını ilk attıklarında, köyün sıkıntı ve stresinin, üzerlerine bir karabasan gibi çöktüğünü hissederler. Kalp atışları hızlanmaya, içlerini derin bir endişe ve korku kaplamaya başlar. Her şeyden habersiz, mis kokulu bir ormanda doğanın tadını çıkara çıkara ilerlerken birden ayağınız bir bataklığa saplanır ve çırpınmaya çalıştıkça yavaş yavaş bataklığın sizi içine aldığını görürsünüz ya, işte şehirden köye düşmek de öyle bir şeydi. Hacer ebe, konuşma mesafesine yaklaştıktan sonra: “Gülsen, eve gitme, senin deli gene delirdi, dağı taşı kırıp durur, gel bir süre bizim eve gidelim.” Anne: “Ne oldu ki gene, niye dellendi ki?” der ve endişeli gözlerini, Hacer ebe’nin endişeli gözlerine diker. Hacer ebe: “Valla bilmem, ben de sesleri duyunca yola çıktım.” Tam o sırada köy evinin bir köşesinden çıkan, gürültülere kulak kabartan şalvarlı bir kadın, fısıltıyla ve telaşla: “Hacer aba! Hacer aba! Mahmut Ağa, Ali mobileti haberZor İnsanlar 347
siz alıp gittiği için kızıp bağırıyor, kırmadık bir yer kalmadı. Sakın yanına yaklaşmayın, bütün sinirini sizden alır valla.” der ve tekrar gözden kaybolup, sanki sinemada film izliyormuş gibi olan biteni ağaç aralıklarından izlemeye ve kulak kabartmaya başlar. Özellikle köylü insanı hep böyle idi. Bir felaketi, kötü bir olayı izlemeye bayılırlardı. Annenin sıkıntısı ve telaşının iyice arttığı yüzünden okunuyordu. Ama bir de içindeki o gururu, göklere fırlamış egosu, geri çekilmeye, geri adım atmaya engel oluyordu. O sanki ruhunda asil bir kraliçe taşıyordu. Anne, ruhunun sesini ve dürtülerini dinledikten sonra, kimseyi tınlamaz bir hava ile yönünü evden yana çevirip, hızlı adımlarla ilerler. Musa ve Hacer ebe, ona yetişmek için büyük çaba harcıyordu. Bir süre sonra anne ve ardındakiler, iki evin arasındaki dar geçitten, sanki kuduz bir köpek saldıracakmış gibi endişeli adımlarla ilerlerler. Evin önünde babanın saç baş darmadağınık ve sudan çıkmış köpek misali saçları terden ıslanmış, gömleğinin düğmeleri kopmuş, sanki birisi ile kavga etmiş gibi bir hâli vardı. Etrafa ise; sağa sola çarpılmış, fırlatılmış ibrik, tas tabak, tahta parçaları, çeşitli büyüklükte taş parçaları saçılmıştı. Baba, karşısında savaşacak birisini bulamadığı için eşyalarla savaşmıştı. Gelen karaltıya birden kafasını çeviren baba, karşısında anneyi görünce aniden ayağa fırlar, kudurmuş bir boğa gibi annenin üzerine saldırır. “A… kızı, sen kaç gündür neredesin? Başıma ne geldiyse hep senin yüzünden geliyor, sen İzmir’e gitmeseydin bunlar başıma gelmezdi!” diye bir yandan avaz avaz bağırır, bir yandan da tekme tokat anneyi yerde oradan oraya sürüklemeye başlar. Hacer ebe’nin ayırma çabası pek işe yaramıyordu. Bir aslan bir insana saldırırsa başka bir insan ne yapabilirdi ki. Babanın bu derece ortalığı ayağa kaldırmasından, dışarıdan 348 Ayhan Arslan
gören de büyük bir felaket oldu sanır. Oysa içinde çocukluk kanı taşıyan bir çocuk, izin almadan mobileti götürmüş ve her zamanki gibi yerine sessizce bırakacaktı. Tabii ki izin almazdı ve alamazdı. Çünkü baba her hâlükârda mobilete el bile sürdürmezdi. Zira onun malı canından daha değerliydi. Bu olay tabii ki materyalist biri için büyük bir olay, insan canından çok daha önem verdiği malı için büyük bir tehditti. Ayrıca maddeperest baba, bu uğurda karşısına kim gelirse gelsin, geleceğini hiç düşünmeden saldırıp, onu ruh ve bedenen hırpalamaktan geri kalmazdı. Ayrıca bu hareketi ile gelecekte oldukça çok ihtiyacı olacağı, asası, desteği olacağı tek ailesini yerden yere çarparak, geleceğini karanlığa gömüyordu. Sevgi, empati, saygı, hoşgörü ile hiç tanışmamış baba için dünyada tek önemli olan mal idi, para idi, malına zarar geleceğine canına zarar gelmesini yeğleyen zavallı bir kişiliğe sahipti. Mobiletten düşünce kanayan dizine aldırmadan ilk olarak, topal aksak kalkıp, mobileti yerden kaldırıp kırılan dökülen yerlerini kontrol etmesi, kırılan, bozulan veya kaybolan bir ev aleti için ev halkına dünyayı dar etmesi gibi daha niceleri...
Bu zavallı benlik, geçmiş zamanın birinde, köy tabiri ile Deli Mahmut, incir ağacına çıkarken birden kendini yerde bulur. Eli bir taş parçasına rast gelir ve elinden kan damlamaya başlar, kanının azalıp kansız kalacağından korkarak elinden akan kanları köpek gibi şapır şupur yalamaya, içmeye başlar, tabii ki bu olayı görenlerin ağzı beş karış açık kalır. Bencillik ona sadece kendi canı ve kendi malına önem vermeyi telkin ediyordu. Böyle hayvani bencilliğe, kara cahilliğe ve materyalist bir benliğe sahip insan, cemiyetin yüz karası olmaktan öteye gidemiyordu. Sadece kendi canının ve malının esiri olmuş bu benlik, başkalarına hiçbir şey veremezdi ve dolayısı ile Zor İnsanlar 349
başkaları tarafından sevilip sayılması da imkânsız bir şeydi. Özellikle Ali için büyük bir utanç kaynağı idi. Ali, “baba” lafı duysa başını yere eğer ve babasından bahsedildiği zaman sessiz kalmayı yeğlerdi. Ne konuşabilirdi ki? Eller, onur verici, fedakâr, çocuğu ve vatanı için canını vermekten çekinmeyen, seven, değer veren babalarını anlatırken o ne söyleyebilirdi? Ama bu da doğal bir şeydi. Kötüleri de şeytanı da Allah yaratmıştı ve mutlaka bunların da dünyaya bir katkıları vardı. Zira Allah hiçbir şeyi sebepsiz, laf olsun diye yaratmamıştır. Şeytanın ve ordularının da yeryüzünde yapacak görevleri, varlık âlemine verecekleri gizemli hizmetleri vardı.
350 Ayhan Arslan
İÇKİ ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMUYOR
Sahipsizliğin,
sevgisizliğin, değerli görülmemenin, kabul
görülmemenin, bağımlı hayatın, aile baskısının meyvesi; avarelik, arayış, kötü alışkanlıklardı. Bir dost, sığınacak liman ya da acılardan bir süreliğine kurtulabilmek ya da değerlilik ihtiyacının bir miktarını karşılamaya çalışmak adına içkinin kapısı çalınıyordu. Fakat içki ne bir dost, ne dertlere deva bir ilaç ne de şişede durduğu gibi masum bir şeydi. Dört kafadar, elma ağaçlarının gölgesinde ve gürül gürül akan berrak ve soğuk suyun yanında hoş sohbetler eşliğinde yeterince içtikten sonra, binerler mobilete ve motosiklete… Aslan sütünün insanı aslan gibi korkusuz yapmasından dolayı mobilet ve motosiklet gitmiyor, âdeta uçuyordu. Ali, yerinde zar zor duran o içkili hâli yetmez gibi bir de masadan artakalan büyük rakı şişesini beline sokmuş, hem mobilet sürüyor hem de arada bir rakı şişesinden kafasına dikiyordu. İçmeli idi, içinde kaynayan acıları ve öfkeleri dindirmek, unutmak adına içmeliydi. İçmeliydi, herkesten çok içmeliydi ki şanını dillerden dillere dolaştırmalı idi. Fakat rakıyı her dikişinden sonra yol gözüne daha da bir sisli ve çatal gözüküyor ve mobilet yolda zikzaklar çizerek kazaya ramak kala ilerliyordu.
Arkadan gelen arkadaşları da kafayı iyice bulmuşlar ve koro hâlinde türküler söylüyorlardı. Serin yayla bozkırı,
Zor İnsanlar 351
içkinin yaktığı ciğere buz gibi esiyor fakat o yangını söndüremiyordu. Ali, içini yakan içkinin ateşini serinletmek ve motosiklettekilere toz yalatmak için mobiletin gazına sonuna kadar yükleniyordu. Dahası, gaz kolunu son noktaya sabitliyor ve iki elini serbest bırakıyordu. Serbest kalan elinin birisiyle rakı şişesini tutuyor, diğeriyle de al yanaklı bir elma tutuyordu. Bir yudum içkiden, bir ısırık elmadan alarak son hızla ilerliyordu. Mobilet sanki otomatik pilota alınmış bir uçak misali kendi yolunu buluyordu. Tam Ali’ye uygun bir cambazlıktı bu… Kahramanlığını dillerden dillere dolaştırmalıydı ve içindeki kan ağlayan insanlık onurunu rahatlatmalıydı. Bir süre sonra işi iyice çığırından çıkaran Ali, arada bir dönemeçlerde falan mobiletin direksiyonunu elleri ile tutup, dönemeci geçtikten sonra tekrar bırakıyordu. Şimdi ise dönemeçlerde dahi direksiyonu tutmuyordu, ağırlığını yana vererek dönemeci güç bela atlatıyordu. Bir elinde rakı bir elinde elma, bir rakıdan içiyor, bir elmadan ısırıyor, mobilet virajlara geldiği zaman direksiyonuna dokunmadan ağırlık noktasını yana
yatırarak
virajları
dönüyor
ve
hiç
direksiyona
dokunmadan ilerlemeye devam ediyordu. Ali’nin gerek herkesten fazla alkol alması, herkesin yapamadığını yapmaya çabalaması ve gerekse canını bile hiçe sayarak birilerinden farklı bir şeyler yapmaya çalışması, kendinden övgü ile bahsettirmek adına içindeki aç kalmış değerlilik canavarını doyurmak çabasından başka bir şey değildi. Doğal olarak bu canavar herkeste vardır. İnsanlar bu canavarı beslemek adına neler yapmıyor ki… Süs, püs, gösterişli arabalara binmeler, gösterişli binalar yapmalar, en iyi şeylere sahip olmak, cambazlık yarışları, ün yarışları, güzellik yarışları, her türden rekabet yarışları, bunlardan bazılarıdır. İnsanoğlunun bu ezelî rekabeti onu başlı başına bir tür yarışçı yapmıştır. Bu yarışa 352 Ayhan Arslan
en başından, milyonlarca sperm ordusu arasından sıyrılıp birinci gelmekle başlıyordu. Ondan sonra hayatın her anı yarışla, rekabetle geçmektedir. O benlik geri kalırsa kahrolur, övünülecek bir şeyler yapamazsa kahrolurdu. Aşağılanır, küçümsenir, değersiz görülürse kahrolurdu. Her insan elbette değerli olmak, birileri tarafından övgü ile bahsedilmek ister. Fakat diğer insanlar bu ihtiyacını farkında olmadan ufak tefek de olsa alıyorlardı belki… Bir insana ismi ile hitap etmek dahi o insanın ihtiyacı olan değerlilik vitaminini karşılamaya yetecekti. Gün boyu susuz kalmış birisi için birkaç damla su bile, susuzluk hissini biraz olsun bastırmaya yetecekti elbette. Ali için durum tam tersi, anne babası başta olmakla beraber sanki bütün dünya onu reddediyor, dışlıyor, aşağılıyor, akla gelmedik eziyetler görüyordu. İnsanlar kendisini küçümsemeseydi, en azından ismi ile hitap etselerdi belki de bir damla değerlilik uğruna çeşitli cambazlıklar yapmaya kalkışmayacaktı. Çeşitli maceralara kalkışmayacaktı. Bütün enerjisini, iş verimliliğini üretime yönlendirecek ve refah seviyesi yüksek, vatanına ve milletine hayırlı bir birey olacaktı. Oysa karşılanamayan ruhsal boşluğu ve yetersizliği olan bireyler; hayatı boyunca o ihtiyacını karşılamak adına neler yapmıyor ki… Yemek yemeyen bir insanın bir süre sonra kan şekeri düşer, gözü ve ruhu, yemekten başka bir şey arzulamaz. Değerlilik vitamini alamayan insan da öyle… Biri fiziki ihtiyaç, birisi ruhsal ihtiyaç olmasına karşı her ikisi de hayati öneme sahip değerlerdir. Birinin eksikliği bile insanın ruh ve bedenen gelişiminin önüne taş koyacaktır. Suçu çirkin olmak ve cahil bir anne babanın çocuğu olmaktı. Asıl ağırına giden de sanki bunlar kendi suçu imiş gibi aşağılanma, eleştiri, kötü benzetmeler ve dışlanmalara maruz Zor İnsanlar 353
kalması idi. İnsan, Allah’ın yarattığı bedeni nasıl değiştirebilirdi ki… Anne ve babasını seçme özgürlüğü nasıl olabilirdi ki… İnsanlar nedense insanları ahlakına bakmadan, öncelikle şekline bakarak değerlendiriyorlardı. Bir insanın görünüşü berbatsa insanlar onun ağzından bal aksa da ona değer vermezlerdi. Ama bir insanın görünüşü güzelse; onun ağzından çıkan küfürlere dahi değer verilir ve kutsanırdı.
Arkadan gelenler, Ali’nin hâlini görünce endişelenirler ve şarkı söylemeyi bırakarak: “Ali! Ali!” diye avaz avaz bağırmaya başlarlar. Ali arkadan gelen seslere başını çevirip bakar ve kendisine el işaretleri ile “dur” dediklerini anladığı hâlde elinin tersi ile tersleyerek yoluna devam eder. Aslında durması gerektiğini içinden gelen bir ses fısıldıyordu. Çünkü mobileti yolda tutmakta zorlanıyor, bir sağa bir sola yalpalayıp duruyor ve içinden “karşıma bir araç çıkmasın” diye de dua ediyordu. Yol hem gözüne sisli hem de bir ip gibi ince gözüküyordu. Arkadaşları, bir ara yanına yaklaşıp: “Ali! Tekerin patlak, dur, düşeceksin!” diye bağırdılar. Ali dik tutamadığı başı ile yan tarafa bakmaya çalışır. Fakat onların ne dediğini bile algılayamaz hâle gelmiş, göz kapaklarını bile açık tutmakta zorlanıyordu. Bir süre sonra mobilet son hızla yalpalayarak giderken acı bir mıcır cazırtısı duyulur ve mobilet bir yana Ali bir yana savrulur. Ali yerde yatıyor, çevreden gelen konuşmaları duyuyor, fakat ne bir yerine bir şey olduğunu hissediyor ne de mobilete… Düştüğünün bile farkına varamayacak kadar kendinden geçmişti. Sadece uyumak istiyordu ve öylece sızıp kaldı. Kaza, köylük bir yerin içinden geçerken gerçekleştiği için, etraf bir anda meraklı insan kalabalığı ile dolmuştu. Ali ise yerde sızıp kalmış, dizinden ve kafasından kanlar akıyordu. 354 Ayhan Arslan
Ali’nin arkadaşları telaşla ve yalpa yalpa, Ali’nin yaralarına bakıp çaresiz gözlerle etraftakilerden yardım istiyorlardı. Yavuz: “Ağabeylerim, evinde temiz bez ve tentürdiyot gibi ilk yardım malzemeleri olan varsa rica etsek bize verebilir mi acaba? Fukaranın yaralarını saralım.” der ve çaresiz gözlerle etrafı izler. Fakat hiç kimseden hiçbir tepki gelmiyordu. Öylece öküzün trene bakışı gibi boş gözlerle seyrediyorlardı. O insanların sanki dilleri yabancı idi de söylenenlerden bir şey anlamıyorlardı. Köylülerin arasından: “Bunlar içkililermiş, haydin gidelim, içki içmenin cezasını çeksinler.” diyen uğultulu bir sesin ardından dağılıp giderler. Yobaz Müslümanlık bu idi işte… İçki içeni kâfir sayıyorlar ve ölümü hak ettiğini düşünüyorlardı. Gürbüz: “Ali kalk aslanım, buradan bir an önce gidelim, bu köylüler yardım etmediği gibi Allah bilir biraz sonra bizi taşa bile tutarlar. Burası Müslüman ülkesi değil de sanki gâvur ülkesi…” der ve bir yandan dürtükler bir yandan da yaralarını inceler. Neyse ki fazla büyük ve derin bir yarası yoktu. Dizinde hafif bir sıyrık, alnında biraz açıklık vardı ve kan damlıyordu. Gürbüz: “Arkadaşlar, bir bez parçası falan yok mu? Alnını sarmamız gerekli.” der ve etrafı ve motorların heybelerini araştırmaya başlarlar. Uygun bir şey bulunamayınca Yavuz gömleğini çıkarır ve ardından beyaz renkli atletini çıkarıp cart diye ikiye böler. Ali’nin kan akan başına sararlar. Muharrem: “Bir de üstüne başına su dökelim de biraz kendine gelsin.” der ve siyah motosikletin heybesindeki iki litrelik kola şişesine doldurulmuş soğuk suyu başına, elbiselerine döker. Zor İnsanlar 355
Buz gibi soğuk suyun etkisi ile tatlı uykusundan sopa ile uyandırılmış gibi gözlerini açar Ali ve etrafındakilerin silüetini gördükten sonra göz kapaklarını tekrar kapatır. Çünkü o derece sızmıştı ki göz kapaklarını aralamakta bile zorlanıyordu. Arkadaşları bakarlar ki durum çaresiz, Ali’yi kollarından tuttukları gibi ayağa kaldırıp, ayılması için ileri geri yürütmeye başlarlar. Ali: “Benim bir şeyim yok, bana bir şey olmaz.” der. İçkinin verdiği ululuk hissi ile kendini tutan elleri ittikten sonra kendi başına yürümeye çabalar ve biraz ağır aksak yürür. Fakat birkaç adımdan sonra tekrar yere düşer. Sanki içi boş çuval gibi uzun süre dik duramaz. Muharrem: “Yavuz, Ali’yi biz motosiklete alalım sen de mobileti sür.” der ve öyle yaparlar. Muharrem ile Gürbüz motosiklete biner. Gürbüz direksiyona geçer, araya Ali’yi bindirirler ve Ali, Gürbüz’e sıkıca ellerini kenetler, başını sırtına yaslayarak uyumaya devam eder. Yavuz ise ön ve arka ışığı kırılmış mobileti, savrulduğu yol kenarından kaldırarak çalıştırır ve yollarına devam ederler.
356 Ayhan Arslan
GECE YARISI EVDEN KOVULMA…
Aynı gün, vakit gece yarısı iki civarında idi. Ali artık biraz kendine gelmişti. Yavuz, kırılan yerlerini tamirciye yaptırdıkları mobileti sessizce, evin tahta balkonunun altına bırakmış sıvışıyordu. Saatlerce motosikletle serin yayla havasında seyahat etmek Ali’yi sarhoşluk sersemliğinden biraz kurtarmış, en azından kendi başına yürüyebilecek hâle gelmişti. Evdekilere sezdirmemek için basamakları çarpık çurpuk taştan merdivenleri, yan tarafındaki evin duvarına tutuna tutuna sessizce çıkıyordu. Ardından, rüzgâr esmesi ile sallanıp ses çıkaran tahta balkonu daha bir dikkatle geçer. Çünkü balkonda fare yürüse bile ses çıkarırdı. Kapıları da büyük bir dikkatle geçip yatağına kendini usulca bırakır. Sanki üzerinden kamyon geçmiş gibi kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Tek istediği, derin bir uyku çekmekti. Daha yatağa uzanır uzanmaz üzerine battaniye örtmeye fırsat bulamadan sızmıştı. On, on beş dakika olmuştu ki öbür odanın kapısı hızlı açılarak arkasındaki ağaç bölgeye hızla çarpar. Hiç şüphe yok ki bu baba veya anne idi, geldiğini duymuş olmalılardı. Ali battaniyenin altına korkudan iyice birlenir ve derin uykudaymış numarası yapar. Gözlerini kapatır, belki Ali’nin uyuduğunu görünce akşamdan vakit geç olmadan eve gelip uyuduğunu düşünür de dövmekten vazgeçer diye böyle yapmaya çalışır.
Zor İnsanlar 357
Ne yazık ki durum öyle olmaz, içeriye giren baba, Ali’nin odasının kapısını da hızlı bir şekilde açtıktan sonra Ali’nin üzerindeki battaniyeyi hızlı bir şekilde çeker. Sormadan sual etmeden kuduz köpek gibi saldırmaya başlar. Tekmeler tokatlar birbiri ardınca gelmeye başlar ve ardından da her zamanki gibi kolundan sürükleyerek evden kedi yavrusunu fırlatırcasına kapıdan dışarıya fırlatır. Daha mobiletin ve onun başına gelenleri görmeden bunları yapan baba, mobiletin kaza yaptığını ve bazı parçalarının değiştiğini görseydi ne yapacaktı acaba? Hayatının önceliği malı ve kendi canı olan bir baba, tabii olarak Ali’nin yaralanıp bir yerlerinin kırılmasıyla ilgilenmezdi bile. Başkasının canının ve malının, onun kitabında yeri yoktu. Aslında bu derece materyalist birisinin eşyalara zarar vermesi de biraz ters düşüyor. Baba onu da şu şekilde yapıyordu: Genellikle değerli eşyalara pek zarar vermez, ola ki kaza ile değerli bir eşyaya zarar verdiği zaman da o eşyaya kendisinin zararının dokunmadığını düşünür ve suçu, o çevrede olan birine veya birisinin uğursuzluğuna bağlardı. Kendi hatasının faturasını başkasından çıkartarak, sözde ondan intikam alırcasına ona saldırır. İçindeki suçluluk duygusunu bastırmaya çalışırdı. Ali’nin alnındaki ve dizindeki kaza yaraları ve babanın tekme tokat darbeleri, bedeninin her bir yerine acı büber sürülmüş gibi cayır cayır yanıyordu. Bir de yine evden kovulmak ve evsiz kalmak da yüreğine ayrı bir acı veriyordu. Yine sokaklarda, dağlarda taşlarda barınacak bir yerler aramak, daha başka bir çaresizlik acısı veriyordu. Ali’nin, o ruh ve bedenindeki acılar arasında tek tesellisi; babanın, mobiletin kaza yapmış hâlini görmemiş olması ve dolayısı ile ek bir ceza almadan evden uzaklaşıyor olması idi. 358 Ayhan Arslan
Zira baba için bir kendi canı ve malı vardı, başka bir şeyin bu dünyada hiç önemi yoktu. Hani köpekler, önlerinde duran kemik parçasını korumak uğruna herkese saldırır ya, babanın yaptığı da buna benziyordu. Canına veya malına bir zarar gelsin, dünyayı ayağa kaldırırdı. Ben şunu merak etmeden geçemiyorum doğrusu: Bu adam yarın bir gün, o tatlı canını Azrail almaya geldiğinde ne diyecek, ne yapacak acaba, çok merak ediyorum. Bu dünyadaki mallarından nasıl ayrılacak acaba? O tatlı canını Azrail’e nasıl verecek? Geceler ıssız, geceler karanlık, geceler soğuk… Ali, göz gözü görmeyen mıcırlı yolda, bedenindeki ve ruhundaki acılarla ilerler. Bir yandan nereye gideceğini düşünüyor, bir yandan da o çilehaneden kurtulmanın verdiği rahatlama, yüreğini tatlı bir meltem gibi serinletiyordu. Savaştan, sıcak çatışmaların olduğu bir ortamda canını kurtarmak için kaçan birisinin, onca acılara rağmen tek tesellisi, o vahşet ortamından uzaklaşmış olması olurdu. Ali’nin düşünceleri de onun gibi bir şeylerdi. Ali, yine ikinci evi olan evine geri dönüyordu. Yine insanların akşam olunca evlerinin yolunu tutmasını gördükçe, sıcak ve yumuşak yatağında uyuyanları hayal ettikçe yüreği karalar bağlayacaktı. Sokaklarda, dağlarda, ahırlarda, tıpkı sokak köpeği gibi geceyi geçirecek bir yer ve karnını doyuracak bir şeyler bulmak çabasına girecekti. Birçok insan, bu durumda ya bir dostuna ya bir yakınına sığınmayı düşünür ve de öyle yapar. O ise birilerine sığınmayı düşünmez ve yapamazdı. Belki buna, yaşadığı insanlık dışı muameleler neden oluyordu. O sıra dışı vahşetler onu hayattan koparıyor, insanlardan uzaklaştırıyordu. İnsanlığa küstürüyor, utandırıyordu. Birisinin yanına varıp da ailesinin insanlık dışı, onur zedeleyici hareketlerini anlatıp kendine Zor İnsanlar 359
acındırmak da oldukça onur kırıcı bir şey olurdu. Onun için en çıkar yol, yalnızlığa kucak açmak, kendi sorunları ile baş başa kalmaktı. Üstelik başkaları, sokakta kalmış birisine sonsuza dek yardım edip gözetemezdi. En fazla birkaç gün sonra tıpkı babanın yaptığı gibi sokağa atarlardı. Başta ailesi olmak üzere toplum tarafından istenmediğini, sevilmediğini, tartaklandığını, itildiğini görüyor ve candan sahip çıkacak birilerinin olmaması onu yalnızlık karanlığına gömüyordu. Tıpkı doğadaki hayvanlar gibi kimseden yardım almadan kendi başına zorlu yaşam mücadelesine kucak açıyordu. Zaten kendi anne ve babasının reddettiği bir çocuğu kim bağrına basardı ki? Ali için, sığınabileceği tek yer vardı, o da kendisini koşulsuz seven, yaratandan ötürü seven ve bağrına basan ebe ve dedenin kucağı idi. Onlar da ne yazık ki Ali’yi yalnız bırakarak öbür âleme göçüp gitmişlerdi. Gecenin karanlığında ve sessizliğinde, ayakkabılarının çıkardığı mıcır sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Karın Boğazı’nı geçerken büyük kayalar; dev yaratıklara çalılar ve ağaçlar; iç titretici yırtıcılara benziyordu.
Ayakkabılarının
çıkardığı mıcır sesleri kayalara vurup yankı yapınca, sanki birileri garip ve korkutucu sesler çıkarıyormuş gibi oluyordu. Gözü karanlığa her daldığında içini hayalî korkular kaplıyordu. Baktığı her kaya ve çalı, bir yaratığa dönüşüp, sanki üzerine geliyormuş gibi oluyordu. O gölgelerin bir yaratık olmadığını içinden bir şey fısıldıyordu fakat içinde başka bir şeyler de sürekli her gölgeyi, karaltıyı ucube bir yaratığa dönüştürüyordu. Bu tabii ki hayal gücünün etkin olmasındandı. Hayaline sürekli kötü şeyler getirmekten kaynaklanmakta idi.
Ali, bu ve buna benzer karanlığın ürkütücü etkilerinden, geçmişte yaptığı gibi şimdi de yine, “körlük psikolojisi” ile kendini korumaya, ruhunu titreten korkunç ürpertileri ken360 Ayhan Arslan
dinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ali’nin körlük psikolojisi de şu idi: Sabit dururken gözlerini sürekli olarak kapalı tutmak, yürürken ise, arada bir kısa süreliğine, yoldan çıkıp çıkmadığını öğrenmek için açıp sonra tekrar kapatmak. Göz bir şeyler görmediği zaman akıl, dış nesnelerden korkunç senaryolar kurgulamıyordu. Gecenin ürkütücü uğultularından korkmamak için bir güvencesi daha vardı. O da kaybedecek bir şeylerinin ve hayati şevkinin olmaması idi. Ruhunu bu şekilde de korkulardan arındırmaya çalışıyordu. Karanlığın bağrından koca bir ağzın, kendisini çiğnemeden yutmasının, hayatın çektirdiği acılardan daha az acı vereceği kanaatine vararak korkularını yenmeye çalışıyordu. Karanlığın verdiği hayalî korkular, Mut ilçesinin sokak lambalı ve asfaltlı yollarının gözükmesi ile son bulur. Aydınlık ve medeniyet, daha uzaktayken bile sıcak yüzü ile Ali’nin içine tatlı bir ferahlık estiriyordu. Işıklar uzaktan kömür koru gibi ışıl ışıl ışıldıyor, sokak lambalar âdeta rota çizer gibi kıvrım kıvrım kıvrılıyordu. Aydınlık uzaktan âdeta sesleniyordu. Ali’nin, “gel buraya, hayat burada, o vahşi ortamı terk et” diye kulağına fısıldıyordu. İlçenin ışıkları Ali’yi öylesine cezbediyordu ki… “Gel aydınlığa, ferahlığa gel!” diye âdeta haykırıyordu. Ali bir süre sonra, uzaktan gördüğü, sokak lambalarının olduğu aydınlık yola ulaşır. O an içini bir rahatlık kaplar. Karanlığın verdiği korkunç hayaller birden yok olmuştu. Her yer gündüz gibi aydınlıktı. Vakit gecenin sabaha yakın olduğu bir anıydı. Etraf aydınlık, hoş ve sessizdi. Yol boyunca, köy evlerinin kopyası olan, birçoğu taş ve damı torak evler, azınlıkta da olsa tek tük betonarme yapılar sıralanıyordu. Bazılarının gece lambaları yanık, bazıları ise, ışıkları kapatılmış olarak içindeki hane bireylerini bağrına basıyor, Zor İnsanlar 361
doğanın her tür sıkıntılarından uzak tutuyordu. Ali ise, yıkık, virane veya tahta baraka dahi olsa, bir barınak görse derin hayallere kapılır ve “ah benim de bir mekânım, kimselerin rahatsız etmeyeceği, korkusuzca gece uyku uyuyabileceğim bir barınağım olsa” diye iç geçirmekten kendini alamazdı. O evlere ve barınaklara dalgın dalgın bakar kalırdı. Yol boyunca gözüne takılan en kötüsünden en güzeline kadar bütün evleri hayranlıkla izledi ve her birine ayrı ayrı hayaller kurarak ruh âlemini kısa bir hayal cennetinde gezdirdi. Ali’nin evsizlik, yüreğine o kadar tak etmişti ki bir köpek kulübesi veya bir koyun ağılı bile görse onları dahi hayranlıkla izleyip, kendisine yönelik hayaller kurardı. Ali her gördüğü eve ayrı ayrı hayaller kurup iç geçirdikten sonra Mut ilçesi merkezine gelir. Parıldayan ışıkları hayranlık dolu bakışlarla izledikten sonra, otobüs terminaline doğru yönelir. Zira bu saatte inlerin cinlerin top oynadığı şehir merkezinde tek açık ve evsizlerin acil mekânı olan yer, otobüs terminalinin bekleme salonu idi. Sokaklar ıssız, Mut’un meşhur dinlenme yeri olan; gündüz kuş cıvıltıları ve insan gürültüleri ile kaynayan Beş Çınarlar, sanki uyuyor gibi sessizdi. Altından şarıl şarıl akan soğuk ve berrak çeşme suları, gecenin sessizliğinden faydalanarak şırıltılarını yüz metreye kadar duyuruyorlardı. Şehrin muhtelif yerlerinde gece bekçileri düdüklerini sık sık çalıp, aralarında düdük diliyle şifreli bir iletişim sağlıyorlardı. Gecenin sessizliğini Adana tarafından gelen bir otobüs bozdu. Otobüsün iç lambaları yanıktı, yolcuların bir kısmı koltuklarının bir kenarına başlarını dayayarak uykuya dalmışlar, bazıları da etrafı izlemekteydi. Ali, otobüsün terminale girmesini fırsat bilir ve adımlarını hızlandırır. Zira yolcu kalabalığının arasında bekleme salo362 Ayhan Arslan
nunun bir köşesine sıvışıp pineklemek akıllıca olacaktı. Bir başına bekleme salonuna girip bir köşeye oturursa eğer, oradaki görevlinin gözüne sokak zibidisi olduğunu apaçık ilan edecekti. Beş parasız ve evsiz birisini de terminal işletmecisi ne yapsın. Bir bahane bulup kısa zaman sonra oradan kovardı. Ali burada tabii olarak uzun müddet kalmayı falan düşünmüyordu. Zaten de kalamazdı. Terminal görevlisi, yolcu olmadığını veya bir şeyler yiyip içmediğini fark ettiği zaman dışarı atardı. En azından sabaha kadar terminal işletmecisine çaktırmadan kalabilirse onun için yetecekti ve sabah olunca nasılsa başının çaresine bakacaktı. Otobüs peronda tıslama sesleri ile durur ve terminalin hoparlörlerinden, mola saati olduğu ve yolcuların, yemek ihtiyaçlarını ikinci kattaki lokantadan karşılayabilecekleri anonsu yapıldıktan sonra yolcular, otobüsün kapılarından birer birer inerler. Kimisi tuvaletlere kimisi ikinci kattaki lokantaya kimisi de terminalin bekleme salonuna gider. Ali de fırsattan istifade ederek bir yolcu gibi yolcuların arasına karışarak içeriye girer. Kapının arkasına karaltı bir köşeye oturur. Her ne kadar yolcu gibi gelip bir kenara oturup çaktırmamaya çalışsa da başta otobüsten inen yolcular, gözlerini Ali’den ayırmıyorlardı. Haklılardı tabii ki. Üstü başı yırtık dökük, alnında kanları daha yeni kurumuş bir yara olunca kim olsa bakardı. Ali’yi izlemeyen biri varsa o da şimdilik bekleme salonu işletmecisi idi. Çünkü onun tek derdi, otuz dakikalık molada durmadan oraya buraya koşturup “çay, ayran, tost, buyurun efendim” gibilerinden satış yapmaya çalışmaktı. Garson, Ali’nin yanına gelince, tiksinen bir üslupla başını başka yana çevirerek görmemiş gibi yapar. Bir süre sonra, zaruri ihtiyaçlarını karşılayan yolcular, Zor İnsanlar 363
hareket anonsunun yapılmasının ardından otobüslere tekrar binerler. Otobüs, tıslama sesleri arasında gardan ayrılır ve gözden kaybolur. Etraf yine sessizliğe bürünür. Ali’yi bir süre uzaktan izleyen garson, ekşi bir yüz ifadesi ile yanına yaklaşır. “Kardeş, bura otel değil, haydi doğru evinin yolunu tut bakalım.” diye sert ve soğuk bir dille Ali’yi kovar. Boynu bükük Ali, böyle bir şeyi bekliyordu ama bu kadar çabuk beklemiyordu. Çaresizlik içinde, garsona ağzını açıp tek kelam etmeden boynunu büküp, ardına bakmadan gişe görevlilerinin acımıklı bakışları arasında ve utanarak oradan uzaklaşır. İnsanlar aslında sefil birisine içlerinden acıyorlardı. Fakat böyle bir sefillikle yan yana, aynı kefede, aynı çatı altında olmak istemiyorlardı. Bu, onların kariyerlerini zedelerdi. Tıpkı anne ve baba gibi şereflerini, itibarlarını zedelerdi. İnsanlar her nedense ünlü, rütbeli, değerli, güzel ve paralı kimselerle yan yana olmak isterlerdi. Onlarla adlarının dahi anılmasından büyük zevk alırlardı. Birçok kimsenin ünlü veya hatırlı bir kimse ile yan yana resim çektirme yarışı da buna bir örnek olabilir. Sefil perişan kimselere ise, bir leşten tiksinir gibi sırt dönülüp gidilirdi. İnsanlardan yediği her darbe Ali’yi bir adım daha toplumdan uzaklaştırıyor, iyice yalnızlaştırıyordu. İçini bir hüzün bulutu kaplar ve yönünü dağlara, insanlardan uzak yerlere çevirir. Herkes haklı idi tabii olarak, başta anne ve babasının reddettiği bir çocuğu kim kabul edebilirdi? Ali’nin hayatı, yüzde ile oranlama yapacak olursak, yaklaşık yüzde yetmişi sokaklarda, dağlarda, mağaralarda, ahırlarda, çardaklarda yaşama mücadelesi ile geçer. Başta ailesi ve sosyal çevre tarafından dışlanmak, küçümsenmek, aşağılayıcı lakaplarla anılmak ve ailesinden gördüğü aşırı şiddet ve 364 Ayhan Arslan
sözlü değersizleştirme hâl ve hareketleri, Ali’yi sokak çocuğu yapan, insanlardan hep kaçan bir hayat sürmesine iten ana sebeplerden bazıları idi. Aç ve barınak olmadan doğa, Ali’yi uzun süre bağrına basamıyordu tabii olarak… Bazen gündelik işlerde çalışarak karnını doyuracak bir kuru ekmek buluyordu. Fakat sürekli bir iş bulmak neredeyse zor veya imkânsızdı. Çünkü Mut Çukuru’nda, insanların sürekli olarak çalışabilecekleri bir iş sahası yoktu. Ali’nin yaşadığı yer tarım bölgesi olduğu için ancak mevsimlik iş bulunabilirdi. Özgürlük hazzı fazla uzun sürmüyor, günler geçtikçe açlık ve sefalet Ali’nin yakasına kene gibi yapışıyordu. Ali’nin aslında cehennem gibi olan aile ocağına dönmesi doğru değildi, üstelik de sık sık kovulduğu, tekme tokatla defedildiği eve geri dönmek, çok zor ve onur kırıcı bir şeydi. Evde besleyip durduğunuz köpeğinizi zaman gelir çeşitli sebeplerden dolayı azat etmek zorunda kalırsınız, uzak diyarlara bırakıp terk edersiniz. Fakat o köpek, çoğunlukla bir yolunu bulup, günler sonra da olsa bir de bakmışsınız ki evinizin önünde. Belki kızıp tekme, taş, sopa, elinize ne geçti ise köpeğe fiziksel şiddet uygulayıp tekrar evden defedersiniz. Ama o köpek, kısa bir zaman sonra yine kapının önünde olur. Tabii olarak köpekte gurur, onur gibi duygular olmayınca sadece açlık dürtüsü onu dayaklara, eziyetlere rağmen o eve geri gelmeye mahkûm ediyordu. Fakat insanoğlunda insanlık onuru diye bir şey vardır ve bu onur küstürüldüğü zaman, kırıldığı şeye bir daha minnet etmez. Tabii olarak açlık duygusu ve onur karşı Zor İnsanlar 365
karşıya geldiği zaman, her ne pahasına olursa olsun açlık duygusu, onuru her zaman eziyordu. Bazı insanlar çok zaman; “acımdan ölsem de sürüm sürüm sürünsem de o eve tekrar geri dönmem” diye ahdederler. Ama bunu onlara, ön plandaki onurları söyletir. Fakat arka plandaki açlık dürtüsü ve çaresizlik, gittikçe ağırlaşan bir güçle kendini hissettirdiği zaman onuru, şerefi, değerliliği ezip geçer. Zaten değersizlik çukuruna atılmış Ali için, bir de çok zaman tekme tokat kovulduğu ve giderken bir daha dönmeyeceğini düşünerek ayrıldığı o eve açlık yüzünden geri dönmesi ve babanın, arsız bir köpek gibi eve dönen Ali’yi tekrar evden koyması ayrı ayrı onur kırıcı davranışlardı. Ama açlık belası, onurdan ve aile baskısından üstün geliyordu ne yazık ki… Açlık insanın yakasına yapıştığı zaman; bedeni ve ruhu, yemek yemekten başka bir şey düşünemez. Açlıkla geçen her dakika, saniye, ona gün gibi, yıl gibi uzun gelir. Tıpkı acı veren bir hastalığa yakalanmış bir kimsenin, dünyadaki bütün her şeyden elini ayağını çekip sadece kendi ızdırabına odaklanması gibi… Anne ve babanın Ali’ye bu denli ayrıcalıklı, hoyrat, antipatik ve vahşice davranmaları, medenileşememiş, hayvan psikolojisi ile yaşayan eski Cahiliye insanlarını hatırlatmaktadır. Zamanın ilerlemesinin, dünyanın medenileşmesinin, ne yazık ki cahil insanlara bir yararı dokunmuyordu. Cehalet, eskiden olduğu gibi günümüze de bir değişikliğe uğramadan geliyordu. Cehaletin görünüşü değişse de öz itibarı ile değişmiyor ve etkileri aynı kalıyordu.
366 Ayhan Arslan
ANNE BANA O KIZI AL…
Dört yıl sonra, ağustos ortaları idi. Vakit öğle saatleri, bunaltıcı bir sıcak hâkimdi. Ali askere gidince, cehennem hayatı gibi geçen aile hayatı, devre arasına girdi. Birçokları için eziyet gibi olan askerlik hayatı, Ali’ye cennette yaşamak gibi gelir ve günler su gibi gelir geçer. Yine o eziyetlerle dolu aile ve sosyal çevreye geri döner. Askerden ilk geldiği sıralar, oradan getirdiği mutluluk ve şevk, bir süre sonra yavaş yavaş biter ve yerini yine eski günlerde olduğu gibi sıkıntılı günlere bırakır. Ali yine yavaş yavaş kendi odasına kapanma, insanlardan kaçma, kimselerle konuşmak istememe hislerinin ağırlığını hissediyordu. Günler geçtikçe bu duygular ağırlaşıp üzerine bir karabasan gibi çökmeye başlıyordu. Askerlikte depoladığı yaşama mutluluğunun üzerine sivil hayatın hüzün ve sıkıntıları bir karabasan gibi çöküyordu. Geçen her gün ve dakika, onu yine eski bataklığına geri itiyordu. Bu belki de şu yüzden oluyordu: hiç kimse kaderinden kaçamazdı. Bu da Ali’nin kaderiydi belki de kaçamıyordu. Tıpkı bataklıktaki bir kimsenin çırpınışlarının fayda sağlamaması gibi…
Zor İnsanlar 367
Musa on sekiz yaşına basmış, boyu bosu, kılığı kıyafeti ile daha da bir çekicileşmiş, başta anne ve çevresinde herkesin gözdesi ve imrenti ile bakılan bir delikanlı olmuştu. Bütün bu değerlilikler ona ayrıca ileri derecede özgüven ve kibir de katmıştı. Bu yüzden reddedilmeyi, herhangi bir isteğinin karşılanmamasını, en basitinden aşağılayıcı tavır ve hareketleri ya şiddetle reddeder ya da karamsarlığa kapılıp kırılır küserdi. Tabii ki hep ata binmeye alışkın birisi için eşeğe binmek oldukça zordu. Musa yaklaşık bir seneden beri bir kıza vurulmuş, âşık olmuştu. Bu vesile ile eve bucağa çok az uğrar olmuştu, günlerinin ve zihninin büyük bölümünü o kızla meşgul ediyordu. Çok zaman annesiyle konuyu konuşup, o kızı kendisine istemesini söylüyordu. Anne de o kızın, aileye yakışır bir kız olmamasından ötürü sürekli reddediyordu. Anne ile Musa bir araya gelmiş, yine o kız yüzünden tartışıyorlardı ve Ali de öbür odada, her zamanki gibi çilehanesinde öksüz köpek yavrusu gibi yatağına kıvrılmış, korkak bir tavuk gibi pusuyordu. Çünkü öbür odada tehlike vardı ve öbür oda ona çok yakındı. Baba ise evde yoktu. Ali her ne kadar askerden gelmiş, güçlü kuvvetli olsa da artık anne ve babayı dövebilecek güce erişse de içinde iz bırakmış eski yaralardan dolayı kendini hâlâ çocuk gibi güçsüz ve âciz hissediyordu. Hâlen anne ve babanın, kendisini dövüp evden kovabileceği korkusu, içinden çıkıp gitmemişti. Bir kuşun; uçma güç ve büyüklüğüne gelmiş kanatlarını hâlen kullanamaması ve bu becerisini ta ki yuvadan aşağıya düştüğü zaman keşfetmesi gibi bir şeydi bu…
Musa: “Ana, beni o kızla ever, onu bana iste!” diye sert telkinlerde bulunuyordu.
368 Ayhan Arslan
Anne: “Oğlum bırak sen o kızı, ben sana daha iyisini bulurum, ne yapacaksın o sefil ve pis kızı? Beni el âlemin diline mi düşüreceksin? Onurumuzu, şerefimizi beş paralık mı edeceksin?” diye kızı karalayıcı sözlerle Musa’yı o kızdan vazgeçirmeye çalışıyordu. Ama Musa için bu bahaneler vız geliyor tırıs gidiyordu. İki gönül bir olunca samanlık seyran olurdu. Aşkın gözü kördü. Üstelik de sevdiği kızı kötüleyen anneye daha çok sinirleniyor, üslubunu daha da sertleştiriyordu. Musa: “Anne, bana o kızı alacaksınız, ben ölürüm de başka bir kızı almam.” der ve kestirip atar. Anne: “Oğlum etme, gitme, ne yapacağım ben o soyu bozuk pis kızla, el âlem yarın kınar, alay eder. Ben el içine nasıl çıkarım, ağabeyin zaten yüzümüzü yeterince karartıyor, bir de sen yapma… Sen ailemizin yüz akısın. Benim sana alacağım gelin her yönü ile dört dörtlük olmalı, el âlem imrenti ile bakmalı… ‘Gülsen bir gelin almış ama ne gelin’ diye dilden dile dolaşmalı, onurumuzu yükseltmeli. Sen hiç tasalanma, ben sana böyle bir kız bulurum… Ondan sen de çok hoşlanacaksın. Çünkü sana ben, çevremizdeki en güzel kızı alacağım.” diyerek, Musa’nın o kızdan vazgeçmesi için bin dereden su getirir. Fakat Musa, bunların hiçbirini dinlemiyordu. Aşk ne yazık ki bir ok gibiydi. Hedefe saplanmak üzere bir kez yaydan çıktığı zaman onu hiçbir güç geri getirip ayrı bir hedefe yönlendiremezdi. Bu gerçeği ne yazık ki birçok aile, anlamaktan yoksundur. Seven iki insanı birbirinden koparmaya çalışmak da büyük hata olur. Bu yöndeki bütün çabalar olumlu sonuç vermediği gibi sorunun daha fazla büyümesine yol açacaktır. Zor İnsanlar 369
İki gönlün arasına girmek, kesin bir yanlış olmasına karşın, böyle durumlarda muhatabın iç âlemini zedelemeden, farklı boyutlarda çözümler ve alternatifler getirmek, akıllıca çözümlerin en iyisidir. Ya da uzman bir danışmandan yardım almak en uygunu olur. Ask ateşiydi bu, ferman mı dinlerdi? Kara sevda idi, onur mu dinlerdi? Her gönülde bir aslan yatar derler, işte Musa’nın da aslanı o kız olmuştu. Musa âdeta yemeden içmeden kesilmiş, dünyalık hiçbir şey ile ilgilenmiyor, oturduğu yerde ne konuşuyor ne de konuşulanları dinliyor, öylece derin derin dalıp gidiyordu. Anne, Musa’nın bu hâline en çok üzülenler arsında idi. Ancak bu kez Musa, annenin gerçekleştiremeyeceği bir şey istiyordu. Başka bir şey istese hemen anında yapılırdı ve bir dediği iki edilmezdi. Anne ve baba için onur, gurur, şeref, her şeyin başında gelirdi. Onlar onurlarına toz kondurmamak için insanlıklarını bile kaybetmek pahasına her şeyleri yapabilirlerdi. Ali’yi de zaten bu onur meselesi yüzünden harcamışlardı. Onu çirkin, yüz karası, el âlemin maskarası olmuş, alay konusu, eğlence aracı olmuş olduğu için ruhen evlatlıktan silmişlerdi. Evlatlıktan silmişler, kimseciklere göstermemek için her fırsatta ev hapsi uyguluyorlardı. Yani Musa onlar için, onurlarını yükselten, Ali ise onurlarını ayaklar altına indiren bir simge idi. Bir süre sonra Ali’nin odasının kapısı sertçe açıldı ve Ali kafasını kaldırıp baktığında, annenin şeytani suratını görür. O gördüğü surat; ceza veren ceza hâkiminin suratı kadar soğuk ve ürkütücü idi. O surat; fırtına öncesi bir anlık sessizlikti, her an fırtına kopması neredeyse kesindi. Ali’nin anne ve babası ile karşı karşıya gelip de zaten hiç fırtınanın kopmadığı görülmüş şey değildi. Ali ile anne ve babanın karşılaşması, köpek ile kedinin karşılaşması gibiydi. O yüzden Ali, günlerinin 370 Ayhan Arslan
çoğunu odasında ve dışarı çıktığında da anne ve babasından mümkün olduğu kadar uzaklarda geçirmeye çaba gösterirdi. Zira kedi de köpeğe karşı böyle yapardı. Böyle anne ve baba, tabii olarak sıra dışı bir şeydi. Herkes “annem ve babam” der, onlara sarılıp öperdi. Ali için ise durum tam tersi idi. Ali daha, bu yaşına gelmiş, anne ve babasının ağzından ne bir “oğlum” sözü ne de tatlı yumuşak bir söz işitmişti. Hani savaşlarda düşman tarafından yakalanan köleler vardır ya, her türlü insanlık dışı eziyetlere maruz kalırlar, tabiri caizse Ali de aşağı yukarı öyle idi. Üvey evlat derler ve her türden eziyete maruz bırakılan insan evlatları vardır. Üvey diye hep kötek vurulup durur o zavallılara… Oysa üvey olmak onu hayvan mı yapardı ki hayvanca eziyetlere maruz kalsın? O zavallılara her türden eziyeti yapanlar insan olmadığı gibi, Ali’nin anne ve babası iki kez insan değillerdi. Çünkü üvey evlat muamelesi yaptıkları evlat, özbeöz kendi evlatları idi. Tabii ki bütün bu insanlık dışı şeytani davranışların temelinde, şeytanın benlik silahının yattığını da unutmamak gerekir.
Şeytana suçu atınca âdeta kötülerin suçu hafiflemiş gibi görünüyor. Bu vesile ile kötüler kendini suçsuz gibi veya aklanmış gibi görüyor olabilir. Dünyada tek suçlu varsa cahillik=şeytandır. Yani şeytan dedikleri şey cehalettir. Yani temelde her dünyaya gelen, içindeki şeytanla birlikte doğar ve o şeytan, o insan tarafından ilim silahı ile vurulmadıkça o insanla mezara kadar beraber gider. İnsanın suçu ise, ilim öğrenmemesi idi. Allah insanlara ilim öğrenme ödevini vermiş ve öğrenmeyen tembel insana da ceza olarak şeytanı musallat etmiştir. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. O şerle nasıl savaşacağını da öğreten yine O’dur. Şimdi burada birtakım yüreklere de şöyle bir fısıltının, şeytan tarafından fısıldandığını duyar Zor İnsanlar 371
gibi oluyorum: “Allah hem kötülükleri yaratıp hem neden bizlere sakınma yollarını gösteriyor? O hâlde başta şeytanı yaratmasa da biz de bunca kötülüklerle savaşmak zorunda kalmasak olmaz mıydı?” Her şeyden önce biz insanların, Allah’ın avukatlığını yapma yetkimiz yoktur. O yetki sadece peygamberlere verilmiştir. Allah’ın ilmi, insanlara sınırlı verilmiştir. Yani aklımızın ermediği şeylere burnumuzu sokmamalıyız, elimizin hamuru ile erkek işine karışmamalıyız. Biz insanlar yalnızca Yüce Yaratıcı’yı tespih etmekle mükellefiz. Bu konuda da tespihimiz ancak şunlar gibi olabilir: Hikmetinden sual sorulmaz ya Rabb’im. Sen ne yaparsan en iyisini, en güzelini yaparsın. Senin katında çirkin-güzel, iyikötü gibi biz insanların yorumladığı şeyler yoktur. Senin yarattıklarının hepsinin bir kerameti, bir hikmeti vardır. Fakat biz sabırsız insanlar, bunu bilmeyiz. Sen aydınlığı karanlıktan çıkaran, baharı kıştan çıkaran, iyiyi kötüden çıkaransın. Senin gücün her şeyi yapmaya kadirdir… Anne: “Ne yatıp durun sen burada eşekoğlueşek, gidip bahçede çalışsana, hayvan oğlu hayvan!” diye her zamanki gibi Ali’yi bir zehirli yılan misali yüreğinden sokar. Ali’ye kızıp bağırmak için bir suç işlemesine falan da gerek yoktu. Anne ve baba, birine sinirlendiği veya içleri stresle dolduğu zaman, Ali en yakın stres boşaltma aracı, en iyi öfke çıkartma aracıydı. Musa ne yapsa hoş görürler, ona üstelik ne iş yapması için telkinde bulunurlar ne de bir iş yaptırırlardı. Onun sokaklarda gezmesi dahi meşru sayılırdı. Ali’nin bir köşede kedi gibi kısılıp durması dahi suç sayılırdı. Oysa şu dışarıdaki sıcak hava, iş yapmak şöyle dursun, dışarıya adım atmayı dahi zorlaştırıyordu. Bu sıcakta zaten kimsecikler çalışmaz, hep bir 372 Ayhan Arslan
gölgede gününü geçirirlerdi. İlle de iş yapılacaksa da sabah, tan yeri ağarınca kalkılır, güneş yakıcı yüzünü gösterinceye kadar işler yapılırdı. Anne ve babanın, Ali’ye içlerinin zehrini akıtmak için ille de geçerli sebepleri olmasına gerek yoktu. Ali’nin varlığını, bazen evdeki bir uğursuzluk, bazen bir stres sebebi bazen de yolunda gitmeyen işlerin sorumlusu gibi görüp; Ali’ye saldırıp, acı ve aşağılayıcı ithamlarda bulunurlar veya evden kovarak sinirlerini boşaltırlardı. Tabii olarak gerek Ali’nin anne ve babası ve de bütün zalimler “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner.”, “Etme bulma dünyası.”, “Ne ekersen onu biçersin.”, “Herkes ettiğini çeker.” gibi sözleri ve deyimleri kulak ardı ediyor veya inanmıyorlardı. Zaten zalimler hesap gününe inansalardı kötülük yapmamaya özen gösterirlerdi. Onlar, içlerinde taşıdıkları ve esiri oldukları yumruk büyüklüğündeki kalpleri ile dünyaya hükmetmeyi düşünürler. Oysa hayatın; “tık tık” diye peş peşe atan o kalbin iki “tık”ı arasındaki bir zamandan ibaret olduğunu bilselerdi, o saat gibi atıp duran kalbin her an durabileceğini bilselerdi ve de dünyaya ve hayata çok fazla güvenmeselerdi keşke…
Zor İnsanlar 373
KARA SEVDA…
Beş ay sonra ocak ayı başları idi. Vakit öğle vaktiydi. Ali ve babası, bahçede kayısı ağaçlarının diplerini çapalıyorlardı. Hava soğuk ve rüzgârlı olmasına rağmen, soğuk havaya meydan okurcasına başlarında şapka, sırtlarında ceket ve kalın kışlıklarla, hızlı bir şekilde ağaçların dibini çapalamakta idiler. İyi bir havada çalışılsa olmaz mıydı? Tabii ki olurdu ama gerek iyi havanın zor bulunması gerekse o işin de bir zamanının olmasından dolayı, çapalama zamanını geçirmemek lazımdı. Baba başka kayısının, Ali başka kayısının dibini çapalıyordu. Bir arada iş yapamazlardı. Çünkü babanın yakınında iş yapmak büyük bir cesaret isterdi. Bu cesareti de şimdiye kadar kimse kendinde bulamamıştı. Nedeni ise malum, babanın olur olmaz her şeye sinirlenmesi, âdeta buluttan nem kapan bir yapısının olmasıydı. Onun en azından, ses mesafesi kadar uzağında olmak gerekirdi. Zira yakınında olduğu kimseyi, özellikle de sevmediği kimseyi ne ile suçlayacağı hiç belli olmazdı. Suçlamaların gerçek veya tutarlı da olmasına gerek yoktu. Kimi zaman, yakınındakini uğursuzluk, kötülük getirdiği gibi ipe sapa gelmez bahanelerle suçlayarak kavga veya tartışma çıkarırdı. Babanın, bu kavgacı tutumu dolayısı ile ne ailesinde, ne akrabaları arasında ne de konu komşu köy halkı arasında selamlaşacak, üç beş tatlı sohbet edecek kimsesi kalmıştı. Ya da başı sıkıştığında, yardıma ihtiyacı olduğunda bir kimsenin 374 Ayhan Arslan
kapısını çalacak yüzü de kalmamıştı. Bu kızgın boğa karakterli baba, aslında bize özellikle eski Türk topluluklarını, eski atalarımızı hatırlatmaktadır. Türk atalarımız ne yazık ki kendi soydaşları, çevresi, ailesi ve de yakınındakilerle sürekli dalaşan, kavga eden ya da savaşan bir özellik sergilemişler. Türk, savaş adamıydı sanki… Savaşmazsa, dalaşmazsa nefes alamazdı sanki… Türkleri bu genetik özelliği, birbirleri ile savaşıp dalaşmakla birbirlerini bitirmiş, bölmüş, parçalamış, dolayısı ile bastığı dalı kesmiş ve düşmanlarına karşı kolay lokma hâline getirmiştir. Türk toplumları veya bu hayat görüşü ile hareket eden topluluklar; yalnızlığa, bölünüp parçalanmaya mahkûmdurlar. Benlik bilincinden kurtulup “biz”lik bilincine ulaşan toplumlar ve bireyler ise, her daim mutlu, toplumda söz sahibi ve düşmanlarına karşı korku veren bir güç olacaktır. Belki beni birtakım insanlar Türk düşmanı ilan edeceklerdir. Şu kadarını söyleyeyim ki ben Türkoğlu Türk’üm… Gerek soyum, gerek fiziğim, gerekse ruhsal özelliklerim de bunu fazlasıyla tasdik etmektedir. Benim diğerlerinden farkım ise, perde arkasındaki gerçekleri saklama özelliğimin olmamasıdır. Başkaları gibi, bir şeyin iyi taraflarını övüp, kötü taraflarını saklama özelliğimin olmamasıdır. Türk topluluklarının; mert, yiğit, sabırlı, çalışkan gibi bazı övgüye layık ruhsal özellikleri olsa da bu onların onuruna, benliğine aşırı düşkünlüklerini yok etmiyor. Kendi kendileri ile savaşıp birbirlerini tüketmeye, parçalamaya engel olmuyordu. Dolayısı ile adım adım yok olma, tükenme batağına batmaktan asla kurtulamamaktadırlar. Baba da büyük olasılıkla damarlarında asil Türk kanı taşıyor olmalıydı ki her zaman savaş hâlindeydi. Başta kendi ailesi, akrabası ve çevresindeki insanlarla ilişkilerini paramparça edip dağıtmıştı. Bütün bu özelliklerin temelinde de Zor İnsanlar 375
tabii ki benlik veya onuruna aşırı düşkünlük vardı. Bu arı Türk babadan en çok da Ali çekiyordu. O, onun yanında âdeta aslanın pençesi altında bir kuzu gibiydi. Musa’ya belirli bir sorumluluk yüklememesine karşın Ali’yi âdeta bir yük eşeği gibi kullanıyordu. Ali her işi yapardı fakat Musa birçok işi yapamazdı. O bazen küçük olurdu, bazen gücü yetmez olurdu, bazen hasta olurdu. Şu an olduğu gibi yine Musa’ya uygun bir bahane bulunup, iş yerinden uzaklaştırılmıştı. Hiçbir bahanesi olmayan Ali ise köle gibi çalıştırılmaktaydı. Musa ise sıcak sobanın başında, kulağından hiç düşürmediği kulaklıkla walkman dinliyordu. Artık kara sevdaya düşeli Musa hep böyleydi. Âdeta yanından ayırmadığı walkman, onun bir parçası olmuştu. Onun kavuşamadığı sevdalısı olmuştu. Gece yatağa bile onla giriyor, çok zaman kapatmaya fırsat bulamadan uykuya dalıyordu. Bereket koruyucu ve kollayıcı annesi vardı da walkmanı kapatıp bir kenara koyuveriyordu. Sevda onu âdeta yiyip bitiriyordu, ekmekten, aştan kesmişti. Günlerini ya sevdalısını uzaktan seyretmekle ya da kulağında walkman ile evde kara kara hülyalara dalmış olarak geçiriyordu. Anne mutfakta takır tukur bir şeyler hazırlamakla meşguldü. Zira oğluna iyi bakmalıydı, o, onun tek övünç kaynağıydı. Sobanın yanına serilmiş sofrada, tepsi üzerinde iki tasta kuru fasulye çorbası, yanında büyük bir kâsede içi şehriyeli bulgur pilavı ve tepsiye doğranmış orta boy bir soğan ve iki kaşık vardı. Mutfaktaki annenin, önce ayak sesleri duyulur, sonra da kendisi kapıda gözükür. Elinde, yeni sulanmış, büyüleyici mis kokusu ile iki adet köy ekmeği vardı. Biri kendine öbürü de Musa’yaydı tabii ki… O zaten Musa ve kendisinden başkası için pek yemek hazırlamazdı.
376 Ayhan Arslan
Anne: “Haydi, gel oğlum, yemeğimizi yiyelim.” der ve sofraya oturup yemeye başlar. Musa, sobanın ardındaki uzandığı yerden doğrulup sofraya bakar fakat bakışı hiç de aç olmadığını, iştahının olmadığını söylüyordu, onun karnını aşk ateşi doyuruyordu sanki… Musa: “Benim canım hiçbir şey çekmiyor, sen ye anne.” der ve geriye doğru yine eski yerine uzanır. Üşencinden donuna edecek bir hâli vardı. Anne: “Olur mu oğlum, sabah da bir şey yemedin, haydi gel biraz bir şeyler ye. Ye de aslan gibi delikanlı ol, köyün kızları seni kapabilmek için sıraya geçsinler.” der ve ağzına kattığı ekmeğin ardından bir kaşık kuru fasulyeyi ağzına doldurur. Musa: “O zaman hiç yemeyeyim anne, hem de günlerce ki bütün kızlar peşimde dolanmasın, ben çünkü Ayşe’den başkasını almayacağım.” der yattığı yerden, kulaklığını bir an çıkartarak… Anne: “Gel oğlum şuraya, yemeğini ye, gene o bahsi açmayalım. Tamam dedik, askerliğini yap bir çaresine bakacağım, yeter ki sen üzülme.” der ve ağzına bir kaşık pilav ve bir parça soğan katar. Musa’nın, istediği kızda diretmesi anneyi pes ettirmişti. En azından bir zamana kadar tutarlı bir gerekçe ile başından savmıştı. Yeter ki o üzülmesin, yıpranmasın. Onun her dediği ya direkt ya da dolaylı olarak mutlaka yapılır ve gönlü alınırdı. Ama Musa, bu gerekçeyi her ne kadar kabul etmiş gibi gözükse de iç dünyası hiç de öyle değildi. İnsan, tabiatı gereZor İnsanlar 377
ğince beklemeyi hiç sevmezdi. Bu özellikle de çok arzulanan bir şey olunca… Onun içini kara sevda yakıp kavurmakta, o uğurda beklenen her zaman dilimi, onun üzerine karabasan gibi çökmekteydi. Zaten aşkı kara sevdaya dönüştüren de zamandı, beklemekti. Beklenen her dakika, her saniye, sevdayı büyütüyor, âdeta körüklüyordu. Onun aklı her an sevdası ileydi, onun hayali ile yatıp onun hayali ile kalkıyordu.
Anne, kuru fasulye pilav derken yemeğini yarılamıştı. Bir yandan da Musa’ya yemek davetini yineler: “Gel oğlum, biraz çabuk gel, yemeğini tez ye ki birazdan kokar, babanla ağabeyin geldi oldu. Onlar gelirse ya kavga olur ya tartışma, sonra yemeğini hiç yiyemezsin.” O kadar ısrarın ardından gönülsüzce sofraya oturur. Ağzına bir parça ekmek koyduktan sonra ardından kaşığını kuru fasulyeye daldırıp ağzına götürür. Ağzındaki lokmayı çiğnemekte de yutmakta da zorlanıyordu. Karnı aç olmasına rağmen sanki tıka basa tokmuş gibiydi, hareketleri… Ağzındaki lokmayı çiğneyip yutması neredeyse üç dakikayı buluyordu. Lokmaları sakız çiğner gibi yaparak biriktiriyor, ağzında dönüp duran lokma yanağının yumruk gibi şişmesine sebep oluyordu. Ne hikmetse Musa’ya oldum olası yemek yemek büyük bir eziyet gibi gelirdi. Boğazından geçen topu topu üç beş lokma onu da kırk bir diretme ile yerdi. Bu çağlarda bir de peşine kara sevda takılınca, iyice yemeden içmeden kesilmişti. Bir müddet sonra evin merdivenlerinden ayak sesleri duyulur. Anne, ayak sesi mi yoksa rüzgâr tıkırtısı mı olduğunu ayırt etmek için yemek yemeyi bir an bırakır ve sesi dinler. “Baban geliyor herhâlde.” der ve bitirmek için hızlı hızlı, tabaktaki kuru fasulyeleri kaşıklar. Ayak sesleri balkonu gıcırdatır, sonra dış kapı ve peşinden 378 Ayhan Arslan
iç kapı, tıngırdayarak açılır. Tahmini doğru idi. Gelen, baba idi. Başında bir fes vardı, soğuktan üşüdüğü için fesi içeri girince bile çıkarmamıştı. Elinde ise keçi boynuzundan yapılmış, Çingene yapısı bıçak ve öbür elinde de bir demet, keklik için yeşil ot vardı. Babanın kekliği her şeyin üzerinde idi. Önce onun ihtiyaçlarını giderir, sonra kendi ihtiyaçlarını giderirdi. Kim bilir bu kara kışta bir demet yeşil ot bulabilmek için hangi taşın, kayanın kuytu köşelerini gezmişti. Selam sabah vermeden, direkt olarak kafesteki kekliğin yanına varır. Zaten selamlaşma, bu ailenin fıtratında yoktu. Elindeki ot demetini bıçakla, kekliğin yemliğine doğramaya başlar. Doğradıkça da içeriye burcu burcu yeşil ot kokusu yayılır. Keklik ise daha otların doğrama işi bitmeden telaşla yemeye çalışıyor ve etrafa da saçıyordu. Pencerenin önüne ve yerdeki minderlerin üzerine ot kıymıkları dökülmüştü.
Anne, ağzındaki lokmayı zorlanarak yutmaya çalışıyor, bir yandan da babayı, köpeğin kediyi dikizlediği gibi kaşları çatık izliyordu. Anne: “Kokar, yine her tarafı pisledin, daha yeni süpürdüm evi.” der. Baba ise, anneye arkası dönük hâlde kekliğin önüne oturmuş, kekliğin ot yemesini izliyordu. Annenin küfürlerini ve beddualarını sanki duymamış gibi davranır. Evde o kadar gerekli gereksiz şeylerden kavga ve tartışma oluyordu ki baba bir bakıma annenin birçok beddualarına âdeta bağımlılık kazanmıştı. Birçoğunu kulak ardı ederdi. Ama bir yere kadar. Öyle bir an gelir, artık bardak dolardı ve baba başlar anneyi tekme yumruk dövmeye… Bir kısır döngü böyle devam ettiği hâlde ne anne ne de baba, hâl ve hareketlerini düzeltmek için çaba sarf ederlerdi. İkisinin de inatçı keçiden Zor İnsanlar 379
farkı yoktu, ikisi de inatlarından asla taviz vermezlerdi. Her ikisi de bir gün düşünüp taşınıp, bir araya gelip: “Biz nerede yanlışlık yapıyoruz? Bu gidişatı nasıl düzeltebiliriz?” diye bir düşünceye kapılıp, aile ilişkilerini düzeltmek gibi bir çaba ile asla uğraşmazlardı. Tabii ki buna, içlerini kuşatmış bencillik, benlik hastalığı engel oluyordu. Anne: “Gözü kör olasıca! Ben kime derim? Beni duymuyor musun? Çabuk pislediğin yerleri temizle.” der. Baba yine seslenmeden, önündeki otları büyük bir iştahla yiyen kekliği izler. Bu izleyiş aslında zevkini kaybediyor, onun da sinirleri geriliyor fakat belki kendiliğinden susar diye seslenmiyordu. Anne: “Sünepe! Kepaze! Hayvan! Boynu altında kalıp da geberesice! Şu kekliğe son ot verişin olur inşallah!” diye hakaretleri ağzına ne geldi ise peş peşe haykırır. Baba bu kadar aşağılanmaya çok bile dayanmıştı aslında… Ani bir hareketle arkasını döner ve sofranın bir ucundan tuttuğu gibi bir hamlede çeker. Sofradaki yemekler bir anda etrafa saçılır. Tabakların her biri bir yana tekerlenir gider. Hâlâ ağzındaki lokmayı zoraki çiğnemekle meşgul olan Musa ise ani bir ürperti ile öbür odaya kaçar gider. Anne: “Mikrop! Hayvan!” diye daha da bir şiddetle bağırır. Baba, avaz avaz küfürler savurarak ayağa kalkar ve anneyi tekme tokat Allah ne verdi ise dövmeye başlar. Annenin ağzından burnundan akan kanlar elbiselerine damlıyordu. Ama babanın duracağı yoktu. Sanki annenin ağzından çıkan bütün aşağılayıcı sözlerin toplu karşılığını veriyordu. Tepki olarak belki yerinde bir tepkiydi, onun yerindeki birçok insan öyle 380 Ayhan Arslan
yapardı. Baba kendi arzuları uğruna, başkaları ve çevreye verdiği zararları hesaba almazdı. Anne ise olur olmaz her şeye tepki göstermekten, “dediğim dedik” demekten asla vazgeçmezdi. Her ikisi de “dediğim dedik çaldığım düdük” der de başka bir şey demezdi. Böyle olunca da ev savaş alanına dönmekten bir türlü kurtulamıyordu. Evde herhâlde sağa sola çarpılmadık bir eşya bulmak neredeyse imkânsızdı. Evdeki eşyaların büyük çoğunluğu, savaşın hatırası olarak ya bir yerleri kırık ya da eğilmiş hâldeydi. Ali ve Musa’yı ise yalnız ve mutsuz bir gelecek beklemekteydi. Böyle bir aile ortamında yetişen çocuklardan mutlu bir birey çıkması da düşünülemezdi zaten. Bu geleceği onlara tabii olarak anne ve baba veriyordu. Kardeş olmanın bilincinden, sevilip sevmekten, sosyal hayatın doyumundan, yardımlaşmadan, paylaşmadan, yani hayatı doya doya yaşamaktan uzak yaşayacaklardı. Hayatın sadece şiddet yönünü tanıyacaklar ve öyle yaşayacaklardı. İlk öğretmenleri anne ve baba olan çocuklar, öğretmenlerinden öğrendiklerini hayatlarına geçireceklerdi büyük olasılıkla… Öğrenilmiş çaresizliklerini onlar da belki ileride kendi çocuklarına uygulayacaklardı. İlim ışığı girmeyen toplumlar ve ailelerde bu kısır döngü de nesilden nesile devam etmeye mahkûm olacaktır.
Zor İnsanlar 381
GİTTİ… GİTTİ…
Bir ay sonra, 19 Şubat 1992, soğuk bir kış günü idi. Saat sabah on civarı idi. Dışarıda kuru ve soğuk bir rüzgâr, tozu dumana katıyordu. Anne soğuğa rağmen aşağıda kazan kurmuş, çamaşır yıkayıp çamaşırları taşın üzerinde tokuçluyordu. Bir yandan da kendi kendine homurdanıp herkese beddua ve eleştiriler yağdırıyordu. Özellikle iş yaparken ağzından beddua, küfür ve acı sözler hiç eksik olmazdı. Benliğinin esiri olan annenin benliğine iş stresi dokunuyordu. Bu yüzden iş stresini sağa sola bağırarak hafifletmeye çalışıyordu. Fakat o acı söz ve küfürlerin isabet ettiği kişilerde, bugün ve gelecekte bırakabileceği kalıcı hasarlardan gafildi. Cahil insanın sahip olduğu güç ve yetkiler onu ne oldum delisi yapıyordu ne yazık ki… O zehir zemberek bedduaların kendi ve ailesinin geleceğini karanlığa gömdüğünün bilincinde değildi veya yıkılmaz benliği ona sürekli “bugünün ve geleceğin kralı sensin” diye fısıldıyordu galiba…
Ali ise aşağı kattaki yarısı ahır yarısı samanlık olan, kapısı penceresi kırık dökük ahırın samanlık tarafındaki suluğunda banyo yapmakta idi. Dışarının soğuk havası, kırık cam ve kapı aralıklarından içeriye giriyordu. Dolayısı ile içerisinin dışarıdan pek fazla bir farkı yoktu. Ali soğuktan titreye titreye banyo yapmakta idi. Musa ise her zamanki gibi şık giyinmiş, sevdalısının peşinden koşmak için dışarıya evin önüne çıkmıştı ve mobileti 382 Ayhan Arslan
çalıştırmak için pedalını döndürmeye çalışıyordu. Mobiletle hava atmak daha bir başka olduğu için, son zamanlarda mobiletin üzerinden inmiyordu. O sırada baba gelir. “Elleme mobileti, süre süre bozmuşsun zaten.” diye kestirip atar. Musa bu emrivaki üzerine babasının yüzüne bir süre donmuş gibi bakar kalır. Dünyada tek değer verdiği kendi canı ve malı olan baba için bu normal bir tutumdu. Ama reddedilmeye, olumsuzluğa alışkın olmayan Musa için bu tavır şok edici bir olaydı. Musa kuduz köpek gibi kendisini izleyen babaya diyecek söz bulamaz. “Al mobiletini başına çal!” der gibi bir tavırla mobiletten indiği gibi çalımlı adımlarla iki evin arasındaki dar geçitten hızla geçer ve ağaç kapıyı hızla açarak yola çıkar. Oysa az önce içi neşe ve umutla doluydu. Şimdi mobilette olacaktı ve sevdalısının evinin önünden kırk defa geçecek ve ona hava atacaktı. Oysa şimdi bütün hayalleri yıkılmış topal eşek gibi, yollar ona eziyetli geliyordu. İçindeki hayal kırıklığıyla yolları amaçsızca teperken karşısına bir köylü gelir ve insanlık gereği selam vermesi gerekliliğini hisseder. “Selamünaleyküm.” der ve selamına karşılık beklediği köylünün yüzüne bakar. Fakat burnunu havaya dikip yoluna devam eden köylü, Musa’yı duymamış gibi yapar. Bir kez daha hayal kırıklığına uğrayan Musa, derin düşünceye dalmış, amaçsızca adımlarını atıyordu. Bir süre ilerledikten sora bahçede çalışan başka bir köylü ile karşılaşır. Musa: “Kolay gelsin.” der ve köylüden cevap bekler fakat o da diğer köylü gibi sağırmış gibi yapar ve işine devam eder. İnsanların bu tavırları da anne ve babanın insanlara karşı katı ve sert tutumlarının meyvesi olmalıydı. Anne ve babanın Zor İnsanlar 383
savaşçı tutumu, başta ailesi ve çevresini de olumsuz etkiliyordu. Böylece, sevilmeyen bir anne ve babanın çocuğunun da sevilmesi olanaksızdı. Atanın yediği koruk, evladının ağzını büzüştürürdü. Onuru bir kez daha yıkılan Musa, içine karamsarlıkların peş peşe dolduğunu hisseder. Sanki bugünlerde insanlar ona, dışarıda esen soğuk rüzgâr gibi soğuk yüzünü göstermekteydi. Son günlerde sevdalısı da pek yüz vermiyordu. Evinin önünden geçerken eskisi gibi gülümsemiyor, suratını asarak arkasını dönüp gidiyordu. Ağabeyi desen, askerden geldi geleli kendisine bir komutan gibi davranmaktaydı. Anne ve babasının bitip tükenmek bilmeyen kavgaları, ayrı ve sürekli bir soğukluktu. Aslında hayatının baharındaki, her şeye iyimser bakmaya çalışan, herkesi bir dost bir arkadaş gibi görmeye çalışan, hayata pozitif bakmaya çalışan Musa’nın bütün hayalleri zaman zaman ve hızla yok olup gitmekte idi. Geriye ise kocaman, içinde sadece kendisinin olduğu bir boşluk kalıyordu. Oysa insan sosyal bir varlıktı. Toplumdan ayrı yaşamak veya soyutlanmak ona büyük acılar verirdi. Musa, içine saplandığı bu karamsarlıkların ağırlığı ile yolları teptikten sonra koca çınar ağacının dökülmüş, sağa sola savrulmuş gazellerinin arasından geçer ve yolun kenarındaki duvarın kuytu köşesine oturur. Rüzgâr ortalığı toza dumana katıyor, çınar ağacının gazellerini tıpkı kendisi gibi sağa sola savurup duruyordu. Yoldan gelip geçen insanlar ne selam veriyorlar ne de bir güler yüz gösteriyorlardı. Hepsi de bedenini üşüten soğuk poyraz gibi ruhunu üşütüyordu. Yalnızlık, içine kara bir bulut gibi çökmüşken az ileriden sevdalısı, elinde su kapları ile çeşmeye su doldurmaya çıkar. Musa, yüzüne yansıyan karamsarlıktan biraz arınarak gülümsemeye çalışır. Fakat sevdalısı yine son günlerde yaptığı gibi, burnunu ha384 Ayhan Arslan
vaya dikerek yanı başından, Musa’yı görmemiş gibi yaparak yoluna devam eder. Dünya bir kez daha üzerine yıkılan Musa’nın içini saran sıkıntılar, artık bir kor gibi yakmaya başlar. Artık deli deli esen deli poyraz bile bedenini üşütemiyordu. Sadece yazın bunaltıcı sıcağında esen tatlı bir meltem gibi bedenini yalayıp geçiyordu. Anne: “Ali! Eşek oğlu eşeğin dölü, çabuk yap banyonu, daha Musa da banyo yapacak.” diye zehir zemberek sözler sarf eder. Bu acı sözleri hak edecek bir şeyler yapmaya gerek yoktu. Annenin bu doğal hâliydi. Her zaman sert ve soğuk eserdi böyle… Kızgın boğa gibi burnundan soluyan annenin acı sözlerine kayıtsız kalınır mı hiç... Ali telaşla banyo yapmayı hızlandırır ve kısa bir süre sonra banyodan çıkar. Bir çırpıda yanı başındaki saman çuvallarının üzerindeki elbiselerini giyer ve koştura koştura evin taş merdivenlerini çıkarak içeriye girer. kendini sobanın arkasına atar. Soğuk bir anda, yeni banyodan çıkmış bedenini buza çevirmişti sanki… Üşüyen bedenini ısıtmak için ellerini kısa aralıklarla sobanın borularına bir değdirir bir çeker. Neyse ki evde kimsecikler yoktu da rahat rahat hareket edebiliyordu. Şimdi evde anne veya baba olsa idi kırk türlü eleştiri veya azarlanmaya maruz kalacaktı. Bir süre sobayı kucaklarcasına bedenini ısıttıktan sonra, sobanın arkasındaki divanın üzerine oturarak pencereden yolu ve rüzgârın, ortalığı toza dumana katışını izler. Ali, evde kimseler olmadığı zaman rahat bir nefes alıyor ve kısa da olsa özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Doya doya sümüğünü çekiyor, nefesini istediği gibi hırıltılı veya derin derin alabiliyor, istediği bir yemek veya yiyeceği, içinden geldiği Zor İnsanlar 385
gibi ses çıkartarak yiyebiliyor, istediği gibi ses çıkartarak sağına soluna dönebiliyordu. Yani her hareketinin, her nefes alışının sorgulandığı, azarlandığı, eleştirildiği veya dayak ile kontrol altına alındığı bir ortamda yaşamanın ne kadar zor bir şey olduğunu herhâlde biraz tahmin etmişsinizdir. Bir odada ailecek oturuyorsunuz, ağzınızı açıp zaten bir kelam edemezsiniz. Ettiğiniz anda ya bir acı söz ya da bir tokat ağzınızı kapatıverir. Ortam o kadar sessizdir ki aldığınız nefesin hırıltısı, burnunuzdaki sümük çekişinin hışıltısı, bir yanından öbür yana dönüşünüzün çıkarttığı hışırtı ve buna benzer her türden düşük desibelli sesler dahi büyük bir gürültü gibi duyulurdu. Bu sesler dahi her an kızgın bir boğa gibi duran anne ve babaya, patlamak için bir sebep sayılırdı. Bu yüzden, nefesinizi bile sessizce alıp vermeye ve çıt çıkarmadan aynı odanın içinde yaşamaya çalışmak oldukça zordu. Herhâlde insan için hapishane bile bu kadar sıkıcı olmasa gerek. En azından rahat rahat nefes alıp rahat rahat bir yanından öbür yanına dönebilirsin. “Tıkırdama! Konuşma! Sümük çekme! Hışılama! Ağzını şapırdatma!” gibi uyarılar, Ali’nin aile kuralları idi. Ne disiplinli bir aile değil mi? Böyle disiplin hangi kurum ve kuruluşta görülmüştür acaba? Ali, bir süre sobanın yanında ısındıktan sonra divanın üzerine oturmuş, dışarıda esen rüzgârı izlerken, pencerenin önünden Musa, rüzgâr hızında geçer ve iki evin arasındaki dar geçitten ayak sesleri duyulur. Saçının başının, elbiselerinin özenli olmasından, yine o kızın peşinden geldiği belli idi. Merdiven tıkırtıları, tahta balkon tıkırtıları ve evin içerisindeki kapı tıkırtıları derken Musa’nın, evin içerisine, sobalı odaya girmek üzere olduğunu sezen Ali, kapıya gözlerini dikmişti ki kapılar tekrar kapandı, ayak sesleri, tahta balkon ve taş merdivenlerden duyulduktan sonra rüzgâr sesine ka386 Ayhan Arslan
rışıp kayboldu. Aradan üç beş dakika geçtikten sonra, sert bir cismin yere düşmesini andıran bir gürültü duyuldu. Ali, annesinin elindeki tokucun falan fırladığını sanarak, dışarıya çıkıp bakmaya gerek duymaz. Dışarıdaki tozu dumana katan rüzgârı izlemeye devam eder. Zaten televizyonun olmadığı, aile içi iletişimin olmadığı ve de sosyal ilişkinin yeterince olmadığı bir mekânda en zevk verici, en rahatlatıcı ve en stres atıcı şey de yola bakan pencereden dışarıyı seyretmekti.
“Gitti! Gitti! Yetişin gitti!” diye, rüzgâr sesini bastıran annenin acı feryatları etrafı çınlatır. Ali, daldığı doğa seyrinden birden irkildi ve kendini dışarıya attı. Anne aşağıda feryat figan kendini yerlere atıp avaz avaz bağırıyordu. Ali, işin ciddi bir şey olduğunu sezer fakat o an ne olduğunu kestiremez ve aşağıya koşarak iner. Kapının önünde eski püskü çamaşır yıkama elbiseleri ile anne, kendini yere, toz toprağın içine atmış, avaz avaz feryat edip dövünüyordu. Ali: “Ne oldu anne?” Anne çığlık çığlığa: “Musa kendini tüfekle vurmuş, içeride yatıyor!” der ve dışarıya çıkarak: “Yetişin komşular! Yetişin!” diye evin önünde avaz avaz bağırmaya başlar. Ali telaştan ne yapacağını bilemez hâlde ambarın dip odasına gider ve gördüğü manzara karşısında yüreğinden vurulmuşa döner. Üzerinde bir kova soğuk su dökülmüş gibi bedenine bir şok saplanır. O an şaşkınca bir süre donmuş gibi kalakalır. Gördüğü manzara, korkunç bir vahşetti. Musa şık giyimi ile yerde sırtüstü yatıyor, gözleri açık ve donuk, başının arka bölümünü tüfeğin saçmaları almış, sağa sola, duvarlara kan ve et parçası olarak yapıştırmış... Katil tüfek de Musa’nın yanı başında yatıyordu. Zor İnsanlar 387
Anne feryat figan eşliğinde hışımla içeriye girer ve öfkesinden ne yaptığını bilmez hâlde Musa’nın yanı başında, yere savrulmuş, üzeri kanlı tüfeği alır ve yerlere, duvarlara çarpar ha çarpar, bir süre sonra tüfeğin ahşap kısımları kırılır ve dağılır. Kalan metal kısmını da ambarın bir köşesine fırlatır. Ali korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, bir süre, sağa sola saçılmış et ve kan parçalarına ve Musa’nın yarısı yok olmuş kanlı başına bakar kalır. Anne: “Yürü git hastaneye, karakola haber ver, ne durup durun!” diye avaz avaz bağırır. Ali telaşla dışarıya çıkar ve mobilete bindiği gibi ses ve bağrışmalara koşup gelen seyirci insan kalabalığı, konu komşuların arasından hızla geçerek uzaklaşır. Beyninin içerisi allak bullak olmuş, ne yapacağını bilmez hâlde mobileti hızla süren, bir yandan da bilinçsizce çıktığı yolda aklını toparlamaya çalışan Ali, nereye gideceğini düşünür. Karakola haber vermeye karar verir. Öncelikle hastaneye gitmek bir şey ifade etmeyecekti. Çünkü Musa ölmüştü. Mut’un çarşı içinde hızla ilerlerken birkaç kez kaza atlattıktan sonra jandarma karakolunun önünde mobileti acı bir fren yaparak durdurur. Karakolun önündeki askerler ve komutanlar hemen kapının önüne doğru yönelmeye başlarlar. Ali telaşla mobiletten indikten sonra kendisinin gözünün içine bakan nöbetçi astsubaya: “Komutanım! Kardeşim kendini tüfekle vurdu.” der. Komutan: “Hangi köy?” Ali: “Kelce köy.” Komutan: 388 Ayhan Arslan
“Tamam, sen git, biz birazdan geliriz.” der ve hızla sağa sola emir yağdırarak karakolun kapısına doğru yönelir. Ali: “Komutanım, hastaneye de haber vereyim mi?” diye komutanın arkasından seslenir. Komutan: “Gerek yok, biz haber veririz, sen git evde bizi bekle.” der ve yoluna devam eder. Ali mobilete daha bir sakinlikle biner ve önceki telaşı, yerini sükûnete bırakmıştır. Bu sükûnet, verilen görevi yerine getirmenin sükûneti idi. Aslında Ali’nin koştura koştura karakola gelmesi mantıklı bir iş değildi. Bu işi muhtar veya birileri mutlaka yapardı ama telaş işte, şaşkınlık işte, insanda akıl fikir koymuyordu. İnsan böyle bir durumda sakin hareket edemezdi. Çünkü içinden bir dürtü, onu bir şeyler yapması için dürtüklerdi.
Zor İnsanlar 389
TAZİYE EVİ…
Bir gün sonra öğleden sonra saat iki civarı… Musa’nın naşı kefenlenip mezara konduktan sonra ertesi gün cenazeye ve taziyeye yetişemeyen yakınlar, tanıdıklar, konu komşular akın akın, usul gereği taziye ziyaretine gelmekte idiler. Evin gündelik oturulan odası kadınlara ayrılmış, misafirlerin kadın olanları o odaya giriyor ve erkekler de Ali’nin odasına doluyorlardı. Ali ağlamaktan ve üzüntüden öylesine yıpranmıştı ki artık ne başını kaldıracak ne de gelen misafirlerin taziyesine karşılık verecek ve de “hoş geldiniz” diyecek mecali kalmıştı. Başını pencere önündeki masaya dayamış, elleri ve kolları ile de yüzünü gözünü sarmalamış, için için döktüğü gözyaşları zaman zaman masaya damlıyordu. Her ne kadar daha düne kadar Musa ile kıskançlık itişmeleri veya bu yüzden zaman zaman kavgaları olsa da bu başkaydı. Böyle şeyler zaten kardeşler arasındaki olağan şeylerdi. Ölüm anı, azılı düşmanın başına gelse dahi en gaddar yüreklere bile bir miktar üzüntü ve acıma hissi verirdi. İlk anlarda biraz şaşkınlık ve şaka olarak algıladığı kardeş kaybı, günler ilerledikçe ciddiyetini hissettirecekti. Hatta aylar, yıllar geçtikçe bu kayıp, ailenin yüreğini bir kor misali yakıp bitirecekti. Bu kor, ailenin dünyaya küsmesine, insanlardan kaçınmalarına da neden olacaktı. Evin öbür odasında kadınların ağıt sesleri, her yeni kadının 390 Ayhan Arslan
gelmesi ile tekrar yenilenip tekrar alevleniyordu. Kadınların sesli ağıt yakmalarına karşın erkekler sessizce matem tutmayı tercih ederlerdi. Her ağlaşmanın ardından Ali’nin gözlerinden damla damla yaşlar, kapaklandığı masanın üzerine damlıyor ve ağladığını gizlemek için iyice kolları ile yüzünü birliyordu. Kadınlar ağladıklarını gizleme gereksinimi duymazken erkek milleti nedense ağlamaktan âdeta utanırdı. Sanki ağlamak, erkekler için utanılacak veya erkeklik onuruna yakışmayan bir davranıştı. Öbür odanın biraz hafifleyen ağıt ve ağlaşmaları yeni bir grubun gelmesi ile tekrar alevlenmişti.
Anne: “Komşum! Keşke Musa’m öleceğine Ali ölseydi, ben bu yabaniyle ne yapacağım şimdi!” diye avaz avaz, yeni gelen bir komşuyla ağıt yakıp bu sözleri sarf ediyordu. Tabii olarak bu sözler bir anlık gafletle ağzından çıkan sözlerdi. Yoksa böyle bir sözü, içinde biraz insanlık duygusu taşıyan kişi, düşmanına dahi sarf etmekten çekinirdi. Boş bulunmuştu ama bu, onun ağzından çıkan sözü de boş yapmıyordu. Bu söz onun içindeki gerçek düşüncelerinin dışa vurumuydu. Saklamaya çalışılan gerçekler bazen, annede olduğu gibi, bir volkanın yeryüzüne aniden çıkıvermesi misali çıkıveriyordu. Annenin söylediği bu sözler şüphesiz doğru idi. Delili de bugüne kadar Ali’ye karşı hoyrat davranışları idi. Bu sözler, bir annenin öz oğlu hakkındaki düşünceleriydi ne yazık… Komşu: “Sus kız, o nasıl laf, kulağına filan geçer. Hem evladın iyisi kötüsü mü olur? O da senin evladın, senin bir parçan, Allah rahmetlinin yaşayamadığı ömrünü ona bağışlasın.” diye ikaz eder. Zor İnsanlar 391
Ama ikaz boştu, artık ok yaydan fırlatılmıştı ve öbür odada bulunanlar ve Ali, bütün bu konuşulanları duymuştu. O sözlerin etkisi, ufak tefek sohbetler edip uğuldanan insanların sohbetini dahi bir bıçak gibi kesmiş ve ortam bir süre sessizliğe bürünmüştü. Masaya kapaklanan Ali için ise, kardeş acısının üzerine yaraya basılan tuz biber gibi gelmiş, şok üstüne şok yaşamıştı. Yaklaşık on beş dakikalık sessizliğin ardından taziyeciler, konuyu dağıtmak için sağdan soldan, havadan sudan konuşmaya başlamışlardı. Baba: “Oğlum kalk bir şeyler ye, iki gündür bir şey yemedin.” diye üzgün ve ağırbaşlı hâlde, annenin sarf ettiği acı sözleri unutturmak ve baba olarak yanında olduğunu vurgulamak ister. Annenin hoyratça attığı oka bir de babanın attığı geç kalmış şefkat oku eklenince çılgına dönen Ali: “Bana, oğlum, falan deme, şimdiye kadar söylemediğin o kelimeyi bundan sonra da söyleme!” diyerek, misafirlerin şaşkın bakışları eşliğinde, kapaklandığı masadan fırlayarak kapıyı çarpar ve dışarıya kendini atar... Evin önündeki balta girmemiş sık meyve ağaçlarının arasında gözden kaybolur. Komşunun birisi: “Mahmut, o çocuğa gidin bakın, yalnız bırakmayın, Allah korusun o da bunalıma girip kendine bir şeyler yapar.” diye endişesini dile getirir. Baba yerinden kalkmaya çalıştığı anda, Gürbüz: “Sen otur Mahmut Ağa, biz bakarız.” der ve onun peşine de kadeh arkadaşları Muharrem ve Yavuz takılır. Bir babanın veya annenin, çocuğuna “oğlum” diye hitap etmesi hem doğal hem de bir zorunluluktu. Ali, ihtiyacı olan o kelimeyi, yaşı yirmiyi geçtiği hâlde babanın ağzından hiç duymadığı için, geç kalmış bir “oğlum” kelimesine aşırı tepki 392 Ayhan Arslan
gösteriyordu. Hani bazı baba veya anne, türlü sebeplerden dolayı evi terk eder. Uzun yıllar sonra eve geri geldiğinde, bebekken bırakıp gittiği çocuğu askerlik çağına gelmiştir. O vakit baba veya anne, çocuğun karşısına geçip “ben senin babanım (annenim)” der ve o çocuk da geç kalan bu şefkat için, babanın veya annenin yüzüne şiddetle öfke kusar ya… Ali’nin olayı da tam ona benzer bir duygu patlaması idi. Bazı okuyucular, bunları kurgu olarak algılayıp üzerinde durmayabilir fakat bu hikâyedeki her olay, yaşanmış gerçek anların yazıya uyarlanmasından oluşmaktadır. Zaten bu roman da o sıra dışı olayların acısından ortaya çıkmıştır. Evet, dünyada böyle anne ve babalar da var. Sinir buhranları geçiren Ali, kendini evin önündeki meyve ağaçlarının arasına attıktan sonra ne yapacağını, içindeki sinir krizinden nasıl kurtulacağını bilemez ve kendini yerlere atıp toprağı
yumruklamaya,
bilinçsizce,
eline
geçirdiği
ağaç
dallarını koparıp ayırmaya, bir yandan da avazı çıktığınca “of of” diye öfke naraları atmaya başlar. Neyse ki kısa zamanda arkadaşları yanına gelirler, onun koluna girerek teselli etmeye çalışırlar ve kendine zarar vermesine mâni olurlar.
Yavuz: “Ali arkadaşım, sakin ol biraz, keskin sirke küpüne zarar. Ölenle ölünmüyor. Bu da hayatın bir gerçeği…” diye teselli etmeye çalışır. Ali: “İçimdeki hangi ateşe yanayım, bana bir söyleyin. Hepiniz de duydunuz, annem benim ölmemi istiyor. Babam, yirmi iki yaşıma geldiğimde ilk kez ‘oğlum’ dedi. Kardeşim kendini vahşice katletti. Bunların neresini yiyeyim, neresini yutayım? Bir anne ve baba, öz evladına karşı nasıl bu kadar gaddar
Zor İnsanlar 393
olabilir? Bana söyleyin? Çevrenizde hiç böyle bir ana baba gördünüz mü siz?” Muharrem: “Sen onları boş ver Ali arkadaşım, onlar cahil insanlar. Sen onlara uyma. Onları aklını kaybetmiş deli divane gibi farz et.” Ali’nin, bütün bu teselliler karşısında içindeki yangın bir nebze dahi olsa hafiflemiyordu. İçinden kendini yerden yere çarpmak geliyordu. Öyle de yaptı. Bir anda arkadaşlarının ellerinden kurtularak kendini yerlere attı ve bilinçsizce ellerini ayaklarını sağa sola çarpmaya, eline geçirdiği taşları toprakları sağa sola fırlatmaya başladı. Neyse ki bu “imdat” çağrılarına arkadaşları yetişir ve onu bu kez aralarına oturtup ellerini de omuzlarına atarlar. Gürbüz: “Sakin ol arkadaşım, kendine zarar vereceksin. Kendine bir şeyler yapsan sanki içindeki acılar yok mu olacak. Sakinleş de bir sigara yak, beyninin bulantısı geçsin.” der ve cebinden çıkardığı Maltepe sigarasının içinden bir tanesini alarak, çakmakla yaktıktan sonra Ali’nin dudakları arasına kıstırır. Daha sonra önce kendisine ve sonra da Muharrem ve Yavuz’a da birer sigara uzatarak teker teker çakmakla yakar. Sigaralardan çıkan dumanlar ağaçların dalları arasında küçük bir bulut kümesi oluşturur. Özellikle Ali, sigarayı daha da bir sert çekiyor ve ciğerlerine hapsettiği dumanı dışarıya üflemiyordu. Çivi çiviyi, acı acıyı sökerdi. İçindeki acıların yanında diğer acıların ne önemi vardı. Bir süre sonra bir, iki, üç derken peş peşe beş adet sigarayı birkaç solukta bitirir. Ağzının içi, acı biber yemiş gibi acımış, midesinde bir bulantı, başında bir dönme hissediyordu. Sanki içinde kaynayan acılar biraz uyuşmuştu. Olduğu yere toprağın üzerine sırtüstü uzanarak gözünü, üzerindeki 394 Ayhan Arslan
kayısı ağacının çıplak dallarına diker ve derin düşüncelere dalar. İlk anda kendini Allah’ın bu dünyaya ceza çekmek için gönderdiğini düşünür. Acaba cennet cehennem dedikleri yer burası da kendi cehenneme mi düşmüştü de azap mı çekiyordu? Düşündüğü her dakika, içindeki Ali’nin türlü sorularıyla karşılaşıyordu.
Zor İnsanlar 395
SUÇU İTAAT
İki yıl sonra, mayıs ayı ortaları, vakit öğle sonu idi. Baba, evin önünde orakla yabani otları biçiyordu. Ali, mobilet ile Mut’tan gelip, evin önünde mobileti durdurur. Artık Ali, istenmeye istenmeye de olsa evin oğlu muamelesi görmeye başlamıştı. Ali’nin bir dediğinin iki edilmemesine gayret gösteriliyordu. Ali de yaşayamadığı çocukluk yıllarının acısını çıkarırcasına dilediği gibi gezip tozup eğlenip, özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Ali belki de hayatı boyunca ilk defa var olmanın tadına varıyor ve başta ailesi olmak üzere insanlar arasında değer görüp, yeni yeni saygı ve hürmet görmeye başlamıştı. Alışık olmadığı bu yeni hayat, tabii olarak onu biraz gök görmedik yapıyor. Yetkilerini ve özgürlüğünü biraz da haklı olarak sonuna kadar kullanıyordu. Ali, cezasını çekerek ceza evinden çıkmış ve sosyal hayata kavuşmuş birisinin mutlu oluşu gibi kendini mutlu hissediyordu. Fakat kardeş kaybının da verdiği üzüntü yüreğinin bir köşesinde duruyordu. Çok zaman kendini dünyanın neşesine kaptırıp gülse oynasa da o acı ve sıkıntılı yara, yüreğinde gün geçtikçe daha da derinleşiyordu. 396 Ayhan Arslan
Ali her ne kadar sonradan Musa’nın ölümü ile kavuşmuş olduğu şöhret ve zenginliğe sevinip, özgürlüğün tadını sınırsızca yaşasa da arada bir, Musa’nın kendini vahşice öldürmesi aklına takılıyor, saatlerce yas tutuyordu. O kara günler aklından film şeridi gibi akıp geçiyordu. Onun yokluğu ile kazanmış olduğu şöhret budalalığını da düşündükçe neşesi kaçıyordu. “Eğer özgürlük ve mutluluk birinin ölümünün ardından geliyorsa, lanet olsun böyle özgürlüğe, lanet olsun böyle dünyaya, lanet olsun böyle mutluluğa!” diyerek de zaman zaman isyan ediyordu. Ali mobiletten inmiş, mobiletin motorunu inceliyor, eli ile orasını burasını yokluyordu. Baba, bahçenin arasından, elindeki kırık orakla Ali’nin yanına gelir. “Şu kosa kırıldı, şuradan kaynak yapılsa...” diye meramını dolaylı yollarla anlatmaya çalışır. Bir türlü şöyle bir kelimeyi kullanamazdı: “Oğlum, kosam kırıldı, Mut’a gidip şunu şuradan kaynattırıp gelir misin?” Babanın, cehaletin eseri olarak duygularını ifade etmede de sorunları vardı. İçindeki şeytan ona; kendinden başkasına değer vermemeyi, yardım istememeyi fısıldıyor olmalıydı. Bu fısıltı gereği Ali’ye de bir türlü “oğlum” diye hitap edemiyordu. Çünkü “oğlum” dediği zaman Ali değerli gözükecek, kendisi de ikinci sıraya düşecekti. Oysa onun şeytanı, ona her daim birinci sırada olmasını telkin ediyordu. Az önce olduğu gibi, birisinden açık bir dille yardım isteyemezdi. Çünkü birisinden yardım istemek, yardım istediği kişiyi değerli yapacak, kendisinin âcizliğini açığa çıkaracaktı. Oysa onun içindeki şeytan ona, “sende hiçbir zayıflık yok, senin kimseye ihtiyacın yok, sen bir numarasın” diye fısıldıyordu. Bu yüzden, gerek Ali veya gerek başka birisine karşı isteklerini açık açık söyleyemez, dolaylı yollardan söylerdi. Zor İnsanlar 397
Bir çocuğun en doğal hakkı, öncelikle ailesinden beklediği; şefkat ve onu sağlamlaştıracak değer ifade eden sözlerdir. Şefkatini ve merhametini kelimeye dökemeyen, en azından “oğlum” diye hitap edip Ali’nin ihtiyacı olan değerlilik duygusu ve şeref duygularını veremeyen bir anne ve babanın, nasıl bir anne ve baba olduğunu artık siz tahmin edin. Şimdiye kadar onlara Ali, “anne ve baba” diye hitap etmekte bir an bile tereddüt etmemişti. Ama zaman ilerledikçe Ali de onlara karşı “anne baba” diye hitap etmekte zorlanıyordu. İçindeki bir güç, “anne baba” kelimelerini baskılıyordu sanki… O kelimelerin çıkmasına mâni oluyordu sanki… İleride bu da olacaktı ve Ali de onlara “anne baba” diye hitap etmekte oldukça zorlanacaktı. İsmini dahi bilmediği bir yabancıya seslenir gibi dolaylı olarak isteğini söyleyecekti. Bu galiba “ne ekersen onu biçersin” sözünün gereğinin yerine gelmesiydi.
Bir insan düşünün ki cehalet ve şeytan bütün ruhunu sarmış, onda insanlık adına ne varsa söküp atmış. Yerine de kendi ruhunun özü olan “kibir”i yerleştirmiştir. İşte bu yüzden, baba ve anne, karşısındaki bir insana, değer verici, ona minnet edici davranışları sergileyemiyordu. Çünkü şeytan onlara “en büyük sensin, senden üstün kimse yok, sen kralsın, sen kimsenin yardımına muhtaç değilsin, kendinden başkasına asla değer verme” diye fısıldıyordu. *** Bir saat sonra Ali, babanın isteğini içinde tercüme ettikten sonra, mobilete binip Mut’a gider ve önce kaynakçıya uğrar ve kaynakçının, “bu orağa kaynak tutmaz” diye rapor vermesinin ardından, iyi kalitede yeni bir orak alır ve evin önünde bekleyen babaya getirip uzatır. Ali: “Kaynak olmaz, dediler, ben de yenisini aldım.” der. 398 Ayhan Arslan
Baba, orağı eline alıp incelemeye başlar, orak, eski orağa taş çıkartacak kalite ve de güzellikte idi. Ali, babanın orağı beğenmesini ve sevinip takdir etmesini bekliyordu. Zaten orağın en iyisini almasının sebebi de kılı kırk yaran, hiçbir yardım ve iyiliği takdir etmeyen, takdir edilecek bir şeyler olsa da takdir etmemek için sudan bahanelerle eleştiriler üreten babanın, bahane bulmaması içindi. Baba: “Kaç liraya aldın bunu?” Ali: “Beş bin liraya.” Baba yaklaşık üç beş dakikalık bir incelemenin ardından: “Bunun çeliği iyi değilmiş, eski orağın çeliği daha iyi idi. Hem bu ham demire o kadar para mı verilir? Ben eski orağı üç bin liraya almıştım.” der. Sonuçta baba takdir ve teşekkür etmemek için yine sudan bahaneler üretmişti. Çünkü içindeki şeytan ona, “senden değerli ve takdire değecek kimse yok” diyordu. Oysa Ali, iyi bir iş yaptığını düşünerek babayı sevindireceğini ve sonuçta da kendisini takdir edeceğini zannederek heyecanlanmıştı. Oysa o umudun sönmesi çok uzun sürmedi. Her şeye kulp kuyruk takan babaya yaranabilmek için yüklü miktarda para verip en iyi kosayı aldığı hâlde yine yaranamamıştı. Yine baba ona da bir kulp takmıştı. Bu yüzden yüzündeki umut kıvılcımlarının verdiği hafif tebessüm, yerini bir anda kızarıklığa bıraktı... Sinirleri ve tansiyonu birden fırlar. Kendi yüreğinin gümbürtü seslerini kendisi duymaya başlar. Aslında Ali’yi tam olarak kızdıran şey, babanın takdir etmemesi veya edememesi de değildi. Neredeyse kusursuz bir şeyde kusur bulmaya çalışmasıydı. Onun içindeki benlik şeytanı idi. Hani ille de ceza yazmayı kafasına koymuş trafik Zor İnsanlar 399
polisleri var ya, her şeyi tamam olan bir araçta ceza yazacak bir bahane bulurlar ya, babanınki de işte tam öyle bir şeydi. Baba: “Sap takacak yeri de köşeliymiş.” diye ikinci bir eleştiride bulunur. Baba aslında yanlış yerde idi. Baba, çiftçi olmak yerine eleştirmen olmalı imiş. Atası, zavallının hakkını verip okutup eleştirmen yapmalıymış. Eğer en iyi yaptığı eleştiri işinde bütün enerjisini yoğunlaştırsa idi şimdi belki de Türkiye veya dünya çapında sayılı eleştirmenler arasında yerini alırdı. Hayalleri altüst olan Ali’nin, bir anda sinirden eli ayağı titremeye başlar. Hâlâ orağı inceleyip bir başka bahane bulmakla meşgul olan babanın elinden orağı hızla çekip alır. Ani bir tepki ile evin duvarına çarparak kırar ve balta girmemiş meyve ağaçlarının arasına olanca gücü ile fırlatır. Ali: “Madem beğenmedin öyleyse git kendin al!” der ve o sinirle mobilete binip bir an önce bu şeytan yuvasından olabildiğince uzaklaşmayı düşünür ve mobiletin pedallarını çevirmeye başlar. Oyuncağı elinden alınıp çöpe atılmış bir çocuk gibi şaşıp kalan babanın: “Bir daha gelme bu eve!” diye bağırması Ali’yi yeniden şok eder ve hayal kırıklığına uğratan bu söz, yüreğine saplanır âdeta… Ali o anda anlar ki Musa’nın ölümünden sonra kendisine verilen yetki ve özgürlüklerin hepsi sahte imiş. Hepsi de “köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin” düsturunda imiş. Ailesinin, kendisine karşı içlerinde sakladıkları nefret duyguları silinip gitmemişti. Sadece uykuya dalmış ve bir dürtükleme ile uykudan uyanıyordu. Ali babaya cevap vermeden, içindeki yangının etkisi ile hızlıca oradan uzaklaşır.
*** 400 Ayhan Arslan
Ali, çocukluğundan beri sık sık tekrar eden evden kovulma sahnelerinden birisini daha, yirmi dört yaşına gelmesine rağmen tekrar yaşamıştı. Üstelik bu seferki daha da ağırına gitmişti. Çünkü yirmi dördünde, gençliğinin baharında; sokaklarda, dağlarda tekrar barınacak bir yerler araması oldukça zoruna gidecekti, şerefini oldukça zedeleyecekti. Ali, içini kor gibi yakan acılardan kurtulmayı umarak kendini Fıçı Bira’ya atar. İsyanın, acıların, haksızlıkların, kederlerin tek ilacı gibi görülen, karanlık mahzendeki Fıçı Bira’da hafif bir arabesk müziği çalıyordu. Mahzenin karanlık yerlerinden, içki içen insanların pıtırtıları duyuluyordu. Fakat loş karanlık, insanların simalarını belli etmiyordu. Ali de zaten burasını bu yüzden seviyordu, kimse onu göremiyordu. Göremediği için de eleştiri yapamayacaklardı. Fiziki yapısına türlü aşağılayıcı lakaplar uyduramayacaklardı. Ali’nin eleştiri ve yargılanma korkusu vardı haklı olarak. Bu korkusu da her anını ve davranışını eleştiren ve yargılayan ailesinden miras kalmış olmalıydı. Ali, Fıçı Bira’nın oldukça karanlık bir köşesine kapaklanmış, kocaman bira dolu bardakları bir dikişte bitiriyordu. Bu, onun içini yakan koru sanki biraz serinletiyordu. Ardından da masadaki çerez tabağındaki nohuttan bir avuç alıp, ağzının ve midesinin acılığını gidermeye çalışıyordu. İçindeki tazelenmiş acıları bastırmak adına bira bardaklarını peş peşe yuvarlıyordu. İçki içmek, hele Ali gibi aşırı içmek, insanın içindeki derin isyanın meyvesinden başkası değildi.Ali bu isyan ateşi ile bile bile sağlığının bozulmasına seyirci kalıyor ve bir nevi dolaylı yönden intihar ediyordu. Tüfekle yapılan intihar, hızlı intihardı. İçki ve sigara ile yapılan intihar ise yavaş intihardı. Ali de yavaş intiharı seçmişti.
Zor İnsanlar 401
Bir dikişte içilen beşinci büyük bardak biranın ardından Ali, kendinde sahte bir özgüven hissetmeye başlar. Yani her sorunu çözüme kavuşturabilecek, herkesi dövebilecek gücü hisseder ve kendini kral gibi görmeye başlar. Beş, altı, yedi, sekiz derken dokuzuncu birayı isteyen Ali’nin, artık gözleri çift ve sisli görür. Tabii ki her içtiği biradan sonra tuvalete gidip, içtiklerini idrarla boşaltıyordu. Bira böyleydi… Neredeyse içilen biranın yarısı idrarla dışarı atılırdı. Çevresindeki her şey dönmeye başlar. Dış görünüşü şeytan çarpmışa benziyordu. Fakat Ali’nin bundan haberi yoktu. O sadece ruhuna hâkim olan yüksek dereceli benlik dürtüsü ile kendini bir boğa gibi güçlü ve heybetli sanıyordu. Masaya konan dokuzuncu bardağı eline alır ve onu da bir dikişte bitirmek için yukarıya kaldırır. Fakat aşırı alkol, elini titretiyordu. Bu yüzden, bardağı tam ağzına götüreceği sırada elinden düşürür. Ali ne olduğunu bile anlamamışken karşısında Fıçı Bira’nın sahibi, kazık gibi dikilmiş, ekşi bir suratla ve soğuk bir ifade ile: “İçtiklerinin ve kırdığının parasını öde ve de burayı terk et.” der ve elindeki adisyonu masanın üzerine atar. Ali şaşkın şaşkın, titrek eli ile kâğıdı alıp okumaya çalışır. Fakat görme yetileri zayıfladığı için okuyamaz ve sorar: “Burada kaç lira yazıyor?” Adam: “Dört bin beş yüz.” der. Ali elini cebine atar ve atarken de cebinden, hesabı ödeyecek kadar paranın çıkması için dua eder. Yoksa bu mahkeme suratlı adamın elinden ne çekeceği belli değildi. Cebinden neyse ki bir adet beş binlik çıkar ve adama gururlanarak uzatır.
402 Ayhan Arslan
Ali: “Benim son içtiğim bira bardağı nerede?” diye sorar. Çünkü bardağın elinden kayıp düştüğünün dahi bilincinde değildi veya unutmuştu. Adam: “Aha yerde kırıkları.” der ve ayağı ile bardak kırıklarını sürükleyerek şıngırdatır. Ali, yerden gelen cam şıngırtılarına başını eğip bakar. Adam, paranın üzerini masanın üzerine çarparcasına fırlattıktan sonra: “Çabuk burayı terk et, doğru evine git. Daha fazla içersen ayakta duracak hâlin kalmayacak. Burada senin kahrını çekecek adam yok.” diye sert, soğuk ve doğru bir gerekçe ile Ali’ye kapıyı gösterir. Bu dünyada hiçbir yerde kabul görmeyen ve sokak köpeği gibi herkes tarafından bir tekme atılan onuru, artık her geçen gün daha da bir çöküyor, beziyordu. Bu dünyada kendini fazlalık gibi hisseden çökkün bir ruh hâli ile yerinden kalkar ve yürümeye çalışır. Fakat sağa sola yalpalar, bir duvara bir masalara çarpar. Bunun üzerinde mahkeme suratlı adam, koluna girip kendini sürüklercesine, öfkeyle, merdivenlerden çıkmasına yardım eder. Merdivenlerin sonunda kapının önüne geldikleri zaman hızla itekleyerek:
“Defol git buradan, bir daha buralara gelme!” diye hoyratça Ali’yi kapı dışarı eder. Ali kendini o an, herkesin yolda karşılaştığı zaman tekme attığı, işe yaramaz teneke kutuya benzetir. İçinden söyle bir serzeniş geçer: “Bir gün benim de kimsenin beni kovamayacağı kendime ait bir evim olacak ve sizin gibi pislik ve mikrop yuvalarına yan gözle bile bakmayacağım.” Zor İnsanlar 403
Ali daha fazla etrafa rezil olmadan ve çevreye içkili olduğunu belli etmemeye çalışarak, tutunduğu merdiven korkuluğunu bırakıp yürümeye çabalar. İçerisi karanlık olduğundan gözleri, güneşin yakıcı ışıkları ile karşılaşınca kamaşır ve başını yere eğerek yürümeye çalışır. Yolda ilerlerken yolun bir öbür yanındaki arabalara abanıyor, bir öbür taraftaki dükkân veya iş yerlerine abanarak yürüyordu. Arada bir bazı iş yeri sahipleri, dükkâna zarar verir endişesi ile koluna girip, dükkânın önünden uzaklaşana kadar kendine eşlik ediyorlardı.
404 Ayhan Arslan
ÖFKE PATLAMASI…
Ali her ne kadar içindeki acılardan kurtulmak amacı ile kendinden geçene kadar içse de azatlık bir köpek gibi sürekli evden kovulmanın acısını içinden bir türlü atamıyordu. İçini bir kurt gibi kemiriyor, önceki içtikleri gibi, dert ve sıkıntılarını kısa süreliğine içinden atmış gibi olsa da atamıyordu. Dertler hâlâ içinde idi, içki sadece o acıları kısa süreliğine uyuşturuyordu. O acıların etkisini biraz hafifletiyordu sanki... Hazmedemediği acı, içinde derin bir kine dönüşmeye başlıyordu. İçinden bir ses, ona şöyle fısıldar: “Git, baban olacak o zalimi öldür!”
“Ya hapse girersem, orası herhâlde buradan daha iyi bir yer değildir.” “Yok, canım, ne hapsi, bu işi gizli yapacaksın, sen yakalanmazsın. Bir gün baban bahçede çalışırken evden kendi silahını alırsın, etrafı kolladıktan sonra çat diye alnının ortasından vurursun. Ondan sonra baba kim vurduya gider. Olay yavaş yavaş kapanır ve de sen o zalimin eziyetlerinden kurtulursun. Böylece seni bir daha kimsenin kovamayacağı bir evin olur.” “Ya beni birisi görüp tanırsa?” “Ondan kolay ne var canım, sen de maske takarsın, seni birisi görse bile tanıyamaz ve olay yerinden uzaklaştıktan sonra tenha bir yere gelince de bütün suç delillerini yakarsın olur biter.” Zor İnsanlar 405
Ali’ye, içindeki sesin tavsiyeleri ilk anda cazip gelse de yaklaşık bir iki saatlik stresli bir iç muhasebesinden sonra, içindeki sesin tavsiyelerini kulak ardı eder. Ruhunu bir rahatlama, ferahlama sarar. Cinayetin planı dahi insanın ruhunu karartıyordu. Şimdi kafasından cinayet planlarını atmış, sokak köpeği gibi aç ve susuz avare avare dolaşıyor, imrentili gözlerini, evlerin kapı ve pencerelerine dikiyor, kimi insanların, evlerinin içinde ailesi ile birlikte yemek yediklerini, kimi insanların da açlık ve yorgunluk içinde, bir an önce evlerine ulaşabilmek umudu ile telaşla ilerlediklerini görüyordu. Bazı insanlar da evlerinin balkonuna oturmuş, çay içip aileleri ile keyifli sohbetler ediyorlardı.
Ali, bu gördüklerinin güzel şeyler olduğunu hissediyor fakat böyle şeyleri kendisi yaşamadığı ve kendi ailesinde görmediği için de kendine uzak bir özlem olarak görüyordu. O evi barkı olan aileleri izlerken âdeta ağzının suyu akıyordu. Zaman zaman nerede bir çocukla anne veya bir babanın çocuğunu kucakladığını görse, onla tatlı sohbetler ettiğini ya da sadece “oğlum, yavrum” diye hitap ettiğini duysa, yüreğini derin bir anne baba özlemi sarardı. Her mutlu insan veya evi olan insan gördüğü zaman, onun içindeki sahipsizlik acılarına âdeta hançer saplanırdı. Çünkü doğal olarak insan, kendinde olmayan ve özlemini duyduğu şeyleri bir başkasında görünce ister istemez içinde bir miktar kıskançlık veya özlem alevi filizlenmeye başlar. Ali, içindeki Ali ile sohbet ede ede sokakları amaçsızca dolaştıktan sonra, yürümekten ayakları ağrımaya başlar. Köy sınırına gelir ve bir kayanın üzerine oturup, bir sigara, bir sigara daha derken beş tane sigaranın ardından ve de içkinin verdiği cesaretle de bir karar alır. İçindeki Ali ile yine konuş-
406 Ayhan Arslan
maya başlar: “Burası benim köyüm, ben burada doğdum. Bu köyde de doğduğum bir evim var. Her ne kadar geçimsiz ve zalim bir ailem olsa da orası benim vatanım. Atalar bile, beni destekler nitelikte: ‘Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır.’ demişler. O zaman benim bir vatanımın olması için savaşmalıyım, yoksa ömrüm sokak köpekleri gibi sokaklarda geçecek.” “Ya onurun? Kovulduğun bir yere hangi yüzle gideceksin? O zalimin ekmeğine ve evine nasıl minnet edeceksin?”
“Ben açım, açıktayım, dağlarda, hayvan ahırlarında, mağaralarda yatıp kalkmanın acısını ben ve yaşayan bilir. Şimdi artık bir gurur uğruna o eski acılara tekrar dönmek istemiyorum.” “Ya baban seni tekrar evden kovarsa, o zaman ne yaparsın?” Ali biraz düşündükten sonra: “Artık beni bir daha evimden bir köpek gibi taşlayıp atamayacak.” “Ev babanın, istediğini evinden kovabilir.” “Görsünler bakalım kim kimi kovacak!” der ve avına saldırmaya hazırlanan aslanın vakarlı adımları gibi adımlarını, kararlılıkla ve hızlı hızlı atıp, evden yana yürümeye başlar. Vakit oldukça geç olmuştu. Yatsı ezanı okunuyordu. Köy evlerinin bir kısmının ışıkları yanmasına rağmen, birçokları ışıklarını kapatıp çoktan uykuya dalmışlardı. Köy yerinde genellikle erken yatılır erken kalkılırdı. Zira ahırdaki aç hayvanlar, sabahın köründe acıkıp avaz avaz bağırmaya başlarlardı. Ya da kavurucu sıcaklar, köylülerin, bahçelerinde ancak sabah serinliğinde çalışmalarına müsaade ederdi. Ali nihayet eve gelir ve yavrusunu kaptırmış bir anne aslanın, düşmanına korkusuzca saldırıya geçişi gibi merdivenleri hızlı ve kararlı adımlarla çıkar. Ahşap kapıya bir tekme atar Zor İnsanlar 407
ve hızla geriye çarpan kapının buzlu camları yerlere şangır şungur dökülür. Ali: “Nerede o adam!” diye avazı çıktığınca bir kabadayı edası ile bağırır. Bir tekmeyle de iç oda kapısına patlatır ve içeriden şaşkın ve ürkek gözlerle önce anne çıkar. Annenin korkan gözlerle Ali’ye bakmasından, özgüveni zirveye çıkan Ali, tekrar: “Nerede o adam!” diye biraz öncekinden daha bir gür sesle bağırır. İçeriden çıkmaya çekinen baba, kapının arkasına gizlenmiş, korkudan tir tir titremekte idi. Baba: “Ben karakola gideceğim, bu çocuk evimi bastı, diyeceğim.” diye Ali’ye korku vermeye çalışır. Hem yılların verdiği öfke, kin, kızgınlık, hem de sokaklarda, dağlarda taşlarda çektiği acıların içinde birikip depolanmasının da etkisiyle bu tehdit, Ali’ye vız gelir tırıs gider. Ölmüş eşek kurttan mı korkardı. Hatta o acılar; Ali’nin ruhundaki anne baba saygısını, kutsallığını, ahlakı, dini ve sosyal tabuları da silip süpürmüştü. Gerek gençliğinin baharında gücü kuvveti yerinde olması, gerekse içkinin verdiği sahte cesaretle Ali artık kendini bir diktatörden farksız görmeye başlar. Ali: “Çık ulan dışarıya!” diye avazı çıktığınca bir naranın ardından kapının ardında ayakları gözüken babayı yakasından tuttuğu gibi ortaya çeker. Artık eller iki silindirli bir motorun pistonları gibi babanın bedeni üzerine ritmik şekilde inmeye başlar. Kafa, göz, burun, nereye denk gelirse... Kısa bir süre
408 Ayhan Arslan
sonra baba, Ali’nin öfke seline dayanamayıp kendini yerde bulur. Yılların verdiği kızgınlık ve öfkenin, bir çırpıda geçmesi düşünülemezdi. Ali bir yandan yumruklarını babanın bedeni üzerine peş peşe indirirken bir yandan da içindeki erik kurularını babaya söz olarak püskürtüyordu. “Ben köpek yavrusu muyum ikide bir sokağa atılacak ulan! Ben üvey evlat mıyım ulan! Ben piç miyim ulan! Ben insan değil miyim? Ben sizin çocuğunuz değil miyim? Ulan! Söyle… Ulan! Söyle… Ben bundan böyle bir yere gitmiyorum, burası benim evim, şimdi sıra sende biraz da sen s… git, defol! Sokaklar nasılmış biraz da sen gör. S… git gözüm seni bir daha görmesin!” diye babayı tekme tokat, tıpkı geçmişte babanın birçok kez yaptığı gibi kapıdan dışarıya atar. Baba, ağzından yüzünden kan damlaya damlaya ve üstü başı yırtık vaziyette, koşar adımlarla merdivenlerden inerek gözden kaybolur. Hani “gözünü kan bürümüş” derler, Ali artık hiçbir suretle hak hukuk tanımayan diktatör gibi davranmakta idi. Siz buna ister öğrenilmiş çaresizlik deyin, yada rüzgâr eken fırtına biçer deyin, ister stres biriktiren bir fay hattının deprem üretmesi deyin. Daha çok gerçek olan bir şey varsa o da şudur: İnsan ruhuna zamanla yüklenip dışarıya atılmayan stresler, gün gelir bir fay hattı gibi deprem üretir. Bu dehşetli patlamanın önüne; fiziki, hukuki, dinî, sosyal ve de ahlaki hiçbir güç geçemez. Bu olay üzerine artık sular bir süre durulsa da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Ailenin otoriter yapısı değişikliğe uğrayacaktır. Artık güç de yetki de el değiştirir. Bir insan sonsuza dek oturduğu koltukta oturamazdı zaten… Gün gelecek o koltuğa birileri oturacaktı. Bundan sonra dinden imandan
Zor İnsanlar 409
çıkan Ali, artık o masum, pısırık Ali değildi. O artık bir diktatördü. Artık roller değişir, geçmişte onların Ali’ye davrandıkları gibi Ali de onlara öyle davranır. Dünyadaki hiçbir güç kalıcı değildi, zaman her şeyi ters yüz ediyordu. Gün oluyor sap dönüyor hesap dönüyordu. İnsanların yaptığı her şey geri dönüp kendine saplanıyordu.
410 Ayhan Arslan
ÇIKMAZ SOKAKLAR…
Ali’nin hayatı, babaya karşı öfke patlaması olayından sonra yeni bir boyut kazanır… Zaten aile hayatı buhranlarla dolu Ali’nin hayatı, bundan sonra normale dönmese de özgürlük boyutu, savaşla kazanılmış bir zafer gibi ön plana çıkar. Ali yıllarca çektiği acıları çıkarırcasına bir diktatör gibi, ailede her istediğini izin ve rıza almadan yapmaya başlar. Zaten izin almaya kalksa da boş, gereken izni ve rızayı ne anneden ne de babadan alabilirdi. Anne ve baba için geçmişte olduğu gibi şimdi de değişen bir şey yoktu. Ali’nin her yaptığı eylem ve istek onlar için şiddetle reddedilir, eleştirilir, yargılanırdı. Sanki onlar Ali’nin anne ve babası değillerdi de onun siyasi muhalifi gibiydiler. Ali’yi anne ve babanın bu tavırları diktatör yapmıştı zaten. Şöyle bir düşünün; bir çocuk veya insan ömrü boyunca hiç mi olumlu bir hareketi olmaz, hiç mi doğru bir şey yapmaz? Bu durumu siyasete benzetecek olursak aynısının tıpkısı olacaktır… Siyasette bir iktidar vardır bir de muhalefet. Muhalefet, iktidar ne yaparsa yapsın hep eleştirir, tartışmasız doğrularına dahi bir kulp takmaya çalışır ya… Ali’nin ailesi de Ali’nin muhalefetiydiler. Ne olursa olsun eleştirirler, Ali’nin yaptığı hiçbir eylemi kabul etmez hep karşı çıkarlardı. Bu, onların benliklerine aşırı düşkünlüklerinden olmaktaydı
Zor İnsanlar 411
tabii olarak. Onların benlikleri kendilerinden başka her şeyin yanlış olduğunu, tek doğru varsa kendileri ve kendi fikirleri olduğunu fısıldıyordu. Eleştiriyi severim, diyenin samimiyetine biraz şüphe ile bakmak gereklidir. Her insanoğlu az ya da çok eleştiri ve yargıdan rahatsız olur. Bu rahatsızlık Ali’de doğal olarak had safhaya çıkmıştı. Özellikle ailesinden duyduğu her eleştiri ve yargı, Ali’ye uyarıcı etkisi yapar ve onu rayından çıkarırdı. Yıllar ilerledikçe Ali’nin eleştiri ve yargıya karşı olan hassasiyeti gittikçe artar ve bu hassasiyet onun, öncelikle ailesi ve diğer insanlardan, sosyal hayattan kendisini soyutlamasına sebep olur. Ali’de bir nevi panikatak gelişir, sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yer. Bu sebeple, kendine yaklaşan her insanın muhalif olacağı, ağzından eleştiri ve yargıdan başka bir şeylerin çıkmayacağı sanrısına kapılarak, insanlardan mümkün mertebe kaçarak bir hayat yaşamaya başlayacaktır. Her ne kadar aile içinde ekonomik özgürlüğünü kazansa da ruhsal yönden yalnızdı. Buna kardeş kaybı da tuz biber oluyordu. Kardeşinin kaybı, Ali’yi iki kez yıkıyordu. Ona derin sıkıntılar yükleyen boyutu; intihar etmesi idi ve geride birçok soru işareti bırakarak gitmesi idi. İnsanlar bu soruların cevaplarını Ali ve ailesinin yüzünde arıyorlardı sanki… Devlet, intihar
diye
dosyayı
kapatmıştı
ama
toplum,
dosyayı
kapatmamış ve de ömür boyu da kapatmayacaktır. Toplum, her daim, ailenin bütün fertlerine sorgulayıcı ve şüpheli gözlerle bakmaya devam ediyordu. “Kim bilir çocuğa ne eziyetler çektirdiniz de çocuğu canından bezdirip intihara sürüklediniz.” sorgusunu, insanların beden dilinden anlamak çok zor olmuyordu. Oysa insanların en iyi yaptıkları şeylerden bir
412 Ayhan Arslan
tanesi de suçu hep başkalarına atmalarıydı. Kendilerine asla suç isnat etmemeleriydi. Bir insan intihar ettiyse gerçek sebebini de kendisi ile beraber mezara götürmüştür. Hem ille de bir sebep olan veya sebep olanlar varsa bu şüpheliler arasında aileden başka toplum da vardı. Onu intihara sürükleyen sebep belki de ailenin dışında toplumsal bir sebepti. Ağzı olan konuşuyordu işte… Sonuçta, fiziksel bir suçlu da yoktu elbette… Belki ruhsal açıdan bir suçlu veya suçlular vardı ama o da suç olmazdı zaten… İnsanlar birbirlerine ruhsal açılardan ne eziyetler ediyor, ne eziyetler… Her şeyden önce Ali hem fiziksel hem de ruhsal açıdan ailesinden ve toplumdan az mı eziyet çekti. İlla da bu dünyada intihar etmesi gereken birisi varsa ilk başta Ali olmalıydı. Ama onun, onuruna fazla düşkün olmakla ilgili bir sorunu yoktu. İntihar eden insanlar onuruna çok düşkün ve çok kırılgan, hassas benliklerdir. Bu insanlar, temelinde birçok psikolojik rahatsızlığı olan benliklerdir. Bu hastalığın gereğince pire için yorgan yakan benliklerdir bunlar… Karşılaştığı her tanıdığın, Ali’yi suçlayıcı ifadelerle bakması da Ali için insanlardan kaçma sebebinin bir diğeri oluyordu. Suçluluk duygusu Ali ve aileyi gün geçtikçe daha da çok saracak ve aile fertlerinin hayatını kâbusa çevirecekti. Normal bir ölüm, hastalık veya bir kaza sonucu bir ölüm olsa o kadar sorun olmazdı. İnsan bir üzülür iki üzülür ve işine gücüne devam ederdi. İnsanlar en azından aile fertlerinin her birinin yüzüne, katil zanlısına bakar gibi bakmazlardı. İnsan doğal olarak bir yakınının vefatı ile üzülür ve zaman ilerledikçe de ona karşı özlemi artar. Hatta bazı insanlarda bu özlem çok ağır basar ve ona kavuşabilmek için ölümü bile tercih eder hâle gelir. Ama bu, bir intihar ölümü değilse tabii ki…
Zor İnsanlar 413
Ali ve ailesi için veya yakınını intihar sonucunda kaybedenler için durum tam tersiydi. Zaman ilerledikçe, ardında bıraktığı birçok soru işaretiyle; insanların sorgulayıcı sözlerle bir dedektif gibi suçlu arama mücadeleleri veya bir katil zanlısından çekinir gibi aileden çekinmeleri, ister istemez aileye gerginlik depoluyordu. Bu sebeple de intihar edene karşı nefret duyguları artmaya başlıyordu. Neden nefret? Çünkü intihar ölümleri, geride kalan ailenin ruh ve sosyal ilişkilerini hayat boyu olumsuz etkiliyordu. Onların, cemiyetin gözünde, ölüme sebebiyet veren birer zanlı, birer şüpheli olarak hayatlarını karartıyordu. Ailedekiler bile kendi aralarında gerek sözle, gerekse tavırla zamanla birbirlerinde suç arıyordu. “İşte sen bunu şunu ettin de çocuk ondan intihar etti...” gibi söz ve ithamlarla zaman zaman tartışılırdı. Oysa insan ilişkilerinde tartışma, kavga, dövüş, aşk acısı, anlaşmazlık, birbirlerine eziyet çektirme, olmadık şeyler miydi? Böyle sebepler intihar sebebi mi olmalıydı? O yüzden iftiracıları ve intihar edenleri, her ikisini de Allah bildiği gibi yapsın. İntihar etmek dinen de büyük günah olmasına karşın, yine de intihar eden hasta benlikleri Allah affetsin, o cahilleri Allah rahmetiyle kucaklasın. Ali, yıllar sonra, içindeki çıkmazlara, yalnız dünyasına, çare olur belki diye babasının evinin üzerine bir ev yaptırıp evlenir. Hayatındaki bu yeni dönem, onun kısa süreliğine yüreğindeki derin yaraları biraz uyuşturduysa da iyileştiremiyordu. İnsanın, kendine sıkıntı veren objelerden ayrılmadığı sürece sıkıntısı tam olarak geçmiyordu. Evin içinden dışarıya çıkmasa bile kapıdan, pencereden kendisine zulmedenleri gördükçe yüreği sıklıyordu. Onlar ona hep geçmişteki acı olayları hatırlatıyorlardı. Bu sebeple Ali, kendine geçmişini hatırlatan objelerden oldukça uzaklara gitmeyi kafasına ko-
414 Ayhan Arslan
yar. Acılar ve sıkıntılarla dolu geçirdiği bu aile ve toplum, ona daha başka bir şey veremezdi zaten… Gördüğü her insandan bir suçlu gibi kaçmak, onu oldukça yorar ve özellikle kendi anne ve babasını gördüğü ve karşılaştığı her yerde ağır sinir krizine giriyordu. Bir insanın kendi anne ve babasını her gördüğünde küplere binmesi, ruh dünyasının onları düşman gibi algılaması, yüzeysel bakıldığında zalimce görülebilir. Ama işin içyüzünü öğrenen birisinin, bu davranışın altında yatan gerçek sebebin ne olduğunu anladığını umuyoruz. Anne ve baba her gözünün önüne geldiğinde, onun ruh âleminde, kendisine yaşattıkları acı dolu yıllar, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmekte idi. Bu da onun, her an bir fay hattı gibi stres depolamasına neden oluyordu. Din her ne kadar anne ve babanın her kusurunu hoş karşılasa ve evlatlarına, onları koşulsuz sevip saymaları gerektiğini telkin etse de pek işe yaramıyordu. Bu sadece göstermelik bir şekilden öteye gidemiyordu. Özellikle bayramlar, dargınları barıştırmak içindir ama bu da bir şekilden öteye gidemiyordu. Camide sıraya geçilir, küs olduğun kişilere gelince sıra atlatılmadan onların da elleri sıkılır ve barışmış kabul edilir. Oysa sadece bedenin birbirine temas etmesi ile kalpteki yaralar iyileşmiyor. Hiçbir yaptırım, insanın kalbindeki derin yaraları tam olarak iyileştiremezdi.
Ali
evlendikten
sonra,
usul
gereği,
bir
zaman,
bayramlarda anne ve babasının elini öptü. Fakat bu ona, acı ve sıkıntıdan başka bir şey kazandırmadı. Onlarla her yakın teması ve göz teması, Ali’nin kalbindeki yaralara tuz biber ekmiş gibi acı veriyordu.
Zor İnsanlar 415
İşin gerçek boyutu aslında şudur: İnsan iki parçadan oluşur; birisi ruh, birisi beden. Beden kesinlikle ölür, yok olur. Ruh ise ölümsüz olmasına karşın onu öldüren kişilere yönelik ölümlüdür. Yani kalp küserek, küstüğü kişiye karşı bir nevi ölüdür. Her ne kadar aradan zaman ve güzel şeyler geçse de küs, kırgın, yani ölü bir ruh da tıpkı bedeni ölen kimse gibi geri gelmiyordu. Anne ve baba, çocuklarının birisini, intihar sonucu bedenen ve ruhen kaybetmişti, birisini ise ruhen kaybetmişti. Böyle insanlara “çok kinci” diye karalama yaparlar ve akşamki yediğini unutan aptal kişilere de kin gütmedikleri için sevgi ile ve hoşgörü ile yaklaşırlar. Aslında o kin gütmeyen insanlar, hafıza sorunu olan insanlardır ve kendilerine yapılan kötülükleri unuturlar. Bunların hafızalarının “gigabayt”ı küçük olduğundan, belirli bir doluluk oranına geldiği zaman yeni bilgileri kaydedebilmek için en eski bilgilerden başlayarak başa doğru siler. Böylece o kişi eski olayları hatırlamaz ve geçmişte büyük çatışmalar yaşadığı düşmanları ile bile, hiçbir şey olmamışçasına iletişimde bulunur. Kin güden, geçmişin acılarını asla unutamayan insanlar ise sınırsız hafızaya sahip olduğundan, hafızadaki bütün bilgiler arşivlenir ve istendiği zaman veya bir hatırlatıcı olduğu zaman hatıra gelirdi. Keşke bir bilgisayarda olduğu gibi insanın hafızasından da kötü ve zararlı şeyler silinebilseydi. Böylece insan her daim, format atılmış bilgisayar gibi yeniden doğsaydı. Ama Yaradan, insanı böyle yaratmış ne çare… Bu bağlamda Ali; başta ailesi ve toplum olmak üzere, kötü anı yaşadığı birisini gördüğü veya karşılaştığı anda hafızası, o kara geçmişi tekrar yaşıyormuşçasına canlandırır. Bu da onun bugününü ve geleceğini cehenneme çeviriyordu. Ali ne yaptı
416 Ayhan Arslan
ise geçmişinden tamamen sıyrılıp kurtulamadığı için, çareyi mekân değiştirmekte bulur. Tanıdığı bütün insanlardan, ona geçmişini hatırlatacak her şeyden uzak olmakla yüreğindeki bunalımlardan kurtulacağını umar. Maddi olan bütün sıkıntılar zamanla hemen hemen çözüme kavuşup unutulabilirdi. Fakat manevi yaralar asla iyileşmiyordu. O yaralar tamamen iyileşmese de belki de acılarını biraz hafifletmek için o yarayı açanlardan uzak olmak biraz iyi gelecekti. Ali’nin yaptığı da bundan başka bir şey değildi; dayanılmaz manevi acılarından kaçmak.
Zor İnsanlar 417
YENİ HAYAT…
On üç yıl sonra; kimileri daha kaliteli bir yaşam için mekân arayışına girmesine karşın Ali, geçmişinden kaçmak için mekân değişikliğini tercih ediyordu. Onun bu dünyadaki tek derdi geçmişiydi. Bu uğurda, kendi evi boş durmasına rağmen, yıllarca kiralık evlerde süründü. Ama bu sürünme ona, geçmişinden daha az acı veriyordu. Birçok kimse Ali’ye bu konuda, evi varken kira evlerinde maddi ve manevi sıkıntılar çektiği için enayi gözü ile bakıyorlardı. Ama bu boş lakırtılara kulak asmıyordu. Çünkü ağzı olan konuşurdu, bekâra karı boşaması kolaydı. Stres, insanın çocuk sahibi olmasını da etkiliyordu. Ali ve eşi, yaklaşık sekiz yıl kadar, babasının evinin üzerine yaptırdığı evde oturmuşlardı. O evde sürekli stres altında yaşamak, Ali ve eşinin hormonlarını olumsuz etkiliyordu. Bu yüzden o çilehanede bir türlü çocukları olmuyordu. Gitmedik doktor bırakmamalarına rağmen… Ta ki o çilehaneden ayrıldılar, o zaman çocukları oldu. Ali ve eşi hiçbir yakını ve aile tarafından yardım almadan, kısa aralıklarla doğan üç bebekle mücadele ettiler. Yalnızlık, Ali’nin peşini bir türlü bırakmıyordu sanki… Ellere bu konuda da gıpta ediyordu. Ellerin bir bebeği olunca her iki tarafın büyükleri, birlikte bebeğe de anneye de bakarlar, ellerinden geldiğince yardımcı olurlardı. Kör talih işte, Ali’nin kendi ailesi tarafı boştu zaten, bari hanımı tarafından bir yardımcı, bir 418 Ayhan Arslan
destek olsa ne olurdu sanki… Ama öyle olmadı. Ali ne yazık ki kendisi gibi sahipsiz bir eş tercih etmişti. Bu yüzden evlilik hayatı da hep yalnızlık ve çaresizlik içerisinde geçer. Ömrünü hep bir yardımcı, bir destekçi beklentisi ile geçirir. Ama o ne kadar isterse, o istediği şey ondan o kadar uzaklaşıyordu sanki... Bir zaman sonunda bu beklentisinden de vazgeçer ve insanlardan beklentilerini yüreğine gömer. Çaresiz iş başa düşer artık ve bir şeyi iyice öğrenir. O da: hiçbir âdemoğlundan bir şey beklememeyi ve kendi işini kendi yapmayı… Yıllar yılları kovalar, Ali, dünyanın maddi ve manevi bütün yükünü tek başına göğüsler. İki elinin yetmediği yerde ayaklarını da kullanır. Birçok büyük işleri bireysel çalışma ile başarır. Bunların başlıcaları şunlardı: ağır bağ bahçe işleri, ev yaptırmak, araba sahibi olmak, çocuk büyütmek, tek başına ev geçindirmek vb. Bunlar doğal işler, herkesin yapabileceği işler gibi görünse de yalnız ve sokaklardan gelmiş birisi için oldukça zor işlerdi. Geçmişte barınacak bir evi olmayan birisi için zor olan şeylerdi. Üstelik Ali’nin kendi akranları daha kendi eline su dökemezken Ali birçok bireysel başarılara imza atıyordu ve de atmaya devam edecekti. O artık tek başına yükseklere çıkmayı başaran bir kartaldı. Büyük başarılara imza atmak için elbette Ali’nin, ayağındaki prangalardan kurtulması şarttı. Öyle de yapar. Bu prangalar; sigara, içki, arkadaş, kahvehane idi. O artık bir robot gibi, sosyal hayattan kendini soyutlayarak, çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Bu da onu tecrübeli ve başarılı bir insan yapıyordu. Geçmişinde asla sahibi olamadığı, çok özlemini duyduğu özgüvenine sahip oluyordu. Bu yolla, içindeki duygusal boşlukların yerini maddi gelişmelerle kapatmaya çalışıyordu. Eskiden, değerli olmak uğruna akla gelmedik şeyler yaparken şimdi ise bu duygusunu, maddi üstünlük Zor İnsanlar 419
sağlayarak kazanmaya çalışıyordu. Köyde bıraktığı sözde arkadaşları ise eski tas eski hamam, hâlen çıkamadıkları içki âlemi batağında bocalayıp durmakta idiler. Ali onlardan birisiyle sokakta karşılaştığı zaman, yüz çevirip görmezden geliyorlar veya karşılaşmamak için sokak değiştiriyorlardı. O sözde arkadaşlar zaten içki, sigara ve paranın dostu idiler. O kaynaklar da kesilince ne yapsınlar Ali’yi… İnsanın alası içindedir. Fakat insanlar o alayı sonsuza dek saklayamıyorlardı. Bir zaman sonra o ala, bir yanardağ gibi yeryüzüne püskürüp kendini belli ediyordu. Hacer ebe ölmüş, halalar da birer koca bulup bu diyarları terk etmişlerdi. Anne ve baba ise köyde bir başlarına kalakalmışlardı. Onlar artık diktikleri ağacın meyvelerini yiyorlardı. O meyve ise; yalnızlık, sahipsizlik, değersizlik, çaresizlik, yetersizlik gibi meyvelerdi. O acı meyveler her ikisinin de günler geçtikçe yüreklerini yakıp küle döndürmekteydi. Bir de bir gölge gibi kendilerini takip eden, evlat intiharının verdiği suçluluk ve pişmanlık duygusu eklenince iyiden iyiye batağa saplanıyorlardı. Her iki kızgın boğanın artık eski kızgınlıkları kaybolmuştu. Günlerini ya bir köşede guguk kuşu gibi düşünerek ya da olmadık işlerle veya dağlarda taşlarda dolaşarak geçiriyorlardı. Ali ve anne baba, eskiden olduğu gibi yine birbirlerine karşı birer yabancıdan farksız değillerdi. Ne birbirlerinin evine girerlerdi ne de birbirleri ile konuşurlardı. Zorunlu konuşulması gereken bir durum olursa, tıpkı bir yabancıyla konuşulduğu gibi konuşulup, istek veya talepler dile getirilip susulurdu. Ali şimdi sosyal tabular ve dinsel tabularda; atasına el kaldıran, atasını yüzüstü bırakan, diktatör, insanlara selam vermeyen, burnu havalarda birisi olarak anılıp, uygun eleştiri ve ayıplamalara maruz kalıyordu. Ama o, bu tür dedikodulara 420 Ayhan Arslan
da o insanlara da bir mesafe koymuştu. O artık hissiz, duygusuz bir robot misali kendini sadece çalışmaya, mücadeleye adamıştı. Çünkü geçmişte çektiği maddi ve manevi sıkıntılar onu böyle davranmaya yönlendiriyordu. İnsan doğal olarak bir şeyin yokluğunu derin bir şekilde çekmişse, gelecekte bütün enerjisini onu kazanmak için kullanırdı.
İnsan davranışlarının temelinde yatan gerçek sebepleri öğrenmeden yapılan her eleştiri ve yargısız infaz, insana zulümden başka, iftiradan başka bir şey değildir. Bir insan şu an her ne kadar kötü de olsa onu bu sürece sürükleyen bir dip yönlendirici vardır mutlaka… Hiçbir insan, dünyaya geldiği zaman suçlu, kötü olarak gelmiyor. Onu kötü yapan da iyi yapan da dünyadaki şartlardır. Nereden nereye… Köpek eniği gibi, karşısına çıkandan tekme yiyen, çocukluğunu, gençliğini sokaklarda, dağlarda, mağaralarda geçiren evsiz, sahipsiz Ali… Şimdi maddi yeterliliğe kavuşmuş, çocukluğundan beri özlemini çektiği ve kimsenin bir daha kovup defedemeyeceği kendi evine kavuşmuştu. Bu başarı merdivenlerini; birilerinden bir şey beklemeyi bıraktığı, aklını ve bedenini sürekli olarak çalışmakla meşgul ettiği, sosyal hayatla arasına mesafe koyduğu, içki, sigara batağını bıraktığı ve ödlekliği bıraktığı zaman çıkmaya başlamıştı. Artık hayat sanki ona da bunca acılara rağmen bir yerlerden göz kırpıyordu… Maddi yeterliliğe sahip olmuş, ailesi ve çocuklarıyla yeni bir hayatı müjdeliyordu sanki… Ama her şeye rağmen, bunca güzel şeylere rağmen, onun beyninin bir köşesinde panikatak hastalığı gizlenmişti. Onun her mutlu anının bir yerlerinde, gelecekte tekrar acı günlerin, kapısını çalacağını veya çalabileceğini fısıldamakta idi. Bu, depremle yaşamaya alışmak gibi bir şeydi… Zor İnsanlar 421