KARANIN VE DENİZİN KARANLIĞI (Deprem, İnsan ve Yeniçağ) 1.KISIM
KARANIN VE DENİZİN KARANLIĞI Deprem, İnsan ve Yeniçağ
ÖNSÖZ
Eskisini geride bırakarak yeni bir bin yıla girmek üzereyiz. Çevremize baktığımızda görüyoruz ki birçok delil bize bir çağ değişimi içinde olduğumuzu gösteriyor. 17 Ağustos 1999 tarihli Marmara Depremi bu çağ değişiminin belki de herkes
tarafından görülüp farkına varılabilen en açık verisi oldu. Ve insanlar bu depremle birlikte pek çok şeyi sorgulamaya başladılar. Biz de arkadaşlarımla birlikte deprem konusunu yakın değerlendirmeye aldık. Üzerinde konuştuk ve çalıştık. Özellikle deprem ve çağ değişimi konusundaki ruhsal kökenli bilgileri değerlendirdik. Celseler yaptık. Bunları yaparken gördük ki insan varlığı ile deprem arasında çok yakın bir bağ var. Aynı bağ insanlığın ve dünyanın yeni bir döneme geçişi ile depremler arasında da var. Bir de yine depremler ile Güneş Tutulması arasında büyük bir bağ var. Biz bütün bunları celseler yolu ile değerlendirdik. Deprem konusunda üzerimize düşen çalışmaları manevi hal ve imkanlar ile yerine getirmeye çalıştık. Sonuçta bu konudaki celseleri ve bilgilerimizi bir kitapta bir araya toplamanın yararlı olacağına kanaat getirdik ve kitap böylece ortaya çıktı. Dolayısıyla çalışmamız konuşmalardan ve celselerden oluşuyor. Bu çalışmamızda Kuran'da geçen Zelzele Suresi de celse yoluyla incelenmiş bulunuyor. Biz bu çalışmaları yürütürken çağ değişimi ile ilgili olarak karşımıza ilahi bir görevli de çıktı. Kitabımızın muhtelif bölümlerinde Hazreti İsa'mız ile ilgili bilgiler de bulacaksınız. Sırların birbiri ardı sıra çözüldüğü ve çözüleceği bu dönemde kitabımızın içinde bazı ilahi bilgi ve sırlan da göreceksiniz. Bu yüzden baştan söylüyorum ki şaşırmayın ve yazılanlar size aykırı gelmesin. Kitabımızın ismini Kuran'daki bir ayetin içinden aldık. Ayetin ilgili kısmı şöyledir: "Şunu sor: 'Bizi bu durumdan kurtarırsa andolsun şükredenlerden olacağız' diye boyun büküp ttrpererek O'na yakardığınızda karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarıyor?" (Enam, 63,) Yeni bir çağ, yeni bir dünya, yeni bir insanlık anlayışı içinde güzellikle, sevgiyle, bilgiyle ve mutlulukla yaşamak her varlığın kaderi olsun. Selam ve sevgiler. Ömer Sami Ayçiçek ÜSTAT MUZAFFER KINALI'NIN AÇIKLMASI
Elinizdeki bu kitabı hazırlarken Üstadım Muzaffer Kınalı ile evimde görüşme imkanımız oldu. Deprem ile ilgili bir kitap hazırladığımı bildiğinden bu konu üzerinde de konuştuk. Üstadın söyledikleri bizim bu kitabımızdaki konulara ve kitabımızın amacına ışık tutacak nitelikte olduğundan ben birara kayıt cihazını çalıştırarak söylediklerini kaydettim. Bu kayıt daha sonra çözülerek kitabımıza alındı. Şimdi Üstadımızın açıklamalarını okuyabiliriz. İnsanlar kendilerinde bulunan beyin denen organın çok muammalı, çok enteresan ve anlaşılan kavramların ötesinde bir hal içinde olduğunu bilmeli. Beynin arka taralında; astral olayları, metafizik olayları ve değişik boyutları kavrayabilen çok güçlü bîr şakra var. Bu şakrayı henüz insanlar tam olarak bilmiyor. "Arka Şakra, Kala Arka Şakra" denilen, Türkçe olarak böyle söylediğim bu şakranın ayrıca değişik bir gücü var. Mesela; bir kötülük düşünüyorsunuz. Bir tavra veya birine öfkelenmiş ve kızmışsınız. "Peki öfkelenen, kızan insan nasıl görünüyor, o duygusu
nedir, görmek istiyorum" derseniz bunu astral olarak görebilirsiniz. Affedersiniz o anda kişi küfür etmişse bir köpeği andırır. Köpekmiş gibi görülür. Köpek yok ortada ama öyle görüyorsun. Gördüğün nedir? O; negatif gücü algılayan o beynin onu köpek halinde görmesi olayıdır. Yani enerjiyi, fiilleri, davranışları, dünyasal görecel beyin olduğu için insan da dünyasal bazda öyle görüyor. Öyle kıyaslıyor. Esasında öyle bir köpek yok. Saldırgan, havlayan, ısıran bir köpek imajının beyindeki bellekle karşılaştırıp öyle ifadesidir. Yani onda kötü negatif enerji oluşmuş ama onu neyle kıyaslayacaksın? Ancak böyle kıyaslanabiliyor. Astral alemdeki olayların kavranabilmesi için; oradaki gözle görünmeyen yüksek vibrasyondaki enerjilerin insanın anlayacağı şekle dönüşmesi gerekir. Burada bu enerjileri dünyasal kavramlara çevirmek gerekir. Bunu da beyindeki "Kafa Arka Şakra" ile algılıyoruz. O zaman şunu da düşünmek gerekebilir. İlahi veriler de mi böyle? Evet. Çünkü; "sanmayın ki gördükleriniz öyledir, sanmayın ki bildiklerimiz öyledir, sanmayın ki duyduklarınız öyledir. Onlar izafidir" deniyor. Mutlak hangisidir? Mutlakı şu anda kavramanız mümkün değil. Öyle görüyorsun, öyle sanıyorsun. Deprem için de öyle. Henüz dünyada deprem olmadan önce depremin birçok uyarıları vardır. Bunlar nedir? Önce astral alemde, henüz bu dünyaların, her gördüğün eşyanın daha dünya bazına inmeden oluştuğu alemde depremin de oluşları vardır. Yani bir gezegenden yahutta herhangi bir uydudan dünyayı izliyorsunuz. Bir yerdeki hava basıncı yahut sıcaklık ve soğukluk bir yere bir hafta, on gün sonra gidecek. Bunu daha önce görebiliyoruz. İşte astral alemde de böyledir. Henüz dünyanın fizik ortamına ulaşmamış olan olayların astral alemde işlerliliğini görürsünüz. Birincisi budur. Durdurma şansı var mı? Var. Nasıl var? Oraya varabiliyorsanız, astral aleme müdahale etme şansı var. Bu alem orayı o alem burayı etkiliyor. Bu etkileme alanını hesap ediyoruz. (Kitabımızda bu konuya örnek çalışmalarımızı okuyacaksınız.) İkincisi şudur: İnsandaki astral benlik hem geleceğe, hem geçmişe yolculuk yapar. Olacak olayları, vizyonları izleyebilir. Çünkü biz tam ortadayız. Bir tarafımız gelecek, bir tarafımız geçmiş. Esasında gelmiş ve geçmiş yok olmakla beraber biz ortada olduğumuz için böyle mütalaa ediyoruz. Gidebilirseniz geçmişin vizyonlarını, geçmişteki tarihi olayları izleyebilirsiniz. Zor da olsa gelecek olayları da izleyebilirsiniz. Geleceğin vizyonlarını da alabilirsiniz. Üçüncüsü şudur: Dünyadaki olacak bütün olayların matematiksel hesabı mümkün. Neye göre mümkün? Uzaydaki gezegenlerin hareketlerine göre. Dünyadaki hem doğa olaylarının hem de doğacak kudretli insanların geleceğini haber vermek astrolojik olarak mümkündür. Dördüncü olarak; insanın vücudunda başına gelecek olan ve gelmiş olan olaylar kayıtlı olarak vardır. Dünyanın vücudunda da vardır. Bunları manevi hal ile alıp, bilmek mümkündür. Son olarak; dünyamızın kaderi, bir nevi akaşik kaydı; Levhi Mahfuz gibi kayıtlarda da yazılıdır. Öyleyse bu kadar verinin içerisinde bunu anlayamamak, anlayamayacağını düşünmek sadece gözün gördüğü şekilde olayı mütalaa etmek, gerçeğe ulaşmak anlamına gelmiyor. Aksine gerçeklerden uzaklaşmak anlamına geliyor. Zaten dünyadaki yaşam ve kavramlar hem Kuran'a göre hem de İzafiyet Teorisi'ne göre, izafi olduğuna göre
izafiyeti de başka bir izafi ölçüye göre anlarsınız. Bu ölçü mümkündür. İşte bu kitaptaki konular medyumların kısmî zahiri yahutta tam sırnn sırrı değilse bile kısmi sır halinde görünen, dünyada yine var olan, fizik gözüyle görünmeyen ama medyumların gözüyle görebildiği enerji dalgalarının ve değişik tezahürlerin fizik boyutunda izah edilmesiyle ortaya konulmuştur. İnsan beynin bu gücünü anlamıyorsa bu gerçekleri anlayamaz ve bu yazılan tamamiyle bir hayal, bir masal gibi görür. Bu yazıları; insanın parapsikoloji yönünü, metafizik yönünü araştırmış ve bu tür eserleri okumuş veya sizin bundan önceki yazdığınız eserleri de okumuş olan insanların daha iyi anlayacağını sanıyorum. Yeryüzüne doğan her insanın yaşayış biçimi yeryüzünü helak etmeyecek şekilde planlanmıştır. Levhi Mahfuz'da yapılan plan gereği daha önce hazırladığı plan gereği insan dünyaya, onu helak etmek için gelmemiş aksine dünyada ıslah olmak, hem tekamül etmek hem de tekamül ettirmek gayesiyle gelmiştir. İşte bu gayeyle gelen insan dünyada görevini yapamazsa, olumsuz tavırlar içine girerse dünyanın aurasmı yahutta metafizik boyutunu olumsuz etkiliyor. Bu etkileyiş astral alemi etkiliyor. Bir nevi reaksiyon meydana geliyor. Bu plan gereği gelen insanların plan dışı hareket etmeleri kendi astral alemini ve dünyanın astral alemini olumsuz etkiliyor. Böylelikle dünyanın helak olmasını hızlandırıyor. Halbuki biz diyoruz ki, insanlığa bu yanlış hareketini söyleyelim. Bunlar nedir? Örneğin, az sadaka çok belayı def eder. Hadis var: Sadaka ömrü uzatır. Ne demek bu? Öyleyse baktın ki helak olacak engelleme şansın var? Yanlışları doğrultarak, olumlu hareketler yaparak, olumlu enerji üreterek, buradaki pozitif enerjiyi çoğaltarak, bu sayede üretilen negatif enerjiyi eriterek ve negatif varlıkları bu güçlerle kovarak bunu yapmaları mümkündür. İnsanın bugünkü yaşayışıyla uzaydaki negatiflerin buraya çekilmesi maalesef mümkün olmuştur. İnsanların negatif alemdeki, alt boyuttaki negatif varlıkları çekerek dünyayı istila ettirmesi bilerek-bilmeyerek mümkündür. Tüm bunları def ederek, bütün bunları yerli yerine göndererek dünyanın sağlıklı kalmasını sağlayabiliriz. Bunu yapabilmek için insanlığa nasıl zaman içinde inisiyeleri, peygamberleri, resulları, kutbul azamları, kutupları geliyorsa bu devirde de insanlar gelenleri bulmalı, onların tavsiyelerine uymalı. O zaman insan kendi kaderini kendi yaratır. Kendi planını kendi yapar. Yaptığı planı uygular ve mutlu olur. Cenneti buraya da kurarız. Yoksa dünyayı yıkarız. Denizler kirlenmesin diyoruz ama denizler kirleniyor. Ormanlar yakılmasın diyoruz ama yakılıyor. Netice ne oluyor? Bu hep böyle... Nükleer atıklar olmasın, yerkabuğunda denemeler yapılmasın, yarın bu nükleer denemelerde yerkabuğunda muazzam bir enerji birikir, bunlar patlamaya başlayınca, radyasyon yeryüzüne yayılınca hayat kalmaz. Belli zaten bu. Bunu bilim adamları da biliyor. Bunları artık yapmayalım. Yapılmışları yok edelim. Dünya'ya yardım etmek isteyen kainatın derinliklerinde bizden daha üstün uygarlıklar var. Bunlar dünyaya yardım etmek istiyor ama dünya haddini bilsin artık. Yapmasın bu kötülükleri. Yapılanları da bilsin. Bize yardım edecek çok olduğu halde, biz yardım eiini uzatanları bilemiyoruz, bulamıyoruz yahutta kavrayamıyoruz. İşte insanlar bizi anlarlarsa biz değişik meseleler üzerinde aydınlatıcı, uyarıcı mesajlar veririz. Hem aldığımızı yansıtırız, hem bizde olanı veririz. Böylelikle yüksek gerçeğe ulaşmış oluruz. Sanırım bu kitabın bir amacı da insanların metafizik boyutunun açılması ve anlaşılması
için insanların zihnini geliştirecek olmasıdır. Çünkü sonsuzluğu anlamak için sonsuz, sınırsızlığı kavramak için sınırsız olmalı düsturuna uygun olarak insan kendini, dünyasını, beşeriyetin şu gerçek halini ve onu nasıl helak ettiğini artık görsün. Böylece onun kurtarılma zamanının geldiğini, yanlış tavırların ortadan kalkması gerektiğini anlasın, insanlar böylece sonsuz sevginin, sonsuz hoşgörünün, sonsuz ilmin kapısını açsınlar. BAŞLANGIÇ VE DURUM
1999 yılının 8. ayından bu yana Türkiye'de ve dünyada meydana gelen yer sarsıntılarının bir kısmının haberlerini bu çalışmada kullanmak üzere gazetelerden kesip ayırmıştım. Önümde yığınla gazete küpürü bulunuyor. Şu satırları yazdığım 10. ayın ikinci yarısına kadar geçen sürede dünyada bu kadar çok deprem olabileceğini kim tahmin edebilirdi? 21.08.1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nin küpürüne bakıyorum. Gazetede şöyle bir başlık var: "Dünya sallanıyor." Başlığın altına bir dünya haritası konmuş; deprem olan yerler işaretlenmiş: "Türkiye 7.4, Kazakistan 4.2, İran 4.8, Çin 4.9, Sanfransisco 5.0, Honduras 7.4, Nikaraqua 6.7, Kostarika 6.7," Bunlar 8. ayın ilk 21 gününde olan depremler... Gazete küpürlerini en kısa yoldan tarıyorum: 25.08.1999, Filipinlerde 6 şiddetinde deprem. Alanya'da 3.8 şiddetinde deprem. Elazığ'da 4.3 şiddetinde deprem. 17.10.1999 tarihli Milliyet Gazetesi'nin küpürüne bakıyorum: "İki ayda beş büyük deprem." "Türkiye 7.4, 17 Ağustos, 16 bin ölü. Tayvan 7.6, 21 Eylül, 2 bin 25 ölü. Yunanistan 5.9, 7 Eylül, 140 ölü. Meksika 7.4, 30 Eylül, 22 ölü. ABD 7.0, 16 Ekim. Birkaç küçük deprem haberi daha verelim: 5.10.1999 tarihinde Marmaris 5.2 şiddetinde sarsıldı. Denizli 22.9.1999 tarihinde 3.2 oranında, Gökçeada 9. 9.1999 tarihinde 4.5 ve 4.9 şiddetinde sarsıldı. 6.10.1999 tarihinde Rodos 4.6, Peru Andes'de 5.5 ve 17.10.1999 tarihinde Şankuri'de 3.5 şiddetinde deprem oldu. Daha fazla deprem haberi verip okuyucuyu sıkmayalım. Ama bu süre içinde dünya sadece depremlerle uğraşmadı. Her çeşit doğal afet dozunu arttırarak devam etti. Hemen hemen her tarafta bir kasırga, özellikle Orta ve Kuzey Amerika'yı vurdu. Depreme teslim olmayan Meksika kasırgaya yenik düştü. Sonuç: 400 ölü ve 270 bin kişinin evsiz kalması. Aşırı yağışlardan oluşan sel baskınları ve toprak kaymaları her gün olağan haberler arasına girdi. Şu satırları yazdığım sırada haberlerden duyuyorum: Bazı volkanik patlamalar olmuş ve devamı bekleniyor. Peki bütün bu depremlerin ve doğal afetlerin anlamı nedir? Neden 1999 yılının ikinci yarısından, aslında 8. ayından itibaren bunlar fazlalaştı? Sonrasında ne olacak? Duracak mı, yoksa bütün bunlar dozunu arttırarak devam mı edecek? Bütün bu felaketler her zaman vardı da biz mi abartıyoruz? Belki önceden bu kadar sık değildi de şimdi neden sıklaştı?... Bunlar zaten doğaldı ve her zaman vardı denilebilir mi? Yoksa insanın çevreyi kirletmesi, dünyanın dengesini bozması bu olayların çoğalmasında rol oynadı mı? Deprem ve insan arasında bir ilişki var mı? Varsa bu nasıl bir ilişkidir? Depremin sebebi insan mı? Ya da depremi önlemenin bir çaresi olabilir mi?...
Soruları çoğaltmak mümkündür. Ve bütün bu soruların cevabı naçizane hazırladığımız bu kitabın içindedir. Kitabımızda son bin yılın güneş tutulması da konu edilmiştir. Hatırlarsanız Güneş tutulmasından sonra dünyada depremler patlak vermişti. Depremle güneş tutulması arasındaki ilişki de kitabımızda birçok yönden değerlendirilmiştir. Niteliksel olarak insanlık tarafından ne kadar farkına varıldığı tam olarak henüz bilinmese bile matematiksel açıdan bir çağ değişiminin içinde olduğumuzun herkes farkındadır. Yani bir bin yıl bitiyor ve biz yepyeni bir bin yıla giriyoruz. Bu önemli bir olaydır. Ruhsal literatürde 100 yılların, 500 yılların ve 1000 yılların büyük önemi vardır. Bütün bu periyotlarda dünyada önemli değişikler olur. Bu dönemde ise her üç periyot üst üste gelmektedir. Bunları bilmeyenler bile insanlığın yeni bir bin yıla girdiğinin bilincindedir. Ve yeni bin yıl için insanlık adına kendince dileklerde bulunmaktadır. Bu açıdan hemen her çeşit konuda bir "Milenyum" modası dünyayı sarmış bulunuyor. Yine ruhsal literatür açısından konuya bakıldığında bu yeni bin yıl için, "Ademoğlunun ulaşacağı en parlak devir" denilmektedir. Birçok ruhsal kaynak bu devre "Mutluluk Çağı" veya "Altınçağ" ismini vermektedir. Bu çağ İslami açıdan bakıldığında Kuran'i deyişle "arza salih kulların mirasçı olacağı, Allah'ın nurunu tamamlayacağı" bir dönem olacaktır. Evet, hem niteliksel olarak hem de niceliksel olarak bir çağ değişimi olmaktadır. Bunu bilenler kendi imkan ve halleri içerisinde bu yeni çağa hazırlanmakta ve hem de onu kurmi* çabası içinde bulunmaktadırlar. Dünya da yaşayan bir varlık olarak kendini bu çağa hazırlamaktadır. O da hem üstündeki hem de içindeki ağırlıkları atma çabasındadır. Esastaki bu hayırlı çaba görünüşte felaket olarak değerlendirilebilir. Ama dünya kendi planı doğrultusunda hareket etmektedir ve şayet yüzey şekilleri değişecekse bunu yapacaktır. Şayet ekseninde bir değişiklik olacaksa bunu da yapacaktır. Makul akıl ve kalpler açısından rahatlıkla takdir edilebilir ki insanlık bu bin yılda yeni bir yaşayış içine girecekse eski yaşayış ve alışkanlıklarını terk etmelidir. Belki bütün köhnemiş kurum ve düşünceler yok olup atılmalıdır. Birer ucubeyi andıran betonlaşmış şehirlerin atılması da bunlar arasındadır. Bu durumda eski ile bir hesabın görülmesi de gerekir. Buna, "Siklus Sonu" deniyor. Görülen odur ki insanlık bir siklus sonuna gelmiştir. Binlerce yıllık yaşayışın ve onca enkarnasyonun sonuna gelinmiştir. Bir "karma" hesabının yapılması, düzeltilecek bireysel hususların süratle düzeltilmesi dünyadaki acı ve karmaşayı da bu devirde arttırmaktadır. Ama dünya şayet ilkokul düzeyinden ortaokul düzeyine yükselecekse bir karne hesabının yapılması zorunludur. Burada kalan da olacaktır geçen de... Pek çok ruhsal kaynak bu hesabın sonucunda dünyanın yüzey şekillerinin bir hayli değişeceğini, milyarlarca insanın dünyayı terk edeceğini, sonuçta 120-150 milyon kadar iyi insanın kalacağını ve Mutluluk Çağının böylece başlayacağını söylemektedir. O halde şimdi karşımıza çıkan bu depremler ancak bir başlangıç olabilir. Ama olayın şu iyi yönü vardır: Burada ilahi nizam bir intikam almıyor. İyi insanlardan oluşmuş yeni bir dünya yaratıyor. Sınavını verememiş insanlar ise yukarı aleme alınıp iyi insanların çocukları olarak temiz bir dünyaya yeniden doğacaklar. Bir kısmı da kainattaki ilkokul düzeyindeki başka okullara yeniden doğacak. Düzen böyledir. Ve bu da bir
düzenlemedir. Hep yapılmıştır ve hep yapılacaktır. Çünkü her şeyi düzenleyen bir ilahi mekanizma vardır. Çarpıklık ya da bozukluk ilelebet sürüp gitmez. Bir noktada müdahale edilir. Aslında iyi ki müdahale edilir. Müdahale edilmemesi demek; kötülüğün sürüp gitmesi ve yaratılanların devamlı eziyet çekmesi demektir. Bu ise sonuçta bütün yaratılanı mahva götürür. Oysa öyle bir şey olmuyor. Çünkü yaratıcının rahmeti daima yarattıklarının üzerindedir. Konuya daha teknik açıdan baktığımızda ikinci bin yılın son üç yılında yani; 1997, 1998 ve 1999 yıllarında tüm yaşamlılar ilahi aleme beratlarını vermişlerdir, vermektedirler. Her Berat Kandilinde istisnasız her yaşamlı ilahi alem görevlileriyle birlikte yaşamını değerlendirmiş, adeta karnesini okumuştur. 1999 yılının son Berat Kandilinden sonra üç yılın topluca değerlendirmesi yapılarak kimlerin ilahi aleme alınacağı ve kimlerin yeni dünyayı kurma çabasına devam edecekleri belirlenecektir. Bu noktadan sonra toplu geçişlerde artmalar olacaktır. Ve bu artış 2000 yılına girildikten sonraki dönemlerde hızını arttıracaktır. Böylece önümüzdeki birkaç yıl içerisinde dünyada her bakımdan büyük değişiklikler olacaktır. Bunlar insanlığa bir felaket olarak gözükebilir. Aslında olan; eski hesabın kapatılması ve yeni bir dünyanın kurulmasıdır. Bu sürecin sonucunda bugünkü karaların yaklaşık dörtte üçünün sular altında kalacağı söylenmektedir. Doğrusu bunun ne oranda olacağını imkan verilirse görüp anlayacağız. Ama şüphesiz insanlığın yaşayacağı bu önümüzdeki günler pek de kolay olmayacaktır. Bu başlangıç bölümünde son olarak Kuran'daki Zelzele Suresi'nden bahsedeceğim. Bu sure Kuran'da 99. sırada yer alır. İniş sırası ise 91 'dir. Pek çok Kuran mealinde bu iki sıra surenin başında; 99/91 olarak görülür. Zelzelede her şey altüst olduğundan bu 9991 sayısını tersten okumak mümkündür. O zaman 1999 yılı karşımıza çıkar. Üstelik bu sure 8 ayetten oluşur. Türkiye'deki büyük deprem 1999 yılının 8. ayında olmuştur. Ve arkasından bütün dünyada yer sarsıntıları yaşanmıştır. Belki de bunun anlamı, 1999 yılının 8. ayından itibaren depremler başlayacak demektir. Ve belki bu depremler 8 yıl sürecek ve bunun sonucunda dünya yepyeni bir çehreye kavuşacaktır. (Bu konudaki daha geniş değerlendirme kitabımızın, "Zelzele Suresi'yle İlgili Zorunlu Yanıt" bölUmiinde yapılmıştır.) Bu tespit karamsar ve acı mıdır? Belki de böyledir ama şu unutulmamalıdır: Kuran'da 99. sırada bir Zelzele Suresi vardır ve o surede yazılanlar okuyanları dehşet içinde bırakmaktadır. Bu açıdan bakıldığında insanlık orada yazılanları yaşayacaktır. Bu, onun karşı konulmaz kaderidir. Ve bu kader belki de bu devrin insanına yazılmıştır?... Kitabımıza Zelzele Suresi'ni inceleyen bir celsemizi de aldık. Konunun bu yönü de okuyucuya sunulmalıdır ki taşlar yerli yerine otursun. Şimdi devam edelim...
DEPREMLERDE ORTAYA ÇIKAN KIZIL LALE VE ANLAMI
Depremle ilgili önemli bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek istiyorum. Televizyonlardaki yayınlardan, görgü tanıklarının ifadelerinden hepimiz duyduk; deprem öncesinde ve sırasında Gölcük civarındaki deniz hep kırmızıya kesmiş. Ve gök de kırmızılaşmış. Ayrıca 26.08.1999 tarihli Milliyet Gazetesi'nde görgü tanıklarının ifadeleri var. Birkaç kişi bu konuya değinmiş. Gazete'deki alıntılar şöyle:
"... Önce bir ses duyduk, patlama gibi birşeydi." " Korkunçtu. Her yer aydınlandı, Donanma'nın oradan bir ateş yükseliyordu."... Ben alevleri ta, İzmit'ten gördüm. Fırtına mıydı, insanların çığlığı mıydı, korkunç bir uğultu geliyordu." "İ.T.Ü. Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Aykut Barka, sakin bir uslupla olanları yorumluyor:" "7.4 şiddetinde bir depremde bu gözlemleri doğrulayan kimi sonuçlar yaşanabilir. Yerin 10-15 kilometre altından geçen bu fay hattının kırılma hızı, depremin 40-45 saniye sürdüğü dikkate alındığında, saniyede 3-4 kilometre demektir. Ses hızının on katını bulan bu sürtünme, yeryüzüne ulaştığında bir kibrit gibi çakabilir. Alev ya da ateş topu görüntüsüne ise yeraltında sıkışan metan gazlarının patlaması yol açabilir. Tabii bunları yeraltı araştırmaları kesin olarak ortaya çıkarabilir." Yine 26.08.1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde Yasemin Baran'ın köşesinde bu konuyla ilgili ilginç bir "haberci rüya" yazısı var. Onu okuyalım: "Şişli'de küçük bir kız çocuğu depremden birkaç gün önce rüyasında bir deprem olduğunu görür, bir de yanardağ patlaması..."
"Yalova'da depremden birkaç gün önce ilginç bir rüya gören genç kız ise rüyasını şöyle anlatıyor;" "Rüyamda ortalık karanlıktı. İnsanlar panik halinde oradan oraya koşuyor ve bir taraftan evler yıkılıyordu. Bu sırada parlak kırmızı ışıklar çakıyordu. Bu rüyadan uyandığım zaman ter içindeydim. Sanki kıyamet kopuyormuş duygusuna kapıldım. Sonra da bu rüyayı bir çeşit savaşa yormuştum. Fakat daha sonra depremi televizyonda izlerken rüyamı hatırladım. Binalar tıpkı rüyamdaki gibi yerle bir olmuştu. Tv.'deki görüntülerle rüyamda gördüklerim aynıydı ve izlerken tüylerim diken diken oldu. Rüyamda gördüklerim aynen gerçekleşmişti. Fakat, kırmızı renkli patlayan ışıklar yoktu. Onların ne olduğunu anlayamadım." Kuran'da bu yaşanan ve açıklanan olaylarla ilgili ayetler var. Aynı zamanda ruhsal tebligat olan "Şuurlu İnanç" bilgilerinde de "kızıl lale" ismi altında bu konuya önemli bir yer verilmiş. Bütün bu kavramlar bize göre birbiriyle birleşiyor. Kuran'a geçmeden önce "Şuurlu İnanç 11" bilgilerinden bunları size aktaralım: "853" "Kızıl Lale"
"Bu vazife ise öncekilere benzemez. O bir son, azapların başlangıcı olan bir son olabilir! Göğün ateş rengine bürünmesine sebep olacaklara; Allah'ın, başlarına belalar yağdırtarak da yardım edeceğini hatırlat. O ölüm kalım duvarları arasında sıkışıp kalındığı gün gelince yine de Allah'ı anmayacaklar mı? Bakalım onları Allah'ın katına dek yükselttikleri mahluk kurtarabilecek mi!" "Görüp ibret almayanlara söyle, sizden evvel yaşayanlar da atomu, elektronu bulmuşlar, uzaya çıkmışlardı. Onlar da kendilerinden çok yakın olduklarımıza bizi
unutturmak istemişlerdi. Biz de onları, şükredecekleri yerde şımaranların hakkı olan gazaba uğratmıştık." "Nice şımaranlar, medeniyetleri ile birlikte balıkların yaşadıktan yerlerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Karaları deniz, denizleri de kara yapmak, milyarlarca insanın yaşadığı dünyayı tekrar Adem'e bırakmak bilseniz ne kadar kolaydır." "Biz şimdiye kadar hiçbir kavmi ikaz etmeden mahvetmedik. En derin denizlerin dibindeki taşlar arasındaki insan iskeletlerinde, en yüksek dağ tepelerinde bulunan deniz hayvanı kalıntılarında hiç şüphesiz ki alınması gereken ibretler saklıdır." "Yoksa İsa gelmedi diye kızıl lalenin açacağı günü uzak mı zannediyorlar. İsa gitmedi ki gelsin; gelmedi ki gitsin. Fakat onları "ikaz edecek, korkutacak olan" aralarında! Sizi kızıl laleden ancak, doğrudan doğruya onu vasıta ettiğimiz bilgiler koruyabilir." Bilim adamları bir fosil cıvata bulmuşlardı. Yaşını hesapladılar, 300 milyon yıllık olduğu ortaya çıktı. Ayrıca çekilmiş ve topluma sunulmuş resmi de var. Gazete yazısı özetle şöyle: "Rusya'da 300 milyon yıllık olduğu öne sürülen bir cıvata bilim dünyasını şaşkına çevirdi. İki ay kadar önce, Rusya'nın Kalujsk bölgesinde yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında, doğrulandığı taktirde, insanoğlunun tarihini yeniden gözden geçirmesini gerektirecek bir bulgu elde edildi. Silisyum ağırlıklı bir taşın içinde, modern çağ teknolojisinin vazgeçilmez bir parçası olan, bir cıvata ortaya çıktı. Ve atomun parçalanması prensibiyle yapılan yaş testinde, cıvatanın bu taşın içine bundan tam 300 milyon yıl önce sıkıştığı ve yaşının taştan da eski olduğu anlaşıldı." "Keşfi yapan Rus arkeolog Dmitriya Kurkova müthiş anı şöyle anlattı:" "Çakmak taşı diye bilinen taşı bulduğumda çok eski olduğunu anladım. Fırçayla üstünü temizleyince bir yüzünde doğal olmayan bir çıkıntı fark ettim. Dikkatli bakınca cıvatayı gördüm. Hemen araştırmaya başladık. Yapılan testler bunun akılalmaz bir keşif olduğunu gösteriyor." "İçinde cıvata bulunan silisyum taş hızla Rusya'nın bütün büyük bilim akademilerini gezdi. Yapılan analizler sonunda, cıvatanın metal özelliğini kaybettiği, çeperini çevreleyen moleküllerin, demir moleküllerinin yerini aldığı ve, asıl önemlisi, cıvatanın 'dinozorlarla neredeyse yaşıt olduğu' (Rus bilimadamlarının iddiasına göre) resmen kabul edildi." Hani şimdi nerede o medeniyet? Bu depreme, bu tür kızıl lalelerin göğü ateş rengine büründürmesine sebep olanlar yine insanlardır. Biraz sonra Kuran'da da onu göreceğiz. "Göğün ateş rengine bürümesine sebep olacaklara" diyor bilgide. Demek ki bazı insanlar ya da insanlık yanlış tutum ve davranışları sonucunda bu tür felaketleri hazırlıyorlar. Yanlış yaşayışlar nedeniyle dünyanın içinde bir tortu oluşuyor ve o tortu dışarı çıkmak istiyor. En kolay çıktığı yerler normalde fay hatları oluyor. Fay hatlarından bir ateş ile dışarı fırlıyor. Bunun çok büyüğünde ise gök olduğu gibi kızıla boyanabiliyor ve "kızıl lale" bilgisiyle kastedilen de dünya çapında bir hadisedir. O zaman dünya çapında bir kızıllık olacak, gök lime lime sarkacaktır, yarılacaktır. Arkasından dumanla kaplanacaktır. Biraz sonra göreceğiz Kuran bunu anlatıyor. Şimdi "kızıl lale" bilgisinin ikincisine bakalım: "1102" "Kızıl Lale"
"Mantığa dayalı bilgileri verirken gökyüzündeki ayı ve yıldızları delil olarak göstereni bizden başkası mı sanıyorlar?... Yoksa kafalarına saplanmış bilgilerin, her şeyin en doğrusu olduğuna mı inanıyorlar? Fakat biz onlara doğruyu göstermekte acele etmeyeceğiz. Şimdilik sadece bilgilerindeki eksiklikleri hissettireceğiz." "Bil ki, kızıl lalelerin açtığı gün her şeye inanacak olan ise yine onlar... Fakat sen sadece imkansızlık içerisinde onlara acıyacak olansın. Onlar sadece gözleriyle bakabildikleri için görülmesi gerekeni göremiyecekler. Biz, kimlerin gözlerine, madde perdesi çektiğini, kimlerin de bu perdeden sıyrılmaya çalıştıklarını biliriz." "Şuurla iman etmekten korkanlar, maddeden uzak gözüküp ona sımsıkı bağlı olanlar, kayıtsızca sallana sallana yürüdükleri yolda, ne kadar kayba uğradıklarını anladıkları ve koşmaya başladıkları zaman belki kendilerini kurtarabileceklerdir." Yani, "o ateşi, o patlamayı, gökteki o kızıl laleleri gördüğünüz zaman mı inanacaksınız? O zaman biraz geç kalmış olacaksınız. Ama yine de silkinebilirseniz bir kurtulma şansınız vardır" denmek isteniyor. Şimdi görgü tanıklarının, bilim adamının anlattıklarını dinledikten ve "Şuurlu İnanç" bilgilerinden sonra Kuran'da yer alan konuyla ilgili ayetlere geçmek istiyorum: Rahman Suresi, Ayet 37: Gök yarılarak, eriyip kızarmış yağ gibi bir gül haline geldiği zaman, Dikkat ederseniz bu ayet bütün anlatılanlarla bir uyum içerisinde. Gökyüzü yarılıyor, kızarıyor, eriyor, ve bir gül gibi oluyor. Yani kırmızı bir renge bürünüyor. Bu ayetin manası belki bugüne kadar böyle bilinmiyordu. Ama yüce Allah 1400 sene önce, "gök yarılarak, eriyip kızarmış bir yağ gibi bir gül haline geldiği zaman Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz" diyor. O zamanda mı yalanlayacaksınız demeye getiriyor. Hakka Suresi, Ayet 14: Yer ve dağlar yükletilip birbirine bir çarpılışla parça parça edildiğinde, 15: İşte o gün, olması gereken olmuştur. 16: Gök yarılmıştır. O gün o, lime lime sarkmıştır. Aynı şey ifade ediliyor. Bu sefer rengini belirtmeden göğün, atmosferin halini anlatıyor. Kıtalar ve dağlar birbirine çarptığında yeraltından çıkacak olan o yanıcı nesne göğü yarıyor, lime lime sarkar hale getiriyor. Demekki çok dehşetli, şiddetli bir hadise vuku buluyor. Doğal olarak bilim adamı metan gazı olarak bunu nitelemekle birlikte, bunun manevi yönü de var. Manevi tortuları da var. Onlarla birlikte bir birleşme oluyor. Onu da göreceğiz. Kuran buna da değiniyor çünkü. Mürselat Suresi, Ayet 7: Ki, size duyurulmuş olan mutlaka gerçekleşecektir. 8: Yıldızlar silinip süpürüldüğünde, 9: Gök yarıklığında,
10: Dağlar un ufak edilip savrulduğunda, Göğün yarılmasıyla dağların un ufak edilip savrulması arasında yine bir bağlantı kuruluyor. Ve bu size duyurulmuş olan bir olaydan sonra gerçekleşecektir deniyor. Ki, Zelzele isimli bir sure de var Kuran'da. Gök yarıldığında yıldızların silinip süpürüldüğünden kastedilen şudur: Biliyorsunuz atmosfer gökteki yıldızların gerçek konumunu kırar. Atmosfer bu şekilde yarıldığında normal olarak yıldızları bulundukları yerde göremeyeceksiniz. Suya sokulan bir çubuk nasıl kınlıyorsa yıldızların ışığı da atmosferde kırılır. Bu olaya da değiniyor Kuran. Evet, yıldızlarda silinip süpürülmüş olacak bir nevi. Devam edelim. İnfitar Suresi, Ayet 1: Gök çatlayıp yarıldığı zaman, 2:YtIdızlar dökülüp saçıldığı zaman, 3: Denizler fışkı rtıldığı zaman. O büyük deprem felaketinde göğün çatlayıp yarıldığını söyledik. Yıldızların ne halde görüneceğini biliyoruz. İlave olarak burada, "denizler fışkırtıldığı zaman" deniyor. Şüphesiz denizleride kaplayan bir deprem olduğunda o darbenin etkisiyle, aşağıdan gelen o büyük gazın; hem fiziki hem astral gazın etkisiyle denizler de yukarı fışkırmış, atılmış olacaktır. Nitekim Gölcük'te bunu kısmen yaşadık. Denizlerin yukarı fışkırdığını görgü tanıkları söylediler. Bunun çok daha büyük bir halini düşünün, okyanuslarda da yarılmaların olduğunu düşünün, denizler belki atmosferin üst katlarına kadar fışkıracaktır. O patlamayla gökyüzündeki bulutlar ve denizlerin sıcaklıkla buharlaşması, tozu toprağı da katarsak içine, "göğün açıkça bir duman getireceği gün" gelmiş olacaktır. Kuran başka bir yerde bundan bahsediyor. Bu patlamanın arkasından göğü bir duman ile de kaplanmış bulabiliriz. İnşıkak Suresi, Ayet 1: Gök yarılıp parçalandığı, 2: Ve Rabbini dinleyip de hakkın belirişine araç kılındığı zaman! 3: Ve yer uzatıldığı, 4: Ve içindekini atıp boşaldığı, 5: Ve Kabbini dinleyip de hakkın belirişine araç kılındığı zaman! Burada o patlamanın, o kızıllığın sebebi de açıklanıyor. 4. ayette; " içindekini atıp boşalttığı zaman" diyor. İçindekini yine bilim adamlarımızın değişine göre metan gazı ve bir takım gazlar olarak değerlendirmekle birlikte, "bundan sorumlu olan sizlersiniz" dediği için Kuran, manevi bir kirin, yükün de dünyanın içinde toplandığını düşünebiliriz. Onu da şimdi şöyle açıklayalım: Fecr Suresi, Ayet,
17: Doğrusu şu ki, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. 18: Yoksulun doyurulmasına teşvik etmiyorsunuz. 19: Mirası derleyip toplayıp yiyorsunuz. 20: Malı, devşirip depolatacak bir sevgiyle seviyorsunuz. 21: İş böyle gitmeyecektir. Yer birbirine çarpılıp dümdüz hale getirildiğinde... Demek ki insanlığın yanlış yaşayışının, bencilce yaşayışının, mala tapmasının karşılığında bu iş böyle gitmiyor yer birbirine çarpılıyor ve deprem oluyor. Yani depremin bir nevi sorumlusu, insanın yanlış yaşayışı neticesinde oluşturduğu kirlilik oluyor. Ve bu kirlilik yerin içinde tortu halinde astral manada birikiyor ve bir noktadan sonra yerküre bunu atmak istiyor. Astral sıkıntı fizik dünyaya aynen yansıdığından dünyayı sarsarak ilk çıkacağı yerler kırık fay hatları oluyor. Daha büyükse artık nereden bulursa yanp çıkıyor. Yeni fay hatlan oluşuyor ve büyük bir patlama ortaya çıkıyor. Burada değinilmesi gereken önemli bir konu daha var. Bu iş niye böyle gitmiyor? İnsan niçin bu yanlış yaşayış neticesinde bunu yapıyor. Her şeyden önce dünya da bir nevi bedendir, canlı varlıktır. Ve insanlığın hizmetine sunulmuştur. Dünyanın görevi, üzerinde barındırdığı insanlara hizmet etmektir. Madde insana hizmet etmek için var kılınmıştır. Ve o da kendi dilinde Allah'ı tespih eder. Madde ağlıyor. Diyor ki; "ben haşa Rab değilim, ben insanların hizmetine sunuldum. Oysa insanlık bana tapmaya başladı." Ve madde insandan kaçmak istiyor. Yıkıyor, kaçıyor. Yani, "ben dayanamıyorum" diyor ve patlıyor madde. Çünkü, "yanlış yapıyorsunuz" diyor. "Siz bana tapıyorsunuz. Oysa ben size hizmet edeceğim ama siz bana hizmet ediyorsunuz." Ve madde insandan uzaklaşmak istiyor. Her şeyde bir hayatiyet var. "Bir kerpiçle bile konuşurum ben" demiştir Mevlana. Çünkü kerpiçle konuşulabilir, onun içinde de manevi değerler var. Ve o da kendince Allah'ı tespih ediyor. Görevi de insana hizmet etmek. Oysa bakmış ki insan onu putlaştırmış. Madde bundan rahatsızlık duyuyor ve kaçıyor insandan. Bir de olayın bu yönü var. Az önceki Kuran ayetleri de zaten bunu onaylıyor. Son olarak naçizane bir arkadaşımızın gördüğü bir rüyadan bahsedeceğim. Birkaç ay önce gördüğü bir rüyayı medyumluk vasfı olan bir bayan arkadaşım şöyle anlattı: "Bu şimdiki deprem, çok küçük kalıyor bunun yanında. Yerden bir ateş topu fırladı ki dehşet verici bir şey. Ve gökte patladı her taraf kızıllığa büründü. Suların buharlarıyla karıştı, korkunç bir hal oldu." diyor. Ki, nitekim bu rüya bütün bu anlattıklarımızla da uyum içerisinde. Diğer medyum arkadaşlarımız 16 şiddetinde depremler görmüşlerdi rüyalarında. Depremin en büyük ölçüsü 12'ye kadardır. Bu 16 şiddetinde görünen depremler gerçekten demin Şuurlu İnanç bilgilerinde bahsettiğimiz gibi karaları deniz, denizleri kara yapar. Daha önce örnekleri vardır: Atlantis Uygarlığı gibi, Mu Uygarlığı gibi uygarlıklar karanın denizin karanlıklarına gömülmüşlerdir. Onların yerine başka kıtalar çıkmıştır ve uygarlıklar yeniden değişik adem boyları ile devam etmiştir. Şimdi de bir çağ değişikliği ile karşı karşıyayız. Hattı zatında böyle olması gerekir. Bu bir yardımdır. Aslında bir bakıma kötü bir şey değildir. Çünkü yeni bir bin yıla giriliyorken, yeni bir uygarlık kurulacakken, güzel bir çağ kurulacakken bunun eski topraklar ile yapılması mümkün değildir.
Nitekim bu Adem boyuna ait ilk uygarlık Mezopotamya'da başlamadan önce, tarihi bilgiler ışığında konuşursak; üç semavi din Orta Doğu topraklarında ortaya çıkmadan önce Nuh Tutanı ile bütün o topraklar yıkanmış, temizlenmiştir. Batırılmamıştır ama yıkanmıştır. Yoksa semavi dinlerin oluşumu ortaya konamazdı. İnce hesaplar var. Toprak kirlendiği, insanlık kirlendiği zaman bu tür temizlikler yapılıyor, bunlar normaldir. Allah hepimizi korusun. Allah'ı unutmadan Onun bizi yarattığını, Onun bu dünyayı yarattığını, maddeyi bize hizmet olsun diye, tekamül edelim diye verdiğini unutmadan, maddeye tapınmadan Allah'a kulluk görevimizi yerine getirerek bilimsel ve manevi açıdan büyük bir zenginlik içerisindez yaşamak, göklere açılmak, yerlere inmek, Rabbimizi bilmek, İlahi alem ile kucaklaşmak inşallah hepimizin nasibi olacaktır.
DEPREM, İNSAN İLİŞKİLERİ-- I
Deprem neden oluyor? Bu zamandaki depremler neden insanları bu kadar sarsıyor, şiddetli oluyor? Deprem ne manaya geliyor? Sebebi nedir? Sonucu nedir? Bu defa bunları konuşacağız. Depremin gazete ve dergilerde pek görülmeyen manevi taraflarını naçizane size anlatacağım. Bu da insanla doğrudan doğruya ilişkili bir konudur. Kuran'dan hareketle daha önce bahsetmiştik; insanın yanlış yaşaması neticesinde deprem oluyordu. Yani insanın yaşayışıyla deprem arasında Kuran bağlantı kuruyor. Biz bunları gerek celseler yoluyla, gerekse diğer bilgilerle incelediğimizde bu bağlantıları zaten gördük. Medyumlarımız gözleriyle gördüler, bizzat yaşadık ve fiili çalışmalar da yaptık. Buradan şu neticeyi hemen çıkartabiliriz. Eğer depremin sorumlusu insansa o sıkıntıyı halledebilecek olan, yine insandır. Bu böyledir, değişmez bir kuraldır. Önce şunu bilmemiz lazım Allah insana bir emanet veriyor. Bu emanet dağın taşın kabul etmediği ama mümin kulun kabul ettiği bir emanettir. O da Allah'ın kendisinden bir parçadır. Nurdur. Öyle söylüyoruz. O, kalbe sığınıştır. Ve insan halife seçilmiştir. Allah'ın yeryüzündeki halifesi insandır. Dolayısıyla Allah'tan bekleyen bütün varlıklar, Allah halifeliği insana verdiği için insandan bekler olmuştur. Espriyi iyi anlayın: Dağ, taş kurt, böcek, orman, bitki, su, hava insandan bekler hele geldi. Neyi? Allah'ın verdiği emaneti devreye sokmasını ve halifelik görevini yapmasını... Bütün bu saydıklarımızda bir manevi değer var. İnsandaki manevi değere ruh diyoruz. Maddedeki, bitkideki, hayvandaki manevi değere de; manevi değer diyoruz. Bu, ruh haline gelmemiş manevi değerdir. Yani her maddenin içinde bir manevi değer vardır. Varlıkların ruh haline gelme hali kendi bilincine varma halidir. Varlığının farkına vardığı anda o manevi değer, manevi değer olmaktan çıkıyor ruh oluyor. Artık ona biz ruh diyoruz. İnsandaki manevi değer kendinin farkına vardığı için. "Ben, benim, yaşıyorum, varım, bir bireyim, şuyum, buyum" dediği için onun manevi değerine ruh diyoruz. Özü aynıdır: Bitkideki, hayvandaki, taştaki ve topraktaki manevi değerle insandaki manevi değer aynıdır. Ruh da deyebiliriz; hani maddenin ruhu, bitkinin ruhu, hayvanın ruhu dediğimiz gibi.
Ama bunu dememek lazım çünkü hayvan ve taş kendi kendinin farkında değildir. Bu ayrı bir bilgidir. Onun için manevi değer diyoruz. İşte bu manevi değer de gıdasını almak zorunda. Nereden alacak? İnsandan alacak. Nereden alacak? Allah'tan zaten alacak. "Allah, Allah" deyecek. Şimdi insan; Allah ile olan ilişkisini kestiği vakit, Allah'tan istemeyi unuttuğu vakit, Allah'a sırtını döndüğü vakit ve O'na inanmadığı zaman, "Allah yoktur" dediğinde otomatik olarak adeta şalterini kapatıyor. Manevi enerjileri alamaz hale geliyor. Çünkü inkar ediyor, inanmıyor. Hemen kitleniyor. Biz celselerde bir insanın kalbine baktığımızda kilit gördük. Şuursuzluk, imansızlık nedeniyle astralde kalbine kilit asmış. O kilidi zar zor kırdık, Allah'ın nurunu çıkarttık da rahatladı. O esas sıkıntı insana böyle kalplerden gelir. Şimdi alamadığı için maddeye veremiyor, bitkiye veremiyor, insana veremiyor. Ne oluyor? Toprak konusunu ele alırsak; toprak ölüyor. Toprağın içindeki manevi değer insandan alamadığı için ölüyor. Çünkü insan Allah'tan alıp toprağa veremiyor. Mevlevilerin duruşunu hatırlayın. Dönerek alır enerjiyi ve verir. O sema boşuna değildir. Sağ avuç kalpten çıkar, kalbe basılır, önce sağ avuç... Sonra açılır. Allah'dan alır yere verir. O dönmenin manası ne? Dans etmek mi? Mevlana niye dans etsin? Onda manevi bir çalışma vardır. Sema ederken o dönüşte sağ el gökyüzünde avuç açar, yukarıdan alır. Sonra sol el aşağıya dünyaya verir. Mevlana görevini ekibiyle birlikte bu şekilde yapmıştır. Şimdi bu hal iptal olursa toprak gıdasız kalacak, çürüyecektir. Şimdi başka bir boyuta gelelim. Mevlana'yı bir aklınızda tutun. Biz bir celsemizde, bir çalışmamızda baktık ki Uzakdoğuda bir sıkıntı var. Yer altından varlıklar çıkmaya başlıyor. Dünyanın astralini ele geçirecekler. O bir takım insanların hani ruhlarını ele geçiriyorlar, astral bedenlerini ele geçiriyorlar ya, işte onların bir çeşidi de yer altından çıkan varlıkların baskısıdır. Uzakdoğuya baktığımızda bu varlıklar "kim bizi serbest bıraktı" diye şaşırdılar. Bakın yer altından bir anda yeryüzüne çıkıverdiler. Bir başları çıktı, dev gibi bir varlık. Dedi ki, "bu ne biçim bir iş. Biz bunu istiyorduk. Haydi arkadaşlar dünyayı istila edelim." Allah'ın izniyle orada bütün Peygamberlerimiz toplandı. Başlarında Yüce Peygamberimiz. Allah'tan nur aldılar. Gökten böyle nur toplan yağdı. Baskı yaptılar, hücuma geçtiler. Manevi atlar oluştu. Atların bastıkları yerde buğday ve arpa bitiyor maneviyatta. O varlıklar onları yok etmeye çalışıyorlar. Yok etsinler ki, kurusun toprak, çoraklaşsın ki kendileri çıkabilsin. O yeşillik, o manevi güzellik onlara bir örtü oluyor. Allah'ın izniyle, bütün Peygamberlerin çalışmasıyla onlar baskı altına alındı ve tekrar kendi alemlerine basıldılar. Üzerleri manevi bir enerjiyle kaplandı. Bunu vaktiyle Zülkarneyn isimli inisiye yapmıştı. Yecüc ve Mecüc yeryüzüne çıkmıştı. İnsanlara hücum edecekti. Allah o mübarek zata bu görevi verdi. O da, "bana fizik bedenli insanın gücünü verin de bu işi yapayım" dedi. Hakikaten onlara başka şeyler yaptı.. Onları da ayrıca izledik. Celseleri vardır. Kitaplar çıktığı zaman okursunuz. Meseleyi halletti. O varlıkları tekrar kendi düzeylerine kapattı. Şimdi Uzakdoğudaki bir ülkede bunlar niçin yeryüzüne çıktı, toprak niçin çoraklaştı?
Her ülkenin manevi rehberleri var, görevlileri var. O ülkedeki manevi zatı öldürmüşler. Artık kim nasıl öldürmüşse öldürmüş. İnsanlar zaten yanlış yaşayışta, negatifi üretip duruyorlar. Toprağı, etrafı yakıp, yıkıyorlar. Manevi çürüklüğe neden oluyorlar. O zat bu açığı kapatıyordu. Allah'dan alıp o bölgeye veriyordu ve o bölgeyi koruyordu. O zat öldürülünce o bölge çoraklaştı. Manevi enerji oraya gelmez oldu. İnsanların yanlış yaşayışıyla meneviyat toprakta da, bitkide de, hayvanda da öldü. Hep böyledir bu. Ne zaman ki gerçek manevi rehberleri öldürürler, zatları, evliyaları öldürürler,kaçırtırlar, asarlar, keserler, arkasından o toplumlara hep bela gelir. Burada da böyle olmuş, toprak çoraklaşmış ve yeryüzüne çıkıvermişler. Allah'ın izniyle Müslüman Türk Milleti'nin fertleri ilahi alemle birlikte çalışma yaparak o gediği kapattı. Aynı hadiseyi biz bu Gölcük Depremi'nde Tüpraş'ın yangınında gördük. Bizim medyumlarımız yer altından çıkan varlıklar gördüler. Siyah dumanla birlikte yayılıyorlar. O siyahlık, o zift onların mekanı. Ondan besleniyorlar, güç alıyorlar. Yangın çıktı, oralara petrol aktı, kimyasal maddeler döküldü, zaten insanların tortusu çok fazla. Ne oldu orada? Hemen bir gedik açıldı o toprakta ve yer altından varlıklar çıkmaya başladı. Allah'dan hemen oraya da müdahale edildi, bir kılıç oluştu; Hz. Ali'nin kılıcı gibi. Çıkan imha edildi. Yeryüzüne yayılıpta sizlerin ruhlarını kirletmesi, ruhlarına hegomonya kurupta, insanlığı saptırması, azdırması önlenmiş oldu. Gelelim deprem konusuna, çünkü bu örnekler depremle bağlantılıdır. Toprağı besleyen insandır. Dünyayı besleyen insandır. Bitkiyi, hayvanı besleyen insandır. Onu örneklemeye çalışıyorum. İnsan Allah'ına inanmaz, Allah'ına sırt dönerse özerinde yaşadığı vatan da, dünya da ölecektir. Bunu anlayın. Şimdi biz manevi çalışmalar yapıyoruz. Bir görev verildi Üstadımıza. Hani depremin sorumlusu insansa, önleyecek de insandır dedik. Şimdi azaltma görevi yapılıyor. Önce depreme İnsanın hangi tutum ve davranışının yol açtığını söyledik; "Allah'ını unutması, O'na sırt dönmesi, O'ndan manevi enerji alıp verememesi" dedik. Bu, depreme nasıl neden oluyor? Maddeye enerji gidemediği vakit, madde ruhsal gıdayı alamadığı için, manevi enerjiyi alamadığı için çürüyor ve dökülüyor arkadaşlar. Çukurlar oluşuyor .ve çöküyor. Bu kadar basit. Bir diğer deyişle Kuran'da der ki "o gün dağlar un ufak olacaktır, erimiş un gibi toz yığını haline gelecektir." Dağların un ufak olması, toz haline gelmesi işte bu kavram ile birleşiyor. Yani, maddenin içindeki manevi değer yok olduğu zaman, madde beslenemediği zaman yok olacaktır. Madde yıkılır, çürür, dökülür. Yani sizi ayakta tutan, kemikleriniz ve kaslarınız değildir. Sizi ayakta tutan ruhunuzdur. Ruh bedenden çıktığı anda beden devrilir. Kemik ve kas ne kadar güçlü olursa olsun ruh bedenden çıktığı anda, can bedenden çıktığı anda beden yıkılıverir. İşte depremin bir nedeni de, maddedeki manevi değerin gıdasını alamayıp ölmesidir. Arkasından da o fiziki kabuk çöküverecektir. Biz baktık; oyuklar gördük. Dünya'nın değişik yerlerinde, Türkiye'nin değişik yerlerinde maneviyat kaybolmuş, insanlar Allah'ını unutmuş hemen oralarda çökmeler başlamış. Astral manada bir üst dünyada oluyor bunlar. Yani ruhda oluyor. Eğer buna müdahale edilmezse Gölcük Depremi'nde olduğu gibi ardından çöküntü olacak. Gölcük civarındaki maddenin ruhu yok olduğu için beslenemediği için arkasından fizik çöküntü meydana geldi ve deprem oldu. Bunu ruhun beslenmeyip hasta olması ve bedenin yine yıkılması gibi düşünün. Şimdi başka yerlerde zamansız ve plansız, yani insandan gelen deprem olmaması için Allah'ın has kulları, (yeryüzünde şu devirde her zamankinden daha fazla evliyalar, kutuplar, vardır) çalışmalar yaparak buralara manevi enerji zikretmeye başladılar. Bütün o çukurları manevi enerjiyle dolduruyorlar. Çoğunluğu kırmızı renkli ve sarı
renkli ama kırmızı daha ağır basıyor. Böylelikle eğer bu çalışmalar yapılmasaydı pek çok yerde çok şiddetli depremler olacaktı, onlar önlendi, veyahut şiddeti azaltıldı. İnanın yine Allah'ın has kulları, bu görevi yapıyor. Naçizane biz de içindeyiz, bir haftadır, on gündür sürekli başım dönüyor. Arkadaşların da başı dönüyor. Çünkü sürekli alıp veriyoruz. Otomatik olarak ruhumuz o görevi yapıyor. Ama Üstatdan Allah razı olsun. En büyük görev onundur. Müthiş bir kudret ile bu çalışmayı yapıyor. Çünkü insanlar buna sebep oldu. (İlerideki bölümlerde bu çalışmaların örneklerini göreceksiniz.) Buradan bir başka kavrama geçeceğiz. Yanlız ne yaparsak yapalım devir gereği bazı depremler var ki onlar olacak. Onları ilahi alem söylemiyor. Bizlerin, Üstadın dahi haberi yok bunlardan. O Allah'ın takdiriyle gelendir. Bu olan ise kulun yanlışlarıyla meydana gelen depremdir. Yani Allah'ın depremde haşa bir zulmü yok. Bu depremleri kul kendisi yaratmıştır. Allah'ın takdirinin bununla bir ilgisi yok. O ayrı konu. Çağ değişikliğinde en hayırlı şekilde insanların burnu kanamadan da kıtalar, karalar yer değiştirebilir, denizler, karalarla yer değiştirilebilir o ayrı hikaye. Şimdi olayın bir başka yönü daha var. Ne dedik demin; insan manevi enerjiyi alacak, toprağı besleyecek. Peki tersini düşünelim; onun yerine Allah'ı red ettiği vakit bu sefer kötü, karanlık güçleri, negatif güçleri çekiyor. Yanlış yaşayış neticesinde, pozitif gücü çekecekken bunu çekmiyor. Hadi böyle kalsa iyi. Bir de negatif enerji çekiyor bakın. Bu da dünyayı patlatır. Dünyayı yok eder. Dünyanın içine baktık; simsiyah zift gibi bir şey oluşmuş. Bütün negatif enerjiyi çekmiş, dünya patlayacak. Allah'dan yeşil nurlar gelmiş dünyayı dengede tutuyor. Bir ok oluşmuş, düzgün dönmesini sağlıyor. Bir de olayın bu yönü var. Şimdi o tortu ne oluyor? O da önemli. İnsanın oluşturduğu ve yeryüzüne depolanmış olan o tortu depremlere neden oluyor. Aynı zamanda manevi enerji gelmediği için toprak kabuğu zayıflarken o tortu alttan da ona vurup eritiyor. O tortu bir de var olan pozitif enerjiyi eritiyor, zayıflatıyor. İşte hiç müdahale olmasa o tortunun patlamasıyla dünya yarılır gider. Zaten kabuk zayıflamış, korkunç şeyler olur. Zaman zaman, o tortunun patlama noktasına gelmemesi için Rabbimiz tarafından müdahaleler oluyor. Bu da bahsettiğimiz o geçen konuşmadaki ateş toplarıyla alakalı bir hadise. Allah'ın siyah parlak bir nuru geliyor ve orada bir yanma meydana getiriyor. Birde alttan geliyor, iki alev arasında o tortu eriyor, zayıflıyor, azalıyor. O kir dünyayı patlatmayacak ya da devasa depremler olmayacak düzeye indirgeniyor. Rabbimizin bir lütfü, bağışlayıcılığı, merhameti olarak. Allah günahlarımızın beşte dördünü affeder denir bir yerde. İşte o budur. O hiç karışmasa dünya çoktan patlayıp gitmişti. Tam patlama noktasına kadar insanlar dünyayı kirletince, Rabbini unutunca, kötü işler yapınca iyi kullarının yüzü suyu hürmetine Rabbim siyah parlak gizli nurunu gönderiyor. O tortuyu eritiyor. Yalnız bu durumda bir sarsıntı oluyor. Bu kadarı da olsun artık. Yine o sarsıntıda çıkan alevlerin bir sebebi de bu oluyor. Birkaç sebebini daha önce konuşmuşduk. Başka ne söylenebilir? Kalbinizi açın, ruhunuzu açın, "Allah" deyin, Allah'sız olmaz. O'nsuz olmaz. O'nsuz bir an nefes bile alamayız. "Ey insan o sonsuz cömertliğin sahibi Rabbine karşı seni gururlu kılan nedir?" Allah sonsuz cömertdir. Ganidir. Hala
gururluluk taslama, "şu yoktur, bu yoktur" demek nedir? O gün, o felaket başlarına geldiğinde inanacak olan yine onlardır ama o zaman iş işten geçmiştir. O, "isteyin vereyim" diyor, "sizi ben yarattım" diyor. "Bu dünyayı ben yarattım" diyor. "Bana niye nankörlük ediyorsunuz" diyor. Allah'sız olmaz, O'nu anmayınca olmaz. O'ndan alıp vermeyince olmaz. Zararlı yaşayış ruhumuzu ve bedenimizi kirletiş, O'ndan alıp vermemizi güçleştiriyor. Vücudunda alkol dolaşan bir insanın Allah'tan alıp vermesi, kalbini açması, kalbindeki nuru çıkartması, Allah'ın nuruyla kalbini tekrar doldurması çok zor arkadaşlar. O kan kirli çünkü. Çok zor, inanın çok zor. Sigarayla kirletilmiş bir beden, yine almada güçlük çekiyor. Ben de bir zamanlar, az da olsa içiyordum, ama bıraktım. Damlasını koymuyorum ağzıma şimdi. Bir bardak, iki bardak içtiğimiz alkolü vücut bir haftada zor atıyor. Ben alkollü dolaşırken Allah'ın nuru üzerime gelmez. Onu çekemem. Onun için bu konu tamamen bilimseldir. Bırakın bedene, ailenize, topluma yaptığı zararları, bir de olayın manevi yönü var. Onun için siz bedeninizi de ruhunuzu da çok temiz tutmak zorundasınız. Niçin? Allah'ın size verdiği halifelik görevini yapabilmeniz için. Kurt, kuş, toprak, böcek, dağ, bayır, herşey sizden medet umuyor. İnsana el açmış ama insan kendini kurtaramamış ki onları kurtarsın. Olayın bu yönünü hiç düşündünüz mü? Halifeliğin bir manası bu işte... Sadece dünya için değil alemler için de insan rahmettir. Halifedir. Alemlerde, insan varlığı gelsin de bize yardımcı olsun diye medet umuluyor. Hem de bu insandan... Neden? Allah O'na kendinden vermiş de ondan. Ve Allah'ın verdiği, kendinden verdiği bir varlık asla küçük olamaz. Bu insan kainatlardan büyüktür. Sizin Sultani ruhunuz var. Hep astral alemde olan olaylardan bahsettik şu ana kadar. Dokuz benliktir bu. En yukarıda Sultani ruh var. Siz benliklerinizi almak ve devreye sokmak için yaşıyorsunuz, tekamül ediyorsunuz. Sultani ruhunuzu devreye soktuğunuzda bu kainatı kaplıyor. Büyüklüğünüzü düşünün. Şekil olarak da düşünün. Şu bünyesinde bu kainatı görür, Sultani ruhunu devreye sokabilen varlık. Neden? Çünkü Allah insana kendinden vermiştir ve Allah'ın verdiğine küçüklük diye bir şey atfedilemez. Sonsuz büyüklük, sınırsızlık atfedilebilir ancak. "Saçınızın telinde kainatlar var" deniyor. Şu bir tel saçın içinde kainatlar olur mu? Kainatlar var onun içinde, yaşayanlar var! Neden? Çünkü insanda Allah'ın nuru var. Allah'ın verdiği var. Saçınızın telinde de dolayısıyla Allah'tan bir parça, bir öz var. O halde saçın içinde Allah'ın parçası varsa, verdiği varsa O'na küçük denilebilir mi? Allah'ın herhangi bir parçasına küçük denilebilir mi? İşte büyüklük, küçüklük bu bakımdan izafîdir. İnsan da bir kainatdır. Saçının telinde kainatlar vardır. Biz ruhsal çalışmalar yaparken dehşetle gördük ki bazı alemler hep negatif varlıkların eline düşmüş. Şeytanın, iblisin, ifritin, cadının, şunun bunun ve daha insanlığa düşman birçok varlığın. Bunu araştırdığımızda yine dehşetle gördük ki bunun nedeni bu dünyadan kaynaklanıyor. Oysa örneğin daha önce pozitifmiş bu alemler. Ama insanlar yeryüzünde yanlış yaşamışlar. Şeytan onları ele geçirmiş. Onları kullanmış, büyüler yapmış, kötü işlerine alet etmiş, insandan ürettiği negatif enerjiyi o alemleri ele geçirmek için kullanmış. Hani nasıl bize yukarı alemlerden pozitif enerjiler geliyorsa bu dünyadan da negatif enerjiler gitmiş oralara. İnsan güçlü. Bu güçlü varlığın bir de şeytanın eline geçtiğini düşünün. Anladık ki kainatın mahvolmasına sebep oluyor yeryüzündeki insan. O alem eline geçiyor negatif güçlerin. Bu alem karanlık güçlerin eline düşüyor... Bir noktadan sonra kainatda denge bozulacak, ruh kalmayacak, pozitif
alemler kalmayacak ve insana verilen, Allah tarafından insana verilen yaratma ve büyütme görevi bitecek. İnsan beceremeyecek. Kainat yıkılacak. Ama diyorlar ki buna müsaade etmeyiz. Gerekirse yeryüzündeki insanlığı toptan yok ederiz. İlahi alem söylüyor bunu. Çünkü bu kainatı siz yaratmadınız, bu dünyayı da siz yaratmadınız. Ne oldu peki? Bunları bilen insanlık ne yaptı? Allah'ın izniyle bu sefer de dünyada temizlik, yapılarak negatiflerle mücadele edilerek o yozlaşmaları makul seviyelere indirerek, nuru çekipte yeryüzüne vererek ve has kulların, güzel kulların, pozitif çalışmalarıyla o alemler hep ele geçirildi. Ele geçirilmesine vesile olundu. Yani bu yapılan bir ilimdir. İlmi ledün deniyor buna. Bunun şeriatla, tarikatla bir ilgisi yoktur, onlar çok alt basamaklarda kalır. Hakikat ilmidir bu. Hani; şeriat, tarikat, marifet, hakikat diye dört ana yola ayrılır ya bu yapılan hakikat mertebesinin içine girer. Şeriattakiler bunu idrak edemez, anlayamaz ve kafir işi bile diyebilirler. Oysa temiz insanlar bir araya gelir, bütün ruhsal enerjilerini ortaya koyarlar. Yeryüzündeki fizik benliğin gücünü ortaya koyarlar. Oraya şimşek gibi bir enerji gider. Peygamberlerimiz, evliyalarımız, maneviyattaki Ulvi Alem ordulan, Kudsi Alem orduları o alemleri tekrar ele geçirirler, geçirmişlerdir. Böylece insanlığın hayrına çok hayırlı çalışmalara yeryüzündeki insan vesile olmuştur. Dünyanın korunması, genişletilmesi, kurtulmasında insanın rolünü anlayın. Kuran'da deniyor ki "Biz yeryüzü ve gökyüzü arasmdakileri süs olsun diye yaratmadık." Bu meale, bu anlama gelen ayetler var. İnsandan çok şey bekleniyor. Bunu anlayın. Ne yapıyoruz biz? Ev alayım, para biriktireyim, en lüks giyineyim, markalı giyineyim, iyi yaşayayım. Oysa "Şuurlu İnanç" diyor ki: "İnsanın yeryüzündeki yaşayış amacı varlık, yokluk, açlık, tokluk değildir. İnsan bunun çok daha üstünde bir varlıktır" İdrak edin arkadaşlar niye yaşıyoruz? Bu deprem vesilesiyle bunları düşünmeniz lazım. Ev, bark nedir? Allah yoluna girince Allah bunu zaten veriyor. Ev, bark mı istiyorsunuz, sağlıklı bir ömür mü istiyorsunuz, dünyevi ne istiyorsunuz? Allah'ın yoluna girdiğinizde hepsini Allah zaten veriyor. Hem huzur içinde insan olmanın gereği olan görevinizi yapıyorsunuz hem de dünyada Allah size güzellik veriyor. Ve bu tür kulların hakkı hem dünyada güzellik hem ahirette güzellik oluyor. Allah onlardan razı, Onlar Allah'tan razı oluyorlar. Şu söylediklerimin bir kısmını anlıyorsunuz, bir kısmı size zor geliyor. Anlayıp anlamamanıza bakmaksızın insanın öneminden bahsediyorum. Hem bu dünyadaki her zerre, hem kainattaki her zerre insandan umuyor. Yeryüzündeki insanın kendine gelmesini bekliyor. Neden? Çünkü Allah insanı bu güçler ile bu nimetler ile yaratmış. Sıkıntı da oradan ya.... Negatif güçler insanlığın üstüne çullanıyor. İnsanın gücünü biliyorlar; "aman bunu baskı altında tutalım, aman saptıralım." Şeytanın da görevi bu oluyor. Maddeye gitsinler. Hırs olsun, kavga olsun. Dünyalık olsun ki insan yüksek gayesinin ve yüksek varlığının farkına varamasın. Maalesef başarılı oluyorlar. Ama Allah öyle has kullarını yeryüzüne yolluyor ki bütün bunları bugüne kadar dengelediler. Hatta manevi yollar açıldı. Çok büyük sıkıntılar çekildi. Çok büyük zorluklar oldu bu kullarda. Peygamberimiz diyor ki; "biz peygamberler zümresiyiz belanın en büyüğü bize verildi." Çünkü bir peygamber milyarlarca insanın yapabileceği bu işleri tek başına yapabiliyor. Kuran'da Hazreti İbrahim için, "o tek başına bir ümmetti" denir. Bunun manası nedir? Peygamber bu işte. Ruhsal gücü o kadar fazla ki milyarlarca insanın bir araya gelip yapamayacağı; yukardan güçlü manevi enerjileri alıp, dünyaya verme görevini tek
başına yapabiliyor. Peygamber bu demek. Şeytan bunu bildiği için ilk hedef olarak peygamberleri seçiyor. Velileri, evliyaları hedef alıyor. Ve bunların karşısına kendisine denk, hatta kendisinden daha üstün bir güç çıkıyor. Yok etmek için, bastırmak için, görevini yapamasın diye. Ve işin kötü yanı peygamberler, evliyalar, veliler bunlarla mücadele ederken bir de yeryüzündeki insanlarla mücadele ediyorlar. Çevresiyle mücadele ediyorlar. Açın bakın Kuran'a; kimseyi inanrîıramıyorfar, onlara deli diyorlar. Her türlü sıkıntıyı onların üstüne salıyorlar. Şeytanın ele geçirdiği bütün insanları üstüne salıyorlar. Onlar da güçlü, onlar da insan çünkü. Şeytan, insan gücünü de kullanıyor, kendi gücünü de katıyor, daha beter oluyor. Peygamberin, evliyanın üzerine çullanıyor. Şöyle deniyor Kuran'da Peygamberimize; "senin yükünü kaldırmadık mı üzerinden. Yük senin belini çatırdatmıştı." Haşa yük mü taşımış Peygamberimiz sırtında da beli çatırdamış!... O manevi baskı işte. Şeytan, bütün negatif alemler, Peygamberi gördüler üzerine bütün güçlerini yolladılar. Allah yardım etti. Karşılaşılan o gücün haddi hesabı yoktur. Şimdi bir kitapta diyoruz ya; "çok şeytanı Müslüman ettik." "Yüce Allah'ın huzurunda, inen tarifsiz nuruyla, duyulan hoş sedasıyla, şeytanı şeyda ettik." Şeytan çok güçlü bir varlık. Bildiğimiz şeytandan bahsediyorum. O hep sembolik manada düşünülür. Kötülük timsalidir gibi. Kısmen o izah tarzları yanlış değildir ama bir de bizzat insan gibi şeytan vardır. Secde etmemiştir insana. "Allah'ım beni ateşten yarattın, bunu toprakdan. Ben buna niçin secde edeyim" demiştir. "O zaman sen kovuldun çık" demiştir Allah. Şeytan da demiştir ki, "beni son güne kadar ertelersen ben yeryüzündeki kulunu yoldan saptıracağım. Atlılarım ve yayalarımla onları ele geçireceğim , kendime köle edeceğim, var etme, yaratma görevini, beceremeyecekler. Sen bu kullarına güvendin, ona o görevi verdin ama bunu beceremeyecek, çünkü ben güçlüyüm." Şeytan hattı zatında daha şeytan olmadan önce meleklerin hocası, çok güçlü bir varlık. İnsan da; işte tıfıl bir çocuk, genç bir çocuk. Allah diyor ki, "yaratma görevini ben insana verdim. Secde et." "İnsan beceremez" diyor Şeytan, "bana vermeliydin" diyor. Yani, "ben daha çok hak sahibiydim" diyor şeytan. Ondan sonra isyan ediyor. İşte demin bahsettik. Bütün bunlar yaratma görevidir. Toprağın bitkinin, yaratılması, genişletilmesi, büyütülmesi görevi var insanda. Bunu yapacakken yok ediyor. Korkunç bir şey bu. Sizi şu şubeye getirmişler. Çalışın, kazanın, kazandırın diye. Siz bunu yapmadığınız gibi bunu yıkıyorsunuz. İnsan bu durumda işte. Kendi dünyasını yıkıyor. İnsanın böyle büyük bir görevi varken, negatif bütün varlıklar bunu engellemeye çalışırken birde öz kardeşi, (şeytan öz kardeşidir bir anlamda) onunla uğraşıyor. İnsanın görevinin zorluğuna bakın. Tabii onu kovuyor Allah. Bütün diğer melekler secde etmişler. İnsan güçsüz ama onlar secde etmişken, kapanmışken, göremezken Allah o tıfıl çocuğa, insana, ruha, kendi nurunu, emanetini veriyor. Halifeliğini veriyor. İnsanın gücü oradan geliyor. Şeytan bunu bilmiyor. Şeytan kovuldu, bunu bilmiyor. Hala o kendini haklı sanıyor, tsyan etmiş bir vaziyette insanı yoldan çıkarıyor ve başarılı da üstelik. İşte biz naçizane bir vakitte kendi şeytanımızla karşılaştık. "Şeyda" diyoruz pozitife dönenlere, negatif ters etki almasınlar diye. Şeyda, çok görkemli, bildiğiniz gibi değil. Bu tür şeytanlarla karşılaştığımızda bizim pozitif şeydalarımız geliyor. O kadar yakışıklı o kadar görkemli, o kadar güzeller ki. Şimdi şeytan bizi yok etmeye çalışıyor. Bir küre
içine almışız, I yakalamışız. "Müslüman ol" diyoruz şeytanın o parçasına. "Seni Allah yarattı" diyoruz. Kesinlikle red ediyor. Allah'ı inkar ediyor. Allah yok diyor. Bizim şeydalarımız devreye giriyor; "bak ben , mi daha güzelim, daha güçlüyüm, sen mi daha güzel, daha | güçlüsün. Allah bizi yarattı, Allah'ı kabul et Allah'ı inkar etme, 1 kendine, özüne bak, aklını kullan. "Akıl nerede" diyor, şeytan î bilmiyor. Bir enerji yolluyorsun, bir kanal açıyorsun. Çünkü kirlenmiş ama en derinde kendi güzelliği yine var. "Bak" diyorlar, gösteriyorlar ona. Bakıyor, "ben bu muyum, ben de bu kadar güzellik var mıydı, Allah'ı anabilir miyim, beni Allah mı yaratmış" diyor. Secdeye kapanıyor "Allah" diyor. Başlıyor hüngür hüngür ağlamaya ve helak olmaktan | kurtuluyor. Çünkü sonunda Allah şeytanı helak edecekti. Kovmuştur, son güne kadar ertelemiştir. O güne kadar Müslüman olan kurtulacaktır. Olamayan helak olacaktır. Çok değişik kavramlar bunlar. Bunları duymuş muydunuz daha önce? Hangi tasavvuf kitabında bulabilirsiniz bunları? Biz yaşadıklarımızı anlatıyoruz. İşte insan hem o varlıklarla mücadele edecek, hem de halifelik yapacak ve yeryüzündeki depreme bu görevini yaparak engel olacaktır. Olabilir. Olmalıdır. Beklenen bu. Aynı zamanda doğal afetler, yangınlar, seller, çoraklaşmalar insanın bu tür yanlış tutum ve davranışlarından yıkıcı davranışlarından kaynaklanıyor. Kendinize sınır koymadan kendi güzelliğinizi anlayarak, Allah'tan aldığınızı yine kullara vererek size düşen görevi yapabilirsiniz. Yapmalısınız, sizlerden beklenen bu. Naçizane bugün burada oturup konuşuyorsak bu bir lütuftur. Bunu yapabileceğiniz için bunlar size söylenmektedir. Yaparsanız hayrı sizedir. Allah'ın size verdiği nimetlere ve bu bilgilere dahi şükredin. Ama gerçek şükür nedir biliyor musunuz? Allah'ın size verdiği nimetlere şükür değildir. Şükretmek için önce şükrettirmesini bilmeniz lazım: Size verilen nimetleri başkasına vererek... Başkası ile paylaşarak. Böyle diyor ilahi nizam Başkalarının şükretmesine yol açacaksınız ki, gerçekten şükre erebilesiniz. O halde kendinize verilen maddi manevi ne varsa paylaşın. Sizin sayenizde şükretsinler. Şükretmeye aracı olun ki yeni güzel bir dünyayı bu pisliklerden temizleyerek kurmak, kurmada rol almak sizlerin de nasibi olsun. Her insanın nasibi olsun. BİRİNCİ KISIMIN SONU
KARANIN VE DENİZİN KARANLIĞI (Deprem, İnsan ve Yeniçağ) 2. KISIM
Deprem, İnsan İlişkisi II
Önceki konuşmamızda deprem, insan ilişkisine değinmiştik. İnsanların yanlış yaşayışlarını, ürettikleri negatif tesirlerin dünyanın içinde toplandığını, bunların ister istemez dünyanın dengesini bozduğunu ve bozukluğun zaman zaman depremler
şeklinde tezahür ettiğini söylemiştik. İnsanın yanlış yaşayışı sadece depremlere değil birçok doğal felakete de sebep oluyor. Bunu bilim de tespit etmiştir, din de tespit etmiştir. Bu konuyu şimdi biraz açacağız, üzerinde konuşacağız. Depremin oluşma nedenini bazı insanlar Gölcük Depreminde farklı yorumladı. Bazıları sanki Allah'a tam olarak inanan, hakkıyla inanan, çağa göre inanan, bire bir inanan insanlarmış gibi kendilerini bir kenara ayırdılar. Ve maalesef "dinci basın" dediğimiz basında bu depremin sorumlusunun bir sınıf, bir zümre olduğundan bir hayli söz edildi. Sözü daha çok açarsak, "askerler yüzünden bu deprem oldu, 28 Şubat kararlarını aldılar. Dini yok etmeye çalıştılar. Bunların aldığı bu karar Gölcük Askeri Üssünü vurdu, orada askerler öldü. Allah'ın kafirlere bir gazabı oldu bu..." şeklinde bir yaklaşım sergilediler. Oysa gayet açık ve seçik görülüyor ki orada askeri kışlaların yanında, fabrikalar da yıkıldı, evler de yıkıldı, okullar da hasar gördü ve birçok cami yıkıldı. Hadi insan olarak yeryüzünde sınıf, zümre ayrımı gözetiyoruz da Allah'a da bunu isnad etmek, Allah da sınıf ve zümre ayrımı yapıyor demeye getirmek korkunç bir cesarettir. Ve bunun bir vebali vardır. Böyle şey olmaz, bu yanlıştır. Allah, insanlann ayrım yaptığı sınıf ayrımını yapmaz. Bize göre tek ayrım vardır. Allah'a hakkıyla inananlar, iyi insanlar ve kafirlik yapanlar yani Allah'a inanmayıp kötü işler işleyenler. Bunun bir sınıfla ilgisi yoktur. Her sınıftan insan olabilir, her ırktan, her milletten olabilir, zengini de olur, fakiri de olur, imamı da olur, askeri de olur. Her sınıfta, her yerde iyi insanlar vardır, kötü insanlar vardır. Bunu bir sınıfa bağlamanın bir mantığı yoktur. Bu girişten sonra Milliyet Gazetesi'nde "Objektif' isimli bir köşesi olan sayın Taha Akyol'a geleceğim. "Tarihte Deprem" isimli 6 Eylül 1999 tarihli köşe yazısında o da bu konuya değinmiş. Yani, "depremin 28 Şubat kararlarıyla, askeriyenin sözde dini yok etme çabalarıyla bir ilgisi olmadığına" değinmiş ama değinirken de başka bir büyük yanlış yapmış. Depremle insanın ilişkisinin olmadığını söylüyor. Bizim dediğimiz gibi makul bir çerçeve içerisinde değil de şu yönüyle konuya yaklaşıyor. Diyor ki; "tarihçi Danişment İstanbul ve çevresini mahveden depremdeki ölü sayısı hakkında bir rapor vermiyor şunları yazıyor: Biliyorsunuz 1894 yılı 10 Temmuz'unda da ; büyük bir deprem olmuş İstanbul'da. Yaralıların yekünü ; ölenlerden fazladır. Bunlar hemen hastanelere kaldırılıp tedavi altına alınmış. Padişah derhal yaverleriyle içişleri bakanlığını, belediyeyi ve sıhhiyeyi imdat hareketlerine memur etmiş ve hemen bir bağış defteri açmıştır. Beş ay on dokuz günde toplanan para miktarı 82 bin küsür Osmanlı altınıdır. Sayfa 331." demiş ve arkasındaki paragrafta da şöyle devam etmiş; "Danişment'in anlattıkları gösteriyorki, depremlerin sebebi siyasi ve ahlaki değildir, fay hatlarıdır." Yani insanların siyasi veya ahlaki hareketleriyle bu depremlerin ilgisi yoktur bu tamamen fay hatlarından doğal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır demeye getiriyor. Oysa, (daha önce konuştuk) depremle insanın davranışları; ahlakı, imanı arasında Kuran bağlantı kuruyor. Bilim de bağlantı kuruyor. Biraz sonra buna geleceğiz. Kaldı ki fay hatları nedir? Niye deprem olur? Fay hatları niye oluşur da orada deprem ortaya çıkar, buna hiç değinilmiyor. Oysa olayların arkasındaki manevi sebeplere mutlaka değinmek gerekir. Bir insanın başına durup dururken bir olay gelmez. Bir toplumun başına durup dururken bir olay gelmez. Fay bir olaydır ama fay aynı
zamanda bir sonuçtur. Bir de bunun sebebine bakmak lazım. Bilim ve akıl bunu göstermiyor mu? Her olayın ya da her sonucun bir sebebi yok mu? Fay hattının oluşması ve deprem nihayet bir sonuçtur. Bir de sebebine bakmak lazım. Devam ederek o yazıyı tamamlayalım; "Evet deprem bu günümüzde de var. Tarihimizde de var ne şunun cezası, ne bunun. Ben 28 Şubat'ın toplumsal modernleşmemize ve iç barışımıza zarar verdiğine, darbeler yüzünden sorun çözme gücü hasara uğramış olan politik sistemimizi dalia da zayıflattığına inanıyorum. Ama 28 Şubat'ın depreme sebep olduğunu söylemek cinnettir." Bu doğrudur. Yani deprem 28 Şubat kararlarından olmuştur demek kadar cinnet ötesi bir şey ben düşünemiyorum. Bu coğrafyada depreme dayanıklı yaşamayı öğrenmekten başka çaremiz yoktur. Fakat siz ne kadar da depreme dayanıklı binalar inşa etseniz, insanlık olarak kendi ellerinizle işlediğiniz işler yüzünden ortaya çıkarttığınız zulümden kaçacak değilsiniz. Şimdi şuna gelmek istiyorum. Bu zat, benim saygı duyduğum Taha Akyol, imanı, ilmi olan bir insandır. Ama burada büyük bir yanlış yapmıştır. Belki de sütununa verdiği isimdendir: "Objektif' diyor çünkü! Objektif görüneni çeker. Ama görünenin arkasını göremez. Yani fotoğraf makinesinin objektifini açtığınızda karşınızda ne varsa onu görürsünüz. O karşınızdakinin arkasını göremezsiniz. İnsanın yüzü gözükür, arkası gözükmez Belki hata burada. Sadece görünene bakarsanız o görünenin ötesindeki asıl sebebi bulamazsınız. İnsanların ve toplumların başına bir iş boşu boşuna gelmez. Çünkü Kuran; 11. Hud Suresi, 116. Ayetde şunu diyor: "Sizden önceki kuşakların söz ve eser sahibi olanları yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymah değiller miydi." Yani siz eser veriyorsanız, kitaplar yazıyorsanız söz söyleme ve bu sözü topluma yansıtma gücüne sahip iseniz, örneğin köşe yazarları gibi, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoyacak şeyler yazmak zorundasınız. Bu yazılan yazı yanlıştır. "Ahlaki değildir. Fay hatlarıdır depremin sebebi" demek, Kuran'ın bir eser ve söz sahibinden beklediği davranış değildir. Niçin derseniz, hemen söyleyelim. Depremle insanların ve toplumun tutum ve davranışları arasında Kuran'a göre büyük bir yakınlık var. Rad suresi 11. ayette diyor ki; "gerçek şu ki Allah bir toplumun maruz kaldığı şeyleri onlar iç dünyalarındakini değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur ve onlar için Allah dışında bir koruyucu bir dostta olamaz." Bir toplumun maruz kaldığı şeyler nelerdir? Tabii sıkıntılı şeylerdir. Nedir bu sıkıntılı şey; depremdir işte. Bu toplum depreme maruz kalmıştır. Kuran bunun sebebini de iç dünyalanndakine bağlıyor. "Siz içinizdekini değiştirmedikçe bu deprem başınıza gelecektir" diyor. İyi insan olmadıkça, depreme neden olacak negatif tortulan ürettikçe siz bu deprem felaketiyle zaman zaman karşılaşacaksınız demektir. "İyi insan olun, kötülük üretmeyin, negatif tesir üretmeyin, dış dünyanızdaki, toplumumuzun maruz kaldığı şeyleri biz değiştirelim" diyor Kuran. Arada bağlantı kuruyor. Nedir bunlar: Perişanlık sözü geçiyor o ayette. Perişanlıktır tabii karşılaştığımız... Bir başka ayete geçelim hemen. Bunu önceki konuşmamızda da söyledim ama, bu yazı çerçevesinde o köşe yazısının kesinlikle reddini Kuran söylediği için söylüyorum. Burada tekrar okuyayım. Diyor ki "Depremlerin sebebi ahlaki değildir. Fay hatlarıdır." Oysa Kuran diyor ki;
Fecr Suresi, 17. Ayet: "Doğrusu şu la siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz." 18. Ayet: "Yoksulun doyurulmasını teşvik etmiyorsunuz." 19. Ayet: "Mirası derleyip toplayıp yiyorsunuz." 20. Ayet: "Malı devşirip depolayacak bir seviyede seviyorsunuz." 21. Ayet: "İş böyle gitmeyecektir. Yer birbirine çarpılıp dümdüz hale getirildiğinde..." Yani insanın gayri ahlaki davranışlarıyla deprem arasında Kuran zaten kesinlikle bir bağlantı kuruyor. Maddeye tapınışsınız. Maddeyi kendinize rab edinmişsiniz. Kendinizden başkasını düşünmez olmuşsunuz. Gayri ahlaki davranışlardır bunlar. Nihayet, "bu iş böyle gitmez ve bunun sonucunda da yer birbirine çarpılıp dümdüz hale getirilir" diyor Kuran. Demekki sayın Taha Akyol'un dediği gibi değil bu olay. Kaldı ki hemen şunu tekrar edelim, deprem bir sınıf yüzünden meydana gelmez. Dahası yeryüzünde bir sınıf kötüdür, bir zümre iyidir, diye bir kavram söz konusu olamaz. İşçiler iyidir, memurlar kötüdür. Askerler kötüdür, denizciler iyidir. Şu millet iyidir, bu millet kötüdür. Bankacılar iyidir, hukukçular kötüdür diye bir zümreye, bir sınıfa iyilik, kötülük kavramı asla atfedilemez. Kuran bunu anlatıyor. Bu Dini bilen insanların kesinlikle ve kesinlikle bu konuda çok daha dikkatli olmaları gerekiyordu. Çünkü Kuran'ı okuyoruz. Nuh Peygamber'in oğlu suda boğulmuştur. Peygamber ailesinden kötü insan çıkabiliyor. Kuran'a tekrar bakıyorsunuz Lut Peygamber'in eşi helak oluyor. Hangi zümreden, hangi sınıftan bahsediyorsunuz? Her milletten sınıfsız bir şekilde iyilik veya kötülük çıkabilir. Onun için depremi bir sınıfa bağlamak yanlıştır. Depremin manevi sebebi fay hatları değildir. Buna değindik. Kötü insanların yeryüzünde ürettiği tortu ve ağırlığın sonunda dönüp başlarına gelmesidir. Sebep-sonuç ilişkisidir bu olay. O kadar kötü, o kadar yanlış yaşayış var ki, bunun neticesiyle karşılaşılıyor. Bunlardan bir tanesi de depremdir. Bilimsel olarak olaya baktığımızda bunu bilim de kabul etmelidir. Çünkü bilim bunun daha farklısını kabul ediyor, o da şudur: Yeryüzünde düzgün yaşamayı bırakmışsınız diyor bilim. Ormanları tahrip etmişsiniz, suları kirletmişsiniz. Karbondioksit gazı, egzoz gazı üretmişsiniz, yollar yapmışsınız, doğanın dengesini bozmuşsunuz. Klor gazıyla atmosferi delmişsiniz, ozon tabakasını yok etmişsiniz. Ve diyor ki bilim; bunun neticesinde iklimler değişti. Sel felaketleri arttı. Yani insan yaşayışıyla, felaketler arasında bilim zaten bir bağlantı kurmuş. Her şeyde bir denge var. İnsanın yanlış yaşayışı bunu bozuyor. Siz şimdi fiziki yanlışları görüyor ve bunun fiziki felaketlere sebep olduğunu anlıyorsunuz, bunu kabul ediyorsunuz da, insanın ruh yönünün yaptığı yanlışları niçin gözardı ediyorsunuz. Ozon tabakası delinince güneş ışınları atmosferden süzülmeden girdiği için bilmem kaç çeşit cilt kanseri hortlamıştır diyebiliyorsunuz. Bunu bilim tespit etmiş. İnsanın fiziki yanlışının neticesini fiziki olarak görüyorsunuz ama ruhsal yanlışının neticesini henüz göremediğiniz için onu yokmuş sayıyorsunuz. Ama onu Kuran söylüyor: Bencilce yaşarsanız malı çırpar, devşirip depolar, yerseniz,
yetimi, fakiri, diğer insanları düşünmezseniz başınıza deprem gelir. Biz de bunun manevi sebebini anlatıyorız. Demek ki fay hatlarının kırılmasının arkasında bir de manevi sebep var. Her şey birbirine bağlı. Avustralya'ya zamanında göç edenler tavşan götürdüler. Tavşan yoktu o kıtada. Şimdi hala Avustralya hükümeti bitkileri tahrip eden, tavşanlarla mücadele ediyor. Onları dengeleyecek vahşi hayvanlar Avustralya'da olmadığı için sınırsız bir şekilde tavşanlar üredi. Doğayı tahrip ettiler, tarlaları tahrip ettiler. Hala başları beladadır. İnsan dengesiz yaşarsa elbette ki yaşadığı yerin dengesini de bozar, onu söylüyoruz. Her gün gazete ve dergilerden okuyoruz bu dengesiz yaşamın neticesinde insan, hayvanları, bitkileri öldürmüştür. Birçok bitki ve hayvan türü yok olmuştur. İnsan yanlış yaşayışı neticesinde bitki türlerini yok ediyor, hayvan türlerini yok ediyor da, kendini niye yok etmesin! İşte depremlerle de kendini yok ediyor. Bitkinin, hayvanın yok edilmesini insanın yanlış yaşayışına, doğayı tahribine veriyorsunuz da, depremle kendi kendini bir anda öldürmesini niye görmüyorsunuz. Biz daha önceki konuşmamızda insana halifelik görevini Allah'ın verdiğini ve ona bir emanet yüklediğini söylemiştik. O emanet çok güçlü. O emanet felakete de neden oluyor, hayra da neden oluyor. Mümin suresi 7. Ayette şöyle diyor: "Arşı yüklenip taşıyanlar ve onun çevresindeki şuurlular Rablerini hamdıyla tespih ederler." Yani arşı yükleyip taşıyanlar var. Onun çevresinde şuurlular var. Ve bunlar yine insanlardan şuurlulardır. Allah'ın emanetini verdiği ve halife seçtiği insanlardandırlar. "Kutuplar" diyoruz. "Kutuplar kutbu" diyoruz. "Peygamberler" diyoruz, "veliler, evliyalar" diyoruz. Şuurlular bunlar işte. Ve bunlar arşı tutuyorlar, taşıyorlar. Şu anda yine bu şuurlular, bu has kullar yeni fay hatlarının Türkiye'de oluşmasını önlüyorlar, ortaya çıkmasını önlüyorlar. Mevcut fay hatlarına da manevi perdeler çekiyorlar ki depremler daha şiddetli olmasın. En azından vakitsiz olmasın. Ama ne çare? Bunu anlattım. Yani mevcut fay hattının varlığını kabul ediyoruz. Camda bir çatlak varsa o yürür. Ama camı sarsmaya devam edersek başka bir yerden de çatlak çıkar. Mevcut çatlağı kabul ediyoruz ama yanlış yaşayışı sürdürdüğümüz vakit başka çatlaklara da sebep oluyoruz. O çatlak oraya durup dururken gelmedi ki! Niçin sadece çatlağın sebebini kıtaların, büyük kütlelerin hareketlerine bağlıyorsunuz. O normal akıştır. İnsan olmadan da yeryüzünde kıtalar hareket ediyordu. Ama size tekrar edeyim; bugün insanların hepsi iyi olsunlar, bu tortuyu, o yeryüzünün derinliklerinde biriken tortuyu, negatif enerjiyi yok etsinler, bugün koca kıtalar kalkar, koca kıtalar iner, denizler karalarla yer değiştirir ama tek insanın burnu kanamaz. Allah onu insanlara bildirir. O işlemi yumuşakça yapar, yine kıtalar yer değiştirir. Deprem olması gerekiyorsa yine deprem olur ama bu Rab'den olur. Dünyanın doğasından olur. Tek insan ölmez. Ama şuradaki insanların çile çekmesi, acı ve ızdırap duyması kendi işledikleri işler yüzündendir yoksa Allah kullarına karşı zulmedici değildir. Taha Suresi, 105, 106 ve 107. Ayetler: "Sana dağlardan soruyorlar. De ki: Rabbim
onları un ufak edecektir." "Yerlerini bomboş, dümdüz bırakacaktır." "Yerlerinde ne bir eğrilik ne de bir yumruluk göreceksin." Şu gördüğünüz dağlar un ufak olacaktır. Biz onu izah ettik geçen konuşmamızda. Dağı ayakta tutan o dağın içindeki manevi değerdir. Onun bir ismi de bazı kaynaklarda "devalar" olarak geçer. O canlı çekildiği anda dağ un gibi dökülüverir. Yine aynı örneği vermiştik. Bedeni ayakta tutan sizin güçlü kas ve kemikleriniz değildir, ruhunuzdur. Ruh çıktığı anda beden yere yığılıverir. Dağlar da böyle yığılacaktır. Yerlerini bomboş, dümdüz bırakacaktır. Yerlerinde ne bir eğrilik ne de bir yumruluk görmeyeceksiniz sözünün ayrı bir manası var. Şu anda mevcut kara parçalarına dikkatlice bir bakın. Böyle bir yer bulabilir misiniz? Dümdüz, bomboş, eğrilik olmayan, yumruluk olmayan, masanın yüzeyi gibi dümdüz bir yer gösterebilir misiniz? Hep engebe var, bir yer hariç. Hani rüzgarın etkisini ' saymazsak denizler dümdüzdür. Bomboş, dümdüz, eğrilik ve de yumruluk görülmeyen yerler denizlerdir, okyanuslardır. Yani dağlar, okyanuslarla yer değiştirecek. Daha önce olduğu gibi... Pek çok kıta yerin derinliklerine batmış. Atlantis batmış, Mu batmış, başka kıtalar çıkmıştır. Bu her zaman olan bir hadise. İnsan doğru yaşarsa kimsenin burnu kanamadan bu gerçekleşir. Yüzey şekilleri değişir. Yeryüzü kendini yeniler. Kabuk değişikliği olur ki yeni medeniyetler kurulabilsin. Ama insanlık Allah'a inanmazsa bu şiddetli bir şekilde gerçekleşir. "Kızıl lale" bilgisinde size daha önce söylediğim gibi. Bu ayetleri hesaba katın, ben bunu böyle yorumluyorum. Başka türlü masa gibi dümdüz bir yer, bir kara parçası bulamazsınız. Şimdi yine bu ufak tefek depremlere bakacak olursak denilebilir ki bu her zaman vardır. Evet vardır. Tortu belli bir noktaya kadar erişir. Allah yeryüzü patlamasın, dağılmasın diye o tortuyu eritmek üzere enerjisini gönderir. O yer ağırlıklarını yakarken, atarken gökyüzüne ateşler çıkar ve bir sarsıntı olur. Orada ölmesi gereken de kendi karmasının, planının karşılığını görür. Doğaldır ki daha küçük çaplı olan tortu atışı mevcut fay hatlarından çıkar. Fay hatlarının olduğu yerde depremin daha çok olması normaldir. Denilebilir ki o zaman fay hattının olmadığı yerlerdeki insanların yanlış yaşayışlarının bedelini fay hatlarının olduğu yerdeki masum insanlar mı ödüyor? Ama iş öyle olmuyor. "Şuurlu İnanç" bilgilerinde "Habeş Irkı" diye bir bilgi vardı. Onu kısaca söyleyeyim size. Başka yerlerde kötü işler işleyen insanların cezası, mesela felaketlerin yoğun olduğu bölgelerde tekrar doğarak o felaketlere maruz kalmalarıyla bölgelerde tekrar doğarak o felaketlere maruz kalmalarıyla da ödenir. Allah onu ayarlamıştır. Yani daha önceki yaşantısında kötü işler yapmış. Depreme sebep olacak kötülüğü, negatif enerjiyi üretmiş olan sağlam bölgelerdeki insanlar bir sonraki yaşantılarında fay hatlarında doğup o cezaya muhatap olabilirler. Allah kullarına zerrece haksızlık etmez. Onun için fay hatlarında depremlerin olması bir haksızlık gibi gözükmemelidir. Bir de şu önemli konuya yeri gelmişken değinelim: Depremde iyi insanda ölür, kötü insanda. Bir lasmı yaptığının karşılığını görür. Bir kısmı da çok iyi bir insan olarak oraya vazifeli doğar. Öleceğini bilerek doğar. Böyle bir programla doğar. Kendisi depremle ölür. Sevdiği insanlara örnek olur. Örneğin katı kalpli anne babanın iyi bir çocuğu olarak ölür. Böylece o ana baba gereken ibreti alır ya da alması umulur. Bütün bu tür olaylardan ilahi alem tekamül için yararlanır. Bu yüzden her depremde iyiler de ölür, kötüler de. Herkesin bir sebebi vardır. Çok şiddetli depremlerde yeni çatlaklar, yeni fay hatları oluşacaktır ve oradan kıtalar
batıp, kıtalar doğacaktır. Çünkü bu böyle gitmez. Niçin? Dikkat ederseniz Şuurlu İnanç'taki o "kızıl lale" bilgilerinin son paragrafında Hz. İsa'nın ümmetinden bahsedilmişti. "Yoksa İsa gelmedi diye kızıl lale'nin açacağı günü uzak mı görüyorlar" denmişti. Hattı zatında bu felaketlerin, dünyanın maddi manevi bozulmasının sebebi daha çok batılılar olmuştur. Kötülüğün her türlüsünü daha çok onlar üretmişlerdir. Dünyayı da onlar mahvetmişlerdir. Eğer ilahi alemin yardımı ve koruması olmasaydı o patlattıkları iki binden fazla atom bombası dünyayı çoktan mahvetmişti. Böyle şey olur mu? Kimin dünyasını böyle hallaç pamuğu gibi atıyorsunuz? Siz mi yarattınız bu dünyayı?... Ve bu akıl dışı olaya daha başka bir kelime, izah bulamıyorum. Bununla da kalmadılar bir de kahramanlarmış gibi filmini çektikleri bir olay var: Apollo 13'dü yanılmıyorsam; felakete maruz kaldı Uzayda bozuldu dünyaya zar zor geri döndüler. Geminin içine atom bombası yerleştirdiler. Ay'da atom bombası patlatacaklardı. Kendi dünyamız yetmedi, bir de atom bombasını Ay'da patlatacaklardı. Müsaade edilmedi tabii olay anlaşılır anlaşılmaz o gemi uzay tozlarının içine saplandı kaldı. Dünyaya zor döndüler. Yoksa orada bomba patlatacaklardı. İyi de, Ay da senin mi? Yani herşey senin mi, herşey bu kadar hesapsız, kitapsız mı? Vakti zamanında tarım alanlarında bir genişletme yapalım diye dünyada bataklıkları kurutmaya başladılar. Türkiye'de de öyle oldu. Baktılar kuş nesli azalmış. Kuşlar gelmez olmuş. "Flora" deniyor, o zenginlik kaybolmuş. Anladılar ki bataklıkları kurutunca oradaki sinekler azaldı, öldü. Oysa o sineklerle o kuşlar karınlarını doyuruyorlardı. Herşeyde ince hesaplar var. Şimdi bataklıkları tekrar çoğaltmaya, kazanmaya çalışıyorlar. Niçin bataklık oluşmuş? Orası hayvanların cenneti olmuş, yaşam yeri olmuş. Bu hesapsız işlerle biz dünyayı bozduk. Bir de Ay'ı bozacaktık. Fakat ona müsaade edilmedi. Kuran ile "Şuurlu İnanç"taki bu bilgiler arasında bir bağ var. Kuran batı toplumundan da bahsetmiş. Öncelikli ve asıl felaket batı toplumlarına gelecek gibi gözüküyor ama sonra bütün dünyayı kaplayacaktır. Tabii burada batı toplumu ile doğu toplumunu ya da Müslüman toplumunu ayrı tutmuyorum. Herkesin içinde kötüler var. Ama dünyanın bu noktaya gelmesindeki asıl sorumlular ağırlıklı olarak onlardır. Bu, hem "Şuurlu İnanç" bilgilerinde teyit edilmektedir. Hem de Kuran bunu söylüyor. Maide Suresi 14.ayette diyor ki: "Biz Hıristiyanlarız diyenlerden de iltisaklarını almıştık. Onlar da öğütlenmek üzere çağırıldıkları şeyden nasiplenmeyi unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamete değin düşmanlık ve kin saldık. Sınaat olarak ürettikleri şeylerin ne olduğunu Allah onlara yakında haber verecektir." "Smaat" sözü Kuran'da geçiyor. Yaşar Nuri Öztürk buna "teknoloji" demiş. Yani teknoloji olarak ürettikleri şeyin ne olduğunu yakında Allah onlara haber verecektir. Bugün ürettikleri teknolojiyle övünüyorlar. Ama onun ne olduğunu, o i teknolojinin onları yerin dibine batırdığını Allah onlara yakında haber verecektir. Bugün hakikaten teknolojileriyle övünüyorlar. Atomu buldular ama 2000 tane bomba patlatıp neredeyse dünyayı yok ettiler. Ama ona müsaade edilmedi, dünya tutuluyor. Teknolojilerine güvendiler. Manevi gelişmeyi unuttular. Dünyanın her tarafını kirlettiler. Suları kirlettiler. Denizleri kirlettiler. Atmosferi kirlettiler. Hayvanların, bitkilerin ölmesine sebep oldular. Ve ürettikleri
yoğun negatifle, maddi enerjiyle, bencillikleriyle, başka toplumları sömürmeleriyle bugün dünyayı adeta patlayacak bir hale getirdiler. Bu konuda yine Maide Suresi'nde bir ayet daha var: "Ruhbanları ve hahamları onları günah oluşturan sözlerinden, haram yemekten alıkoysaydı olmaz mıydı? Ne kötüdür onların sınaat/teknoloji olarak üretmekte olduktan." Hıristiyan aleminde ruhbanlık müessesesi vardır. Yani hıristiyan aleminin din bilginleri kastediliyor. Ve "haham" diyor, yani Yahudi aleminin din bilginleri deniyor. Bunlar Hıristiyan ve Yahudi halkını, batıları günah oluşturan sözlerinden haram yemekten alıkoysalardı olmaz mıydı? Haramı meşru kıldılar onlar. Ne kötüdür onların sınaat, teknoloji olarak üretmekte oldukları. Madde ürettiler, maddeyi sevdiler. Ve bunu üretirken de, haram yemeyi meşru gördüler. Bugün Afrika'daki açlığın sebebi; batılı bilim adamlarının bizzat söyledikleri gibi yine batılılardır. Batılıların yaptığı bir belgesel filmde seyrettim: Portekizliler, İngilizler, Afrika'yı paylaştılar biliyorsunuz. Belçikalılar, İspanyollar oraları sömürge yaptılar. Ve orada, yanılmıyorsam Portekizliler pamuk ürettirmek istiyorlar. Bir başkası da kahve ürettirmek istiyor. Bütün orman alanlarını, bütün ağaçları zorla kesiyorlar. Sadece o bölgede mesela kakao ağacı ya da kahve ağacı yetiştiriyorlar. Ve bu dönüyor iklimlerin değişmesine, tabiatın düzeninin değişmesine ve sonucunda kuraklığın oluşmasına sebep oluyor. O kuraklık açlığı doğuruyor. Portekiz'deki fabrikalar çalışsın diye, pamuk oraya gitsin diye Afrikalı insan açlıktan öldü. Ben bunları bilmiyordum. Batılıların yaptığı belgesel filmde izlediğimi size anlatıyorum. Ne kötüdür onların sınaat olarak üretmekte oldukları... Kuran bunlara "kötüdür" demiş, bunları bilmiş, görmüş. Bunlar Kuran'da yazan şeyler. İşte onların teknolojilerinin ne olduğunu Allah onlara gösterecektir deniliyor. O teknoloji de böyle devam etmeyecek. Çünkü sonuçta Allah kötüyü yok etmiyor mu? Düzenleyici bir yer var. Kötülük ilelebet gitmiyor. Allah kötüye bir noktaya kadar müsaade ediyor. Sonunda o kötü yok ediliyor. O halde bu kötü teknoloji de, sınaat de Allah tarafından yok edilecektir. Toparlarsak insanların yanlış tutum ve davranışları ile, gayri ahlaklı davranışlarıyla, yedikleri haram ile depremin büyük bir alakası vardır. Önceki konuşmamızda zaten bunu ayrıntılarıyla açıkladık. Allah hepimizi depremlerden korusun. Allah iyi insanları korusun. Hiç şüphesiz ki Allah koruyucudur. İyi insanları, kötü insanlardan ayırmasını bilendir ve onları koruyandır. O halde haram yemekten, hırsızlık etmekten, maddeye kul köle olmaktan bu saatten sonra kurtulmamız gerekiyor. Başka çaremiz yok. Allah hepimizi korusun. MANEVİ ENERJİLERİN İNSAN VE DEPREMLE İLİŞKİSİ
Bu bölümle birlikte yaptığımız celse çalışmalarına geçiyoruz. Okuyacağınız ilk celse manevi enerjilerin neler olduğunu, bunları insanların nasıl çektiğini veya çekebileceğini ve bu enerjilerin depremlerle nasıl bağlantısı olduğunu ortaya koymaktadır. (6.9.1999)
Celsedekiler: Ömer, Selda, Zeynep, Fahri. S: Rehberim konuşuyor: "Güzel enerji akışı oluyor. Hangi konuyu arzu ediyorsanız görüntü alabilir, konuşabilirsiniz." Ö: Onlara bıraksak, en hayırlısı neyse bu akşam onu yapsak, olur mu efendim? S: Şimdi görüntü oluşmaya başladı. Rehberim konuşuyor: "Daha önce söylediğimiz gibi zaten göreviniz vardır, o görevi yerine getirmektesiniz. Depremle ilgili çalışmalarınız sürmektedir. Bu görevi yaparken bildiğiniz gibi enerji alışverişi yerine getirmektesiniz. Depremle ilgili çalışmalarınız sürmektedir. Bu görevi yaparken bildiğiniz gibi enerji alışverişi olmaktadır. Bir de depremle ilgili bu çalışmalar vesilesiyle ilahi alemden değişik enerjiler alıyorsunuz. Bu enerjileri Allah'ın izniyle sizlere göstermek istiyoruz. Bu enerjiler bünyenize bazı sıkıntılar verebilir. Fakat bünyenizin, aklınızın, kalbinizin bu enerjileri hazmetmesi gerekmektedir. Ö: Bugün bu konuyu konuştuk ve tespitimiz o oldu. Hakikaten bizde bazı huzursuzluklar, baş dönmeleri vardı. Sonunda bunun bu olaydan kaynaklandığını tespit ettik. Aslında hiç birimizin birbirine karşı haksızlık etmek gibi bir niyeti yok. Şimdi o görüntüleri alalım. Nasıl faydalanabiliriz. Bunlar bizde ne yapmış, hepsini izlemek istiyoruz. S: Şimdi görüntü açıldı. Yukardan yeşil ve kırmızı enerji alıyoruz. Sarı enerji de bünyemizde var. Bu renkteki enerjileri o deprem olan bölgelere Üstadımızla birlikte veriyor, dağıtıyoruz. Ö: Sadece deprem olan yerlere mi? Olacak yerlere de mi? S: Şu an olan yerlere enerji veriyoruz. Üstatsa bizden aldığı enerjilerle olacak yerlere enerji veriyor. Ö: Üstat bizden de, enerji alıyor. Enerji veriyoruz. Ama oradaki bazı insanların isyanıyla negatif enerji iirüyor. Negatif enerji de o bölgenin biraz yukarısında bulut gibi. İsyanla iirüyor. Ayrıca o negatiflerle de mücadele oluyor aynı zamanda. Ö: O mücadele nasıl oluyor? S: Bu enerjilerle o bulut gibi şey eriyor. Bir çember içine almıyor, kırmızı bir küre içine alınıyor. O şekilde oluyor. Ö: Hangisi daha ağır basıyor? S: Dengeleme var ama bazı insanların kaderi oluyor ki, buna müdahale edilmiyor. Zaten ömürlerini de az gibi görüyorum. Ö: Yani orada bunun devamı mı olacak? S: Galiba evet.
Ö: Çünkü rüya medyumumuz Orhan Bey bu yerlerin yerle bir olduğunu görmüştü ve ağlayarak uyanmıştı. Bununla i! bağlantılı mı? Arkası gelecek mi? S: Evet arkası gelecek. Çünkü oradaki insanların etkileriyle, isyanlarıyla, Allah'a şirk koşmayla oluyor. Çoğu, "Allah'ım sen neredesin" diyor. Ö: Biz oraya devamlı enerji veriyor ve etkiyi azaltmaya çalışıyoruz. Yani yine azaltılabilir, yine yok edilebilir, bu çalışmayı daha kuvvetli sürdürebilirsek. Bu yönüyle kader değildir. İyi bak ona. Görüntüleri dürbününden al, hislerini karıştırma. S: Kader derken yanlış anladınız. Çünkü oradaki insanların bazılarının ömürleri az dedim. O bölge tamamen yok olacakmış diye söylemedim. Orada bazı insanlar isyan ediyor. Onların ömürlerini az olarak gördüm. Ö: Çektiğimiz bu enerjiler bizim ruhsal seviyemizde nasıl bir gelişme yapıyor? Mutlaka bir etkisi vardır. Ona bakalım. S: Enerji geliyor. Değişik renklerde birkaç tane enerji geliyor. Ama bir tanesini şu anda gösteriyorlar. Bu enerjinin adı "Giiven." Buradaki herkesin başının üzerinden yağıyor bu enerji. Çok güzel renkli bir enerji. O pembe taşım var ya, onun renginde. Şimdi üzerimize yağıyor, bünyemize karışıyor ve kalpte birikiyor. Sevgiyle yoğruluyor, onunla karışıyor. Allah'ın nuru, sevgimiz de pembe renkte. Öyle yoğruluyor kalbimizde. Onu hazmediyoruz şu anda. Güven azsa çoğalıyor. Yani sevgiyle birlikte dengeleniyor. Ö: Yani kendimize güven mi? S: Kendimize ve başkalarına. Ö: Başkalarına saçılıyor. Başkaları da kendine güveniyor. Bizlere de güveniyorlar belki. S: Bize bu enerjileri veriyorlar ama bizim hayatımızda da, yaşamımızda da bu enerjileri hazmetmek, çalıştırmak için bazı sınavlar oluyor, sınavlar çıkıyor karşımıza. Mesela bazılarının davranışı, hareketi, sözü sınav oluyor. Hem bu şekilde hazmediliyor bu enerji, hem bu şekilde çalışıyor, devreye giriyor. Ö: Espriyi iyi yakalayın; karşımıza çıkan her olay bizim sınavımızdır. Hazmetmek lazım, hoşgörülü olmak lazım. F: Her olayı ölçüp tartacağız yani... Ö: Ölçüp tartmak şu: Kabul, rıza... Bu kabul ve rıza bütün enerjileri hazmetmemizi kolaylaştıran bir unsur.
S: Şimdi değişik bir enerji daha geliyor. Mor renkte ama daha açık. "Saygı" adı. Aklımıza, dilimize, bir de kalbimize yine başımızın üzerinden yağıyor. Bu üç yere gidiyor. Ö: Akıl, dil, kalp...
S: Evet bu üç yere gidiyor. Oralarda birikiyor. Enerjiler daha çok oralarda yoğunlaşıyor. Onun görevleri de oralarda. Ö: Karşı mizada sınavlar çıkıyor. Aklen saygı duyacak mıyız, dil olarak saygı duyacak mıyız, kalp olarak saygı duyacak mıyız? Duyduğumuz anda o enerjiler bizim malımız oluyor. Tamamen yerleşiyor, biz daha güçlü oluyoruz ve bir üst realiteye çıkmış oluyoruz. Düşündüklerimize kızdığımız anda, saygı duymadığımız anda, nefret ettiğimiz anda o enerjiler eriyip kayboluyor. Ve güçsüz, zayıf, cılız insanlar oluyoruz. Demek ki, herşeye derin bir saygı duymamız gerekiyor. Kalbimizle, aklımızla ve dilimizle saygı duymamız gerekiyor. Yaratılmış herşeye en küçüğünden en büyüğüne kadar saygı duyacağız. Bunun bizimle ilgisi yok. Bize yapılanla ilgisi yok. Herşeye saygı duyacağız. S: Sınav karşımıza çıktığı anda bu enerjiler fiziki olarak parlıyor gözümüzle de hissediyoruz onu. Bir ipucu oluyor. Dikkatli olmamız gerekli diye bize yardımcı oluyor üstelik. Şimdi bir enerji daha var. Adı, "Hak Etme, Hak Etmeme." Açık yeşil renkte bir enerji. Merkezi; kalbimiz, elimiz, ayağımız, gözümüz, kulağımız, dilimiz... Kalp ana merkezi. Hak edip kazanırsak onlarla birlikte kazanıyoruz. Onlar aracı oluyor. Yani onlarla birlikte kazanıp kaybediyoruz. Ö: Elimize geçecek bir kazançsa elimizden alıyoruz. Bir yere gidilecekse ayağımızla gidiyoruz. Bir şey söyleyecek ya da duyacaksak, dilimiz ve kulağımız devreye giriyor. Ya da tersi oluyor bunun. S: Bir iyilik yapıyoruz; elimizle, ayağımızla. Birinden iyilik, kötülük alıyoruz ama kalbimizdeki o yeşil enerjiyle onu massediyoruz. Ö: Kabul edersek o bize faydalı oluyor. Şimdi bakın o yeşil enerji gelmeye hazır. Hak etme, kazanma enerjisi. Biri bize kötülük yaptığı anda biz bunu anlayışla, hüsnü niyetle yani gösterilmesi gereken doğru davranışla karşılıyorsak o enerjiyi çekiyoruz. Aynı şekilde birine bir iyilik yapıyorsak yine o enerjiyi çekiyoruz. Bu enerjiler şu anda akıyor mu, var mı? S: Evet, bu enerjilerin başlaması, Üstadın burada olduğu o celseden sonra oluyor. Denizli'de yoğunlaşıyor. Sadece bizim değil, oradaki o arkadaşların Üstadın, Leyla'nın hepimizin sınavı bu. O enerjiler Altındağ Alemi'nden geliyor. Orada bir koltuk ve üzerinde düğmeler vardı. O düğmelere fizikteki Ağrı Dağı'ndan enerjiler geliyor. Oradan da bize geliyor. Ö: Bir üçgen var; Ağrı Dağı, Altındağ Alemi ve bizler. Bakalım kimler neyi kazanacak neyi kazanmayacak? Peki buradaki tutum ve davranışımız ne olmalı? S: Ömer Abi şimdi bir şekil gösteriyorlar. Bu şekilde anlatacaklar. Merkez sevgi. Allah'ın yeşil nuru var. Merkezde bir çember var. Allah'ın nurunu kapsayan pembe renkte sevgi var. Bu bizim bünyemiz, kalbimiz. Enerjiler var: Güven, saygı, hak ; etme sırayla gidiyor. Hepsini saran bir hoşgörü enerjisi de var. Tekrar yine yeşil renkte Allah'ın nuru var. Ö: Allah'la başlıyor. Allah'la bitiyor. Hoşgörü enerjisi
nasıl? S: Şimdi onu gösterecekler. Hoşgörü enerjisi mavi renkte ama çok açık renkte; süt mavi. Enerjiler beynimizden giriyor. Oradan bünyemize dağılıyor. Gözümüzle, dilimizle ve kalbimizle. Gözümüzde, dilimizde ve kalbimizde o enerji birikiyor. Bütün bünyemizde var ama biriken yerler oraları. Görev yapan yerler oraları. "Affetmek" bu enerjinin diğer adı. Ö: Peki bu enerjileri biz alıyoruz da, bunun bu depremlerle bir alakası var mı, yani oralara bu enerjilerden mi veriyoruz? S: Şimdi bir görüntü oluşuyor. Enerjileri o çaresiz insanlar bizlerden alıyorlar. Allah'a sığınan insanlar o enerjileri bizlerden alıyorlar. Biz alıyoruz, biz de sınavdayız, onlar da sınavda ama bizim sınavımızın sebebi ayrı, onlarınkisi ayrı. Biz onlara aracı oluyoruz. Ö: Biz çok alalım ki onlara çok yollayalım. Biz sınavımızı kazandığımız anda insanlık kazanıyor. Bir insanın bir sınavını kazanması bütün insanlığı olumlu yönde etkiliyor. İnsanlık bir ve bütündür. Kuran bunu şöyle demiştir. "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir." Tersi de doğrudur bu ayetten hareketle: Bir insana yaşam veren bütün bir insanlığa yaşam vermiş gibidir. Çünkü insanlık bir ve bütündür. Bu enerjiler aynı zamanda bütün dünyaya da yağıyor. S: Bir de Ömer Abi bu enerjiler bizleri ve onları biraz sakinleştiriyor. Oradaki sıkıntılı olan insanları biraz sakinleştiriyor, düşündürüyor. Ö: Depremle bu enerjilerin bir bağlantısı var. Biz de görevimizi bu şekilde yapıyoruz. Demek ki görevimiz Üstadımızın buraya gelmesiyle birlikte devreye girdi. Bu enerjileri çok hazmedelim ki, bütün insanlığa, dünyaya bu I enerjileri yaymada paratoner gibi görev yapalım. Depremin 1 bilinmeyen yönleri bunlar... S: Enerjileri anlatırken bir sınavdayız. Biz bunu biliyoruz, kendimizi izliyoruz, önümüze bir şey iniyor, sinema gibi. Biz I kendimizi orada izliyoruz. Sınavı nasıl vermişiz, nasıl vermemişiz. Astralde biz bunun değerlendirmesini yapıyoruz.
DEPREMİN ÖNLENMESİNE YÖNELİK CELSE ÇALIŞMASI
Önceki celseden de anlaşılacağı gibi deprem olan veya sıkıntıda olan yerlere insanların iyi ve güzel davranışları, duaları, pozitif hareketleri otomatik olarak yardımcı oluyor. Biz naçizane olarak kendimizi izledik. Kendimizi örnekledik. Bütün insanlık, insan kardeşlerinin sıkıntılarının giderilmesine bu şekilde yardımcı olabilir. Her dilek duadır. Ve duaların hayrı çok büyüktür. Aşağıdaki celsede ise konunun başka bir yönünü göreceksiniz. Burada Allah'ın has kullarının depremin önlenmesine yönelik örnek bir çalışması ilahi alemden bir lutuf olarak bizlere sunuluyor. Ve ayrıca başka hikmetler... Lütfen anlamaya ve kavramaya çalışarak dikkatle okuyunuz. (2.9.1999) Celsedekiler: Ömer, Selda, Zeynep, Necla, Fahri.
(Celsede önce soru cevap kısmı oldu ve bir süre sohbet edildi.) Ö: Ne yapabiliriz bu akşam? Allah'ın lütfü nedir? Hangi hizmete amade olalım efendim? S: Hepiniz zaten teker teker bir görev yapmaktasınız. Bunu sizler de hissediyor, tahmin ediyorsunuz. Ö: Şu anda mı efendim? S: Şu anda, gece, gündüz, her an. Ö: Bu depremlerle ilgili olarak arkadaşlar zaten bir görev aldınız. Bu görevleri yerine getiriyorsunuz. O görev devam etsin. Onun dışında bizler şu anda neler yapabiliriz? Depreme yoğunlaşmamız gerekiyorsa yine oraya yoğunlaşalım. S: Bu mübarek celseyi açtığınız anda birçok hayırlara vesile oluyorsunuz. Deprem olan bölgelere birçok enerji şu anda gitmektedir. Ortam hayırlı bilgiler almanıza çok uygundur. Ama birkaç dakika enerji akışı olursa daha sağlıklı görüntüler alınacaktır. Ö: Oturduğumuz yerden havalandığınızı düşünün, öyle bir hafifleyeceksiniz ki. Ankara'ya Üstadın yanına gidilmesi gerekiyorsa gidelim. (Üstat Ankara'daydı.) Şu anda cem aynasından bize görüntü verebilirler mi? S: Oturuyor Üstat. Üzerinde o mavi pelerini var. Küçük bir masa var önünde, ama orada Üstat yalnız başka kimse yok yanında. O: Astralde öyje görebilirsin. Ne yapıyor? S: Bir yerlere enerji yolluyor. Ö: Çalışma yapıyor. Kendisine yardımcı olmamız gerekiyorsa olalım. Bizler naçizane yardımcılarıyız. S: Evet, bizi hissediyor şimdi. Bizim enerjilerimiz ona gidiyormuş. Ö: Üstadımıza iyi akşamlar dileyelim. Hayırlı çalışmalar diliyoruz. Fizik bedenine, fizik şuuruna sesleniyorum. Ne çalışması yapıyorsa Allah'ın izniyle onun en hayırlı şekilde gerçekleşmesinde kendisine katkıda bulunmak istiyoruz. Birlikten kuvvet doğar. S: Bizlerden enerji alıyor zaten. Bu celse boyunca biz hep ona enerji vermişiz. Ve bu devam ediyor. Şimdi rehberlerim söylüyor. "Allah'ın izniyle bu akşam celse açılmasaydı bile enerjilerinizi Üstada verecek, ona yardım edecektiniz." Ö: Ama şimdi bunu bildiğimiz için, celse ortamında olduğumuz için şuurumuzla da bu enerjiyi çok daha rahat, daha kuvvetli verebiliriz. Haydi bakalım kalbimizi Üstadımızla birleştirelim. Onun çalışmasına katkı sağlayalım. Benliğimizi, her zerremizi, ruhsal gücümüzü onun hizmetine verelim. S: Üstadın enerjisi sarı ve kırmızı renkli enerjiye dönüşüyor. Kırmızı enerji çok ve
gökyüzüne çıkıyor. Ama yerin altına da gidiyor. Hem gökyüzünde hem yerin altında oluşuyor. Ö: Deprem çalışması bu genelde anladığım kadarıyla. O gemi gibi mi görünüyor? Z: Şekli oval gibi, bir anlamda gemiye benziyor. Kırmızı yoğunlukta. Ö: O yerin altında ne oluyormuş? S: Siyah çukurluklar var toprağın altında. O çukur olan yerler kırmızı enerjiyle, bir de dışı san bir enerjiyle doluyor. Ö: Tamamlıyorlar. İnsanların maneviyatı yok etmesiyle astralde çukurlaşan yerler depreme vesile olacaktır. Şimdi manevi enerjiyle o manevi boşlukları doldurarak deprem önleniyor arkadaşlar. Bu öncelikle Türkiye için mi yapılıyor? S: Çok yerlere dağılıyor. Şimdi Türkiye'yi görüyorum ben cem aynasında. Ama yerin altı bu gördüğüm. Ama çukurlar o kadar çok ki. İnceli, kalınlı, çok fazla derin. O kadar çok böyle çukurlar var ki. Ö: Hani daha önceki celselerde görmüştük, doğal afetlerin nedenlerini. Maneviyatı yok edince insanlar o toprakların çoraklaşmasına neden oluyorlar. Toprak ölünce, madde ölünce, maneviyat boşalınca orada çukurlar oluşuyor. Dolayısıyla toprağın barınacağı zemin kalmıyor. Çünkü içindeki maneviyat bitiyor, ölüyor. Orasının yerinde kalabilmesi için, çökmemesi, un ufak olmaması için oraya manevi enerji zikretmek gerekiyor. Hadise bu kadar basit. Hani, "dağlar toz duman olur" deniyor ya Kuran'da, nedeni budur işte. Şimdi biz insanlığın yanlış yaşantı nedeniyle yok ettiği maddenin içindeki maneviyatı bu çalışmayla maddeye veriyoruz ve çöküntüleri engelliyoruz. Kuldan gelmesin Allah'dan gelsin. Çünkü ondan geldi mi hep hayırlıdır. Üstadın haberi var mı bu çalışmalardan? S: Kim olduğunu anlayamıyorum, bir yerlerden enerji alıyorum diyor. Pozitif enerji diyor. Evliyalarımızdan mı, Peygamberlerimizden mi acaba diye düşünüyor. Ö: Fiziki güç bu, Üstat fizik güç. Evliyadan gelmez. Z: Üstat çok büyük. Ö: Maneviyatını gördün. Şimdi onun bulunduğu yere biz de oturalım, ona daha iyi destek verebilmek için. İki medyum yanına geçsin. Selda öyle gör. Bu da bir çalışma olsun. Bizler de yanınıza geçelim. S: Ben bir yere oturuyorum ama birinin üzerine oturuyorum gibi hissettim. Ama kim? Ö: Orada astral olarak başka varlıklar olabilir. S: Başka görevliler daha var orada, bu depremle ilgili görev alanlar. Çok büyük zatlar bunlar. Ö: Bunlar fizik bedenli mi, manevi varlıklar mı.
S: Manevi varlıklar. Ö: Rahatsız etmek istemeyiz haşa biz yanlarına da ilişiriz. Yoksa haddimizi biliriz, geri de dönebiliriz. Birlikte Üstatla çalışıyorlar. Peki yanına dizlerinin dibine ilişelim. Yahut bir hilal gibi oluşalım. Hangisi hayırlıysa o olsun. Yanında duralım ve o çalışmasını sürdürdüğü müddetçe yanında olalım. S: Şimdi bir daire şeklindeler. Ne kadar büyük zatlar... Ö: Üstadın rehberleri var. Biri Abdülkadir Geylani, biri Ahmet Yesevi, biri Mevlana Hazretleri, diğeri Muhittin Arabi Hazretleri. S: Başkaları daha var ama kim onlar bilemiyorum. Bir daire oluşturmuşlar biz de o dairenin dışında kaldık ve oraya Üstadın hemen arkasına ilişiverdik. Z: Üstat ve oradakiler o kadar heybetliler ki. S: Kendi aralarında başka konuşmalar oluyor. Çok enerji akışı oluyor. Üstat bizden enerji alıyor. Ö: Peki ne yapıyorlar biraz bize izlettirebilirler mi? Hani işin tekniğini kavramak açısından soruyoruz. S: Yeşil nurla dolu hepsi. Hepsinin başında yeşil kurdele gibi, kuşak gibi bir şey var. Ama o ne anlayamadım. Galiba yapılan o görevle ilgisi var. Ö: Bizler de var mı o kuşak? S: Yok. Biz sadece Üstada fizik enerjimizi veriyoruz o kadar. O görevle ilgili başka bir şey göstermiyorlar. Ö: Allah gazalarını mübarek eylesin. Her şeyin çürümesi gibi, maddenin, kayanın, taşın çürümesi de böyle oluyor. Başka ne yapabilriz? Z: Önümden dalgalanarak bir şey geçti. Tortu gibi. O tortular birikmiş de etrafta, dünyada dolanıyorlar gibi. Ö: Ama celse odamıza öyle bir tortu nasıl girer? Bir yere gitmiyoruz, buradayız. Celse odasının dışına çıkmıyoruz. Ne yapılabilir bu konularda görüntü verebilirler mi bize? S: Dünyayı görüyorum ben cem aynasından. Yukarı doğru yeşil bir kanal açık. Dünyanın üzerinde yeşil bir kanal var şu zamanda. O kanal devamlı açık duruyor. Kalın bir kanal. Sanki o yeşil kanal dünyanın yerinde durmasını sağlıyormuş gibi gördüm. Bir de alttan destekleyen, yeşil enerji veren bir şey daha var. Yeşil, beyaz enerji veriyor. Ö: Allah iyi kullarının yüzü suytı hürmetine dünyayı koruyor. Yoksa insanlık kendi kendini mahvetti arkadaşlar.
S: Dünyanın yerinde durmasını sağlayan şeyler bunlar sanki. Dünya dönüyor ama, dönmesini sağlayan bir şey var; bir ok. Dünyayı destekliyor, dönmesini sağlıyor. O ok dönerken hep enerji veriyor ve dünyayı destekliyor. Biraz daha yakını gösteriyorlar; bir yer görüyorum, yeşil küre içinde bir yer var. Başka bir yer daha küre içinde. Ama Türkiye'nin Marmara Bölgesi büyüklüğünde bir yer burası. Böyle üç yerde daha var. Yeşil küre içine alınmışlar. Oradan sesler duyuluyor, çığlıklar duyuluyor. Ö: Ama yeşil küre pozitiftir, yani Allah'ın nurudur. Buna rağmen niye çığlık duyuluyor? S: Ama orası negatif bir yer. Başka yerlere zararı olmasın diye yeşil küre içine alınmış. Ö: Yeşil küre oradaki negatifin dışarıya yayılmasını engelliyor. Dünya haritasını düşünürsek buraları nereler oluyor?... S: Yer göstermiyorlar. Daha önce gösterdiğim o yer var. Bir tanesi orası. Dünya haritasını gözümüzün önüne alalım, biri ortada üst tarafta, ben sadece böylesini görebiliyorum. Biri de biraz daha alt sağda, o deminkine göre. Ö: Yani Avrupa ve Afrika gibi. Peki orada ne olmuş ki yeşil küreler o sıkıntının diğer taraflara yayılmasını engelliyor. Ona bir bakalım, insanların durumu nasıl. S: Sanki buradakiler hep negatiflere esir olmuş. Ö: Peki içlerinde hiç iyi insan yok mu? Onlar ne durumda. S: Var. Beyaz enerjiyle görüyorum onları. Ö: Oralarda felaketler olsa bile Allah o insanları bir şekilde koruyacaktır. Ben öyle hissediyor, öyle olması gerekir diye düşünüyorum. S: O insanlar orada etrafa mutluluk saçıyor sanki. Ö: Allah yardımcıları olsun. S: Şimdi önümde dünya var. Tepesinden içine doğru bakıyorum; zift var, batak gibi, simsiyah. Orada yüzenler var. Pis bir koku geliyor. Ö: Sıkıntı bu, dünyanın sıkıntısı bu yani. O da patlayıp yerüstüne çıkmak istiyor. S: "Fokur fokur" ediyor. O: Peki bu ziftin oluşmasının sebebi neymiş, nasıl oluşmuş? S: Birkaç kişinin sözlerini duyuyorum. İsyan ediyor, "Allah yok" diyorlar. Ö: İnsan rahmete, Allah'a sırtını döndümü bu oluyor. Allah'a inanmıyorlar. S: O söyleyen insanlar kalplerindeki kiri dışarıya çıkarıyorlar ve kafalarını çeviriyorlar. O şeyle nasıl hızlı çeviriyorlar kafalarını ve o şekilde negatif enerji yayıyorlar. Kafa
dönüyor böyle. Kalplerinden çıkan o kirli enerji de merkezde toplanıyor. O merkezde şeytan bir zemin hazırlamış. Çok küçük bir şey koymuş; yumruk kadar bir zift var. Ama şeytanın onu oraya yerleştirmesine Rabbimiz izin vermiş. İnsanlar da onu büyüttükçe büyütmüş. Ö: Öyle tutabilirlerdi, büyütebilirlerdi. Bu insanlığın artı, eksi sınavı. Demekki onun oraya konulması gerekiyormuş. İnsanın da sınavı onu büyütmemek. S: Artık neredeyse dünyayı kaplamış. Onu o kadar çok büyütmüş insanlar. Z: Kafalarını kaldırsalar yukarıdaki yeşil nuru görecekler. S: Bu sefer yeşil nuru alıp verecek o zifti yok edecekler, ama görmüyorlar. Ö: Şimdi negatifleri gördük. Bir de pozitiflere bakalım, onların eğilimi nasıl oluyor? "Allah'a şükür" diyen, ibadet edenlerin durumu nedir? S: Yeşil nur var kalplerinde. Ö: O nur o siyahlığı eritmiyor mu, oraya gitmiyor mu? S: Çok az, çok az. Ö: Peki o nasıl yok olacak? Altınçağda buna gerek yok. Hani sen bir rüya görmüştün, yerden ateş topu çıkıyor. Yukarıdan da çıkıyor, patlama oluyor. Bunlarla bir bağlantısı var mı? Gösterebilirler mi bir zararı yoksa? S: Ömer Abi aynı o şekilde bakıyorum ben dünyaya, ortası zift gibi demiştim ya hani. Şimdi dünyanın altından bir ateş topu geliyor. Yavaş yavaş yukarı doğru çıkıyor. Üzerinden de aynı bu şekilde ateş topu yaklaşıyor. Biri birine giriyor ve o zifti eritiyor. Hareketleri aynı. O siyahları eritiyor o ateş topları ama onlarda felaket... Ö: Siyahlık erirken de bir yer sarsıntısı oluyor. Deprem böyle oluyor yani. O zaman bu Allah'ın takdir ettiği bir metot. O zaman ateşi gördün sen. Çok büyük olaylar olacak demektir bu manada. Başka neler verebilirler? S: Ömer Abi hepimizi o beyaz insanlar gibi görüyorum. Hani orada görmüştük, onlar gibi görüyorum. Ö: Demek ki siz hiç endişe etmeyin biz sizi koruruz diyorlar. Bakın burada şu netice görülüyor. Hani o diyelim ki ateş topu geldi siyahla çarpışacak. O siyah insanlarla çarpışacak. Yani beyaz insana gitmeyecek. Güzel esprileri yakalıyoruz. Başka var mı? S: Yok galiba. Ö: Vereceklerini versinler güzel görüntüler bunlar. Bir de bu felaketler ne zaman biter? Felaket demeyelim de bu dengelemeler ne zaman biter. Sonra ne olur? Yeni dünyanın şekli ne olur? S: Şimdi o ateş toplarını görüyorum ben yine onlar hareket etmeye başlamışlar. Zaman
yavaş yavaş bitecek onlar çarpıştığı anda. "Bu da bir kaç yıl sürer" diyor rehberim. Ö: Kaç yılı var bu işin, peki geride iyi insanlar mı olacak? S: Bir gezegene alınma yok. Ama o çarpışma olduktan sonra sanki böyle ikiye ayrılıyor gibi görüyorum ben ama hiçbir şey de olmuyor. İnsanın akciğerleri gibi. İnsanlarda onun üzerinde ama...
Ö: Allah'ın takdiri gelinceye kadar kulun yarattığı depremleri önlemeye çalışıyoruz. Niye ızdırap çekelim evimizde güzel güzel oturmak varken. 2000 yılında Altınçağ başlıyor. Altınçağa safha safha geçiliyor. Bundan sonra güzellikler de olacaktır diye düşünüyoruz. S: Sizlere şunu söylemek istiyorum. "Allah'ın izniyle 2002 yılında beklediğiniz mübarek güzellikler olacaktır ki o zamana kadar olması gereken güzellik bu sınavı vermenize bağlıdır. Allah sizlerden razı olsun." Ö: Allah sizden razı olsun. S: "Allah razı olsun. Hayırlı geceler" diyorlar.
2. KISMIN SONU KARANIN VE DENİZİN KARANLIĞI (Deprem, İnsan ve Yeniçağ) 3. KISIM
GÜNEŞ TUTULMASI VE YER HAREKETLERİ
Yüzyılın son Güneş Tutulması 11.08.1999 tarihinde gerçekleşti. Bu güneş tutulmasının belirgin özelliği bu yüzyılın ve bu bin yılın son güneş tutulmasıdır. Yüzyılların, beş yüz yılların ve bin yılların ruhsal literatür açısından baktığımızda çok büyük önemi olduğunu söylemiştik. Tekamül merdiveninde ilerleyen insanlığın üst basamaklara çıkmasında zamanın bu katlamalarından yararlanılır. Üstelik kapısı açık kalpler ve işletilebilen akıllar için 2000 yılından sonra safha safha yeni bir çağa (Altınçağa, Mutluluk Çağına) geçileceği bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla insanlığın mevcut konumunu terk ederek, adeta ilkokulu bitirip ortaokula geçmesi gibi yeni bir anlayış ve yaşam içine giriyor olmasında ilahi nizamın Ay ve Güneş hareketlerinden her zamankinden daha fazla faydalanacak olması ve faydalanıyor olmasına şaşmamak gerekir. Takdir edilmelidir ki dünyada çok önemli bir değişiklik oluyorken, onunla kader bağı içinde bulunan Güneş, Ay ve hatta diğer bazı gezegenlerin
bu olaya kayıtsız kalması beklenemez. Zaten her iki yıldızdan sorumlu varlıklar bu olayda üzerlerine düşeni yapmışlardır. 11.08.1999 günü Güneş Tutulması sırasında yaptığımız celseyi bu bölümden sonraya koydum. Yeryüzü birkaç yıl içerisinde önemli ölçüde coğrafik değişikliğe uğrayacaktır. Dünyada kıtaları denizlerle yer değiştirtecek şiddette depremlerin olacak olması bu devir insanlığının bir kaderidir. Ve insanlar aslında her zaman rastlanamayacak bu deneyimi yaşamakla karmalarının birçok olumsuz yönünü giderme ve ıslah etme imkanına sahip olacaktırlar ve olmaktadırlar. Ama bu işin ayrı yönüdür. Deprem ve Güneş Tutulması arasında kuvvetli bağlar vardır. Tutulmayla birlikte oluşan değişik çekim gücü bu devirde yer hareketlerinde istenilen neticeyi daha düzenli bir biçimde almayı sağlamıştır. Daha önceki tutulmalardan farklı olarak bu defa Ay ve Güneş değişim olayının başlangıcında kendi üzerlerine daha çok görev almışlardır. Hemen buradan şu akla gelmemelidir. Güneş Tutulmasından beklenen bu zamanki amaç depremlerin olması değil, tam tersine dünyadaki hareketlerin ilahi murat doğrultusunda düzenli olarak gerçekleşmesidir. Yoksa iş insanın kendi yarattıklarının sonucuna bırakılsaydı bugün dünya çoktan dağılmış olurdu. Şu husus tekrar gözden kaçırılmamalıdır. Kuran'da Zelzele Suresi vardır. İniş sırası 91 ve Kuran'daki sırası da 99'dur. Yani 99/91 şeklinde yazılır ki; tersten okunuşu 1999 eder ve bu sure 8 ayettir. 1999 yılının 8. ayından itibaren Kuran'da geçen zelzelelerin başlayacağını öngörebiliriz. Bunlar hesaplanmış işlerdir ve son yüzyılın Güneş Tutulması da 1999 yılının 8. ayına denk gelmektedir. Bugünkü bilim depremin ne zaman olacağını tespit edememektedir. Ayrıca yine bugünkü bilim deprem ile Güneş Tutulması arasında kesin olarak bir bağ tespit edememiştir. Fakat bu tespiti gizli bilimler veya henüz pozitif bilim sahasına çekilememiş bilimler gerçekleştirmişlerdir. Bununla beraber gerek bilimsel bazı teoriler ve gerekse Güneş Tutulmalarından sonra tespit edilen coğrafik hareketler bu konunun tartışılmasına vesile olmaktadır. Bu noktada son zamanlarda gazete ve dergilerde çıkan Güneş Tutulması ve deprem bağlantısını konu alan birkaç yazı ve paragrafa göz atabiliriz. Bunlardan ilki 14.11.1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde çıktı. Yasemin Boran imzalı yazıda şunlar yazıyor: "İki kere iki dört eder prensibinin dışında da prensipler olabileceğini varsayarak düşüncelerimin perspektifini açmaya çalışıyorum. Ve bilim insanlarının da bu yolda olmaları gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki, depremden iki saat önce bile aygıtlarının saptayamadığı deprem hakkında "Güneş Tutulması'nın hiçbir etkisi yoktur" diyebilecek durumda olmadıklarını düşünüyorum. Geliştirdikleri hangi cihazlarla böyle bir sonuç çıkardıklarını doğrusu çok merak ediyorum." "Güneş Tutulması'nın meydana geldiği an, dünyaya göre çekim gücünü hepimizin çok iyi bildiği iki gök cisminin birleştiği an. Bu iki gök cisminin birlikte yarattığı çekim gücünden elbette ki, dünya nasibini alacak. Ve aldı da... Bu sırada dünyanın ekseninde derecesini hesaplayamayacağım bir kayma meydana geldi. Bunu da basit bir pusulayla tespit edebilirsiniz."
"Pusulanın kuzey-güney istikametini gösterdiği ibreler tutulmadan önceki yerleri tam olarak göstermiyor. Küçük bir oynama var." "Dünyanın eksenindeki en ufak bir oynamanın bile yeryüzü üzerinde ciddi sonuçlar yaratacağını ilkokul eğitimi almış biri bile tahmin edebilir." "Sonuç olarak Güneş Tutulması'nın meydana geldiği günün ardından önce Türkiye'de deprem oldu ve sallanmaya devam ediyoruz. Ardından Amerika açıklarında altı ada sulara gömüldü ve yükselen sular Amerika sahillerindeki bazı kasabaları da içine almış bulunuyor. Çin'de iki milyon kişi sel felaketi yüzünden evsiz kalmış durumda. Kuzey Kutbunda bin civarında aysberg kopmuş bulunuyor. Sicilya'da, Etna, Meksika'da Popocatepeti yanardağları harekete geçti. Atina'da meydana gelen deprem felaketi daha geçen gün oldu. Ve bütün bunların üzerine bilim insanlarına; 'hala Güneş Tutulması'nın hiçbir etkisi olmadığını iddia ediyor musunuz' diye soruyorum." 24.09.1999 tarihli Milliyet Gazetesi; "Güneş tutuldu böyle oldu" başlıklı bir haber yayınladı. Burada tutulmadan sonraki doğa felaketlerinin bir kısmından bahsediliyor: "13 Ağustos- ABD'de hortum: Saltlake kentini savaş alanına çevirdi: Bir ölü, 150 yaralı. 17 Ağustos- Marmara depremi: 7.4 şiddetindeki depremde son belirlemelere göre 16 bin kişi öldü, 24 bin kişi yaralandı. 24 Ağustos- Bret kasırgası: Son 18 yılın en şiddetli kasırgası olarak tanımlanıyor. 30 Ağustos- Dennis kasırgası: ABD'de Florida \c kıı/cv Carolina boy unca etkili oldu. 7 Eylül- Atina depremi: 5.9 şiddetindeki deprem, 143 kişinin yaşamını y itirmesine neden oldu. 17 Eylül- Floyd kasırgası: ABD'nin doğu kıyısını etkisi altına alan kasırgada 42 kişi öldü. 21 Eylül- Tayvan depremi: 7.6 şiddetindeki depremde ölü sayısı 2 bin 100'e ulaştı." Bu iki gazete haberinin ardından "Bilim ve Teknik" dergisinin Ağustos 1999 sayısında yer alan iki bilimsel makaleden söz edebiliriz. Bu makaleler aslında bilim çevrelerinde de bu konunun değerlendirildiğini gözler önüne seriyor. Bunların ilki Güneş Tutulması ve dünya dönüş hızı arasındaki bağlantıyı tarihsel bir süreç içinde ve adeta kesin olarak ispatlıyor: "Tutulmaların periyodunu bilmek, yalnızca gelecekteki değil geçmişteki tutulmaların da tam tarihlerinin saptanabilmesini sağlıyordu. Bu sayede geçmişteki kimi olayların tarihleri tam olarak saptanabildi. Çinli ve Babilli gökbilimcilerin tersine Eski Yunanlı ve Romalı gökbilimciler Güneş Tutulmalarını düzenli olarak kaydetmediler. Ortaçağda düzenli kayıtları Arap gökbilimciler tuttular. Avrupa'da da 9. yüzyıldan sonra manastırlarda düzenli kayıtlar tutuldu. Binlerce yıllık bu kayıtlar, günümüzde çok farklı bir alanda bilim adamlarının çok işine yaradı."
"MÖ. 136 yılının 15 Nisanında, sabah saat 8.45'te Babil karanlığa gömüldü. Ay, yıllardan sonra bir kez daha Güneş'in önüne geçmişti. Gökbilimciler olayı tüm ayrıntılarıyla kaydettiler: Güneş, 24'lik açı yaptığı sırada tam tutulma oldu. Venüs, Merkür ve yıldızlar görünür oldular. Görünmemesi gereken Jüpiter ve Mars gökyüzünde belirdi." "Günümüz gökbilimcileri, Ay'ın ve Güneş'in hareketlerini bir bilgisayar programıy latıpkı geri sarılan bir filmde olduğu gibi- geriye aldıklarında çok şaşırdılar. Çünkü MÖ 136'daki tam Güneş Tutulması'nın izlenebileceği hattın, Babil yerine İspanya dolaylarından geçmesi gerekiyordu. Ama tutulmayı Babilliler gerçekten görmüşlerdi. Buradan yola çıkan bilim adamları Dunya'nın o zamandan beri 3 saat kadar geri kaldığını; Dünya'nın dönüş hızının düşmüş olduğunu buldular. (Bir önceki bölümden hatırlanacağı gibi medyumlarımız celsede dünyanın dönüş hızına yardımcı olan ok şeklinde bir enerji görmüşlerdi. Bu dönüşün düzenli olması insanlığın geleceği açısından çok önemlidir.) Güneş Tutulması kayıtları yalnızca insanların tutulma sırasında nasıl davrandıklarını ortaya koymakla kalmamış Dünya'nın dönüş hızının düştüğünün de ortaya çıkmasında işe yaramıştı." Son olarak Bilim ve Teknik Dergisi'nin, "Science Dergisi'nin" 02.07.1999 tarihli bir yazısından aldığı değerlendirmeyi sunuyorum. Bu ya/ı dünyanın kütle çekimi ile Güneş Tutulması arasındaki bağı değerlendiriyor: "Dünya'nın kütle çekimi Güneş Tutulmalarından etkileniyor mu? Gezegenimizin kendi ekseni etrafında döndüğünü kanıtlamak için geliştirilmiş Foucault (Fuko) sarkacıyla yapıları eski bir gözlem, NASA araştırmacılarının dikkatini 11 Ağustos'ta gerçekleşecek Güneş Tutulması üzerinde yoğunlaştırdı." "Foucault sarkacı, 1851 yılında Fransız gökbilimci Jean Bernard Leon Foucault tarafından geliştirilen ve yıldızları gözlemeye gerek duymaksızın Dünya'nın döndüğünü kanıtlayan ilk araç. Uzun bir iple tavana tutturulmuş sarkacın salınım düzlemi değişmez. Fakat altındaki zemin Dünyanın dönüşüyle döndüğü için sarkacın üzerinde gidip geldiği iz dönüyor gibi görünür. Bu dönüş turunu kutuplarda tam 24 saatte tamamlarken, bu süre ekvatora yaklaşırken uzuyor (örneğin, Paris'te 32 saat)." "Güneş Tutulması ile Dünya'nın kütle çekimi arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Bu sorunun tarihçesi, aynı zamanda amatör bir gökbilimci olan 1988 Nobel Ekonomi Ödüllü Maurice Allais'in bir savına dayanıyor. Allais, 1954 ve 1959 yıllarındaki tam tutulmalar sırasında labaratuvarındaki Foucault sarkacının hareketinde "dikkat çekici gariplikler" saptadığını öne sürmüş. Bir tutulma sırasında sarkacın altındaki düzlemin, olması gerekenden 0.15 derece daha fazla hareket ettiğini, bunun da sarkacın sallanma hızında küçük bir artış anlamına geldiğini söylemiş. Buysa yerçekiminde çok küçük (1 g'nin üç milyonda biri) bir artışa işaret ediyor." "Amatör gökbilimcinin yayımladığı "Kütle Çekimi Yasalarının Yeniden Gözden Geçirilmesi mi Gerekiyor?" adlı makale kimsenin dikkatini çekmemiş; ta ki yerçekimi konusunda İnternet'te tarama yapan bir NASA araştırmacısı tarafından fark edilinceye değin." "NASA'nın Marshall Uzay Uçuş Merkezi'nden David Noever, şimdi meslektaşı Ron Koczor ile birlikte gelişken bir kütle çekim detektörü kullanarak, 11 Ağustos'taki Güneş
Tutulması sırasında Allais'in savının gerçek olup olmadığını saptamaya çalışacak. NASA ekibi, elde ettiği sonucu Ldcon Inc. adlı kütle çekim sayacı (gravitometre) üreten bir şirketçe yürütülecek benzer bir deneyin sonuçlarıyla karşılaştıracak. Sonuçlar ayrıca, Avrupa'da tutulma hattı üzerinde yer alan Foucault sarkaçlarıy la yapılacak gözlemlerle de karşılaştırılacak." ""NASA ikilisi, tutulmanın kütle çekim değerinde bir değişiklik yapacağına inanmamakla birlikte Noever, "belli olmaz; belki de Allais önemli bir şey yakalamış olabilir" diyor. Olası değişikliğin nedenleriyle ilgili açıklamalarsa bir hayli spekülatif: Adaylar arasında uzay boşluğundaki kuantum dalgalanmalarıyla, Güneş ışığının perdelenmesinin radyasyon basıncında yol açabileceği değişimler bulunuyor." Bütün bu teoriler ve tutulmalardan sonra gözlemlenen gelişmeler insanlığın bu çok önemli değişim döneminde Güneş Ay ve hatta diğer gezegenlerin üzerine düşeni yaptığını ve daha da yapacağını göstermektedir. Diğer birçok fiziksel ve ruhsal verileri de hesaba kattığımızda bundan sonra dünyanın yüzey şekillerinde büyük değişikler olacağını öngörebiliriz. Bunlar ilk bakışta felaketmiş gibi gözükse de Allah'ın iyi kullarını daima koruyacağını ve aslında bu değişikliğin insanlığın en gelişmiş çağına zemin hazırladığını bilerek, 11.08.1999 tarihli, Güneş Tutulmasını izlediğimiz celsey e geçebiliriz.
GÜNEŞ TUTULMASININ MANEVİ YÖNÜYLE İLGİLİ CELSE ÇALIŞMASI (11. 8. 1999)
Celsedekiler: Üstat, Ömer, Selda, Zeynep, Kadir, Bahar, Zülfe, Fahri. S: Cem aynasının dışı siyah parlak enerjiyle sarılı. İçi beyaz oldu. Görüntü açılıyor. Ay'ı ve Güneş'i görüyorum. Ay'a bir sağ el enerji veriyor. Sadece sarı renkte bir el görüyorum. Tutulma oluyor şu anda. Dünyaya, yukarı alemlere değişik renkte enerjiler saçılıyor. Siyah parlak enerji, beyaz ve sarı renkte enerjiler yoğunlukta ama diğer renkler de var. Mavi, kırmızı, pembe, yeşil, değişik renkler var. Sesler duyuluyor: "Ya Rab bu mübarek olayı hayırlara sen vesile et. İnsanlığa tüm alemlere hayırlı olsun" sesleri duyuluyor. Bu şekilde dua ediliyor. Ü: Peki bu olayın hikmetini bilen görevlilerimiz gelsin. Ay'ı buradan incelemenin ve dünyanın hayrına, alemlerin hayrına vesile olmak için ne gerekiyorsa yapalım. Hem bilgi, hem eylem... S: Şimdi cem aynasında rehberleri görüyorum. Hepsinin başının üzerinde bu tutulma oluyor. Hepsinin başının üzerinde oluşmuş bu görüntüler. Enerjiler alıyorlar. Şükrediyorlar, ışık halindeler. Ü: Buradaki zatlarla (Yediler Türbesi) konuşabiliriz. Tabii bu zatların bu konuda bilgisi olmayabilir. S: Şimdi bu zatları görüyorum. Yeşil enerjiyle dolu yedi kişi burada. Bir tanesi konuşacak. Selam verdi bizlere. "Üstadım Allah razı olsun sizlerden, dualarınız kabul olsun" diyor.
Ü: Bize söyleyecekleri var mı? Bizim çalışmalarımız malum. Onların yaptıklarını biz de başka türlü yapmaya çalışıyoruz. S: "Naçizane enerjilerimizle bu görevde sonuna kadar sizlere yardımcı olacağız. Celselerinizde bizleri de anarsanız memnun oluruz." Görüntü kayboldu. Şimdi rehberleri görüyorum. Üstat sizin rehberleriniz görüntüde, kendi rehberlerimiz görüntüde. Hepsi enerji alıyor şu an. Enerji akışı oluyor. Enerji akışından sonra rehberlerimizin yanına mübarek bir zat gelecek bu bekleniyor. Fakat şu anda enerji akışı oluyor. Allah'ın izniyle bu mübarek enerjileri bizim hazmetmemizi istiyorlar. Bir kaç dakika enerji akışının olmasını naçizane bizlerden istiyorlar. Şimdi yine cem aynasından rehberleri görüyorum. Rehberlerin yanında bu türbede bulunan evliyalar var. Eyüp Sultan Hazretleri, M ev lana, Yunus Emre, Atatürk, birkaç evliya daha var. Sarı küre içindeler. Bu küreden sarı renkte bir kanal açılıyor. Biri geliyor. Enerjisi, ışığı çok fazla. Daire şeklindeydi burada bulunan evliyalar, rehberler, o daireden o ışık halindeki varlığa kapı açtılar. Rehberlerin önüne geldi, enerjisini düşürdü. Onlarla el ele tutuştu. Enerji akışı oluyor. Onlara enerji veriyor. Ve ortaya doğru geldi. Rehberlere, evliyalara selam verdi. Bizlere de selam verdi. "Allah'ın izniyle naçizane bu mübarek bilgileri sizlere sunmam için ben görevlendirildim" diyor. j Ü: Kimmiş acaba? S: "Naçizane Allah'ın kulu, Ay'ın sorumlusu, görevlisiyim." Şimdi Ay 'iri* görevlisi yukarı doğru enerji veriyor. Güneş'e enerji veriyor. Güneş'ten sanki bir şey ayrılıyor ve enerjiyle ışık halinde bu Ay'ın görevlisinin geldiği kanaldan bu varlıkta gelecek. Bu da açık sarı renkte. İşık halinde geliyor bu zat da. Yine rehberler ve evliyalara enerji verdi vc Ay'ın görevlisinin yanına geldi. Selam verdi: "Naçizane ben Allah'ın kulu, Güneş'in sorumlusu, görevlisiyim" diyor. İnsan şeklinde Üstat bu zatlar. Şimdi Ay'ın görevlisi yukarıdan, dalıa parlak enerji alıyor. Güneş de beyaz ve sarı enerji alıyor. Yukarıdan Allah'ın nuru, yeşil enerji, ışık yağıyor. Dünyaya, alemlere Allah'ın nuru yağıyor. Ay, siyah parlak enerjisini vererek Güneş'in etrafında dolanıyor. Daha parlak enerjisinden veriyor Güneş'e. Ay'ın görevlisinin, Güneş'in görevlisinin kalplerine bakıyorum. Zikir ediyorlar, dua ediyorlar "Ya Allah" sesleri duyuluyor. Bu şekilde zikrederek görevlerini yapıyorlar. Ve bu mübarek enerjilerden insanlara, alemlere enerjiler gidiyor. Pozitif enerjiler yayılıyor. İnsanların üzerlerinde negatif tesirler, insanların sırtına yapışmış negatifler var şimdi görüntüde. Ben bu görüntüleri Ay'ın görevlisinin kalbinden alıyorum. Negatiflere enerjiler gidiyor. Bu şekilde insanlar bu enerjileri alıyorlar ve negatiflerin tesirinden biraz olsun kurtuluyorlar. Ay o siyah parlak enerjiyi Güneş'e verdi. Güneş şimdi siyah parlak enerjiyle doldu. Ay ise sarı rengi aldı. Yavaş yavaş Güneş de sarı rengi almaya başladı. Dünya'nın üzerine bu siyah parlak enerjiyi zırh gibi veriyor, sarıyor. "Bu mübarek zamanlarda Allah'ın izniyle dünyamızı bir nebze olsun negatif tesirlerden koruyacaktır" diyor Güneş'in görevlisi. Şimdi Güneş'in görevlisinin kalbinde bir görüntü oluştu. Pozitif alemleri gösteriyor. O alemler beyaz, yeşil renkte ama dışı siyah parlak enerjiyle sarılmış. Bu şekilde pozitif alemler dünya gibi siyah parlak enerjiyle zırh gibi korunuyor. O görüntü kapandı. Şimdi Güneş'in sorumlusu konuşuyor: "Üstadım Rabbimizin izniyle akşamki yaptığınız mücadeleler çok hayırlara vesile olmuştur. (Bu mücadeleyi anlatan başka kitaplarımız yayına hazırlanmaktadır.) Allah sizlerden razı olsun. Bugünkü görevimizde rahatlıkla ve huzur içinde enerjilerimizi tam olarak verebilmemiz için tahmin
edemediğiniz kadar çok faydanız olmuştur. Allah razı olsun sizlerden, Peygamberimizden, peygamberlerimizden" diyor. Şimdi görüntü kapandı. Şimdiki görüntüde yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Ay'ın görevlisi sağ elini kalbinin üzerine koyarak, "Allah razı olsun sizlerden" diyor. Evliyalarımız gidiyor. Görüntü kapandı şimdi. Ü: Allah hepsinden razı olsun. ZELZELE SURESİ'NİN CELSE YOLUYLA İNCELENMESİ (9.9.1999) Bu surenin sırları bir lutuf olarak bize sunulmuştur. Bu celseden önce surenin nuruna veya vibrasyonalitesine uyum sağlayabilmemiz için grup olarak sureyi toplam 99 kere okumamız istendi. Gayret göstererek her birimiz sureyi 99 kere okuduk. Celse açıldığında gördük ki bizim bu istekli halimize karşılık olarak rehberlerimiz de celse için çalışma ve özel hazırlık yapmışlar. İşte bu bilinç ve duygu içerisinde celsemize başladık. Celsedekiler: Ömer, Selda, Zeynep, Fahri. Ö: Bugün Zelzele Suresi'ni incelemek istiyoruz. Bu surenin önce Arapçası'nı okuyalım. F: (Arapçasını okudu.) Ö: Türkçesini okuyalım. F: "Yer kendisine mahsus bir sallantıyla sarsıldığı zaman, ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman, dehşet içinde kalan insan, buna ne oluyor dediği zaman, işte o gün, yer Allah'ın ona telkin buyuracağı vahiy ile, lisanı hal ile kendi hadisatım nakledecek, o gün nas amellerinin cezasını görmek üzere tek olarak hesap yerinden geri dönecekler. Her kim zerre ağırlığında hayır işlerse onu görecek, zerre ağırlığında şer işleyen de onu görecek." Ö: Allah'ın izni ve lütfü keremiyle biz bu Sure'yi incelemek istiyoruz. Görüntü olarak bize verebilirler. S: Şimdi benim rehberim konuşuyor: "Allah'ın izniyle sizlere hayırlı akşamlar dilerim. Yine Rabbimizin izniyle bu mübarek Sure üzerinde görüntü almak, vermek üzere bizler hazırız. Bu konu üzerinde bizler de çalışmalarımızı tam yapmış bulunuyoruz. Sizlerin de bu çalışmaları, hazırlıkları yaptığınızı biliyoruz. Allah sizlerden razı olsun." Bu mübarek Sure'yi iki kere daha okumamızı istiyorlar. F: (İki defa daha okudu.) S: Bizden cem aynasına enerji gidiyor. Bu okuduğumuz Sure'nin enerjileri cem aynasına gidiyor. Rehberlerin enerjileri de gidiyor. Rehberler üç kere tekbir getiriyorlar. Zilzal Suresi cem aynasında Arapça olarak oluşmaya başlıyor. İyice netleşmeye başladı. Hepimizin kalbinde, içinde bir heyecan var. Her ayet sanki açılıyor. Her ayetin üzerinde ayrı görüntüler var. Dürbünle bakıyorum, gerektiğinde ayar
yapıyorum. O ayarı yaptıkça daha ayrıntılar görülüyor, görülecek. Ayetlerin kapısı açılınca bu görüntüler teker teker alınacak. Şu an daha açılmadı, enerji akışı oluyor sadece. Bize, rehberlere enerji geliyor. 1. ve 5. ayeti çok fazla sallanıyor. Yeşil küre içinde bu ayetler. Yine rehberlerin sesini duyuyorum tekrar tekbir getiriyorlar. Ö: Görüntüler gösterilecek hazırlıklar yapıldı. Hem biz hazırlandık hem rehberlerimiz hazırlandı. S: Şimdi Sure'nin üzerinde kapı oluşmaya başladı. Yeşil ışıkla o kapı belli oluyor. Kulpu yok. İki kanatlı ve iki kanadı birden açılıyor. Çok fazla enerji var. O: Allah böyle bir Sure yaratmayı insanlara uygun bulmuş. O'nun hikmetinden sual olunmaz. Nasiplendir bizi Ya Rabbim... S: Yavaş yavaş o yeşil enerjiden bize geliyor. Bizdeki enerjiyle birleşiyor ve vibrasyonel seviyemiz daha çok yükseliyor. Ö: Enerji hazmı için böyle ağır gidiliyor. Çok önemli şeyler gösterecekler. Biz de objektif olarak alacağız inşallah. S: Şimdi yavaş yavaş o enerji azalmaya başladı. Azalıyor ama bize veriliyor. Rakamlar görüyorum şimdi. Sure numarası, 1. ayet. Sure numarası, 2. ayet. Yani 99. Sure; 99/1, 99/2, 99/3... o şekilde yazıyor. Ama 99/1 olan küre, daire içinde. Dairenin üstünde de 19 yazıyor. Hepsi aynı şekilde. 8. ayete kadar bu şekilde rakamlar görüyorum. O 19 tekrar açılıp kapı gibi olacak. Ayrıca yine rakamlarla ilgili yine bu şekilde çalışma olacak. Ö: Biz de çalışalım o zaman. Rakamlarla ilgili kapı daha sonra açılacak anlaşılan. S: Şimdi 99/1 olarak görüyorum. Şimdi 1. ayet cem aynasında; o ayet, o numaralar görülüyor. Diğerleri kayboldu. Şu an o ayetin açıklaması verilecek. Ayetin; Arapçasmın ve Türkçesinin okunması gerekiyor. F: "Yer kendisine mahsus bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman..." S: Şimdi Fahri okuduğu zaman bizden oraya enerji gidiyor. Yani bize nasipmiş de biz oraya bir sinyal, ışık veriyoruz. Bizim ışığımızı alıyor o mübarek ayet. Ve kendini açacak, gösterecek. Ö: Hak edene nasip ediliyor bir anlamda. S: Şimdi o sayıların üzerinde görüntü yavaş yavaş oluşmaya başladı. Bizden enerji gidiyor. Rehberlerden enerji gidiyor ve Rabbimizden yeşil enerji geliyor. O enerjilerle oluşuyor. Müthiş bir uğultu var, ilk önce o sesi duyuyorum. Daha tam olarak görüntü açılmadı ama uğultu var. Sesler duyuluyor: İnsan sesleri, çığlık, çok müthiş bir uğultu var. Görüntü yavaş yavaş oluşuyor. Şimdi görüntü oluştu. İnsanları görüyorum. Kaçıyor insanlar. Evler var. Bulundukları yer çok fazla sallanıyor ve maket oyuncak gibi olduğu yere yığılıyorlar. Olduğu yerde çöküyor evler. Ve bir tane ev var; o sağlam, o duruyor. İnsanlar, evlerin altında kalan insanlar... onları görüyorum şimdi, dürbünde ayar yaptım yine. Evlerin altında kalan insanları görüyorum. İnsanlar ölmüş ama astral benlikleri isyan ediyor. Allah'a isyan ediyor. Yani şeytan gibi. Şeytan onu ele geçirmiş.
Yine enerji geliyor ama! Yeşil nur, yeşil enerji geliyor onların üzerlerine. Orada o enerjiyi hissedebilen o enerjileri alabiliyor. Yerin altına bakıyorum bu sesi duyuyorum yine: Uğultu... İlk önce uğultuyla başlıyor. Siyah parlak bir şey... Yerin altı... toprak değil, toprak renginde değil ama siyah parlak. "Allah, Allah" diye tekbir sesleriyle görevini yapıyor ve yerin altını bir yılan gibi geziyor bu mübarek. Her tarafında Arapça yeşil yazılar yazıyor. Ve mühürler var, damgalar var. Ö: Enerji gibi mi, nedir bu? S: Enerji gibi gördüm ilk önce, ama bir varlık. Ö: Topraktan sorumlu bir varlık gibi mi acaba? S: Evet, görevini yapıyor ve yerin altında, boşluklarda yılan gibi geziyor. Ö: Ama pozitif bir şey galiba?.. S: Evet pozitif Çünkü damga, mühür var, üzerinde. Ö: O tek sağlam ev ne oldu, onu gösterirler mi? O ev niye yıkılmadı? S: Allah'ım... O ev yeşil nurla yapılmış. O evi oraya yapan insan kumunda, çimentosunda, taşında, toprağında ve onu yaparken hep, "Allah, Allah" diye zikretmiş. Ondan yardım dilemiş. Abdestliymiş orayı yaparken. O evin sahibi iman sahibiymi^.. Onun görüntüsü kayboldu. Şimdi 99/2. Arapçası ve Türkçesi okunacak. Biz burada okuyoruz, rehberler orada okuyorlar. Onların sesini duyuyorum; bizimle birlikte onlar da okuyorlar. Bir de hem enerji veriyorlar, hem de başka bir görev daha yapıyorlar. Ellerinde defter gibi bir şeyler var. Bir kağıt gibi beyaz ve yazıyorlar. F: "Ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman..." S: Şimdi cem aynası siyah parlak enerjiyle doldu. Deprem olmuş bir yeri gösteriyorlar şu an. Bir mahalle gibi bir yeri almışlar. Bazen sokağa, bazen evlere, toprağa bakıyorum, bazen de yukarıdan, tam tepeden bakıyorum. Şimdi çok yakın yerden bakıyorum. Yerler yarılmış. Evler çok kötii yıkılmış. Denizi görüyorum şimdi. Denizde, sanki böyle ortadan ikiye ayrılmış da tam ortasında siyah, mat, pis kokan bir şey var. Sanki denizden çıkmış o şey. Ve o siyah, mat enerji gibi bir şey orada evin altında kalan insanların yüzüne, "lap, lap" vuruluyor. Orada yaşayan insanların, sağ olan insanların yüzüne o enerjiler, vuruluyor. "Sanki, bunları siz yaptınız, alın" der gibi. "Bunlar sizlerin iğrenç, pis nefisleri" der gibi. Şimdi tekrar bir görüntü: Ev göçmüş, evin altında kalan insanlar var; ölmüşler. Denizden çıkan siyah mat enerji ölenin astral yüzüne vurmuş. Onun yüzüne vuran şey bir defter gibi oluşuyor avucunda. Ve bakıyor eline; "ne yapmışım ben... Bu neden olmuş ve ben buna neden layık görülmüşüm" diye bakıyor, izliyor kendini. Astral bedeni alıyor o siyah enerjiyi alıyor ve atıyor onu yere. Üzerine basıyor, basıyor... "Ben yapmadım ve yapmayacağım, tövbe ediyorum" gibi bir şeyler diyor. Onu orada yok edeyim, eriteyim, başka zarar vermeyeceğim gibi. Ama başka birini de gösteriyorlar tekrar. Yine astral bedeni. Aman Allah'ım nasıl zevk alıyor. "Az yapmışım, az
yapmışım, niye daha fazlasını yapmadım" diyor, "insanlara bu layık" diyor. "İnsan bunu hak etti" diyor. O astral bedenli varlık. "Daha fazlasını yapmalıydım. Yapayım, şimdi yapayım. Ona daha fazla çirkin enerji vereyim, daha çok kötü şeyler olsun" diyor. Ama bu varlığın üzerinde şeytan var ve onu kontrol ediyor. Bunları o söyletiyor. Ö: Üzerinde şeytan olmayan yaptığı hatayı anlıyor. Hatasını örtbas etmeye çalışıyor. Pişmanlık duyuyor fakat şeytanın etkisi altında olan zevk içinde. Evet, devam edelim. S: Denizden çıkan negatif bir ağırlık, enerji var. Orada yaşayan insanların üzerine doğru gidiyor. Ama diğer tarafta, yerler yarılmış dedim ya, o yarık yerlerden, yukarıdan güzel siyah parlak enerji geliyor. Yerden çıkıyor siyah parlak enerji. O hani bir varlık demiştim ya; üzerinde damga var, "Allah" yazıyor, o varlığı görüyorum. Sanki o yeryüzüne çıkmışta, insanların arasında enerjiyle geziyor, dalgalanıyor gibi. O varlık konuşuyor, düşüncelerini alıyorum. İnsanların arasında, deprem olan yerde geziyor. İnsanların arasından sıyrılıp, akıp gidiyor. "Ya Rabbim yeR üstüne insanlara ibret olarak çıktım, görevimi yapmakta bana yardım et. Hatalarımı, kusurlarımı affet." diyor. O siyah parlak enerji, veya varhk mı anlayamadım? Ö: Depremle vazifeli olan varlık mı acaba? Allah'ın iradesiyle gerçekleşen deprem olabilir. Hani Zelzele Suresi'nde geçtiği için. Allah bu görevi bu kuluna vermiş olabilir. S: O görüntü kapandı. Görüntü açılırken Euzu besmele ve tekbirle açılıyor, aynı şekilde kapanıyor. Görüntü açılacak. Yine Arapça ve Türkçesi okunacak. Ö: Bismillahirrahmanirrahim. "Dehşet içinde kalan insan buna ne oluyor dediği zaman..." S: Şimdi görüntü açıldı yine. İnsanlar var, ağlıyorlar. Uğultu var. "Ne yaptık da bu felaketi bizim üzerimize verdin" diyorlar. "Neden yardımımıza koşmuyorsun, Allah'sın, hani neredesin" diyorlar. Yıkık evler var. Bir tarafta da bir insan topluluğu var. Ö: Bunlar enkaz altında kalmamış ama depreme maruz kalmışlar. S: Evet. On, on beş kişi var. Bunlar kalabalık olan yerde değil, onlardan ayrılar. O kalabalık sol tarafta, bu on, on beş kişi sağ tarafta. Bunlar oturmuş düşünüyorlar ve düşünürken de hani derler ya; "hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti" gibi. Bu on, on beş kişi de onu düşünüyor orada. Hatalarını buluyor. Herkes kendi hatalarını buluyor ve tövbe ediyorlar. O on, on beş kişi tövbe ediyorlar. Ama diğer taraftaki kalabalık topluluk ise birbirleriyle konuşuyorlar. Çirkin gürültü yaratıyorlar. Yani, "ne oluyor, ne yapacağız, nereden oldu, nasıl yapalım, düzeltelim, olmadı" şeklinde konuşuyorlar. Karmaşıklık var, hiç akıllarını kullanamıyorlar. Birbirleriyle kavga ediyorlar. Şimdi orada başka bir yere bakıyorum. Bir erkek, evi yıkılmış, ailesi içinde kalmış, ayrıca anası, babası kalmış ve tek başına elleriyle tırnaklarıyla onları kurtarmaya çalışıyor. Orada insanlar var, ona yardım ediyorlar ama orada tek başına görünüyor. Oradaki insanlar hiçbir şey yapamıyorlar. Bu oradaki adam bu çileyle baş başa kalıyor. Yani bu dersi alması, görmesi gerekiyor. Yanındaki insanlar kurtarmaya çalışıyorlar, ama yanlış tarafi arıyorlar. Asıl kendisi arayıp, tırnaklarıyla kazıp bulmak zorunda ve o şekilde yapıyor. Böyle nasıl kazıyor, ağlıyor; "hüngür hüngür" ağlıyor. Ve içinden kalbi bir sesle, "tövbe et, tövbe et, yakınlarına kavuşacaksın" diyor. Kalbi ona öyle söylüyor. Ama çok az... Onun sesini nasıl duyacak? Arıyor, arıyor, tırnaklarıyla
kazdığı yerden evladını buluyor. Kız çocuğu... Başını buluyor. İlk önce gözlerini ve alnını görüyor ve hala kazıyor, hala tırnaklarıyla onu oradan çıkarmaya çalışıyor. Ağlıyor ama evladını yitirdiği için ağlıyor. Düşünmüyor ki; bunu hak ettim ben! Allah'a isyan ettim ben. Bu çileyi hak ettim deyip düşünmüyor ve sabır göstermiyor. İbret, ibret... İnsanlara ibret için bütün bunlar. Görüntü kapandı şimdi. Ö: Devam edelim şimdi dördüncü ayeti okuyacağız. Galiba onu beşinci ayetle birlikte okuyabiliriz. F: "İşte o gün yer Allah'ın ona telkin buyuracağı vahiyle, lisanı hal ile kendi hakikatini nakledecek..." S: Dört ve beşinci ayetlere birlikte bakılıyor. Bu görüntü açıldı. Bir dağ gibi bir yer, insanlar yok, kimse yok. Ev, bina hiçbir şey yok. Dağ gibi ama böyle çok dik değil. Yer ve gök bir arada. O şekilde bir manzara görünüyor. Enerjiler var burada. Yerden, topraktan çok müthiş enerjiler çıkıyor. Bu enerjiler gökten bize geliyor, rehberlerimize geliyor. Bir ses duyuluyor; çok gür ve çok etkileyici bir ses: "Ey kulum yer üstüne çıkma vaktin artık gelmiştir" diyor. Bir daha o ses duyuluyor. "Ey kulum yer üstüne inme vaktin artık gelmiştir." diyor. Ve bir tek kişiye hitap ediyor bu ses. Sanki yer yarılıyor ve bir tabut kadar... Tabut Ölçüsünde o yanlan yerden yukanya yerin üstüne bir toprak, bir şey çıkıyor. Toprak bu insan değil ama tabut ölçülerinde. Yanldı yer ve yerin altından çıktı o toprak. Enerjiler geliyor ona. Çok fazla enerji var. Etrafta kimse yok. Yani dağ başı gibi. O tabut gibi toprağa yukandan enerji geliyor ve geniş tarafina daha çok enerji geliyor. Gökten, yerin altından sağdan, soldan, her yandan enerji geliyor. Değişik renkte enerjiler geliyor. Ö: Nedir bunun manası, kimdir o? Ona bakalım. S: Dürbünle bakıyorum. O toprağın içinde bir kalp oluşuyor. Enerjiler bu kalbin içine doğuyor ve o kalpten yukarı doğru enerji gidiyor. Kalp devamlı enerji alıyor. Ve tepeden aşağıya doğru çok ince kanallar yayılıyor. O tabutun her tarafina yayılıyor. O yeşil ince kanallarla her yerine yayılıyor. Yeşil küre içinde yeşil enerji o varlığın üzerine doğru geliyor ve o kalbin içine giriyor. O yeşil ışık o kalbinin olduğu yere giriyor. Şimdi insan gibi oldu. İşık halinde, yeşil ışık halinde. Sanki o tabutun içinde insan yatıyor gibi oldu. Ö: Belki latif bir beden, yeni topraktan hazırlanmış gibi. Gökten de ona doğacak olan geldi, ben öyle yorumladım. Sen devam et. S: Bu yeşil renkte astral gibi varlık, tabut gibi f demiştim ya, o şeyin içinden çıktı, yani doğruldu. Ama o I toprak tabut hala duruyor orada. O yeşil ışık doğruldu, kalktı ve geziyor etrafta. O tarafa gidiyor, bu tarafa gidiyor. Sağa gidiyor, sola gidiyor. Oralara bakıyor, inceliyor sanki. O şekilde enerji alıyor. Fizik bedenlerimizden de enerji alıyor. Orada insanlar yaşıyormuş da, o şehrin dağında oluyor bunlar. Uzakta insanlar var. İnsanların fizik bedeninden de enerji alıyor. Tekrar o tabutun üzerine yattı ve onun içinde oluştu. Hep enerji alıyor. Belki uzun bir müddet bu enerji alışverişi oluyor. Yine o toprak tabutu görüyorum ve sertleşmiş iyice. Çamurlaşmış o toprak. Önceden dokunsak dağıhverecek gibiydi. Şimdi daha çok yoğrulmuş yoğrulmuş da sert, iyice sert olmuş. Tekbir sesleri
duyuluyor. Peygamberlerimizin enerjilerini hissediyorum. Yavaş yavaş o yere iniyorlar. Enerjilerini görüyorum, o yere iniyorlar. Böyle etrafında toplandılar. Peygamberimiz, tüm peygamberler teker teker iniyorlar. Peygamberimizin elinde Kuran-ı Kerim var. O Kuran-ı Kerim'i açtı ve okuyor. Zilzal Suresi'ni okuyor. 99 kere Zilzal Suresi'ni okuyor. Ve Peygamberimiz bu sureyi okurken peygamberler, evliyalar, bütün mübarek zatlar oraya teşrif ediyorlar. Orada Üstadı ! görüyorum. Peygamberimiz bu sureyi okudu, bitirdi. Kuran-ı Kerim'i kapattı ve toprak tabutun başının üzerine Kuran-ı Kerim'i koydu. Şimdi peygamberlerimiz avuç açtılar dua ediyorlar ve göğe, yukarıya bakıyorlar. Yeşil enerji geliyor ve şimşek çakıyor. O şimşek de Kuran-ı Kerim'den geçiyor ve" o tabutun üzerine geliyor. O tabut yanlıyor. Euzu besmele çekiyor; o yeşil astral beden gibi demiştim ya o varlık, tekbir getiriyor ve doğruluyor ama fizik bedenli insan gibi. Peygamberlerimizin astral bedenleri orada oluştu ama bu zat fizik bedenli. Tek başına gibi gözüküyor. Doğruldu, elinde asası var. Asayı içinden, kalbinden, bünyesinden çıkardı. Bu zat Peygamberimizin önünde durdu. "Ya Resulallah bu dünyada görevimi yapmak üzere hazırım" diyor ve Peygamberimizin elini öpüyor. Peygamberimiz O'nun başını tuttu. Alnına avucunun şurasını dayadı. Baş parmağı şakağında, dört parmağı başının üzerine gelecek şekilde tuttu. O'nun başına parmaklarından enerjiler gitti. Baş parmağını şu şakağına tutmuştu. Bu baş parmağından enerji bu şakağına geçti ve bu şekilde üçgen çize çize bütün bünyesine iniyor o enerji. Orada bütün peygamberlerimiz O'na enerji veriyor. O mübarek enerjilerini bu zata veriyorlar. Ve bu zat böyle kat kat peygamberlerin enerjileriyle sarılıyor, korunuyor dünyada. Peygamberimiz bu zata hitap ediyor. Bu zata ismini söylüyor ismiyle hitap ediyor bu zata. "Rabbimiz sana bu görevini daha önce vahyetmişti. Rabbimizin izniyle bu görevini yapmak üzere hazırsınız" diyor. "Allah'a şükürler olsun" diyor. Ve bu zatla birlikte bütün peygamberlerimiz, evliyalar, hepsi kıbleye dönmüş, diz çökmüş ve dua ediyorlar, şükrediyorlar. Ö: Bu zatın ismini alamadık! S: "İsa" diyor ama başında başka bir şey daha söylüyor, onu tam alamıyorum. "Ya isa" ya da daha başka bir şey der gibi. "İsa..." onu tam net, şu an duyuyorum. O görüntüyü, Peygamberimizin hitap ettiği anı sanki dondurdular, onu görüyorum. "İsa" diyorlar ama başka ne diye hitap ediliyor onu alamadım. Ö: "İsa tekrar yeryüzüne gelecek" denir. Bunu mu gösterdiler acaba? Bir anneden gelmeyecek mi acaba? Babası olmuyor anlaşıldığı kadarıyla. S: Şimdi peygamberlerimiz şükrettiler, dua ettiler ve yavaş yavaş enerjileri yoğunlaşıyor ve yukarı çekiliyorlar. İlk önce Peygamberimiz gitti. Nuh Peygamberimiz de orada. Ö: Nerede olduğu belli mi, ne zaman olacağı belli mi? Ne gösteriyorlarsa onlara bakalım. S: Öyle sakalı, bıyığı yok, genç... Nurdan yeşil bir elbisesi var. Güzel bir sesi, ses tonu var. Sesi biraz daha çocuksu gibi. Ona tam anlam veremedim ama daha çocuksu gibi geldi sesi. Görüntü kapanıyor.
Ö: Allah'ın izniyle Hz. İsa'nın tekrar dünyaya gelişini gösterdiler. Bu olayın Üstadımızın doğacak çocuğuyla bir ilgisi var mı? Yanlış bir soru sormuşta olabilirim. S: Sorunuza cevap veriyorlar ama duyamıyorum tam. Görüntü olarak gösterecekler galiba. Cem aynasına şu an enerji geliyor. Rehberler enerji veriyor ona. Bir de bu zatı fizik bedenli olarak cem aynasında görüyorum. O Üstadın çocuğunu görüyorum. İkisinin de ayn görevleri var. Yani biri bir tarafa doğru yönelmiş, başka bir görevi var, diğerinin başka bir görevi var. Ama bir yerde buluşuyorlar. Sırt sırtalar ve biriyle mücadele ediyorlar. Yukarıya bakıyorlar, büyük bir şey galiba ve onunla mücadele ediyorlar. Ö: Yaşları yakın mı bu çocukların? S: O biraz daha büyük ama, çocukta büyüyor. Yani altı yedi yaşında bir çocuk gibi görüntüye girdi fakat büyüdü, büyüdü; 25-30 civarı sanırım. Ö: İkisinin de olgunluk yaşı ama Hz. İsa biraz daha büyük. Peki Üstat nerede bu durumda? O ölmüş mü, yok mu? Bir kenarda mı? S: Enerjisi var, onun enerjisini görüyorum. Üstat çok büyük ve iki eliyle bir o çocuğa bir de o zata enerji veriyor. Peygamberler orada. Büyük bir mücadele gösteriliyor şu an. Peygamberlerimiz bu zatla o çocuğu destekliyorlar, enerji veriyorlar. Bu mücadele fizikte oluyor galiba... Ö: Peki kim kazanıyor, nasıl oluyor onu gösterecekler mi? O varlık neyin nesiymiş acaba? Kötülüklerin imparatoru mu, depremle ilgisi olabilir mi? S: Hani Denizli'de görmüştük ya, dağın arkasında duruyordu. O: Deccal o varlık. Onunla ilgilenme, hemen çık görüntüden. Allah'ın izniyle, Allah'a hizmetini yerine getirecektir. Başka bir şey yoksa Zelzele Suresi'ni incelemeye devam edelim. S: Şimdi 6. ayet okunacak. F: "O gün nas amellerinin cezasını görmek üzere tek olarak hesap yerinden geri dönecekler..." S: Şimdi görüntü açıldı. Dümdüz bir alan. Bu alanı saran varlıklar var. Beyaz enerjileri olan varlıklar var, görevliler var. Bu geniş alanı çember gibi sarmışlar. Ama çok geniş. Sayısız varlık...
S: Evet. Şimdi yukarıya bakıyorum. Dürbünde yine ayar yaptım. Göğün kapılarını görüyorum. Yeşil ışıklar saçan o kapılar sonuna kadar açılmış ve birçok insanın astral bedenleri iniyor o meydana. Teker teker astral bedenleri iniyor ve her bir insanın yanında iki melek var. İnsanlan o geniş alana getiriyorlar. Kapılara dürbünle bakıyorum, ayar yapıyorum çok büyük ama normal bakıyorum bir kapı gibi görünüyor. Sonsuz insan dolduruyor orayı, hızlı bir şekilde. Ama teker teker insanları görüyorum. İnsanları, o yüzleri görüyorum teker teker. Onlara bakıyorum ben. Önce
meleklerin getirdiği pozitif, beyaz, iyi insanlar var. Ama üzerinde tortular, lekeler olan insanlar da var. Bakıyorum beyaz değil, kalbinin bir tarafi simsiyah, başı simsiyah. O şekilde olan insanlar da var ama onları da melekler getiriyor. O insanlar orayı doldurdukça o yer genişliyor. Ö: Mahşer yeri gibi... S: Şimdi peygamberlerimizi görüyorum. İnsanlardan daha yukarıda duruyorlar. Böyle sanki kürsü gibi bir yerdeler. Kürsü nasıl biraz yukarıda olur, o şekilde daha yukarıda peygamberlerimizin durduğu yer. Sağ tarafta peygamberlerimiz, sol tarafta bir tek kişi var ve tek bir kürsü var. O da o kalabalığın biraz daha üstünde. O tek kişide sol tarafta. Peygamberimiz ümmetine sesleniyor. Nuh Peygamberimiz kavmine sesleniyor. Diğer peygamberler de o şekilde sesleniyor ve o insanlara hitap ediyor, konuşuyorlar. Ama onların seslerini duyamıyorum şu an. Sol taraftaki tek kişi o siyah lekeli insanlara, "benim tarafima gelin, bu tarafa gelin" der gibi onları kendi tarafina çekmeye çalışıyor. Ama peygamberlerimiz konuşuyor, hitap ediyorlar. Onları doğru yola, yani onları temiz, giizel insan olmaya çağırıyorlar. Ama şeytan, o şeytan... O orada yine görevini yapıyor. Üstünde kir olan insanları, "benim kavmim, benim insanım" der gibi o tarafa çekmeye çalışıyor. Ve yine yukarıda görevliler var, onları görüyorum. Ve ellerinde birçok şeyler var. Enerji ama onlar. Ve o insanların beynine gidiyor o enerji. Yani beyaz, temiz insanlann da, lekeli insanlann da o enerji beynine giriyor. Ve hepsi avucunu açıyor bakıyor, kendine bakıyor. Kendini görüyor orada. Ne zaman ne yapmışım, herkes kendi avucunda onu görüyor, izliyor. O görüntü kayboluyor yine. Şimdi 7. ayet. F: "Kim zerre ağırlığında hayır işlerse onu görecek..." S: Görüntü oluşmaya başladı. O beyaz temiz insanı görüyorum şimdi. Bir tek onu gösteriyorlar, onu örnek veriyorlar. Elinde yine o şeyler, avucunda kendini seyrediyor. Ama hem kendini başka bir yüzle, elbisede görüyor. Tekrar bir başka görüntüde. Ö: Bütün bayatlarını görüyor. Enkarnasyonla ilgili... S: Bakıyor, gülümsüyor, şükrediyor ve şükrederken Allah'ın adını söylerken o gördüğü, baktığı şeyden ona enerji geliyor, nur geliyor. Enerji alıyor oradan. Şimdi görüntü kapandı tekrar. Ö: Evet her kim zerre kadar ağırlığı hayır yaptıysa onu görür. Devam edelim. F: "Her kim zerre ağırlığında şer işlerse onu görecek..." S: O üzerinde siyah lekeler olan insanlardan bir tanesini gösteriyorlar. O da avucuna bakıyor. O hak onlara da verilmiş. O da bakıyor avucundan. Bakıyor ağlıyor, ağlıyor ama bazı yerlerde çok çirkin gülüyor. Ama şimdi bir yerde yeşil nur görüyorum o baktığı şeyde yeşil nur görüyorum o yeşil nur hemen kalbine hitap ediyor. Kalbinde bir şey uyanıyor. Ö: Hatasını anlıyor yani. Deminki örnekteki gibi. Hatasını anlamayan yok galiba. S: Yok Kalbinde bir şey uyanıyor, bakıyor. Bakıyor ve tövbe ediyor. Orada tövbe
ediyor. Tövbe ediyor kendiliğinden. O ağırlıklardan, o pis, siyah lekelerden kurtuluyor. Şimdi yine böyle siyah lekeleri olan biri var. Aynı şekilde o da izliyor kendini. Bakıyor, bakıyor. Ama bir tuhaf hali. Bir kenara çekiliyor ama yine yeşil nuru, yeşil enerjiyi alıyor. Ama bir kenara çekildi. Şimdi o kişiye bakıyorum dürbünle. Yine ayar yaptım. Melek var yanında. Orada bir kapı açılıyor. Melek, "Senin çilen burada daha devam edecek" diyor. Orada bir kapı açılıyor, orada görevliler var. Ö: Bir nevi cehennem gibi... S: Evet. Ö: Şimdi o zaman şöyle bir yorumda bulunabilir miyiz? Sınavım veren insanlar ilk başta gösterildi. İkincisinde sınavını verememişler gösterildi. Ama bu farkına vardı. Bu ilkokulu tekrar okuyacak. Sınavını verenler ortaokula gidecek. Dünya ilkokul diyelim. Artık ilkokulu bitirdi ortaokula çevrildi. İlkokulu bitiren bu iyi insanlar ortaokulda Altınçağda yaşamaya başlayacaklar. Bir de ilkokulu bitiremeyenler var. Demin onu gördük. Bunlar hatalarını anladılar ama artık bu okula doğmayacaklar. Buna benzer başka ilkokullara gönderilecekler. Bir de çok şiddetli bir biçimde ıslah olmamışlar var. Onlar da cehennem gibi bir yerde daha çile çekecekler. Onlar başka okullara daha şu anda doğmuyorlar. Yani cehennem gibi bir okulda daha geri bir okuldalar. Daha beter olanları gösterdiler. Devam edelim, başka görüntü varsa alalım. S: Şimdi euzu besmele çekiliyor ve üç kere tekbir getiriyor rehberlerimiz ve görüntü kapanıyor. Bizim de üç kere tekbir getirmemizi istiyorlar. Ö: Peki bu konuya daha devam etmemiz mümkün mü? Soru sormamız, görüntüler almamız mümkün mü? S: Rehberlerim konuşuyor şimdi: "Elbette mümkündür ama bizim göstereceğimiz görüntüler bu kadardır. Gerektiğinde sizlere Allah'ın izniyle görüntü verilecektir." Ö: Evet üç kez tekbir getirelim. Bize deprem olmuş bölgelerden örnekler, oradaki manevi sebepler gösterildi. Üstadımızın Ankara'da yaptığı celsedeki gibi dünyamızın neresinde ne olmuş, ne kadar kıtalar kalmış, ne kadar kıtalar batmış onu göstermediler. Tamamen Sure'ye yönelik bir çalışma yapıldı ve çok güzel bir çalışma oldu. Çok güzel bilgiler aldık. İnşallah Üstadımıza da yollarız. Gerekirse hatalar varsa, teyit etmek daha iyi. Bizim bir hatamız, kusurumuz var mı yok mu diye değil ama attığımız adımdan emin olalım. Bizim aldığımız doğru diye düşünmüyorum. Bu yolda olmaz ama doğrusunu bulmak daima iyi. Onlar da hayırlı celseler yapıyorlar. Biz rehberlere hitap edelim şimdi; bu Zelzele Suresi'yle ilgili çok güzel bilgiler aldık. Bunun dışında dünyanın yüzey şekilleri olaylar bittikten sonra nasıl olacak? Nerede ne olacak? Bu konuda biraz bilgi verebilirler mi? S: Cem aynasında rehberimi görüyorum. Konuşuyor ama tam duyamıyorum, yoruldum galiba. Ö: Dürbününde ses ayarı da var. O taşlardan bir tanesinin görevi o. Tekrar gir bakalım devreye. Dürbün çıksın, o ses ayarı yapılsın. Rehberine bağlansın. Güzel gidiyoruz, biraz daha bilgi alabiliriz. Vermezlerse söylesinler, celseyi kapatırız.
S: Şimdi duyuyorum, dürbündeki taş dikildi gibi oldu ve beynime enerji gidiyor. Beynimden, kulaklarıma gidiyor. "Allah sizlerden razı olsun. Bu akşam da yine birçok hayırlara vesile oldunuz. Naçizane bizler, sizler mübarek enerjileri bünyelerimize aldık. Allah sizlerden razı olsun. Sizlerin isteğiniz, şevkiniz ve imanınızla bu mübarek, hayırlı olaylar gerçekleşmiştir. Tekrar Allah sizlerden razı olsun." Bu konu hakkında isterseniz şu an görüntü vermeyelim. Naçizane bizleri hoşgörünüz" diyorlar. Ö: Peki bu konu bitmiştir. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Yalnız bir sorum olacak. Leyla Hanımla bu akşam bir görüşme yaptık. Celselerimizde disiplinli davranıİmasından bahsediyordu. Böyle bir çalışma yapılmış naçizane hatalarımız varsa bize söylesinler. Bir de biz Nuh'un Gemisi'yle ilgili çalışmalarımızı yaz boyunca aralıksız sürdürdük. Allah'ın bu konudaki eksiklerimizi bağışlamasını ben niyaz ediyorum. Hani çalışan bir kul varsa, Nuh'un Gemisi'nin bulunmasıyla ilgili olumlu çalışmalarımızın yüzü suyu hürmetine grubumuzun yaptığı bu konudaki ihmalkarlığın, disiplinsizliğin, hataların ben Rabbim tarafından bağışlanmasını niyaz ediyorum. Bütün kalbimizle bunu niyaz ediyoruz, Rabbimize yalvarıyoruz. Nuh'un Gemisi'yle ilgili olarak yaptığımız hatalar, ihmalkarlıklar, disiplinsizlikler bağışlansın. Ve Allah'ım bize bu konuda yardım etsin, lütfunu bizden esirgemesin. Bu konuda yaptığımız iyi çalışmaların yüzü suyu hürmetine ben bunu Rabbimden diliyorum. Hayırlıysa, nasipse bu dilek cevap bulsun. Yok böylesi daha hayırlıysa onu da Rabbimizin takdirine bırakıyoruz efendim. S: "Şunu biliniz ki sizlerin bu hayırlı dileklerinize naçizane bizlerde katılıyoruz. Ama beni hoşgörünüz ki ben bu sorunuza, düşüncenize olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap veremem. Beni bağışlayınız. Fakat ilahi alem, Rabbimiz bunun farkındadır. Allah sizlerden razı olsun. Bu hayırlı dualarınızı, grubunuzdan, birbirinizden, naçizane bizlerden, ilahi alemden, Rabbimizden esirgemeyiniz. Her zaman dua ediniz" diyor. Ö: Bu akşam için başka yapabileceğimiz bir şey var mı? S: Allah sizlerden razı olsun. Sizlere başka bir sözümüz yoktur. Hayırlı akşamlar. Ö: Allah sizlerden razı olsun. Hayırlı akşamlar diliyorum. 3. KISIMIN SONU
KARANIN VE DENİZİN KARANLIĞI (Deprem, İnsan ve Yeniçağ) 4. KISIM (SON)
Genel Değerlendirme
Kitabımızda deprem insan ilişkisini ele aldık. Ayrıca yeni bir bin yıla girilmesi ile dünyanın bu duruma karşı kendini yenileme ihtiyacından bahsettik. Bu yenilemede
dünyanın komşuları olan; Ay ve Güneş de kendi üzerine düşeni yaptılar ve daha da yapacaklar. Bu iki gezegenin yanı sıra diğer bazı gezegenler de bu konuda görevlidirler. Hatta olayı daha ileri boyutlara çekerek gelecekte bazı devasa gök taşlarının dünyaya çarpacağını ve dünyanın vibrasyonel seviyesinin yükseltilmesinde rol alacağını söyleyebiliriz. Her olan hayırlıdır, tekamül içindir. Yery üzü insanlığı ve kader birliği ettiği evi olan Dünya yeni bir döneme birlikte geçmektedirler. Astrolojik açıdan bakıldığında bu dönemde Balık Çağı sona ermekte ve Kova Çağı başlamaktadır. Bitenin hesabının görülmesi ve gelenin karşılanması zorunludur. Genel olarak konumuz deprem olduğu için dünyanın yeni döneminin depremle olan bağlantısını inceledik. Yeryüzünün şeklinin değişmesi yeni dönem için gerekliyse, işte bu olmaya başlamıştır. Bunda insanın rolünün ne olduğunu zaten daha önceki bölümlerde yer alan makale ve celselerden anlamış bulunmaktayız. İnsanın kendi hesabı içinde depremler işte bu şekilde rol oynamaktadırlar ve daha ciddi ölçüde oynayacaklardır. Kuran'daki Zelzele Suresi'ni önceki bölümümüzde celse yoluyla inceledik. Buradan çıkan genel netice insanlığın bu olaydan kaçamayacağı ve bu olayı yaşayacağı yönündedir. Takdir edilir ki 17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen Marmara Depremi ile Zelzele Suresi'nde bahsedilen deprem aynı olay değildir. Bunun aynı olduğunu iddia etmek en azından her iki olayın kapsamı ve dahası genel anlamı itibariyle çelişkili olur. Zelzele Suresi'nin indirildiği dönemden bu yana 1400 yıl geçmiştir ve bu süre içerisinde yeryüzünde binlerce deprem olmuştur. Ama bütün bu depremler dünyanın tamamına göre etki bakımından lokaldir. İşte Marmara Depremi de bu açıdan diğer depremlerden farksızdır. Ama biz bu deprem ile Zelzele Suresi arasında niye bağlantı kurduk? Çünkü kurulması gerekiyordu... Zelzele Suresi özü itibariyle bütün dünyayı saran ve bütün insanlığı etkileyen bir yapı gösterir. 1. Surede, "yerküre sarsıntıyla sarsıldığı zaman" sözleri geçer; 2. Surede, "işte o gün yerküre tüm haberlerini söyler" denmektedir. Buradan da anlaşılan bütün yerkürenin anlatılıyor olmasıdır. Dahası bütün insanlığın bu olayın içine alınması yine depremin global olduğunu göstermektedir. 6. Surede, "insanlığın kümeler halinde ortaya fırlamaları" anlatılmaktadır. Oysa Marmara Depremi lokaldir. Fakat bu depremde yaşananlar Zelzele Suresi'nde anlatılanlarla tam bir uyum içindedir. Marmara Depremi bütün dünyayı saracak olan global değişikliğin bir başlangıcıdır. 1999 yılının 8. ayında depremin olması, Zelzele Suresi'nin ise 99 sure ve 8 ayetten oluşuyor olması uyum içindedir ve bunlar aynı sayılardır, Dahası bu depremden sonra bütün dünyada birbiri ardı sıra depremler meydana gelmiştir ve bu süreç devam etmektedir. Yeni bir bin yıla girilmesi, yeni bir astrolojik çağa geçilmesi, birçok ruhsal kaynağın depremlerden sürekli bahsetmesi ve i bunların ardından "Mutluluk Çağı" ya da "Altınçağ" denilen bir çağa geçilecek olmasından söz edilmesi tesadüfi değildir. Ayrıca şu satırları yazan şahsımın sekiz yıllık bir çalışma sonucu dört cilt halinde yayımladığım Agarta Yeraltı Uygarlığıyla insanlığın ilişkiye geçmiş olması bu dönemin nasıl bir dönem olduğu hakkında bunları bilen insanlara kesin bilgiler vermektedir. Kuran'da Agarta Uygarlığı "dabbetül arz," olarak anılmaktadır. Bu konudaki o müthiş ayet şöyledir: "o söz başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dabbe çıkarırız; o onlara
insanların ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler." İşte insanların başına gelecek olan "o söz" Zelzele Suresi'nde anlatılan olay ve onun ardındaki değişimdir. Ve insanlık Agartalılar ile yine bu devirde ilişkiye geçmiştir. Bu ilişki önce bireysel olarak başlamıştır, arkası gelecektir. Deprem de aynı usul ile lokal olarak başlamıştır ve arkasının geleceği beklenebilir. Ayrıca bu ayet, 27. Surenin 82. Ayetidir. Bu rakamları tek tek topladığımızda 19 sayısına ulaşırız ve Kuran'ın 19 sayısına göre programlandığı yine bu devirde bulunmuştur. Naçizane şu satırları yazan şahsım 19'lu örgüyü Uç kitaplık bir çalışma ile ortaya koymuştur. Bunlar sarsılmaz matematik gerçekleridir. İşte bütün bu gerçeklerin (parçaların) birleştirilmesi bizi topyekün ana gerçeğe götürmektedir. Bu da şudur ki; bu müthiş medeniyetin sonu gelmiştir ve artık insanlık, insan kavramına uygun yeni bir döneme geçmektedir. Bu dönem ne kadar zamanda yerine oturur bilmiyorum. Bu konuda da kaynaklar kesin tarihler vermemektedirler. Örneğin depremlerin 8 yıl süreceği ve bu süreç içinde yeryüzü karalarının ancak dörtte birinin kalacağı, kutupların eriyeceği, suların yükseleceği, kutup noktalarının kayacağı ve ilahi alem tarafından hazırlanan yeni bir kıtanın yüzeye çıkacağı söylenmektedir. Bu yeni ve eski kıtalarda Altınçağa uygun bir coğrafyanın kurulması 100-150 yılı alabilecektir. İnsanlık nüfusu ise bu dönemin başlangıcında 120-150 milyon arasında olacak ve tamamen iyi insanlar yeryüzünde yaşayacaklardır. Konuya Zelzele Suresi açısından tekrar bakarsak Sureyle çelişkili gibi gözüken birkaç konunun da yerine oturduğunu görebiliriz. Surede zelzelenin ardından insanların veya insan ruhlarının (aslında astral benliklerin) bir alanda toplandıklarından bahsedilmektedir. Burada her kim zerre hayır üretmişse onu görür, kim zerre miktarı şer üretmişse onu görür. Buradan da anlaşılacağı gibi istisnasız her insan bu hesap içine alınmaktadır. O halde Zelzele Suresi'nde bahsedilen olayın bütün dünyayı kapsayacağı buradan da yine anlaşılmaktadır. Ölenler bu hesaba çekilmektedirler. Ama daha önce ölenlerin içinde iyi ruhlar vardır ve Zelzele Suresi'yle ilgili bölümümüzden de anlaşılacağı üzere onları melekler daha yukarı alemlerden (Spatyum'dan) alana getirmektedirler. Anlaşılacağı gibi bu hesaba depremden önce yeryüzünden ayrılan varlıklar da girmektedirler, deprem sırasında ölen varlıklar da girmektedirler. Dahası yeryüzünde kalan iyi insanların astral benlikleri de bu hesabı görmek üzere alana dahil edilmişlerdir. Onlar içinde gönül gözü açık olanlar tıpkı bizim önceden izlediğimiz gibi bu hayırlı hesap görme işlemini izleyeceklerdir. Bu, ilahi alem için zor bir olay değildir. Bu değişimde mevcut Adem boyu yok edilipte yenisi sıfırdan kurulmadığı için, yani hayat kesintisiz devam ettiği için yeryüzünde kalan iyi insanlar bir taraftan yaşantılarını sürdürürken diğer taraftan ilahi alemdeki bu hesaba dahil olacaklar ve iyiliklerinin bir karşılığı olarak yeni bir çağın kurulmasında böylece rol alarak görev yapacaklardır. Tıpkı Nuh Tufanı'nda olduğu gibi... Burada değerlendirilecek bir olay daha vardır. Zelzele Suresi'nde anlatılan; yerkürenin sadece içindeki negatif ağırlıkları atması değildir. Ayrıca yerküre içindeki haberleri de
söyler. Bunlardan bir tanesi de çok hayırlı bir haberdir. O da Hz. İsa'nın yeniden bedenlenmesi ile ilgili ilahi bir olaydır. Şahsım celsenin bu bölümünü bu kitaba alıp almamakta ikilem içinde kalmıştır. Ama zelzele bir sonuç olmayıp insanlığın yeni çağa geçişindeki unsurlardan biridir. Bu unsurlardan önemli bir tanesi de Hz. İsa Peygamberimizin durumu ve ilahi görevidir. Bu açıdan bakıldığında her iki olay değişimin içinde yer almakta ve birbirini tamamlamaktadırlar. İşte bu nedenle bu ilahi olayın da bu kitap içinde olması gerektiğine inanmış durumdayım. Celseden de anlaşılacağı üzere Hz. İsa tekrar fizik bedene bürünmüştür. Benim naçizane kanaatim, bize gösterildiğine göre bu olay halen gerçekleşmiş durumdadır, Şayet henüz gerçekleşmeden bize gösterilmeye kalkışılsa idi negatif güçlerden bu olayı engelleyici bir takım tutumları olabilirdi. Ayrıca kitabımızın başındaki "kızıl lale" bilgilerinde deprem ile Hz. İsa arasında ilahi alem de bir bağlantı kurmuş idi. Hatırlarsanız o tebliğ şöyle idi; "yoksa İsa gelmedi diye kızıl lalenin açacağı günü uzak mı zannediyorlar. İsa gitmedi ki gelsin, gelmedi ki gitsin" Anlaşılan o ki; hak peygamberlerimizden biri olan Hazreti İsa'mız 2000 yıl önce dünyada fizik bedenli iken bu günlere ! yönelik böyle bir çalışma yapmış. Kendisiden bir nuru, bir fizik-nur karışımını, bir hali, artık ne dersek diyelim toprağın içine bırakmış. O zamanki olağanüstü doğumu gibi bu defada böyle olağan dışı bir doğum ile Allah'ın O'na verdiği ilahi görevi tamamlamak için tekrar ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında Hz. İsa'nın zaten dünyadan gitmediği anlaşılabilir. "Gelmedi ki gitsin" sözünü de hesaba katarsak Hz. İsa denilen o muazzam gücün insanlığın kurulduğu zamandan bu yana insanlık üzerinde bir görevinin olduğu düşünülebilir. Sevgili okuyucular sırların açığa çıktığı, insanlığın kaderinin değiştiği ve yeniden yazıldığı bir dönem içindeyiz. Bu nedenle artık hiçbir şey eskisi gibi gitmeyecektir. Aslında tarihimiz hem İslami açıdan hem de batı açısından İsa'nın tekrar gelişinin beklendiğini söylemektedir. Bu olay bir gün olacaktır. O gün belki de bu gündür. Ama şüphesiz İslam toplumu Hz. İsa'nın gelişinin yanı sıra başka olayların da olacağını bilmektedirler. Bu konuda birçok hadis vardır. Hz. İsa ile birlikte Mehdi'nin de geleceği, bu iki varlığın Deccal'e karşı bir mücadele vereceği ve bu mücadeleden sonra insanlığın yeni bir yola gireceği söylenmektedir. (Bir sonraki bölümde bu konu daha ayrıntılı olarak ele alınmıştır.) Sözümüzü artık uzatmayalım. Bunların ne kadarının doğru olacağını hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Aydınlık yarınlar bütün insanlığın kaderi olsun. HZ. İSA VE MEHDİ
Kitabımızın bir önceki, "Genel Değerlendirme" bölümünde Hz. İsa ile ilgili olarak yaptığım kısa değerlendirmey i tamama erdirmek amacıyla bu konuyu biraz daha açma gereğini duydum. Zelzele Suresi'yle ilgili celsede ilahi alem bir lütuf olarak bize Hz. İsa'nın fizik bedenlenişini ve bu devirdeki görevini 1 gösterdi. Hiç şüphesiz bunlar kolay kabul edilebilir kavramlar değillerdir. Ama ne var ki hem kutsal kitaplar, hem Peygamberimizin hadisleri, hem de makul ve inanmış kalpler bu tör ilahi olayların
dünyada gerçekleştiğini ve daha da gerçekleşeceğini bize söylüyorlar. Her şeyden önce yazdığım gerçekler benim açımdan bilinen ve kanıtlanmış şeylerdir. Yaşadıklarım ve yazdıklarımla birlikte bu bölümü de okuyucuya sunalım ki akıllara gelen soru işaretlerinin bir kısmı daha yanıtını bulabilsin. Dünya 2000 yılına ve ötesine hazırlanıyor. 23.11.1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'nin haberine göre; Time Dergisi ve CNN tarafından yapılan kamuoyu araştırması ilginç sonuçlar ortaya koymuş. Bu araştırmaya göre, "Amerikalıların %46'sı Hz. İsa'nın yeni milenyumda yeryüzüne döneceğine, %29'u bunun gelecek 100 yıl içinde olacağına" inanıyor. %46 küçümsenmeyecek bir orandır. Amerikalılardan hareketle dünyada azımsanmayacak orandaki bir nüfusun bu inanca sahip olmasının kökenine bakmak gerekir. Bu noktada Ruh ve Madde Dergisi'nin Ekim 1999 sayısında yer alan bir makale, kitabımızdaki; hem Hz. İsa'nın ikinci gelişine hem de felaketleri önleme konularımıza ışık tutacak niteliktedir. Violetta Paulea isimli yazardan çeviri yapılarak, yayınlanan, "2000 Yıldır Yerine Getirilmeyi Bekleyen Bir Söz" isimli makalenin ilgili bölümlerini okuyalım: "Gezegenimizde yeni bir şuurluluk yerleşip ifadesini bulacaktır. Bu görüşe göre Kurtarıcı'nın dünyaya tekrar dönüşü ile nasıl bağlantı görülebilir acaba? Birçok kişi bu teolojik ilkeleri Kurtarıcı'da enkarne olmuş dışsal ifadeyle birleştirip, tek bir varoluş şeklinde ifade edip bir anlam vermektedirler. Bu olaya benzer olaylar bütün dünya dinlerinde bulunmaktadır ve bu dinler de kendi kurtarıcılarının dönüşünü beklemektedirler. Müslümanlar için bu kurtarıcı İmam Mehdi'dir, Budistler için Buda, Hindular için mevcut çağ tanrısı, eski Orta Amerika dinine inananlar için Quetzalcoati ve Hıristiyan dininin bazı gizemcileri için ise İsa'dır. Gizemci çok küçük bir Hıristiyan grubun yaklaştığı görüşe göre ise, Kurtarıcı'nın varlık olarak dönüşü, insanların toplu olarak uyanık şuurluluğa ulaşmasıyla gerçekleşecektir." "Kendi inancımızı sağlam temellere oturtmak istiyorsak, mantığa dayanan bulgulara ihtiyacımız bulunmaktadır. Bizleri cevaplara götürecek sorulara ihtiyacımız olacaktır. Kurtarıcı'nın dünyaya ikinci gelişi ile ilgili olarak bir sürü kehanet bulunmaktadır. İçsel ya da dışsal anlamı veren birçok tahmin vardır. Bu olayın gerçekleşme aşaması, Teolojik ilkelerin tezahürü, Kova burcu çağının başlangıcı veya öğrencilerinin bildiği şekliyle Kurtarıcı'nın bir beden içinde tekrar dünyaya gelişi ile ilgili olarak, bütün görüş sahipleri uyuşmuş görünmektedirler. Gizemciler bu olayın gerçekleşme tarihi olarak 2000 yılını göstermekte. Cayce ise dünya gerçeği yazgısının 1998 yılında gerçekleşeceğini söyler. Yeni Çağ vizyonu savunucusu Can Carrey ise 2011 yılına değinmekte, Amerikalı bilim adamları, jeologlar ve jeofizikçiler ise 2001 yılını belirtmektedirler. Piramidin giriş yerinde ise son tarih olarak 17 Eylül 2001 yılını bulmaktayız. Kurtarıcının tekrar gelişi ile ilgili soruya 'bu günü kimse bilmiyor' diye cevap verilerek öğrenciler tatminsiz ve sorular cevapsız bırakılmıştır." "Kehanetlerimizin yorumcuları, kutsal kitaplarda bahsedilen ve beklenen olayların en kötü günlerde gerçekleşeceğini ileri sürmektedirler. Bu olayın veya öngörülen ipuçlarından, belki de İkinci gelişin tarihini tespit edebiliriz. Tasvirlere göre bugünlerde 'Bir sürü insan sağa sola koşacak ve bilgi artacaktır.' Günümüzde geçerli olan gerçeklik bu dizenin anlamı hakkında bizlere ipuçları vermektedir. İkinci geliş konusunda
araştırma ve yorum yapan iCirk Nelson, bizim çağımızın bulguları ile ilgili olarak dizeyi açıklığa kavuşturmaktadır. "Hızlı yer değiştirme çağını yaşıyoruz." Eski nesilleri karakterize eden durgunluk alışkanlıkları tamamen kaybolmuş bulunmaktadır. Zaman ve yer kavramları değişmektedir. Süpersonikler, uzay araçları, bizleri yeni bir mekanzaman anlayışına götürmektedir. Bu çağı bilim adamlarının çoğu, kavradığımız mekanzaman faaliyetimizin genişlemesi olarak görmektedir. Bunun anlamı ise zamanı tarafsızlığı bağlantısında kazanmamızdır. Yorumcular ise insanın düşünce biçimi ve şuurluluğunda hızlı bir çağın varlığından bahsediyor. Bilginin olasılıklarının en uç noktasına ulaşacağı bir teknolojik gelişme aşamasında mı bulunuyoruz acaba? Yorumcular bugünlerden mi bahsediyordu acaba? Aradığımız cevaplara canlı bir şekilde sahip olacağımız gün belki de pek uzaklarda değildir." "Devrimizin kapanmakta olduğu bu anda, biiyük ve özlü bir şey olacaktır. Acayip bir şekilde, İkinci geliş olayını yorumlayan bütün teoriler bu görüşte birleşmektedirler. Tekrar gözden geçirmeye ve değişikliklere hazır mıyız acaba? İkinci gelişin ve sembollerinin anlamını iç alem anlamında ele alırsak, o zaman bizzat kendimiz büyük içsel değişikliklere hazır olmalıyız. Yani "jeolojik" ve "semavi" anlamdaki değişikliklere. Bu karışıklığın anlamı, eski hesapların ortadan kaldırılması olacaktır." "İnsanlığın toplu ruhsal durumuna göre, İkinci gelişin habercisi olan olaylar depremler, açlık, hastalıklar, felaketler- önlenebilir. Bu bağlantı ve karşılıklı etki, insan ve kainat ikilemi karşısında, bilimsel teorilerden en önemlisi olarak, fizik biliminde son senelerde geliştirilmiştir. Bir sürü karmaşık bulgulara başvuran fizikçi T.S. Bell, kainat içinde her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu ispat etmiştir. Bell'in teorisine göre, her şey onları birlikte tutan ve birleştiren bir şeyin, bir gücün parçalarıdır. T.S. Bell'e göre, bütün enerji yansımaları bir rakamın uzantısıdır (bağlantısıdır). Güneş Sistemi - İnsan Galaksiler bağlantısı, bizlere her şeyin birbiriyle bağlantısı ve etkisini gösterir. Eğer kutupların yer değiştirmesi, iklimsel ve jeofiziksel değişikliklerden etkileniyorsa ve eğer kozmik enerji, güneş enerjisi, ve güneş lekeleri insanın durumunu etkiliyorsa, o zaman bu köklü değişiklikler senaryosundaki rolümüz hakkında kendi kendimizi sorgulamalıyız. Birçok metafizik hocasına göre, değişimin başlangıcı, bu üçlü bağlantının uyumu ile gerçekleşebilir. Her çeşit hayat biçiminin bütününden serbest kalan enerji miktarı, dünya üzerine tekrar gelişin enerjisel açılımının sebebi olacaktır. Bin-yıl görüşü bize bunu ifade eder ve "dünya üzerinde tanrısal karşılıklı etkileşmeyi" gösterir. Karşılıklı bir enerji dengesi, dünya üzerinde spiritüel (ruhsal) bir varoluşun gerçekleşme ortamını hazırlar. (Cayce'nin belirttiği gibi eğer peygamberin gelişinin ortamını hazırlayanlar olmasaydı, peygamberler gelemezdi.)" Naçizane olarak Müslüman Türk Milleti'nin fertlerine Hz. İsa'nın gelişi gösterilmiştir. Ben bir önceki bölümde hayırlı olayın gerçekleştiği için bize gösterildiğini söylemiştim. Az önce okuduğunuz bölümün son cümlesi son derece isabetli ve yerindedir. Başta Üstadımız olmak üzere ekibiyle birlikte dünyaya çektiği enerjiler, Allah'ın kulları vasıtasıyla nurunu tamamlamak istemesi aynı zamanda beklenen Peygamber ve inisiyeleri dünyaya çekecektir. Hiç şüphesiz ki hem Türkiye'de hem dünyanın her yerinde hayırlı ve has kullar bu görevi birlikte yürütmektedirler. Hz. İsa'nın yanısıra bir de Mehdi'nin geleceği inancı vardır. Mehdi peygamberler gücünde bir zat olmakla beraber görevi, yeni bir din, bir kitap getirmek değildir ve peygamberlik yapmak da değildir. Bir inisiye olarak Allah'ın O'na verdiği görevi
yapacaktır. Ama ilahi görevini gerçekleştirecek ruhsal güç ve imkan içinde bulunması gerektiğinden böyle bir zat ancak Peygamberler Alemi'nden gelebilir. Biz naçizane bu iki zatın bir noktada birleşeceğini ve fizik bedenli olarak beraberce bir ilahi görevi yerine getireceğini celseler suretiyle izledik. Hz. İsa'nın doğmuş olduğunu biliyoruz. Şu aşamada henüz çocuk yaşta ve kendinin farkında. Öyleyse Mehdi'nin de temiz bir soydan doğarak gelmesi beklenebilir ve bu yakındır. Bu hayırlı çocuğun, Hz. İsa'nın geldiğini de dikkate alarak bu günlerde doğacağını düşünürsek göreve hazır olması için 18-25 yıllık bir süreç gerekebilir. Ancak bu süreç içerisinde gereken manevi ve kozmik enerjilerle kendi bünyelerini açıp, dengeleyip, hazırlayabilirler. Hz. İsa ve Mehdi birlikte ne yapacaklar? Kitabımızda bu konuya kısmen değinilmiştir. Onların asıl görevi Deccal'e karşı olacaktır. Çünkü insanlık her bakımdan kutsal bir çağa geçecekse Deccal'in yeryüzündeki etkisinin ortadan kaldırılması gerekir. Bu noktada Deccal'in kimliği hakkında kısa ansiklopedik bilgi verelim: "Deccal: Kıyametten az önce ortaya çıkacağına ve Hz. İsa tarafından öldürüleceğine inanılan yalancı Mesih Deccal'in, Kuran'da adı geçmez, ancak Hz. Muhammed'in bazı hadislerinde sözü edilir ve kıyametin önemli belirtilerinden biri olarak gösterilir. Hadislere göre Deccal, Mekke ve Medine dışında bütün dünyaya egemen olacak, 40 gün ya da 40 yıl saltanat sürdükten sonra Filistin ya da Suriye'de İsa ya da Mehdi tarafından öldürülecektir. Deccal ile ilgili benzer inançlar Yahudilik, Zerdüştlük ve Hıristiyanlıkta da vardır." (Büyük Larousse, Milliyet) Şimdi de Dini Terimler Sözlüğüne bakalım: "Deccal: Kıyamet alametlerinin büyüklerinden. Kıyamete yakın bir zamanda çıkacağı bildirilen ve İsa aleyhisselam ile Mehdi aleyhisselam tarafından öldürülecek olan zalim." "Deccal; yalancı, hileci, hakkı batıl, batılı hak olarak gösteren aldatıcı demek olup, peygamber olduğunu iddia edecek, herkesin imanını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir." "Geçmiş peygamberler şaşı, kör, yalancı olan Deccal'in büyük fitne ve bela olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden zararından korkuttular. (Hadis-i şerif, Huccetullahi alel alemin)" "Deccal'in Mekke ve Medine hariç ayak basmadığı hiçbir memleket yoktur. (Hadis-i şerif, Huccetullahi alel alemin)" "Eshab-ı Kehf, Hazreti Mehdi'nin yardımcıları olacak ve İsa Aleyhisselam bunun zamanında gökten inecek ve Deccal ile harb ederken Hazreti Mehdi onunla beraber olacaktır. (Yusuf bin İsmail Nebhani.)" (Dini Terimler Sözlüğü) Bize gösterilen görüntüler ile, hadisler ve bu yolla verilen bilgiler uyum içerisinde görünüyor. Gerçekten de bir çağ değişiminin içindeyiz. Kitabımızda bunu bize gösteren hem fiziksel hem de ruhsal belirtileri ortaya koyduk. Bu bakımdan birçok sırrı da böylece açıklamış olduk.
Yalnız yukarıdaki hadiste sözü edilen, "şaşı ve kör" olmayı içsel manada düşünmek gerekir. Çünkü Deccal mevcut gücü ile kendini o fiziki halden kurtarabilir. Ancak manevi açıdan şaşı ve kör olması düşünülebilir. Ben "Bir Kum Tanesi Gibi" isimli kitabımda Üstadımın Deccal ile yaptığı görüşmeden bahsetmiştim. Deccal bugün Himalayalar olarak bilinen bölgede fizik bedenli olarak, ölümünü durdurmuş bir vaziyette binlerce yıldan bu yana bu görevine hazırlanıyor. Ve bu süreç içerisinde muazzam bir gücü çekerek bünyesine toplamış durumdadır. Bu güç ile her türlü mucizeyi gösterebilir. Yoktan yemek yaratabilir, ölüleri diriltebilir, bir dağı yok edebilir. İşte bunlan göstererek kendisine inanan bir sürü insan ve ordu toplayabilecektir. Bu devirde marifet bu mucizelere kanarak bunlara inanmak değil aksine aklı ve gönlü kullanarak inanmamaktır. Nihayet o da Allah'ın bir aciz kuludur. Değil bu mucizeleri göstermek dünyayı yok etse ne olacaktır? Dünya sonsuz yaratılışta bir toz zerresinden daha farklı değerlendirilemeyecek bir hükümdedir. Bu nedenle ona inanmamak gerekmektedir. Ama hem Hz. İsa'yı, hem Mehdi'yi hem de Deccal'i birbirinden ayırmak gereklidir. Allah'ın has kulları bu ayırımı yapabilecektir. Ama ne yazık ki, "şeytan benim adımı anarak sizi kandırmasın" ayetine uygun olarak Deccal de iyi bir kılıf içinde kendini insanlara tanıtacak ve bir hayli de taraftar toplayacaktır. Bütün bunlan fiziki dünyada yaşayarak göreceğiz. Ama az önce de söylediğim gibi "Mutluluk Çağı" esprisine uygun olarak yeryüzünün Deccal'in etkisinden artık kurtarılması zamanı gelmiştir. İşte bu nedenle O'nu yenebilecek güçte fiziki bedenli has kulların yeryüzüne tekrar gelmesi gerekmektedir. Bunlar bildiğimiz gibi Hz. İsa ve Mehdi'dir. Naçizane bu büyük mücadelenin kazanılabilmesi için bu zatlara uygun çalışma ve kazanma ortamının hazırlanması gerekir. Öyle ki Deccal bu mücadelede negatif alemlerden yardım alamasın veya bu yardım en alt düzeyde kalsın. Ve tersine pozitif güçler olaya en yüksek katkıyı sunabilsin. Bu kavramların neler olduğunu ve böyle bir ortamın şu anda nasıl oluşturulmaya çalışıldığını hazırlamakta olduğum, "Güllerin Hücumu" ve "4417. Basamak, Nuh'un Gemisi'ne Giden Manevi Yolun Açılması ve Korunması" isimli kitaplarımızda inşallah okuyup anlayabileceksiniz. Yüce Allah insanlığın içine girdiği bu yolu ve karşı konulmaz kaderi en hayırlı neticeye ulaştırsın. EK BÖLÜM Zelzele Süresiyle İlgili Zorunlu Yanıt
Değerli hocamız Sayın Yaşar Nuri Öztürk de Marmara Depremi'nden sonra sarsılıp şaşıran toplumu aydınlatmak üzere depremle ilgili kitap hazırlamış bulunuyor. "Depremin Gösterdikleri,Yeni Yüzyıl İçin Uyanlar" isimli bu kitap gerçekten toplumumuz için faydalı olabilecek bilgiler ve ibretler içeriyor. Ben de bu güzel çalışmadaki pek çok konuda ve genel olarak hocamız ile aynı görüşteyim. Bununla beraber kitabın, "Deprem ve Keramet Furyası" isimli bölümünün
bir kısmına katılmam, kendi ilmim sebebiyle mümkün görünmüyor Katılmadığım her düşünce için mevcut çalışmalarıma bir bölüm yapacak değildim. Ama burada bu ek bölümü hazırlamak zorunda kaldım. Bunu; birincisi Kuran'a duyduğum saygıdan ve ikincisi hazırladığımız bu kitaptaki Zilzal (Zelzele) Suresi'yle ilgili olarak verdiğimiz bilgi ve değerlendirmelerimizle anılan kitaptaki bölümün tamamen zıtlaşıyor olması nedeniyle yaptım. Üstadımın deyişiyle "ilmi ledun" içinde uzun yıllarını ve hayatının maddi manevi her türlü unsurunu harcayarak kendini Allah yoluna adamış bir insan olarak bunu yapma hakkını kendimde gördüm. İnsanlığa düşman; başta şeytanın bizzat kendisi olmak üzere her çeşit negatif varlık ve güç ile bunca yıldır savaşmış ve halen savaşan biri olarak elde ettiğim bilgi ve tecrübe doğrultusunda yalnızca gerçekleri yazıp anlatmak yanlış anlaşılsak bile bize şerefli bir haktır. Hiçbir şey gerçeğin kendisinden daha gerçek olamaz sözüne uygun olarak hazırlanan bu kitap zaten önceki bölümde belirttiğim gibi hakikat mertebesinden bire bir gerçekleri anlatmaktadır. Bunu insanlık bugün anlamasa bile bir çağ değişiminin içinde vazife almış insanların neler yaptıklarının yarınki nesillere mutlaka olduğu gibi anlatılması gereklidir. Yine de aşağıda yapacağım değerlendirmelerden şayet içinde yanlışlarım varsa Allah'ın bağışlayıcılığına sığınırım. Çünkü üzerinde konuştuğumuz konu Kuran ve ilahi ilimlerdir. Sayın Yaşar Nuri Öztürk anılan kitabının 34. ve 35. sayfasında şunları yazmaktadır: "Zilzal Suresi'nin Kur'an'm 99. suresi olduğunu söylemek gerçeği yansıtmıyor. Kur'an'm bugün elimizdeki şekliyle tertibi, vahyi veya nebevi bir tertip değildir. Çünkü surelerin tertibi serbest bırakılmıştır. Bu tertip, tarih içinde yapılmış tertiplerden biridir. Geleneksel olarak tutulmuş ve yerleşmiştir. Kimsenin bundan bir şikayeti de yoktur." "Tamam, ama bunun öyle olması bu tertipte surelerin aldığı numaraların kutsallığı veya değişmezliği anlamına gelmez. Sure numarasından bir anlam çıkaracaksak (ki sadece Kur'an hükümlerinin iniş sırasını izlemede anlamlı olur) surenin iniş sırasına göre kaç numara olduğuna bakmamız gerekir. Bakalım:" "ZiLzal Suresi iniş sırasıyla 91. suredir. O halde Zilzal Suresi'nden hareketle deprem kerameti sergileyenlerin 99'dan 1999 çıkarmaları bu noktadan da bir uydurmadır." "8. ayetin, yılın 8. ayı olan Ağustos'u ifade ettiğini söylemekse tam bir saçmalıktır. Çünkü Kur'an, Kameri takvim kullanır. Ve depremin meydana geldiği 1999 Ağustos ayına, Kameri takvimde Cemaziyelevvel ayı denk gelmektedir. Kameri takvimde bu ay 5. aydır. 8. ay nereden çıkıyor!" "Bütün bunlar gösteriyor ki, birileri Kur'an'ı öteye-beriye çekerek, ayetleri, sureleri makaslayarak ve Kuran'la ilgili en sıradan bilgilerden yoksun olduklarını da unutarak, falcılık pazarlamaktadır." "Bu ayıptır. Entellektüeller tarafından yapılınca, iki kat ayıptır." "Elbette ki ayıbın itiraf edilmesi onu ayıp olmaktan çıkarır. Umarız bu itiraf gerçekleşir ve ayıp ortadan kalkar. Çünkü insan hata yapabilir ve bu onu küçültmez. Hatayı savunmaya veya yok göstermeye kalkmak ise onu hezeyana dönüştürür ve
savunucusunu rezil eder." "Özetleyelim: Zilzal Suresi'nin ne bu depremle ne de başka depremle doğrudan bir ilgisi yoktur. Hatta hiçbir ilgisi yoktur. Zilzal Suresi kıyametin kopuşundan söz ediyor. Bunda depremi anımsatan tasvirler var diye her karşılaştığımız depremi Zilzal Suresi'yle irtibatlandırıp bir "keramet" sergilemek, en azından hafiflik veya ciddiyetsizliktir." (Depremin Gösterdikleri, 34, 35.) Bugün elimizde bulunan Kuran'ın 99. Suresi Zelzele Suresi'dir ve bu bir gerçektir. Bu sıra resmi sıradır. Bu surenin iniş sırası ise 91'dir ve bu da bir gerçektir. Bugün İslam Aleminin elinde böyle iki değişik sure sıralamalı Kuran vardır. Ve her ikisi de hak ve gerçektir. Kuran'daki surelerin iniş sırası hakkında zaten söylenecek bir söz bulamayız. O Yüce Allah'ın takdiridir. .Fakat elimizde bir zenginlik olarak neden resmi sure sıralı bir Kuran daha var? Bu tesadüf müdür? Keyfiyetten ve serbestlikten mi meydana çıkmıştır? Kuran'a karşı bunu iddia etmek büyük yanlıştır. Aslında İslam Dinine, Kuran'a inanan insan hayatta hiçbir şeyin tesadüfi olamayacağını bilir. Her şeyde çok ince planlar ve ilahiyat bulunmaktadır. Kuran'ın bir de bu şekilde terkip edilmesi yine yüce Allah'ın bir arzusudur. Ve kullan bu arzuya uyarak bu sıralamayı yapmışlardır. Bu sıralama istenmese idi, böyle olmazdı. Kuran'ı bizzat koruduğunu söyleyen Yüce Allah onu her türlü koruma imkanına sahip olduğundan buna izin vermezdi. Kuran'ın böyle düzenlenmesi ayrı bir hikmet, ayrı bir güzelliktir. Bu sıralamayı Hz. Osman yapmıştır. Acaba kendisi bunu keyfi olarak mı düzenlemiştir? İniş sırası zaten biliniyorken ve durup dururken bu sıralamayı değiştirmeyi acaba kendisi mi düşünmüş durumdadır? Acaba Yüce Allah O'nun aklına ve gönlüne böyle bir sıralama yapmasını söyleyemez mi? Kulunu bu yola döndüremez mi? Kuluna, "kurumsal olmayan vahiy yolu" ile bu emrini iletemez mi? Sayın Yaşar Nuri Öztürk hocamız bu konuyu iyi bilmektedir. Zaten kitaplarında da kurumsal olmayan vahiy yolunun açık olduğunu kendisi anlatmaktadır. "400 Soruda İslam" kitabının 32. ve 33. şayialarında bunu ayrıca "ilhamsal bilgi" veya "vasıtasız bilgi" olarak niteliyor. İbn- ül Arabi, "peygamberlere vahiy edilen bilginin aynı kaynaktan, aynı biçimde bazı sufillere de gelebileceğini" söylemiştir." Ona göre "veliler Kuran kadar hak olan keşfi bilgilere sahip olabilirler." (Türk İslam Düşünürleri, sayfa 59, 60, Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu) Şüphesiz ki İbn-ül Arabi bu sistemin nasıl çalıştığını gayet iyi bilerek bu cesaretli sözleri söylemiştir. Zaten kitabımızın içeriğine bakarsanız orada çok önemli ilahi bilgilerin bize verildiğini görürsünüz. İşte bu bilgiler ilahi alemden Allah'ın rızası, Peygamberimizin emriyle sürekli verilmektedir. Yoksa Hz. Osman gibi bir yüce zat bu işe kendiliğinden kalkışmaz. O değer kavramının ne olduğunu bilecek seviyede bir zattır. Bugün elimizdeki resmi sıralamak Kuran Hz. Osman veya bir beşer istediği için değil Allah istediği için vardır. Böyle bir konuda iddia edildiği gibi serbestlik olsaydı. Bugün elimizde yüzlerce değişik sıralı Kuran olurdu. Ve asıl bunun bir anlamı olamazdı. Ama gerçeğe bakalım; böyle bir durum söz konusu değildir. Kuran'ın mevcut durumu Allah'ın arzusudur.
Allah'ın bir lütuf ve takdiriyle yaptığımız büyük mücadelelerde zaman zaman dört halife ile birlikte çalışmalarımız olmaktadır. Dört halifemiz on sekiz bin alemde şefaat görevini sürdüren yüce Peygamberimizin halen yanında ve O'nun en büyük yardımcılarıdırlar. Onların ulaştığı seviyeyi, meşakkatlerle dolu ama o ölçüde ilahi görevlerinin neler olduğunu bir parça bilen bir insan olarak Hz. Osman'ın resmi Kuran'daki bu sıralamayı aldığı ilahi emir doğrultusunda yaptığına inanmaktayım. Naçizane olarak yeri geldiği için şu bilgiyi arz etmek istiyorum. Bir çalışmamızda Hz. Ali büyüğümüz teşrif ettiler. Aramızda O'nu çok seven arkadaşlarımız vardı. Yüce büyüğümüz şöyle konuştu: "Diğer arkadaşlarımı en az benim kadar sevmezseniz, hem vallahi, hem billahi sevginizi kabul etmem. Biz hepimiz biriz." Biz ancak bundan sonra Hz. Ebubekir'e, Hz. Osman'a ve Hz. Ömer'e karşı eksik sevgi yaklaşımında bulunduğumuzu anlayarak bunu giderme yoluna gittik. Kuran'da sıralama ve sayılama önemli midir? Böyleyse sadece iniş sırası açısından mı önemlidir? Şimdi bu konuyu değerlendirebiliriz. Dikkat ederseniz Kuran'da bazı ayetler uzunca birkaç cümleden oluşabilmektedirler. Bütün ayetlerin başlarında da numaraları vardır. Numaralama önemli görülmeseydi şüphesiz yapılmazdı. Sadece insanlar daha iyi inceleyebilsin diye bir metot veya tasnif olarak ayetler numaralandınlmamışlardır. O zaman her makul cümleye veya uzunluğa numara verilebilirdi. Ama bu ilahiyatın hakiki manası öyle değildir. Bütün ayetler üzerlerindeki numaralarıyla da ayrı bir güç ve imkan ortaya koymaktadırlar. Kuran'daki her harfin, her hecenin, her kelimenin, her cümlenin, her ayetin ve her surenin ayrı bir hadimi, ayrı vibrasyonalitesi, ayrı gücü, ayrı ışığı ve ayn fonksiyonu vardır. Önlerindeki sayılarıyla bu fonksiyonların farklı varyanttan devreye girmektedir. Ayetler ayn ayn başka fonksiyonlar icra etmekte, bir arada başka fonksiyonlar icra etmektedir. Ayrıca birden Sazla okunuşlarda fonksiyon ve varyantlar yine değişmektedir. Naçizane olarak biz bunları bizzat yaşayarak öğrenmiş durumdayız. Yaptığımız mücadelelerde bazen öyle güçlü negatif varlık ve hallerle karşılaşıyoruz ki ne yaparsak yapalım onları yenmek, yok etmek veya ıslah etmek mümkün olamıyor. İşte o zamanlarda ilahi yardımı biz hep yanımızda bulduk. Böyle bir durumda rehberlerimiz bize, örneğin, "şu ayeti şu kadar okuyun" diyorlar. Biz de onu orada okuyoruz. İşte o zaman o ayetin görevlisi geliyor. Çoğunluk bir enerji şeklinde geliş oluyor bazen insanımsı bir görüntü oluşuyor ve negatif varlığı sararak ne şekilde etkisiz hale getirmesi gerekiyorsa onu yapıyor. Allah Hazreti Kuran'dan razı olsun. O yanımızda olmasaydı, O'nun gücü ve imkanından yararlanmasaydık biz bugün çoktan yok olmuştuk. O bizzat yaşayan bir varlıktır ama hayatiyeti düşündüğümüz yaşam sınırlarının ötesine gider. Burada sözü Yunus'la bütünleyelim: "Dört kitabı şerh eden, hakikatte asidir, zira tefsir okuyup, manasın bilmediler." Hakikat mertebesinde tefsirle uğraşmak asilik olur. O noktada ancak Hz. Kuran ile birlikte Allah yolunda çalışılır. O Kuran Rabbimizin bir nimetidir. Bu nedenle Allah'ın arzusu dışında Kuran'a karşı keyfi bir çalışma yapılamaz. Bunun yapılabilmesi için yapacak olanın Kuran'ın ilk çıkış kaynağına kadar erişip orada o nura tasarruf etmesi gerekir. Bu ise imkansızdır. Ayet numaralarından yola çıkarak söylediğimiz şeyler sureler içinde söylenebilir. Surelerin önlerindeki sayılar çok önemlidir. Allah'ın yarattığı bu yüce kitabın her noktası büyük hikmetlerle doludur. Bu şekilde ikinci bir sıralamanın aynca elimizde olması insanlık için büyük güç ve lütufdur. Bu, anlamı olduğu için böyledir. Yarınlarda insanlık bu sıralamalardan daha çok istifade edecektir. İnanınız resmi sıralı hatim
indirmek ile iniş sıralı hatim indirmek Kuran'ın ayrı lütuflarına muhatap olmak demektir. Rabbimiz bunu böyle tespit etmiştir. Yaratılışta rakamların, sayıların, geometrinin önemi büyüktür. Kuran buna işaret ederek, "o herşeyi sayı ile yaratmıştır", "biz herşeyi tek tek saydık kaydettik" demiştir. Kuran'ın tamamen matematik kodlamalı yücelik ve güzelliklerini yarınlarda insanlar bulacak ve ondan bu yönüyle de yararlanacaklardır. Bunu Kuran'daki 19'lu örgüyü sistematik halde bulan ve bu konuda üç kitap yayınlamış biri sıfatıyla da söylüyorum. Şimdi konumuzdaki Zelzele Suresi'ni ele alalım. Bu Surenin resmi sırası 99'dur. İniş sırası ise 91'dir. Sayın hocamız kendi meallerinde bu Surenin başına bu hususu belirterek (99/91) yazmıştır. Bu sebepsiz değildir. Bu sure 99 sayısıyla birleşerek ayrı bir rol oynar. 91 sayısıyla, onun göç ve hadimiyle birleşerek ayrı bir rol oynar. Ayrıca Sure, önündeki sayılardan bağımsız olarak başka bir varyant içinde farklı bir rol oynar ve görevini yapar. Her iki sayı birlikte başka bir rol oynar; birbirleriyle toplanarak oynar, yanyana gelerek oynar. Bu roller hem dünyevi olabilirler, hem kainat bazında ve hem de esas olarak bütün yaratılmışlıkta fonksiyon icra ederler. Dünyevi açıdan bakıldığında 9991 yılını da değerlendirmeye alabiliriz. Çünkü o zaman da gelecektir. Ama bugün için şöyle bir yaklaşımda bulunmak mümkündür. Zelzelede herşey alt üst olacağından bu sayıyı tersten okuyabiliriz. O zaman karşımıza 1999 yılı çıkar. Zelzele Suresi'nin celse yoluyla incelediğimiz bölümünü hatırlayınız. Orada ilahi alem cem aynasında bize ayetleri göstermişti. Bu ayetler görüntüye manevi bir küre içinde girmişlerdi. Her kürenin üzerinde 19 sayısı yazıyordu. Yine ayetlere ait her küre yanyana gelmiş bir halde sure ve ayet numarasını kendinde taşıyordu. Örneğin birinci ayetin hükmünü göstereceklerken görüntüde 991 sayısı oluşuyordu. 2. ayet için ise 992 sayısı ve ilahi alem bize, "bu ayetlerin bu sayılarla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini" söylemişti. Kuran her yönüyle bir bilimdir. Bu nedenle biz yaratılışı nasıl keşfettiğimiz bir çok ilim ile inceliyorsak, Kuran'ı da her yön, her ilim ve her hal ile incelememiz gerekir. Kuran kainatın adeta planı, krokisidir. Kuran'daki sayısal sistemi görmemezlikten gelmek, oradaki sayıları dikkate almamak insanlığın hatası olur. Biz insanlık olarak Kuran'ın henüz milyonda birinden bile yararlanamadık. Ben bu görüşteyim. Bu kısımla ilgili son olarak şu hususu belirtmekte fayda vardır. Sure numarası ile ayet sayısının toplamı veya farklı varyantları da değerlendirilmeden uzak tutulmamalıdır. Yine Zelzele Suresi'ni örnek alacak olursak; sure numarası iniş sırasına göre 91, ayet sayısı 8, bunların toplamı ise 99 eder. Bu da 1999 yılını işaret ediyor olabilir. Ayet sayısını iniş sırası ile toplarsak; 8+99=107 eder ki bu da 2007 yılına kadar bu depremlerin, dolayısıyla dünyanın yüzey şekillerinin değişiminin süreceğine işaret ediyor olabilir. Bütün bunların doğruluğunu önümüzdeki dönemde görebileceğiz. Şimdi gelelim Zelzele Suresi'nin 8. ayet olup olmadığına!... Sanırım Sayın Hocamız Kuran'a karşı burada bir hata yapmış bulunuyor. Açıklayalım: Sayın Yaşar Nuri Öztürk bu konuda şöyle demektedir: "8. ayetin yılın 8. ayı olan Ağustos'u ifade ettiğini söylemekse tam bir saçmalıktır. Çünkü, Kuran Kameri takvim
kullanır. Depremin meydana geldiği 1999 Ağustos ayı, Kameri takvime göre 5. aydır!" Bu sözler maalesef birçok noktadan düzeltilmeye muhtaçtırlar. Bu nedenle işin doğrusunu anlatabilmek amacıyla biz de birçok söz söylemek durumunda kalacağız. Ansiklopedilerde "takvim" konusuna bakarsanız insanlığın bu güne kadar binlerce takvim yaptığını görürsünüz. Takvim yapmak tamamen beşeri bir hadisedir. Her millet, her devlet, her topluluk hatta her şehir tarih içinde kendine ait önemli olayları çıkış noktası yaparak kendi takvimlerini yapıp, kullanmışlardır. Bu yönüyle takvim adeta sosyal bir özellik taşır. Ve her takvimde halen de düzeltilmeye muhtaç olan ama henüz cevabı keşfedilemediğinden eksik olan hususlar bulunur. Nihayet takvim zaman enerjisini bir takım bölümlere ayırmaktadır. Zaman enerjisi hakkında bilgimiz geliştikçe zaman ölçüsü olarak ileride belki de takvim kullanmayacağız ama zamanı kendi özelliklerine göre niteleyeceğiz. Bu gün ise insanlık takvim yapmak için Güneş ve Ay'dan yararlanmaktadır. Ama bu daha ziyade zamanı bölümlere ayırmak içindir. Kuran'ın bizden asıl isteği olan "hesap aracı" yapma işleminden şu anda epeyce uzağız. Bu aşamada takvim konusunda bir ansiklopedik bilgiye kısaca göz durumdayız:
atmak
"Çeşitli takvim sistemleri, ölçü olarak alınan çeşitli gökbilimsel olaylara denk düşer." "Güneş takvimleri, dönencel yıl süresinden yola çıkarak hazırlanmıştır." "Ay-gün takvimleri, güneş takvimleriyle aynı dönemi kapsar, ama aylar mümkün olduğu kadar kamer ayıyla başlayacak ve bitecek biçimde düzenlenmiştir. Yıl başının her zaman aynı mevsime rastlaması için kimi kez bir on üçüncü ay eklemek gerekir; böylece özel bir çevrim sonunda, yıl aynı fiziksel koşullarda başlar. İsrail Oğullan, Eski Yunanlılar, Çinliler, Moğollar, Hintliler vb. bu takvimleri kullanmışlardır. Bu takvimler, günümüzde kiliselerde büyük dini törenleri ve özellikle de Paskalya tarihini saptamada kullanılmaktadır." "Ay takvimleri, yalnızca Ay'ın hareketlerinden yola çıkarak hazırlanmıştır. Yıl, almaşık olarak 30 ya da 29 gün çeken on iki ay ya da kamer ayından oluşur; bu on iki ay 354 gün eder; güneş yılı ile arasındaki 11,25 günlük sapma, bu ayların mevsimlere denk düşmemesine yol açar. İslam takvimleri bu ilkeye dayanır." "Müslümanlarda takvim. İslam ülkelerinde Hicret'in 17. yılıyla (638) birlikte hicri takvim ya da Arap takvimi de denilen hicri-kameri takvim kullanılmaya başlandı. Daha sonra Abbasiler'in de içinde bulunduğu birçok İslam devletinde Güneş yılı esasına dayanan takvimler de kullanıldı. Büyük Selçuklu devletinde Melikşah döneminde düzenlenen (1079) celali takvimi bu türdendir. Harizm'de, Ekber Şah döneminde Hindistan'daki takvimler de Güneş esasına dayalıydı. İlhanlılar'da Gazan Han döneminde celali takviminde bazı değişikliklerle İlhanlı takvimi oluşturuldu (1302). Günümüzde İran ve Afganistan'da kullanılan ve yılbaşı nevruz olan takvim, celali takviminin az çok değişikliklerle bir uzantısıdır." "Türkler'de takvim. Müslümanlığı kabul etmeden önce Türkler on iki hayvanlı takvimi kullandılar. Bu takvim Güneş'in hareketi esaslarına dayanıyor, 12 ya da 60 yılda bir devrini tamamlıyor, yıllar sayı ile değil her biri bir hayvan adıyla anılıyordu. Çeşitli
kaynaklarda tarihi türki, tarihi uygur, tarihi hıta, sali türkan, tarihli türkistan gibi adlarla da anılan bu takvimde yıllar hayvan adlarıyla anılırdı. Bu takvimde bir gün (gece ve gündüz) on iki eşit bölüme ayrılarak her birine çağ denir, bir yıl ise yine on ikiye ayrılarak her birine ay denirdi. On iki hayvanlı takvimin kullanılması Müslümanlığın kabulünden sonra da birçok Türk devletinde sürdürülmüştür." "Osmanlılar da Selçuklulardaki gibi uzun süre alaturka takvim (türk takvimi) de denilen hicri-kameri takvim kullanıldı. Mahmut I döneminde bu takvim ile birlikte, mali işlemlerde Hicret (622) tarihinden başlayan, güneş yılı esasına dayalı, yılbaşı mart olan rumi (mali ya da hicri-şemsi de denir) takvim kullanılmaya başlandı (1740). Birinci Dünya Savaşı yıllarında Gregorius takvim sistemine dayalı takvimi garbi'nin uygulanmasına da geçildi (1917)." "Türkiye Cumhuriyeti'nde takvim. Türkiye'de takvimde tarih mebdeinin tebdili adlı 698 sayılı yasanın kabulünden bu yana batı ülkelerindeki gibi Gregorius esasına dayalı miladi takvim kullanılmaktadır." (Meydan Larousse, Milliyet)
İnsanlık bugüne kadar binlerce takvim kullanmıştır. Yukarıdaki anlatımlardan da anlaşılacağı gibi tarih içinde Müslüman ülkeleri bile değişik takvimler kullanmışlardır. Halen de kullanmaktadırlar. Günümüzde kullanılan ay-gün esaslı takvimler bile güneş takvimleri ile aynı dönemi kapsamaktadır. Çünkü insanlık takvim hazırlarken Güneş ve Ay'dan yararlanmıştır. Yüce Kuran zaten bunu bizden istemektedir. 6. sure olan Enam Suresi'nin 96. ayeti sayın Yaşar Nuri Öztürk'ün kendi çevirisi ile gayet açıktır: "Şafağı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenme zamanı yaptı; Güneş'i ve Ay'ı hesap aracı. İşte budur ölçülendirmesi o Aziz'in o Alim'in." Bu ayet gayet açıktır ama Prof. Dr. Süleyman Ateş'in Kuran'ı Kerim tefsirinden bu ayetin değerlendirmesini okuyucuya sunalım: "Güneş'in ve Ay'ın hüsban olması, bunların ince bir hesab ile yörüngelerinde döndüklerine işaret olduğu gibi insanların, bunların hareketlerine göre zamanı hesaplamalarına da işarettir. Çünkü dünyanın Güneş çevresinde bir tam dönüş yapması, bir yılı meydana getirir. Bizim bulunduğumuz ılıman kuşakta oluşan mevsimlerin her biri, bu dönüşün dörtte birini alır. Ay'ın dünya çevresinde bir kez dönüşü kah otuz, kah yirmi dokuz gün olan bir zaman birimini oluşturur. Ayın on iki kez dünya çevresinde dönüşü de bir Ay yılını meydana getirir." "Bu ayette insanların zaman hesaplarının değişikliğine de işaret olabilir. Çünkü bazı toplumlar Güneş yılını, bazıları da Ay yılını kullanırlar. Güneş'in ve Ay'ın hüsban olması, her ikisinin de zaman hesabında kullanıldığına işarettir." Bu ayetten de anlaşılacağı gibi Kuran, Güneş ve Ay'dan yararlanarak zaman enerjisi hesap aracı, ölçülendirme ve takvim yapmada kullanmamızı istemektedir. Bütün milletlerin yaptığı da budur. Şu anda dünyada geçerli olan takvimler de Güneş ve Ay'dan yararlanarak zamanı takvimlemişlerdir. O halde Arap ırkının ilahi bir olayı başlangıç olarak yaptıkları takvim (Arap takvimi veya Hicri-Kameri takvim) için "Kuran kameri takvim kullanır" denilemez. Kuran sadece Arap ırkına indirilmemiştir. Kuran bütün insanlığa indirilmiştir. Kuran'ın
takvimi yoktur. "Kameri takvim kullanma" sözü sadece Kuran'a inanan bir milletin yaptığı takvim için kullanılabilir. "Kamer" Ay demektir. Oysa Kuran Ay ve Güneş'ten yararlanarak zamanı ölçülendirmemizi istemiştir. Az önce ele aldığımız ayetin yanısıra Ay'ın hesap aracı olduğunu anlatan bir ayet daha vardır. Belki de bize itiraz olarak bu ayet öne sürülebilir. Oysa Kuran'daki ayetler birbiriyle çelişmez, aksine birbirini tamamlar ve destekler. Yunus Suresi 5. ayette şöyle deniyor: "Güneşi ısı ve ışık kaynağı; Ay'ı, hesabı ve yılların sayısını bilesiniz diye bir nur yapıp ona evreler takdir eden O'dur. Allah bütün bunları rasgele değil, şaşmaz ölçülere bağlı olarak yaratmıştır. Bilgiyle donanmış bir topluluk için ayetleri detaylandırıyor." Yine Prof. Dr. Süleyman Ateş'in "Kuran-ı Kerim Tefsiri'nden bu ayetin açıklamasını aktaralım." "Güneş'in, ziya Ay'ın nur kılındığı belirtildikten sonra, 'yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için, Allah'ın Ay'a konaklar belirlediği' bildirilmektedir. Ay, her gece birinde bulunan 28 konaktan geçer ki Araplar, Ay'ın geçtiği her noktayı, karşısında bulunan yıldız kümesiyle adlandırmışlardır. Bunlar, Ay'ın çıplak gözle görülebildiği noktalardır. Ay yirmi dokuz çektiği zaman bir, otuz çektiği zaman iki gece vardır ki çıplak gözle görülmez. İşte Ay'ın, bu konaklardan geçip tekrar eski noktasına gelmesi, ümmi toplumların zaman hesabına yardımcı olur. Gerçi Dünya'nın Güneş çevresinde bir dönümünü tamamlanması da Güneş yılını oluşturur ama Güneş, Ay gibi değişik yerlerden görünmediği için Güneş takvimini bulmak astronomi bilgisini gerektirir. Fakat Ay takvimi, ümmi-kültürlü, köylü- kentli herkes için kolaylıkla kullanılabilir. Mamafih, Kuran-ı Kerim, Güneş'in ve Ay'ın da zaman hesabında kullanılacağını belirtmiştir: "Güneş ve Ay hesap iledir. (Necm Suresi, 5)" Bilmem ki bu kadar açıklamadan sonra ilave söze gerek var mı? Devam edelim. Kuran'm zaman anlayışı ise insanlığın anlayışından ve kainattaki unsur ve maddelerden farklı olup, ilahidir. Bu husus hakkında Kuran'da, "melek ve ruh miktarı elli bin yıl süren bir gün de ona yükselirler" denilerek bir fikir verilmeye çalışılmıştır. Eğer Yaşar Nuri Öztürk'ün dediği gibi Kuran'i bir takvimden bahsedilecekse oradaki ölçüler sonsuz yaratılışta bir toz zerresi gibi küçülen Güneş ve Ay değil ilahi ölçülerdir. Ülkemizde Miladi takvim kullanılmaktadır. Bugün insanlığın büyük çoğunluğu bu miladi takvimi kullanmaktadır. Değişik takvimler yapılması ve kullanılması tamamen beşeridir. Kuran zaten bir beşeri ırkın yapıp kullandığı takvim sistemini kendine mal etmemiştir. Kuran'ın istediği takvim yapılırken Ay ve Güneş hareketlerinden yararlanılmasıdır. Bugün ise miladi takvim kullanan bir Müslüman ülkesinde büyük bir deprem olmuştur. Bu deprem 1999 yılının 8. ayında vuku bulmuştur. Zelzele Suresi'nin sure ve ayet numarasıyla bu sayılar çakışmaktadır. Kuran'da dünler, bugünler ve yarınlar vardır. Yüce Allah insanlığın zaman içinde hangi konumlara gireceğini ve sanaatinin ne olacağını elbette bilmektedir. Ve Yüce Kuran'i hazırlarken her devrin özelliklerini dikkate almış olmalıdır. Biz Türkiye olarak dünya insanlığının çoğunluğunun kullandığı takvime göre 1999
yılının 8. ayında bu depreme maruz kaldık. İşte buradaki rakamlar Zelzele Suresi'ndeki rakamlarla ölçüşmektedir. Kuran dünyevi olaylarla kendi arasında bir bağlantı kurarak bunu insanlara öğütleyecekse insanlığın genel olarak kullandığı ölçüleri baz alması daha makuldür. Arap takvimiyle ölçüşmesi pek de önemli değildir. Çünkü miladi takvime göre lokal olan bu takvim Kuran takvimi (haşa) değildir ve ilahi değildir. Sadece insanlığın tarih boyunca kullandığı binlerce takvimden biridir. Arap kavminin ilahi bir hadiseyi baz alarak hazırlamış olduğu takvime "Kuran takvimi" gibi bir kavram yaratılarak atfedilemez ve bu takvim ilahileştirilemez. Toparlarsak son olarak şunu söylemek gerekir. Biz zaten, "Marmara Depremi Zelzele Suresi'nde anlatılan depremdir" demiyoruz. Ama yaptığımız ilimin bize verdiklerine sığınarak bunun bir başlangıç olduğunu, tarih içindeki binlerce depremden bu yönüyle farklı olduğunu ve Zelzele Suresi'yle bağlantısı olduğunu söylüyoruz. Ve Marmara Depremi bize göre Zelzele Suresi'nde bahsedilen dünyanın tamamını saracak olan depremlerin öncüsüdür. Sayın Yaşar Nuri Öztürk'ün dediği gibi, "her zamanki depremlerden biri" değildir. Maalesef bu satırları yazarken 12.11.1999 tarihinde Düzce'de 7.2 şiddetinde bir büyük deprem daha olmuştur. 14.11.1999 tarihli Hürriyet Gazetesi'ndeki konuyla ilgili bir habere göre yabancı uzmanlar; "çok kısa mesafelerde üst üste bu şiddetle deprem olması da pek olağan değil, gelişmeler şaşırtıcı" demektedirler. Kuran'da bahsedilen bu deprem bize göre birkaç yıllık periyoda sahip olarak dünyayı değiştirecektir. Bu değişimin ne olduğunu, neden olduğunu ve sonucunda ise dünyanın hangi hale gireceğini zaten çalışmamızda anlattık. Bu hadise başka bir şeydir. Kıyamet ise başka bir olaydır. Buradaki hadise kıyamet değil, Kuran'da sıkça geçen; yoldan çıkan kavimlerin helaklarına yönelik bir hadisedir. Ve kapsam itibariyle Nuh Tufanı'ndan daha büyüktür. Zelzele Suresi'yle anlatılan bu olay belki Atlantis Uygarlığı'nın denizler altına gömülmesi ya da Mu Uygarlığı'nın batışıyla kıyaslanabilir. Bütün bunlar daha önce dünyada olmuştur. Umarız ki insanlık felaket gibi gözüken bu hadiseden en hayırlı neticeyi çıkararak kutlu bir çağa girmeyi başaracaktır. Ömer Sami AYÇİÇEK --SON--