KUM TANESİ GİBİ - ÜSTAD MUZAFFER KINALI

Page 1

KUM TANESİ GİBİ

SUNUŞ ...yeryüzünün burçlarından/ bucaklarından geçip gitmeye güdünüz yeterse geçip gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz.


(Kuran, 55/33) Bu öykü çok daha büyük ve çok uzun soluklu bir öykünün ancak küçük bir parçasıdır. Zamanı geldiği için artık insanlığa sunulması gerekmektedir. Bu kitapta yazılanlar gerçek midir, değil midir bunu okuyucuların kişisel değerlendirmesine bırakıyorum. Ama bana kalırsa siz bu öyküyü en iyisi bir bilimkurgu romanı olarak okuyunuz. Selam ve sevgiler. Ömer Sami Ayçiçek 1 YERALTI ALEMLERİNDE Hiç çekinmeden yeraltı alemlerine girmişti! Yanında rehberleri yoktu. Tek başınaydı ve işte sonuçta boğulmak üzereydi... Yaratılışın on sekiz bin alemini gezmiş, her yerde "Üstat geldi" denilerek şölenlerle, törenlerle karşılanmıştı. Başta kendine gösterilen bu ilgiye, sevgiye, hayranlık ve saygıya şaşmış ama sonradan alışmıştı. Bütün pozitif alemler şöyle dursun negatif alemlere bile dalmaktan çekinmemiş, orada üzerine saldıran negatif varlık ve güçlere karşı kendisini başarıyla korumuştu. Hatta evrenlerin düzenini tersyüz etmekten çekinmeyecek kadar alemlere çıkış kapılarından girmeye kalkışmış, kapı görevlileri kendisini ikna edememişler ama güçleri yetmediği için çaresiz kalmışlardı. Kendisinin tanıdığı çok yüce zatlar ancak O'na düzenleri böyle bozamayacağını anlatabilmişlerdi. İşte bu ataklık Üstadın eksi boyutlara, Şeraiti alemlerine rahatlıkla girmesine sebep olmuştu. Yaratılışta hiç kimseden, hiçbir güç ve varlıktan korkmuyordu. Kendindeki sevgi gücü, öylesine sınırsızdı ki, evrendeki en büyük güç olan bu sevgiye öylesine sığınmıştı ki, bütün düşmanları, kendisini yok etmek isteyen bütün negatif güçler işte bu sevgi dolu enerji bedeni, yani aurayı aşamıyorlardı. Ama şimdi adeta çaresiz kalmıştı ve boğulmak üzereydi... Bu yeraltı alemlerinin varlıkları ile diyalog kuramamıştı. Gördüğü bütün varlıklardan farklıydılar. Adeta otomatik bir tarzda, belki de kendilerini has bir nedenle saldırmışlardı. Yahut bir çocuğu okyanusun derinliğine bir an koyduğumuzu düşündüğümüzde, nasıl ki okyanus söz dinlemeyip muazzam basıncıyla çocuğu bir anda eziverecekse işte buna benzer bir hücuma uğramıştı. Kendindeki sınırsız güven ve güç ile varlıklara cevap vermişti. Adeta yıldırım gibi enerjisini saçmış, önüne çıkan varlığı birkaç parçaya ayırmıştı. İşte anlayamadığı, çözemediği, çaresiz kaldığı da bu anda gerçekleşmişti. Eksi boyutların yeraltı varlıkları bölündükçe çoğalmışlar, üzerlerine yolladığı enerjiyle erimek yerine büyüyüp, güçlenmişlerdi. Etrafi tamamen bu varlıklarla dolmuştu. Sınırsız gücü işe yaramaz olmuştu. Bu boyuttan da çıkamıyordu. Bir an için Dünya'da bıraktığı bedenini, ailesini ve aldığı görevi düşündü. Hem ailesinin, hem dünyanın, hem de görevin kendisine ihtiyacı vardı. Astral varlığının tekrar bedenine dönmesini arzu etti. Tekrar vatanına, dünyasına, bedenine girmeliydi. Ama hareket


edemiyordu. Takati tamamen kesilmek üzereydi. Tam kendisini kaybetmek üzereydi ki, üzerine üşüşmüş bu varlıkların anlamadığı bir tarzda vınlamalarının arasından gelen çok ince ve farklı bir ses duydu. Kulaklar gibi işitmediği bu sesin ardından gözler gibi görmediği ama varlığının her yanıyla gördüğü ışıktan bir küçücük su damlası duyduğu bu farklı sesi çıkararak yukarıdan inip önüne kadar yavaşça geldi. Bir an için öyle durdu... Sonra bu ışıktan su damlası sanki tortop olmuş uyuyan bir varlıkmış gibiymişcesine uyanıverdi. Büzüşmüş, daralmış, içine çekilmiş hali adeta patlarcasına açıldı. Saçılan ışıkların içinden bir varlık göründü. Bu kişiyi tanıyordu; bu oydu... Nasıl olup da kendisini burada bulmuştu? Oysa kimseye bir şey dememişti. Varlık kendisine bir şey söylemedi, yüzüne bakmadı bile. Üstat, gelen varlığın elinde parıldayan ışıltılı kılıcı gördü. Onu tanıyordu. Dünyada ona "Zülfikar" deniyordu. Sonra gelen varlık Zülfikar'ı kullandı. Kendisinin baş edemediği, çaresiz kaldığı, öldüremediği bu yeraltı varlıklarını, gelen eski dostu birkaç saniyede dağıtıverdi. Bir an bir boşluk oluştu. Zülfikar durdu. Sonra varlık sakince konuştu: "Üstadım burada ne işiniz var?' Üstat cevap vermedi. Varlık devam etti. "Sizin doğanızda ataklık var. Ama yine de eksi boyutlara tek başınıza gitmemelisiniz. Hazır buraya gelmişken, izin verirseniz bunlarla nasıl baş edeceğinizi size göstermek istiyorum." Hal farklı, anlatış farklıydı. İki görkemli ruhsal varlık bir anda bütünleşti. Üstat yeraltı alemlerinin varlıklarıyla nasıl baş edileceğini orada Zülfikar'ın sahibinden öğrendi. Sonra beraberce ve süratle eksi boyutlardan çıktılar. 2 ACI GERÇEK Odamda tek başıma celseyi açtım. Sonra rehberimi davet ettim. Fakat gelen rehberim değil bir başka varlıktı. Şaşırmıştım. Rehberimin böyle bir şeye canı bahasına izin vermesine imkan yoktu. Gelen varlık ise gayet kararlı görünüyordu. Bana, "benimle çalışmak istediğini" söyledi. "Kimsin sen, rehberim niye gelmedi?" "Ben bir cinim, rehberinin yerine geldim ve artık o gelemez." "Neden gelemiyormuş? O gelmezse başka bir rehber çağırırım." "Rehberleriniz artık gelemezler. Hem ben sana her istediğini veririm." Tartışmanın yararı yoktu. Onunla fazla ilgilenmek istemiyordum. Celseyi kapattım. Böyle bir şey yaşamamıştım. Rehberim neredeydi, diğer rehberler niye gelemiyorlardı? Hemen Üstadıma telefon ettim. Başımdan geçenleri anlattım. Üstat, "bir dakika duruma


bakayım" dedi. "Evet terledim, rehberin yanında yok." "Ne oluyoruz Üstat, anlaşılayaman bir durum mu var?’ "Yarın akşam celse yapıp ne olup bittiğini anlarız." İki gün sonrasını iple çektim. Sabahtan Üstadı aradım. Ve benim için çok önemli olan gerçeği öğrendim. Melekut Aleminden gelen birkaç değişik tarzdaki saydam, beyazımsı meleklerden şunları öğrenmişler: Alemler bazında negatif güçlerin ani ve çok büyük bir saldırısı olmuş. Bizim ahiret alemimiz olan Spatyum Alemine paralel, pozitif bir alem olan Staryum Alemi tamamen negatife dönüşmüş. Ayrıca Spatyum 14 negatiflerin eline düşmüş. Meydana gelen büyük etkide yeryüzündeki görevlilerin bütün rehberleri savrulup gitmiş. Rehberlerimiz esir düşmemişler ama hangi boyutun hangi alemine sürüklen dilerse henüz kurtulamamışlar. Bu arada Staryum'daki elli bin kadar koruyucumuz esir düşmüş. Bu alemlerin görevlileri zamanında ruhsal varlıkları boşaltmışlar ama saldırı etkisi şu ana kadar görülmemiş yoğunlukta olmuş. Tahribat çok büyükmüş. İçimi derin bir üzüntü kaplamıştı. Dünyadaki bütün amaç ve çalışmalarımın bir anlamı kalmamıştı. Artık tek gayem önce rehberlerimizle buluşmak, sonra esir düşen koruyucuları kurtarmak, ardından Spatyum 14'ü ve tüm Staryum'u tekrar pozitife döndürmekti. Özellikle esir düşenlerin nasıl bir kaderle karşılaşacaklarını biliyordum. "Şeytanlar" çoğul ismi ile bahsedilen bu negatif güç içinde kimler yoktu ki! Bizim bildiğimiz insanlığa düşman cinler, iblisler, ifritler, cadılar, vampirler ve daha henüz adı konulmamış, bilinmeyen nice yaratıklar. Bunların bir kısmı büyük bir iştahla koruyucularımızın enerjisini emip alacaklar, onlara bu yönde işkence yapacaklardı. Dünyada sembolik olarak değinildiği gibi bir vampirin kurbanının kanım emmesine benzer bir şekilde bunlar da ruhsal varlıklarımızın enerjisini emip alacaklar, onları sürekli bu yönde sağacaklardı. Dünyadaki vampir kavramının kökeni bu idi. Astral alemlerde olup biten bu olaylar aşağı alemlere böylece yansıyorlardı. Ruhsal varlıkları bu şekilde köleleştiren bu vampirler onlara sürekli eziyet. ediyor ve onları kullanıyorlardı. Ruhsal varlıkların, güçlü olan koruyucuların şuurlarını siliyorlar, onlara kendi pis enerjilerinden vererek karartıp, robot şekline sokup bize karşı kullandıkları da oluyordu. Böyle durumlarda amansız düşmanlarla karşılaşmış oluyorduk. Hem köken itibariyle ruhsal varlığın imkan ve gücünden yararlanıyorlar hem de iblisin ilave silahları ile donatılmış, ölümüne hareketten çekinmeyen canavar robotlara dönüşüyorlardı. Biz ise yakaladıklarımızın şifresini rehberler vasıtası ile onlara gizlice söylüyor, şuurlarl ne kadar silinirse silinsin, onları esas değerlerinden yakalayarak tekrar kim olduklarını hatırlatıyorduk. "Ben... ben... ama..."


ve arkasından dünyasal deyimle gözyaşları, kucaklaşmalar ve mutluluk dolu yeniden doğuş yaşanıyordu. İşte artık dünyasal ve kainatsal çalışmaların dışında, "en güzel suretle yaratılan" insan varlığının güç ve kudretinden yararlanarak yapılması gereken çok önemli bir görev başlıyordu. Savaşmak, kazanmak ve yeniden dengeyi kurmak... Denge bozulmuştu. Dünya'nm ve insanlığın önemi uçsuz bucaksız kainatta belki küçüktü ama ahirette bozulan denge aynıyla Dünya'ya yansıyacak, insanlık hiç farkında olmadan daha çok cinin, iblisin, ifritin obsesyonuna düşecek, şeytanın vesvesesi daha artacaktı. Bu ise Dünya'nın aurasını, yaratılan kötü düşünce, kötü amaç, kötü eylem, sonucunda karanlık, kasvetli, çirkin ve kötü kokan bir hale dönüştürecek, fiziki evrenin dengesini bozmaya başlayacaktı. Hiç şüphesiz Ruhani Alem, Ulvi Alem, Kutsi Alem görevlileri ordularıyla ve nice dost uygarlıklarla duruma müdahele etmişlerdi. Ama işte Dünya insanlığının; Dünya'da yaşayan bedenli ruhsal varlıkların bu savaş içinde yerini alması, dipten gelen dalga örneği dengeleri düşman lehine bozacaktı. Güçlü ruhların bedenlenmesiyle oluşan yeryüzündeki görev odaklarının birleşerek negatif güce saldırması kolay kolay durdurulamayacak bir silahtı. Çünkü Dünya adeta aşılmaz bir zırh oluşturuyordu. Hem ruhsal olarak savaşa katılmak hem de Dünya'da bedenli olarak bunu yapacak idrak ve şuurda bulunmak Bütünsel Ruhsal Varlığa muazzam bir imkan sağlıyordu. Bir kere bu kadar geri bir aleme enkame olup o süptil seviyelere uzanabilmek başlı başına bir güçtü. Dünyasal ve insansal enerji oraya taşınıyordu. Aynı zamanda Dünya karşı taraf için bu durumda ulaşılamayan bir kale oluyordu. Ama işte bu gücü kullanabilmek için tek yol vardı: Birlik olabilmek. Negatiflerin ise yegane silahı bütün gücüyle yeryüzündeki insanların astral bedenlerine etki ederek onları yoldan çıkarmak, kötü düşünceye sevk etmek, obsesyona düşürüp yeryüzünde bozgunculuk ve fesat çıkararak birliği bozmaktı. Şimdi özellikle görev odaklarındaki güçlü insanlara saldırarak içlerindeki birliği bozmaları gerekiyordu. Yoksa elde ettikleri alemleri eninde sonunda kaybedeceklerini biliyorlardı. Ben bunları uzun uzun düşündüm. Öyleyse şimdi onların yapacakları iş Üstadı ve çevresini devre dışı bırakmaktı. Ardından diğer görev odaklarına saldırılar gelecekti. Sanırım bir an önce harekete geçeceklerdi. Daha önemlisi bütün bunları düşünüp önceden harakete geçmiş olabilirlerdi?.. Belki de çoktan kendileri için yapılması gerekeni yapmışlardı. Belki'de çoktan iş işten geçmişti?.. 3 KOLSUZ KANATSIZ

İyi şeyler değildi yaşadıklarım... Üstadın memleketi Denizli'den yeni dönmüştüm ve kendimi toparlamaya çalışıyordum. Hani o, "kartal" oluşturan, alemlere hızla dalıp çıkan biz idik... Negatiflerin merkezlerine kadar girip çıkmaktan çekinmeyen... Negatif alem yok eden... Onların başına binbir türlü bela olan... Hani o Üstat idi. Adı üstünde idi. Ben üstatlık nedir bilmezdim. Dünyasal mevki ve makamlara hiç metelik vermezdim. "Kim bu adama Üstat diyor, bu da


nedir?' demişdim. Sonra ahiret alemlerine ayak basınca, sonra Spatyum Alemine dalınca bazı şeyleri anlamıştım. Hangi aleme gidersek orada bir cümbüş kopuyor, "Üstat gelmiş" denilerek o alemin yöneticileri bizi karşılıyorlardı. Halk heyacanla doluşuyordu. Biz selam alıp, selam veriyor, dünyada yaşamış yedi göbekten soyumuzla öpüşüp, koklaşıyorduk. O ışıktan yöneticiler bize ziyafet veriyor ve sonra bizi bir üst aleme geçiriyorlardı. Spatyum Alemlerini ve bütün bunları görüp yaşadıkça o alem yöneticilerinin Üstada gösterdikleri sevgi ve saygıyı gördükçe, "Üstadımız gelmiş" denildikçe ben de anladım ki, işte hangi anlama geliyorsa gerçekten O "Üstat" idi. "Üstat sevilir sizin güneşiniz" diyen bir rehberden dinlemiştim: Bir vakit bir alemde bir gezegene gitmişler. Gezegerr halkı bayram yapmış, "şükür Üstat geldi" demişler. Üstat bile şaşırmış. "Ama söz verdiniz ya geleceğinize Üstadımız" demişler. "Ne zaman" demiş, "yüz yetmiş yıl önce" demişler. "Ama nasıl olur" demiş Üstat. Hatırlatmışlar; meğerse, "Dünya'ya doğmadan önce, insan olup, onun gücüyle geleceğim ve siz kazanacaksınız" demiş. Bu süre boyunca beklemişler baskıdan kurtulmak için. Bir gemi yapmışlar Üstat gelsin, insan gelsin de gemi tamam olsun, "güç" olsun diye beklemişler ve Üstat gelmiş. Dünyasal şuuruyla, "Ben ne yapabilirim ki" demiş. "Hiçbir şey" demişler, "bu kudret ve insanlığınız ile yalnız varlığınız" yeter. Üstat gemiye binince iş tamam olmuş. Parçalar yerine oturmuş. Gemi haraket etmiş, muazzam bir güç ile ve savaş kazanılmış... İşte Üstat tekamülde çok ileri merhalelere erişerek sınırsız ve koşulsuz bir sevgi ile kainatları doldurma gücüne eren bir varlık idi. Ama şimdi... Zayıflamış görmüştüm O'nu, dalıp gidiyordu... konuşmuyordu... kendi içine kapanmıştı. Denizli'de açtığımız celsede o kudretler kudreti dört koruyucusu gelmemişti yanına. Gelememişlerdi belki de... Melekut Aleminden birkaç melek... Hepsi bu... Kim küçümseyebilir onları ama nerede bizim rehberlerimiz, nerede o ruhsal kudret?.. Ulaşamadılar bize... Biz ulaşamadık onlara. Öyle mahsun kaldık yerimizde. Kimdi, neydi bu bizi canlarımızdan ayıran? Bizi Ruhani Alemlere erişilemez kılan... Ne yaptıysak, kaç kere yaptıysak aşamadık o tarifsiz enerji duvarlarını. Aşamadılar onlar da bize kavuşmak için... Anlaşılan negatif güç planını önceden ve çok iyi uygulamıştı. Üstadı obsesyona düşürmeyi, kendilerine kul etmeyi başaramıyacaklarını bildiklerinden en iyi yol olarak ruhani alemlerle bağlantısını böylece bir enerji duvarı ile kapamışlardı. Adeta Dünya'ya mahzur kalmıştık. Ruhani Alemlerin görevlileri de bize bu yüzden ulaşamıyorlardı. Negatiflerin planı iyi işlemişti. Benim Denizlide Üstadın yanında gördüğüm bu idi. Bu savaşı sonuçta şeytan mı kazanacaktı? Ve Ama şimdi...böylece yeryüzünde bozgunculuk devam mı edecekti? Üzüntüm sonsuzdu. Bunu kim, hangi güçle nasıl yapmıştı? Bunu tespit edebilirsek belki çözümü de bulacaktık. Yoksa Spatyum 14'ün,


Staryum'un tamamının yanısıra Dünya da mı elden gidecekti?.. Doğrusu ne yapacağımı bilemiyordum ve çaresizdim... 4 KESİK BAŞ Negatif gücün üzerimize çöreklenmesinin etkisi gün geçtikçe görülmeye başladı. Yukarısıyla bağlantı kopunca, ruhaniyetimiz bir negatif enerji alanı ile çevrelenince arkadan aramızda çözülme geldi. Zaten sıkı sıkıya bir birliktelikten oldum olası söz edilemezdi. Medyumlarımız, operatörlerimiz ve asistanlarımız arasında küslükler ve kavgalar başladı. Negatif varlıkların sürekli ve sinsi hücumu vesveseyi çoğalttı. Düzenli toplantılar yapılamaz oldu. Herkes kendi dünyasal derdinin peşine düşmüştü. Üstatdan ise ses seda çıkmıyordu. Arkadaşlardan zayıflamaya devam ettiğini öğrenince Üstadı telefonla aradım. Konuşmanın bir yerinde Üstat şöyle söyledi: "Belki de görevimiz bu kadardı? Bu zamana kadar yaptıklarımız bile yeterli." Sanki bir sona ulaşmıştık da ondan böyle konuşuyordu. Sanki bir iki ay sonra ölecekdi. O'na cevap olarak; Olup biten ne idi? Neden o negatif enerji duvarı oluşmuştu? Çok güçlüydü, yıkılamıyordu. Yukarıdan yanımıza gelemiyorlardı. Üstat neden zayıflıyordu? Neden o adeta sınırsız gücünü kullanamıyordu? İki hafta bu düşünceler içinde ve Tanrı'ya dua ile geçti. Sonra bir gün grubumuzun üyelerinden ve rüya medyumu olan Uğur'dan bir telefon aldım. Uğur telefonda şunları anlattı: Rüyasına çok yüksek bir boyuttan gelen bir varlık girmiş. Üstada şu ana kadar yeryüzünün görmediği, bilmediği bir büyü yapıldığını, o büyüyü hiç kimsenin çözmeyi bilemeyeceğini, Üstadın böyle giderse yakında öleceğini, ardından dünyayı mutluluk çağına taşıma ana planının çökeceğini ve şeytanın bu savaşı kazanacağını" söylemiş. "Büyüyü ancak Üstat çözebilirmiş ama bunun için Ruhani Alem ile temas şart imiş. Çünkü çözümü ancak oradan alabilecekmişiz." Yine de sevindim. Öncelikle artık ortada benim de tahmin ettiğim ama bu zamana kadar adını koymaktan çekindiğim bir tespit vardı. Negatif enerji duvarının örülmesi ve Üstadın etkisizleştirilmesi için büyüden yararlanılmıştı. Ama Üstadı büyü tutmazdı. Öyleyse bu neydi? Hem de böyle muazzam bir etki ve sonuç yaratabilecek güç nasıl ortaya çıkarılabilmişti? Büyü "Ümitsizlik Üstatların hakkı değildir" diyebildim. Üstadı obsesyona düşürmemişti. Delirtmemişti ama hayat enerjisini kesiyor, O'nu gün geçtikçe adeta soluksuz bırakıyordu. Bizler ise negatiflerin gözünde o kadar önemli değildik. Çünkü baş giderse kollar da gitmiş oluyordu. Tespit buydu. Böyle bir etki yaratan büyü yalnızca negatif güç ve enerjilerle elde edilemezdi. Pozitif enerjilerin de bu işte kullanılmış olması gerekiyordu. Ama nasıl? Bu varlığın söylediklerinin doğru olduğunu tahmin ediyordum. Ortadaki netice bunu doğruluyordu. Büyüyü kimler vasıtasıyla neyle ve nasıl yapmışlardı?


Gelen varlık bile bunu tam olarak bilmiyordu, bilemiyordu. Bunu biz de bilemezdik. Çünkü şu. ana kadar bilinenlerin, tespit edilenlerin dışında yaratılan bir imkan ve yol izlenmişti. Çözümü bulabileceğimiz tek yol Ruhani Aleme ulaşmaktı. Oysa biz öncelikle Ruhani Aleme ulaşmak için çözüm arıyorduk... Aklıma bir anda Hallacı Mansur'un hazin sonu geldi. Başı kesildiği günün gecesi devrin evliyalarından biri O'nu rüyasında görmüştü. Ayaktaydı, başı yoktu, ve elinde bir içki kadehi vardı. "Elinizdeki nedir" dedi evliya. "Allah'ın sunduğu aşk şarabı" dedi Mansur. "Ama başınız kesik, nasıl içeceksiniz" dedi evliya tekrar. Şöyle cevap verdi Mansur, " O aşk şarabını Hak yolunda baş verenlere sunuyor..." İşte biz de, bizi Ruhani Aleme kavuşturacak çözüme ulaşmak için Ruhani Aleme kavuşmaya çalışacaktık. Başımız zaten kesilmişti. Dağılmıştık. Rehberlerimize ulaşamıyorduk, yukarının gücünden ve bilgisinden yararlanamıyorduk. Başımız kesilmişti... İşte bu bizim için belki de en büyük imkandı! Çünkü şöyle okumuştum bir kitapta: "Allah'ın insanlara en büyük yardımı çaresiz kaldıklarında onlara yardım etmemesidir." İşte böyle bir durumda biz ancak kendi gücümüze sığınarak onu kendi içimizden açığa çıkarabilirdik... Bu benim için büyük bir tespitti. Hemen Denizli'ye gitmeye karar verdim. Yapılacak iş şuydu: Ne bahasına olursa olsun toplayabildiğim kadar medyumu, operatörü arkadaşı toplayıp Üstatla birlikte her gece celse yapacak ve negatif enerji duvarında bizi Ruhani Aleme ulaştıracak bir delik açıncaya kadar onları zorlayacaktım. Ruhani Alemin, "biz sizi değil, siz bizi çekersiniz" sözü gereği bizim bu çabamıza duvarın öte yanından, yani Ruhani Alemden de cevap geleceği kesindi. Çift taraflı bir çalışma ile sonuca ulaşacağımızı ümit ediyordum, etmeliydim... 5 DECCAL Denizli'ye indiğimde hemen Üstadın yanına gittim. Kitapçı dükkanının üst katındaki küçük odasındaydı. O'nu daha da zayıflamış gördüm. Bir süre havadan sudan konuştuk. Uğur'u çağırmaya karar verdik. Uğur'un elektrik-elektronik üzerine tamir bakım dükkanı vardı ve yeri Üstadın dükkanına çok yakındı. Uğur'a haber salındı, Uğur burada olduğumu öğrenince sevinçle yanımıza geldi. Ve ben hemen konuya girdim. "Üstadım o varlığın Uğur'a söylediklerini siz de biliyorsunuz, bunu nasıl karşılaşıyorsunuz?' "Ben böyle bir şeyin yapıldığım zaten biliyordum." "Ama bize söylemediniz!" Bu sözüm üzerine Üstat cevap vermedi. Ben devam ettim. "Böyle kuvvetli bir işi negatif varlıklar tek başlarına yapamazlar, onlara insanlardan yardım etmiş olmalılar."


Ben böyle konuşunca Üstat; "Öyleyse size bazı gerçekleri daha açık anlatayım" dedi ve devam etti: "Bir zaman önce Deccal'le görüştüm. Deccal Himalaya Dağlarında bir yerde bulunuyor. Bedenimi ışınlayarak yanına gitmiştim. Uzun boylu, ince, esmer, kıvırcık saçlı biri. Binlerce yıldan bu yana orada yaşıyor..." Burada Üstadın sözünü kestim. "Ama bu nasıl olur, binlerce yıl ölmeden nasıl yaşar? Hem ben Deccal'in bir insan türü varlık olduğunu hiç düşünmemiştim..." "Belirli bir tekamül düzeyine eriştikten sonra bedenin yaşlanmasını durdurmak, ölümü engellemek zor bir şey değil. Deccal zamanının evliyasıymış ama hür iradesini bu şekilde kullanmayı tercih etmiş." "Ama bunun yanlış olduğunu bilmiyor mu?' "O bize göre yanlış. O'na göre doğru davranıyor. Allah bana bu görevi verdi diye düşünüyor. Hatta o günlerde kendimden bile korkarım diyor. Ölümünü durdurduktan bu yana sürekli olarak üst boyutlardan, evrenlerden enerji topluyor. Ve dünya koşulları uygun olduğunda ortaya çıkacak. İnsanlar onu bir kurtarıcı olarak görebilecek." "Ona inanan olacak mı?' "Zaten kendisi insanlara yardımcı olmak amacıyla ortaya çıkacak. Gücüyle ölüleri diriltecek, bir sözüyle yiyecek yığınları oluşturacak. İsterse bir haraketiyle koca bir dağı yerinden edebilecek." "Böyle bir gücü var mı?' "Evet var. Ve peşine bir sürü insan ve ordu takabilir." "Peki siz O'nunla ne konuştunuz?' "Yaptıklarının gayesinin ne olduğunu sordum. Dünya yaratılışta bir kum tanesi gibi. Bütün dünyayı ele geçirse ne olacak? Kulluktan öte de bir paye elde edemez. Dünyayı yok etse ne olacak? Bir kumsaldan bir kum tanesi yok olsa ne farkeder. O'na bunları anlattım. Ama O kendine göre doğru olduğuna inandığını yapıyor." Üstat bir ara durdu ve sonra sakince devam etti. "Şüphesiz ki biz bu duruma sıcak bakmadık. O da bunu ve bizim kim olduğumuzu biliyor. Amacına ulaşması için öncelikle bizi saf dışı bırakması lazım. Ve yine öncelikle Astral Alemde gereken tedbiri alsın, orada savaşı kazansın ki, ardından yeryüzündeki savaşı kazanabilsin. Daha da önemlisi bu işte Deccal'i kullanan negatif güç var. O güç bizim Staryum ve Spatyum 14'ü ele geçiren güç. Ardından Dünya'daki güçlü adamı Deccal'i kullanarak amacına erişmeyi planlamış. Ben böyle düşünüyorum. Ve işte Deccal de kendine bağlı insanlarla bu yapılması gerekeni yaptı. Yani bu işte negatif gücün yanısıra pozitif güçten de yararlanıldı. İnsanlardaki ruhani güç negatife hizmet ettirildi. Ama bunun ölçüsü


ne oldu, onu tam olarak henüz bilemiyorum? Etkisini ise; işte görüyorsunuz..." Bir süre suskunluk oldu. Olayı hem kavramıştım hem de bazı kavramlar benim algılama gücümü aşıyordu. Ama şunu çok iyi anlamıştım ki, yaptıkları plan mükemmeldi ve çok iyi işlemişti. Belli etmesem de korkuyordum. Ya Üstat ölürse?., bunu düşünmek bile istemiyordum. Tamam, ardından biz de ölürdük. Ölüm beni korkutmuyordu. Ama görevin yapılamaması, şeytanlara yenilmek, dahası Staryum'u, Spatyum 14'ü ve esir koruyucuları öyle bırakmak...Oysa artık yeni bıçağın başlaması gerekiyordu. Bunu gerçekleştirecek çok güçlü ruhsal varlıklar dünyaya doğmuşlardı. Bunların da bir başı vardı. Ben onu Üstat olarak düşünüyor, en azından öyle hissediyordum. Deccal'in kendine rakip olarak Üstadı görmesi, O'nu ortadan kaldırmaya çalışması benim düşüncemi doğruluyordu. Daha önce, "Dünyada Parapisikoloji Savaşı" diye bir kitap okumuştum. Önce psişik alemde, üst düzeyde savaş kazanılmalıydı. Yani karşı tarafin manevi gücü manevi silahlarla dağıtılırsa ardından fiziki yenilgi çok çabuk oluyordu. İşte aynı oyun insanlığı iyice bunaltmak ve bölmek için, onu birleştirmeye çalışanlara oynanıyordu. Ama artık bu oyunu bozmalı karşı saldırıya geçmeliydik. "Akşama celse yapalım." Üstatdan ses çıkmadı. Uğur söze karıştı. "Bizimkileri toparlamak biraz güç. Naile Üstada dargın. Halil de Naile ile, kendisi hakkında ileri geri konuştuğu için konuşmuyor." "Bu durumdan sonra bunlar normal. Ben her ikisiyle de konuşurum, beni severler. Baksana ta nereden geldim, gönüllerini alırım." Naile güçlü medyumlarımızdan biriydi. Her güçlü medyum gibi hassastı, alıngandı. Çok çabuk negatif etki alıyordu. Üstelik kendini korumak, sakınmak için bir şey de yapmıyordu. Bu durumdan en fazla O'nun etkilenmesi doğaldı. Halil ise Üstadın yeğeniydi. Bir ara kendisine Üstatlık teklif edilmişti ve manevi olarak Üstatlık okuluna alınmıştı. Ama yeterli gayreti gösteremedi. Dünya sınavı O'na ağır geldi. Üstat olamadı. Bununla beraber güçlü bir ruhaniyeti vardı. Celsede mutlaka O'nun olmasını bu yüzden istiyordum. Üstatdan izin alarak Uğur'la birlikte dışarı çıktım. Uğur yalnız kalınca, "birkaç sefer celse yaptıklarını, pek çok arkadaşın gelmediğini ve bir araya gelmekte zorluk çektiklerini söyledi." Ama en kötüsü yapılan bu celselerden bir netice alamamışlardı. Anlattığı moral bozucuydu. Belki bu yüzden Üstat tekrar celse yapma fikrine ve isteğime karşı kayıtsızdı. Uğur, "O da büyünün etkisi altında, bu yüzden böyle durgun" dedi. "Doğrudur, obsesyona düşmez ama şu özel şartlar altında büyü etkisi alabilir ve celse için isteksiz davranmasına bu etki sebeb olur. Kendisinde bu, Özellikle bana karşı kendini güçsüz ve başarısız göstermek istemediği için olur. Çünkü O'na olan sevgimi, saygımı ve güvenimi bilir. Ama ne olursa olsun, gerekirse Üstada karşı gelerek bu celseyi yapacağız." Her şeye rağmen Uğur beni onayladı. Naile'nin evine gittik. Naile'den yana kuşkum


yoktu; beni severdi. Evinde bir süre oturduk konuştuk. Bir hayli Üstatdan şikayet etti ve, "akşam gelmek istemediğini" söyledi. "Beni kırma, benim için gel, ben sîzlerle olmak için ta nereden geldim." Naile bu sözüme bir şey demedi. Arada kalmıştı. Hem beni sevip, sayıyor, hem kırmak istemiyor, hem de Üstada olan gücenmişliğinden dolayı kapris yapıyordu. Aslında için için gelmek istiyordu. O'na son olarak, "akşam kendisini mutlaka beklediğimi, Üstatla olan sorunlarında kendisinin haklı olduğunu" söyledim. Ve O'ndan olumlu cevap aldım. Üstadın dükkanına döndüğümüzde Halil'i dükkanda buldum. Öpüşüp selamlaştık sonra üst kata çıkıp, bütün bu olup biteni konuştuk. Nailenin yaptığı çirkin şeyleri ve hakaretleri anlattı. Özellikle, "kendine karşı değil ama Üstada yaptığı saygısızlığın O'nu çok etkilediğini ve bu nedenle Naile varsa celselere katılmama kararı aldığını" söyledi. Uğur'la birlikte durumu tekrar anlattık ve ben neden Denizli'ye geldiğimi açıkladım. Asıl maksadımı söyledim. Bu davada bizi yalnız bırakamıyacağını, bunun vebalinin çok büyük olacağını belirttim. Makuldü, olayın farkına varmıştı ve, "akşam geleceğini" söyledi. Ardından Medyumumuz Nesrin Hanımı dükkandan telefonla aradım. Mutlaka celseye gelmesini söyledim. En kolayı O'nu ikna etmek oldu, "sen geldiysen seni kırmam" dedi. Diğer birkaç arkadaşı aradımsa da ya bulamadım ya da, "önemli işleri olduğu için gelmeyeceklerini" söylediler. Bu kadarı bile yeterliydi. Üstat, ben, Uğur, Halil, Medyumlarımız Naile ve Nesrin Hanım... Üç görücü medyumumuz olsa daha iyiydi. Ama Üstadın kızı Azize yeni çocuk doğurmuştu. Görücü kanalları kapalıydı. Öğleden sonrası Üstatla sohbetle geçti. Güzeldi... Her sohbette O'ndan yeni şeyler öğreniyor, hayretler içinde kalıyordum. Eh, çok gezen mi bilir misali on sekiz bin alemi adım adım gezmiş, dolaşmış bir Üstat olarak yaşadıklarını anlatıyordu, zanlarım değil... 6 İLK DENEME Akşam saat sekizde Üstadın evinin salonunda eksiksiz toplanmıştık. Celse yapacağımız için sevinçliydim. Üstadın ise kayıtsız olduğunu seziyordum. Ama nasıl olsa birazdan neyin ne olabileceğini anlayacaktık. Ayrıca Üstadın damadı gelerek celseye katılmıştı ve bu da bizim için iyi bir durumdu. Hepimiz beyazlar giyinmiştik. Çünkü beyaz manevi enerjiyi çekiyordu. Koltukları ayarlayarak dairesele yakın bir düzende oturduk. Üstat iki görücü medyumumuzu yanına aldı. Ortadaki sehpaya; cam kapta su, Kuranı Kerim, kristal piramit ve bize zamanında çok yüksek bir manevi alemde verilen on sekiz yıldızlı, yedi köşeli amblemimiz konuldu. Her birimiz sekiz Ayetel Kürsi okuduk. Onun manevi enerjisini ve hadimlerini üzerimize çekmiş olduk. Arkasından yirmi kere, "Karsyum" ismini söyleyerek o alemden de enerji çekmeye başladık. Son olarak yirmi bir kere, "Ya Settar" ismini söylemek suretiyle üzerimize bu hadimin yirmi bir kat koruyucu elbisesini giymiş olduk. Ama ben yine de durumun özelliğinden dolayı bütün bunlardan enerji gelişi olup, olmadığını bilmiyordum.


Üstat bilinen usullerle celsemizi, "bütün alemlere ve Dünya insanlığına hayırlı olması" dileğiyle açtı. Bir süre beklendikten sonra her iki görücü medyumumuzun kanalları açıldı. Bunun üzerine Üstat manevi koruyucularımızı ve rehberlerimizi davet etti. Fakat bunların yerine saydam, beyazımsı üç varlık göründü. Kim oldukları soruldu. Melekut Aleminden gelen meleklermiş. Koruyuculuğu bu celsede onlar yapacaklarmış. Anlaşılan rehberler gelemiyorlardı. Üstat onlarla konuştu. "Allah'ın kulu olduğunuza, Allah'a ve insanlığa hizmet için burada bulunduğunuza yemin eder misiniz?' "Ederiz." Bu arada Üstat üç defa, "soyun ya Hüddem" dedi ve eliyle bu varlıklara enerji vererek onları soydu. Medyumlar, "görüntünün değişmediğini, cevabın özden geldiğini, hiçbir sahtekarlık olmadığını ve bu varlıkların gerçekten Melekut Aleminden gelen melekler olduğunu" söylediler. Çünkü pek çok iblis, cin, genel olarak negatif varlık celse açılır açılmaz görüntülerini pozitifleştirmek suretiyle bizi kandırarak yanlışa yöneltmek istiyorlardı. Bütün bunları bilmeyen nice kişi ve grup, gelen nurani görünüşlü iblisin eline düşmüştü ve halen düşüyordu. Bütün bu yol ve yöntemleri bilmiyorlar, kendilerini koruyamıyorlardı. Her ne hikmetse enerji gelişi olmuştu. Bunu da kullanarak celsemizi fanusladık. Kendimizi ve koruyucularımızı bu şekilde bir enerji küresi içine aldık. Şimdi negatif sızma en alt düzeye indirilmişti. Daha celsenin başında olmamıza rağmen medyum Naile uyuklamaya başladı. Uyandırmak istedikse de bir türlü başarılı olamıyorduk. Bu bildiğimiz uyku değildi. Aldığı negatif tesirler O'nu bu hale getiriyordu. Bu da negatif gücün bizim celse birliğimizi bozmak için ta önceden planlanıp uyguladığı bir oyundu. Üstat, "gaflet uykusu olmasın" dediyse de Naile'nin aslında yapabileceği bir şey yoktu. Maalesef O'ndan bu celsede yararlanamayacaktık. Oysa çok iyi bir medyumdu ve O'nun derin algılamaları çok faydalı olacaktı. Naile'yi kendi haline bırakıp, el ele tutuşup güç birliği oluşturduk. Bütün zihnimizi birlikte bir noktaya yoğunlaştırdık. Zihin enerjimiz, ruhsal enerjimiz, gelen enerji ve tahayyülümüz ile tepemizde asılı kalan negatif enerji duvarını önce delmek sonra yıkmak için hamle yaptık. Fakat maalesef netice alamadık. Bu enerji alanının tamamı üzerinde dolaştıksa da zayıf bir noktasını bulamadık. Sanki Kuzey Kutbu'nun kalın buzları altında kalmış bir denizaltıydık. Bir türlü buzu kırıp yüzeye çıkamıyorduk. Ve dahası yüzeydekiler de buzu kırıp bize erişemiyorlardı. Gelebilseler belki buzu kırmak kolay olacaktı. Bütün gece boyunca her türlü yol ve yöntem ile çalıştık. Zaman zaman durduk, bekledik. Sonra hızlandık, dua ettik. Ama maalesef yukarıdan bir ışık görüntüsü alamadık. Artık celseyi kapatma zamanı gelmişti. Son bir deneme daha yapmaya karar verdik. Denemenin ortalarına doğru Medyum Nesrin Hanım birdenbire irkildi, "sesler duyuyorum, bu... bu... Allah... Allah sesleri..." Nihayet karşı taraftan bir duyum alabilmiştik. Anlaşılan yukarda muazzam bir savaş


vardı. Bizim celse yapmamızdan yararlanarak çift taraflı bir etki yaratmak için Ruhsal Alem saldırmıştı. Sesler duyulmaya başladığına göre bir takım saflar elde etmiş olmalıydılar. Onlara destek vermek için konsantrasyonumuzu arttırdık. Heyacanlanmıştık. Sanki negatif enerji alanı delinecekti de ardından o gülyüzlüleri görecektik. Fakat arkası gelmedi. Bir süre daha bekledikse de vakit bir hayli geç olduğundan artık celseyi kapatmamız gerekiyordu. Melek koruyucular, "yarın akşam mutlaka celse yapmamız gerektiğini" söylediler. Yorgun düşmüştük. Gecenin bir vakti arabamla arkadaşları evlerine bıraktım. Yine de bir şeyler olmuştu. Az da olsa ilerleme kaydetmiştik. Ben zaten ilk celsede tam bir sonuç alınamayacağını biliyordum. Şimdi iş ikinci celsedeydi. İnşallah arkadaşlar yine gelirler ve inşallah Naile uyumaz. O'na gerçekten ihtiyacımız var... 7 RÜYA Ancak sabaha karşı misafirhaneye gidebildim ve başımı yastığa koyar koymaz uykuya daldım. Rüyamda Üstadın rehberlerinden biri olan o Geylan Kasabası'nda doğan evliyalar evliyası zatı gördüm. Bana şunları söyledi: "Sizinle aramızda yakın bir bağ var. Ben istediğim zaman dünyaya gelebilirim. Benim gibi diğer arkadaşlarım da gelebilir. Buna şu karşılaştığınız engel de dahil hiçbir güç karşı koyamaz. Üstadın, yanma gitmediğim için üzüldüğünü biliyorum. O'nu rehberi olarak bırakmadım ve hiçbir zaman bırakmayacağım. Şu sıralar celselere gelmeyişimizin nedeni, celse anında celseden aldığımız güç ve imkan ile çok önemli işler yapmamız ve çok başarılı sonuçlar almamızdandır. Üstadımıza hiçbir şey olmaz. Bunun için yanında değiliz ama geleceğiz. Bunu Üstadımıza söyleyiniz." "Deccal ve O'nun arkasındaki güçlerle mücadelemiz sürüyor. Bu tür hadiseler her zaman vardı ve var olacak. Bunlar normaldir." Rüyanın hemen arkasından uyandım. Kalbim sevinç içindeydi. Bu bizim için çok önemli bir gelişmeydi. Rüyayı unutmamak için hemen kağıdı kalemi alıp söylediklerini not ettim. Durum lehimize değişiyordu. Gördüğüm rüyayı öğleden sonra Üstada anlattım. 8 ÜMİDE DOĞRU Akşam saat sekiz buçukta toplanmıştık. Yine eksik yoktu. Ben bunu bile bir başarı olarak görüyordum. Bir de Naile uyumasa... Üstat celseyi bildik yöntemlerle açtı. Ben koruyucularımızın, rehberlerimizin geleceğini her şeye rağmen ümitle bekledim ama gelmediler, onların yerine dünkü celseye katılan üç melek geldi. Yine birlik oluşturduk ama Naile uyuklamaya başladı. "Uyuma Naile" dedikse de,


başını kaldıracak gücü kendinde bulamadı. Celse öncesinde cin gibi olan ve, "bu defa uyumayacağım" diyen genç kadın celse başlayınca adeta hipnoz uykusuna daldı. Yukarıda büyük mücadeleler olduğunu tahmin ediyorduk. Melekler bize, "sabrediniz" dediler. Zaman geçiyordu. Bir ara "Allah, Allah..." sesleri duyuldu. Hepimiz heyacanlandık. Medyum Nesrin Hanım kilitli bir kapı görüntüsü aldı. Melekler, "Bu kapının kırılması gerektiğini" söylediler. Hepimiz öyle tahayyül ettik. Kapının önünde Üstadın iki askerle birlikte görüntüsü belirdi. "İki Yasin okumamız" istendi. Sonra diske benzer bir gemi üzerinde "Allah, Allah..." diye bağıran askerleri gördü. Onlar çemberi yarıp sonunda gelmişlerdi... Bu büyük mücadele başarılıyordu. Medyum Nesrin Hanım bir ara ufkun bir yerinde bizi izleyen bir göz gördü. Celse boyunca Üstat değişik uğraşlar ve haller içinde gözüktü. Celse sonuna doğru melekler, "mücadelenin kazanıldığını ve yarın akşam celseye rehberlerin geleceğini" müjdelediler... Melekler ayrıca şunları söylediler: Yukarıda büyük bir mücadele kazanılmış. Esir koruyucular kurtarılmamış ama asıl bizim yaptığımız hazırlıklar ve celse onlara çok fazla destek ve kuvvet vermiş. Celsenin sonunda arkadaşları yine evlerine bıraktım. Artık üçüncü celse kaçınılmaz olmuştu. Benim onları zorlamama sebep kalmamıştı. Bizzat koruyucu melekler üçüncü celseyi istemişler ve rehberlerin geleceğini söylemişlerdi. Arkadaşlar yorgunlardı ama inançlı ve sevinçliydiler. O karamsar hava kaybolmuştu. Celse sonrası kendine gelen Naile bile, "söz bu defa uyumayacağım" demişti. İşte sonunda bir delik açılmıştı. Rehberler geldikten sonra bu negatif enerji kalkanının tamamının nasıl kalkacağını, büyüyü çözme yöntemini ve olup biten diğer gerçekleri öğrenebilecektik. 9 REHBERLER Akşam sekiz civarında yine tam kadro toplandık. Celse oturumuna geçtik. Hepimiz beyazlar giyinmiştik. Alışılmış yöntem çerçevesinde celsemizi açtık. "Naile uyuma!" "Uyumuyorum." Naile bana böyle diyordu ama vücudu bir yana kaykılmış, başı öne düşmüştü. Her iki medyumumuzun da görücü kanallarının açılması gerekiyordu. Önce Nesrin Hanımın açıldı. Henüz bir şey görünmüyordu. Naile ise kendini toparlamaya çalışıyordu. Bakalım bu defa da mı melek varlıklar gelecekti? Naile tam uykuya dalmak üzereyken bir şimşek çaktı... Nesrin Hanım sevinçle, "geldiler!" diyebildi. Ben kendimi tutamadım, "kim, kimler?" "Rehberlerimiz... bunlar bizimkiler..." Naile'nin uykusu, gelen Rehberlerin enerjilerinin etkisi ile dağılmıştı. Rehberler nihayet gelmişlerdi. İki ayrı güç artık birleşmişti. Bir zamandır süre gelen ayrılık artık sona ermişti. Ben de kendi rehberlerime, "hoş geldin" dedim.


"Merak etme uzakta değildim, seni hiçbir zaman bırakamazdım" dedi. Celsenin bundan sonrası karşılıklı konuşmalarla geçti. Durum tespiti yapıldı ve çözümler alındı. İki sene on gündür Üstadın üzerinde büyü varmış. Bu büyü zaman içinde etkili olmuş. Karşı taraf planlarını çok önceden hazırlamış. Hem Türkiye'deki, hem de yeryüzünün başka yerlerindeki Deccal'in adamları bunu beraberce yapmışlar. Bu işin arkasında Deccal var. Başka bir insanı bir gün içinde öldürecek bu müthiş büyü Üstadı ancak bu kadar etkilemiş. Yapılan büyü ve onun çektiği güç ise şu ana kadar hiçbir şekilde yapılmamış. Dört kutsal kitabın negatif hadimleri toplanarak böyle bir büyük güç oluşturulmuş... Bu negatif hadimleri kullanmayı ve yönlendirmeyi başarmışlar. Bunu başarmak için pozitif yüz on dört hadimi bir enerji alanı içinde tutsak etmişler. Üç gün süren celselerin çok büyük yararı olmuş. Bunun sayesinde negatif enerji duvarı yarılmıştı ama duvar hala yerinde duruyordu. Üstadın üzerinde büyü vardı ve dahası yüz on dört hadim tutsak iken onların gücü olmadan büyük başarılar elde edilemezdi. Burada rehberlerin sözcüsü şöyle konuştu: "Üstadım sizin üzerinizdeki etkiyi beraber kaldıracağız. Yedi gün boyunca her gece saat dörtte hazır olacaksınız. Yıkanmış olacaksınız. Ben de o vakit orada olacağım ve sizinle birlikte bir iş yapacağız. Bu arada boyu önemli değil ama yanınızda bir kılıç bulundurunuz. Bu çok işimize yarayacak." Anlaşılan Üstada çöreklenen negatif güç ve varlıkları beraber temizleyeceklerdi. Büyük bir olasıkla Üstat eline kılıcı alacaktı. İşte bu kılıç yeryüzünün güçlü etkisiyle astral varlığının da elinde oluşacak. Üstat o kılıcı bırakmadıkça astralinin elinden o kılıç düşmeyecek ve üzerine düşeni yapacaktı. Ve bu kılıç iki kudretli varlığın elinde, hem Dünya'da hem ahirette çalışacak, gücü büyüyecek, büyüyecek ve büyüyecekti... Bunun yedi gün süreyle yapılması hem o etkiyi ortadan kaldıracak hem de o duvarı parçalayacaktı. Yüz on dört hadimin kurtarılması için ise bize yöntem verdiler. Her birimiz yetmiş bir gün bu yöntemi uygulayacaktık. Bunun sonucunda artık hadimlerin ne yapılırsa yapılsın tutsak düşmesi mümkün olmayacaktı. Ey yeryüzünde Allah'ın halifesi olan insan, şu çamurun içinde ne de güçsüz görünüyorsun. Oysa güçlüsün ama gücünü bilmiyorsun. Öyleyse çalış ve gücüne ulaş... Deccal amacına ulaşmak için hem negatif gücü hem yeryüzü insanının pozitif gücünü kullanmıştı. Önündeki en büyük engeli yok etmeye çalışmıştı. Ama işte büyük adımlar atmasına rağmen, akıllara sığmayacak güçleri devreye sokmasına rağmen ve dahası yüz on dört hadimi etkisizleştirmesine rağmen amacına ulaşamamıştı. Savaşı Astral Alemde, üst boyutlarda kaybediyordu. Artık Dünya'da ortaya çıksa da, çıkmasa da önemi yoktu. Ortaya çıksa başarılar da kazansa, sonuçta savaşı kaybetmeye mahkumdu. Çünkü yukarıda aydınlığın güçleri ile yaptığı savaşı kaybetmişti.


10 ÇÖZÜM

Günler çabuk geçiyordu. Üstat kendisine verilen çözümü çoktan uygulamıştı. Biz ise yetmiş bir günlük çözümün sonuna gelmiştik. Ara sıra tek başıma celseler yapıyordum. "Hadimlerin kurtulduğunu, ama bir daha böyle bir etkinin tutsaklığına düşmek için çözümü sonuna kadar yapmamız gerektiğini" rehberler söylediler. Üstadın Denizli'de celseler yaptığını biliyor, haberlerini alıyordum. Şişmanlamış, eski neşesi yerine gelmişti. Dünyada insanlığa hayır için isim bırakmış çok büyük zatlar ziyaretine geliyorlardı. Ara sıra yukarıya çıkışlar oluyordu. Henüz esaret altındaki alemler kurtulmadığı için dikkatli olmak gerekiyordu. Her celsede yukarı çıkılamazdı. Çünkü negatif etki özellikle celselerde adeta üzerimize üşüşüyordu. Bu etki ve saldırı, şüphesiz sürekli vardı. Üstat dahil her görevliye bu saldırı sürekli yapılıyordu. Ama işte rehberler ve koruyucular bu saldırılara karşı bir kalkan oluşturuyorlardı. Görevlilerin görücü gözlerinin her zaman açık olması bu yüzden dayanılır bir şey değildi.

Böyle bir durumda dünyada normal bir hayat yaşanamazdı. Ama celselerde durum daha farklıydı. Görevlilerin bütün kanalları açıktı. Hem karşı tarafi daha rahat görüyor ve algılıyorlardı, hem de onların tesirlerine bu yüzden alabildiğine açıktılar. Negatif güç bunu bildiğinden ve ayrıca celseden elde etmek istenen hayrı engellemek istediğinden, özellikle celse yapıldığında daha bir güçlü saldırıyordu. İşte böyle bir durumda bir de üst alemlerde ilerleyip maceralara girişmek, farkında olmadan alman yanlışa yönelten negatif tesirlerin etkisiyle bizleri şeytanın tam kucağına düşürebilirdi. Nitekim ileride düşürecekti de... Biz ne kadar ihtiyatlı davranırsak davranalım karşımızdaki de bizim kadar güçlü ve ihtiyatlıydı. Yine de zaman zaman en büyük düşmanlan olan Üstada zayıf yakaladıkları bir anda saldırmaktan ve O'nu böylece saf dışı bırakmayı amaçlamaktan bir an olsun vaz geçmiyorlardı. Madem Üstat üst alemlerde ilerlemekte ve onlara saldırmakta ihtiyatlı davranıyordu. Öyleyse zayıf bir anında O'na saldırmak kendilerine düşüyordu. Ama zayıf bir anda.., zayıf bir anda... İşte sonunda böyle bir anı yakalamışlardı... 11 ZAYIF BİR ANDA Üstat gecenin bir vakti bir uğultuyla uyandı. Yatağında doğruldu, bağdaş kurup oturdu, etrafa kulak kabarttı. Bu uğultu fiziki bir ses değildi ve odanın herhangi bir yerinden gelmiyordu. Bağdaş kurup oturmasının ardından yatak odasının duvarları ağır ağır gözünün önünden silindi., yatak ve diğer eşyalar kayboldu. Safha safha görüntü açıldı, genişledi. Şimdi kendisi merkezde duruyordu. Etraf aydınlıktı. Ruhaniyetiyle başka alemler algılanır olmuştu.


Etrafındaki dağları, tepeleri algıladı. Ardında bu tepelerde gözüne bazı karartılar ilişti, haraketliydiler. Algılama daha da arttı: Kara, kıllı, çirkin yaratıklar... Kiminin boynuzlanrı, kiminin kuyrukları vardı. Ve daha tarifte güçlük çekeceği başka başka yaratıklar. Hayretle gördü ki, bütün tepeler öbek öbek, bölük bölük bu yaratıklarla doluyordu. Her yandan geliyorlar, düzenli haraket ediyorlar ve birleşiyorlardı... Çıkardıkları uğultu ise gittikçe şiddetleniyordu. Bunlar negatif alemlerin yaratıklarıydı. Niyetlerinin iyi olmadığı ve askıda hiçbir zaman iyi olamayacağı açıktı. İyi ama neden şimdi? Neden gecenin bu vakti? Bir anda nedenini anladı. Yanında mışıl mışıl uyuyan eşi ile o gece birlikte olmuşlardı. Vakit geç olduğu için yıkanma imkanı bulamamıştı. Bu konuyu daha önce düşündüğü aklına geldi. Böyle bir durumda gücünü tam olarak kullanıp, kullanamayacağını bilmiyordu? Tereddütleri vardı. Sadece bu tereddüt bile insanın gücünü olumsuz etkilerdi. Rehberleri aklına geldi, yanında değillerdi. Daha dünyaya doğmadan önce dünyada karşılaşacakları tehlikeleri yukarıda konuşmuşlardı. "Diyelim ki, siz benim yardımıma gelemediniz, ben dünyada tek başıma ve en olumsuz durumda kaldım; İşte bu durumda bile kendime yetebilmeliyim" demişti Üstat. Yani üzerine aldığı görevi başarmak için başkalarına, artık kim olursa olsunlar, muhtaç olmak istemiyordu. Muhtaç olmamalıydı. Madem ki O üstat idi, O'na o görevi vereni mahçup etmemeliydi. Her şeye rağmen yenik düşerse, "benim canımı hemen alın, beni dünyada rezil etmeyin" demişti. İşte bu konuda yukarıdan yardım istemişti. Bir üstat olarak obsesyona düşmek, delirmek, sokaklarda perişan bir durumda onun bunun alaylı maskarası olmak istemiyordu. Bu, O'na ve o görevi verene karşı en büyük saygısızlık olurdu. Nereden bakılsa, "üstat" kavramına karşı yakışıksızlıktı. Herkezin bir mertebesi, bir derecesi vardı. Daha alt derecede olan nice görevlinin, evliyanın perişan durumlara düştüğünü görmüştü. Kimdi o şiiri söyleyen? "Kıyamazsan baş ve cana, geri dur girme meydana, bu meydanda nice başlar, kesilir hiç soran olmaz." Nice baş bu perişan duruma düşmüş, çıldırmış, toplum içinde komik hallere yuvarlanmış ve nihayet ölmüşlerdi. Oysa onlar bu tehlikeleri göze alarak dünyaya ışık getirmek için çabalamışlar, getirebildikleri kadar da getirmişlerdi. Kim bilirdi bu gerçek adsız kahramanları? Başları kesilirdi ama bunları hiç soran olmazdı. "Merak etmeyiniz Üstadımız" demişlerdi yukarıdan. "Sizin kalbiniz bizim elimizde. Siz böyle bir duruma düşerseniz, sizi dünyada bir an bile tutmaz hemen canınızı alırız. Ama ondan sonra da o yeryüzü insanı bunun hesabını vermek zorunda kalır. Bu böyledir, değişmez, çünkü yasa böyledir." İşte şimdi tek başına yakalanmıştı. Her olumsuzluğa rağmen kendine güveni tamdı. Aslında olacakları merak etmiyor değildi; "tek başıma yakalansam, bana ne yapabilirler?" Hiçbir şey yapmadan karşı tarafın haraketlerini izlemeye başladı. İzlerken hayretle gördü ki. bu yaratıklar üzerine gelemiyordu. Ancak belli bir noktaya kadar gelebilmişlerdi ve orada toplanıyorlardı. Sanki etrafında


küresel olarak çevrilmiş bir şey vardı. Farkına vardı ki, bu O'nun kendi ruhsallığıydı, aurasıydı. Dünyasal lisanla birkaç yüz metreye kadar olan küresel bir alan, kendisinden ortaya çıkmış tarifsiz bir ışık ile aydınlanıyordu. Ve karşı taraf bu aydınlığın içine girmek istemiyordu. Bu hoşuna gitti. Ama hoşuna gitmeyen başka bir şey oldu. Karşı tarafta uğultu gittikçe arttı. Kulak kabartınca bunların, "birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için" diye bağırdıklarını duydu. Aynı anda tamamı konik bir yapıya büründüler. Şimdi karşısında siyah renkte, kendisine yönelmiş dev bir ok ucu gibi bir şey oluşmuştu. Bu silah hiç beklemedi. Hızla Üstadın üzerine geldi. Üstat önce merakından sonra da etkinin gücünden hiçbir şey yapmaya fırsat bulamadı. Konik silah önce aurayı esnetti. Ardından koninin ucu Üstadın böğrüne kadar yaklaştı. Üstat elinde olmadan bağırdı. Aynı anda doğal olarak sağ eliyle koniyi parçalamak için bir kesme indirdi. Koni ikiye bölünmüştü. Dışta kalan kısmı Üstadın aurası elastiki bir cisimmiş gibi dışarı fırlattı, içerde kalanı ise adeta yutarcasma eritip yok etti. Üstadın bağırmasına eşi uyanmıştı. "Ne oluyor?" dedi. "Sen uyu hanım bir şey yok, dua ediyorum." Uyku sersemi kadıncağız tekrar uykuya daldı. Üstat olayı deneyimlemişti. Artık ne yapması gerektiğini biliyordu. Hemen önlemini aldı. Ellerini kesme yapacak şekilde önünde tuttu, beklemeye başladı. Auramn dışına atılan kara güç, yeniden koni oluşturdu. Ne de olsa ilk harakette başarılı olmuş sayılırlardı. Bu yüzden süratle yeniden saldırdılar. Ama ayını anda Üstadın sağ kolu boşlukta vınlayarak dizlerinin üstüne kadar indi. O'nu yatak odasında bu halde gören. Üstadın kendi başına boşluğu dövdüğünü sanırdı. Ama bir de işin yukarı kısmı vardı. Bu kola bağlı ruhsal güç, ruhsal enerji, yani insanın tekamül ederek kendinden ortaya çıkardığı o kudret, yeryüzünden gelen fiziki kuvvetle adeta sonsuzlaşarak düşmanın üzerine bıçak gibi indi. Onu bir anda ikiye böldü. Bu defa Üstadın yanma hiç mi hiç yaklaşamadılar. Aurayı bir parça esneten kısım süratle eriyip yok oldu. Kalanı tekrar dışarıya lastik top gibi atıldı. Negatif varlıklar bir süre Üstadın etrafında bağıraşarak dolaştılar. Sonra yine aynı söylemle tepelerin ardına doğru uzaklaştılar. Ardından gönül gözü kapanmaya başladı. Odanın duvarları tekrar gözüktü. Anlaşılan büyünün etkisi çoktan geçmişti. Üstat yine o eski Üstatdı. 12 CELSE VE MANEVİ DOSTLAR

Can Üstadı çekmişti. Dahası can manevi arkadaşları özlemişti. Dünyadaki dost bildiklerimin bunca vefasızlığından sonra gerçek ve ebedi dostları görmek arzusuyla yanıp tutuşmaya başlamıştım. Hem yukarıda neler oluyor, bu dünyanın burçlarının/bucaklarının ötesinde şimdi durum nedir merak ediyorum? İşte bu hal beni tekrar Üstadın yanına bir hafta sonu aralığından yararlanarak getirmişti. Yine Üstadın evinin salonundaydık, beyazlar giyinmiştik. Dokuz kişiydik. Görücü medyumlar, yazıcı medyumlar, operatörler ve Üstat. Bundan iyisi can sağlığıydı. Üstat bildik yöntemlerle celseyi açtı. Maneviyat alemlerinden enerji çektik. Gelen enerji çok kuvvetliydi. Bulunduğumuz ortamı negatif sızmalara karşı korumak için dokuz kat fanusladık. Küresel bir enerji alanı oluşturduk. Bütün kanalları açtık. Üstat önce rehberlerimizi çağırdı. Işıklar içinde, nurani yüzlü rehberler görüntüye girdiler.


Yanımıza geldiler. Bizim sayımız kadardılar. Genelde herkese bir rehber verilirdi. İşte bu kudret ehli zatlarla birlikte alemlerin derinliklerinde yo! alacaktık. Adı üstünde onlar rehberdiler. Rehberin anlamı ne ise onlardan beklenen de oydu: Kendilerini ruhsal varlığa ve insanlığa hizmete adamış güçlü varlıklar... İşte bu rehberler gerektiğinde bizlerle birlikte negatif varlıklarla savaşır ve bizleri onların tehditlerinden korurlardı. Ama işin bir de ince bir yönü vardı. Ya bu dost bildiklerimiz dost değillerse?.. O aldatıcı şeytan bizi Allah adıyla aldatmaya yelteniyorsa?.. Ve nice uykudan yeni uyanmış, böylece alemlere açılmış insana, böyle görünüşte nurani yüzlü varlıklar rehberlik ediyorsa... Evet dokuz rehber şimdi karşımızda duruyorlardı. Üstat söz aldı: "Hoş geldiniz, biz sizleri rehber olarak kabul etmekle birlikte prensibimiz icabı size yemin ettireceğiz. Allah'ın sevgili kulları olduğunuza, Allah'a ve insanlığa hizmet için burada bulunduğunuza yemin eder misiniz?" Rehberler yeminlerini ettiler. Bu arada Üstat görücü medyumlara, "yeminlerin özden gelip gelmediğine dikkatlice bakmalarını" söyledi. Ayrıca "soyun ya Hüddem" sözünü üç kere söyleyerek bu sözün hadimini bu varlıkların üzerine yöneltti. Eliyle de rehberlerin üzerine pas ederek enerji verdi. Gelen rehberlerin üçünün görüntüsü değişti. O nurani ışık ve tavır kayboldu. Siyahımsı renkte, boynuzlu, kıllı, çirkin görüntülü üç varlık karşımıza çıkıverdi... Zaten medyumlar da görüntü değişiminin başlangıcında, bu üç rehberin, aslında rehber değil de negatif varlık olduğunu, yeminlerinin özden gelmemesinden dolayı anlamışlardı. "Siz kimsiniz, niyetiniz nedir?" "Biz insandan güçlüyüz, bizim kim olduğumuzu anladınız ama bize bir şey yapamazsınız. Gücünüz bize yetmez." "Sizi kimin gönderdiğini ve hangi amaçla buraya geldiğinizi söyleyin?" Üstada cevap vermek yerine odanın içinde kendilerine göre korkutucu hareketlerde bulunmaya başladılar. Besbelli negatif alemin derinliklerinden bize karşı en başta engelleyici rol oynamak için gönderilmişlerdi. Çünkü düşman bizim ne yapmak istediğimizi biliyordu. Her şeyden evvel yukarı çıkıp dostlara kavuşmamızı engellemek istiyorlardı. Bir de bu sözde rehberler sayesinde bizi kendilerine çekecekler, negatif alemleri pozitif olarak gösterip tuzağa düşüreceklerdi. Üstat bu varlıklara doğru gözleri ve elleriyle enerji verdi. Gelen ip şeklindeki yakıcı enerji Üstadın iradesine bağlı olarak bir anda bu varlıkların vücutlarını sardı. Bunlardan biri anlık bir gayretle yukarıya doğru yardım sinyali gönderdi. Fakat bu sinyal oluşturulan enerji duvarına çarparak dağıldı. Bu üç negatif varlığın az önceki cüret ve cesaretinden eser kalmamıştı. Vücutlarını ateş basmıştı ve terliyorlardı. Üstat enerji bağını biraz sıktıktan sonra bunlara, "konuşun" dedi. Ya konuşacaklar ya da yanıp yok olacaklardı. Varlıklar çaresiz konuştular. Söyledikleri düşündüğümüz


şeylerdi. "Bunlara ne yapacağımızı soralım." Rehberler, "bunların açılacak bir kanalla yukarı alınacaklarını" söylediler. Hakikaten bu sözün hemen ardından celse odamıza bir kanal açıldı. Üç negatif varlık süratle bu kanaldan yukarı çekildiler. Yukarıda bunlardan yararlanılacak güçte olanlar eğitilip ıslah edileceklerdi. Güçsüz olanlar ise salıverilecekti. Bazen bize, "bırakın gitsinler" denildiği de oluyordu. Tekrar rehberler çağrıldı. Uç yeni rehber geldi. Bunlara da yemin ettirildi. Düşmanın ağzı yanmış olmalıydı ki, araya bozguncu katmayı bu defa denemediler. Rehberlerin pozitif olduklarından böylece emin olunduktan sonra sıra bizlere geldi. Rehberler celsede bulunan herkesin astral bedenini tek tek incelediler. Gerek kötü düşünce ve eylem sonucu oluşturduğumuz negatif tortulan, gerekse başkalarının lanet, beddua, kem göz ve hatta büyüden dolayı üzerimize yöneltmiş olabilecekleri negatif enerji ve varsa yapışmış negatif varlıkları kontrol ettiler. Dünyanın şu bozuk hali yüzünden pek çoğumuzda bir negatif etki vardı, işte bunlar temizlendi. Çünkü böyle bir durumda yapılacak yukarı çıkışlarda benzerin benzeri çekmesi kanunundan dolayı negatif etki ve güçlerin o kişinin üzerine kuvvetle yönelmesi çok daha kolay olmaktaydı. Artık yukarı çıkış için hazırdık. Dokuz insanın astral bedeni, yanlarında dokuz ruhani alem görevlisi bir enerji küresi oluşturduk. Çıkış için özel bir kanal açılması yerine doğrudan Mescidi Aksa'ya yöneldik. Çünkü Kabe'den sonra en fazla saf enerji oraya iniyordu. Böylece bizi oluşturulacak görüntülerle yanıltmak çok daha zordu. Mescidi Aksa üzerinden çıkış başladı. Üstat, "ek trans" oluşturarak medyumlarımıza verdi ve, "bu dürbünlerle ufka kadar bakın" dedi. Bakıldı, görüntü temizdi. Çıkış devam etti. Çıkışın bir noktasında durduk. Bir göz belirdi. Koyu renkli bu gözün içinde bir yazı oluştu. Yazıyı okuyoruz: "Gezenbol". Sanırını bu alemin ismi. Göz görüntüsü değişti, kapı oluştu. Kapı büyüdü bizi içine aldı. Büyük bir nur oluştu, bu nur dört parçaya ayrıldı. Şafak mavisi, yeşil, limon sarısı ve beyaz ışık oldu. Işıklar etrafımızda döndü. Rehberlerin gözleri yeşile dönüştü. Sonra bu dört ışık insan şekline büründü. Bunlar kapı koruyucularıymış. Bizi içeriye davet ettiler. Giriyoruz. Işıktan büyük bir gemi geldi. Biniyoruz. Gemi yuvarlak bir şekle dönüştü. Çok parlak bir görüntüsü vardı. Bir süre hareket ettikten sonra durduk. Gemiden çıktık. Etraf pembe ışıklarla kaplı. Bir at üzerinde pembe pelerin giymiş bir zat göründü. Selamlaştık. Bu alemin yöneticilerindenmiş. Arka planda tamamen kristalden yapılma değişik geometrik özelliklere sahip yapılar gözüküyor. Bu zatın gelmesiyle birlikte rehberlerin gözlerindeki yeşillik kayboldu. Bu zat şunları söyledi: "Bizler, sizlere şunu anlatmak istiyoruz. Sîzlerin tanıması gereken o kadar çok dost ve o kadar çok alemi rahman vardır ki, siz sonsuz yaşasanız yine de bitiremezsiniz. Sevgili Üstadı Azam git ve onları ziyaret et. Şu anda dünyada 12 Üstada bu görev verildi. Ne


mutlu siz de onlardan birisiniz: İçinde bulunduğun hal ve üzüntüleri biliyoruz. Biraz durgunluktan sonra gelecek yeni medyumlar, güç ve imkanlarla kendi düşünceniz ve hislerin iz sayesinde yeni ve mükemmel doruklara ereceksiniz." Ardından hepimize birer pembe elbise giydirildi. Erkek olanlarımızın beline birer kılıç takıldı. Ayrıca Üstada bir taç, kızlarımıza yeşil taşlı kolyeler sunuldu. Bunları pembe elbiseli genç ve güzel kızlar bizlere taktılar. Bu emanetlerin sırları ve nasıl kullanılacakları herkese anlatıldı. Ama, "kimse kimsenin emanetinin sırrını bilmeyecek" denildi. Yalnız Üstat herkesin emanetinin sırlarını bilecekti. Zaten O'na bu sırlar ayrıca söylendi. Ardından oluşan tepsi gibi bir zemin üzerine bindirildik. O alemi bize gezdirdiler. Daha sonra dönme zamanının geldiği söylendi. Ulvi Alemin içinde bulunan alemlerden biriydi dolaştığımız. Yine o uzay gemisi diyebileceğimiz gemiye bindik. Çıkış kapısına geldik. Kapı görevlileri bizi yolcu etliler. Spatyum Alemlerine hiç uğramadan doğrudan geldiğimiz yoldan celse odamıza döndük. Kişisel bir takım sorularımıza rehberlerimizden cevap ve tavsiye aldıktan sonra celseyi kapattık. Ben hazır buraya gelmişken yarın akşam da celse yapmayı teklif ettim. Rehberler, "biz her zaman hazırız, yeterki siz isteyin" dediler. Benim niyetim buraya gelmişken. Hazır toplanmışken ve eskiden olduğu gibi yüksek pozitif alemlere çıkabilecek güç ve imkanlara erişmişken Spatyum 14'e gidip, orayı negatiflerin elinden kurtarmaktı. Bu düşüncemi celseden sonra Üstadıma söyledim. O benden daha istekliydi. Öyleyse yarın akşam iblisin üzerine doğru gidebilirdik. Biz bilmiyorduk ama öğrenecektik... Çünkü ibiis bunu çoktan bekliyordu. Ve kendini ona göre ayarlamıştı... 13 TUZAK

Gece celse için yine hazırdık. Bilinen yöntemlere uygun olarak celseyi açtık. Rehberleri çağırdık, onlara yemin ettirdikten ve diğer kontrolleri yaptıktan sonra yukarı çıkış için hareketlendik. Beyaz bir enerji bir şelaleden boşanırcasına üzerimize akıyordu. Kanal açıldı. Beyaz bir kanaldan doğrudan celse odasından yukarı çekilmeye başladık. Önce Dünya'mn fiziki görüntüsü kayboldu. Ardından Dünya'mn aurasını, psişik atmosferini gördük. O yeşil ormanlar, sarı çöller, mavi okyanuslar ve beyaz bulutların ardından Dünya'mn asıl yapısı ortaya çıktı: Koyu gri bir renk, solgun, büzüşük, pis kokulu bir çöp torbası gibiydi... Aman Allahım!.. Dünya'yı ne hale getirmişiz... Işıl ışıl, rengarenk olması gereken Dünya insanlığın kötü yaşayış ve kötü düşünce üretmesinden dolayı bu hale dönüşmüş. Bu haliyle hangi ruh buraya doğup, şaşmadan hayat amacını yerine getirebilir? Kim doğru düzgün sınavını verip tekamül edebilir? Burası insandan daha çok şeytanın dünyası olmuş. İşte bu yüzden şeytanın her türlü parçası buraya üşüşüyor ya...


Ey insan şu Dünya'yı ne hale getirdiğini ah bir bu gözle görebilseydin!.. Nice medyum yukarı alemleri görüp, başka dünyaları gezince tekrar Dünya'ya dönmek istemiyor. Orada o süre içinde bıraktığı bedenini artık düşünmüyor. Ölüp gitsin umurunda mı?.. Zor ikna edilerek geri döndürülüyor böyle medyumlar... Ben bu düşünceler içindeyken bu görüntü de kayboldu. Açılan kanal nedeniyle ara alemlerden ve dokuz kat Cinler Aleminden geçmedik. Doğrudan Ruhani Aleme yani Spatyum'a ulaştık. Bir... iki... üç... çıkış devam etti. On dördüncü alemi atladık. Zaten oraya normal yollardan artık giriş olmuyordu. On dokuz, yirmi ve yirmi bir. Burada durduk. Spatyum 21'deydik. Her taraf bembeyaz kristallerle kaplı gibi... Öyle bir intiba oluşuyor. İki melek ve bir zat geldi. Zatın yüzü nur gibi, pırıl pırıl parlıyor. Kimliğini söylemiyor. Hep birlikte ilerliyoruz. Şimdi tünel gibi bir yere geldik. Bu tünelin başında bizlere nurdan elbiseler giydirdiler. Tünelden geçip, sonuna geldik. Burada durduk. O zat, "buradan ilerleyerek Spatyum 14'e gizlice giriş yapabileceğimizi" söyledi. "Allah yardımcınız olsun" dedi. Onları orada bıraktık. Ve Spatyum 14’e giriş yaptık. Bu cennet alemi ne hale gelmiş!.. Ortalıkta karanlık ve küf kokan bir hava var. Görünmezlik bileziğini kullanarak kendimizi görünmez kıldık. İlerliyoruz. Ağaçlar içinde bir yerden geçiyoruz. Ağaçlar incir ağacına benziyor. Fakat yaprakları ve meyvaları yok. Yerlerde hamamböceklerine benzer kırmızı ve siyah varlıklar var. Biz ilerledikçe yolun rengi değişiyor, yerler siyahlaşıyor, ıssızlaşıyor... Bir yerden geçiyoruz. İnsanı negatif yönde büyüleyen bir müzik var. Biraz daha ilerliyoruz, insanın beynine işleyen ayrı bir müzik duyuluyor... Bir yere geldik. Bir kadın çığlığı duyuluyor, bir kahkaha atılıyor. Rehberler, buranın varlıkları bizleri kendilerinden sansınlar diye ayrıca üzerimize siyah örtü örtüyorlar. Bir yerde siyah cüppeli kişiler göründü. Onları geçtik. Bir yol belirdi. Yol hem havaya doğru, hem aşağı doğru dik olarak çatallaşıyor. Aşağı yoldan ilerliyoruz. Yol çok kıvrımlı. Yolun kenarları zindan duvarları gibi, duvarlardan kan gibi şeyler sızıyor. Duvarların kenarlarında yılan gibi varlıklar var. Üzerimize siyah bir buiut geliyor. Bizi izliyor, nereye gidersek o bulut da bizi takip ediyor. Şimdi yerlerde kemikler var, çevrelerinde fareler dolaşıyor. Negatif titreşimsel algılamalar bu şekilde dünyevi kötü şekillere dönüşüyor, öyle algılanıyor. Yoksa o yükseklikte bire bir dünyevi unsurları bulmak mümkün değil. Rehberler, "şu aşamada bu kadarının yeterli olduğunu, Mekanik Dostlarla birlikte buraya tekrar girildiğinde buranın kurtulacağını ve geri dönmemiz gerektiğini" söylüyorlar. Geri dönüyoruz. Geri dönerken gereken yerlere gizli enerji odaklan bırakıyoruz. Çünkü bir daha gelişte niyetimiz burayı olduğu gibi ele geçirmek. Dönüşte bizi o kara bulut izliyor. Nihayet giriş yaptığımız tünele geldik, ilerliyoruz. Rehberler yol gösteriyor... Tekrar pozitif alemdeyiz, her taraf pespembe. Şelale var. kuşlar var. Ağaçlar var. Ağaçların rengi de pembe. Büyük bir ağaç karşımızda; çınara benziyor. Gövdesinde oyuk var. İçine giriyoruz, girdik; karanlık, İleriden bir ışık geliyor. Karşımızda hayalet gibi bir şey var, bize fener getirdi. İnce bir yol göründü, oradan ilerliyoruz. Ortalık karanlık. Yerler hafif ıslak, kötü bir koku yayılıyor. Bir kapıya geldik. Görüntümüzü önden içeriye gönderiyoruz. İçeride bir masa var. Etrafında siyahımsı negatif varlıklar. Bizi yanlarına davet ediyorlar. Bu nasıl iş anlamıyorum? Bu pozitif alemde bunların ne işi var? Ecellerine mi


susadılar? Yoksa işin içinde başka bir şey mi var?.. Masanın üzerinde siyah bir kutu, bir vazo ve birkaç dikdörtgenimsi eşyalar var. Başlarındaki şeytanimsi kişi, bize enerji vermek istiyor. Aklı sıra bizi böylece kendine çevirecek. Biz de farkettirmeden pozitif enerji veriyoruz. Bir süre sonra şeytanimsi kişi yere düşüyor, öbürleri hayretle etrafında toplanıyorlar. Sonra gönderdiğimiz görüntümüze bakıyorlar. Değişim var. Ağacın içindeki kapı beyaz renge büründü. Kapının üzerinde okunmayan bir yazı var. Üstat, "buranın Spatyum 21 mi yoksa başka bir yer mi olduğunu" soruyor. Rehberler, "Spatyum 21" diyorlar. Ama, "biz buraya girerken dışarıdan bir etki geldiğini, onun için böyle bir durum oluştuğunu" söylüyorlar. Fakat koruyucuların da görüntüsü değişiyor. İşin içinde bir iş var ama ne? Rehberlerin içlerindeki ışık bir pembe oluyor, bir siyah. Üstat, "verilen emanetleri çıkartmamızı" söylüyor. Çıkartıyoruz. Şeytanimsi varlıklar arkadan bir başka kapıdan kaçmışlar. Fakat iz bırakmışlar. Koruyucu rehberlerimiz, "onları izleyebileceğimizi" söylüyorlar. İzliyoruz. Koruyucu bir varlık arkamızı döndüğümüzde sırıtmaya başlıyor. Bunu medyum Naile yakalıyor ve Üstada söylüyor. Bir kulübe görüyoruz. İçeriye önden görüntümüzü yolluyoruz. İçeride başkaları var. Etrafındaki varlıklar, "bir olayı hallettik” diye seviniyorlar. Üstat, "emanetlerle buranın etrafını sarmamızı" söylüyor. Sarıyoruz. Görüntülerimizi çoğaltıyoruz. Artık bu durumda bir yere kaçmaları olanaksız. Üstat, 'kimsiniz, Spatyum'da ne işiniz var?" diye soruyor. Başkanları cevap vermiyor, eline siyah kaplı bir kitap alıyor, açıyor. Üstat, "teslim olun" çağrısında bulunuyor. Teslim olmuyorlar. Algılamasi güçlü bir medyumumuz, "burasının aslında onların alemi olduğunu" söylüyor. Üstat onlara, "yakalandınız" diyor. Gelen cevap şaşırtıcı; "Hayır aslında biz sizi yakaladık." Görüntü birden bire değişiyor. Her taraf simsiyah oluyor. Pis bir yer ortaya çıkıyor. Her taraf o varlıklarla doluyor. Üzerimize saldırıyorlar. Bütünleşiyoruz. Anlaşılan negatif etki almışız. Yanlışa yönlendirilmişiz ve biz pozitif alem yerine bir negatif alemin tam ortasına düşmüşüz... Üstat kadar deneyimim hiç mi hiç yok. Şimdi ne yapılabilir? Bunlarla burada baş edemeyiz. Bizi yakalarlarsa, birkaç gün içinde Dünyadaki bedenlerimiz hastalanır ve ölür. Dünyadaki bedenimizin ölmesi de o kadar önemli değil, astral bedenimiz esir düşüyor. Asıl ölüm bu. Aslında ölümden de beter denilecek bir şey varsa işte o da bu. Buradan çıkmamız lazım ama nasıl? Etraf bunlarla dolu. Korkunç ve tiksindirici bir etki üzerimize gittikçe basıyor... Üstat elindeki emanetin, yani kılıcının kabzasının ucunu açtı. "Zaman koridoru oluşturulmasını" istedi. Oluştu ve bir anda içine çekildik. Bir vınlama sesi... Celse odamızdayız... Şükür... Rehberlerimiz de bizimle birlikte. Bizi hiç bırakmamışlar ama kendilerinin yerine negatif varlıkların görüntüye rehberlermişçesine girmelerini engelleyememişler. Aldığımız emanetler sayesinde bu durumdan kurtulmuştuk. Şüphesiz ki, emanetleri


alabilmek için oralara kadar çıkacak liyakati göstermek gerekiyordu. Bu işin hiç şakası yoktu. Dünyada ölmenin dışında adeta ebedi bir ölümden son anda kurtulmuştuk. Bir anda o dörtlük aklıma geldi: Kıyamazsan baş ve cana, geri dur girme meydana, bu meydanda nice başlar, kesilir hiç soran olmaz... Ne yazık ki Spatyum 14’ü kurtaramamıştık. Düşman kuvvetliydi. Yukarı çıkıldığında sürekli ve değişik etkileri üzerimize yollayarak bizi şaşırtıyordu. Medyumlarımız çok güçlü ve gününde olmazlarsa, bu etkilerin dost mu düşman mı olduğunu anlayamazlardı. Ama bu olay daha da kararlı ve azimli davranmamıza sebep olacaktı.

14 SUÇ BİZİM

Pazar günüydü ve hafta sonu bitiyordu. Öğleden sonra Denizli'den ayrılmayı düşünüyordum. Hüzünlüydüm. Başarısız olduğumuz kanaatindeydım. Her ne kadar yaşadıklarım benim deneyimimi arttırmışsa da ben daha çok görevin yerine getirilememesine üzülüyordum. Üstadı dükkanın üst tarafındaki küçük odada yalnız başına buldum. El sıkıştık, karşısına oturdum. O'nun da üzüntülü olduğunu düşünmüştüm. Ama görüntüsü pek öyle değildi. Konuştum: "Dün akşamki duruma ben çok üzüldüm. Düşman çok güçlü galiba?" "Onlar da güçlü, biz de güçlüyüz. Ama sorun düşmanın gücü değil, bizim gücümüzü kullanıp kullanamamamızda..." "Anlayamadım, yani burada suç bizim mi?" Elbette bizim, başka kimin olacaktı." Bunu dedikten sonra sakin bir üslupla şunları söyledi: "Celseye katılanlar ve medyumlarımız istekli olmalılar. Bir işi zoraki yaptığınızda ondan verim alamazsınız. İsteksiz medyumlar negatif güçlerin gönderdiği yanıltıcı görüntüleri aldılar. Bu da bizi hem engelledi, hem de Spatyum yerine negatif bir aleme yoktu. Rehberler bunu bildikleri için Spaiyum ¡4'de ilerlerken geri dönmemizi istediler. Oysa biz istekli ve kurallara uygun davraıısaydık şimdi orayı kurtarmış durumdaydık. "İsteği aniadını. İsteksiz medyumlar yanıltıcı görüntüler aldılar ama başka bir hatamız yok gibi geliyor bana?" "Görünüşte öyle ama celse öncesi ben onlara ağır yemekler yememelerini, et yememelerini birçok defa söyledim. Buna dikkat edilmiyor. Temizlenmeden, abdest bile almadan, "aldım" diyerek celseye girenler var. Bu sorumsuzluk bizim istenilen sonucu almamızı engelliyor. Olayın ciddiyetini maalesef bu genç arkadaşlar kavrayamıyorlar. Böylece her bakımdan güçlü bir birlik oluşturulmayınca bunun olumsuz yanları oralarda daha bir güçlenmiş olarak karşımıza çıkıyor." "Bütün sorun bizde ise bunları halledersek işi kolayca çözebiliriz, öyle mi? "Evelaîlah bir alemi negatiflerin elinden almak bizim için güç değil. Üstatlığın bir anlamı olmalı, durduk yerde Üstat olunmaz ve bizler yeryüzüne boşuna doğmadık." "O zaman Üstadım ben hazır buradayken bir gün daha kalayım da bir celse daha yapalım. Arkadaşlarla konuşurum, durumu anlatırım, kızarım ve onları hırslandırırım.


Bu işi bugün bitirelim, bunda sayısız hayırlar var." "Ben her zaman hazırım. Keşke diğer arkadaşlar da sizin gibi istekli olsa." "Tamam o zaman" diyerek dışarı fırladım. Zaten bilet almamıştım. Olmazsa gece hangi otobüsü bulursam atlar giderdim. Öğleden sonram arkadaşları bulup, onlarla konuşmakla geçti. Üstatla yaptığımız konuşmayı ve başarısızlığımızın nedenlerini anlattım. Ben işi gücü bırakıp buraya gelmiştim ve onlardan bir akşamlık daha Üstadı ve beni kırmamalarını rica ettim. Bazılarının zorunlu işleri yüzünden gelmeleri mümkün değildi. Ama iki medyum, "geliriz" dediler. "Bu yeterli değil, istekli olacaksanız gelin yoksa boşuna toplanmış oluruz." "Geliriz dedik ya, sen merak etme." "Boy abdesti de alm, anlaşıldı mı?" Gülümsediler. Çocuk doğurduğu için durumu tam uygun olmamakla bitlikle Üstadın görücü medyum kızı Azize ve eşinin de celseye geleceklerini öğrendim. Çocuklarına anneleri bakacakmış. Dün akşam bu kişiler celsede yoktu. Böylece eksiklerimiz tamamlanmış oluyordu. Aslında nitelik nicelikten daima daha üstündür. Sayısal çokluk, kaliteden daha etkin değildir. Biz ise bu akşam için her ikisine de sahiptik. Ben burada olmadığım zamanlarda celseler yapılıyordu. Ama durum eskisi gibi değildi. Ancak haftada bir kere toplanıyorlardı. O da sağlık celsesi içindi. Yukarı çıkışlar olmuyordu. Hasta baş vurularının çokluğu yüzünden bütün celse boyunca ancak onların gönderdikleri fotoğraflara bakılabiliyordu. Medyumlar ise bu çalışma sırasında gerçekten çok yorgun düşüyorlardı. Ayrıca bir firsat bulup bilgi celsesi yapmak mümkün olamıyordu. Ama benim hasta celseleri hiç umurumda değildi. Buraya bunun için gelmemiştim ve hazır buradayken akşamları bilgi celseleri yapmak tek amacımdı. Ve akşam oluyordu... 15 SPATYUM 14 ve İMPARATOR KÖTÜ LEYN Celse haşladı. Açılan kanaldan doğrudan doğruya Spatyum 15'e çıktık. Burada görevliler bizi karşıladılar. "Spatyum 14'ü kurtarmak için hazır olduğumuzu" onlara söyledik. Fakat onlar, "dünkü gibi tesir alabileceğimizi" söylediler. Ve bizi Spatyum 14'e geçirmek istemediler. Bu durumda onların çok üstünde olan Ulvi Alem Sol Kanat Görevlisi dostumuzla ilişkiye geçtik. Bu tarifsiz güzellikteki yönetici anında yanımıza geldi. "Kendilerinin bize vardım edeceğini, bu amaçla Mekanikleri hazırladıklarını, bu defa bu işi başarabileceğimizi" söyledi. Kendisiyle birlikte Ulvi Alem'e çıktık. Orada emanetleri aldık. İlk önce iki Mekanik Dost yanımıza verildi. Bize, "boyut bölümünden açılan gizli bir kanaldan Spatyum 14'e geçiş yapacağımız" söylendi. Boyut bölümünden açılan kanaldan gizlice Spatyum 14'e girdik. Azize'nin görünmezlik bileziğini kullanmasıyla içeride görünmez duruma geçdik. Daha öncekilere göre değişik bir yoldan ilerliyoruz. İçerisi rutubetli, yerler kan kokuyor. Bir noktaya geldik. Manyetik bir alan, yerden yarım metre kadar yükseklikte havada yürür vaziyette bizi kendine çekti. Önümüz uçurum. Karşıda ışıklı bir nokta var. Noktaya bakarak yürümemiz söylendi. Yürüdük ve karşıya böylece havada geçtik.


İçeriye doğru ilerliyoruz. Etraf çok pis kokuyor, ayrıca kan kokusu hala burnumuza geliyor. ileriden kadın çığlıklar: geliyor. Onlara yardım etmek istiyoruz. Rehberler, "vampirlere görünmememiz gerektiğini" söylüyorlar. Ne yapacağımızı soruyoruz. "Vampirlerin gözlerine perde çekin, onların bizi görmelerini engelleyin ve kadınları kurtarın." Yanlarına geldik ve denileni yaptık. Onlar kadınları göremeyince, ayrı bir yoldan kadınları çıkarıp kurtardık. Enerjileri tamamen alınmış perişan durumdaki bu ruhsal varlıkları Spatyum 15'e taşıma işini Vacip isimli bir dostumuz gerçekleştirdi. O'nun kim olduğunu tam olarak bilemiyorum. Ruhsal varlık değil. Tam melek türü bir varlık da değil. Alemlerde her yere uzanabilen elleri var. Zaten biz O'nun büyük ellerinden başka bir şeyini görmüş değiliz. Çok öncelerde, ben daha Üstadı tanımadan önce böyle bir celsede negatif varlıkların tuzağına düşmüşler. O zaman yanlarında verilen emanetler de yok. O durumda çaresiz kalmışlar ama son anda bir el hah gibi önlerine serilmiş. El, "üzerine binmelerini" istemiş, binmişler. El Vacip'in eli imiş. Vacip onları, sanki bir yerden bir şey ahpta beri yana koyar gibi, negatif alemden alıp anında SpatyunYa koymuş ve ardından kaybolmuş. Vacip'in birkaç seter böyle yardımı olmuş. Bu varlık ya da başka ne denilebilir bilemiyorum, Allah'ın bizlere böyle bir yardımı olarak tezahür ediyor. Rehberler üzerimize siyah bir enerji örtüsü koyuyorlar. Böylece göründüğümüz zamanlarda negalif varlıklar bizi kendilerinden sanacaklar. İki tane varlık görüyoruz. İnsana benzer kahverengi gözleri var. Dişleri çok büyük ve parlak. Oldukça büyük kuyrukları var. "Vampir" olduklarını söylüyorlar. Zincirlenmişler, cezalı durumdalarmış. İlerliyoruz, değişik şekiller meydana geliyor. Anlatması çok zor. Birisi göründü, gözleri ve elbisesi bembeyaz. Bize dik dik bakıyor. Anlaşılan bizden hoşlanmadı. Burada niçin bulunduğumuzu anlamaya çalışıyor. Ayrıca yüz kısmı görünmeyen çatal kılıçlı biri daha geldi. Bunlar bize bir kılavuz verdiler. Bir yer göründü. Her taraf enerji dolu, buraya yemyeşil parlak bir enerji veriliyor. Buradan geçiyoruz. Gökyüzünde masmavi bir pençe göründü. Bu bizimkilerin, bizim açtığımız izden gelerek bizi izlediğini gösteriyor. Sağa sola doğru kıvrılarak ilerleyen bir yol görülüyor. Bizi hep beraberce ve bütünlük içinde bir boşluğa çekiyorlar. Biz ilerledikçe renkler değişiyor. Gökyüzündeki her yeri görebiliyoruz. Dünya ve diğer gezegenleri net olarak görüyoruz. Bir camekan içinde gibiyiz. Her yer net ve pürüzsüz olarak görünüyor. Gökten kozmik bir enerji yağıyor. Bir Kapıya geldik. Dışarıda asker görüntülü iki varlık var. Dört dişli mızrakları var. Selam verdik. Kapıyı açtılar. Buradan bir şato göründü. Gözcüleri var. Bizi gördüler. Şaşırmış durumdalar. Üzerimize doğru siyah bir enerji geliyor. Niyeti bizi bulut gibi kaplamak. Kara enerji pençeye doğru çekildi, üzerimize gelemedi. Görüntülerimiz çoğalmaya başladı. Mekanik Dostlarımız belirdi. Bıraktığımız izlerden geliyorlar. Ateş ve enerji saçıyorlar. Şatoya doğru enerji veriyoruz. Negatif robot varlıklar belirdi. Sanırım negatif güç saldırıya uğradığını anlayınca asıl merkezden ve ele geçirdikleri Staryum'dan yardım istedi. Mekanikler bu robot varlıklara saldırdılar. Sanki bir dünyalar savaşı izliyoruz. Biz enerji verdikçe ortalık aydınlanıyor. Etraftaki kuru dallar, kuru ağaçlar yeşermeye başladı. Boz toprak yeşeriyor. Şato eridi. Son anda dışarı çıkan birçok negatif varlık var. Onları bir enerji alanı içine hapsediyoruz. Ufukta patlamalar oluyor.


Mekanik Dostlarımız her yerde savaşıyor. Görüntülerimiz ufku kaplıyor. Işıktan bir hale içinde Ulvi Alem Sol Kanat Görevlisi yanımıza geldi. Nurlu yüzü gülüyor. "Pek azı kaçabildi. Büyük bir iş başardınız" diyor ve devam ediyor: "Hepimize geçmiş olsun. Negatiflerin merkezine kadar gelmeniz büyük bir baharı oldu. Bu noktaya geldikten sonra onları merkezlerinden vurduk ve sonra dağılan güçlerini imha ettik. Her ne kadar başka alemlerdeki güçleriyle yardıma geldilerse de artık yapabilecekleri bir şey yoktu. Bundan böyle Spaîyıım 14 yine ruhsal varlıkların yurtlarından biri olacak." Üstat bu nurani varlıkla Spatyum 14'ün ıslahı üzerine konuştu. Spatyum Alemlerinin tamamında bayram olduğu duyuldu. Spatyum Alemlerinin yöneticileri gelmeye başladı. İşte sonunda şeytanın oyununu ters yüz etmeyi başarmıştık. Önce Dünya'daki hücumunu durdurmuş ardından önemli bir kaleyi geri almıştık. Şimdi sıra Staryum Aleminin tamamını ele geçirmeye gelmişti. Burasının düşmesi esnasında buradan başka alemlere alınan Spatyum 14 halkının vatanlarına dönme hazırlığına hemen başladıklarını öğrendik. Bu da bizim için ayrı bir sevinç kaynağı oidu. Bu savaşta her ne kadar yolu biz açmış ve düşmanın merkezine enerjiyi ve Mekanik Dostları indirmeyi başarmıştık ama düşmanın imha edilmesinde, Mekanik Dostlarımızın etkisi büyük olmuştu. Mekaniktiler ama aslında bu sözdeydi. Tamamen çok yüksek enerjilerle yaratılan akıllı, güçlü silahiardıiar. Büyük mücadelemizde her zaman bizim yanımızda olan özel robot güçlerdiler. Akıl almaz ilim ve kudret ile yapılmışlardı. Esir edilen üat düzey negatif varlıklardan değerli bilgiler aidık. Bu işin arkasında Staryum'u ve Spatyum 14'ü bizzat ele geçirmiş olan varlık, aynı zamanda onların imparatoru imiş. Şu anda Staryum'da bulunuyormuş. Bütün planı o hazırlamış. Deccal'i de bu işte o kullanmış. Bize ve bunca ruhsal varlığa yapılan o büyük saldırının, zulmün ve kötülüğün arkasında olan bu varlık imiş. Ben bunu duyunca dayanamadım, bize bunca eziyet çektiren negatiflerin başını yakalamak gerekiyordu. "Hazır bu başarıyı elde etmişken Staryum'a saldırsak" dedim. Rehberler, "hayır" dediler. "Zamanı var." Üstadın kız; Azize bu kara imparatora, "Kötü Leyn" ismini taktı. İmparator Kötü Leyn... Gerçekten bize çok kötülük ettin. Ama senin de sıran gelecek elbet. Bekle bizi... Bütün yaratılış insanı bekliyor. İnsan oraya da gelecek... 16 DEFTERLER

Denizli'den ayrılmadan önce Üstadın dükkanının üst katındaki küçük odada kendisiyle görüştüm. Üstadı yaklaşık on yıldır tanıyordum. Ama O'nun ruhsal fenomenlerle ilgisi çok önceye dayanıyordu. Konuşma bu yöne kayınca Üstadın çok küçük yaşlardan beri bir takım ruhsal olaylarla karşılaştığını ve olağanüstü deneyimler yaşadığını bildiğimden; "keşke bunları not etseydiniz" dedim. "Kendi yaşadıklarım zaten aklımda, asıl celselerin yazılması daha uygun olur" dedi. "Şu yaşadıklarımızın yazılması gerekir. Kimbilir benim olmadığım dönemlerde ne celseler yapmışsınızdır ve başınızdan neler geçmiştir?" "Onların bir kısmı yazılı ama maalesef çoğu yazılmadı, ya da yazılanlar dağıldı gitti."


"Yani elimizde yazılı bir takım celseler var!" "Evet, biraz var." Onları görmeyi istedim. Üstat, raflarla dolu odanın tozlu kitaplarını, kırtasiye malzemelerini karıştırmaya başladı. Bir süre sonra dört ajanda, bir de harita metod defteri küçük masanın üzerindeydi. Bunlar benim için çok değerliydi. Hemen defterleri karıştırmaya başladım. Ama büyük bir hayal kırıklığını da o anda yaşadım. Defterlerin üçü hemen hemen boştu. Başlangıç sayfalarına bir şeyler yazılmış sonra öylece bırakılmıştı. Bir ajanda defteri ile harita metod deflerinin sayiaıarı ise doluydu, bu şayialarda değişik el yazılarıyla değişik tarihlerde yazılmış celse notlan bulunuyordu. Yine de elimizde geçmiş çalışmalardan kalan bir şeyler vardı. Bu defterleri okumak için Üstatdan istedim. Denizli'den dönerken sıkı korunması kaydıyla beş defter de yanımdaydı. 17 İNSANLIĞIN BİLİNMEYEN TARİHİ

Üstatla tanıştıktan sonra geçen bu on yıllık süre içerisinde zaman zaman Üstadın yanına gitmiş ve O'nun celselerine katılmıştım. Ve katıldığım bütün celselerin kişisel olarak notlarını almıştım. Pek sık aralıklarla yapılan telefon görüşmelerimizde önemli gördüğüm konulan günlüğüme kaydetmiştim. İşte şimdi elimdeki bu defterler ile birlikte kendime göre önemli bir hazineye sahip oluyordum. Ayrıca kendi yaptığım celseler ve ruhsal deneyimler de işin cabasıydı. Çünkü kendimi bildim bileli bu konularda çıkan hemen hemen bütün yerli ve yabancı kaynaklı kitapları okuyordum. Ama bu okuduklarımdan aldığım bilgiler, Üstadın yanında yaşadıklarım ve O'nun anlattıkları yanında yüzeysel kalıyorlardı. Bu nedenle defterlerde yazılanları çok merak ediyordum. Evime döner dönmez defterleri okumak için odama kapandım. Defterleri bir solukta okuyamadım. Onlar büro man değildi. Yaşanan gerçeklerdi. Bilgi düzeyi çok yüksekti ve birkaç sayfa okuduktan sonra insanın üzerine bir ağırlık çöküyordu. Ben ise aynı zamanda akademik bir çalışma yapar gibi konuların üzerine eğiliyor, onları sınıflandırıyordum. Ama işin en zor yanı celselerin büyük bir kısmı çok kötü bir dil ile, yalan yanlış ve atlanarak yazılmıştı. Bir de göze çarpan önemli bir konu medyumlarımızın bu konularda bilgi sahibi olmamalarıydı. Bu nedenle yukarı alemlerden verilen bilgilerin çoğunu anlayamıyorlar ve bu yüzden anlatamıyorlardı. Yalan yanlış anladıklarını da celseleri not edenler yine yalan yanlış yazıyorlardı. İşte bütün bunlara rağmen bu defterler yine de altın değerindeydiler. Bunlarda insanlığın bilinmeyen bir yüzü ve bilinmeyen bir tarihi yazılıydı. Defterleri okudukça hayretler içinde kalıyordum. Yaratılışta neler vardı neler! Daha doğrusu neler yoktu ki! Üstadın önderliğinde yeryüzü insanı ne akıl almaz alemlere ulaşmış, ne akıl almaz varlıklarla, hatta varlık bile denilemeyecek nesnelerle karşılaşmıştı. Kiminde savaş olmuş, kiminde dostluklar kurulmuştu. Anlaşmalar yapılmış, cennet cehennem alemleri dolaşılmıştı. Ben bir süre bunları konularına göre ayrımla uğraştım: İşte bu celseler pozitif alemlere yapılan seyahatler, işte bunlar negatiflerle yapılan savaşlar. Medyumlara, operatörlere öneriler. Bir celse odası nasıl olmalı. Celse yaparken nelere dikkat edilmeli. Kainatlarda yaşayan canlıların katalogu, manevi alem ve dostların listesi, nasıl yardıma


çağrılacakları ve benzeri şeyler... Zamanı geldiğinde bunları yayımlarım diye düşünüyordum. Sonra bunları bu haliyle kimsenin anlayamayacağını ve en azından bana "deli" gözüyle bakacaklarını düşündüm. "Bakın bunlar yaşanan şeyler, biz bunları yaşadık, bir kısmını bizzat ben yaşadım, kendi yaşadığımı anlatıyorum" desem kimse inanmazdı. Ama işin doğrusu şu ki, bilgi insanlığa sonunda mutlaka sunulmalıydı. Bilenin bilmeyene borcu vardı. Pek az insan anlasa bile, herşeye rağmen bunların yayınlanıp okuyucuların eline ulaştırılması gerekiyordu. İşe negatif alemlere yapılan seyahatler ve buradaki savaşları anlatan celseleri kitaplaştırmakla başlamaya karar verdim. Bu maksatla defterlerin o bölümlerinin fotokopilerini çektim. Bir dosya oluşturdum. Bu celseleri yeniden usulüne uygun olarak yazacaktım. Fakat ilk celseyi yazarken bile çok zorlandım. Devamı bir türlü gelmiyordu. İçimdeki veya dışımdaki bir şey bunu engelliyordu. Ben de bu çalışmayı öylece bıraktım. Bir süre sonra bendeki bu bütün malzemeleri olduğu gibi sunmak yerine bir roman şeklinde yazmanın daha uygun olacağı fikri aklıma geldi. Ama roman şeklinde yazsam bile yine de pek inandırıcı olmayacaktı. Sonunda aklımda bir şimşek çaktı. Bu şimşek günün modasına uygundu: Bir bilimkurgu romanı... İşte bunları bir bilimkurgu romanı olarak insanlara sunarsak sorun kalmayacaktı. İnanan inanır, inanmayan inanmazdı. Çünkü alt tarafı bir bilimkurgu romanıydı... Ben de oturdum dünyada ilk kez hayal edilmemiş, yalnızca yaşanan gerçekleri anlatan bir bilimkurgu romanı yazmaya başladım... 18 HER ŞEYE RAĞMEN BİZİM DÜNYAMIZ

Yazmaya başlamıştım ama bizim karşılaştığımız olay daha sona ermemişti. Staryum tamamen negatif gücün elindeydi. Esir koruyucular kurtarılamamıştı. Ve İmparator Kötü Leyn hala kazandığının keyfini sürüyordu. Şeytan Ruhsal Varlığa karşı halen öndeydi. Bu zamana kadar yaşadıklarımızı zaten not etmiştim. Bunları bir kitap haline getirmek o kadar güç bir iş değildi. Fakat kitap bu haliyle yarım kalırdı. Dedim ki kendi kendime, "eh bari gidip Staryum'u kurtaralım da kitap yarım kalmasın!" Her zorluğun yanında bir de kolaylık vardır ama bu iş keşke bu kadar kolay olsa. Burada Şeytan ile Ruhsal Varlığın çatışmasından bahsediyoruz... Bizler o çatışma içinde birer zerreyiz ancak. Denizde bir damla su... Ama bir damla su bile bir işe yaramaz mı? İşte Üstat, işte diğerleri hepsi toplanınca ortaya bir şeyler çıkmaz mı? Bu çıkanın ardına başkaları takılmaz mı? Bizim en önemli avantajımız Dünya'da yaşamaktı. Her şeye rağmen Dünya'da yaşamak. Şeytanın bütün adamlarının saldırdığı Dünya bizim için aynı zamanda en güçlü kale konumundaydı. Yeterki biz burada yoldan şaşmayalım. Günlerim defterleri incelemekle geçerken kendisiyle yaptığım bir telefon görüşmesinde Üstat, "benim oraya gelmemi" istedi. Tatil dönemine girmiştik. Yıllık iznimin bir kısmını kullanıp Denizli'ye gitmek uygun olacaktı. Üstat, "gel" demişti. O, "gel" deyişte bir mana yatıyordu. Belki de artık karşı tarafa anlayacakları dilden bir cevap vermenin zamanı gelmişti. Bu zamana kadar başımızdan neler geçmişti. Çok zor durumlara düşmüştük. Çaresiz kalmıştık. Bir şey yapamaz olmuştuk. Hatta bir ara yukarıya sormuştuk, "biz bir şey yapamıyoruz, günler öyle geçiyor. Nerede o eski gücümüz,


çalışma azmimiz, birliğimiz? Yoksa görev başarısızlıkla sonuçlandı da biz mi bilmiyoruz?" demiştik. Oysa en başarılı görev grubu bu olmuştu. Şu sürekli saldırı ve ortam içinde varlığımızı ve bütünlüğümüzü korumak bile yeterli imiş. Bu zamana kadar yapılanlar ve şu andaki kendimizi korur durumumuz bu zor görevin başarılmasını sağlamış. Üstat bir ara telefonda, "sanki bizi korumak için bir enerji ile sarıp sarmalamışlar da saklıyorlar gibi algılıyorum" demişti. Gerçekten dünyanın dengesi artık bozulmuştu. Milyarlarca insanın sürekli kötü düşünce, kötü eylem ve yanlış yaşamın yarattığı negatif enerji şeytanın tam istediği ortamı yaratıyordu. Bu çürümüş yumurta gibi olmuş Dünya'nın aurası içinde görev odaklarının işi çok zordu. Çöplüğün içinde celse yapılır mı? Ama böyle de olsa burası bizim Dünya'mızdı. Çöplüğü güzel bir bahçeye çevirmek her şeye rağmen mümkündü. Bunun bedelini öderdik ama sonuçta bu Dünya bizimdi ve burada şeytan değil biz yaşayacaktık. Ortamın bütün bu olumsuz şartlarına rağmen bırakın şimdi kendi Dünyamızı kurtarmayı öncelikle Staryum'un kurtarılması gerekiyordu. Çünkü orası tamamen şeytanın güçlerinin eline geçmişti. Oraya pozitif güçlerin birleşerek saldırması şarttı. Biz de dünya insanı olarak bu pozitif gücün içinde yer alıyorduk. Kendi durumumuz ne kadar kötü ve çetin olursa olsun, bu hal ve şart içinde Staryum'u tekrar ele geçirmeye çalışmaktan başka çaremiz yoktu. O Büyük Taarruz öncesi Mustafa Kemal Paşa çıkardığı olağanüstü kanunla Milletinin elinde ne varsa vermesini istemişti. Yıllarca süren savaşlar sonucunda zaten fakir olan halkın elinde adeta hiçbir şey kalmamıştı. Yine de kalmamış olandan verdiler, ne verebildilerse verdiler. Sonra verilenler rapor edildi. Konu görüşüldü. Paşa, "Milletin verdiği bu kadar mı?" dedi, "bu kadar" dediler. Verilen yetersizdi. Ama O şöyle dedi, "öyleyse biz de bununla netice alırız." Ve onunla netice aldılar... İşte biz de her şeye rağmen elimizdeki ne ise onunla Staryum'u Staryum'a kurtarmayı deneyecektik. Üstat, "gel" demişti. Bu, "gel" deyiş gitmenin zamanının geldiğini gösteriyordu. Staryum'a gidecektik. Ya başaracak, ya da geri dönmeye zorunlu bırakılacaktık. Bir üçüncü seçenek daha vardı: Ruhlarımız esir düşebilirdi. O zaman Dünya'daki bedenlerimiz hastalanır ve arkasından ölürdü. Artık onu göze alıyorduk. Bu da yeryüzü insanının yazılmayan, bilinmeyen bir hikayesiydi. Dünyada insan boşuna yaratılmamıştı. Onun da yaratılmışa karşı görevleri vardı... Denizli'ye gitmek üzere hazırlık yaparken işte bu düşünceler içerisindeydim. 19 GERÇEK MEDYUMLUK Yıllık iznimden yararlanarak Denizli'ye eşim ve küçük kızımı yanıma alarak geldim. Böylece ailecek tatil yapma fırsatımız doğmuştu. Aslında benim kişisel olarak tatil yapma derdim yoktu. Derdim davamdı. Ama ne yapayım bir taşla iki kuş vurmak amacıyla en azından eşime tatile çıkacağımız için Denizli'ye geldiğimizi söylemek ve onu bu yönde inandırmak durumundaydım. Eşi dostu ziyaret etmek, hatta nasipse bir iki celseye katılmak ve asıl civardaki tarihi ve turistik yerleri gezmek iyi bir tatil olacaktı. Oysa daha iyi bir firsat Üstatla görüşür görüşmez karşımıza çıktı. Üstat bir gün sonra İzmir'e gitmek zorundaydı. Bir yakını hastaydı ve onu ziyaret etmesi gerekiyordu. Bir akşam orada kalacaktı. Eşimin onayını alarak İzmir'e hep beraber gitmeye karar


verdik. İzmir'i seven eşim buna gerçekten sevindi. O günü Denizli'de geçirdikten sonra yanımıza Üstadı alarak özel arabamızla İzmir'e doğru yola çıktık. Yolculuk gerçekten güzeldi. Bol bol konuşma fırsatımız oldu. Dahası Efes'de Meryem Ana Evini ziyaret ettik. Oradan İzmir'e vardık. Üstadı yakınına bıraktık. Biz çalıştığımız kurumun misafirhanesine yerleştik. Akşam, gece ve yarın öğleden sonrasına kadar İzmir'i gezme imkanımız oldu. Öğleden sonra ise Üstatla buluştuk. İzmir'den ayrılmadan önce Üstat, "benim tanımadığım bir bayan medyuma uğramak istediğini" söyledi. Söylediği adres bizim yolumuza ters gelen bir tarafta değildi. Bir iki sorgudan sonra tanımayı gerçekten istediğim medyumumuzun evindeydik. Oturdukları yer, üzerinden imar geçmiş eski bir gecekondu mahallesiydi. Evlerinde anne ve babası da bulunuyordu. Bu insanlar beraberce çeyizlik eşya pazarhyorlardı. Medyumumuzun ismi Mübeccel'di. Yaşı .yirmi iki, yirmi üç civarındaydı. Görücü medyumdu. Zaman zaman ailesiyle birlikte Denizli'ye geliyordu ve bu gelişlerinde celselere katılıyordu. Bize hep beraber Üstatla nasıl tanıştıklarını anlattılar. Sözü yerine göre bir Mübeccel, bir babası, bir annesi aldı. Mübeccel'in hikayesi de hemen hemen bütün gerçek medyumlar gibi acıklıydı. Mübeccel genç yaşında sara hastalığına yakalanmıştı. Önceleri aralıklarla gelen sara nöbetleri daha sonraları sıklaşmıştı. Annesi ve babası kızlarını doktor doktor, hastane hastane dolaştırmışlar ama bir sonuç alamamışlardı. Bayılmalarda bir takım cin türü, iblis türü varlıklar Mübeccel'in üzerine geliyorlardı. Mübeccel onları görüyor, mücadele etmek istiyor ama başarılı olamıyorlardı. Bu gelen varlıklar Mübeccel'i öldüresiye dövüyorlardı. Çığlıklarını anası babası duyuyor ama çaresizlikten bir şey yapamıyorlardı. Sonra Mübeccel kendinden geçerek derin bir baygınlık hali yaşıyordu. Uyandığında sanki fiziki bedeni dayak yemiş gibi oluyor; yüzü, gözü, kolları, bacakları kızarıyor, şişiyordu. Aslında negatif varlıkların eline düşen astral bedenine dayak atılıyordu Mübeccel'in. Ardından o dayağın izleri fizik bedenine yansıyordu. Acı ise gerçek acıydı. Ve kişisel olarak bunlardan kurtulmaya gücü yetmiyordu. Mübeccel'in bu büyük ızdırabının ve çaresizliğinin yanı sıra bir büyük derdi daha vardı. Şeker hastasıydı. Her gün ensülin iğnesi olmak ve günlük hayatına dikkat etmek durumundaydı. İki sene Öncesine kadar bayılmalar o kadar çok sıklaşmıştı ki, çaresiz ana baba kızlarının yanından ayrılamaz oldular. Bir gün Mübeccel yine bayıldı. Uyandığında rahat bir hali vardı. Yüzü, gözü, vücudu şişmemişti. İlk sözü şu oldu. "ben bir daha bayılmayacakmışım!..." Annesi babası ne olduğunu sordular. Anlattı: "Biri geldi, beyaz saçlı biri... ismi... ismi...' evet ismini söyledi. Denizli'de yaşıyormuş, kırtasiyeciymiş." Ve Mübeccel o günden sonra bir daha hiç bayılmadı. Mübeccefin babasının yolu ancak bir yıl sonra Denizli'ye düşmüş. Sora sora Üstadın dükkanını bulmuş. Üstat ile tanışmış. Üstat hikayeyi dinlemiş. Gülmüş. Sonra bir resmini çıkarıp babasına vermiş. "Bunu kızınıza gösterin" demiş. Mübeccel'in babası İzmir'e döndüğünde kızına, "Üstadı bulup, tanıştığını anlatmış." Sonra da resmi göstermiş. Mübeccel resme bakınca, "işte" demiş, "benim gördüğüm kişi bu..." Bundan sonra Mübeccel gelip Üstatla tanışmış. Beraber celseler yapmışlar. Medyumluğu gelişmiş. Gerçek medyumlar öncelikle Spatyum'daki okullarda daha Dünya'ya doğmadan önce eğitime tabi tutulurlar. Orada okullardan mezun olurlar. Ama bu yetmez. Dünyaya doğduktan sonra da bu göreve hazırlanırlar. Çileli bir hayat onları bekler. Küçük yaşlardan itibaren olağanüstü olaylar yaşarlar. Bunları çevrelerine anlatırlar.


Çevrelerindeki insanlar, yakınları genelde maddeci ve anlayışsız insanlar olurlar. Anlattıklarına inanmazlar, alay ederler. Medyumlar yalnızdır. Anlaşılmazda-. Derdini anlatamaz. Çoğunluk onlara deli damgasını vurur. Hassastırlar, alıcıdırlar. Başkalarının düşüncesini okurlar, muzdarip olurlar. Başkasının hastalığı onların da hastalığıdır. Anlayışsız eşler yüzünden mutsuz evlilikler kurarlar. Eşleri onların çilesidir. Bu böyledir değişmez. Yazılan budur. İşte böylece medyumluğa hazırlanırlar. Yardıma muhtaç halde olmaları gerekir ki, üzerlerine yardım gelsin. Maneviyatın ince enerjilerini, melek güçlerini hep bu şekilde üzerlerine çekebilirler. Yoksa bir el yağda bir el balda olmaz bu iş. Gerçek medyumlar, televizyonlara çıkan o sahtekarlardan, ünden, paradan uzaktırlar. Yılmadan devam ederlerse sonunda görevi başardıkları için ödülleri büyük olur. Ama bu da hür iradeye bırakılmıştır. Görevden vaz geçene anlayışla yaklaşılır. Çünkü zordur bu dünyada gerçek medyum olmak... Ben Mübeccel'in hikayesini hem dinledim, hem aklımdan bunlar geçti. Bunlarla birlikte daha nice gerçek medyumun hazin hikayeleri... Bir Naile'yi düşündüm, bir Nalan Hanımı, bir Güzide'yi ve daha nice gelenleri, geçenleri... Neden bu böyle?.. Bunun nedenini az çok biliyorum. Bu dünyada bu işin kuralı böyle ama yine de için için isyan etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Hem de bu işe hayatını adamış olan ben... İzmir'den dönüş dolunda Üstatla medyumluğun bu yetişme şekli üzerinde konuştuk. Kendi öz yeğeninin kader planından söz etti bana. O da çok güçlü bir medyummuş. Çok iyi hatırlıyormuş; daha dünyaya doğmadan önce görev dosyası eline verildiğinde çalışma ekibini görmek istemiş. Ancak üç kişiyi göstermişler. Biri de bu yeğeniymiş. Onun kader planını görünce Üstat bunu kabul etmemiş. Değiştirilmesini istemiş. Çünkü o yeğeni olarak doğacak varlığın yaşayacakları Mübeccel'inkinden bile kötüymüş. "Sen mi bilirsin, biz mi biliriz" demiş Üstada görevi veren... Ve gerçekten de o kader aynen yaşanmış. Ah dünya insanlığı seni bir adım ilerletmek için nice ruhlar ne yaman ızdıraplar çekiyor. Üstelik kadir kıymet bilinmesini beklemeden. İşte bizim böyle yoğrulmuş benliklere ihtiyacımız var. Nice başarıları onlar sayesinde elde ettik. Yarın, yarın ne yapacağız? Medyumlarımız ve bizler birlikte gününde olursak, topluca vibrasyonel seviyemizi yükseltirsek ancak Ulvi Aleme, Kutsi Aleme çıkabiliriz. Çıkmalıyız. Çünkü oradan alınacak emanetlerle, oradan alınacak güçlerle Staryum'a gidebiliriz. Aksi bizim için felaket olur. Haydi ızdırapla yoğrulmuş benlikler... Gün sizin gününüz olsun... 20 KEŞİF Nihayet arzu ettiğimiz günler ve zamanlar gelmişti. Üstadın önderliğinde hazırlıklarımızı tamamlamış, celseye başlamıştık. Üç görücü medyumun gönül gözleri açılmıştı. Daha az negatif tesir alan yazıcı medyumlarımız, operatörlerimiz, asistanlarımız, naçizane bendeniz ve Üstadımız ile dokuz kişi, dokuz insan yukarı çıkış için hazırdık. Rehberlerimiz ile birlikte çok süratli bir şekilde açılan kanaldan girerek ara alemler ve Spatyum'dan hızla geçilip Ulvi Aleme çıkıldı. Bana göre ilk başarı buydu. Aramızdaki uyum çok iyi görünüyordu. Konsantrasyon iyiydi, iyi enerji çekilmişti. Sakin görüntüsüne rağmen Üstadın da keyfi yerindeydi. İşte bu etkenler ve yapılan titiz hazırlıklar bizi Ulvi Aleme çıkaracak vibrasyon yüksekliğini sağlamıştı. Ulvi Alem görevlileri ile temas sağlandı. Görüşüldü, kendilerinden bilgi alındı. Burada


yirmi dokuz kişilik yönetici kadro bulunuyor. Alemin altı kanadı var. Her kanatta bir yönetici görevli ve ayrıca yardımcı sorumlu var. Bir de merkezi görevli var. Altı kanat görevlisi ve başkanın kod numaralarını aldık. Bizi bir enerji küresi içine aldılar. Ulvi Alemde bu şekilde seyahat ettiriliyoruz. Ulvi Alemin kanatlarını dolaşıyoruz. Sanırım bu yüksek titreşimli alemde astral bedenlerimizin dolaşma sürati yanında ışık hızı karınca yürüyüşü gibi kalır. Şimdi Ulvi Alemin dışına çıkıldı. Ulvi Alem ile Kutsi Alem arasında bir yerde Işık Dostlar ile karşılaştık. Bizlere bir takım emanetler veriyorlar. Bu emanetler kişilere özel olarak veriliyor ve kimsenin bir diğerine söylememesi isteniyor. Bunlara gerçekten ihtiyacımız var. Bu emanetler bizi Staryum'daki akıl almaz tehlike ve güçlere karşı koruyacağı gibi bize müthiş bir güç verecek. Bir enerji şeridi üzerinde ilerliyoruz. Işık Dostlar bizim üzerimizde. Kutsi Aleme girdik. Ve yönetim bölümüne geçiş yaptık. Yöneticiler bize isimlerini ve kod numaralarını verdiler. Üzerimizde beyaz bir nur var. Yöneticilerle konuşmamız bitiyor. Şimdi bizi tekrar bir yere doğru götürüyorlar. Biri arkada biri önde iki kılavuz eşliğinde yola devam ediyoruz. Üstümüzde göz şeklinde Üstadın görüntüsü beliriyor. Yüksek varlığı ile bizi izliyor. Aynı zamanda bilgiler alıyoruz. İnsan zihni Kutsi Alemin frekansım alacak kadar daha gelişmemiş. Bu nedenle bizim algılamamız için bize göre frekansı düşük tutuyorlar. Yoksa hiçbir şey algılamak mümkün değil. Burada da emanetler veriliyor. Sonra kullanılması öğretiliyor. Ardından geri alıyorlar. "Gerektiğinde tekrar verileceği" söyleniyor. İnişe geçiyoruz. Ardından Staryum'a giriş yapacağız. Staryum da Spatyum gibi yirmi dört bölümden oluşuyor. Bu defa Araf üzerinden açılan bir kanaldan çıkış başladı. "S" şeklinde bir yol çizilerek Staryum'a varıyoruz. Gizlice içeri giriyoruz. Bir dere ile karşılaşıyoruz. İnce tahta bir köprüden geçtik. Derenin suyu negatif etkiden dolayı siyah akıyor. Değişik bir yoldan devam ediyoruz. Karşımıza beş yola ayrılan bir kavşak çıktı. Bu beş yolun ikisi eski pozitif yol, üçü yeni negatif yol. Eski yollardan birine girdik. Yol birden virajlı olmaya başladı. Önümüze bir kılavuz geldi. "Virajlı yoldan dikkatli geçmemiz gerektiğini" söyledi. İlk önce altın sarısı olan yer, sonra yeşile dönüştü. Şimdi ise kirli... Bir kirli eneıji yolu kirletiyor. Ama gelen enerji bizi etkilemiyor. Etrafımızdaki her şey hareket halinde. Yolumuzun bir kenarında şelale var. Ama yukarı doğru akıyor! Buraları ele geçiren güçlü negatif varlıklar her şeyi istedikleri hale çevirmişler. İnsana benzer varlıklar ileride, yukarıda yürüyorlar. Çiçekler yukarıda, kelebekler aşağıda... Bu varlıklar Bunları tekrar düzeltmiyorlarmış. Her taraf bir kavram kargaşası içerisinde... Bir tünele girdik. Kendimizi tekrar fanusladık. Yerde su var. Suyun içinde büyük başlı yılanlar var. Tünelden çıktık. Gökkuşağı gibi bir şeyin içindeyiz. Karşımıza büyük bir kapı çıktı. Paslanmış, eskimiş bir görüntüsü var. Staryum 2'ye geçiş kapısı imiş. Kapıyı enerji vererek temizledik ve içeri girdik, ipe benzer bir şeyin üzerinden ilerliyoruz. Etrafta varlıklar belirmeye başladı. Üzerinde yosunlar bulunan taş duvarlı bir tünele girdik. Yerler ıslak. Tünelin bir yerinde duvara asılı kılıç var. Karşısında yeşil gözlü, ağarmış sakallı, az saçı olan bir resim var. Resim ters dönmüş, düzelttik. İleride büyük bir resim daha var: Uzun bacaklı, dört kollu elmacık kemikleri belirgin, her tarafi iğrenç görüntülü, siyah kıllarla kaplı, çirkin bir varlığın resmi. Nedir bunların anlamı?.. Yerde yeşil bir vazo var. O vazoyu kaldırıp, fanusluyoruz. İleride uzun ince bir kapı görünüyor. Staryum 3. Bu kapı da paslanmış durumda.


Kapıdan girdik. Bir yere geliyoruz. Yine bir dere var. Arkasında ağaçlar; öndekiler yeşil, arkadakiler kara renkte. Bir ağacın altında çok uzun saçlı, beyaz kirli sakallı, yırtık pırtık elbiseli bir adam adeta pinekliyor. Uyandırıp konuşuyoruz. Adam pozitif bir varlık. Her nasılsa burada ve bu şekilde! Ona enerji veriyoruz, "Staryum'u gelip kurtaracağımızı" söylüyoruz. "İnşallah" diyor ve ağlamaya başlıyor. Ağaçların arasında bir kapı var. İçinden tarifsiz bir müzik sesi geliyor. İçeride negatif varlıklar var. Onları gözlüyoruz. İşe yarayacak olanların benliklerine telepatiyle dışarı çıkmalarını söylüyoruz. Bir kısmı dışarı çıkıyor. Medyumlarımızdan biri görünür hale gelip, onlara kendisini belli ediyor. Varlıklara ellerini toprağa koymalarını söylüyoruz, koyuyorlar. Önce kirli enerji veriyoruz. Bu eneıji bünyelerindeki kirli enerjiyi itekleyerek toprağa boşalttı. Ardından pozitif enerji verildi ve ıslah oldular. Rehberler, "amacın gerçekleştiğini ve artık geri dönmemiz gerektiğini" söylüyorlar. İhtiyar adamı ve ıslah ettiğimiz varlıkları kötü kılığa sokup orada bırakıyoruz. Onlara, "tekrar geleceğimizi" söylüyoruz. Aynı yollardan süratle geçerek Staryum'un dışına çıkıyoruz. Ve açılan kanal yoluyla celse odamıza rehberlerle birlikte dönüyoruz. Evet, işte bu kadar... Bizi farkedemediler. Onca güç, kudret ve ihtişamlarına rağmen, Üstadın önderliğinde alınan emanetler ve mevcut kudretimiz sayesinde keşfi başarıyla tamamladık. Gerek biz, gerekse rehberler gereken yerlere gereken emanetleri ve güçleri bıraktık. Başlıbaşına bir iz yaptık. Anlaşıldı ki, Staryum'a alttan girip, sıkıştırılmadan üstten çıkabilirsek vay haline iblisin! Ondan sonra yapacağımızı da, olacakları da biz biliriz. Bekle bizi İmparator Kötü Leyn, geliyoruz... Çünkü baskın basanındır... Sen Üstadı ve bizi Dünya gezegeninde bastırmayı düşündün. Elinden geleni ardına koymadın. Ama işte başaramadın. Bak bakalım baskın nasıl oluyor? Bak bakalım insan ne demek? Ruhsal varlık ne demek? Üstatla yüz yüze gelirsin elbet, kaçmazsan eğer... Esir ettiğin koruyuculara ne yaptığını biliyoruz. Yakaladığın koruyucuların kanını emdiğini biliyoruz. Hepsinin üzerine gerçek cadıları, gerçek vampirleri saldığını biliyoruz. O yaptığın zulmü biliyoruz. O iblisi biliyoruz, o ifriti biliyoruz. Ama bekle bizi, çünkü geliyoruz... 21 STARYUM

Ertesi akşamı iple çektim. İşte sonunda her şey hazırdı. Celse konusu; Staryum'un kurtarılması. Katılanlar; Üstat ve bizler... ve tarih... Rehberler ve koruyucularımızla birlikte harekete geçiyoruz. "Araftan çıkacağımız" söyleniyor. Doğrudan oraya gidiüyor. Süratle çıkıldı. Bir noktadan sonra ortalık gri bir renge büründü. Sağda solda ejderha türü yaratıklar görülüyor. Ama bizi algılayamıyorlar. Sağda insan kafalı dev bir kuşa benzeyen bir varlık göründü. Pul şeklinde siyah mavi karışımı renkte bir yağış var. Şimdi gri bir duman arasından geçiyoruz. Fırtınalı bir yere geldik. Fırtına çok şiddetli esiyor... Kuş tüyleri uçuşuyor. İlerlediğimiz yol çok kaygan, dik bir uçurumun önündeyiz. Karşıda kırmızı bir nokta belirdi. Noktayla aramızda çizgi gibi bir şey oluştu. "Çizgi üzerinden karşıdaki kırmızı noktaya bakarak yürümemiz" söylendi. Karşıya böylece geçtik. Anlaşılan o ki, pozitif alemlerin güçleri tarafından izleniyoruz. Şu anda biliyorum ki bütün Spatyum, Ulvi ve


Kutsi Alem güçleri hazır bekliyorlar. Staryum'u baştan sona bir geçebilirsek ardından neler olabileceğini tahmin edebiliyorum. Kırmızı nokta yeşile dönüştü. Bir tünel gözüktü. Tünele doğru ince bir iniş oluştu. Etrafta renkler değişiyor. Ağaçlar var fakat yapraklan yok... Yerler tuz çölü gibi... Parıldayan bir yerlerden geçiyoruz. İlerlemekte zorlanıyoruz. Tuzlar erir gibi bir hal alıyor. Şimdi kırmızı toprak gibi zeminli bir yere geldik. Gagalan vücutlarına göre büyük kuşlar etrafımızda uçuşuyor. Yerden bir karış yukanda manyetik bir alanın içindeymişcesine ilerliyoruz. Staryum 1 ve 2'den geçip 3'e gelmişiz... Şimdi simsiyah belirsiz yerlerden geçiyoruz. Renk biraz açıldı. Griye çaldı. Staryum 4... İçine girdiğimiz yerde uçuşan tavus kuşununkine benzer tüyler var. Yerlerde ahtapot kollarına benzer bir şeyler hareket halindeler. Etraf bulutlanıyor, gri renkli bulutlar yoğunlaştı. Toprak mavileşti. Yukarıdan iğne gibi şeyler yağıyor. Staryum 5... Yerden bir kanş yukanda ilerliyoruz. Astral bedenlerimizde manyetik bir etki oluşması neticesinde vücutlarımızdaki renkler maviye dönüştü. Mağara gibi içi karanlık bir yere geldik. Sinek türü şeyler, yarasalar uçuşuyor. Yerde bir iskelet yatıyor. Cadı iskeleti gibi... Siyah pelerini var. İskelet ayağa kalktı. Elini sağa doğru kaldırdı. Vücudundan çıkan sinekler ok gibi uçuşmaya başladı. Sinekler yol gösteriyor. Bir kapı görüldü. Bizi .kendilerinden sanıyorlar, biz öyle algılamalarını sağlıyoruz. Sinekler kapının anahtar deliğine girdiler, kapı aralandı. Staryum 6... Cadı iskeletine benzeyen birçok iskelet var. Bir iskelet bize yol gösteriyor. Sağımızda solumuzda cadılar var. Cadılarda bir huzursuzluk var. Cadılar bir çember oluşturdular. Şimdi bunlarla kavganın sırası değil. Bir tanesi medyumlarımızdan birini tuttu... Biz ilerliyoruz. Bu medyumumuz hırsa kapıldı. İleriye doğru atak yapıp kurtuldu, eri öne geçti. Koruyucularımız onu tutup, tekrar geriye alıyorlar. Bir kapı açıldı. Dik ve uzun bir merdiven önümüzde... İlerliyoruz, geçtik. Staryum 7. Altın sarısı renkler yaklaştıkça siyaha çalıyor. Arkada bir varlık; kendi var görüntüsü yok, gülüyor. Sağımızda ve solumuzda iki dev oluştu. Bize yolu gösteriyorlar. Yol gri renkte. İlerisi yine siyah görünüyor. Sokak gibi bir yere geldik. Sokağa girdik. Staryum 8. Sokağın sonunda bir kapı göründü. Kapı kendiliğinden açıldı. Kapıdan geçtik. Her taraf dünyada olmayan değişik renklerle dalgalanıyor. Bu renklerin içinde siyah varlıklar var. Yine dünyada duyulmamış türde bir müzik etrafi çınlatıyor. Çevremizde bir çember oluştu. Sonra dağıldı. Açık bir yere geldik. Masmavi bir gökyüzü. Ama güneş gibi bir şey yok. Göğün sağ tarafında sönmüş tırtırh bir gezegen gözüküyor. Sol tarafta dikdörtken biçiminde bir şekil oluştu. Tırtırh gezegene siyah bir yol, öteki şekle doğru da altın renginde bir yol oluştu. Siyah yola girdik. "Hepimizin elele tutuşması" istendi, tutuştuk. Sessizce ilerliyoruz. Staryum 9. Bir tünele girdik. Her taraf şeytana benzer varlıklarla dolu. Çevremizde altın sarısı bir çember oluştu. Masmavi bir kapıya ulaştık. Kapıdan geçiyoruz. Görüntü yeşil oldu. Bu iyi. Staryum 10. Staryum 11. Şimdi buradayız. Etrafta vampirler var. Kadın çığlıkları duyuluyor. İçeride masmavi bir sis var. Staryum 12. Duvarları açık yeşil olan bir yerden geçtik. Yerler toprak, çakıl taşları var. İlerliyoruz. Her taraf çiçek bahçesi. Gördüğümüz en güzel yer. Laleler, menekşeler. Burası da negatif varlıkların elinde ama her nasılsa tahribat az olmuş görünüyor. Önümüzde bir ışık kürü oluştu. Bize yol gösteriyor. Biz yürüdükçe her tarafta papatya tepeleri görünüyor. Levhaya benzer bir şey bu alemin sonu olduğunu gösteriyor. Staryum 13. Beyaz elbiseler içinde bazı kişiler göründü, ardından kayboldular.


Üzerimizde bir enerji kürü oluştu. Bize yol gösteriyor. Şelale gibi bir şey görüyoruz. Şelalenin yanından geçerken beyaz elbiseli kişiler yeniden belirdiler. Bir tanesi bize, "siz başardınız" dedi. Yirmi dokuz kişiler. Bir yere geldik. Başkanları olduğunu sandığımız kişi bizi karşıladı. Konuşmuyorlar. Sadece yol gösteriyorlar. Bundan sonra çok süratli bir şekilde Staryum Alemlerini geçmeye başladık. 14, 15, 16, 17. Ardından daha da hızlandık. "Çevrede kötü tesirler olduğunu" \ rehberler söylediler. 18, 19, 20, 21, 22. Geniş bir yere geldik. Ortada kalp şeklinde bir masa var. Biz ortasında bir yıldız gibi görünüyoruz. Masanın etrafında bazı kişiler var. Bunlar da az öncekiler gibi pozitifler. Bunlar elbetteki dünyadan değiller. Dünya insanının bunları yapması gerekiyor. Ancak böylece amâç gerçekleşebilecek. Biz yeniden el ele tutuştuk. Masanın etrafındaki kişiler de el ele tutuştular. Üzerimizde gökkuşağı meydana geldi. Bu zatlar Ulvi Alemin kanat sorumluları imişler. Bu şekilde yerden yükselmeye başladık. Staryum 23 ve ardından Staryum 24. Başardık galiba?...

Bizler, rehberlerimiz ve bu Ulvi Alem yöneticileriyle beraber toplu olarak Staryum 24'deki negatif varlıkların bulunduğu yere doğru yaklaşıyoruz. Üstat sol koluna taktığı saate benzer emanetin düğmesine basıyor. Aynı anda kendimizin gerçek görüntüsü dışında üç görüntümüz daha oluşuyor. Ben doğal olarak kendim dışında düşmana doğru süratle giden görüntülerime bir an bakıyorum. Bu üç görüntüden düşmanın üzerine amansız bir ruhsal enerji fışkırıyor. O ana kadar varlığımızı farketmeyen negatif varlıklar etraflarında bizi, aslında bizden güçsüz olmayan görüntülerimizi gördüler. Bir anda toparlanıp bir kara eneıji halesini görüntülerimizin üzerine doğru çıkarıyorlarsa da bizden gelen o, "yakıcı ışınlar" olarak bahsedilen amansız ruhsal eneıji bunu bir anda eritip yok ediyor. Ardından çarptığı negatif varlıkları eritip ortadan kaldırıyor. Bu ne büyük bir güç, bu ne biçim silah?.. Adeta gördüğüme inanamıyorum. Onların bir kısmının çıkarabildiği yardım sinyalini de ruhsal enerji çekip yutuyor. Üstelik sinyali negatif alemlere yollayıp yardım isteseler ne olacak? Baskın basanın değil midir? Haydi şimdi siz de tüm gücünüzle saldırın... Şimdi Üstadın emri üzerine geçtiğimiz Staryum Alemlerine doğru enerji vermeye başladık. Geçerken doğal olarak bıraktığımız izlerden, sanki bir çatlağı dolduran sular misali eneıji akmaya başladı. Bu kadar enerji bizim neremizden çıkar? Ulvi Alem yöneticilerinin neresinden çıkar bu kadar enerji?.. Bir ara sanki Spatyum, Ulvi Alem ve Kutsi Alemden enerji geliyor da, bizim grubumuz gelen bu enerjiyi topyekün yönlendiriyor gibi geldi bana. Düşmanın içine girmiş, onu boydan boya katetmiş, tepesine çıkmış ve içine açılan delikten onlara göre zehir denecek ruhsal eneıji boşaltmaya başlamıştık. Enerjimiz yoğunlaştıkça her alemde görüntülerimiz çoğaldı ve savaşmaya başladılar. Bu arada Mekanik Dostlarımız yardımımıza geldi. Süratle Staryum Alemlerine daldılar. Bizim bu zorlu mücadelemizde bizi yalnız bırakmamak düşüncesindeymişler. Her yerde savaşmaya başladılar. Ve savaş kazanıldı. Belki bu savaş uzun uzadıya anlatılabilir. Ama bunu dünya diline dökmek, ancak dünyadaki savaşlara benzer bir tahayyül yaratır. Oysa buradaki savaş hiç öyle olmadı. Burada durum dünya lisanına sığmayacak kadar farklıydı. Her şeyden önemlisi kabalaştınlmış vibrasyonel seviye ile oluşan görüntülere bakarak bu savaşı


algılayabildik. Ve oluşan bütün görüntüler dünyadaki eşya, görüntü ve hallere benzer şeyler olmak durumundaydılar. Savaş durgunlaştıktan sonra bir müjdeli haber bize geldi. Bütün esir koruyucular kurtarılmış. Enerjileri alındığı için halsiz durumdaki bu fedakar varlıkların her birini, iki koruyucu varlık sararak Spatyum'a taşıyorlarmış. Şüphesiz orada yeniden sağlıklarına kavuşturulacaklar. Ama bu zaferin en kötü yanı, Kara İmparator Kötü Leyn'in kaçmış olmasıydı... Nasıl kaçtı, bilemiyorum? Oysa her şey çok iyi gitmişti. Demek ki boşuna bunların başına geçmemiş. O da muazzam güçlü bir varlık. Canını bu nedenle kurtarmış olabilir? Ama O'nunla daha işimiz bitmedi. Staryum 24'de yapılan kısa bir kutlamadan sonra rehberlerimiz bize, "vaktin geç olduğunu ve geri dönmemiz gerektiğini" söylediler. Anında açılan bir kanaldan tekrar celse odasına döndük. Gerçekten çok ama çok sevinçliydim. İşte sonunda şeytanın bütün yaptıklarını boşa çıkartmıştık. Zaferi biz kazanmıştık. İmparator Kötü Leyn Üstadı saf dışı bırakıp programı bozamamıştı. O'nun kolunu kanadını kırmıştık. İşte sonunda kendi alemine kaçmıştı. Artık bize saldıracak gücü kalmamıştı. Ama gerçekten öyle miydi?.. 22 SÜPRİZ SALDIRI VE KÖTÜ LEYN ALEMİ

Spatyum'u geri almamızdan sonraki iki günüm adeta zaferin tadını çıkarmakla geçti. Eşim ve kızımla birlikte Pamukkale'yi dolaştık. Çevredeki tarihi ve doğal güzellikleri gezdik. Şifalı sulardan içtik. Şehirde alışveriş yapıp, güzel yemekler yedik. Bir iki gün daha burada kalıp İzmir'e geçmeyi planlamıştık. İznimizin geriye kalan günlerini İzmir'de tamamlamayı düşünüyorduk. Denizli'den ayrılacağım bu son akşam da celse yapılmasını arzu ediyordum. Çünkü her zaman Üstadımın celselerinde bulunamıyordum. Bu arzumu Üstadıma söylemiştim ve olumlu yanıt almıştım. Akşam henüz celse zamanı olmamasına rağmen Üstadın görücü medyum kızı Azize ile küçük oğlu Serdar varlık tanımlamak için önceden çalışmaya başlamışlardı. Rehberler Azize aracılığıyla, "çok acil bir durum olduğunu, Spatyum'un, koruyucu varlıkların, medyumlar ve operatörlerin tehlikede olduğunu ve özellikle Spatyum 1'in tamamına yakın kısmının harap olduğunu, bu nedenle yirmi beş dakika içinde celseye bâşlamamız gerektiğini" söylediler... Ben bunca yıllık tecrübeme rağmen ilk defa böyle bir şey duyuyordum. Daha önce bu tür bir istekte bulunulmamıştı. Arkadaşların çoğu Üstadın evine gelmemişlerdi. Gelmeyenlere hemen telefon açıldı. Bir yandan da celse hazırlıkları yapılıyordu. Katılacağım bu son celsenin de olağanüstü hareketli geçeceği anlaşılıyordu. Kendime göre bir tahminde bulundum. Herhalde İmparator Kötü Leyn kaybettiği savaşın öcünü almak için saldırmıştı. Doğrusu biz bunu beklemiyorduk. Belki O da bunu düşünmüş ve bu yüzden saldırmış olabilirdi. Celseye başlandı. Kurulabilecek tüm manevi alem ve dostlarla bağlantı kuruldu. Bize katılması için tüm bedensiz dostlar davet edildi. Bu davete uyan hemen hemen yeryüzünde insanlık hayrına isim bırakmış bütün yüce varlıklar gelmişler ve bizimle birlikte muazzam bir güç oluşturmuşlardı. Aslında bu kadar büyük bir ruhsal güç Spatyum'a yapılan saldırıyı defetmek için bana göre fazlaydı. Oysa amaç bu değildi.


Rehberler söylediler: Biz Spatyum'a değil doğrudan doğruya saldırının ana kaynağı olan negatif aleme saldıracaktık... Bu durum şu ana kadar olanların hepsinden farklıydı. Şeytanın ülkesine gidiyorduk. Ve Şeytan zamanında Tanrı'nın baş meleğiydi. Gücü çok fazlaydı. Ama işte karşısında da ruhsal kudret vardı. Doğrusu bu ya, bu durum benim hoşuma gitti. Her şeye rağmen bir kum tanesi gibi olan yeryüzünün koruyucu zırhına güveniyordum. Ama bedensiz varlıkların, rehberlerin bizim kadar şansları olup olmadığını bilemiyordum? Çünkü onlar fizik bedenli değillerdi. Yine yukarı çıkış başladı. Çıkışta gecenin karanlığında Dünya'ya baktım. İşte Şeytan son tahlilde şu karanlık Dünya'yı ele geçirmek için yine saldırmıştı. Mevlana, "iblis ademi yalnız toprak sanır" demişti, İşte iblisin bildiği o toprak bedenler yatmış uyuyorlardı... Fakat benim gördüğüm ne idi?.. O toprak bedenlerden çıkan ışıltılar ne idi?.. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden, , Türkistan'dan, Çin'den, Hindistan'dan, Himalayalar'dan, Arabistan'dan, Rusya'dan, Avrupa'nın ve Amerika'nın çeşitli bölgelerinden öbek öbek ışıklar çıkıyor, ardından birleşiyor ve alemlerin derinliklerine doğru yol alıyorlardı... Anlaşılan yalnız bize haber verilmemişti. Yeryüzü insanlığının ulaşılabilen görev odaklarına da emir verilmişti. İşte yeryüzü insanı iblisin saldırısına karşı koymak için dünyanın her yerinden ruhsal varlıklarıyla ayaklanmıştı. Belki bu insanların mevcut kısıtlı şuurları bunu bilmiyordu. Kimi uyuyor, kimi işinde gücünde çalışıyordu. Ama ruhları gelen emri almıştı. İblis kendisine doğru ilerleyen bu ışıkların ne olduğunu bilmiyordu. Ama öğrenecekti... Bize gidilen yer hakkında bilgi verildi. İnsanlığın görev odakları Spatyum Alemlerindeki durumu düzeltmek için o yöne giderken biz Ulvi Alem'e paralel bir alem olan; bütün musibet, hastalık ve belaların kaynağı, Spatyum'dan çok daha büyük ve tek bir merkezden yönetilen bir negatif aleme saldıracaktık. Bu alem Kara İmparator Kötü Leyn'in bulunduğu alemdi. Bu nedenle o aleme de "Kötü Leyn Alemi" ismini verdik. Görünmezlik metodu ile bu alem içinde ilerlemeye başladık. Işıktan bir küre içerisindeyiz. Vacip bile yanımızda. Mekanik Dostlar, daha niceleri hazır durumda ve bizimle beraberler. Bazı koruyucularımızın sürekli titrediği görülüyor. Sanki yukarıdan gelen bir enerji onların bütün enerjisini çekip, güçlerini yok ediyor. Korku ve heyecandan titriyorlar. Golyat isimli bir manevi dostumuzun içinde bulunan bir aletten etrafi izliyoruz. Üç yol ayrımına geldik. Karanlık yolda ilerlemeyi tercih ediyoruz. Bu alemin daha önce insanlar tarafından bilinip bilinmediğini manevi dostlara soruyoruz. Konfuçyus'un kırk kişilik bir çalışma grubunun yirmi üç kişisiyle beraber bu aleme çıktığını öğreniyoruz. Grubu ise bir kişi hariç bu bilgiden haberdar olmuş. Yalnız hiçbiri bu aleme etki edememiş ve daha ileri gidememişler. Bir su birikintisinin yanından geçerken su almamız istendi. Etrafta bizi bekleyen çeşitli tuzaklar var. "İmdat" diye yardım çağrıları duyuyoruz. Fakat bu yardımlara gittiğimizde çok kötü bir duruma düşürüleceğimiz söylendi. Oysa bu sözler bile bir tuzaktı. Sürekli değişik etkiler bizlerin ve rehberlerin üzerine geliyor. Rehberlerden gelen sözlere bile çok dikkat edilmesi gerekiyor. Bir alet sayesinde dokunmadan suyu aldık. Dokunsak iyi olmayacaktı. Bu alemin merkezine doğru ilerliyoruz. Üç tane varlık önümüze çıktı. Bize arkalarını dönüp, "takip etmemizi" istediler. Biz onların istediği şekilde göründük. "Bir dehlizden geçmemizi" söylediler. Biz de geçiyormuş görüntüsü verdik. Onlar seviniyorlardı. İşte o anda geri dönerek ayrı bir yoldan ilerlemeye başladık. Yeniden bir takım varlıklar


üzerimize geldi. Bize yol gösterdiler. Üstat, "negatif alemde bize yardım edecek pozitif varlık yoktur" diyerek onlardan şüphelendi. İstedikleri şekilde hareket ediyormuş görüntüsü vererek onları atlattık. Medyumluk hassasiyetini kullanarak ve manevi dostlarımızın yardımıyla ilerliyoruz. Üzerimize etki geldiği zaman duruyor, kenara çekiliyor sonra yeniden ilerliyoruz. Yolun sonuna doğru karşımıza şato benzeri bir şey çıktı. Şatoda esir olan varlıklar var. Bu arada Medyum Azize'nin rehberi titremeye başladı ve ardından şuurunu kaybetti... Burada bu rehbere sarı su diyebileceğimiz bir enerji şırınga edilmişti. Rehberin şuurunu kaybetmesinin nedeni, bu su hakkında daha önce bilgi sahibi olması yüzünden duyduğu korkunun üzerine çektiği negatif etkiydi. Şatodan içeriye girdik. İçeride kameraya benzer algılayıcılar var. Bu kameralara perde çekerek bizi görmelerini engelledik. Yukarıya çıkıyoruz. Karşımızda çok büyük iki oda var. Birincisinde siyah tablolar var. Diğer odada üç tane muhafiz var. Muhafızların bulunduğu odaya girdik. Aynı anda bir ışık yanarak alarm sistemi devreye girdi. Üç muhafızı manevi enerjiyle sararak esir aldık. Şatoda esir olan pozitif varlıkların kilit sistemini çözerek onları kurtardık. Mekanik Dostlar diğer odaya girdiler. Tabloları kendi pozitif sistemlerimize çevirdiler. Bu yüksek negatif alemin merkezine kadar ilerlemeyi başarmış ve ardından merkezi ele geçirmiştik. Etrafta dalga dalga ışık haleleri oluştu. Mekanik Dostlar ve manevi dostlar çoğalarak bütün şatoyu ve etrafim kapladılar. Ufukta patlama sesleri duyduk. Negatif alem olduğu gibi pozitif aleme dönüştü... Burasının tamamiyle pozitif bir alem olması için Mekanik Dostlardan bir kadro oluşturuldu. Temizlik, tamirat ve teşkilat düzenlemesi için dünya zamanıyla dört haftalık bir süre tanındı. Üstat, "burasının ahiret alemimiz Spatyum gibi yirmi dört veya otuz bölümden oluşmasını" teklif etti. Spatyum, Ulvi Alem ve Kutsi Alemden temsilciler istendi. Merkez ele geçirilince Spatyum'un tahrip olan alemlerinin de tekrar temizlendiği öğrenildi. Bu arada sevinçli bir haber duyduk. İblislerin Kara İmparatoru Kötü Leyn, Mekanik Dostlar tarafından ele geçirilmişti... Belki bu kötü varlığın sonu bu şekilde olmamalıydı. Bu varlık dünyadaki filmlerin final sahnelerinde olduğu gibi Üstat ile karşı karşıya gelmeliydi. Herkes kenara çekilmeliydi. Aralarında bir süre tehditkar konuşmalar olmak sonra döğüş başlamalıydı. Bir ara Üstat çok zor duruma düşmeli, fakat ardından son gücünü harcayarak Kötü Leyni yenmeliydi. Ama gerçek hiç böyle olmadı. Mekanik Dostlardan İmparatorun ele geçirildiğini öğrendik, işte hepsi bu kadar. İmparatorun yüzünü görmedik bile, doğrusu sonunu da hiç merak etmedik. Önemli olan bütün bu kötülüğü yapan iblisin güçlü efendisini sonunda yenmek ve hatta O'nun alemini ele geçirip, pozitife çevirmekti. Ve üstelik bunu bir kum tanesi gibi küçük bir- dünya üzerinde yaşayan yeryüzü insanı başarmıştı.

23 KUM TANESİ GİBİ

Açılan kanaldan bir ışık küresi içinde dünyaya doğru topluca iniş başlamıştı ki, nedenini bilemediğim bir duygu, bir hüzün benliğimi sarıverdi. Şuurlu muydum, şuursuz mu bilemiyorum? İçten gelen bir itilişle kürenin dışına çıktım. Ve boşluk denemeyecek


şuurlu bir yokluğun içerisinde öylece asılı kaldım. Küre bana göre yavaş bir hızla, fiziksel kanunlara göre ise ışık hızıyla bile ölçülemeyecek bir sürat içinde, sanki bir asansörün katlardan geçişi gibi geçerek gittikçe kabalaşan titreşimli alemlere doğru iniyordu. Hüzünlü bir bakıştı benimki... Nereye, niye baktığımı bilmeden bakıyordum. Yukarıda; çok az algılayabildiğim Kutsi Alem ve altında Ulvi Alem görünüyordu. Spatyum ve Staryum Alemleri altımda sanki sonsuzluğa doğru uzanıyorlardı. Onların altında bakışıma göre sağ tarafta Melekut Alemleri bulunuyordu. Spatyum'un sonuna doğru buradan beyazımsı, solgun ve küçük bir yıldız gibi duran bizim kainatımızı görüyordum. Görüş gözler gibi değildi. Sadece içimdeki bir his o görünenin bizim kainatımız olduğunu söylüyordu. Sanki bütün perdeler kalkmış, algılayabildiğim bütün alemler önümde sıralanmıştı. Bizim kainatımız orada ve küçücüktü... Varlığımızın sultani ruhu baştan başa fiziki kainatı doldurabilecek özellikteydi. Böyle demişti Üstadım. Algılayamamıştım bu sözü ama buradan bakınca bu çok doğru ve basit görünüyor... Çünkü fiziki kainat gerçekten çok küçük. Kumsalda bir kum tanesi gibi. Sultani ruhumu işletecek tekamül seviyesine" ulaşsam, bütün kainatı aynı anda algılasam ne olacak? Kumsalda bir kum tanesi gibi... Şimdi şu halimle alemleri algılayan ben derine doğru tekrar ineceğim, maddenin içinde küçülecek, küçülecek ve adeta yok olacağım. Yaşadığım fiziki dünya buradan gözükmüyor. Evet, orası benim dünyam, ama ben hangi dünyanın varlığıyım? Birazdan kabuğuma çekileceğim. Oysa şimdi o kabuk benim şu halimin yanında zerre bile değil. Anlaşılan yine o müthiş hikaye: Büyükte küçük, küçükte büyük olma hikayesi... Hem çok küçüğüm, hem çok büyük. Saçımın bir telinde kainatlar var. Ve ben kainatların birinin içinde bir kum tanesi gibiyim... Tekamül ediyorum. Onun için o fiziki dünyaya; o çürümüş yumurta kokulu, aurası grileşmiş, kan dökülen dünyaya, dünyama geri dönmeliyim. Ne için? Belki buralara ebediyen yerleşmek ve buraları mesken tutmak için... "Haydi artık gitmeliyiz." "Rehberim, sevgili dostum sen burada miydin?" "Seni hiçbir zaman bırakamam." "Öyleyse burada kalalım, ben dünyaya dönmek istemiyorum." "Dünyada bir ömür nedir ki.., bizim zamanımıza göre bir gün bile değil, bu yüzden dönmelisin." "Ama orası benim vatanım değil, ben ebedi vatanıma dönmek istiyorum." "Yüksek varlığın zaten ebedi vatanında, sen bizden hiç ayrılmadın ki..." Cevap vermedim. Dünyadaki eşim, kızım, sevdiklerim aklıma geldi. Orada sorumluluklarım vardı. Bana muhtaç olanlar bulunuyordu. Sadece onlar için bile olsa yine de dünyaya dönmem gerektiğini biliyordum. Dualite yasasının olduğu bütün o yerlerde ve hatta bu yerlerde kutsal bir mücadelenin içine atılmış tekamüle sevk edilen ruhsal parçalardık. Ve ancak böyle öğrenebiliyorduk. Dualite yasasının gereği bu artı eksi çatışması içinde ızdırap ve acı çekerek olgunlaşıyorduk. Böyle öğreniyorduk. İyinin bilinmesi için kötüye ihtiyaç vardı. Güzeli ancak çirkinin varlığı ile öğrenebilecektik. Alçaklıklar yükseklikleri belirliyordu. Bütün bu yaratılış güzelliklerine ulaşmak için dünyadan geçmek durumundaydık. Ve işte bu yüzden şeytan vardı. O bizi engellemek ve yok etmek isteyecekti, biz karşı koyacak ve böylece içimizdeki cevheri işleyecektik.


Bu cevheri bize göre daha önceden işlemeyi başarmış ve bu yüzden ışık varlıkları haline gelmiş büyük dostlar tanıyordum artık. Ve bunlardan bazıları bizlere bir şeyler verebilmek için dünya gibi çoktan sınavlarını verip bitirdikleri okullara yeniden ve öğretmen olarak dönmekten geri kalmıyorlardı. Üstat bunlardan biriydi. ve yaptıklarını Halk bu varlıkları bilmiyor anlayamayarak onları hor görüyordu. Oysa onlar hem bu cahillikle, hem de şeytanla savaşmak zorundaydılar. Ancak böylece dünyaya ışığı getirebilirlerdi. Ve onların ödülü dünyada verilemezdi. Çevremde bir küre oluştu. Rehberimle birlikte küre bizi aşağı indirmeye başladı. Açılmış bulunan kanaldan hiçbir aleme uğramadan iniyorduk. Kainatımıza yaklaşırken başımı yukarı çevirip ufka baktım. Ulvi Alem gözükmüyordu. Spatyum kayboluyordu... Ebedi vatanımdan aşağılara, ışıksız diyarlara iniyordum. Nihayet ağır ve kasvetli dünya gözüktü. Önce aurasını algıladım, alabildiğine griydi. Ardından bu varlığın fizik bedenini gördüm: Kıtaları, mavi okyanusları, sarı çölleri, beyaz bulutları... Her şeye rağmen burası benim dünyamdı... M

Yazarın yayınlanmış eserleri: 1- Agarta 1 - dabbetülarz (2. baskı). 2- Besmelenin Sayısal Değerleri ve 19. 3- Agarta II - dabbetülarz. 4- Kur'an'da Şifre Harfler ve 19. 5- Kur'an ve 19. 6- Agarta III - dabbetülarz. 7- Agarta IV - dabbetülarz. 8- Kum Tanesi Gibi (bilimkurgu roman).


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.