YIL
2013 SAYI
02
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı
FATMA ŞAHİN:
“İstanbulumuzun En Kalabalık, Buna Rağmen En Örnek İlçesi Bağcılar” PEHLİVANLAR ŞEHRİ: RAZGRAD -06
AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANI FATMA ŞAHİN -20
MEDYA SOHBETLERİ: ORAL ÇALIŞLAR
-38
ZEYD ŞOTO İLE KEYİFLİ BİR SOHBET -48
ENGELLİLER SARAYININ KÜÇÜK RESSAMI: MUHAMMED UĞUR -64
Akademik perspektiften
İ
Bağcılar
stanbul’da ve Türkiye’de birçok belediye, bulunduğu ilçeyi bilimsel açıdan inceleyen çeşitli akademik faaliyetler gerçekleştirmektedir. Ancak söz konusu faaliyetler genel olarak dar kapsamlı bir yaklaşıma dayanmaktadır. “Akademik Perspektiften Bağcılar” adlı bu çalışma ise Bağcılar’ı bütüncül bir şekilde incelemesi dolayısıyla yalnızca ilçe tarihinde bir ilk olmakla kalmayıp, diğer belediyelere de örnek teşkil etmektedir.
Değerli Hemşehrilerim Bağcılar Belediyemizin kültür-sanat dünyasına kazandırdığı Adres Bağcılar dergimizin 2. sayısı ile karşınızdayız. Dergimizin ilk sayısının yayınlanmasının ardından çok olumlu tepkiler aldık. Henüz ilk sayıdan itibaren dergimize gösterdiğiniz teveccüh bizleri motive ediyor, şevkimizi artırıyor. Belediyemiz, bir şehri yaşanabilir kılmanın olmazsa olmazları olan altyapı çalışmaları, parklar ve bahçelerin yaygınlaştırılması, sosyal yatırımlar gibi pek çok alanda örnek alınan, ödüller verilen projelere imza atmıştır. Ancak Belediyemiz bunların yanında kültürel alanda da ses getiren projeler hayata geçirmektedir. Kısa süre önce ülkemizin yayıncılık hayatında bir ilk olan Sırat-ı Müstakim dergisini 2 cilt altında kitaplaştırarak yayınladık. Aynı zamanda çok değerli akademisyenlerimizin gözünden değerlendirilen Bağcılar için ‘Bağcılar Perspektifi’ prestij kitabımızı da yayınladık. Bu eserle ülkemizin kültür hafızasına önemli bir eseri de eklemiş olduk. Adres Bağcılar dergimiz de bu anlamda hem Bağcılar’daki sosyal ve kültürel hayatın nabzını tutmakta, hem de ülkemizin her köşesinden kültür-sanat haberleri, tarihi ve edebi yazılar, röportajlar ile kültür-sanat ve yaşam dergileri arasında kendini öne çıkaran bir yayıncılık çizgisini şimdiden oluşturmaktadır. Adres Bağcılar dergisinin bu sayısında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanımız Sayın Fatma Şahin’le yapılan bir röportaj yer almaktadır. Bu röportajda Sayın Şahin, hem Bakanlığın projelerinden bahsetmekte hem de Bağcılar’ın kültürel ve sosyal gelişimini değerlendirmektedir. Kendisine değerli görüşlerini bizimle paylaştığı için şükranlarımı sunuyorum. Keyifle okuyacağınıza inandığım Adres Bağcılar’ı beğeninize sunarken emeği geçen tüm arkadaşlarımıza da teşekkür ediyorum. Lokman ÇAĞIRICI Belediye Başkanı
sayı-02
01
sayı-02
Bağcılar Belediyesi Adına Sahibi Lokman ÇAĞIRICI
12 Bir zamanlar Bağcılar...
Genel Yayın Yönetmeni Cengiz PACCI Yayın Kurulu Mehmet ŞİRİN Yavuz SUBAŞI Kenan GÜLTÜRK Ekrem KIZILTAŞ Abdullah ARIDORU İletişim Adres: Güneşli Mahallesi Kirazlı Cad. No:1 34200 Bağcılar / İSTANBUL Telefon : (0212) 410 06 00 Faks : (0212) 410 06 66 Bilmer : 444 00 92 E-mail : bagcilar@bagcilar.bel.tr Anafikir Reklam ve Halkla İlişkiler tarafından Bağcılar Belediyesi için hazırlanmıştır. Yapım
Editör: Gülşen Kılınçer Görsel Yönetmen: Oktay Yetgin Sema Türk Yardımcı Editörler: Gülçin Şenel Yağmur Dinç Proje koordinasyon: Fatma Sarıpınar Basım İhlas Gazetecilik A.Ş. Merkez Mah. 29 Ekim Caddesi İhlas Plaza 11A/41 Yenibosna / İST. Telefon : (0212) 454 30 00 İstanbul Bağcılar Belediyesi’nin armağanıdır. Para ile satılmaz.
Başkan..............................................................................................01 Genel Yayın Yönetmeni’nden ............................................................05 Pehlivanlar Şehri: Razgrad .............................................................06 Sinema, Sıkıcı Yerleri Makaslanmış Bir Hayattır ............................08 Mahmutbey Köyü .............................................................................12 Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı: Fatma Şahin .............................20 Çizgiden Hikmete Açılan Yol: “Hat Sanatı” ....................................24 Dünyanın Mirasları..........................................................................28 İstanbul’un Meşhur Çarşıları ...........................................................34 Medya Sohbetleri: Oral Çalışlar ......................................................38 “Yeniden İnsan Olabiliriz” İbrahim Tenekeci ...................................42 Kadın Aile ve Kültür Sanat Merkezi ...............................................44 Zeyd Şoto ile Keyifli Bir Sohbet .......................................................48 Ferforje .............................................................................................52 Hayaller Şehri Nevşehir ...................................................................54 Şeker Dilli Pamuk ............................................................................58
“İstanbul’un En Kalabalık, Buna Rağmen Örnek İlçesi Bağcılar”
48
20
Çocuk Diş Sağlığı - Prof. Dr. Gamze Eren .......................................60 Engelliler Sarayın’da Resim Atölyesi ................................................62 Engelliler Sarayının Küçük Ressamı: Muhammed Uğur .................63 Psikoloji “fobiden hobiye” Dr. Mustafa Güveli .................................66 İş Dünyası: Çetaş Yönetim Kurulu Başkanı .....................................68 Dünyamızı Değiştiren Tasarımlar.....................................................72 Kişisel Gelişim – “Duygusal Zeka” Nevzat Tarhan ..........................74 Sinema..............................................................................................78 Kitap ................................................................................................80
içindekiler Yıl:2013 Sayı:02
Bilim-Teknik .....................................................................................82 Kültür Sanat Rehberi .......................................................................84 Bağcılar’dan Haberler ......................................................................86 Salata Çeşitleri .................................................................................92 Bulmaca ...........................................................................................96 Dünyanın Mirasları (Mostar, Kudüs, Floransa)
28
sayı-02
03
genel yayın yönetmeni’nden... Kıymetli Okurlar, Edebiyat, kültür, sanat ve fikir alanında dergiciliğin yeri çok önemlidir. Geçmişte, çeşitli düşünce ve sanat akımlarının ortaya çıkmasında, kendini geliştirmesinde ve yaygınlaştırmasında dergiler belirleyici olmuştur. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergileri, Mehmet Akif ’in Sırat-ı Müstakim dergisi, bizim medeniyetimizin unutulmaz ve iz bırakan yayınları arasındadır. Öyle ki Cemil Meriç şöyle demiştir: “Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür.” Bugünlere gelecek olursak, sanatçı yetiştiren dergilere örnek olarak değerli edebiyatçımız Mustafa Kutlu’nun çıkardığı Dergâh dergisini anabiliriz. Dergiler böyledir; içinde yazıları, denemeleri, hikâyeleri yayınlanan insanlar, o dergiyle birlikte büyür, gelişir ve yetişir. Bu düşüncelerle “Adres Bağcılar” dergimizin ikinci sayısı ile sizlere merhaba derken, Türkiye’de dergiciliğin, özellikle kültür-sanat dergilerinin uzun bir emek ve yoğun bir çalışma ürünü olduğunun altını çizmek istiyoruz. Dergimizin ilk sayısını siz kıymetli okurlarımızın beğenisine sunduğumuzda, içimizde büyük bir heyecan vardı. Uzun ve yoğun bir çalışma sonucunda ortaya çıkardığımız eserimizin okurlarından nasıl tepkiler alacağımızı merak ediyorduk. Şimdi, sizlerin teveccühü, tebrik ve teşekkür mesajlarını almış olarak emin adımlarla yolumuza devam ediyoruz.
Dergimizin ilk sayısını siz kıymetli okurlarımızın beğenisine sunduğumuzda, içimizde büyük bir heyecan vardı. Şimdi, sizlerin teveccühü, tebrik ve teşekkür mesajlarını almış olarak emin adımlarla yolumuza devam ediyoruz.
Dergimizin bu sayısında çok önemli bir röportaja yer verdik. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sayın Fatma Şahin dergimize, Bakanlığın yeni projeleri, çalışmaları hakkında bilgiler verdi. Kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dergimizin içeriğinde tarih, kültür, dekorasyon, edebiyat, sinema, kitap, teknoloji başlıkları altında dolu dolu yazılar, haberler ve röportajlara yer verdik. Bu sayımızda medya sohbetlerinin konuğu Oral Çalışlar oldu. Kendisi ile Türkiye, siyaset, medya ve elbette Bağcılar hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Engelliler Sarayımızın küçük ressamı Muhammed Uğur’la, dergimizin bu sayısında küçük bir söyleşiye yer verdik. Onun küçücük yüreğinde ne büyük hayaller ve umutlara yer verdiğini hayretle okuyacağınızı düşünüyoruz. Muhammed, engellerine rağmen imza attığı başarılarla hepimize güzel bir hayat dersi veriyor. Adres Bağcılar dergimizin bu sayısını sizlerin beğenisine sunarken, çalışmalarımıza koşulsuz destek veren Bağcılar Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı’ya teşekkürlerimizi sunuyoruz.
sayı-02
05
Pehlivanlar Şehri
RAZGRAD Traklar’ın, Roma ve Bizans medeniyetlerinin, Bulgar Devletleri’nin ve Osmanlı Devleti’nin izlerini taşıyan Razgrad, barındırdığı farklı etnik gruplarına rağmen birlik ve beraberliğin sembolü olmuştur.
R
azgrad, Bulgaristan’ın en kalabalık Türk nüfusuna sahip Deliorman bölgesinin bir şehridir. Deliorman’ın başkenti olarak da kabul edilir. Kırcaali’den sonra en yüksek Türk nüfus oranına sahip Bulgaristan şehridir. Tarihindeki güreşçiler sebebiyle, “Pehlivanlar Şehri” olarak bilinir. Razgrad Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri pehlivanlarıyla tanınan bir bölgede bulunur. Bu güreşçiler arasında Koca Yusuf, Ahmet Kara, Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Lütfi Ahmedov, Osman Durali ve Karagöz Köylü Hüseyin Pehlivan’ı sayabiliriz. Ülkemize birçok madalya getiren halterci Taner Sağır da Razgradlı’dır.
FARKLI KİMLİKLER BİR ARADA
sayı-02
06
Traklar’ın, Roma ve Bizans medeniyetlerinin, Bulgar Devletleri’nin ve Osmanlı Devleti’nin izlerini taşıyan Razgrad, barındırdığı farklı etnik grupların çokluğuna rağmen birlik ve beraberliğin sembolü ol-
muştur. Bağrında bulunan farklı dönemlere ait yaklaşık bin 200 taşınmaz kültür anıtıyla Razgrad, tarihi açıdan oldukça zengindir. Kuzeydoğu Bulgaristan’da yer alan bu tarihî bölge, ülkenin yüzde 2,4 bölümünü teşkil eder. Razgrad ili 7 belediyeden oluşur: Razgrad, İsperih, Kubrat, Zavet, Tsar Kaloyan, Loznitsa ve Samuil. Burası ayrıca 6 kasaba ve 107 köyden oluşan toplam 113 yerleşim yerini kapsar. 2001 yılı itibariyle Razgrad’ın etnik gruplara göre nüfusu şöyledir: Türk: 69.738, Bulgar: 68.361, Roman: 7.883, Diğer: 4.129, Kendilerini hiç bir etnik gruptan saymayan: 3.045.
İBRAHİM PAŞA CAMİSİ Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle şehir Hezargrad, Hezergrad veya Hrazgrad olarak anılır olmuş. Razgrad’da Osmanlılar’a ait ayakta kalmış en büyük sanat eseri hiç şüphesiz Maktul İbrahim Paşa Camii’dir. UNESCO kataloğunda kayıtlı olan cami, Balkanlar’daki camilerin en
büyük üçüncü camisidir. Kanuni Sultan Süleyman Han devrinin meşhur sadrazamı İbrahim Paşa hayratlarına dahildir. Günümüzde televizyon dizilerinde tarihi şahsiyetlerin özel hayatları pek doğru olmayan bir üslup içinde işlenmektedir. İnsanımız, Pargalı İbrahim’i de ne yazık ki bir TV dizisi kahramanı olarak tanımıştır. Oysa, tarihî şahsiyetler, yaptıkları hayratlar ve bıraktıkları eserler açısından değerlendirildiğinde, ortaya çıkan tablo değişmektedir. İşte İbrahim Paşa Camii, Razgrad’da Osmanlı varlığını temsil eden nadide eserlerden biri olarak hâlâ ayaktadır. 1616 yılında inşa ettirilmiş klasik Türk mimarisinin en güzel eserlerinden birisidir. Şu ânda ibadete kapalı olan cami, 30 yılı aşkın zamandır da restore edilmemiştir. Osmanlı döneminin Razgrad’daki miraslarından biri de 1608–1609 yıllarında inşa edilen Ahmet Bey Camii’dir. Şehrin sembolü olan saat kulesi de aynı döneme aittir. 177 Osmanlı Vakıf Eseri’nin bulunduğu Razgrad şehir merkezinde geriye maalesef sadece 3 eser kalmıştır.
DEMİR BABA TEKKESİ Hasan Demir Baba Pehlivan bundan 500 yıl önce Deliorman’da yaşamış Müslüman bir gönül insanıdır. Razgrad’ın manevi mimarı olarak anılır. Demir Baba’nın adına yaptırılan tekke 19. yüzyılın başlarında Rusçuk Paşası Pehlivan Baba tarafından tamir edilmiştir. Muhteşem taş işçiliğine sahip tekke, görülmeye değer mimari bir güzelliğe sahiptir. Tekkenin gerek suyu ve gerekse havası, adeta şifa kaynağıdır. Tekkenin ilginç bir hikâyesi var: 1925 yılında, türbenin Bulgaristan’ın kurucusu kabul edilen Asparuh’un mezarı olduğu iddia edilmiş. Ancak mezar açılıp bakıldığında, Demir Baba’nın cesedinin bozulmadığı, kefeninin de İslâm dinine göre olduğu görülmüş ve böylelikle burada yatanın Müslüman olduğu mahkeme kararıyla kabul edilmiş. Evliya Çelebi, Demir Baba’nın, Hacı Bektaş Veli Hazretleri’nin bağlılarından olduğunu, burayı ziyaret ettiğinde 150 kadar talebe bulunduğu, hem güreş hem de nefislerini terbiye için ilim ve edep çalıştıklarını söylemektedir. Evliya Çelebi, “Süleymaniye Ca-
mii ile Eski Saray duvarı arasında Serçeşme-i Küştigiran Demir Baba Meydanı namıyla meşhur meydan vardır. Serçeşme-i Küştigiran, başpehlivan demektir. Hâlâ ikindiden sonra bütün tekke pehlivanları o güzel yerde güleşirler, güleşin Türkçesi güreştir. Bu Demir Pehlivan, Yavuz Sultan Selim zamanında, dört adet yezidi arslanı ile döğüşüp, dördünü dahi ikişer parça eylemiştir” diye yazmaktadır.
OSMANLI’DAN KALMA DEMİR AĞLAR Bulgaristan’da inşa edilen ilk demiryolu Ruse–Varna Razgrad’tan geçiyor ve Samuil tren istasyonu Silistra’yla bağlantıyı sağlıyor. İlk demiryolunun yapımına, padişah fermanıyla 21 Mayıs 1864 yılında başlanmış. O zamanın Ruse Valisi Arif Paşa tarafından temeli atılan demiryolu projesinin, Tuna Vilayeti Valisi Mithat Paşa tarafından da yapımı hızlandırılmış. Demiryoluna her iki taraftan da (Ruse–Varna) başlanmış ve 26 Ekim 1866’da Mithat Paşa tarafından açılmış. 224 Kilometre uzunluğundaki ilk demiryolu, birisi Razgrad’da olmak üzere sekiz istasyondan oluşuyor.
RAZGRAD’IN GURURU Razgrad’ı dünyaya tanıtan başka bir isim ise Monreal’da Olimpiyat şampiyonu olan ‘Güreş profesör’ü küçük dev pehlivan Hasan İsaev’dir. Bulgaristan’da faaliyette olan Belentsi köyündeki tek yel değirmeni de Razgrad il sınırları içinde yer almaktadır. Camileri, tarihi eserleri, tabiatı ve çok çeşitli etnik yapısı ile Razgrad, canlı bir tarih şehridir.
EDEBİYATIN EDİPLERİ Razgrad, edebiyat alanında köklü bir geleneğe sahiptir. Ahmet Şerif, Sabri Tata, Muharrem Tahsin, Şaban Mahmut, İsmail Çavuş, Ali Pir gibi isimler, Razgrad ilinin muhtelif köylerinde doğup yetişmiş edebiyatçılardır.
sayı-02
07
SİNEMA, SIKICI YERLERİ
MAKASLANMIŞ B İ R H AYA T T I R !
Ö
nce resimler çizildi kitaplara, sayfalar hızla çevrildi ve sonra bu el işleri makinelere dönüştü. Zeka kendisini gösterdi, akıllar yürütüldü derken... Başladı sinemanın öyküsü...
Her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilerek, ‘hareket’in sağlanmasıyla başladı aslında sinemanın öyküsü. Akıllarını ve üreticilik vasıflarını bu işe adayanlar ilk önce 1832’de ki-
tap sayfalarındaki hızlı geçişin mantığına dayanarak ‘phenakistoscope’u buldu ve sonra da 1834’te ‘zoetrope’u... 1839’da fotoğrafın bulunmasından sonra, Edward Muybriagef yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü elde etmeyi başardı...
ÖNCE ŞAŞKINLIK, SONRA TUTKU! Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882’de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış, makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887’de ABD’li Hannibal Goodwin’in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman’ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşulları hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson’ın yaptıkları ‘kinetograf ’, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 mm’lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu.
sayı-02
08
Ve derken Auguste ve Louis Lumiere kardeşler, ‘sinematografi’ adı verilen aygıtı geliştirdiler. Elle çalıştırılabilen bu aygıt film çekimi ve gösterimi yapabiliyor
halen Makedon film arşivinde koruma altında.
ve 10 kg dolayındaki ağırlığı sayesinde de, istenen yere taşınabiliyordu. Lumiere Kardeşler ilk gösterilerini 28 Aralık 1895’te Paris’te, Capucines Bulvarı’ndaki Grand Cafe’de gerçekleştirdiler ve bu gösteri sinemanın başlangıcı olarak kabul edildi. Bu ilk gösteri halkın büyük ilgisini çekti ve buluş, herkesi şaşkına çevirdi. Oysa Lumiere kardeşlere göre sinematograf salt bir yenilikti; ona yönelik ilgiyse yeni değişik bir oyuncağa duyulan ilgiden öte değildir. Lumiere kardeşler bilmiyorlardı ki dünyada bir ‘tutku’ haline gelecek ‘sinema’ serüvenine attıkları bu imza, bir sanat dalı olarak her yeri kasıp kavuracak...
TÜRK SİNEMASININ EMEKLEME DEVRİ... ‘İlk defa’ gerçekleşmesi sağlanan her şeyde olduğu gibi Türkiye’deki sinema da elbette çeşitli sancılardan geçerek bu günlere geldi... İlki, Yıldız Sarayı’nda yapılan film gösterimi daha sonra halka, Sigmund Weinberg tarafından Galatasaray’da açıldı. İlk dönemi 1914-1922 yılları arasında, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarını kapsayan Türk sinema tarihindeki ilk film, 1914 yılında Fuat Uzkınay tarafından çekilen ‘Ayastefonas’taki Rus Abidesinin Yıkılışı’ adlı belgesel filmdir. Ancak Uzkınay’dan da önce, 1911’de Osmanlı uyruğunda Makedon asıllı Yanaki ve Milton Manaki kardeşlerin çektiği V. Sultan Reşat’ın Manastır ve Selanik ziyaretlerini çektikleri filmi saymazsak... Neden böyle dedik? Çünkü Türk asıllı olmadıkları için çektikleri bu film ‘ilk Türk filmi’ ünvanını kazanamamış; fakat filmleri
Osmanlı döneminde bazı kurumlar tarafından geliştirilen sinema, ‘Merkez Ordu Sinema Dairesi’ adlı bir tüzükle Enver Paşa tarafından yasal bir statü kazandı. Yönetiminde ise Weinberg ve Fuat Uzkınay vardı. Savaş ile ilgili belge ve haber filmleri çeken bu iki isim arasından Weinberg, ‘öykülü film’ çekmeyi denemiş fakat oyuncuların askere alınmasıyla bu girişimi yarım kalmış... 1916 yılında Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, haber filmleri çevirtmeye başladı. Kuruluşun genç üyesi Sedat Simavi bu filmleri gelir-etki yetersizliğini belirterek, ilk öykülü filmler olan ‘Pençe’ ve ‘Casus’u çekti. Türk sinemasının ilk emekleme devri bu şekilde geçip giderken, 1918 yılında Uzkınay, ‘Himmet Ağa’nın İzdivacı’ adlı tiyatro oyununu filme uyarladı.
İLK FİLM SANSÜRÜMÜZÜ FRANSA’DAN YEDİK! Merkez Ordu Sinema Dairesi ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, sinema araç-gereçlerine işgalci güçlerin el koymaması için, her şeyi Malul Gaziler Cemiyeti’ne aktardı. Günün ünlü tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Ahmet Fehim Efendi ise o yıllarda ‘Mürebbiye’yi çekti. Fransız bir mürebbiyenin çalıştığı evin sahibiyle yaşadığı aşkı anlattığı için Fransızlar onları küçük düşürdüklerini iddia ederek filmin, Anadolu’da gösterimini yasakladı ve böylelikle Mürebbiye, ‘sansürlenmiş ilk Türk filmi’ sıfatını, aslında kaybederek kazandı. 1921 yılına geldiğimizde, Sadi Fikret Karagözoğlu tarafından ‘Bican Efendi’ çekildi. Halk tarafından çok sevilen filmin devamları yapıldı ve sinemamızın ilk güldürülerinden olma niteliği kazandı. Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra ise seyyah olan sinema aygıtları tekrar yurtlarından sürüldü ve Ordu Film Alma Dairesi’ne aktarıldı. Bu dönemde çekilen savaş belgeselleri ile, ilk özel film şirketi olan Kemal Film’in çektiği savaş haberleri kurgulanarak ‘İstiklal’ adlı Kurtuluş Savaşı belgeseli ortaya çıktı.
YEŞİLÇAM, ROMANLARDAN DOĞDU 1922’de özgürlüğüne kavuşup sivilleşen Türk sinemasına o dönemde Muhsin Ertuğrul damgasını vurdu ki o döneme ‘tiyatrocular dönemi’ de denmeye başladı... Tiyatro oyunlarından uyarlama yapan Ertuğrul, filmlerini tiyatro
sayı-02
09
dekorları arasında çekerek, tiyatrosunda oynayan oyuncuları oynattı. Yıllar yılları kovalamış artık sinema, dilini öğrenmiş, kendine özgü bir ortam oluşturularak çekimler yapılmaya başlandı. 1950’lerde izleyiciyle ilişki kurmak, ona yakın olanı vermek, izleyicinin sevdiği, kolayca anladığı çok satan romanlar filmlere uyarlanarak meşhur ‘Yeşilçam’ımız ortaya çıktı... 60’lı yıllardan sonra yepyeni bir oluşum olan ‘Altın Portakal Film Festivali’ Türk sinemasına heyecan, yenilenme ve gelişme isteği getirdi. O yıllarda örgütlenme çalışmaları yapılarak 1961 Anayasası ile, ‘Toplumsal Gerçekçi’ denilen eleştirel filmler çoğaldı. ‘Sinema nasıl anlatılır, neyi anlatmalıdır, nasıl olmalıdır?’ gibi sorular üretilerek, tartışılmaya başlanan, belli kurumların oluşturulduğu dönemlere gelmişti artık Türk sineması...
TÜRK SİNEMASI’NDA MELODRAM
sayı-02
10
Faruk Kenç ile bilimsel bir tarz geliştiren Türk sineması ‘’Yılmaz Ali’’ ve ‘’Dertli Pınar’’ filmleri ile yeni bir aşama kaydeder. Baha Gelenbev’in ‘’Deniz Kızı’’ adlı filmi ile Şadan Kamil’in filmleri ise Türk Tiyatrosunu sinema ile birleştirir. 1934’ten sonra Vedat Örfi Bengü’nün Mısır’a giderek bu ülke sinemasının ilk örneklerini vermesi, bizde de melodramın yerleşmesinde etkili olur. Türk sineması izleyicisinin beğenisi melodrama dönük olduğundan, yönetmenler de hızla Mısır filmlerinin uyarlamalarını çekmeye başlar. Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘’Allah’ın Cenneti’’ adlı film,
türünün en iyi aşk melodramı olur ve sonraki yıllarda bol bol karşılaşılan şarkıcı melodramlarının ilk örneğini oluşturur. 1950’li yıllardan sonra Türk sinemasında ‘’Tiyatrocular Dönemi’’nden kademe kademe ‘’Sinemacılar Dönemi’’ne geçiş yaşanmıştır. Bu yıllarda sinemada, toplumsal konuların yanında ağırlıklı olarak melodramlar yer alır. 1960’lı yıllarda sinemaya, melodram formuna bağlı, çocuk kahramanların rol aldığı ‘’Sezercik’’, ‘’Ömercik’’, ‘’Ayşecik’’ filmleri eklenir. Arabesk tarzın temellerinin atıldığı karşılıksız aşklar, zengin kız-fakir oğlan gibi dramatik Türk ekolünü oluşturmuş senaryolar halen etkileyiciliğini sürdürmektedir. Kısa zamanda ticari kaygılar, sinemasal öğelerin önünü kesmiş, aynı tür filmlerde aynı oyuncular kamera karşısına geçmiştir. Hatta aynı senaryolar, dönemin gözde oyuncularıyla defalarca yinelenmiştir.
TÜRK SİNEMASININ İLK ULUSLARARASI ÖDÜLÜ İlk olarak Yusuf Ziya Ortaç’ın Binnaz eserini senaryolaştıran Metin Erksan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı ‘Aşık Veysel’in Hayatı’ filmini çekti. Film, toplumcu ve gerçekçi bir yaklaşımla başlamış ama istediğini gerçekleştiremeyerek sansüre uğradı. ‘Dokuz Dağın Efesi’, gerçek sanatını sergilediği, ‘benimdir’ dediği ilk filmdir Erksan’ın...
‘Hicran Yarası’ ise bir melodram... Erksan’ın, ‘Gecelerin Ötesi’ filmi Türk sinemasında önemli yer tutan, yakın geçmişin yönetim ideolojisini eleştiren bir yapıt olma niteliği taşıyor. Genellikle tek kahraman üzerinde duran yönetmen bu filmde bir çetenin dramını psiko-sosyal bir açıdan incelemiştir. Erksan’ın, ‘Yılanların Öcü’ kitabı ve tiyatro oyunu büyük tartışma yaratmış, bu film de sansür engeline takılarak ancak dönemin cumhurbaşkanının izniyle gösterilebildi. Necati Cumalı’nın romanından uyarlanan ‘Susuz Yaz’ ile Türk sinemasına ilk uluslararası büyük ödülünü kazandıran Erksan, 1964 yılında Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü ülkemize getirdi.
GENÇ TÜRK SİNEMASININ ÖNCÜSÜ Genç Türk Sineması’ akımının öncülerinden olan Atıf Yılmaz, 1952’de ilk kez tek başına reji denemesine kalkışıp ‘Kanlı Feryat’ filmini, Uğur Film adına çevirdi. Bu ilk melodram denemesidir Yılmaz’ın... İlk filmlerinde estetik kaygılar ağır basan Yılmaz’ın, sinemacılar dönemindeki en önemli çalışması ‘Gelinin Muradı’. Film konu yönünden bir Türk güldürüsü olarak başarı sağladı. Atıf Yılmaz sinemasının özelliği kasaba gerçeklerini başarıyla yansıtmasından geçer... Atıf Yılmaz bütün çalışmalarında belli çizginin altına düşmez. Bu dönemdeki diğer çalışmalarının içinde ‘Bu Vatanın Çocukları’nın özel bir yeri var. Bu film, duygu sömürmeden gerçekçi bir Kurtuluş Savaşı öyküsünü, gizli bir belgeyi taşradan Ankara’ya getiren iki çocuğun serüvenini başarıyla anlattı. Sinemacılar döneminin ilk 10 yılında kendini gösteren Ertem Göreç sinemaya, kurgucu olarak geçti. Kanlı Sevda, Otobüs Yolcuları önemli iki filmlerinden... Teknik çalışmalarının yanında hareketli bir konusu da olan ‘Otobüs Yolcuları’, bu açıdan ilginç bir film. Göreç, çizgisini belirleyen bu tutarlı çalışmadan sonra ticari sinemanın yasalarına boyun eğerek, bundan sonra her türlü film çevirdi. Ancak sinema dilini öğrenmiş olduğu için, gerek çekim gerekse kurgu bakımından bu filmlerde belli seviyenin altına düşmedi. Göreç’in en çok çevirdiği tür aşk ve serüven filmleri. ‘Haşhaş, Aşkım Günahımdır, Can Pazarı, Sabahsız Geceler, Şafak Sökmesin’ başarılı aşk filmlerindendir...
der, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey. Sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm, ben, Yaşar usta. Sen benim yanımda bir hiçsin anlıyor musun? Gözümde pul kadar bile değerin yok ama şunu iyi bil yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.’’ Türk Sineması’nın gerileme dönemi yaşadığı ve içine kapandığı yıllar oldu. O dönemde, 1996 senesinde vizyona giren ve gişe rekoru kıran, başrolünde Şener Şen’in oynadığı ‘Eşkiya’ filminde, ‘Baran’ karakterini canlandıran Şen’in şu repliği kısa, net ve vurucudur muhakkak: ‘’Hayatın sevda karşısında ne önemi var?’’ Elbette çekilmiş yüzlerce Türk filmindeki efsane replikleri, bu sayfalara sığdırmak imkânsız; fakat Necip Fazıl Kısakürek’in, 1988 yılında sinemaya uyarlanan ‘’Reis Bey’’ tiyatro eserinin, filmdeki repliklerinden biriyle bitirelim: ‘’Göklerin merhamet dolu olduğuna inanıyorum. Bizse nefsimizin beton çatısını tepemize dikmiş, yaşamayı öldürüyoruz! Merhamet... Alem bu temel üzerinde. Eğer toprağa, tohuma, hatta kire, lekeye merhamet olmasaydı, su olur muydu? Rengi merhamet, sesi merhamet, pırıltılı, şırıltılı su... Ne duruyorsunuz, sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesi kurun. Tepelerinizdeki çatıları da yıkın. Göklerle temasa geçin. O zaman göreceksiniz ki; acı su borularından kendi kendine tatlı su akacak. Ve başlar üstünde güneşe yol veren kubbeler yükselecek.’’ Hiç kuşkusuz filmin, daha doğrusu eserin en unutulmaz repliği ise şudur: ‘’Siz ağlayamazsınız; ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz.’’ Koskoca bir tarihi olan sinemamızın öyküleri kısaca böyle. Tarih sayfaları karıştırıldı, önümüze çıtası yükselen bu başarı hikayeleri çıktı...
UNUTULMAZ REPLİKLER... Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın başrollerinde oynadığı Selvi Boylum Al Yazmalım’da Asiye karakterini canlandıran Şoray’ın, filmdeki ‘’Sevgi neydi? Sevgi emekti...’’ cümlesi, hafızalarımıza kazınmıştır. Münir Özkul’un ‘Yaşar Usta’ karakteriyle hayat verdiği ‘’Bizim Aile’’ filminde, ailesine, oğlunun sevdiği kızın babası tarafından çile çektirmesi sonucu, Yaşar ustanın dayanamayıp o büyük patronu makamında ziyaret ettiği sahneyi hatırlarız çoğumuz ve usta şöyle der: ‘’Sen, büyük patron, milyar-
sayı-02
11
say覺-02
12
Mahmutbey Köyü
Mahmutbey köyü Bizans dönemine dayandığı düşünülen Ma’zul Su Kemeri, Halkalı Su Yolları ve çeşmeleri, Cumhuriyet dönemi evleri ile tarihin kronolojik bir geçit resmi gibi. Şehirlerin giderek apartmanlaşması ve modern kent mimarisine bürünmesine karşın Mahmutbey köyü bizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkaran, kendi gelenek ve görenekleri ile yaşamaya devam eden bir eski zaman şehri…
ağcılar yoğun nüfusu ve çeşitli kültürleri içinde barındıran demografik yapısı ile İstanbul’un oldukça dikkat çekici bir ilçesi. Özellikle onun arka sokaklarında dolaşmak, ücra köşelerine dalmak, mahalle aralarında kaybolmak, tarihi bir yolculuğa çıkarıyor insanı. Çünkü o sokaklarda kaybolduğunuzda, sanki bir başka bir zaman dilimine girmiş gibi aniden karşınıza Mahmutbey Köyü çıkıveriyor. Sanki Mahmutbey, yol tarifi ile gidilen bir yer değil de, kaybolduğunuzda karşınıza çıkan bir masal şehri gibi… Mahmutbey köyü Bizans dönemine dayandığı düşünülen Ma’zul Su Kemeri, Halkalı Su Yolları ve çeşmeleri, Cumhuriyet
dönemi evleri ile tarihin kronolojik bir geçit resmi gibi. Şehirlerin giderek apartmanlaşması ve modern kent mimarisine bürünmesine karşın Mahmutbey köyü bizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkaran, kendi gelenek ve görenekleri ile yaşamaya devam eden bir eski zaman şehri gibi… Mahmutbey Köyü, Osmanlı devleti zamanında, Kalfa Köyü adı ile anılan bir Rum köyü imiş. Lozan Anlaşması gereği yapılan nüfus mübadelesi ile Mahmutbey Köyü’nde yerleşik olan Rumlar burayı kendi istekleriyle boşaltarak Yunanistan’a dönmüşler. Yerlerine ise Kavala’ya bağlı Naipli Köyü’nde yaşayan Türkler yerleşmişler. Böylece Kalfa Köyü, Mahmutbey Köyü ismini almış.
TÜRK EVİ NE DEMEK? Değerli araştırmacı-yazar Sultan Şahin bu konuda şöyle yazmış: “- Türk evi; Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde, Rumeli ve Anadolu’da gelişmiş bir ev tipidir. İlk olarak Anadolu’da kendine has karakterini bulmuş ve zamanla muhtelif dış tesirleri benimseyerek Osmanlı’nın zafer kazandığı Avrupa’nın muhtelif yerlerinde kökleşmiştir. Bunlar bugünkü Bulgaristan, Yugoslavya ve Yunanistan’ın bazı bölgeleridir. Bu bölgelere Osmanlı kültürünü kabullenen kavimler yerleştirilmiş ve Türk evi 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren mevcut plan tiplerinin yerlerini almıştır. Ülkenin doğusunda ve güneyinde
sayı-02
13
ise Türk evi, bir taraftan Kafkasya ve Irak’a kadar uzanan İran tesiri, diğer taraftan Suriye’yi içine alan Arap evi, Türk evinin hâkim olduğu bölgelerdir. Türk evi en büyük yayılma hareketini 17. ve 18. yüzyıllarda göstermiştir. Bu devirlerde İstanbul ve Edirne evleri, Yakın Doğu ve Doğu Avrupa için her zaman taklit edilen ideal tip haline gelmiştir. Osmanlı’nın her taraftan sarsılmaya başladığı 19. yüzyılda bile bu yayılma ve ilerleme durmamıştır. Ancak 20. yüzyıldan itibaren ise Türk evi yok olmaya başlamış, yüzyılın sonunda ise bu yok olma hızlanmıştır.”
YEŞİL BİNA-TÜRK EVİ Dünyada yaygınlaşmaya başlayan yeni bir mimari fikir uygulanmaya başlandı: “Yeşil Bina”. Bu mimari düşünce biçimine göre, “yeşil bina” kavramı, yerel malzeme kullanımı ve yerel iklime uyum, bina yapımında öncelikli. Mikdat Kadıoğlu bu yeni anlayışı şöyle değerlendiriyor:
sayı-02
14
“- Geleneksel Türk evi” olarak ün yapmış evlerimiz bugünün standardını 100 yıl önce yakalamıştı. (…) Uzmanlara göre, 19’uncu yüzyıla gelindiğinde bütün Osmanlı kentlerinde kullanılan mekânlar, süsleme programlarının ortaklığına rağmen, iklim ve yapı malzemesine bağlı bölgesel özellikler, farklı plan tiplerini ortaya çıkarmış. Öyle ki bugün “Türk evi” kavramı Anadolu’nun dışına taşmış. Artık Irak, Suriye, Mısır’da, Balkanlar’da da Türk evleri bulunmakta. Değişik iklim, malzeme ve bölge farklarına rağmen Türk evinin kendisine has mimari bir karakteri vardı. Bu evlerin de en önemli özelliği bence bulunduğu yerin malzemesi ve iklimi ile uyum sağlamış olmasıydı. Örneğin, Karadeniz evi ormanlık ve nispeten bol yağışlı bir bölgenin ürünü. Bu bölgede
Geleneksel Türk evi doğaya uyumluydu. Böylece geleneksel mimarimizdeki amaç (aslında tam da günümüzün yeni moda yeşil bina ve kentleri gibi), doğaya hükmetmek değil, sadece ona uyum sağlamaktı... Adına ister “geleneksel Türk evi”, ister “yeşil bina” deyin, çevre dostu ve yaşam kalitemizi artıran özgün ve özel binalara her zaman ihtiyacımız var. evlerin planları, iç ve orta sofalı yönünde gelişmişti. Doğu Anadolu Bölgesi karasal iklimde ve yağışı az, ağaçları seyrek. Bu nedenle, Bölgenin yapı malzemesi yığma kerpiç tuğla, damlar kavak atkılar üzerinde kerpiç topraktı. Güneydoğu konut mimarlığına taş malzeme hâkimdi. Yazın çok sıcak olduğundan kaldırım döşeli daracık sokaklar etrafında, yüksek avlu duvarları içerisinde kalın taş duvarlı ve düz toprak damlı evler inşa edilmişti. Genellikle sofasız planda inşa edilen bu evlerin odaları hayat etrafında dizilmiştir ve odalar arasında eyvanlar yer almıştır. Özetle geleneksel Türk evinin farklılıklarını oluşturan unsurlardan birisi iklimdi. Bu nedenle kuzeyden güneye, doğudan
batıya Türk evi, iklime uygunluk gösterirdi. Çevrede ne varsa Türk evinde de o vardı. Bu nedenle Türk evi çevrede bulunan yapı malzemesinin bir devamıydı. Özetle geleneksel Türk evi doğaya uyumluydu. Böylece geleneksel mimarimizdeki amaç (aslında tam da günümüzün yeni moda yeşil bina ve kentleri gibi), doğaya hükmetmek değil, sadece ona uyum sağlamaktı... Adına ister “geleneksel Türk evi”, ister “yeşil bina” deyin, çevre dostu ve yaşam kalitemizi artıran özgün ve özel binalara her zaman ihtiyacımız var.” (Milliyet, Geleneksel Türk Evleri Bugünün Yeşil Binaları, 28 Nisan 2013)
MAHMUTBEY KÖYÜ’NDE YAŞAYAN TARİH: TÜRK EVLERİ Bugün Mahmutbey Köyü’nü önemli kılan şey, orada bugüne kadar ayakta kalmış Türk mimarisinde inşa edilmiş evler. Aslında her biri tarihi eser hüviyetinde olan evler, ne yazık ki gerek içinde oturanlar, gerekse dış faktörler sebebi ile tahrip olmuş, yapısı değişmiş durumdadır. Sultan Şahin, yazdığı “Mahmutbey’deki Eserler” isimli kitapta bu evlerin bir envanterini çıkararak, özenli bir çalışma ortaya koymuş. O kitaptan faydalanarak hazırladığımız bu dosyada, Mahmutbey Köyü’ndeki birbirinden değerli yapıların izini sürüyoruz.
TÜRK EVİNİN ÖZELLİKLERİ Türk evleri genelde tek katlı olmakla birlikte bazen kat adedi çoğalır. Zemin katı bölmesiz ya da az bölmeli olup yerine göre depo, ahır, arabalık, samanlık ve taşlık olarak kullanılır ve zemini genellikle dövülmüş toprak ya da taş kaplıdır. Birçok evde özellikle dar arsa üzerine ve yerleşmenin
say覺-02
15
yoğun olduğu mahallelere inşa edilenlerde, zemin kat ile esas kat arasında bir ara kat vardır. Bu kat genellikle binanın tüm sahasını işgal etmemekte, yalnız zemin katının bazı bölümleri üzerinde bulunan asma kat niteliğindedir. Zamanla bu ara kat önem kazanmış ve adeta ayrı bir kat niteliğine bürünmüştür. Birçok Anadolu evlerinde bu kat kışlık katıdır. 19. yüzyıldan itibaren ara kat ve esas kat arasındaki fark giderek azalmış, planları, yükseklikleri, kullanılışları itibari ile birbirine benzemeye başlamıştır. Fakat üst kat her zaman esas kat olmuştur.
Odalar
sayı-02
16
Odaların sayı ve şekilleri, uygulanacak olan plan tipinin üzerinde en fazla etkisi olan elemandır. Örneğin orta sofalı planda en az dört oda gerekirken, köşe sofalı planda ise oda sayısı en fazla iki ya da üç olur. Ayrıca odaların istikâmetinin de plan üzerinde etkisi vardır. Bilumum oda pencerelerinin aynı tarafa doğru açılması gerekiyorsa, o zaman dış
Sofa, odalar arası ilişkilerin sağladığı ortak alandır. “Sergah, sergi, seyhan, çardak, divanhâne, hayat” v.b. isimler almıştır. Bu alan, ev ve içindeki dolaşımı sağlamanın yanı sıra, bir toplanma mekânıdır. Kalan kısımları oturma alanı olarak kullanılmıştır. Zamanla bu kısımlara daha çok özenilmiş ve eyvan, sekilik, taht, köşk gibi kavramlar ortaya çıkmıştır.
sofalı plan uygulanır. Yani odalar aynı ve tek sıra içine alınır. Fakat dört yönde de oda bulunması isteniyorsa, orta sofalı plan uygulanır.
Sofa Sofa, odalar arası ilişkilerin sağladığı ortak alandır. “Sergah, sergi, seyhan, çardak, divanhâne, hayat” v.b. isimler almıştır. Bu alan, ev ve içindeki dolaşımı sağlamanın yanı sıra, bir toplanma mekânıdır. Kalan kısımları oturma alanı olarak kullanılmıştır. Zamanla bu kısımlara daha çok özenilmiş ve eyvan, sekilik, taht, köşk gibi kavramlar ortaya çıkmıştır. Sofa bir veya iki tarafı kapalı bir sokak şeklinde olabileceği gibi ortada bir meydan şeklinde de olabilir. Plan içinde işgal ettiği alan ve oynadığı önemli rolden dolayı, sofa evin planını meydana getiren başlıca bölümdür. Sofanın şekli doğrudan evin planını etkiler. Sofa, oda sırasının önünde, arasında ya da odaların ortasında olmak üzere üç şekli vardır.
Geçit ve Merdivenler Geçitler genel anlamıyla iki odayı birbirine bağlayan kısımlardır. Bunlar yüklük bölmeleri içinde gizli, kapalı vaziyettedir, yani ancak bir kapı aralığından ibarettir. Zamanla geçitlere plan içinde yer ayrılmış, böylece koridorlar meydana gelmiştir. İki kat arasında bağlantıyı sağlayan merdivenler, sofa içinde yer aldığı sürece, plan üzerinde fazla tesir etmemektedir. Ancak sofa dışında kendilerine ayrılmış bir yerde oldukları zaman ev planına dâhil olurlar.
galeriler ile avluya bağlanır. Bu nedenle evin merkezi açık avludur. En basit şekli tek hücreli olan tipidir. Odalar ikiden fazla olduğu durumlarda aynı sırada bulunurlar. Fakat oda sayısı üç ya da dörtten fazla ise bir araya getirilmeyip oda sayısı arttıkça eve bir veya iki kanat ilave edilir, yani avlunun diğer yüzleri odalar ile çevrilir. Bu durumda odalar birbirine doğrudan ya da eyvanlarla bağlanır .
Dış Sofalı Plan Tipi Bu tip, en eski tiplerden biridir, yerine ve planına göre ön, köşe, açık sofalı, hayatlı, sergâhlı veya seyvanlı ev adını alır. Dış sofalı plan en basit ve orijinal şekliyle, bir oda sırası ve onun önündeki sofadan ibarettir. Bu plan tipinde, odalar birbirine sofa ile bağlanır. Sofa açık ve direklidir. Dış sofalı evlerde simetriye fazla önem verilmez .
Türk Evinde Plan Tipleri Plan tipleri; sofasız plan tipi, dış sofalı plan tipi, iç sofalı plan tipi, orta sofalı plan tipi olarak sıralanır.
Sofasız Plan Tipi Bu tipte oda veya odalar sadece yan yana dizilmek suretiyle evi oluştururlar. Burada sofa vazifesini alt katlarda avlu görür. Üst katlarda ise ev, harici merdivenler ve balkon şeklinde
sayı-02
17
say覺-02
18
Bu bölgenin bir an önce koruma altına alınması, kültürümüzün gelecek nesillere ulaşması adına önemli bir gelişme olacaktır. İç Sofalı Plan Tipi Dış sofalı plan tipinden sonra ikinci derecede önem taşır. Sofanın iki yanı odalar ile çevrilmiştir. İç sofa ihtiyaca göre yan sofa, eyvan veya merdiven sofası ilave edilerek yer yer genişletilmiş ve ferahlatılmıştır. İç sofalı plan tipinin tercih sebebi daha ziyade yer kazancı isteğidir. Odaların sofraların iki tarafına dizilmesiyle sofa sahasından ve dış duvarlardan tasarruf edilir. Odalar arasında irtibat da kolaylaşmıştır .
Orta Sofalı Plan Tipi Sofa evin merkezindedir ve dört tarafı odalarla çevrilidir. Sofanın aydınlık olması için oda sıralarının arasında eyvan şeklinde boşluk bırakılır. Bu eyvanlar daima sofanın merkezindedir ve sofa ile bir bütünlük teşkil eder. Sofaya açılan eyvan sayısının birden dörde kadar çıkarılabilmesi, bu plan tipinin en zengin kompozisyonları üretmesine imkân vermiştir.
MAHMUTBEY KÖYÜ’NDE TÜRK EVLERİ NE DURUMDA? Sultan Şahin eserinin sonunda bir değerlendirme yaparak Türk evlerinin son durumunu şu şekilde ifade etmiştir: “1 no’lu ev yakın zamanda, İstanbul 1 Numaralı Kültür ve
Tabiatlarını Koruma Kurulu Müdürlüğü’nden ve Bağcılar Belediyesi’nden onay alınarak restore edilmiştir. Dış görüntü olarak sadık kalınmaya çalışılan konutun giriş cephesi değişmiştir. Vaktiyle ahır olarak kullanılan zemin kat bakkal olarak düzenlenmiştir. İçine girme imkânı bulamadığımız için, içteki değişiklikler hakkında bir bilgim yoktur. (…) 8 no’lu konut oldukça harap durumdadır. Üst kat ahşap kaplamaları tamamen kaybolmuştur. Burası da miras yoluyla ikiye bölünmüş durumdadır. Orijinal hâlinde ahır kat olarak kullanılan kâgir zemin kat ile bağdâdi teknikle yapılmış ve sofanın iki yanında sıralanan ikişer odadan oluşurken, sofanın bir yanında gelişen iki odaya sahip iki yan cephe de halen mevcuttur. 9 no’lu konuta girme imkânı bulunamamıştır. Vaktiyle aynı özelliklere ve malzemeye sahip olan konutun zemin katı harç ile sıvanmış ve pencereler açılmıştır. Üst katta ahşap kaplama dururken pencereler ev sahibi tarafından yenilenmiştir. Burada cephe, farklı olarak iki yönden dışa, ortadan da içe doğru gelişir. Ön cephenin sol tarafı ve bu yöndeki yan cephesi, eli böğründe deni-
len desteklerle desteklenmiştir. 10 no’lu konut, oldukça harap durumda olup genel yapısını korumuştur. İki kanatlı giriş kapısı, giyotin pencereleri, kullanılamayan ama yaşama alanına dönüştürülmeyen ahır kısmı, malzemesi ve planı ile tamamen orijinaldir. Tüm konutların üst örtüleri, üzeri kiremit kaplı, dört tarafa meyilli ahşap çatıdır. Konutlarda herhangi bir süsleme unsuru yoktur. Mahmutbey’deki eski doku kısmen yaşamakta ve dönemiyle ilgili bilgi vermektedir. Bununla birlikte, gittikçe harap olmaya başlayan eserler yok olma tehlikesi altındadır. Hem zamanın getirdikleri hem de bazı ev sahiplerinin yenileme çabaları ile konutlar genel özelliklerini kaybetmektedir. Bu nedenle bu bölgenin bir an önce koruma altına alınması, kültürümüzün gelecek nesillere ulaşması adına önemli bir gelişme olacaktır.” Mahmutbey Köyü ve evlerinin, tarihi dokusunun, kültürel öğelerinin ve geleneklerinin korunması, Bağcılar’ın masalsı köyüne sahip çıkılması aynı zamanda ülkenin tarihi ve kültürel mirasına sahip çıkılması anlamına gelmektedir.
sayı-02
19
B A Ğ C I L A R ’ I N
SÖYLEŞİ:
T A N I K L A R I
Gülşen Kılınçer
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı
FATMA ŞAHİN: “İstanbulumuzun En Kalabalık, Buna Rağmen
En Örnek İlçesi Bağcılar”
“B
en kadınsız bir politikanın, kadınsız bir siyasetin, kadınsız bir ekonominin, kadınsız bir kalkınmanın eksik ve yarım kaldığını düşünüyorum.’’ diyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ile; kadının demokrasilerdeki yerinden, Türk Ceza Kanunu’nun yapılandırılmasına; yerel yönetimlerin sosyal belediyecilik misyonundan, Birleşmiş Milletler’in Engelliler Sözleşmesi’ne ve çocuk politikalarına kadar pek çok konuya değindiğimiz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
sayı-02
20
Bağcılar Belediyesi 1992’den bugüne, Bağcılar’da pek çok projeyi hayata geçirerek, ilçe sakinlerinin sosyal ve kültürel hayatında yepyeni sayfalar açtı. Özellikle, kadınların sosyal yaşama katılması, meslek edinmesi, kendi yeteneklerini keşfetmeleri, aileleri ile iletişimleri gibi konularda pek çok projenin hayata
geçirildiği Kadın-Aile Kültür Sanat Merkezi’ni kurarak önemli bir adım attı. Yerel yönetimlerin kadın politikaları nasıl olmalıdır? Bağcılar Belediyesi’nin bu konudaki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yerel yönetimler son yıllarda vizyonları, ufku ve hizmet odaklı çalışma anlayışı ile çok güzel işlere imza atmaktadır. Sosyal belediyeciliğin özü insanı merkeze alan, politikalarını insanların huzur ve mutluluğunu esas alarak hazırlayan anlayıştan geçmektedir. Sosyal belediyecilik misyonu; sosyal sorunlar ortaya çıktıktan sonra müdahele eden bir anlayışla değil; öncesinde çocuk, genç kadın, yaşlı, özürlü ve ailelere yönelik sosyal hizmet projeleri oluşturmaktır. Vatandaşlara, sorunları ortaya çıkmadan oturduğu yerde rehberlik, danışmanlık hizmetleriyle sağlıklı, mutlu ve huzurlu hayatın yaşanmasında öncülük
etmeli, toplumları sorunlardan koruyucu ve önleyici olmalıdır. Toplumun yarısını oluşturan kadınlara yönelik tüm çalışmalar, gelecek adına atılan önemli bir adımdır. Ben kadınsız bir politikanın, kadınsız bir siyasetin, kadınsız bir ekonominin, kadınsız bir kalkınmanın eksik ve yarım kaldığını düşünüyorum. ‘2023 Lider Ülke’ hedefinde kadınlar büyük rol oynayacak. Karar alma mekanizmalarında kadınların daha fazla sayıda yer alması çok önemli. Yerel yönetimde de kadın sayısının artması gerekiyor. Kadının potansiyelini ve kadının duygusal zekasını bu alanda da değerlendirmek için çalışıyoruz. Bu arada Kadın - Aile Kültür ve Sanat Merkezi’ni kurarak böyle bir politikaya hizmet eden Bağcılar Belediyemiz, insanın ve toplumun inşasına, sosyal refah düzeyinin gelişimine katkı sağlamaktadır.
BAKAN ŞAHİN: “KADINSIZ KALKINMA OLMAZ’’ Bağcılar Belediyesi’nin öncülüğünde gerçekleşen “Kadınlar Akademisi’’, bir dizi eğitim programını içeren seminerlerle; kadınların meslek, fikir, sanat, eğitim, sağlık, psikoloji gibi konularda bilgilenmelerini sağlıyor. Alanında uzman kişilerin verdiği seminerler sonucunda katılımcı kadınlar sertifika sahibi oluyor. Sizce yerel yönetimler kadının sosyal yaşama katılımı noktasında hangi faaliyetlerde bulunmalıdır? Kadınsız demokrasi olmaz, kadınsız hukuk olmaz, kadınsız kalkınma olmaz. Kadınların mecliste temsil oranını yüzde 4’tü; ama şu anda yüzde 14,4. İnşallah daha da iyi olacak. Hedefimiz ilk seçimde yüzde 30’ları yakalamak. Kadınların toplumda kendileriyle ilgili, kendi kararlarıyla ilgili, toplumun sorunlarıyla ilgili söz sahibi olacak şekilde bilgili ve donanımlı hale gelmesi lazım. Yani her şeyin başı eğitim. Kadın da, erkek de kendini yetiştirerek, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmak zorunda. Erkeklere de hiçbir şey gümüş tepsi içinde sunulmuyor. Büyük bir rekabet var. Bu alanda hareket edecekseniz, bu rekabeti yönetmek zorundasınız. O yüzden de bilgili, donanımlı ve dirençli olmak zorundayız. Belediyeler de kadının bu gelişimine destek vermeli, onların toplumda ve çalışma alanında söz sahibi olabilmeleri için ‘Kadınlar Akademisi’ gibi yararlı programları devreye sokmalı.
Kadın - Aile Kültür ve Sanat Merkezi’ni kurarak böyle bir politikaya hizmet eden Bağcılar Belediyemiz, insanın ve toplumun inşasına, sosyal refah düzeyinin gelişimine katkı sağlamaktadır.
Engelliler Sarayı, Bağcılar Belediyesi’nin en parlak çalışmalarından birisi. Engelliler için özel dizayn edilen bu saray, hem Türkiye’de bir ilktir hem de uluslararası alanda çok ilgi görmüştür. ‘Engelliler Akademisi’ ile; engelliler meslek edinme ve
sayı-02
21
çocuklar hedefleniyorsa bu konuda neler yapılması gerektiğinin net ortaya konulması gerekiyor. Çocuk politikalarıyla gelecek politikaları iç içedir. Artık biz, çocuk haklarını bir lütuf, imtiyaz olarak görmüyoruz. Her insanın doğuştan gelen temel hakkı var. Önce çocuk diyoruz ve çalışmalarımızı geleceğimizi düşünerek planlıyoruz.
işe yerleştirilme noktasında desteklenmekte, sosyal ve kültürel aktiviteler ile hayata katılmaları sağlanmaktadır. Ülkemizdeki engelli sayısını da düşünürsek, yerel yönetimlerin bu konuda hangi adımları atmaları gerekmektedir sizce? Esas engellerin zihinlerde ve kalplerde olduğunu ve engellilerin sorununu bilmemekte olduğunu gördük. Engellilerimize yönelik yeni bir hukuki alt yapı çalışıyoruz. Birleşmiş Milletler’in Engelliler Sözleşmesi’ne göre, artık tıbbi alandan değil, sosyal alandan, yardım ve imtiyaz alanından değil, bir hak ve adalet temelinden yasamızı çalışıyoruz. En kısa sürede, Meclis tatile girmeden önce milletvekili arkadaşlarımızla birlikte yeni tasarımızı yasalaştırmak istiyoruz.
ENGELLİLERE YÖNELİK DÜNYADA BİR İLK
sayı-02
22
Ayrıca engellilerimizin ulaşabilirlik sorunu, sosyal hayata ve iş yaşamına katılma sorunu var. Geçen yıl 7 bin kadro açtık, yeni bir sınav sistemi geliştirdik. Dünyada ilk defa bedensel engellileri, görme engellileri, zihinsel engellileri kendi içinde sınav yaptık ve bu bağlamda hem kamuda hem de özel sektörde engelli istihdamına yönelik her türlü takibi yapıyoruz. Bu yılda ilk aşamada
6 bin civarında engelliyi kamuda istihdam ettik. Korumalı iş yeri ve engelli girişimciler projelerini engellilerin hayatında önemli bir adım olarak görüyoruz. Bağcılar Belediyesi’nin engellilerimizin sorunlarına yüzeysel bakmaması ve onların sosyal gelişimleri ve hayata katılımlarını sağlamaları amacı ile gerçekleştirdiği Engelliler Sarayı projesinin de çok önemli olduğunu düşünüyor ve tüm yerel yönetimlere örnek olmasını umuyorum. Bağcılar Belediyesi, mahallelerinde Bilgi Evleri açarak, okul çağındaki çocukların hem eğitimlerine destek veriyor, hem de onların sosyal ve kültürel faaliyetlere katılmalarını, kulüpler kurarak etkinlikler düzenlemelerini destekliyor. Türkiye’nin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olarak, sizce ailenin en küçük üyesi olan çocukların eğitim ve ahlaki gelişimi için neler yapılmalı? Ailelere destek olma noktasında nasıl faaliyetlerde bulunulmalıdır? Sahip olduğumuz en büyük değer çocuklarımızdır. Onları her türlü olumsuzluklardan korumak, geleceğe en iyi şekilde hazırlamak, hepimizin asli görevidir. Bu konudaki kararlılığımızı son dönemde çocuk hakları konusunda attığımız önemli adımlarla ortaya koyduk. Özgüveni ve algılaması yüksek, bilgi toplumunu yönetecek, insani değerlerle donatılmış
Kadının iş ve siyaset alanında daha fazla söz sahibi olması için bugün Türkiye’nin geldiği nokta nedir? Kadını ekonomik, sosyal hayatın bir parçası yapmak, kadının hem anne vasfını hem kariyerindeki engelleri aşmak, aile, iş hayatını uyumlu hale getirmek, sosyal destek projeleriyle bu işi kolaylaştırmak, ailedeki huzur ve barışı sağlamayı en büyük görevimiz olarak görüyoruz. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile; Kalkınma, Maliye, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlıkları ile ‘aile ve iş yaşantısının uyumlaştırılması’ konusunda bir çalışma başlattık. Bu konuda üç boyutlu bir çalışma yapıyoruz. Bunlar doğum izninin uzatılması, kreş desteği ve esnek çalışma modeli. ‘Kamu olarak biz ne yapmalıyız?’, onu çalışıyoruz. Kadının yaşam kalitesini yükseltmek ve kadını, sürdürülebilir kalkınmanın öznesi yapmak bizim en temel hedefimizdir. Dünyayı ve zamanın ruhunu, iyi yakalamamız gerekiyor. Bilgi ve teknoloji çağını yakalamak durumundayız. Beşeri sermayemiz en büyük avantajımız. İnsanı merkeze alan yönetim anlayışıyla yola devam etmemiz gerekiyor. Kadını merkeze alan, kadının gücünü ekonomiye katan bir anlayışı ele almadığımız zaman eksik kaldığımızı gördük. Anayasa başta olmak üzere TCK’da, iş kanununu, medeni kanunu yeniden yapılandırdık. Yeni anayasa yapım sürecinde her maddede kadını öne koyan bir hukuk devleti ol-
mayı işin olmazsa olmazı olduğunu belirtmek isterim. Genç olan nüfusumuzun en önemli kısmı kadınlardır. Toplumun yarısının, yani kadının potansiyelini yok saydığınız zaman hiçbir hedefe ulaşamazsınız. Toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikle mücadele etmek için bir çok çalışmamız var. Son olarak Dünya Ekonomik Forumu (DEF) çatısı altında oluşturulan görev grubunda yer alan ve Türkiye’de ekonomik alandaki cinsiyet uçurumunu en aza indirmek için ‘İşte Eşitlik Platformu’nu oluşturduk. Ülkelerin, kadınların iş hayatına katılım ve onlara sunulan fırsatlar açısından değerlendirildiği ve sıfırdan 1’e kadar puanladığı indekste, Türkiye’nin 2012 notu, 0,414. Hedefimiz bu notun 3 yılda yüzde 10 seviyesine yükseltilerek 0.455’e ulaşması. Bağcılar’da sesleri daha az çıkan kesimlerin şehir yönetiminde söz sahibi olması noktasında kurulan ‘Kadınlar Meclisi’, ‘Çocuklar Meclisi’, ‘Engelliler Meclisi’ gibi oluşumları katılımcı demokrasi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınların, çocukların ve engellilerin; sorunlarını ve ihtiyaçlarını konuşabilmeleri, tartışabilmeleri ve çözüm bulabilmeleri ve sonuç olarak belediye yönetimi tarafından uygulanmasını denetleyebilmelerini sağlayan demokratik ve katılımcı oluşumların önemi büyüktür. Toplumun her kesiminin söz sahibi olduğu bir yönetim mutlu bireyler, mutlu aileler ve mutlu bir toplum oluşmasına katkı sağlayan en önemli unsurdur.
EVLİLİK EĞİTİMİ ŞART Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, ailenin toplumun en güçlü birimi olması gerektiğini vurgulamakta, vizyoner bir belediyecilik anlayışı ile aileyi tüm belediyecilik faaliyetlerinin merkezine koymaktadır. Toplumumuzda aile içi şiddet, kadının
Belediyecilikte örnek projeleri ile 20 yılını dolduran, İstanbul’umuzun en kalabalık ama buna rağmen örnek ilçesi Bağcılar Belediyemizin başarılarının devamını diliyorum. çalışma koşulları, çocukların eğitimi gibi sorunlar hep en üst sırada olmuştur. Bu noktada sizce, yerel yönetimlerin aileyi destekleme noktasında yapması gerekenler nelerdir? Her bir aile ve içindeki her bir birey bizim için çok kıymetli. Biz, önce insan diyerek yola çıktık. Aile, toplumun en küçük ama en kıymetli yapı taşıdır ve hem neslin devamını, hem de kültür, medeniyet, inanç gibi değerleri gelecek nesillere taşıyan kıymetli bir yapıyı beraberinde getirir. Bu kapsamda evlenmek üzere nikah işlemleri için belediyeye başvuran çiftlere evlendikleri zaman neler yaşayabilecekleri ve nasıl çözebilecekleri konusunda bir eğitim verilmesi önem taşımaktadır. Aile birliğinin bozulması kelebek ve çarpan etkisiyle iki kişi arasında kalmayarak ailenin diğer fertlerini ve toplumu da etkiler. Bu yüzden ailenin korunması, hizmetlerin insan odaklı belediyeciliğe dönüştüğü son yıllarda ne kadar önemli olduğu aşikardır. Bağcılar, İstanbul’un en kalabalık ilçesi. Bu sebeple sosyal ve kültürel çalışmalar Bağcılar için oldukça önemli. Bu çerçevede Bağcılar Belediyesi’nin örnek projelerinden biri olan Nostalji Bahçeleri, komşuluk bilincini, birlikte vakit
geçirmenin önemini vurgulamakta, şehir hayatının içinde yeşilin ve meyve ağaçlarının gölgesinde vakit geçirme imkânı sunmaktadır. Çevre ve estetik açısından da şehir hayatına yeni bir soluk getiren bu proje hakkında sizin görüşleriniz nelerdir? Bağcılar Belediyesi’nin bireylerin gittikçe yalnızlaştığı şehir ortamında insanlara, ailelere biirlikte vakit geçirebilme, sosyalleşme, piknik ve spor yapabilme imkanı veren Nostalji Bahçeleri projesini sosyal çalışmalara örnek teşkil edebilecek çok önemli bir özgün proje olarak görüyorum.
BAĞCILAR BELEDİYESİ ÇALIŞTIĞINI, ÖRNEK PROJELERİYLE GÖSTERİYOR Belediyecilikte 20. yılını dolduran Bağcılar Belediyesi, geleceğini nasıl şekillendirmeli? Bu konudaki tavsiyeleriniz nelerdir? Vatandaşların, belediye hizmetlerinden en ideal anlamda yararlanmaları çocuk, kadın, aile, özürlü ve yaşlı bireylerin beklentilerinin tam olarak belirlenmesiyle münkündür. İlçe sınırları içinde yaşayan halkın taleplerini analiz eden, yönetim sürecine katılımı esas alan yerel yönetimler vatandaşların mutluluk ve huzur içerisinde hayat düzeylerini geliştirecek hizmetleri ortaya koyabilir. Yalnız halkın ihtiyaçları ve beklentilerinin yanında gelecek vizyonunun oluşturulması, halkın şu an için aklından bile geçirmediği, ancak halkın ihtiyaçlarının çeşitliliğini dikkate alacak ve ileriye dönük sosyal refahını geliştirecek hizmetlerin devreye sokularak ufkunun da açılması gerekmektedir. Bu bağlamda çalıştığını, belediyecilikte örnek projeleri ile göstererek 20 yılını dolduran İstanbul’umuzun en kalabalık ama buna rağmen örnek ilçesi Bağcılar Belediyemizin başarılarının devamını diliyorum.
sayı-02
23
Hüsn-Ü Hat Çizgiden Hikmete Açılan Yol:
İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra diğer sanat dalları yanında hat sanatının da merkezi olmuş ve bu sanat, yüzyıllarca İstanbul’dan sesini duyurmuştur. İstanbul’un hat sanatındaki önemini, İslâm âleminde sürekli dile getirilen su meşhur söz tescil etmektedir: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nâzil oldu. Mısır’da okundu. İstanbul’da yazıldı”.
at sanatı, İslâm estetiğinin hem mânâ hem de manevî noktadan ulaştığı zirveyi gösteren, geliştiği ortamda hiçbir sanat akımından etkilenmediği gibi, pek çok sanat akımına da ilham veren bir sanattır. Sözlük anlamı “yazı yazmak, işaret koymak, çizgi çekmek” gibi mânâlara gelir. Arap harfleri ile güzel yazı yazmak sanatı olarak da tanımlanabilecek olan Hüsn-ü Hattın İslâm kaynaklarındaki en güzel tarifi Hattatlar tarafından yapılmıştır: “Hat, cismanî aletlerle meydana getirilen ruhanî bir hendesedir”.
sayı-02
24
Kur’an-ı Kerim’in ve hadislerin yazı öğrenmeyi teşvik etmesi bu sanat dalının temelini oluşturmuştur. Dünyanın hiçbir alfabesinde görülmeyen dairevî bir kıvraklığa sahip olan Arap harflerinin kelimenin başında,
ortasında ve sonunda farklı şekillerde yazılabilme imkânına sahip olması nedeniyle estetik olarak gelişerek İslâm sanatı hüviyetini kazanmıştır.
“ALLAH GÜZELDİR, GÜZELİ SEVER” Allah Resûlü’nün “Allah güzeldir güzeli sever” hadisi, İslâm estetik anlayışının temelini oluşturmuş, İslâm sanatları bu çerçevede gelişme göstermiştir. Bilhassa devlet yöneticilerinin sanatı teşvik etmeleri ve sanatçılara destek olmaları, hat sanatının günümüze kadar gelişerek gelmesinin en önemli sebeplerinden biridir. Bu gelenek halifeler, sultanlar, vezirler ve zenginlerin vakıflar kurarak geleceğe ışık tutacak abidevî eserlerin ortaya konmasında öncülük etmiş, çevrelerinde yüksek seviyede sanat muhitleri
oluşturmuşlardır. Arap alfabesinin bünyesinde taşıdığı estetik imkânlar ve devlet büyüklerinin desteklerinin yanı sıra hat sanatının gelişmesinde bir diğer etken de sanatkârların kişisel gayretleri ve daima yenilik arama çabaları doğrultusunda güzele ulaşma hedefleri olmuştur. İslâm dünyasında hat sanatında ilk olarak İbn-i Mukle daha sonra İbn-i Bevvab adları ile bilinen sanatçılar tarafından yazı, güzel yazılma tekniğiyle ele alınmıştır. Amasyalı bir Türk olan ve Musta’sım zamanında Abbasilerin başkenti Bağdat’ta yaşayan Yakut el-Musta‘sımî Aklam-ı Sitte denilen Sülüs, Nesih, Reyhanî, Muhakkak, Tevkî ve Rikâ’ adlarıyla bilinen hat çeşitlerini belli esaslara bağlayarak, hat sanatının yazılış kaidelerini tespit etmiştir. Onun ortaya koyduğu hat
sanatındaki anlayış kendisinden sonra talebeleri tarafından İslâm dünyasına yayılmıştır. Aradan iki yüzyıl geçtikten sonra, yine Amasyalı olan Şeyh Hamdullah, Yakut’un yazılarını yeniden ele alarak, hat sanatında yeni bir çığır açmıştır. Böylece İstanbul’a gelen hat sanatında Şeyh Mektebi hâkim olmuştur. Kendisinden sonra gelen hattatları tesiri altına almış olan Şeyh üslûbu, Türk Hat Sanatı Tarihi’nde 150 yılı aşan bir süre etkisini hissettirmiştir. 17. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Hafız Osman ise Şeyh Hamdullah’ın yazılarını yeni bir süzgeçten geçirerek, kendi zevk anlayışını ve sanat gücünü katarak yeni bir üslûp ortaya koymuştur. Böylece hat tarihinde Şeyh üslubu yerini Hafız Osman üslûbuna bırakmıştır. Hafız Osman’dan bir asır sonra gelen İsmail Zühdü ve kardeşi Mustafa Rakım ise Hafız Osman’ın yazılarından ilham alarak kendi şivelerini ortaya koymuşlardır. Özellikle Mustafa Rakım Sülüs, Nesih yazılarında olduğu gibi Celî Sülüste de gerek harf gerekse istif mükemmeliyetiyle bütün hat üstatlarının zirvesine çıkmıştır.
“KUR’ÂN İSTANBUL’DA YAZILDI” Hat sanatı, Osmanlılarda 17. yüzyıldan itibaren esaslı bir mektep hâlini almak suretiyle Türk sanatı hüviyetini kazanmıştır. Osmanlı coğrafyasında ve özellikle merkezi olan İstanbul’da bütün sanat kolları gelişmiş ve en olgun eserlerini vermişlerdir. İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra diğer sanat dalları yanında hat sanatının da merkezi olmuş ve bu sanat, yüzyıllarca İstanbul’dan sesini duyurmuştur. İstanbul’un hat sanatındaki önemini, İslâm âleminde sürekli
dile getirilen su meşhur söz tescil etmektedir: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nâzil oldu. Mısır’da okundu. İstanbul’da yazıldı”.
HATTAT MEKTEBİ: MEDRESET’ÜL HATTATÎN Osmanlı döneminde sarayın destek ve himayesiyle büyük ilgi gören hat sanatı, İstanbul’un Fethi’nden günümüze kadar resmi müesseselerde olduğu gibi vakıf kurumlarında da geleneksel metotla yani meşk usulüyle yürütülmüştür. Osmanlı’da tale-
beler hat sanatıyla ilk kez Sıbyan mekteplerinde karsılaşmaktaydılar. Buralarda daha ziyade yazıyı tanıma, bir parça ölçülü ve güzel yazabilme amacı söz konusuydu. Ayrıca, halka açık olan bu Sıbyan mektepleriyle aynı seviyede olan fakat saray erkânının çocuklarının okuduğu Şehzâdegân mekteplerinde de hat dersleri verilmekteydi. Tamamen sanat eseri verme ve sanatkâr yetiştirme amacına yönelik çalışan hattatlar, daha çok Dîvân-ı Hümâyûn, Enderun-i Hümâyûn, Galata Sarayı, Muzıka-yı Hümâyûn gibi resmî veya medrese, mektep gibi
sayı-02
25
Picasso: “Benim varmak istediğim son noktayı, İslâm yazısı çoktan bulmuş.” sayı-02
26
vakıf öğretim kurumlarında hat eğitimi ve öğretimi vermekteydiler. Hat sanatkârları okullardaki görevleri dışında da kendi evlerinde ya da zenginlerin konaklarında hem halka yönelik umumi hem de belli talebelere dönük özel dersler verip, hattat yetiştirmişlerdir. Okullarda ve konaklarda ders veren sanatkârlar buna mukabil az çok ücret almalarına rağmen halka yönelik derslerden hiçbir zaman ücret almamışlardır. Aynı şekilde bazı külliyelerde “Meşk-Hâne” veya “Yazı Odası” olarak adlandırılan ve yazı meşkine tahsis edilen bir hücrenin bulunduğu, muallim olarak haftanın belirli günlerinde buraya gelerek ders veren hattatların da ücret aldıkları bilinmektedir. Hat sanatı tarihine baktığımızda, yazı çalışmaları daha ziyade ücrete tabi olmaksızın, Enderun, Dîvân-ı Hümâyûn gibi devlet mektepleri ile vakıf kuruluşları bünyesinde yürütülmüştür. Bunun yanı sıra hat sanatçılarının özel mekânlarında da bu sanata gönül vermiş kişiler yetiştirilmiştir. Yazı çalışmaları, 20. yüzyılın başlarına kadar bu şekilde devam etmiştir. II. Meşrutiyet sonrası başlatılan yeni eğitim çalışmaları kapsamında; Hat, Tezhîb, Cilt, Minyatür gibi sanatların bir okul bünyesinde toplanması kararıyla 31 Mayıs 1914 tarihinde “Medresetü’lHattatin” adıyla yeni bir okul açılmıştır. Hat ve Tezhîb, Teclid gibi kitap sanatlarını unutulmaktan kurtarma adına açılan bu medrese, faaliyetlerine 1924’te medreselerin kapatılmasına kadar “Medresetü’l-Hattatin” adı altında devam etmiştir. Medreselerin kapatılmasından kısa bir süre sonra bir sanat okulu olarak
değerlendirilerek çalışmalarına “Hattat Mektebi” adı altında tekrar başlamıştır. 1928 tarihli Harf Devrimi’nden sonra “Arap harflerinin terki sebebiyle mânâ ve gayesi kalmamıştır” gerekçesiyle kapatılan mektep daha sonra “Şark Tezyini Sanatları Mektebi” adı altında çalışmalarına başlamıştır. Kısa bir süre sonra adı “Türk Tezyini Sanatları Mektebi” olarak değiştirilmiş ve nihayet 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi bünyesine dâhil edilmiştir. Günümüzde hat sanatı eğitimi basta Güzel Sanatlar Fakülteleri’nin Geleneksel El Sanatları Bölümleri olmak üzere İlahiyat Fakülteleri, İmam Hatip Liseleri gibi resmi kurumların yanı sıra birçok hat sanatkârının şahsi atölyelerinde meşk usûlüyle geleneğe uygun biçimde devam ettirilmektedir. Hat sanatının beşiği İstanbul olmakla birlikte Konya ve Bursa gibi bazı şehirlerimizde de yoğun bir eğitim öğretim faaliyeti gözlenmektedir. Türkiye dışında ise İran’da Ta’lik’e ve bazı Arap ülkelerinde ise çeşitli hat türlerine ağırlık verildiği görülmektedir. Mısır’da, Hidivler Dönemi’nde hat eğitimi ve öğretimine büyük önem verilmişse de bu durum günümüzde önemini yitirmiştir. Irak’lı çağdaş bir iki hattatın dışında hat sanatının merkezi hâlâ Türkiye’dir.
HAT SANATI’NDAN MÜCERRET RESİM ANLAYIŞINA İslâm’ın estetik anlayışı manevî olana, ruhun yüceliği temeline dayanır. Bu sebeple kaba-saba bir müşahhas anlayıştan ziyade, zarif bir mücerret anlayışa sahiptir. İslâm’da resim yasağı denilen insan tasviri yasağı, sanatkârları daha latif ve ince bir yola sevk etmiş, hat sanatında, ebru sanatında, minyatür sanatında, mimarîde ve çeşitli süsleme sanatlarında zirve örnekler ortaya koymalarını sağlamıştır. Bu durum, 20. yüzyılda batılı sanatçıların dikkatini çekmiş, soyut-mücerret sanata kayan bazı ressamlar, doğu ve İslâm sanatları ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bu arayışın ortaya çıkardığı Kubizm, Fovizm, Gerçeküstücülük, Sürrealizm gibi akımların öncüleri olan Cezanne, Picasso, Klee, Miro, Kandinsky gibi ressamların eserlerinde doğu sanatının
etkisini görmek mümkündür. Nurullah Berk “Ustalarla Konuşma” isimli eserinde bu konuyu ayrıntılarıyla anlatır: “Ünlü İspanyol ressamı Picasso usta bir hattatın eserini gördüğünde “işte resim” demekten kendini alamıyordu. “Benim varmak istediğim son noktayı, İslâm yazısı çoktan bulmuş” diyor ve Türk hattatlarının eserlerini inceledikten, onlarda gördüğü resimsel plastik zenginlikleri şöyle dile getiriyordu: “Ama bunlar ne kadar ritmik! Bunlardan bir şeyler çıkar! Doğulu renkçidir ama renkçiden çok çizgici, soyuttur.” Hattatların kaleminden koskoca bir medeniyetin izlerini sürmek isteyenler, İstanbul’un camilerine, türbelerine, mezar taşlarına, kitabelerine daha dikkatli baksınlar. Oralarda göreceklerdir ki, Osmanlı medeniyeti, İstanbul’a imzasını hat sanatıyla atmıştır.
sayı-02
27
Bir Hüzün ve Bir Umut MOS TA R
Bosna-Hersek’te 1992 yılında başlayan ve 3 yıl süren iç savaş, Mostar’ı harabeye çevirdi. İşte savaşın gerçekleri o zaman ortaya çıktı: Dostluğun, kardeşliğin, merhametin, umudun köprüsü Mostar, yerle bir olmuştu…
sayı-02
28
ir hayâl şehirdir Mostar; Bosna’nın nadide bahçesi, Osmanlı’nın ruhu, insanlığın son kalesidir; bir şiirdir Mostar… Avrupa’nın ortasında açmış bir medeniyet çiçeği, bir gül bahçesi, bir ruhu mücerrettir Mostar…
Gelmiş geçmiş en güzel dünya şehirlerinden, hüzünlü ve bir o kadar umut yüklü Mostar’dan bahsedeceğiz. Mostar, Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’nın 162 km. güneybatısında yer alan küçük bir şehir-
dir. Şehrin ortasından Neretva nehri geçer. Adı Boşnakça’da ve diğer Slav dillerinde “köprü” anlamına gelir. Buraya Mostidi, Mostar ve daha doğru olarak Mostari (köprücüler) denilmiştir. Evliya Çelebi de Mostar’ın “köp-
rülü şehir” mânâsına geldiğini belirtir.
KÖPRÜLÜ ŞEHRE MÜSLÜMANLAR GELİYOR Hersek bölgesinin Osmanlılar tarafından fethi 1483’te tamamlandıktan sonra Mostar’ın stratejik bir merkez olarak önemi arttı. 16. yüzyılın başlarında inşa edilen Sinan Paşa Camii, Müslüman nüfusun toplanmasına katkıda bulundu. Nitekim şehrin en eski Müslüman Mahallesi de bu cami etrafında oluşmuştur. Mostar’ı 1664 yazında ziyaret eden ve burayı çok sıcak bulan Evliya Çelebi, şehirde elli üç mahalle, 350 dükkân, kırk beş cami ve mescid, kaygan taştan yapılmış, üzeri kiremit örtülü 3040 kadar kagir evden söz eder. Evliya Çelebi Mostar halkının Türkçe, Boşnakça ve Latince konuştuğunu belirtir.
ŞEHRİN YENİ SAHİPLERİ 1878’de Bosna-Hersek bölgesi Batılı devletler tarafından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
himayesine verildi. 5 Ağustos’ta Avusturya-Macaristan kuvvetleri herhangi bir direnişle karşılaşmadan şehre girdi. 1908’de resmen bu devletin bir parçası haline gelen şehir AvusturyaMacaristan’ın dağılmasına kadar (1918) böyle kaldı. 1918-1941 yılları arasında halkın bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı da dönemin Yugoslavya’sı içerisine göç ettirildi. II. Dünya Savaşı döneminde Almanya ve İtalya iş birlikçisi olarak tesis edilen Bağımsız Hırvatistan Devleti’ne dahil oldu ve Hırvat unsurunun etkisi altında kaldı. Bu savaşın ardından kurulan yeni Tito Yugoslavyası devrinde (1945-1990) altı cumhuriyetten biri olan Bosna - Hersek Sosyalist Cumhuriyeti içinde Hersek bölgesine ait bir idarî birimin merkezi haline getirildi. Bu dönemin ilk yıllarında birçok dinî yapı yıktırıldı.
MOSTAR KÖPRÜSÜ: YIKILAN KARDEŞLİK BAĞI Mostar şehrinin sembolü, şehrin ortasından geçen nehrin üzerine yapılmış olan Mostar Köprüsü’dür. Kanuni Sultan
Süleyman zamanında, Mimar Sinan’ın talebelerinden Mimar Hayreddin tarafından yapılan, taş işçiliğinin nadide eserlerinden biri olan Mostar Köprüsü… Mostar’da yaşayan Hırvat ve Müslümanlar’ın kardeşlik ve dostluk köprüsü… Mostar’ı Mostar yapan köprü… Bosna-Hersek’te 1992 yılında başlayan ve 3 yıl süren iç savaş, Mostar’ı harabeye çevirdi. Osmanlı döneminden kalma eserlerin çoğu tahrip edildi. Özellikle hedef seçilen Mostar Çarşısı ve tarihî köprüsü Hırvat topçu ateşiyle yıkıldı. İşte savaşın gerçekleri o zaman ortaya çıktı: Köprü yıkılmıştı… Dostluğun, kardeşliğin, merhametin, umudun köprüsü Mostar, yerle bir olmuştu… Köprüyle birlikte binlerce Müslüman Boşnak etnik soykırıma tabi tutulmuş, kadınlar çocuklar vahşice katledilmişti. Bugün yeniden inşa edilen
sayı-02
29
köprünün üstünden geçerken, o savaş çığlıkları kulaklarında çınlamaktadır hâlâ Bosnalıların… Aliya İzzet Begoviç’in memleketi, hem umudun hem hüznün şehrinde, yıkılan köprü yeniden yapılmıştır ama kopan o bağ yeniden bağlanabilecek midir?
UMUT YENİDEN YEŞERİRKEN…
sayı-02
30
Mostar, bugünkü Bosna Cumhuriyeti’ni meydana getiren iki federal yapıdan birini oluşturan Bosna-Hersek Federasyonu’nda önemli şehirlerden biri sayılmaktadır. Temmuz 1994’teki barış harekâtı, etnik grupların bir arada yaşamasını ve şehrin yeniden inşasını desteklemek için millet-
lerarası anlaşmalar çerçevesinde Mostar şehrinin idaresini üstlendi. İç savaştan sonra Mostar büyük nüfus kaybına uğradıysa da 2000’li yılların başında yeniden toparlandı. Mostar’a çok sayıda Müslüman ve Hırvat grupları yerleşti, Sırplar Mostar’ı terk ettiyse de daha sonra bir kısmı geri döndü. 2004 yılı başlarına ait bir tahmine göre şehrin nüfusu 94.000’i bulmuştur. Bugün şehirdeki etnik grupların oranları hakkında resmî istatistikler olmamakla birlikte Müslüman Boşnak unsurunun % 50’nin üstünde bir çoğunluğu teşkil ettiği sanılmaktadır. 2005 yılında UNESCO, Mostar Köprüsü ve çevresini Dünya Mirasları listesine aldı.
MOSTAR KÖPRÜSÜ’NÜ İÇİMİZDE KURMAK Çok zor artık atılan köprüleri, yıkılan iletişimi, kurşunların
deldiği duvarları, çiçek saksılarının bağrındaki yaraları, ağaçların koparılan köklerini, insanların alınan canlarını yerine koymak… Avrupa Mostar’dan başlar… Ve bugün Avrupa, Mostar’da biter… Köprünün o güzelim görüntüsü yeniden umut aşılasa da, hep hüzünle karşılar sizi; mırıldanır, sanki derinden bir anne türküsü, bir sevda şarkısı söyler, acıyla beslenmiş… Mostar, evet çok güzeldir, öyle güzeldir ki, kalbinizin içinde sakladığınız tüm acıları, tüm hüzünleri yeniden hatırlatır, yeniden, yeniden… Çünkü şair yazmıştır artık o şiiri: “Gökkuşağını Gökkuşağını parçaladılar Üstünde nişanlılar buluşur Üstünde şairler karşılaşırdı Mostar Köprüsü’ne ateş açtılar.” Kamil Eşfak Berkî
İşgal Altındaki Mukaddes Şehir KU D Ü S
Selahaddin Eyyübî geldi çok uzaklardan; atını hiç durmadan sürdü Kudüs’e, dağıttı kara bulutları rüzgârıyla; Miraç Kandili idi Kudüs’e yeniden hayat geldiğinde… udüs, Quds-i Şerif, Yeruşalayim, Jerusalem, Uruşelim, Makdis, Beyt-ül-Mukaddes, İlya ve Eyliya… Onlarca ismi ve 3000 yıllık geçmişiyle dünyanın en eski şehirlerinden biridir Kudüs… UNESCO’nun Dünya Mirasları listesinde üst sıralarda yer alıyor. Çünkü dünyanın inanç haritası Kudüs’e uğramadan tamamlanmıyor… Kudüs… Museviler, Hıristiyanlar ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen şehir… Kudüs… İshak, Yakup, Yusuf Peygamberlerin kabirleri bu topraklarda… Hazreti İbrahim’in ve Hazreti Lût’un gençliği bu topraklarda… Musa ve Harun Peygamberler Allah’ın emri ile Kızıldeniz’i geçip Kudüs’e geldiler… Allah Sevgilisi, şehirlerin en sevgilisine buraya ayak bastı… Kudüs, Mescidi Aksa’nın mekânı… Mescid-i Aksâ ki, Müslümanların ilk kıblesi, Allah Resulü’nün peygamberlerle namaza durduğu, Burak’a binip Mîrac’a yükseldiği mescid… Hazreti Süleyman, cinlere inşa ettirdi sarayını, bu topraklar-
da… Babil Kralı yakıp yıkmaya başlayana dek, ayakta kaldı bu mabed…
sanatkârlar akın etti buraya… İmam Gazalî bu topraklardan geçti mesela…
Hazreti Zekeriyya burada katledildi, Hazreti Yahya burada şehid oldu…
Haçlılar geldi sonra, Kudüs’ün gülen yüzünü soldurdu, Yahudi ve Müslümanlar’ı katletti, kara bulutlar atların burunlarından girdi Kudüs’e yeniden…
Hazreti İsa burada davet etti insanlığı hak dine… Burada Allah katına yükseldi, zalimlerin şerrinden felah bularak…
“EY BARIŞ VE BEREKET ŞEHRİ” Önce Babilliler sonra Romalılar işgal etti Kudüs’ü… Bizans imparatoru Konstantin Hıristiyanlaştırdı şehri… Hazreti İsa’nın beşiğini Kudüs’ten getirdi İstanbul’a: Taş beşik Beşiktaş’a isim oldu asırlar sonra… Halife Hazreti Ömer’in komutanlarından Ubeyde bin Cerrah fethetti Kudüs’ü; sevindi Kudüs, çiçekler açtı askerlerin bastığı yerlerde; kucakladı Müslüman askerleri, özlemini çektiğini yavrusuna kavuşan bir anne gibi… Selçuklular Kudüs’e hâkim oldukları 25 yıl boyunca, dünyanın dört bir yanından âlimler, şairler,
Selahaddin Eyyübî geldi çok uzaklardan; atını hiç durmadan sürdü Kudüs’e, dağıttı kara bulutları rüzgârıyla; Miraç Kandili idi Kudüs’e yeniden hayat geldiğinde… Sonra Yavuz bir Sultan girdi Kudüs’e; Yavuz Sultan Selim yeniden imar ettirdi şehri; açtı limon ağaçları çiçeklerini yeniden, güldü çocukların yüzü, annelerin yüreği… Sonra yine karabulutlar çöktü Kudüs’e; Abdülhamid Han direndi, dağıttı karabulutları, vermedi tek parçasını kimseye, imar etti şehri baştanbaşa… Karabulutlar tekrar geldiklerinde, Abdülhamid Han yoktu, Yavuz Selim yoktu, Selahattin Eyyubi yoktu…
sayı-02
31
anılmaktadır? Ne olmuştur Selahaddin Eyyübi’ye, Yavuz Sultan Selim’e, Abdülhamid Han’a? Yapayalnız kalmış bir avuç Filistinli mi korumalıydı Kudüs’ü, can pahası? Yoksa “iyi adamlar”ın hepsi “iyi atlara binip gittiler” mi gerçekten? Şair Nizar Kabbanî’nin dizeleri umut olsun insanlığa:
1917’de İngilizler geldi, şehri aldılar gerçek sahiplerinin elinden, verdiler İsrail’e… İsrail devlet oldu olalı, Kudüs gün yüzü görmedi; karabulutlar dağılmadı semasından… İsrail İsrail olalı, Kudüs hiç Kudüs olmadı…
Peki, bugün Kudüs bize ne ifade eder? Ne olmuştur da, dünyanın en eski, en mukaddes ve en mübarek şehri, şairlerin ilhamı, insanlığın semâya açılan kapısı, peygamberler toprağı, bugün kanla, ölümle, işgal ve savaşla
Ey Kudüs, ey şehrim Ey Kudüs, ey sevgilim Yarın, yarın çiçek açacak limon Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytin Gözler gülecek Geri dönecek göçmen güvercinler Tertemiz yuvasına Ve geri dönecek çocuklar oynamaya Buluşacak babalarla oğullar Ey memleketim Ey barış ve bereket şehri Nizar Kabbanî
Ne Sancılardan Geçti de Bu Günlere Geldi F LO RA N SA
Uzun süreli çalkantılardan sonra bağımsızlığın tadını çıkaran görkemli bir şehir...
sayı-02
32
azı zamanlar Floransa bir zaman kapsülünde hapsolmuş görünür. Şöyle bir kalkıp, şehrin üzerinden baktığınızda çok sayıda tarihi binanın çatılarını, şehrin merkezinde muhteşem Duomo’yu ve Arno nehrinin
uzaklara doğru zarifçe kıvrılarak gittiğini görürüz. M.Ö 59 yılında Jül Sezar’ın, ordusundan emekliye ayrılmış askerlere Arno Nehri vadisindeki bu verimli toprakları vermesiyle
Floransa’nın tarihi başladı. Kurulduğu zaman adı ‘Florentia’ olan şehir, M.S 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Bizans ve Ostrogot istilalarına uğradı. Bizanslılar, Gotlar ve Lombardlar ile daha
sonra da Franklar ile birleşerek Floransa’yı, savaş beylerinin yönetimindeki küçük bir tımar haline getirdiler. Ortaçağ’da ekonomik açıdan son derece zayıf bir dönemden geçen Floransa, 774 yılında Şarlman’ın şehri işgal edip Toskona Düklüğü’ne bağlamasından sonra 11. yüzyılda yükselmeye başladı ve 12. yüzyılda bağımsızlığını kazandı.
AVRUPA’NIN KAÇINILMAZ ARİSTOKRASİSİ... Uzun süreli çalkantılardan sonra bağımsızlığın tadını çıkaran bu görkemli şehirde aristokrasinin ayak seslerinin yükselmesi de elbette kaçınılmazdı. Bir kaç yüzyıl boyunca yeni oluşan ve servet edinmeye başlayan ticari birlikler Floransa’nın kontrolünü elde edebilmek için soylular sınıfıyla mücadele ettiler. Floransa tarihinin dönüm noktalarından birini yaşadı ve en geniş anlamda kültürün ‘yeniden doğuş’u yani Rönesans gerçekleşti. Bir kaç yüzyıl boyunca yeni oluşan ve servet edinmeye başlayan ticari birlikler Floransa’nın kontrolünü elde edebilmek için geçmişe ait soylular sınıfıyla mücadele ettiler. 13. yüzyıla gelindiğinde anlaşmazlıklar yatıştı ve ticari birlikler artık Floransa
cumhuriyetine hakim oldular, ekonomi de iyi durumdaydı.
FLORANSA’NIN ALTIN ÇAĞI: ‘MUHTEŞEM LORENZO’ Floransa gelişmesine ve zenginleşmesine devam ededururken, daha önce çok kuvvetli bir kent olan komşu kent Pisa’yı da ele geçirdi. 1348 yılındaki veba salgını kentin çok sayıda sakininin ölümüne neden oldu. Nihayet 15. yüzyılın ilk yarısında kent ünlü Medici ailesinin eline geçti. Medici ailesi bankacılık mesleği dolayısıyla zengin olmuş nüfuzlu bir aileydi. Önceleri kenti perde arkasından yönettiler. Ailenin ilk önemli üyesi olan Cosimo büyük bir saray (Palazzo Medici) inşa ettirdi. Sonra yerine geçen oğlu Piero ve torunu Lorenzo çok gösterişli binalar inşa ettirmeye ve dönemin mimar ve heykeltraşlarını maddi bakımdan desteklemeye devam ettiler. Lorenzo’nun 1469-1492 yılları arasındaki önderliği döneminde Floransa altın çağını yaşadı. Lorenzo aralarında Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Botticelli’nin de bulunduğu sanatçılara verdiği destek ile İtalya yarımadasında Rönesans’ın ayak seslerini güçlendirdi. Lorenzo,
kendisine o kadar büyük bir saygınlık kazandırdı ki ‘Lorenzo il Magnifico’ yani ‘Muhteşem Lorenzo’ adıyla anılmaya başladı. Taht kavgaları bir tek Osmanlı’da mı vardı sanki, Floransa’da da çeşitli kavgalar, gürültüler peydah oldu ve 1537 yılında Medici ailesi kendilerini resmen ‘Floransa Dükü’ ilan edip ‘Medici Hanedan’ı nı kurdular fakat hanedan en nihayetinde 1737 yılında nesillerinin tükenmesi sebebiyle sona erdi. Tabii ki tarih anlatmakla bitmez hele ki başlangıcı çok eskilere dayanıyorsa... Bu bilgiler de Floransa tarihinden kısa pasajlar niteliğini taşımakta... Gidilesi görülesi dünya miraslarındandır Tarihi Floransa Şehri...
sayı-02
33
İ S TA N B U L’ U N
m e s, h u r çarşıları
f
f
Farsça ÇARSU kelimesi dilimize çarşı şeklinde girmiştir. Çarşı, üstü kapalı pazarlara verilen isimdir.
sayı-02
34
“Kapalıçarşı deyip de geçme… Kapalıçarşı, Kapalı kutu…”
Osmanlı Ticaretinin Hayat Damarları: Çarşılar
Orhan Veli’nin bu dizelerinden daha iyi anlatan var mıdır İstanbul’un Kapalıçarşı’sını… Şair, Kapalıçarşı’nın içinde binbir gizemi, sırrı, tarihi barındırdığını anlatıyor bize… Yalnız Kapalıçarşı değil, İstanbul’un tüm çarşıları ne sırlar saklıyor dar sokaklarında… Bu ay, sizlerle İstanbul’un tarih kokan çarşılarında bir gezintiye çıkacağız.
Osmanlı Dönemi’nde canlı bir ticaret hayatının ortaya çıkmasında çarşı ve bedestenler önemli bir yer tutmuştur. Öyle ki çarşılar İstanbul ticaretinin “hayat damarları” olmuştur. O dönemde; her tabakadan, kadın-erkek, birbirinden farklı dinlere, dillere, lehçelere sahip insanların bir araya geldiği bir buluşma noktası olmuş çarşılar…
L
Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’in 15’inci yüzyılda inşa ettirdiği Bedesten çevresinde gelişerek zaman içerisinde genişleyip Haliç’e kadar uzanan ve bazı bölümlerinin üstü kapatılan büyük çarşı bölgesine “Çarşı-yı Kebir” deniyordu. Bölgede; Beyazıt Camii ve Çemberlitaş arasındaki hattan Haliç’e doğru uzanan Kapalıçarşı; Beyazıt’tan Eminönü’ye inen Uzunçarşı Caddesi’nin sağında ve solunda bulunan hanlar, arastalar ve dükkânlar bulunuyordu. Bu bölgenin dışında İstanbul’da onlarca çarşı vardı. Eyüp Sultan Camii çevresindeki Eyüp Çarşısı, Üsküdar Çarşısı, Sinan Paşa Külliyesi çevresindeki Beşiktaş Çarşısı, Galata Bedesteni ile Rüstem Paşa Kervansarayı çevresindeki Galata Çarşısı (Perşembe Pazarı) İstanbul’un büyük çarşıları arasında…
N
“Lonca teşkilatı, Osmanlı çarşılarının iç işleyişinde belirleyici bir güç olmuştur.”
satış ve üretimle ilgili bazı ahlâk kurallarının oluşmasını sağlamıştır. Osmanlı çarşısında, “Komşusu siftah yapmamışsa, müşteriyi komşuya göndermek” âdettendir. Benzer şekilde, vârisleri bulunan ama mezata düşmüş hacizli bir malın satışına, “Ağlayanın malı gülene hayır etmez” düşüncesiyle, çarşı esnafından kimse katılmaz; katılırsa bu hareket çarşı ahlakına uymaz. Lonca sistemi çarşıda, aynı işkolundan birinin, diğerinin önüne çıkıp yükselmesine izin vermez. Osmanlı çarşılarında aynı malı satan dükkânların bir arada bulunması, çarşıya kendi içinde bir düzen sağlar. İtalyan Yazar Edmondo de Amicis’in Osmanlı çarşıları için dile getirdiği “Karışıklık ancak görünüştedir. Koca çarşı, bir kışla gibi muntazamdır” sözleri lonca sisteminin başarısını kanıtlar niteliktedir.
İstanbul’da ayrıca külliyelere bağlı olan çarşılar da yapılmıştır. Külliyelere gelir getirmesi amaçlanan bu çarşıların bugün yaşayan iki örneği ise Süleymaniye Külliyesi’ne bağlı Tiryaki Çarşısı ile Sultanahmet Arastası olarak bilinen Sultanahmet Külliyesi’nin içindeki Sipahi Çarşısı’dır.
Eski İstanbul’un Meşhur Çarşıları
Bir Kışla gibi Muntazam
Kapalıçarşı
Çarşıların işleyişine bakacak olursak ilk dönemlerde Osmanlı çarşılarının iç işleyişinde, lonca sisteminin etkin bir güç olduğunu görürüz. Lonca sisteminin ticarî yaşamdaki etkisi, özellikle esnaf üzerinde,
İstanbul’un en eski çarşılarından biri olan Kapalıçarşı, Nuruosmaniye ile Beyazıt Camileri arasındaki geniş alana kurulmuştur. Çarşının nüvesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından fetihten hemen sonra Aya
sayı-02
35
sofya Camii’ne gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş olan 2 taş bedestendir. Daha sonra yapılan ilavelerle genişleyen Kapalıçarşı’nın Fatih tarafından kurulan iki bedesteni, Cevahir ve Sandal Bedesteni olarak bilinir. Kapalıçarşı da, İstanbul’daki bir çok tarihi yapı gibi, zaman zaman İstanbul’un büyük yangınlarında ve depremlerde hasar görmüş ve defalarca onarılmıştır. Kapalıçarşı, 30,7 hektarlık bir alanı kaplamakta ve 61 sokaktan oluşmaktadır. Dünyanın en eski bankası, dünyanın en eski ve en büyük kapalı çarşısı, dünyanın en gizemli, en görkemli hazinelerine sahip olmuştur. 1- Kapalıçarşı’da 61 sokak, 16 han vardır. 2- Çarşının tam 22 adet kapısı vardır. 3- 45.000 m² kapalı alan üzerine kurulmuş, 3600 dükkân vardır. 4- 1 adet internet portalı vardır. ( www.kapalicarsi.org.tr ) 5- 1 tane Sağlık Ocağı vardır. 6- Polis Karakolu vardır. 7- Tüm banka şubeleri vardır. 8- Postahane vardır. 9-Kendisine ait Özel Güvenlik Teşkilatı vardır. 10-Günlük müşteri trafiği 250.000 ile 400.000 arası değişmektedir.
Sipahi Çarşısı Bugün Arasta Pazarı ya da turistik adıyla Arasta Bazaar diye adlandırılan bu çarşı, Sultan Ahmet Külliyesi’nin bir uzantısı olarak inşa edilmiştir. Çarşı, Sultan Ahmet Külliyesi’nin güney tarafında bulunmaktadır. Sipahi Çarşısı, İstanbul’un, Osmanlı
sayı-02
36
Dönemi’nde meydana gelen büyük yangınlarında tahrip olmuş, uzun süre harabe halinde kalmıştır. Bir süre gecekondular tarafından işgal edilen çarşı 1980’li yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından boşaltılarak restore edilmiş ve yeniden faaliyete sokulmuştur. İki tarafına muntazam dükkânlar sıralanmış uzun bir sokaktan oluşan tarihi çarşıda, bugün elde dokuma antika halılar ve çeşitli turistik eşyalar satılmaktadır. Yaklaşık 1500 metrekarelik bir alana kurulu olan iç bedesten ile 1300 metrekarelik bir yer kaplayan Sandal Bedesteni çarşının yarı müstakil bölümleridir. Çarşının çevresi, yine çarşının birer parçasını oluşturan hanlarla çevrilidir. Binlerce dükkânın bulunduğu Kapalıçarşı içindeki 61 sokağın çoğu, Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar gibi, mesleklere göre isimlendirilmiştir. Bugün de geçmişteki canlılığını koruyan Kapalıçarşı, İstanbul’a gelen ünlü ve ünsüz birçok turistin ilgi odağı olmuştur. Batılı yazarlar, seyahatname ve anılarında Kapalıçarşı’ya geniş yer ayırmışlardır.
Mısır Çarşısı İstanbul’un ikinci büyük kapalı çarşısı olan Mısır Çarşısı, Eminönü’nde bulunan Yeni Cami Külliyesi’nin bir parçası olarak 1663-1664 yılları arasında inşa edilmiştir. Mimarı, Osmanlı tarihinde yapımı en uzun süren cami olarak tanınan (60 yıl) Yeni Cami’nin inşaatını tamamlayan Hassa Başmimarı Mustafa Ağa’dır. 1691 ve 1940 yıllarında geçirdiği iki büyük yangında önemli ölçüde hasar gören çarşı son şeklini 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından gerçekleştirilen restorasyonda almıştır. İlk dönemlerde çarşıya ‘Valide Çarşısı’ ya da ‘Yeni Çarşı’ adı verilmişse de, daha çok Mısır’dan getirilen malların
1934’de ismi verilmiştir. Sultan II. Selim’in eşi ve Sultan III. Murat’ın annesi Nurbânu Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Mimar Sinan’ın bu eşsiz eseri 1583 yılında Toptaşı Camii’ne gelir olarak inşa olunmuştur.
satıldığı bir yer olması nedeniyle 18. Yüzyılın ortalarından itibaren Mısır Çarşısı olarak anılmaya başlanmıştır. Çarşının, bugün bazıları kullanılmayan 6 kapısı vardır. Mısır Çarşısı, başlangıçta aktarlar ile pamukçu ve yorgancılara tahsis edilmiş iken özellikle 70’li yıllardan itibaren aktar dükkânları hızla azalmış, bunların yerine kuyumcu, kasap, kuruyemişçi, manifaturacı, kunduracı dükkânları açılmıştır.
Sahaflar Çarşısı Sahaflar Çarşısı, İstanbul’un, Osmanlı döneminden bugüne kadar yaşayabilmiş en eski kitap çarşısıdır. Çarşı, Kapalı Çarşı’nın Fesçiler Kapısı ile Bayazıt Cami-i arasında yer alır. Osmanlı döneminde, medreselerin çevrelerinde medrese öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılayan sahaf dükkânları bulunurdu. Kapalı Çarşı’nın inşaatı 1460’larda tamamlandığında, çarşıdaki dükkânların bir kısmı da sahaflara tahsis edildi. Sahafların Kapalı Çarşı’dan çıkıp bugün bulundukları yere taşınmalarının sebebi, 1894’teki büyük İstanbul depreminde Kapalı Çarşı’da meydana gelen büyük yangındı. Sözcük anlamıyla “sahaf elden düşme kitap alıp, satan kişidir. Sahaflık, medrese Öğrencilerinin 15 ve 16. yüzyıllarda Fatih ve Beyazıt gibi büyük camilerin etrafında kitap alım satımı yapmaları ile başladı. Eskiden sahaflar Kapalı Çarşı’ nın içinde şimdi yorgancıların bulunduğu yerdeydi. En kıymetli yazmaların, minyatürlü kitapların pazarıydı burası. Evliya Çelebi ‘ye göre burada elli kitapçı dükkanı ve üç yüze yakın çalışan vardı. Sahaflar, bugün meslek odaları, ya da dernek olarak adlandırılan, belli bir iş kolunda usta, kalfa ve çırakları içinde bulunduran Sahaflar Loncasına bağlıydı. Sahaflar çırak, kalfa, ustalık dönemlerini geçirmek zorundaydılar. Sahaf dükkânları diğer esnaf dükkanları gibi dua ile açılır, dua ile kapanırdı.
Mimar Sinan Çarşısı Hakimiyet-i Milliye Caddesi üzerindedir. Tam karşısında ve yol aşırı yerde Gülfem Hatun Camii vardır. Sağ tarafındaki eski adı Boyacı Sokağı olan yola,
Tezkiretü’l Ebniye’de Mimar Sinan’ın eserleri arasında gösterilmiştir. Evliya Çelebi bu hamamdan “Çarşı içinde olan Çarşı Hamamı gayet ferah, havası hoş, yapısı hoş bir hamamdır. Sevimli, dilber, temiz tellâkları ve mavi peştemalları vardır” diye bahseder. Ayvansarayî Hafız Hüseyin Efendi’de, “Toptaşı Valide-i Atik Camii yakınında olan çifte hamam ile Üsküdar’da vaki Valide-i Cedid Camii yakınında Yeşildirekli Hamam” şeklinde adı geçer. Bu yeşil direğin hamamın camekânında veya dış kapısının yanında olduğu sanılmaktadır.
İstanbul’da Geçmişten Günümüze Bulunan Çarşıların Listesi: • Aksaray Çarşısı • Dökmeciler Çarşısı (Süleymaniye) • Limoncular Çarşısı • Alipaşa Çarşısı • Eyüp Çarşısı • Malta Çarşısı • Arasta Çarşısı • Fermeneciler Çarşısı • Marpuççular Çarşısı • Arpacılar Çarşısı • Fındıklı Çarşısı • Mısır Çarşısı • Asmaaltı Çarşısı • Fincancılar Çarşısı • Okçular Çarşısı • Atpazarı Çarşısı • Gedikpaşa Çarşısı • Perşembepazarı Çarşısı • Ayasofya Çarşısı • Hakkâklar Çarşısı • Sahaflar Çarşısı • Aynalı Çarşı • Haseki Çarşısı • Salıpazarı Çarşısı • Bakırcılar Çarşısı • Hasırcılar Çarşısı • Samatya Çarşısı • Balat Çarşısı • Hasköy Çarşısı • Saraçlar Çarşısı
• Balıkpazarı Çarşısı (Eminönü) • Hocapaşa Çarşısı • Sedefçiler Çarşısı • Balıkpazarı Çarşısı (Galata) • İplikçiler Çarşısı • Sirkeci Çarşısı • Balıkpazarı Çarşısı (Beyoğlu) • Kadırga Çarşısı • Sultanhamamı Çarşısı • Balıkpazarı Çarşısı (Beşiktaş) • Kalyoncu Kulluğu Çarşısı • Tahmis Çarşısı • Balıkpazarı Çarşısı (Üsküdar) • Kapalı Çarşı • Tahtakale Çarşısı • Cerrahpaşa Çarşısı • Karaman Çarşısı • Tarakçılar Çarşısı • Cibali Çarşısı • Kasımpaşa Çarşısı • Taşçılar Çarşısı • Çadırcılar Çarşısı • Keresteciler Çarşısı • Tiryakiler Çarşısı
sayı-02
37
M E D Y A
S O H B E T L E R İ
SÖYLEŞİ:
Yağmur Dinç
Gazeteci - Yazar
O RA L Ç A L I Ş L A R : “ Yeni İstanbul’un simgelerinden biri Bağcılar, eski İstanbul’a meydan okuyor ’’
H
ayatını mücadele içinde geçirmiş, onlarca kitaba imza atmış, köşe yazılarıyla sağlam bir okur kitlesi oluşturmuş gazeteci – yazar Oral Çalışlar ile; gazetecilik öyküsü, Türkiye gündemi, yerel yönetimler ve daha pek çok konuda tadına doyulmaz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Biz sizi gazetelerden, televizyonlardan, kitaplarınızdan tanıyoruz; ama bir de sizin dilinizden öykünüzü dinleyebilir miyiz?
sayı-02
38
Hayata gazeteci olarak başlamadım ve aslında idealimde de öyle bir şey yoktu. ‘Çocukluğunuzda gazetecilik size nasıl geliyordu?’ diye sorsanız, ulaşılmaz geliyordu... Çocukluğum ve gençliğim bir taşra kasabasında, Tarsus’ta geçti. Tarsus, zengin bir taşra kasabasıydı. Amerikan Koleji’nin orada olması, kente başka bir boyut kazandırıyordu. 1950’li
yıllarda ilk ve ortaokulu orada okuduğum için büyük bir ufuk edindim. Orada, yabancı dil bilmek, içindeki tüm kitapların İngilizce olduğu bir kütüphaneye girmek, kitap okumak, Amerika diye bir ülke olduğunu bilmek bambaşka bir şeydi. Amerikan Koleji’nde; Siyahi, İspanyol, Latin Amerika kökenli hocalarımız vardı. Bütün bunlar küçük yaşta taşra kasabasında büyük bir zenginlikti. Bunların hepsi okuyan, yazan dünyayla olan bağımı güçlendiren şeylerdi.
“Köy kahvesinde masanın üzerine çıkıp, köylülere yüksek sesle gazete okurdum’’ Bu kültürel zenginlik içinde aile faktörü de vardır şüphesiz... Elbette... Annem ve babam da bir taşra kasabasına göre oldukça ile-
ri, aydın insanlardı. Bizim eve iki tane gazete girerdi, önemli ve ses getiren haftalık dergilerin neredeyse hepsi alınırdı, evde bol bol kitap okunurdu. Böyle bir aile, taşrada zor bulunuyordu. Bunlar benim yetişmemde çok önemli bir rol oynadı. Onun için gazete denen şeyle hep temas halindeydim. Babamın köyü Tarsus’a yakın bir köydü, Dedeler Köyü... Haftasonları köye giderdik, orada bağımız vardı. Köye gittiğimizde babam yanına haftalık çok sayıda gazete götürürdü; çünkü her gün şehre gidip gelmek gibi bir lüks yoktu. Ben o gazeteleri köy kahvesinde masanın üzerine çıkıp, köylülere yüksek sesle okurdum. ‘Oku bakalım Oral Efendi’ diye başlarlardı. O zaman köşe yazıları, makaleler nadir olurdu daha çok haberleri okurdum ve köylüler heyecanla dinlerdi. Benim gazeteciliğe başlamam böyledir belkide...
12 Eylül döneminde geçirdiğiniz cezaevi yıllarında sağ cenahtan bir çok kişiyle de aynı koğuşta kaldınız. İlginç şeyler yaşamışsınızdır muhakkak... Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit hep bir arada kaldık. Yaşar Okuyan’dan Taha Akyol’a, Recai Kutan’a kadar bir sürü insanla hapishanede birlikte yaşadık. İlginç hikayeler var elbette... Onlardan birini bizimle de paylaşır mısınız? Bir gün, Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevi’nin havalandırmasında Bülent Ecevit ile volta atıyoruz. Bir tarafımız harp okuluna, bir tarafımız Özel Harp Da-
iresi Askeri Cezaevi’ne bakıyor. Ecevit ile sohbet ederken Alparslan Türkeş arkamızdan gülerek geldi. ‘Arkadaşlar bizim parti içinde ayrılık çıktı’ dedi, ‘Nedir?’ diye sorduk. O sırada Arjantin’le İngiltere arasında Falkland Adası krizi vardı. Savaş durumuna kadar yaklaşan çatışmalı bir dönem yaşanıyor. Türkeş, ‘Bir kısmımız Arjantin’i tutuyor, bir kısmımız İngiltere’yi. Ben İngiltere’yi tutuyorum ama Arjantin’i tutanlar var’ dedi. ‘Siz niye Arjantin’i tutuyorsunuz’ diye sorduk, cevabı şöyle oldu: ‘Arjantin emperyalizme karşı mücadeleden yana oldu. İngiltere’yi, Arjantin’de faşizm yıkılsın diye tutuyorum.’Arjantin’de o sıra
Bir anda herkesin; köylülerin, işçilerin, gençlerin sokaklara döküldüğü, hak hukuk arama imkanlarının genişlediği bir yöne eğildik. Kavga gürültü arasında bir öğrencilik yaşandığı için biz de onun bir parçası olduk.
sayı-02
39
muta zincirinden seçim omurgalı başka bir emir komuta zincirine mi geçilecek bu sorular kafamızda duruyor. Yine de tabii ki siyasetin seçim yoluyla devam etmesi normalleşme demek. Onun için bu sürecin, Türkiye’nin normalleşmesine yardımcı olacağını düşünüyorum. Eskiden de böyle olması gerekirdi, Türkiye’yi seçilenlerin yönetmesi gerekirdi; çünkü demokrasi bu ama eskiden memleketimizi seçilenler yönetemiyordu ne yazık ki.
askeri yönetim var ve Türkeş ‘faşizm yıkılsın’ diye İngiltere’yi destekliyor. Biz tabi ‘faşizm yıkılsın’ diyen bir Türkeş’le yüzyüze gelince Ecevit’le birbirimize hafif gülümseyerek baktık. Hoş bir hikaye olarak hatıramıza yazdık.
“Liderler hapishanesi yazı dizisiyle, milliyet’in tirajı ikiye katlandı’’ Çıktıktan sonra görüşmeleriniz devam etti mi? Hem Türkeş ile hem cezaevinde o dönemde yaşadığım Taha Akyol, Yaşar Okuyan, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ile dostluğumuz devam etti.. Hapishanede, politik nedenlerle solcular ve sağcılar yine de birbirine mesafeliydi fakat ben gazetecilik refleksleriyle hareket ettiğimden ötürü bu tarihi şahsiyetlerle her zaman iletişim halindeydim. ‘Bunun kıymetini bileyim’ diye aldığım notlardan sonra, defterimi elimden düşürmüyordum. Tabi onlar, not aldığımı bilmiyordu; önce konuşuyordum, akşam olunca da bütün konuştuklarımı, yaşadıklarımı o deftere günlük olarak kaydediyordum. O defterler hala durur... O notları da ‘Liderler Hapishanesi’ kitabımda topladım. Daha sonra Milliyet gazetesinde 15 gün süren yazı dizim oldu. O dönem Milliyet’in tirajı ikiye katlandı, tartışması da epey sürdü.. Peki pek çok olay yaşadığınız karşı safla, aynı havayı soluduktan sonra ‘Aslında öyle değilmiş’ dediğiniz durumlar yaşadınız mı?
sayı-02
40
Tabii ki... Şimdi sen Türkeş’i hep nazi siyaset adamı olarak görmüşsün; ama karşında tutuklu bir Türkeş var. Mesela Türkeş’in oğlunun nişanı vardı. Hafif gözleri yaşlı bir şekilde bana, ‘Karım da öldü, annesi de yok, ben de oğlumun nişanında bulunamıyorum’ dedi. Şimdi o Türkeş başka biriydi, öbürü başka biri. Bunları
“100 yıllık devlet paradigması kökten değişiyor’’ Şimdiyi nasıl görüyorsunuz?
birebir insani olarak yaşıyorsun. Mesela yine bir gün havalandırmada volta atıyoruz, biri geldi ve bir askeri göstererek, kızgın bir şekilde, ‘Bak bu ağabey bizim partiye yakın duran bir askerdi, fakat şimdi solculara işkence yapıyor’ dedi. Çünkü sağcılara da solcu askerler işkence yapıyordu. Türkiye’de gazeteciliği nasıl değerlendiriyorsunuz peki? Türkiye yeniden yapılanıyor. 100 yıllık paradigma bitti. Asker omurgalı bir devlet dönemi bitti. Artık seçim odaklı yeni bir model ortaya çıktı. Asker omurgalı bir devletten, seçim omurgalı başka bir devlete geçmek ve bu sıralarda büyük sarsıntılar yaşamamak büyük bir şey. Bu, medyayı da kaçınılmaz olarak etkiliyor. Gerçekten daha demokrat bir Türkiye, daha basın özgürlüğünün güçlü olduğu bir Türkiye mi olacak yoksa asker omurgalı emir ko-
Şimdi seçilenler yönetiyor. Yüzde 10 barajı, seçim kanunu, siyasi partiler kanunu nedeniyle aday olmak, milletvekili seçilmek, yönetici olmak.. Sıkıntı var yine ama; insanlar artık en azından seçim yoluyla gelip gidecek, darbe yoluyla değil. Bu normalleşme daha ne kadar demokratikleşerek sürecek önümüzdeki dönemlerde göreceğiz. Bir yandan Kürt barışı gerçekleşiyor. Bizim 100 yılık devlet paradigmasını kökten değiştirecek yeni imkanlar sunuyor önümüze. Devlet istiyordu ki herkes, kendi dediği şekilde yaşayan bir topluluk olsun. Alevi yok dedi, Kürt yok dedi, dindara da dedi ki ‘senin müslümanlığın değil benim müslümanlığım daha doğrudur. Bunu yapacaksın, şöyle giyineceksin, böyle giyinmeyeceksin. Şuralara gireceksin, adabı muaşeret kurallarına göre böyle yapacaksın.’ Toplumun kendi kimliğini reddedebileceği bir zorlama yaptı; fakat bu zorlama sonunda başarısızlığa uğradı. Sizce Türkiye belli özgürlüklere kavuştu mu? Tabii ki özgürleşme süreci var. Ergenekon davası, balyoz davası askerin darbeye kalkışmasına karşı, Türkiye’de seçimle gelmiş bir rejim oturdu. Bir sürü kanun
değişiklikleri, AB’ye doğru atılan adımlar, bütün bunlar Türkiye’de özgürleşme yönünde bir ilerlemeyi sağladı; ama elbette yeterli değil. Kürt meselesinin çözülmesi bütün bunları aşmamız yönünde bize bir imkan olacak; çünkü sonuçta bu durum, kürtlerin varlığını tanımanın ötesinde bir anlam ifade ediyor. Farklı düşündüğümüz, farklı gördüğümüz ötekileştirdiğimiz herkese karşı görüşlerimiz değişecek, yasal tavrımız değişecek. Okullarımızın tavrı değişecek. Mesela Kürtlerle barışılan bir Türkiye’de her gün ‘Türküm, doğruyum’ diye bağırmayacağız. Bu bile çok önemli bir şey. Barışırsak, onlara da bağırttırmamamız lazım. Bir Kürt’e bir Ermeni’ye siz her gün ‘Türküm, doğruyum’ diye bağırttırırsanız olmaz. Rahmetli Hrant (Hrant Dink) derdi: ‘Ben içimden Ermeni’yim diye bağırırdım.’ O yüzden Kürtlerle barışma sadece silahların bırakılması meselesi değil. Bir zihniyet reformuna da yol açmalıdır. Türkiye’de genel bir gazeteciliği konuştuk ama bunun bir de ‘yerel’ ayağı var. Ülkemizdeki yerel gazetecilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yerel gazetecilik, Türkiye’de çok zayıf. Amerika’da Avrupa’da yerel gazetelerin güçlü olduklarını görür ve imrenirim. Amerika’da büyük gazeteler, şehir gazeteleridir. New York Times, Los Angeles Times... Almanya’nın Stuttgarter Zeitung en çok satan gazetesidir, ikinci gazete ise Frankfurt’ta Frankenpost, Berlin’de Berliner Morgenpost... Şehirlerin gazeteleri vardır ve bunlar büyük, etkili gazetelerdir; ama Türkiye’deki bütün gazeteler İstanbul’a konsantre olmuş durumda ve İstanbul, Türkiye’den ibaretmiş gibi oluyor. Bu yerel gazetelerin gelişmesini, yerel kültürün zenginleşmesini, yerel kültürün rekabetini önlüyor. Onun için yerel medya
“Bağcılar, başarılı olduğu için seçimlerde kazanmaya devam ediyor’’ Yerel yönetimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devlet, Alevi yok dedi, Kürt yok dedi, dindara da dedi ki: ‘Senin müslümanlığın değil benim müslümanlığım daha doğrudur.’ Toplumun kendi kimliğini reddedebileceği bir zorlama yaptı; fakat bu zorlama sonunda, başarısızlığa uğradı. çok önemli; ama tabi yerel medyayı ancak yerel bir zenginlik, yerel bir güç oluşturabilir. Yani şehirlerimiz kuvvetli olabilirse, ekonomik olarak büyürlerse ki büyüyorlar artık, bu durum aşılabilir. Gaziantep, Kayseri, Kahramanmaraş, Denizli... Bunlar büyük şehirler. Şimdi buralardan yeni bir medya güçlerinin çıkması lazım. En büyük görev o yörenin sermaye sahiplerine düşüyor.
Ben artık yerel yönetimlerin devlet otoritesinin dışına çıkan, kendi kendine karar alabilen, kendi kendini yönetebilen, merkezi devlet otoritesine bağımlı olmayan hale dönüşmesinden yanayım. Bağcılar’ın sokaklarını niye İmar ve İskan Bakanlığı’ndan gelecek kredi belirliyor mesela? Bağcılar’ın ekonomisini Bağcılar belirlemeli. Bağcılar’a ne yatırım yapılacağını Bağcılar belirlemeli; ama Türkiye’de nereye ne yatırım yapılacağı merkezden planlanıyor. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini çok temel bir demokrasi meselesi olduğunu düşünmekteyim. Yerel yönetimleri güçlü bağımsız olmayan bir demokrasi olmaz. Peki sizin Bağcılar’la ilgili görüşleriniz ne yönde? Şimdiki başkanımızla aynı ortamda çok bulunabilme fırsatı yakalayamadım ama çok parlak işler yapan bir belediye olduğu da gün gibi ortadır. Faaliyetleri çok iyi, zaten başarılı olduğu için de seçimlerde oylarını yükselte yükselte kazanmaya devam ediyor. Bağcılar Belediyesi’nin Kurucu Başkanı Feyzullah Kıyıklık ile güzel bir ahbaplığımız var. Feyzullah Bey zamanında birkaç defa iftar çadırlarında sohbete gitmiştim ve çok etkilenmiştim. Feyzullah Bey bu durumu ilk başlatanlardan biridir. Bağcılar, en kalabalık nüfuslu, gelişimin en fazla olduğu bir ilçe. Sanayileşmeyi, medyayı içinde barındıran bir yer. Bence Bağcılar, eski İstanbul’a meydan okuyan, yeni İstanbul’un simgelerinden biri. Yaptıkları başarılı işlerin devamını diliyorum.
sayı-02
41
YENİDEN İNSAN OLABİLİRİZ İbrahim Tenekeci
D
ünyanın tatları denilince, aklımıza ne geliyor? Maddiyat, ekmek arası döner, kiraz, çilek, hakkaniyet, merhamet, iyilik, güzellik, erdem… Bir anlamda, neye talipseniz, ona dönüşüyorsunuz. Hayır, çileğe veya kiraza değil, dünyaya! Veya merhamet ehline. İçinizde olmayanı dışınızda bulamazsınız. İnsanın içinde olacak. Bilineni tekrar edelim: En kıymetli yolculuk, insanın kendisine yönelmesidir. Bunu ‘bencillik’le karıştırmamak lazım. İnsan kalma çabasından, çıktığımız gibi bitirmekten bahsediyoruz. “Soru neredeyse, cevap da oradadır.” Dünyayla ilgili soru soranlar, cevabı yine burada bulurlar. Sorularımız ve meraklarımız, kimliğimiz ve neyin peşinde olduğumuzla ilgili ipuçları barındırır. Misal: Döviz fiyatlarını mı soruyoruz, yoksa cemrenin havaya düşüp düşmediğini mi?
‘Dünya menfaat dünyasıdır’ diyenlere inat, ‘dünya menfaat dünyası değildir’ deme gayreti içinde olduk. Peki, söylediğimize kendimiz inanıyor muyuz? Cevap veriyorum: Ne evet, ne hayır. Sözgelimi, insanların nasıl bir şeye dönüştüğünü görmek istiyorsanız, hakkınızı aramanız yeterlidir. Gerisi gelir. *** Doğru veya yanlış, söylenen bu: Menfaati bitenin, muhabbeti de biter. Bunu da Cemil Meriç söylemiş: Çıkar konuşunca, vicdan susar. Dünyaya ait hiçbir başarı kalıcı değildir. Çünkü insan, fanidir, geçicidir. Ekmeğe çalışırız, fakat soruların hepsi topraktan çıkar. Gördük, görüyoruz: İnsanın toprakla arası açıldıkça, insanî olanla da arası açılıyor. Daha geniş bilgi için, bakınız: ‘Biz şehir ahalisi.’ Buraya kadar gelmişken, Nurettin Topçu’ya da uğrayalım: ‘Yaptıklarının karşılığını hemen bu dünyada almayı umanlar, sadece kendileri için yaşayanlardır.’ Bir de ‘başarı’ bahsi var. Sahi, başarıdan ne anlıyoruz? Yüzde bilmem kaçla muhalefet oluyor, buna karşılık, sıfıra yakın bir oyla iktidara gelebiliyorsunuz. Burada, ‘başarısız’ olan kim? Dünyanın adaletini göstermesi açısından, bu örneği anlamlı buluyorum. Tam da burada, şu söz aklıma geliyor: Hizmeti olmayanın, himmeti de olmaz. *** Resmi dili Türkçe olan bir ülkede yaşıyoruz. ‘Türkçe konuş’ demenin bir diğer anlamı da, ‘mertçe konuş’ demektir. Türkçe konuşanların önemli bir kısmı, hakikaten, Türkçe konuşuyor mu? Yazılarımız, gece ile gündüzü birbirinden ayırma niyeti taşıyor mu?
sayı-02
42
‘Hakkı söyleme konusunda sultan dahil hiç kimseden korkma’ diyen İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin nasihatine uyuyor muyuz yahut uyuyor muyuz?
Yalanını yakaladığınız bir insanın doğrularına bile şüpheyle yaklaşmanız, yalanın ne kadar yıkıcı olduğunu gösterir.
Suyun değeri, kuyu kuruyunca anlaşılırmış. ‘Biz şehir ahalisi’ için söyleyelim: Sular kesilince.
Tezer Özlü, ‘hiç kimseyi yalan söylediğini anlayacak kadar tanımak istemiyorum’ diyor. Tanıdık ve üzüldük.
Rakamlar lehimize büyüdükçe, aleyhimize gelişen şeyler var. Görüyor, duyuyor ve yaşayıp şahit oluyoruz. İyi niyet ve iyi bilgi, yerini, tam tersine bırakıyor. Okunan niyetlerden ve kirlenen bilgiden boşuna şikâyet edilmiyor. *** ‘Düşünmeden konuşmak, nişan almadan atış yapmaya benzer.’ Yazmak ise daha fena. O halde, bin düşünüp bir yazalım. Biliyorum, biliyorsunuz. Yine de söylemek isterim: İnsafsız, merhametsiz, adaletsiz ve zalim olmak; iyilik bilmemek ve nankörlük etmek de ‘kâfir’ kelimesinin kapsama alanına giriyor. (Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük.)
Siyasi yahut edebi ikballeri için yalan söyleyen çok kimse gördüm. Yalan, her şeyden önce, işlerimizin ve ilişkilerimizin bereketini kaçırır, kaçırıyor. Dönüp bakıyorsunuz ki, yanınızda veya elinizde bir şey kalmamış. Kalmış da kalmamış. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, hüküm kesindir: ‘Yalandan uzak dur!’ *** Evet. Dünya tükenir, yalan tükenmez.
Evet, tehlikeli sulardayız. Şunu söyleyip çıkalım: ‘Kâfirlik, her şeyden evvel, insana yakışmaz.’
Bu sözün ne anlama geldiğini çok düşündüm. Dünya, zaten ‘yalan’ değil mi? Ortaya, ‘yalan tükenir, yalan tükenmez’ gibi bir şey çıkıyor. İnsan dünyaya ait değildir, fakat yalan dünyaya aittir. Böylece, bir kez daha aynı yere gelmiş oluyoruz: ‘Ey iman edenler, iman ediniz.’
Yalana maruz kalmak...
Bugün, atalarımıza çok iş düştü. ‘Ardıcın közü, yalancının sözü olmaz’ demişler.
Yalan söylemeyi büyüklerimizden öğreniriz. Peki, yalan söyler miyiz? Hayır, hiçbirimiz yalan söylemeyiz. Yalan kelimesinin çok geniş bir sözlük anlamı var. Kandırmak için söylenen söz, sahte, asılsız, gelip geçici, gerçeğe uymayan, doğru olmayan vb. Bana kalırsa, yalan, doğru olmayandan daha fazlasıdır. Daha da ‘basit’leştirip bir atalar sözüyle söyleyelim: Yalan ile iman aynı yerde durmaz. Yalan, insana mahsustur ama insanî değildir. Yalandan kim ölmüş, diyorlar. Yalan, insanı değil, insanlığı öldürür. ‘Atın dört ayağı vardır, yine de tökezler.’ Elbette hata yaparız, yapıyoruz. Tam da burada, Peygamber Efendimiz’in şu mübarek cümlesini hatırlatalım: ‘Mümin hata yapar ama asla yalan söylemez.’ Bir uyarı daha: ‘Şaka da olsa, yalan söylemeyin.’ Yalan söylemek, dilin afetlerindendir. Evet, iki dilli olmak da öyledir. *** Yıllar evvel, ‘yalancı şahit, nasılsın, iyi misin? / dertleşelim gel, hasar tespiti için’ diye yazmıştım. İnanıyorum ki, yalandan daha yıkıcı ve yakıcı olanı yoktur. Onunla bir şey kuramaz, fakat çok şey yıkarsınız. Gidersiniz, dönemezsiniz.
Söz, insanın tutma yeridir. Rahatlıkla, buradan kalkıp şuraya varabiliriz: Yalanın tutma yeri yoktur. Tekrar köz ve söz bahsine dönersek, yalanın sözden sayılmadığını görürüz. Devamını siz getirin. Hazır kafiyeyi yakalamışken, güzel bir hatırlatma yapalım: ‘Özü doğru olanın sözü de doğru olur.’ Bu da Hazreti Ali’den: ‘Dilsiz ol, yalancı olma.’ Çünkü ‘yalan kadar insanı alçaltan başka bir şey yoktur.’ *** Bazen duyuyorum. Mecburiyetten kaynaklanan ‘beyaz yalan’lardan bahsediyorlar. Böylece, yalana masumiyet elbisesi giydirmiş oluyoruz. Bir kere, yalanın rengi olmaz, renksizdir o. Bu yüzden de her kılığa girer, her yerde karşımıza çıkar. Buna, bulunduğu ortamın rengini almak da diyebiliriz. Bilmem anlatabildim mi? Örnekleri çoğaltabiliriz. Sözgelimi ‘yalancı bahar’ diyorlar. Ağaçlar, çiçekler ve hayvanlar yalan söylemez. İnsan nasılsa, karşısındakini de öyle sanırmış. Cahit Zarifoğlu, ‘ne çok acı var’ demişti. Biz de şunu diyelim: Ne çok yalan var. Şimdi, bütün bu ‘bilgiler’ eşliğinde, ‘bir insanı kandırmak’ meselesini tekrar düşünelim.
sayı-02
43
E KADIN ve AİL AT KÜLTÜR SAN MERKEZİ
Kadınlar için yeni bir umut B
sayı-02
44
ir medeniyetin seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın” der Stuart Mill. Çünkü bir toplumu kuran, onun ahlâkî olarak ilerlemesini sağlayan kadındır. Öyle ya, toplum annelerin ellerinde şekillenir ve gelişir. Allah Resûlü’nün, “Cennet annelerin ayağı altındadır” hadisinden anlamamız gereken de bir yönüyle bu olsa gerektir.
Anneler, heykeltıraşın çamurdan bir sanat eseri ortaya çıkarması gibi, ruhu ve ahlakî melekeleri henüz şekillenmemiş çocuğuna bir heykeltıraş titizliğiyle şekil verir. Kadının donanımlı olması, eğitim görmesi, yeteneklerini geliştirmesi, bu açıdan oldukça önemlidir. Onun
LLLLLLLLLLLLL
hem maddi hem de manevî olarak huzurlu olması demek toplumun da huzurlu olması demektir. Toplumumuzda kadınlar her zaman el üstünde tutulan, fakat eğitim ve kişisel gelişim ihtiyaçları fazla düşünülmeyen, göz ardı edilen bir konumda olmuştur. Oysa çocuklarımızın yetiştiricisi olan kadınların her alanda yetkin ve becerikli olmasına önem verilmelidir ki, toplum da bu donanımlı annelerin ellerinde yükselsin. Ailenin temeli hiç şüphesiz kadındır ve onun beceri ve yeteneklerini geliştirmek, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik olarak topluma geri dönecek bir yatırımdır.
BAĞCILAR’IN EV HANIMLARI YETENEKLERİNİ GELİŞTİRİYOR Bağcılar’da yaşayan kadınlar bu açıdan oldukça şanslı. Çünkü Bağcılar Belediyesi kurduğu Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’nde, kadınların mesleki eğitim kurslarına katılarak, el becerilerini geliştirmelerine, kişisel gelişimlerine ve aile bütçesine katkıda bulunmalarına destek oluyor. Türkiye’de benzeri olmayan merkez, kadınlar açısından oldukça değerli hizmetlere ev sahipliği yapıyor. Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’ne girerken o bembeyaz binanın mimarisi gözlerimize bir ziyafet
yaşatıyor her şeyden önce. Bina modern bir görünümde ama geleneksel bir mimariyi de hatırlatıcı öğelerle süslenmiş. Bilhassa bina içindeki tavandaki aydınlatmalar ve süslemeler binaya saray havası veren bir estetik anlayışın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Merkezin içinde kadınların ihtiyaç duyacağı her şey düşünülmüş. Spor salonu, sanat galerisi, fuaye alanı, 170 kişilik sinema salonu, tiyatro ve konferans salonu, çocuklar için kreş, yemek kursu için mutfak, kafeterya, bina çevresinde 17 adet satış standı, daha neler neler… Zemin kattan gezimize başlayalım. Burada yer alan spor salonu kadınların en çok ilgi gösterdiği alanlardan birisi. Aerobik, fitness, step, plates gibi sporlar uzman eğitmenler gözetiminde yapılabiliyor. Giriş kata gelince sizi elbette sergi ve fuaye alanı karşılıyor. Burada sık sık fotoğraf ve resim sergileri düzenleniyor. Ayrıca burada kadınların ev yemekleri hazırladığı mutfak yer alıyor. Birinci katta, Okul Öncesi Eğitim ve Aile Danışma Merkezi yer alıyor. Burada her yaştan insan için randevu usulüyle ve tamamen ücretsiz olarak danışmanlık hizmeti veriliyor. İkinci katta El Sanatları Merkezi yer alıyor. Halk Eğitim Merkezi ile ortaklaşa düzenlenen kurslar, kadınların geleneksel el sanatları ile tanışması için önemli bir fırsat sunuyor. Üçüncü katta Meslek Eğitim Kursları yer alıyor. Bilgisayar, Çağrı merkezi operatörlüğü, Aşçılık, Yaşlı ve Hasta Bakımı, Yardımcı Annelik gibi kurslar İŞKUR’la işbirliği halinde sürdürülüyor. Bu katta ayrıca dil eğitim kursları da var. İngilizce, Arapça, Osmanlıca kursları yanında Diksiyon dersleri de veriliyor. sayı-02
45
LLLLLLLLLLLLLL
Dördüncü katta Çok Amaçlı Kültür Salonu yer alıyor. Sinema, Tiyatro, Müzik, Halk Oyunları işte bu salonda sergileniyor.
MESLEKİ KURSLAR EV HANIMLARINA ÇALIŞMA İMKÂNI SAĞLIYOR İŞKUR ortaklığı ile düzenlenen kurslarda kadınlar hem ücret alıyorlar, hem sigortalanıyorlar hem de o süreçte çocuklarına ücretsiz kreş imkânı sağlanıyor. Bu kurslar, iş piyasasında geçerliliği olan mesleklerden oluşuyor. Çağrı Merkezi Operatörlüğü ve Bilgisayarlı Muhasebe en çok ilgi gören kurslardan bazıları…
sayı-02
46
Ayrıca merkezin mutfağında ev yemekleri yapılıyor, atölyelerde el işleri yapılıyor ve stantlarda satılıyor. Üstelik tüm bunların masrafları, kira, elektrik, gibi masraflar Bağcılar Belediyesi tarafından karşılanıyor.
Merkezde El Sanatları eğitimleri de veriliyor. Bunlar arasında günümüzde oldukça yaygın olan takı tasarımı, cam-seramik, folyo, iğne oyası, elişi süsleme ve mefruşat gibi kurslara yer verilmiş. Eğitim sonunda üretilen ürünler merkezin avlusundaki stantlarda satışa sunulabiliyor. Sadece meslek edinme, istihdam ve el becerilerini geliştirme kursları yok merkezde. Dinlendirici ve rehabilite edici sanatsal aktiviteler de var: Tiyatro, halk oyunları, müzik, resim… İsteyenler bu kurslara da kayıt olabiliyor. En önemli kursu neredeyse atlıyorduk; okuma yazma bilmeyenler için okuma-yazma kursu da veriliyor. Yaşlısı, genci, hayat mücadelesi içinde okula gitme imkanından mahrum kalmış kadınlar, Kadın-Aile Kültür Merkezi’nde okuma-yazma öğrenebiliyor.
LLLLLLLLLLLLLL
sından seçilmiş ki, insanları tam kalbinden yakalıyor. Mesela, “hayat boyu öğrenmenin önemi” konusunda, insanın çocuğundan bile öğreneceği şeyler olduğu, insanın yaşı kaç olursa olsun, çeşitli imkânları kullanarak eğitimini sürdürebileceği vurgulanıyor. “Aile içi iletişim”, “Babanın çocuk eğitimindeki önemi”, “hastalıkların psikolojik nedenleri” gibi pek çok başlıkta önce kadınlar ama muhakkak erkekler de bilgileniyor. Evlilik Okulu da var… Merkezde, belki de toplumumuzun en çok ihtiyaç duyduğu “Evlilik Okulu”na da yer veriliyor. Özellikle evlilik hazırlığında olan veya yeni evli kadınların ilgi gösterdiği bu kurs, kadınları ve genç kızları, psikolog, doktor ve eğitimcilerle hayata hazırlıyor. Aile İçi Şiddete Son…
SOSYAL PROJELER KADINLARIN PROBLEMLERİNE ÇÖZÜM BULUYOR Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’nde geleneksel Türk aile yapısının korunması ve güçlendirilmesine dönük çalışmalar da gerçekleştiriliyor. Bu çerçevede gerçekleştirilen “Her Ev Bir Anaokulu” projesi ile kadınlar, çocuklarını nasıl doğru şekilde yetiştirip yarınlara hazırlayacaklarını öğrenmekte, çocukların yetiştirilmesinde gerekli donanımlar hakkında bilgiler almaktadırlar. Kısaca Bağcılarlı kadınlar yaşları ne olursa olsun, çocuklarını yetiştirmek için hemen yanlarında bir uzman desteğine sahipler… Öğrenmek İçin Asla Geç Değil… Bu proje ile “Aileler Öğreniyor” konulu uzun soluklu seminerler düzenleniyor Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’nde… 10 ayrı başlık altında toplam 200 seminerden oluşan bu eğitim programında sadece kadınlar değil, erkekler de faydalanıyor. Seminerlerin konu başlıkları öylesine hayatın içinden, öylesine evimizin duvarları ara-
Genellikle aile içi iletişim yoksunluğundan ve insanların psikolojik yardım almamalarından kaynaklanan aile içi şiddet konusu, merkezin önemli çalışmalarından birisi. Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’nde görevli 3 uzman psikolog, “Aile İçi Şiddetin Önlenmesi”, “Öfke Kontrolü” gibi konularda sürekli seminerler düzenliyor. Sağlık Seminerleri Kadın hastalıklarına yönelik seminerler de unutulmamış merkezde. Her ay düzenli olarak verilen seminerlerde, rahim ağzı kanseri, obezite, bel ve boyun fıtıklarını önleme gibi konuları işleniyor.
KADINLARIN DEĞERİ BİLİNİYOR… Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi, geze geze, anlata anlata bitmez. Orada, mesleki eğitimler alan kadınları, stantlarda satış yapan ev hanımlarını, okuma-yazma öğrenen teyzeleri, kursa giden annesinin ücretsiz kreşe bıraktığı çocuğu, seminer programını düzenleyen bir anneyi, taze gelini, evliliğe hazırlanan gencecik kızları görmek bile yeterli bizce…
sayı-02
47
LLLLLLLLLLLLL
M Ü Z İ K
SÖYLEŞİ:
Yağmur Dinç
Bosna’lı Sufi müzisyen,
ZEYD ŞOTO:
“İyi müzik, güzel mesajlar veren müziktir’’
H
er zaman kanayan bir yarası, buruk hüzünleri olmuştur Müslüman topraklarının. O topraklardan biri de şüphesiz Bosna’dır. Daha 14 yaşındayken savaş yıllarında orduya katılmış bir çocuk, müzikal tercihini dini müzikten yana yapmış bir genç, o güzel besteleri ve manası büyük güfteleri dünyaya duyurmuş bir yetişkin Zeyd Şoto. Sufi müziğin, kendi deyimiyle ise dini müziğin temsilcileri arasında yer alarak adından övgüyle söz ettiren Boşnak sanatçı ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Sufi müziği nasıl değerlendiriyorsunuz?
sayı-02
48
Allah için müzik yapıyoruz. İnsanların bazıları ilahilere müzik denmeyeceğini söylüyor ama bence bu doğru değil. Bence müzik için, müzik tarzlarına göre, kabul eden kesimlere göre, ‘müzik değil’ şeklinde hüküm vermemek gerekir. Yalnız şu vardır: Müzik ikiye ayrılır; iyi müzik
ve kötü müzik. Bu ayrımda, müziğin, şarkıların verdiği mesaj devreye giriyor. İçinde yer alan sözler gibi... Bu müzikle, Allah ve ümmet için bir şeyler yaptığımıza inanıyorum. Türkiye’de bu terim kullanılıyor ama ben buna ‘sufi müzik’ demiyorum. Bence ‘dini’ müzik, en uygun terimdir. Dini müzik nedir? Dini içine katarak yaptığın müziktir. Sizin deyiminizle ‘dini’ müziğe getirdiğiniz yeni yorumla anılıyorsunuz. Nedir bu yorum? İnsanlar öyle söylüyorlar ama ben hiç yeni yorum demedim. Sadece Müslüman bir müzik adamı olarak sevdiğim şeyi yapıyorum, dinimi seviyorum. Müzik benim için çocukluğumda başladı. Neyi seviyorsam onun için müzik yaptım. İnsanlar kötü şeyleri seviyorlar, kötü şeyler için müzik yapıyorlar. Neyi hissediyorsak onu yaşıyoruz, bu yaptığımız işe de yansıyor.
Biz tüm kalbimizle, hep dua ettik. Yalnızca Allah’tan istedik. Şüphe yok, O bize yardım etti.’’
Küçük yaşta adım attığınız müzik hayatına, eğiliminiz hep bu tarza mı oldu? Müzik okuluna gittiğimde 8 yaşımdaydım. O zaman Yugoslavya içerisindeydik, komünizm zamanıydı. Elbette farklı müzikler de seviyordum, dinliyordum. Pop müzik söylemedim ama dinledim, hâlâ arabamda dinlerim. İcra etmek anlamında, her zaman dini müzik yaptım. Bu süreç nasıl oldu? Savaş zamanında başladım. Savaş zamanına kadar müzik okuluna gittim, akordeon çaldım. Savaş yıllarında okula doğal olarak ara verdik; sokaklarda değildik, okula gitmedik ama camiye gittik. Ağır bombardımanlar vardı. Çocuklarla oturduk camide ilahiler okumaya başladık. Caminin komşu binasına 4. Müslüman Ordusu geldi. Bizi davet ettiler, onlar için ilahiler okumaya başladık. 1-2 saatlik programlar yapıyorduk. sayı-02
49
İyi müzik, güzel mesajlar veren müziktir. Güzel mesajlar veren müzik ise elbette barışın başka bir dilidir. Orduda geçen 1 yılınız da var... Evet, 1993 yılının sonunda gittim. 1 sene onlarla savaştaydım. Bana şimdi o 1 yıl, durup düşündüğümde hayâl gibi geliyor, geçen onca zamana rağmen bazen hâlâ inanamıyorum. 14 yaşında askerlerin arasındayım. Yani çocuktunuz. Bir çocuğun dünyasından baktığınız zaman neler hissediyordunuz? Savaşa katılmak sizin kararınız mıydı? O zamanlar sıkça görüştüğüm arkadaşlarım vardı, selefiydiler. Sürekli durumu konuşuyorduk ve ben savaşa gitmem gerektiğini anladım. Bir gün askerî kıyafetlerle eve gittim, anne ve babama ‘ben savaşa gidiyorum’ dedim. Şaşırıp
korktular ama bir şey demediler elbette. Henüz 14’ümdeydim. Sadece ben değil, başka yaşıtlarım da vardı. Gencecik çocuklar ellerine silah alıp savaşa katıldılar. Tabi ne olursa olsun yine de daha çocuğuz, kafamız başka yerlerde. O zamanda insan ne yapar düşünemiyorsun. Bana görev veriliyordu ben de gidip yapıyordum. Aynı zamanda amcam da ordudaydı, o da dikkat ediyordu ve bu arada ben de, arkadaşlarım da ilahi okumaya devam ettik. Savaşı daha uhrevi yaşamak mıdır bu? Kim bilir? Allah bilir... Sizi o dönemde ayakta tutan en önemli şey inanç olmalı... Bizim ellerimizde hiç silah yoktu. 10 adam varsa, yalnız iki silah oluyordu mesela. İşte biz böyle bir durumdan refaha çıktık. Bu, herkesin kafasını meşgul eden bir şeydi: ‘’Bosna bu şartlar altında nasıl bu duruma geldi?’’ Biz tüm kalbimizle, hep dua ettik. Yalnızca Allah’tan istedik. Şüphe yok, O bize yardım etti. O zamanı anlatamam. Hâlâ düşünüyorum, nasıl bir zamandı o zaman? Din için, devlet için, millet için hazırdın. Hayatını ortaya koyuyorsun, anne babandan helallik istiyorsun, her zaman dönerken bir kaç kişi eksik dönüyorsun. Geleceğe dair bir plan kurmuyorsun. Nasıl çalışıp, nasıl para kazanıp da hayatımızı idame ettireceğimiz konusu muallak. Savaş döneminde insanların yüzde 95’i parayı düşünmedi, ama mesela bir çikolata 1 liraysa, 10 liraya satıldı. İşte bunu yapanlar da yüzde 5’lik kesimde yer alanlar. Onlar muhakkak hesap verecekler, ama sıkıntı değil biz onları yok sayıyoruz, bizim kalbimiz ferah. Aliya İzzetbegoviç ile karşılaştınız mı?
sayı-02
50
Allah rahmet eylesin, bir kere gördüm kendisini. 1995 yılıydı. Orduda görev aldığım o 1 seneden sonra,
Gazi Hüsrev Bey Medresesi’nde okuluma devam ediyordum ve kendisi de medreseyi ziyarete gelmişti. O bambaşka bir adamdı. Bosna’da şimdi öyle bir adam yok. Hayatında çileler çekmiş biri. Fikirleri vardı ve devlet onu düşman ilan etti, Yugoslavya’da hapise girdi. O zamanlar insanların çoğu ne olup bittiğini ve neden olduğunu bilmiyordu, biz de yeni yeni anlıyoruz zaten. Boşnakların nasıl bir düzen içinde yaşadığını, nelere mahkûm edildiğini de anladık. Eğer o savaş olmasaydı kim bilir daha neler olurdu. İşte Aliya İzzetbegoviç kalbiyle bunun için hazırdı. ‘Onun milleti savaş için hazır değildi’ diyorlar, suçluyorlar bazen ama o da hazır değildi ki. Bosna ordusunun donanımından az önce de bahsettik. Düşmanımızın kuvveti elbette biliniyordu, biz de kalbimizle kuvvetliydik. Peki savaştan döndükten sonra müzik, hayatınızın neresinde kaldı? Medresede 4 yıl eğitim aldım. ‘Seyfullah’ isimli bir koromuz vardı, güzel programlar yapılıyordu. Ben de onun içindeydim. Medreseden sonra eve döndüm ve okul olarak da üniversitede ekonomi okudum. Seyfullah’tan ayrılmadım. ‘Her hafta en az bir-iki kere bir araya gelip beraber ilahi söyleyeceğiz, konuşacağız’ dedik, yaptık da... Programlar yapıyor muydunuz? Belediyeler davet ediyordu bizi, özel programlar yapıyorduk ama çok değil. Bir kaç sene sonra başka bir iş yapmaya başladık. Yine bir program yaparken, bir müzik şirketinin sahibi geldi, ‘Neye ihtiyacınız varsa yapın, bir iş anlaşması yapalım’ dedi. Bu, bizim ilk profesyonel başlangıcımız oldu. Bir programda Sami Yusuf ’un El Muallim parçasını okuduk, klip bile yaptık. Sonra da ‘Biz bu parçayı çok sevdik, söyledik, klip yaptık ve sizden de helallik istiyoruz’ diyerek, web sitesinden kendisine
mesaj yolladık. O zamana kadar Bosna’da kimse ilahi için özel bir video klip yapmamıştı. Nasıl tepkiler aldınız? Bosna’nın en büyük televizyon kanalı olan Hayat Tv’ye kendimizi tanıttık. Halkın da bizi tanımasını istedik. Ramazan ayı geldi ve video klibimiz televizyonda dönmeye başladı. Herkes çok beğendi, insanlar yayınlanması için günde defalarca kanalı arıyorlardı. Bu arada müzik hocamla yeni besteler de yapıyorduk. Daha sonra kanal, Bosna’ya Sami Yusuf ’u davet edip, bizi de çağırdı. Güzel bir restoranda program yapıldı. Hatta o programa Aliya İzzetbegoviç’in oğlu da geldi. Sami Yusuf ile tanıştık ve El Muallim’i o programda beraber söyledik. Sonra da yollarımız ayrılmadı, beraber çalışmaya devam ettik. Müzik, barışın bir dili mi sizce? Müzik hak dili, sadık dil. İyi müzik, güzel mesajlar veren müziktir. Güzel mesajlar veren müzik ise elbette barışın başka bir dilidir. Bunu bir tek dini müzik de sağlamaz. İçinde güzel ve anlamlı sözleri olan her müzik iyi müziktir. Tarzı önemli değil. Amerika’da bir pop şarkıcısı şarkısında, paranın ne kadar önemsiz olduğundan bahsediyor mesela. Parayı ve malı yanımızda götürmeyeceğimizi söylüyor. Yani maddi şeyleri öteliyor ve kalbi öne sürüyor. İşte bu müzik, iyi müzik. Yani insanlara manevi bir iletisi olmalı... Bir bıçakla ekmek de kesebilirsin insan da öldürebilirsin. Niyet ve eylem çok önemli. Müzik de öyle. Eğer insanlar iyilik istiyorlarsa yaptıkları işlerle o iyiliği hayata geçirirler. Müzikle, resimle, sinemayla. Yaptığın sanatla, o işi güzel bir iş haline getirebilirsin. Kötülük isteyense kötü sanat yapar.
Kalp, bir kapı. Girmek istediğimiz en önemli kapı ise Allah’ındır. İnşaallah onun rahmetiyle kurtulacağız. Sizin sanatınıza ve eylemlerinize dönecek olursak, ilk albümünüzün adı ‘Kalbe Ziyaret’, albümün adını koyarken ne düşündünüz? Yani kalbe girmek ve bu demek oluyor ki birisi sizi seviyor. Peki bu ne demek? Demek ki iyi davrandınız, iyi bir şeyler yaptınız ve bir kalbe girmeyi başardınız. Kalp bir kapı. Girmek istediğimiz en önemli kapı ise Allah’ındır. İnşaallah onun rahmetiyle kurtulacağız.
kendimi asla bir yabancı gibi hissetmedim. Öyle rahattım ki. İnsanların sevgisiyle karşılaştık ve bu müthiş bir güven aşıladı bizlere. Başka ülkelere de gittim ama böyle bir muamele görmedim. Oralara gittiğimde ayrı bir ülkeye, başka bir kültüre gittiğini farkediyorsun ve oraya ait olmadığını hissediyorsun. Türkiye’ye geldiğimdeyse hiç böyle olmuyor. Son olarak müzikle ilgili yeni çalışmalarınız var mı? Projelerimiz var evet. Yeni bir albüm çalışmamız da var. Kısa zamanda tamamlanacak. Planımız bu yıl sonuna kadar tamamlanması. Fazla detay vermeyelim, her şey sizlere sürpriz olsun.
Albümünüzü Türkiye’de yaptınız, Türkiye’yle köprüleri nasıl kurdunuz? Neyzen Melih Berse arkadaşımdı ve Bosna’ya çok gelip giderdi. ‘Türkiye’ye gidelim, orada program yapalım’ dedi ve Ramazan ayında burada programlar yaptık. Birkaç sene konserlerimiz bu şekilde sürdü. Bosna’da stüdyomuz vardı aynı zamanda arkadaşlarımızla beraber çocuklara da müzik dersi veriyorduk, oradaki çalışmalarımız bu şekilde devam ediyordu yani. Bu arada Moral Prodüksiyon ile tanıştım. Güzel bir sinerji sağladık ve ilk albümüm önce Türkiye’de sonra da Bosna’da çıktı. Türkiye’deki müzik piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok takip edemiyorum ama bazı sanatçıları beğeniyorum. Mesela Mustafa Ceceli’yi. Türkiye, hem bir sanatçı hem de bir Bosnalı olarak sizin için ne anlam ifade ediyor? Ben buraya ilk geldiğimde 1998 yılıydı. Gezi amacıyla geldim. İstanbul’da bir hafta kaldım ve
sayı-02
51
Ferforje
DEMİRİN ATEŞLE İMTİHANI:
O
nlar pencerelerimizi süsler, bahçe duvarlarımızı çerçeveler… Bazen bir divandır evimizin köşesinde, bazen bir sandalye evimizin balkonunda… Yahut bir salıncaktır, yılların yıpratamadığı, çocukluğumuzun üzerinde geçtiği, çocuklarımızın üzerinden inmediği… Evet, Ferforje’den bahsediyoruz; ona yakından bakınca, hayatımızda ne kadar çok yer kapladığını, hiç ummadığımız yerlerde bize nostaljik bir heyecan yaşattığını daha iyi anlıyoruz…
Ferforje Fransızca bir sözcük... “Ocakta çalışılan ve dövülerek işlenilen demir” anlamına geliyor. Tarihi demircilik ve demir ustalığı kadar eski. Kömür ocağında kızdırdıkları demiri, örste çekiçle döverek şekil veren eski demirci ustaları, zamanla işi ilerleterek bunu bir sanata dönüştürmüşler. Velhasıl demirin ateşle dansından ferforje sanatı doğmuş.
sayı-02
52
Günlük işlerde kullanılan at nalı, kazma, saban demiri gibi kaba demir aletleri yapan demirci ustalarından bazıları, zamanla ustalaşarak süslü ve ince
işler yapmaya başlamıştır. Ocakta kızaran demirin, hünerli ustaların ellerinde oya gibi işlenmesiyle ortaya çıkan sanat eserlerine ferforje denmiştir. Aslına bakılırsa, insan doğaya sözünü geçirmek yolunda en fazla uğraşı demire karşı vermiştir ve uzun yıllar boyunca çekiç, demirle tek baş etme yöntemi olarak görülmüştür. Ancak bu zorlu uğraş, onun sanat hâline gelmesine engel olamamış, el emeği ve alın terinin bir neticesi olarak ferforje mimari ve dekorasyondaki yerini almıştır.
ÇİÇEK DESENLİ BİR BEŞİKTE TINGIR MINGIR SALLANIRKEN… Masal anlatmaya başlamadan evvel söylediğimiz tekerlemede “tıngır mıngır” sallanan beşikten bahsederiz ya, işte o beşik de demirden imal edilmiş ferforje bir beşiktir. Dedelerimiz, nenelerimiz o beşiklerde büyümüş, çocuklarını o beşiklerde “tıngır mıngır” sallamışlardır.
Louis’in 1610’da tahta çıkmasıyla başlar. 18. yüzyılda da altın çağ devam eder. Osmanlı’da ahşap malzeme kullanımı ön plandadır, fakat halkın ferforjeyi evlerinin pencerelerini korumak ve güzelleştirmek için kullandığı görülmektedir. 18. yüzyılın sonlarına doğru büyük şehirlere göç, daha kolay ve ucuz üretilebilen döküm tekniğinin yaygınlaşmasını getirmiştir. Dökümcülük beraberinde doğal olarak ferforje ve dökümün bir arada kullanılmasını da gerekli kılmıştır. 19. yüzyıl artık ferforjeyi tamamen eski bir yöntem olarak görmeye başlamış, bu anlamda uygulamalar biçim gerektirmedikçe aranmaz olmuştur. Bugün ferforje daha çok apartmanların birinci kat pencerelerinde hırsızdan korunma maksatlı olarak kullanılmakta, balkonların parmaklıklarını estetik hale getirmek için tercih edilmekte, “Fransız balkon” denilen tarzda bilhassa tercih edilmektedir. Dahası, ferforje divanda oturup nargilesini tüttüren dede hayali, ferforje trabzanın tozunu alan nine fotoğrafı, hafızamızın bir köşesindedir hep… Öylesine bize ait, öylesine bizdendir kısaca… Ferforje’nin ilk örneklerinden biri 4. yüzyıla ait Dorset’te (İngiltere’de bulunan bir bölge) bulunan bir pencere parmaklığıdır. Daha sonra dünyanın dört bir yanında ferforje örneklerine rastlamak mümkündür. 12. yüzyılda artık S ve C şeklindeki kıvrımları ferforjenin eskimeyen dilinin vazgeçilmez sözcükleri arasına girmiştir bile… Yaprak ve çiçek motiflerinin plaka demirden ilk örneklerine de bu yüzyılda Almanya’da rastlanır. 14.yüzyılda dört yaprak motifine de rastlamaya başlarız. Bunun erken ve en güzel örnekleri İtalya’da vardır. Demirin bu süslemelerle dekorasyona dahil edilmesi, esere üçüncü boyutun da güzelliğini katmış, ışık ve gölge etkileri olabildiğince kullanılmıştır. Demirin çok kullanıldığı alanlar olan ocak ve şöminelerde, ateşe dayanıklılığın üstünlüğü nedeniyle döküm ferforjenin yerine geçer. 16. yüzyılın başlarında ferforjenin en parlak örneklerine İspanya’da rastlanır. Ferforjenin yeniden doğuşu olarak görebileceğimiz 17. yüzyıl kendisi de amatör bir demirci olan 13.
DEKORASYONDA YENİ DÖNEM John Ruskin ve William Morris’in felsefesi ışığında yeşeren Arts & Crafts hareketi ile modern tekniklere tepkinin doğması, özellikle iç mekân uygulamalarda ferforjenin 17. ve 18. yüzyılın çizgisinde gündeme tekrar gelmesini sağladı. Sadece pencere parmaklıkları ve bahçe kapılarında değil dekorasyonun her alanında kullanılan ferforje, masa, sandalye, şamdan, avize gibi eşyalarla günlük hayatımıza girmiştir. Ahşap ve ferforjenin bir arada kullanıldığı tasarımlar yapılmakta, ev içinde kullanılan merdivenlerde, korkuluklarda, şöminelerde kullanılmaktadır.
FERFORJE ZARAFETİ GÜNLÜK HAYATIMIZDA Demir varolduğu günden bu yana insanoğlunun savaşta silah, sosyal yaşamda araç olarak hep yanında ve ilk sırada yer almıştır. Ortaçağla birlikte demirin sanatsal yönünü keşfeden insanoğlu, ona verdiği sanatsal biçimlerle bir kere daha bu metalin ne kadar üstün olduğunu kanıtlamıştır. Bugün insanlar daha estetik, sıcak ve dinlendirici mekânlarda yaşamak için, masalarından tavan avizelerine kadar birçok yerde ferforje ürünleri kullanıyorlar. Salonlarda ferforje konsollar, şamdanlar, kornişler ve çiçekler için ferforje taşıyıcılar var.
sayı-02
53
Nevşehir Orta Anadolu kültür karakteristiğine uygun özellikler göstermekle birlikte, bir çok alanda ulusal kültüre ulaşmıştır. Nevşehirlilerin dili ise, İstanbul Türkçesi’nden küçük ağız özellikleriyle ayrılıyor.
sayı-02
54
N
evşehir dendiğinde aklımıza ilk olarak, kendimizi bir masal dünyasında gibi hissetmemizi sağlayan, bizi düşler dünyasına salan görkemli ‘Kapadokya’ gelir. Ürgüp, Göreme, Avanos ve daha pek çok ihtişamlı görüntülere sahip bölgeleri barındırır bu şehir... Biz, bütün bu güzellikleri kendi çatısı altında toplayan, ilk adı ‘Nissa’ olan Türkiye’nin zengin doğal ve kültürel zenginliklerine sahip “Nevşehir’’den başlayalım... Kızılırmak vadisinde, Orta Anadolu’nun merkezindeki şehrin, tarihi kalıntıları ve
taşıdığı yaşamsal izleriyle M.Ö 3000’li yıllardan itibaren yerleşim bölgesi olduğu anlaşılmaktadır. Hititlerin, Frigyalıların, Perslerin, Makedonyalıların yaşadığı bu topraklarda Damat İbrahim Paşa’nın heykeli şehrin simgesi halindedir. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Selçukluların eline geçip ‘Muşkara’ adını alan Nevşehir’in gelişmesi, Osmanlı devrinde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı (1720) zamanına rastlar. Bu devirde camiler, medreseler, kütüphane, han ve hamam gibi çeşitli mimari güzelliklerde binalar inşa edilmiştir.
LALE DEVRİ KURŞUNLU CAMİİ’DE Nevşehir’in tarihi kalıntılarından olan Nevşehir Kalesi’nin ise inşa edildiği tarih tam olarak bilinmemekle birlikte, Osmanlı zamanında esaslı bir tamirden geçerek günümüze kadar ulaşmıştır. Kubbesi kurşunla kaplı Kurşunlu Camii ise Damat İbrahim Paşa tarafından 1726 yılında yapılmış, şehrin mimari zenginliklerindendir. Caminin etrafında medrese, imarethane, kitaplık, subyan mektebi ve hamam bulunmaktadır. Kitaplıkta, Osmanlı İmparatorluğu’nun Lale Devri ve Paşa ile ilgili pek çok eser yer almaktadır. Ayrıca tarihi değeri olan iki adet halı da Kurşunlu Camii’de görülebilmektedir. Genel hatlarıyla bakıldığında, Nevşehir Orta Anadolu kültür karakteristiğine uygun özellikler göstermekle birlikte, bir çok alanda ulusal kültüre ulaşmıştır. Dil olarak İstanbul Türkçesi’nden küçük ağız özellikleriyle ayrılıyor.
KAYADAN OYMA EVLERDE, UYGARLIKLARIN BEŞİĞİ... M.Ö 6500’lere kadar inen kültür izlerine rastlanan Nevşehir’de, bir çok uygarlık hüküm sürmüştür. Bu uygarlıklara ait izlerin somut olarak izlendiği alan, bölgenin mimari dokusudur. İşlenmeye uygun kaya dokusuna sahip olan bölgede, çok sayıda kayadan oyma yaşam ünitesi mevcuttur. Bunlar içerisinde başlıcaları, ev içi mekanlar, dini mekanlar, depolar, güvercinlikler ve su sarnıçlarıdır. Bu noktada daha da ileri gidilerek denilebilir ki bölge yerleşimlerin tamamına yakınının ilk kuruluş yerleri kayadan oyma tırhazlarda başlamıştır. Daha sonraları kaya mekanlara,
yapılar ilave edilmek suretiyle ev kompleksleri oluşturulmuş, bazı yerlerde ise tamamen eski alanlar terk edilerek yeni yerleşim alanına geçilmiştir. Bölge kırsalında mekan kompleksi üç temel unsurdan oluşmaktadır. Bunlar ‘oturma bölümü’, ‘hayat bölümü’, ‘ahır bölümü’dür. Oturma bölümü, tandırın bulunduğu çardak, kışlık erzakların saklandığı kayıtdamı ve odalardan oluşmaktadır. Hayat bölümü, evin önünde geniş
alan gerektiren işlerin görülmesine yarayan bir duvarla sınırlandırılan alan konumundadır. Ahır bölümünde ise, büyükbaş, küçükbaş hayvanlar ile tavuklara ait barınakların yanı sıra samanlıklar bulunmaktadır. Hayat’lı eve, eski şehir evlerinde rastlarız fakat günümüz evlerinde ‘hayat’ bulunmamaktadır. Daha çok bahçeli evler tercih edilir duruma gelmiştir. Ev yapımının temel malzemesi olan kesme taşlar, bölgenin değişik yerlerinden çıkartılmaktadır. Bunların başlıcaları:
sayı-02
55
Nevşehir taşı, Kavak Kepez taşı, Ürgüp Taşı, Yuva Kepezi gibi adlarla anılmaktadır. Bu taşların renkleri, bölge mimarisinin önemli karakteristiğini yansıtmaktadır.
MASALLAR DİYARI KAPADOKYA...
sayı-02
56
60 milyon yıl önce; Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların yağmur ve rüzgar tarafından aşınmasıyla meydana geldi düş bölgesi Kapadokya... Kapadokya öyle bir bölgedir ki başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmıştır. Otobüs yolculuğunuzda, Aksaray’dan itibaren solumaya başlarsınız Kapadokya’nın havasını, görkemini...
RENGARENK BALONLARDA SINIRSIZ DÜŞLER...
balon gezisidir. Gündoğumuyla yükselen rengarenk balonlar sizi düşlere uçurur.
Doğa ve tarihin bütünleştiği yer Kapadokya’da coğrafi olaylar Peribacaları’nı oluştururken, tarihi süreçlerde insanlar da bu peribacalarının içlerine ev, kilise oymuş ve bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır. Bir gün Peribacaları’nı gidip yerinde görmek isterseniz ‘şapkalı’ ve ‘şapkasız’ olanlar dikkatinizi çekecektir. Şapkalı olanlara, ‘yaşayan peri bacaları’, yine coğrafi olaylardan ötürü şapkası düşmüş peribacalarına ‘ölü peri bacaları’ deniliyor. Kapadokya vadilerinin sürpriz gezintisi ise sizi göklere çıkaran, bölgenin eşsiz güzelliğini seyretmeye doyamayacağınız
ADINDAN MÜTEVELLİT ‘ÇOK KAYA’LI ÜRGÜP... Kapadokya bölgesinin en önemli merkezlerinden biri olan Ürgüp’ün, adını ‘ur’ ve ‘kup’ kelimelerinden aldığı söylenir. Ur, kaya; kup, çok anlamındadır. Tarihsel süreç içerisinde de çok sayıda isme sahip olmuştur. Bizans döneminde Osiana (Assiana), Selçuklular döneminde Başhisar, Osmanlılar zamanında Burgut Kalesi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren de Ürgüp adıyla anılmıştır. Bölgenin tarihi, Hitit Krallık dönemlerine kadar gider. Ürgüp, günümüze kadar kalabilmiş ve keşfedilmiş
Doğa ve tarihin bütünleştiği yer Kapadokya’da coğrafi olaylar Peribacaları’nı oluştururken, tarihi süreçlerde insanlar da bu peribacalarının içlerine ev, kilise oymuş ve bunları fresklerle süsleyerek binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır.
tarihi kalıntılarıyla bir kültür, tarih ve medeniyet harikasıdır. Ürgüp’te zaman içerisinde tabii afetler, aşınmalar bir çok özelliklerini kaybettirmiş olsa bile günümüze ulaşabilmiş ve daha nice yıllar varlığını sürdürebilecek eserler mevcuttur. Ürgüp, çevresi üzüm bağları, kayısı-elma bahçeleri, kavak ağaçlarıyla süslenmiş bir bölgedir. Ürgüp halkı evlerini pansiyona dönüştürerek, turistleri barındırmak suretiyle misafirperverliğini gösterebilmektedir.
DÜNYA MİRAS LİSTESİ’NİN GÖZ BEBEĞİ: GÖREME Volkanik patlamalar ve erozyon sonucu arazi yapısı tatlı bir manzara teşkil eden Göreme’de, Avcılar köyündeki yerleşim alanları ve kiliseler bir bütün ve komşu olup, güzel bir kompozisyon oluşturur. Göreme’nin en ünlü örenyeri Göreme Açık Hava Müzesi olarak bilinen, kayalara oyulu bir çok kilisenin yer aldığı Göreme Tarihi Milli Parkı bölgesidir. Göreme ve
Kapadokya Milli Parkı, 6 Aralık 1985 tarihinden bu yana doğal ve kültürel varlık olarak ‘Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır. Nevşehir’in anlatamadıklarımız da dahil bütün bu güzellikleri, yurdumuz topraklarında bir onur ölçüsü gibidir adeta. Tarihi, kültürü, coğrafi yapısı ile bizi kendine hayran bırakan Türkiye’mizin güzeller arasında sivrilen hayaller şehridir Nevşehir...
sayı-02
57
şeker dilli
pambuk... Hayatımızdaki ihtiyaçlar doğrultusunda, tüketimdeki yerinin oldukça yüksek bir yerde olduğu şeker dilli ‘pambuk’un kullanım alanları saymakla tükenmez.
‘P
ambuk’ ya da ‘bambuk’... Türkiye’de yerel olarak üreticilerin ‘pamuk’a dair kullandığı şirin mi şirin bir tatlı dil.. Pamukla ilgili aklımıza düşen ilk hayallerden biri, suretiyle ilgili olsa gerek ‘bulut’lardır sanki... Yumuşacık, bembeyaz, sakin, kafayı üstüne koyup dinlenilesi pamuk... Kozasından açmaya başlar pamuk, izlesek de baştan sona; bütün algılarımız açık, görsek Yaradan’ın bir mucizesini daha ve tekrar aklımız almasa da secde etsek Rabb’e kainat kitabını biraz daha anlamaya çalışarak... ...
sayı-02
58
Sıcak bölge mahsulü olan pamuk, yetişmek için şu dünya düzeninde kendi yerini pek güzelce arar ve aradığını, yeryüzünün kuzey yarım kürede 40, güney yarım kürede 28 enlemleri arasında
bulur. Kuzey yarım kürede 3642’inci enlem arasında yer alan yurdumuz, büyük bir kısmıyla pamuk üretimine oldukça müsait konumdadır. Türkiye’de M.Ö 330’lu yıllardan bahsedecek kadar uzun bir tarihi olan pamuk, asıl gelişimini 11. yüzyılda Selçuklu Türkleri, 14. yüzyılda Osmanlı Türkleri zamanında olmuştur. Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasındaki yıllarda ise pamuk tarımına büyük ölçüde önem verilmiştir. Yetişebilmesi için gereksinim duyduğu ekolojik koşulların getirdiği sınırlamalar nedeniyle dünya pamuk üretiminin %80’i, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 8 ülke tarafından gerçekleşir. Türkiye ise pamuk ekim alanı olarak listenin 7’nci sırasında yer alır. Anadolu’ya Hindistan yolu ile gelen pamuk ziraati, Osmanlı
İmparatorluğu zamanında Suriye, Irak ve Makedonya ovalarına kadar yayıldı. 1862’de Osmanlı, pamuk ziraatinin ve pamuklu dokuma sanayisinin gelişmesini sağlamak amacıyla, pamuk ekenlere vergi, tüccarlarına mal naklinde kolaylık, pamuklu sanayii kurmak isteyenlere de gümrük muafiyetleri tanıdı. Bu tedbirlerin tesirleri ile memleketimizin pamuk üretimi ve pamuklu dokuma sanayisi oldukça gelişmiş, bugünlere ulaşmıştır.
DONDURMAYA BİLE VAR KATKISI, PAMUK ÇOCUKLUĞUMUZUN DA HASI Kök, sap, yaprak, çiçek ve tohumdan oluşan pamukta ilk olarak yan kökler meydana gelir; yatay olarak büyüyen köklerin her biri dallanıp etrafa yayılır. O yayıl-
dıkça, kainatın kusursuzluğu çeldirir yine kafaları. Pamuk tohumlarından, kısa ve uzun olmak üzere elde edilen iki tip lif vardır. Kaliteli, uzun lifler dokuma sanayisinde kullanılırken, düşük kalitedeki kısa lifler için de değerlendirme alanları var elbette... Kısa lifler de uzunluklarına göre, birinci ve ikinci kesim havları olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci kesim havları daha uzun olup; döşek, şilte, mobilya döşemeciliğinde, sicim, lamba ve mum fitili yapımında kullanılır. İkinci alımda elde edilen daha kısa havlar ise saf selüloza gereksinim duyan kimya veya gıda sanayisinde değerlendirilir. Aynı zamanda dondurma, salata sosları ve yaş pasta gibi ürünlerde yapışkanlığı arttırıcı olarak kullanılır.
ADANA, PAMUKTAKİ TAHTINI KOLAY KOLAY BIRAKMAMIŞ Çukurova, Türkiye pamuk üretiminde geçmişten beri en önemli rolü oynamış her zaman. Sadece Adana, 1950’den önce pamuk üretiminin % 76’sını temin ediyordu. Diğer bölgelerde pamuk ziraatine önem verildikçe, Adana’nın Türkiye pamuk üretimindeki nisbi önemi azalmışsa da yıllık üretimdki payı hiçbir sene yüzde 25’ten aşağı düşmemiş... Pamuğun Akdeniz bölgesi ve bilhassa Adana için arz ettiği önem göz önünde tutularak, bu bölgede üretimin arttırılabilmesi için ziraatte verim işine önem verilmiş, özellikle sulama tesisleri için büyük yatırımlar yapılmıştır. Baraj, regülatör, Seyhan, Ceyhan, Berdan setleri ve diğer sulama tesislerinin inşası ile eskiden çok dar olan sulama alanları artık oldukça yüksek. Bu bölgede, Adana’dan sonra Hatay, İçel ve Kahramanaraş’ın pamuk ziraatinde de büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Yıllık üretim miktarı ile Çukurova’dan
sonra gelen Ege bölgesinde pamuk ziraati bilhassa büyük ve küçük Menderes nehirleri ile Gediz Nehri ve bunların kollarının bulunduğu vadilerde yapılmakta. Aydın, Denizli, İzmir, Manisa ve Muğla illerini içine alan bu bölgede başta Aydın olmak üzere İzmir ve Manisa pamuk ziraatinin en yaygın olduğu yerlerdir. Türkiye’nin, Akdeniz ve Ege bölgeleri dışında pamuk ziraati yapılan Doğu, Güneydoğu ve Marmara Bölgelerinde pamuk daha ziyade bölge ihtiyaçları göz önünde tutularak üretilmekte, ziraatteki yeri konjonktür durumuna göre değişmekte... Doğu Anadolu Bölgesinde eskiden beri pamuk yetiştiren Iğdır’da, iklim şartlarının müsait durumu ve sulama imkanlarının geliştirilmesi ile ziraat daha iyi hale getirildi. Iğdır, Adıyaman ve Elazığ doğu bölgesinin en önemli pamuk üretim yerlerini teşkil etmekteyken; Güneydoğu Anadolu’da Gaziantep, Diyarbakır, Şanlıurfa, Marmara Bölgesi’nde de Bursa ve Balıkesir bu bölgelerin en fazla pamuk ekilen illeridir.
PAMUK, TEKSTİLİN GÖZ BEBEĞİ Pamuk ziraatinde, olgunlaşan kozalardan toplanan ve kütlü adı verilen pamuklar, ‘çırçır’ fabrikalarında işlenmek suretiyle, lif ve çiğite ayrılırlar. Pamuk bitkisinin ana ürünü olan pamuk lifi, başta tekstil sanayisi olmak üzere, çeşitli sanayi kollarının
ham maddesi. Pamuk çekirdeği ‘çiğit’ ise, tohum olarak kullanılır, hayvanlara yedirilir. Çiğitten pamuk yağı çıkartılır, küsbesi hayvanlara verilir, gübre olarak da değerlendirilir. Pamuk yağı, çiğitten çıkarıldığı kullanılacak durumda olmadığından, bu yağ tasfiyehanelerde işlenerek kokusu alınır, rengi açılır, asidi azaltılır ve yenilmesi mahzursuz hale getirilir. Bu şekilde, kalitesi yükseltilen pamuk yağı da çeşitli şekilde değerlendirilir. Tasfiye sırasında meydana gelen ve ‘soap-stock’ denilen madde, sabun sanayisinde kullanılır. Tasfiye edilmiş pamuk yağının en önemli tüketim yeri de margarin sanayisidir. Hayatımızdaki ihtiyaçlar doğrultusunda, tüketimdeki yerinin oldukça yüksek bir yerde olduğu şeker dilli ‘pambuk’un kullanım alanları saymakla tükenmez. O türkiye’nin, yumuşak başlı, kozasından doğarken, nelere fayda edeceğinin şuuru ile yetişen, üreticilerinin alın teri yadsınamayacak derecede üzerinde büyük emekler sarfedilen en önemli bitkilerinden biri, değerini bilelim...
sayı-02
59
S A Ğ L I K - Prof. Dr. Gamze Aren / İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Ana Bilim Dalı
EBEVEYNLERİN, DİŞ KONUSUNDA YA PA C A K L A R I
İlk Ziyaret “1’’ Yaş Ailelerin unutmamaları gereken nokta kötü ağız yapısına sahip çocuklarının bu durumdan sorumlu olması gereken kişinin çocuklarının kendisi değil duruma göz yuman ebeveynleridir.
Ç
ocuk diş hekimliğinin (pedodonti) amacı; çocuk hasta ve hekim arasında güven duygusunu temel alan bir ilişki geliştirerek ağız-diş sorunlarını çözümlemek ve çocuk hastaları ağız-diş sağlığına ilişkin olumlu tutum ve davranışlara yönlendirmektir. Bu alana yönelik uygulamaların başarısında pek çok faktörün rolü olmasına karşın esas olan doğru ve etkili bir hasta-hekim iletişimi oluşturulmasıdır. Ancak bu etkili iletişim sayesinde çocuğun korku ve endişesi azaltılarak kendini güvende hissetmesi, uyumlu ve rahat olması sağlanabilir. - Diş hekiminin çocuğun psişik gelişim ve reaksiyonları hakkında bilgi sahibi olması, aşağıdaki temel tedavi stratejilerinin belirlenmesinde etkilidir: - Çocuğun yaşına göre özel gereksinimlerinin karşılanabilmesi gerekir.
sayı-02
60
- Her türlü zorlamanın çocuğun işbirliğini azaltarak tedavi sürecini zora sokacağı bilinmelidir. Böyle durumda çocuğun
güveninin sağlanması daha fazla zamanı gerektirir.. - Çocuğun beklenilenden farklı davranışlar sergilemesi tedaviyi kabul etmeyeceğine yönelik bir işaret olarak anlaşılmalıdır. - Diş hekiminde bulunması gereken bilgi donanımı, tedavi sürecinde gördüğü reaksiyon ve davranışları anlaması ve kontrol etmesinde yardımcı olacaktır.
ÇOCUK HASTALARA KALİTELİ BİR DİŞ HEKİMLİĞİ HİZMETİ Çocuk hasta ile çalışmak yetişkinle çalışmaktan farklıdır. Nasıl ki çocuklar küçük yetişkinler değillerse ve her çocuk da aynı değildir. Öte yandan çocuklar hayata ilişkin yeni deneyimlerin kazanıldığı ve pek çok yönden gelişim içerisinde oldukları bir süreç içerisindedirler. Burada unutulmaması gereken bazı yeteneklerin gelişiminde de çocuklar arasında bireysel farklılıklar bulunabilir. Çocuk hastalara kaliteli bir diş hekimliği hizmetinin
sunulmasında çocuk gelişimine ait temel bilgi donanımına sahip olunması gereklidir. Çocuk diş sağlığına yönelik ebeveynlerin diş hekimlerine yapacakları ilk ziyaret bir yaş civarında olmalıdır. Diş hekimleri ailelere çocuklarının diş sağlıklarını nasıl koruyabileceklerine yönelik temel bilgileri bu ilk ziyaret sırasında verebilirler. Özellikle erken çocukluk çağı çürüklerinden korunmada çocuğun doğru beslenmesinin önemi büyüktür. Özellikle dişler sürmeye başladıktan sonra biberon veya anne sütü ile beslenen bebeklerin tükürük akışının oldukça azalması ve diş yüzeylerini yıkayıcı etkisinin kaybolması nedeni ile geceleri uykuda beslenmemesinin, erken çocukluk çağı çürüklerinin önlenmesinde önemi büyüktür. Aileler mutlak suretle geceleri uykuda biberon kullanmak durumunda kaldıklarında biberonda yer alacak sıvı olarak “su “ tercih edilmelidir.
ÇÜRÜĞÜN ÖNLENEBİLİRLİĞİ Diş çürüğü önlenebilir özellikte çok bileşenli bir enfeksiyon hastalığıdır. Nasıl ki enfeksiyon hastalıkları bulaşıcı özellik taşırlar ise çürükte bulaşabilir özelliktedir. Bebeğin ağzında dişlerin ilk çıkmaya başladıkları ana dek çürük yapıcı bakteriler bulunmaz. Ancak dişler sürdüğünde ve bakterinin tutunabileceği yerler oluştuğunda “bulaşma” daha doğrusu “bakteri geçişi” söz konusu olur ve bu geçişte büyük olasılıkla anne veya bakıcıdan olur. Aslında çürüğün önlenebilirliğinde ilk aşama bu bakteri geçişinin önlenmesi ile olmalıdır. Bebek bakımında anne emziği ağzında ıslatarak bebeğine verirse, mama kaşığını üfleyerek uzatırsa bizzat bakteri transferi yoluyla çürük oluşumunu başlatabilir. Ancak yine de unutulmaması gerekli olan şey de bakteriler tek başlarına çürüğü
oluşturmazlar ama geçişleri 3 yaşına dek önlenebilirse çocuğun çürük oluşumu da büyük olasılıkla hafifletilecektir.
KÖTÜ AĞIZ YAPISINA SAHİP ÇOCUKLARIN SORUMLULULARI EBEVEYNLERDİR Ebeveynlere çocuklarının sağlıklı bir ağız-diş yapısına sahip olabilmelerinde çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Sağlıklı bir ağız-diş yapısı ancak bilinçli bir anne-baba veya bakıcı ile mümkündür. Ailelerin unutmamaları gereken nokta kötü ağız yapısına sahip çocuklarının bu durumdan sorumlu olması gereken kişinin çocuklarının kendisi değil duruma göz yuman ebeveynleridir. Çocuklarının, gerek ağız-diş gerekse genel vücut sağlıklarının oluşumunda doğru bir rol model oluşturabilmek ebeveynlerin sorumluluğundadır.
sayı-02
61
Engelliler Sarayı’nda sanat terapisi:
RESİM A T Ö LY E S İ
S
anat terapisi, insanlık kadar eski bir yöntemdir. Resmin ilk örnekleri olarak kabul edilen mağara resimleri, insanların yaşadıkları olayları, göçleri, ölümleri yahut avları anlatan çizimlerdir. İlk insanlar, hayatlarındaki bu önemli olayları çizerek bir nevi rahatlıyorlar, psikolojik olarak kendilerini farkında olmadan tedavi ediyorlardı. 1950’li yıllarda ABD’li psikologlar bu durumu tespit ettiklerinde çok şaşırmışlar ve “sanat”ın bir terapi aracı olarak incelenebileceğine karar vermişlerdir. İnsan hayatında bazı şeylerin sadece sanat yoluyla ifade edilebildiğini tespit eden psikologlar, bunu “sanat terapisi” adı altında değerlendirmeye başlamışlardır. Bugün sanatla terapinin, insanın kendini ifade etmesini ve problemlerle başa çıkabilmesini sağladığı kabul edilmektedir. Ayrıca, kişinin içindeki duyguları dışa vurmasını sağlıyor.
sayı-02
62
Sanat terapisi özellikle çocuklarda ve engellilerde sık kullanılan,
çok olumlu neticeler alınan bir yöntem olarak da karşımıza çıkıyor. Resim yapmak, dans etmek gibi etkinlikler engellileri rahatlatıyor ve karşılaştığı sorunlarla başa çıkabilmesini kolaylaştırıyor. Bilhassa ikili ilişkilerde çekingenlik yaşayan engelli çocukların resimle kendilerini ifade etmeleri, bir yönüyle kendilerine güvenlerini geliştirirken, diğer yönüyle de ikili ilişkilerde açılmalarını sağlıyor. Müzik, renk, dans terapisi gibi sanat terapisinin diğer alt kolları da en az resim kadar etkili neticeler veriyor. Bağcılar Engelliler Sarayı’nda yer verilen resim, müzik, tiyatro gibi atölyeler, engellilerin rehabilitasyonuna destek olduğu gibi onların yeteneklerini keşfetmelerine, kendilerine güvenmelerine, hayattan farklı lezzetler almalarına da destek oluyor. Bu atölyeler sadece fiziki engelli olanlar için, zihni engeli olanlar için de tedavi sürecini hızlandırıp, hayata tutunmalarını sağlıyor. Engelliler Sarayı’na girdiğiniz-
de, engelli çocukların, gençlerin yüzlerinin hep güldüğünü göreceksiniz. Çünkü onlar, aldıkları mesleki eğitimlerin yanı-sıra yeteneklerini geliştirdikleri sanat aktiviteleri ve atölyeleri ile de rehabilite oluyorlar. Bağcılar Engelliler Sarayı’ndaki resim atölyesinde sıra sıra şövalyeler ve karşılarında küçük tabureler var. Burada her yaştan engelli kardeşimiz, gönlünden geçenleri, ifade edemediklerini, hayattan beklentilerini, içindeki hayat sevincini kâğıda resmediyor. Sarayda sergilenen resimleri görünce, bunların usta bir ressamın fırçasından çıkmadığına, oradaki engelli bir kardeşimizin parmaklarından veya ayak parmaklarından çıktığına şaşırabilirsiniz. Bir mucizeye tanık olabilirsiniz kısaca… Engelliler Sarayı’ndaki resim atölyesinde eğitim gören engelli ressamlar çok şanslı. Çünkü engelleri yüzünden hayata küsmek yerine, hayata anlam katıyor, kendi gözlerindeki ve gönüllerindeki dünyayı renk renk, ton ton, figür figür kağıda işliyorlar.
Engelliler Akademisi’nin Küçük Ressamı:
MUHAMMED UĞUR Doğduğu andan itibaren bebeklik yılları hastanelerde geçmiş; bir değil, iki değil tam dört engeli birden aşarak 9 yaşına gelmiş bir çocuk Muhammed Uğur. Ufacık yaşına rağmen onca badireyi atlattığı hayatında, direnmeyi ve düşlerden vazgeçmemeyi en iyi öğrenebileceklerimiz arasında, yerini şimdiden iyi hazırlamış...
B
eyhude dertlerle, temeli çürük tasalarla aslında ne kadar ‘gamsız baykuş’ olduğumuzun kafamıza balyozla indiği yerlerden biridir şüphesiz ki Engelliler Sarayı... Oradaki havayı soluduğumuzda, hayatlarında önlerine ‘engel’ diye konmuş bir sürü şeyi aşıp, ‘böyle de nasıl yapılır ki?’ sorusuyla bizi başbaşa bırakan onlarca insanın başarısını hayretle izleyebiliriz. Sonra bir kere ve bir kere daha anlarız ki ‘engeli yalnız kalp olanındır en büyük mahkûmiyet’... Kolları olmasa da, ayağıyla resim yapan Muhammed Uğur, işte ‘kalbin’ ve ‘inancın’ nasıl bir şey olduğunu bize gösteren en ideal örneklerden yalnızca biri.
Küçük yaşına rağmen koca yürekli ressamımız Muhammed Uğur ve annesini Engelliler Akademisi’nde ziyaret ettik. Muhammed’in neşeli sesi doldururken resim atölyesini, önce annesi Zeynep Bitkay’dan Muhammed’in hikâyesini dinledik, sonraysa küçük ressamın hayâllerini... Bitkay ailesini tanıyabilir miyiz biraz? Eşim İsmet ile 9 yıl önce evlendik ve Bağcılar’dan önce ikamet yerimiz Pendik’ti.
Muhammed Uğur’dan başka, Ahmet adlı 8 yaşında bir oğlum ve Eylül isimli 6 yaşında bir kızım daha var. 1 yıldır eşim ile mecburi olarak ayrı yaşıyoruz, kendisi Karabük’te imamlık yapıyor. Ankara’daki işlemlerimiz tamamlandı, görev yeri henüz belli olmasa da işine burada devam edecek. Yakın bir zamanda İstanbul’a geri dönecek ve tekrar hep beraber olacağız. Muhammed Uğur, özel durumuyla ilgili ilk eğitimini
sayı-02
63
yoğun bakım servisinde kaldı Muhammed ve Allah’ın yardımıyla bütün bu sorunları aşmamız 2-3 senemizi aldı. Ne kadar çok şey yaşamışsınız... Siz nasıl geçtiniz tüm bu sancılı süreçten? Pendik’teki engelliler kurumundan psikolojik destek aldım. Çocuğumuzla nasıl bir iletişim kurmamız gerektiği üzerine de eğitim aldım tabi; fakat ben asıl tedaviyi Bakırköy Ruh ve sinir Hastalıkları Hastanesi’nde aldım. 2 senemi oraya verdim, neredeyse beni yatırma noktasına geldiler. Sonra etrafıma baktım, evladıma baktım. Her şeye rağmen o benden çok çok daha iyiydi. Muhammed’in o pozitif haline gördükçe kendimi kesinlikle düzeltmem gerektiğini daha net anladım sonra ‘nasıl daha iyi bir anne’ olacağımı sorgulamaya da başladım. Kendi kendimi eğittiğim yıllardan geçtim.
Pendik’teki bir engelliler kurumundan aldı. 3 yıl önce de Bağcılar’a geldik. Nasıl başladı Muhammed’in eğitimi? 3 yaşındayken başladı. İlk önce eğlendirme amaçlı bilgisayarlarla çok haşır neşir olduk, ilk çocukluk yıllarını bu şekilde atlattık. Sonra da okul zamanı geldi ve eğitim hayatına alışması için anaokuluna yolladık, ilköğretime ise burada başladı. Muhammed her şeyi ayağıyla yapabiliyor, o konuda çok rahatız.
sayı-02
64
Özel durumunu ne zaman sorgulamaya başladı? 6 yaşındaydı, okula yeni başlamıştı. Ana sınıfındaki arkadaşları ondan korktuğunda, o da bu durumu sorgulamaya başladı. Bir ara duygusal bir çöküntü halindeydik, o zaman çok sıkıntı yaşadık. Ben, korkan çocukların yanına giderek onlara durumu anlayacakları şekilde izah etmeye çalıştım. Muhammed’e de anlatmaya çalışıyordum tabii ki bir yandan. Muhammed’e ondan daha kötü durumda olanları göstererek, kendilerinin bizlere Allah’tan bir lütuf olduklarını açıklamaya çalıştım hep. Sonra, korkan çocuklarla Muhammed’i barıştırdım derken her şey tekrar normale dönmeye başladı. Bu da bize büyük moral oldu. Zaten Muhammed’in duygusal zekası ve iletişimi çok güçlü,
Ve iki çocuğunuz daha var üstelik... Evet, zaten kendime şaşırıyorum nasıl bu zamana geldik, iki çocuğa daha nasıl cesaret ettim. Allah yardımını esirgemiyor şüphesiz.
bizsiz de işini çok rahat anlatıyor. Neşesi her şeye yetiyor. Muhammed bu şekilde doğduğunda, yaşayabilecekleriniz zihninizden şöyle bir geçip gitmiş olmalı... Yalnızca böyle de değildi ki. Kalbinde, ayağında ve dudağında da sorun vardı Muhammed’in. Kalbinde iki delik vardı mesela, o zaman içinde kapandı. Dudağında, tavşan dudak denen ‘dudak-damak yarığı’ vardı ve yarığı epey bir büyüktü; ameliyat geçirdi. Sağ ayağında tümör vardı, baş parmağıyla beraber o tümörü de aldılar. Ayakları içe doğruydu, onlar düzeltildi ve uzun süre alçıdaydı ayakları. Uzun süre
Muhammed’in kardeşleriyle arası nasıl? Şu an çok iyi ama elbette sorunlarımız olmadı değil. Muhammed’in bir küçük kardeşi Ahmet’e çok yüklenmiştik mesela. Muhammed’e destek olması için, ‘aman bak ağabeyin böyle, ona şöyle davranmalısın’ tenkitlerinde çok bulunduk. Onun da bir çocuk olduğunu ne yazık ki unuttuk. Şimdi dönüp baktığımda, ne kadar yüklendiğimizi daha iyi görüyorum. Bu açığı kapatmaya çalışıyorum. Eylül ise durumların yeni yeni farkına varmaya başlıyor. Kendini biraz uzak tutmaya çalışıyor. Muhammed ile sınıfları karşılıklı. Sınıfta Muhammed’den korkan arkadaşları olduğu ve arkadaşlarıyla arasının kötü olmaması için ağabeyinin sınıfına gelmesini istemiyor mesela ama ev ve diğer ortamlarımızda gayet iyiler.
Muhammed Uğur’un resimle tanışması nasıl oldu peki? Muhammed Uğur 4 yaşından beri çizimle uğraşıyordu. Okuldaki resim ödevleri sebebiyle evde çalışmalarımız da oluyordu. Okulda bir Perihan hocamız vardı, bizi halk eğitimdeki resim kursuna davet etti. Böylelikle Muhammed Uğur resime başladı. Engelliler Sarayı’yla tanışmanız nasıl oldu? Engelliler Sarayı’nda Hatice hanım var, Uğur’un çalışmalarını görmüştü ve bizi buraya davet etti, ‘Muhammed’i burada görmek istiyoruz’ dedi. 6 aydır da buradayız. Nasıl buluyorsunuz hizmeti? Buradaki mutluluğumu ifade edebilecek bir söz bulamıyorum ki. Her şeyiyle aşırı iyi bir kurum burası. Öğretmenler, yetkililer... Sevgi dolular. Buradaki insanlar için yaptıklarını görünce her defasında teşekkür etmek istiyorum, gözlerim doluyor. Çocuklarımıza öyle iyi davranılıyor ki, bu çocuklara böylesi bir destek verdikleri için emeği geçen herkese minnettarım. Dualarım her zaman onlarla... Resime nasıl başladığını birden senden dinleyelim Muhammed... 3 yaşında başladım resime. İlk önce annemden gördüm. Annem ‘evde resim yarışması yapacağım’ dedi. Resim yaptım, güzel yaptım, resime alıştım. Hangi malzemelerle ve renklerle aran iyi? Ben hep yağlı boya yaparım. En çok da mavi ve sarı rengini severim. Açık pembeyi hiç sevmiyo-
rum ama biraz kız rengi. Kuş ve çiçekler çiziyorum hep, insan ve el çizmeyi de çok istiyorum. Kendini nasıl buluyorsun resimde, resim sana neler yaptırıyor? Kendimi yetenekli buluyorum. Resim çok güzel bir şey, yeteneğimi ortaya çıkarmamı sağlıyor. Pek çok şeyler yaptırıyor. Hayâller kurdurtuyor. Kendimi, televizyona çıkmış biri gibi hayâl ediyorum. Güzel bir evim ve arabamında olmasını istiyorum, çünkü gezmeyi çok seviyorum. Nereleri gezmeyi seviyorsun? İstanbul’da her yeri gezmeyi seviyorum; ama çok para harcamamız gerekiyor. Vapura binmeyi de çok seviyorum. Bağcılar’da Kestane Bahçesi’ni çok seviyorum, orada yine piknik yapmak istiyorum. Bu saraydaki mutluluğunu da paylaşır mısın bizimle? Burayı çok seviyorum. Bana çok iyi davranıyorlar, seviyorlar. Belediye Başkanımızla da tanıştım. Çok iyi biri, arkadaş olduk. Hepimize çok iyi davranıyor. Etrafındakilere hep ‘burayı şöyle yapın, bu işleri böyle yapın’ falan da diyor, hep bizi düşünüyor. Geldiği zaman hep muhabbet ediyoruz, onu çok seviyorum. Arkadaşlarımla, öğretmenlerimle, herkesle çok mutluyum burada. Bir de resim kursundan başka yüzme ve bilgisayar kursuna da gitmek istiyorum. Başarı belgeleri almıştım, bilgisayar ödülü verdiler ama annem küçüğüm diye bana vermiyor daha bilgisayarımı. O yüzden bilgisayarı çok iyi öğrenmek istiyorum.
Okulda en çok hangi dersleri seviyorsun peki ve büyüyünce ne olmak istiyorsun? En çok matematik ve türkçe derslerini seviyorum. Zaten matematikten hep 85-100 alıyorum. Biraz düşük alsam çok üzülüyorum. Büyüyünce de doktor ya da ressam olmak istiyorum. Hastaları iyileştirmek ve onların hayatını iyi yapmak için.
Hayat çok güzel bir şey. Bence herkes cesur olmalı. Çocuklar evlerinden çıksın, etraflarına baksınlar. Yapabildikleri her şeyi yapsınlar. Gülsünler, eğlensinler... Herkes çok çalışırsa imkânsızlık diye bir şey de olmuyor. Sohbetimizdeki son cümlesi bu oldu Muhammed Uğur’un. ‘Herkes çok çalışırsa imkansızlık diye bir şey de olmuyor.’ Muhammed bu sözüyle, biz büyüklere de çok anlamlı bir mesaj veriyor, hepimizin onun gibi cesur olabilmesi dileği ile...
sayı-02
65
P S İ K O L O J İ - Uz. Dr. Mustafa Güveli
Fobiden Hobiye Fobisi kişilerin hayat konforunu bozacak, mesleki gelişimini engelleyecek hatta acil durumlarda birçok yaşam olayına yetişememesine sebep olacak bir durumdur.
sayı-02
66
A
yakların yerden kesilmesi çoğu kere insanlar için kaygı verici olmuştur. Bazen de duyulan heyecan zevk vermiş insanlar ayaklarını yerden kesen sporları hobi olarak yapmışlardır. Paraşütle atlamış, yamaç paraşütü yapmış, akrobasi pilotluğu yapmışlardır. Tüm bunlar uç örnekler olsa da salgılanan adrenalin insanlara keyif vermiştir. Adrenalinin beyni uyuşturduğu ve bundan keyif alan birçok insan olduğu bilinir. Adrenalin deşarjı ile acı hissinin kaybolduğu, hatta riske ettiğiniz şeyin miktarı arttıkça karşı konulmaz bir haz duygusunun beyni kapladığı bilinir. Keyif ve kaygı birbirinin iki ucunda yer alır belki de. Aynı şeyden keyif alanla kaygılanan arasındaki ilişki nasıl kurulur demeyin. Kediyi seven de var huylanan ve bundan dolayı kediden korkan da. Kediden korkmak hayatımızı ne kadar olumsuz etkiler? En fazlası bir çay bahçesinde otururken ayaklarınızı dibine dolaşan kediden huzursuz olursunuz, belki çığlık atarsınız. Ama uçuş korkusu bundan çok farklı bir durum. Fobisi kişilerin hayat konforunu
bozacak, mesleki gelişimini engelleyecek hatta acil durumlarda birçok yaşam olayına yetişememesine sebep olacak bir durumdur. Cenazeniz var. Çok sevdiğinizi birine son vazifenizi yapmak istiyorsunuz ama gel gör ki memlekete karayolu ile gitseniz 20 saat sürüyor. Trafik kurallarını hiçe sayarak gitseniz bile cenazeye ulaşma şansınız yok. Hatta bu şekilde gidenlerin bir kısmı geri dönemiyor maalesef kaza yapıyorlar. Maalesef katılamıyorsunuz cenazeye. Başka bir örnek: Kısa tatiliniz var ama memlekete git gel 2 gün yol sürüyor. Ancak birkaç saat kalabileceksiniz. Özlem gidermek için bir haftadan az tatil sizi kurtarmıyor. Oysa uçak yolculuğu ile 2 saatte gidebiliyorsunuz gideceğiniz yere saatlerce karayolu ya da deniz yolu ile seyahat etmek havayoluna nazaran çok daha fazla bir riski de göze almak demek. İstatistik çalışmalarına göre en güvenilir ulaşım aracı olan uçaklar insanların kaygılandıkları ve binmekten kaçındıkları bir ulaşım aracıdır da aynı zamanda.
Halen uçağı bir ulaşım aracı olarak kullanan insanların birçoğu uçağa binmekten kaygı duymakta ama sağladığı kolaylık ve konfor nedeniyle uçağa binebilmektedirler. Ama halen ekonomik durumu müsaade ettiği ve işi de gerektirdiği halde uçamayan sosyal ve mesleki yaşamında uçamadığı için sorun yaşayan binlerce insan vardır ülkemizde. Basit fobilerin oldukça yaygın olduğu ancak hiçbirinin hayatı bu kadar olumsuz etkilemediği için onlarla baş etmek uçuş korkusu için gerekli olduğu kadar gerekli değildir. Uçmak ve uçuşla alakalı her türlü uğraşı nedeniyle kaygı duyan ve bu nedenle uçmaktan kaçınan kişilerde “uçuş korkusu” vardır diyebiliriz. Uçuşun verdiği kaygıyı ve fobik kaçınma reaksiyonlarını tedavi ettirmek suretiyle uçuşu hobiye çevirmek mümkündür. Hem yaşamınız kolaylaşacak hem de size kaygı veren adrenalin deşarjını size zevk verecek hobiye dönüştürebileceksiniz. Bu günlerde THY’nin Uçuş Korkusunu yenme programının psikiyatrik değerlendirme ve koordinasyonunu sürdürüyorum. Üç günlük bir program neticesinde katılımcıların % 80’inden fazlası yaşadıkları korkuyu yenmekte İstanbul’a otobüsle gelenler eğer bilet bulabilirlerse memleketlerine uçakla dönmenin mutluluğunu yaşamaktalar. Zira kaygıları nedeniyle uçak biletini önceden almadıkları için son dakikada uçak bileti bulamamakta eziyet ve cefayı göze alıp oflaya puflaya otobüsün yolunu tutmaktalar.
PEKİ NE YAPMALI? Bu iş için pek çok yol var. THY Uçuş Korkusunu Yenme Programı grup halinde yapılan en tatmin edici programdır. Grup dinamiği içinde her şey çok daha kolay gelişmekte ve sonuçta yaşanılan kaygı düşmekte eskiden titreyerek uçağa bakan kişi bir anda kendini uçakta bulmakta ve kaygı seviyesi minimalize olmuş bir şekilde programı tamamlamaktadır. Grup programlarına iştirak edemeyenler için de bireysel bir çalışma yapıyorum. Önce kişinin korkusu sebepleri ve şiddeti değerlendirilmekte sonra bu korku kaygı ve sıkıntıyı yenmek için bir strateji geliştirilmektedir. Bireysel olarak uyguladığım programı da aşağıda görebilirsiziniz.
Başka tıbbi sorunlar varsa onlar ayrıştırılır. (Yüksek tansiyon, kalp sorunları ve tiroid guddesi ile alakalı sorunlar gibi) İlk değerlendirmeden sonra kişinin durumuna göre yalnızca uçuş fobisi varsa içinde pilotların, uçuş ekibinin ve ruh sağlığı profesyonellerinin de yer aldığı bir süreç başlar. Amaç kişinin kaygı duymadan gerçek bir uçuş deneyimini gerçekleştirmektir. Bu tedavi; hepsi uçuş fobisi olan hasta grupları ile birlikte belli bir program dahilinde yapılabildiği gibi acil durumlarda bireysel olarak ta yapılabilmektedir.
12 Aşamalı Uçuş Fobisi Tedavisi 1.
Uçuş korkusunun psikolojik boyutlarının anlatılması
2.
Uçmanın teknik yönleri
3.
Kaygıyı kontrol altında tutmanın teknikleri
4.
Uçak ve ortamıyla tanışma
5.
UÇUŞ FOBİSİ TEDAVİSİNİN ANA HATLARI
Havaalanıyla tanışma . görüş alanı, ses ve hareket
6.
Hava durumu, türbülans, fırtına, uçuş güvenliği
Uçuş Fobisi tedavisinde genel prensipler ve süreç şöyle işler.
7.
Uçağın yapısı
8.
Uçuş öncesi prosedürler, check in uçuş sorumlusu
9.
Uçuş simülasyonu
Uçuşu Fobiden Hobiye dönüştürmeniz mümkün. Yeter ki üstüne gitmek için cesaretinizi birazcık toplayın. Fobiniz hobiye dönüşecektir.
Kişinin durumunun değerlendirilmesi - Psikiyatrik değerlendirme: Yaşanan kaygı bazen başka psikiyatrik bozukluklarla birlikte olur. İlk görüşmeden kişi değerlendirilir. Varsa diğer psikolojik/ psikiyatrik sorunlar tanımlanır.
-Klinik testler: Gerekirse psikolojik değerlendirme testleri ile tanı sağlamlaştırılır. -Tıbbi değerlendirme: Kişinin genel tıbbi değerlendirmesi yapılır.
10. Uçuşa zihinsel ve fiziksel hazırlık, anında çıkan sorulara cevaplar 11. Ve nihayet gerçek bir uçuş 12. Uçuş sonrası bilgilendirme ve sonuçların değerlendirilmesi. Bu tür programlar uçarken yaşadığımız kaygıyı azaltmak ve daha konforlu uçuşumuzu sağlamaktır. Ama kim bilir uçuş fobiniz uçuş hobisine bile dönebilir.
sayı-02
67
İ Ş
D Ü N Y A S I
SÖYLEŞİ:
Yağmur Dinç
ÇETAŞ Yönetim Kurulu Başkanı
H A S A N TA Ş A R: “Bağcılar’da iletişim ve hizmet rahat’’
B
azen herkesin gıpta ile baktığı, kazanmak istediği okulları, bölümleri okusanız bile kalbinizde yatan bir aslan vardır. Belki tüccar bir aileden gelmek, belki işi ticaret olan ve örnek alınan bir babanın evladı olmak. Bir avukat olarak Türkiye’de otomotiv perakendeciliğine ÇETAŞ’ı kazandıran Hasan Taşar ile otomotiv sektörünü, otomobillerin hayatımızdaki yerini ve sektörde ‘olması gereken Türkiye’ idealini konuştuk.
sayı-02
68
Hukuk bitirmiş biri olarak, otomotiv sektörüne girişiniz nasıl oldu?
geliyoruz, babam da tüccardı. Babam, vefat edinceye kadar 60 sene boyunca hep ticaretle uğraştı. Ticareti, onun yanında öğrendim. Böyle bir aileden de geldiğim için doğal olarak ticarete meyilim vardı. Otomotiv bayiliği yapıyorduk. Avukatlık yaptığım süre zarfında, bayilikle de ilgileniyordum. İşe, 1975 yılında BMC kamyon bayiliğiyle başladık. Daha sonra İstanbul’a geldiğimizde de bu işin devamını getirdik. 1985 yılında Sirkeci’de ilk bayiliğimize başladık. 1992 yılında ise Bağcılar’da ilk Renault plazamızı açtık.
Benim hukuk okuduğum dönemde Türkiye’de iki hukuk fakültesi vardı. Biri İstanbul, diğeri Ankara. Ben Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1967 yılında da memleketim olan Adıyaman’da avukatlığa başladım ve 18 yıl boyunca avukatlık yaptım. Tüccar bir aileden
O zamanlar otomotiv şimdiki gibi değildi, çok karlıydı. Şimdiyse kar elde etmek bir hayli zorlaştı; çünkü çok yoğun bir rekabet var. Yine o dönemlerde, Renault ve Tofaş olmak üzere, Türkiye’de 2 tane bayilik vardı. Bu rakam artık 52. Türkiye’de 52 marka var ve 400 model...
Sizi avukatlıktan uzaklaştıran etkenler var mıydı? Hayır, avukatlığı bilakis çok seviyorum. Baro Başkanlığı da yaptım. Avukatlık, hakkı savunan bir meslek. O da bir hizmet sektörü. İnsanlara hizmet eden, adaleti sağlayan kutsal bir iş. Avukatlığı seviyorum ama İstanbul’a geldikten sonra elimizdeki bayilikleri değerlendirmiş olduk, ben de bu işte devam ettim. Avukatlıkta her hangi bir hoşnutsuzluğum yoktu. Halen de kartvizitimde ‘avukat’ ismini taşıyorum. Bu da avukatlığı ne kadar sevdiğimin bir işareti. Otomotivden başka bir alanda da aktif oldunuz mu? 1975’te Adıyaman’da ticari bir şirket kurduk. Şirketimiz otomotiv ve traktör bayiliğinin yanı sıra ev eşyaları ve beyaz eşyaların bayiliğinde bulundu. 1975 yılında önemli bir beyaz eşya markasının bayiliğini de yürüttük.
Adıyaman’da Isuzu ve Dodge bayiliği yaptık. Onları, 1985 yılında İstanbul’a geldiğimizde devam ettirdik. İlave bayiliklerimiz oldu. Şu anda da 5 markanın bayiliğini yapmaktayız. Renault, Opel, Dacia, Ford ve Isuzu. Farklı illerde bayilikleriniz var mı? Geçmiş yıllarda Ankara’da bayilik yaptık. Şu anda İzmir’de yapıyoruz. İstanbul’da çeşitli ilçelerde bayiliklerimiz var. Mahmutbey’in yanında Büyükçekmece, Silivri, Kartal, Kurtköy ilçeleri başta olmak üzere 12 noktada bayilik yapıyoruz. Aynı zamanda, sattığımız araçların servis hizmetini yapıyoruz. Ticaret hayatı beklentilerinizi karşıladı mı? Daha önce de belirttiğim gibi otomotiv sektörü, eskiye nazaran çok değişti. Önceden çok karlı bir sektör iken şimdi çok rekabete açık ve çok az karlarla çalıştığımız bir sektöre dönüştü. Biz otomotiv işini büyütmek istiyoruz.
Bizi, Taşar grup olarak kimse tanımıyor, ÇETAŞ olarak tanınıyoruz. O yüzden biz de ÇETAŞ adını ön plana çıkardık ve öyle yürüdük. Otomotiv bizim artık vazgeçilmez bir tutkumuz oldu. Otomotiv ve otomotivle ilgili işlerin haricinde bir iş yapmadık, yapmayı da düşünmüyoruz. Otomotivin yanında Mahmutbey, Silivri ve Kartal’da benzin istasyonlarımız var. Yine müşterilere hizmet ediyoruz. Otomotivde müşterilerimizin beklentilerini karşılamak için de çok gayret sarfediyoruz. Onların beklentileri gittikçe artıyor. Eskiden araba almak için aylarca, yıllarca sıra beklenirken
şimdi müşterinin önüne 400 tane seçenek sunuyoruz. Müşteriyi tatmin ve memnun etmek zorundayız. Otomotiv işini de severek yapıyoruz. ÇETAŞ’ın doğuşundan bahsedecek olursak neler söylersiniz? ÇETAŞ’ın enteresan bir açılımı var... 1986 yılında Yalova’da Renault bayiliği aldık. 1987 yılında da İstanbul’da... O zaman bize ‘bir şahıs 2 bayilik alamaz’ dendi. Biz de damadımın adına buranın bayiliğini aldık. Onun da adı ‘Çetin’ olduğu için ÇETAŞ diye bir şirket kurduk. Şimdiyse biri, değil 2 bayilik, 10 tane bayiliği alabilir ve bu bayilikten aldığı araçları da, yan yana dükkan açıp satabilir. Yeni bir kanun çıktı ve tüm yasakların hepsi serbest oldu. ÇETAŞ artık markalaştı. Bizi, Taşar Grup olarak kimse tanımıyor, ÇETAŞ olarak tanınıyoruz. O yüzden biz de ÇETAŞ adını ön plana çıkardık ve öyle yürüdük. Otomotiv markalarını ve plazaları ÇETAŞ ismiyle yürüttük.
sayı-02
69
ÇETAŞ’ın faaliyetleri nelerdir?
liyor ama bunlar yabancı marka. Tükiye’nin markası olunca, Türk insanının buna yöneleceğini ve döviz israfının da azalacağını düşünüyorum.
12 plazada satış yapıyoruz. Yılda onbinlerce insana hizmet veriyoruz. Aynı zamanda filo kiralama hizmetimiz de vardır. Araçlarımıza, 3 yıl süreli kiralamalar yapmaktayız. Her türlü araçlara; ama genellikle otomobillere. Kiralamaları firmalara yapıyoruz. Arada istisna olarak tanıdığımız, bildiğimiz, güvendiğimiz şahıslara da kiralama hizmeti veriyoruz. Bunun yanında benzin istasyonlarımız, yedek parça dağıtımımız ve sigorta işlemlerimiz var.
İlk otomobilimiz Devrim’di. Şimdiki ruhun, o zamankinden neyi eksik olabilir?
Sigortayı, çalıştığınız markalara mı yapıyorsunuz? Sigortayı, daha geniş kapsamlı yapıyoruz. Mesela Toyota’nın da sigortasını yaparız. Hem sattığımız markaların sigortasını yapıyoruz hem de müşterilerimizin diğer beklentilerine cevap veriyoruz. Örneğin yangın veya deprem sigortası gibi... Yedek parçada bu böyle değil. Biz sattığımız markaların yedek parçasını yapıyoruz. Genellikle Ford, Renault ve Isuzu’nun yedek parçalarının, toptan ve perakende satışını yapıyoruz. Dışarıdan da birisi gelip bizden parça alabiliyor. Çalıştığınız markalar sizin tercihiniz miydi yoksa sınırları zorlayarak aldığınız bayilikler miydi? Bunlar dünya markaları... Renault, Nissan ile birleşti. Yılda 8 milyon araç üreten çok büyük bir firma oldu. Avrupa’nın en büyüğü diyebiliriz. Ford, Amerika’da üretim yapan bir dünya şirketi. Dünyanın her yerinde satışı, fabrikaları olan bir marka. Opel keza öyle, bir Alman markası. Yani çalıştığımız markalar dünya devleri ve bu bize büyük bir mutluluk veriyor. Sektörün Türkiye’deki ayağını nasıl görüyorsunuz?
sayı-02
70
Maalesef Türkiye’de satılan araçların yüzde 75’i ithal. Buna ben bir anlam da veremiyorum çünkü ülkemizde şu anda 10’a
Milli otomobilimizi ürettiğimiz zaman, halkın kendi otomobiline sahip çıkacağını tahmin ediyorum. yakın marka üretim yapıyor. Mesela Ford bütün ticari araçlarını Türkiye’de üretiyor. Renault 6 modelini Türkiye’de üretiyor. Fabrikası biziz, çalışanlar bizim insanlarımız, yedek parçasını biz temin ediyoruz. Bizim ürettiğimiz araçlar çok da kaliteli. Bizim yan sanayimiz dünyada ödül alan bir yan sanayi. Böyle avantajlarımız varken bizi pasif duruma getiren nedir? Tam anlamıyla çözemiyorum. Üstelik kaliteli aracı üretiyoruz, ödüller alıyoruz. Şimdi milli otomobil gündemde. Bu projeyi çok destekliyorum. Milli otomobilimizi ürettiğimiz zaman, halkın kendi otomobiline sahip çıkacağını tahmin ediyorum. Türkiye’de 10’a yakın araç üreti-
Bir eksiklik değil aslında, o zamandan bu zamana şartlar çok değişti. Milliyetçilik duygularının yanına şimdi ekonomik koşullar, rekabet koşulları eklendi. O zaman biz Devrim’i biraz da milli duygularla imal etmiştik; ama şimdiki üreteceğimiz araç dünyada rekabetçi olacak. Hassas dengeyi düşünerek dünyaya ihraç edebileceğimiz bir model bulmamız lazım ki yerli otomobil büyük oranda ithalatı engelleyecek. Öte yandan Türkiye olarak, henüz dünya ortalamasının çok altındayız. Dünyada, bin kişiye düşen araç sayısı bizim iki üç katımız kadar; ama Türkiye’nin milli geliri artıyor, Türkiye’de araç satışı yılda 1 milyona doğru koşuyor. Şu anda Avrupa’ya göre geri olsak bile 10 yıl kadar sonra Avrupa kadar olacağımızı, Avrupa’daki dünya ortalamasını geçeceğimizi umuyoruz. Bu koşuşu, bir ‘iş alanı’ olarak değerlendiriyoruz; ama bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde bu denli araç yoğunluğu, şehirlileri yoran bir şey değil mi? Araç, artık insanlar için vazgeçilmez bir şey. İnsanların artık eli ayağı olmuş durumda. Araçsız bir dünya, şehir, Türkiye düşünemeyiz. ‘Buna göre ne yapılabilir?’in tabii ki sorgulanması doğaldır. Örneğin elektrikli araçlar var. Şu anda elektrikli araçların 120 – 150 km menzilleri var. Bu yüzden insanlar bu araçları almıyorlar; çünkü 150 km ile ne yapılabilir ki? Hastan olsa, yollarda vakit geçirmek durumunda kalsan 150 km’den sonra 12 saat, aracın şarj
olmasını bekleyeceksin. Bu yönlerinden bakıldığında kullanışlı olmadığı için de, tercih edilmiyor. Türkiye’de bu sene, son 3 ayda satılan otomobil sayımız 160 bin civarında. Bunun sadece 100 tanesi elektrikli. Kullanışlı olmasa bile ‘çevre kirliliği’ faktörünü değerlendirdiğimizde iyi bir yerde... Elbette, çünkü çevreyi kirletmiyor, sessiz... Çevre sorunu, 20. yüzyılın en büyük sorunudur. Yüz binlerce aracın egzozundan çıkan karbonmonoksit gazını düşünsenize... Bu insanlar bu kirliliği isteyerek veya istemeyerek teneffüs ediyor. Elektrikli aracı hemen her marka üretiyor. Piyasaya çıkan araçlarımızda da, Renault’ta da var. Biz de yılbaşından beri sadece 3 tane sattık. Oysa biz ayda binlerce araba satıyoruz. Elektrikli araç alıcılarının, yeşilaycı olduğunu söyleyebiliriz o halde... Rahatlıkla söyleyebiliriz evet. Gönüllü bir çevrecilik vardır yoksa bu denli kısıtlı imkanlarla elektrikli otomobil tercih etmek dezavantajdır. Aslında günlük 150 km menzil çoğalıp 500 ya da 1000 km’ye çıksa elektrikli otomobiller, mazotlu otomobillerden çok fazla satılır; ama benim kanaatim petrol lobisi bunu engelliyor. 100 yıl evvel, 1910’lu yıllarda 500 hatta 1000 km giden elektrikli araçlar vardı; ama bir yerde bunların sonu geldi. Petrol lobisi buna karşı çıktı. Elektrikli araçlar çoğaldığı zaman akaryakıt ve benzin üretimi doğal olarak azalacaktı. O yüzden maalesef çok fazla ileriye gidemiyor. Bunun yanında LPG’ li araçlar da Türkiye’de çoğalmakta, onun da hava kirliliği yönünden zararı çok daha düşük. LPG’li araçlarla ilgili, ‘tehlikesi var mı acaba?’ sorusu ara ara gündeme gelir. Biz de size soralım...
Bağcılar, sosyal faaliyetleriyle Türkiye’de öncü ve örnek. İftar çadırları, mahalle konakları, nostalji bahçeleri, engelliler sarayı başarılarından bir kaçı ve biz de iş adamları olarak böyle bir yerde işimizi yürütmekten çok memnunuz. Tehlikeli değil de, rastgele markalar uygulayıp, rastgele insanlar satın adığı zaman tehlike arz edebiliyor. Yoksa Avrupa’da da LPG’li araçlar oldukça yaygınlaşmaya başladı. Son zamanlarda otomotiv sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bayiler, kârsızlıkla tanıştı. Daha önce çok karlı olan bu sektör, şu anda büyük rehavetlerin olduğu, büyük masraflarla yapılabilen bir iş oldu. Hele İstanbul gibi bir yerde, plazaya tahsis edilen araçlarla çok rahat bir iş merkezi, çok rahat bir otel yapılabilir duruma gelindi. Bir çok bayi bu yıl plazasını terk edip otel veya inşaata taşıdı. Bir kısmı oyundan çıktı, yeni oyuncular girdi. Otomotiv piyasasında ya çok büyükler piyasada kalacak ya da küçük işletmeler ve Anadolu bayileri... Merkeziniz Mahmutbey’de. Bağcılar sizin gözünüzde nasıl bir yerde? Biz Bağcılar’a 1992 yılında geldik. Aynı yıl, burası ilçe oldu. O vakitlerde buranın yolları çamur, kardan geçilmiyordu. Şehircilik anlamında gerçekten
vahim bir durumdaydı, sıkıntılı bir ortam mevcuttu. Tüm bu olumsuzlukların yanında da büyük bir köy halindeydi. Aslında bu, Bağcılar’ın bir avantajıydı. Bağcılar, 1992’den sonra süratle kalkındı ve nüfusu 1 milyona yaklaşan, modern binaları, alışveriş merkezleri, parkları, bahçeleri olan bir yaşam alanı haline geldi. Yolları, caddeleri, sokakları, ulaşımıyla bir metropol oldu adeta. Bir çok olumsuzluğu geride bırakarak, hızla kalkınan, çabuk büyüyen bir yer oldu. Bu başarılar da iyi bir yönetim anlayışıyla gerçekleşti. Bütün Bağcılar yönetimini tebrik ediyorum. Bağcılar’ın, havaalanına yakınlığını, yollarını, ulaşımını daha da göz önünde tutarsak, çok daha fazla gelişeceğini düşünüyorum. O yüzden merkezimizi burdan başka bir yere taşımayı düşünmüyoruz. Her yere çok rahat ulaşıyoruz. Buradan etrafa daha hakim olabiliyoruz. İletişim ve hizmet rahat. Mahalli idarenin hizmetlerinden çok mutluyuz. Bağcılar’ın iş adamlarına yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bağcılar’ın gerek mahalli idaresi, gerekse belediye iş adamlarıyla tam bir koordine halinde ve uyum içerisindedir. Burada sosyal, kültürel ve eğitim konularında bir hayli takdire şayan çalışmalar gerçekleşiyor. Gerek Türkiye’de, gerek dünyada herhangi bir yardım konusunda anında bir araya gelerek, koordineli bir şekilde hareket ediyoruz. Yönetim güzel yardımlara da vesile oluyor. Bağcılar, sosyal faaliyetleriyle Türkiye’de öncü ve örnek. İftar çadırları, köy konakları, nostalji bahçeleri, engelliler sarayı başarılarından bir kaçı ve biz de iş adamları olarak böyle bir yerde işimizi yürütmekten çok memnunuz.
sayı-02
71
Her şey, icadından önce
BİR TASLAK VE TASARIMDI Kullandığımız her bir eşyanın derinine inmeye çalışsak, öyküsünü düşünür ve sonunda beynimiz, hayâl edebileceğimizden de fazla yorulur. Hayatımızı kolaylaştıran sayısız ‘eser’, mucidinin kafasında önce bir hikâyeyle başlar... Etrafımıza baktığımızda, örneğin bir masaya... İhtiyacının zarureti nasıl anlaşıldı da üretildi acaba? Sandalyeler, koltuklar, dolaplar... Artık marangozluğu bir kenara bıraksak da telefonlara, bilgisayarlara, hayatımızı kolaylaştıran makinelere de geçsek tabi... Düşünmüyor muyuz, hayatımızı bu kadar kolaylaştıran nesneler hangi parçalarla bu kadar bir araya gelmiş de yorgunluğumuzu en aza indirgemeye çalışmış? Bilim adamı da olmadığımıza göre, kafa yormaya biraz başladığımızda ‘amaan’ deyip önümüze konulanı sonuna kadar kullanmaya devam ederiz elbette... İhtiyaçlar, faydaları doğrultusunda amacına ulaşmış ve insan beyni artık daha fazlasını üretmeye başlamış. Sandalye daha gösterişli olmuş, koltuklar daha lüks, dolaplar daha da kullanışlı. Telefonların her gün bir üst modeli çıkar olmuş, bilgisayarların beynine daha fazla zeka iliştirilmeye, çamaşır makineleri daha çok kilolu çamaşırları yıkamaya, bulaşık makineleri daha kirli bulaşıkları temizlemeye and içmiş! Bu yeminler tabii ki en çok da bizim işimize yarıyor; ama bunlar için kafalarını olabildiğince yoran icatçılara ne demeli? Söylenecek söz mü vardır ki sonsuz minnet duymaktan başka...
sayı-02
72
Mucit, daha önce olmayan yararlı bir nesneyi keşfeden ya da üreten kişidir. Bugün günlük hayatımızı büyük ölçüde etkileyen bazı icatlar dışında, modern icatları tek bir mucidin keşfettiğini söylemek güçtür.
Bir çok icadın, şu anki modern biçimini alana dek gelişmesi elbette ki yıllar sürmüştür. Peki acaba baştacı mucitlerimizin öyküleri neler? Modern icatların mucitleri ve bazı icatların ilginç öykülerine geçmeden evvel şunu belirtmek yerinde olacaktır; her teknolojik gelişim bir ihtiyacın sonunda ortaya çıkmış ve bilim ilerledikçe teknoloji de bu ilerlemeyi hızlandırmıştır. Teknolojinin önlenemez yükselişi ki önlenmeye de çalışılmıyor tabii ki, bizi her geçen gün enteresan şeylerle karşılaştırmaya her daim devam edecek gibi. Artık yeni bir şey olduğunda eskisi gibi şaşırmadığımızı söylemek de yerinde olur. Her şey icadından önce bir taslak ve tasarımdı! Ve işte bazı hayatımızı değiştiren tasarım ve hikâyelerin, yolların kesiştiği tesadüfler sarmalı: Japon şirketi Sony’nin genel müdürü, golf oynarken müzik dinleyebilmesini sağlayacak bir cihaz istemişti. Bunun üzerine firma teknisyenlerinden oluşan bir ekip ilk kişisel kasetçaları geliştirdi: Walkman! İngiliz Percy Shaw basit bir icattan servet sahibi oldu. 1933’te sisli bir gecede neredeyse otomobiliyle bir uçurumdan aşağı düşüyordu. Otomobilin farlarından yayılan ışığın, yolun kenarındaki bir kedinin gözünden yansıması hayatını kurtardı. Bu olaydan esinlenen Shaw, ‘kedigözü’ adını verdiği bir yansıtıcı icat etti. Kısa süre sonra birçok ülkenin yollarına bunlardan yerleştirildi.
İlk dikiş makinesini, 1830’da Barthelemy Thimonnier adlı Fransız terzi yapmıştır. Bu makinede ayak pedalıyla döndürülen bir tekerlekle, iğneyi kaldırıp indiriyordu. Bir terzi dakikada ortalama 30 dikiş atarken, bu alet 200 dikiş atabiliyordu. Ancak bir çok terzi bu makine yüzünden işini kaybedebileceği endişesine kapıldı. Öfkeli bir kalabalık bu aletlerin 80 tanesini tahrip etti. İlk başarılı elektrikli süpürgeyi, İngiliz mühendis Hubert Booth icat etmiştir. Booth 1901’de British Vacuum Company adlı bir şirket kurdu. Booth’un Puffing Billy adını verdiği makine yakıtla çalışıyor ve evden eve, atların çektiği bir arabayla taşınıyordu. Üniforma giymiş işçiler evdeki halıları temizlemek için makinenin hortumunu pencereden içeriye uzatıyorlardı! Joseph Bramah, karmaşık bir kilit icat etti. Bunu açabilene de ödül vaat etti. Nihayet, 75 yıl sonra, 1851’de dünyadaki en yeni teknolojilerin gösterildiği Londra’daki Büyük Sergi’de bir ziyaretçi kilidi açmayı başardı, ama bunun için tam 51 saat uğraştı. Daha önce bir sağırlar okulunu yöneten ABD’de yaşayan İskoç Alexander Graham Bell çalışmalarına üniversitede devam etmiştir. Bell ve Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi bir mikrofon ve kulaklıktan oluşan ilk telefonu yaptılar. Tarihteki ilk telefon konuşmasını 10 Mart 1876’da Bell yapmıştır. Pantolonuna yanlışlıkla asit dökmüş ve arkadaşına “Bay Watson lütfen gelir misiniz?” demiştir. Atacı, 1900’de Norveçli Johann Vaaler icat etti. Kağıtları sıkıca tutabilmek için, iç içe geçmiş iki halka oluşturan, metal bir telden ibaret orijinal tasarım, bugüne kadar hemen hiç değişmemiştir. Daha önceleri kağıtlar iğneleyerek bir arada tutuluyordu. 1816’da Fransız doktor Rene Laennec, Paris sokaklarında dolaşırken, oynayan iki çocuk gördü. Çocuklardan biri elindeki tahta sopanın bir ucuna kulağını dayamıştı, öbürü ise tahtanın öteki ucuna iğneyle vuruyordu. Vuruş sesleri tahtanın içinden iletiliyordu. Daha sonra Laennec, bir sayfa kağıdı rulo yaparak iple bağladı. Bunu hastanın göğsüne dayadığında kalp atışlarını dinleyebiliyordu. Bu alete Yunanca göğüs anlamındaki stethos sözcüğünden gelen ‘steteskop’ adı verildi.
İşte böylesi hikâyelerle, açığa çıkmasına ön ayak olan süper beyinlerin öyküleri yazmakla bitmez. Daha neler neler var bunlara sayfalar yetmez! sayı-02
73
K İ Ş İ S E L G E L İ Ş İ M - Prof. Dr. Nevzat Tarhan / Psikiyatri Uzmanı - Üsküdar Üniversitesi Rektörü
Bizim kültürümüzde ilim ve irfan ayırt edilmiştir. İlim sahibi olup, irfan sahibi olmayan kişiler, sırtına kitap yüklemiş ama adam olamamış tipler olarak tanımlanır. Çok bilgili, ancak sosyal ve duygusal becerileri zayıf olan bu kişiler sevilmezler, çoğunlukla yalnız kalırlar. Başarısız olduklarında çevrelerinde kimseyi bulamazlar.
M
utluluk ve başarı için önemli olan duygusal niteliklere duygusal zeka denir. Duygusal zekî dediğimizde ise, kendi duygularıyla birlikte diğer insanların duygularını da okuyabilen, bağımsız davranan, uzlaşmayı başaran iyimser kişiler akla gelir. Amaca ulaşmak için ne yaptığın kadar nasıl yaptığını da önemseyen, zorluklar karşısında sebat edebilen, sorun çözmekten kaçınmayan ve uyum yetenekleri yüksek kişiler duygusal zekidirler. Mantıksal zekilerin, akademik başarıları güçlüyken, duygusal zekilerin hayat başarıları, evlilikleri, arkadaş ilişkileri daha iyidir. Kendileri ile de barışık olduklarından, zorluklar karşısında iş uyumları bozulmaz. Her zaman ümit duygularını ayakta tutabilirler. Özetle, 1. Özbilinç (Kendini tanıma) 2. Özdenetim (Dürtüleri kontrol etme) 3. Duyguları ifade edebilme 4. Başkalarının duygularını anlayabilme (Empati)
sayı-02
74
5. Engellere rağmen yola devam
edebilme (Sebat) 6. Kendini harekete geçirebilme (Motivasyon) 7. Uyum sağlayabilme, sorun çözmeye istekli olma 8. Uzlaşmacı olabilme, çözüm odaklı düşünme 9. Ümidi ayakta tutma ve iyimser olma 10. Yeni deneyimlere açık olma, kendini geliştirmeye istek duyma On maddede özetlenebilecek duygusal zekânın temel adımları zihinsel bir ustalık ve duygusal bir bilgelik gerektirir. Bizim kültürümüzde ilim ve irfan ayırt edilmiştir. İlim sahibi olup, irfan sahibi olmayan kişiler, sırtına kitap yüklemiş ama adam olamamış tipler olarak tanımlanır. Çok bilgili, ancak sosyal ve duygusal becerileri zayıf olan bu kişiler sevilmezler, çoğunlukla yalnız kalırlar. Başarısız olduklarında çevrelerinde kimseyi bulamazlar. Hem ilim hem irfan sahibi kimselerse, sınırlarını bilir, kendilerini bilgileri nedeniyle başkala-
rından üstün görmezler. İnsanî değerlerin akademik değerler kadar önemli ve gerekli olduğuna inanır ve o değerleri yaşatmaya çalışırlar. “Arif olan anlar” sözü, darb-ı mesel olmuştur. Bilgiyi uygulamaya geçirmekteki bu özellikler “insan-ı kamil” özelliği olarak kültürümüz ve inanç sistemimizce yüceltilmiştir. Empati, diğergamlık adı altında yani diğer insanlar hakkında da gam, kaygı hissedebilme şeklinde geleneğimizde yer almıştır. Kendine hakim olmak ve özdenetim, “nefis terbiyesi” adı altında dedelerimizce uygulanırdı. Modernizm, özgürlüğü, dürtüleri serbest bırakmak olarak tanımlanırken post modern zeka gerçek özgürlüğün “dürtülerden özgür olmak”
olduğunu söylüyor. Bu, geleceğin yeniden keşfidir. Başkalarını önemsemeyen, sadece kendi çıkarını ve başarısını önceleyen, yaşamı bir mücadele olarak algılayan, “hayat bir mücadeledir” diyen birey ve toplum savaş halindedir. Toplumla çatışmak doğaldır, diyerek uzlaşmacılığı zayıflatan modernizm, sosyal ilişkilere zarar verdi. Meslek başarısı yüksek ama sosyal engelli, yalnız, bencil, zevkini yaşam amacı edinmiş bireyleri ödüllendirdi. Modernizm, tüketimi hızlandırmak için yardımlaşma, ürünün işlem maliyetini artırır, alçak gönüllü olmak, zayıflık işaretidir düşüncesinde olduğundan rekabetçiliği çatışmaya dönüştürdü. Böylece kapitalist felsefe insanın
mutluluğunu kurban etmiş oldu. İşte duygusal zeka da bu deneyimler sonucu deneme yanılma yoluyla terk edilen manevi değerlerin sistematize edilmesinden başka bir şey değildir. Merhametli olmanın nörobiyolojisi, başkalarını mutlu etmenin, bireyin kendi beyninde mutlulukla ilgili hormon ve enzimleri salgılatması, fedakar olmanın kısa vadeli bir zevki terk edip, uzun vadeli bir zevki netice vereceğini anlatması, başkaları hakkında kaygı hissetmenin insan olmanın ölçütü olduğu ve beraber yaşama bilincinin doğurduğunu yeniden keşfettik. İyi ki pozitif bilimler var. Bu doğrulara uyabilirsek, dünya daha yaşanabilir olacaktır.
sayı-02
75
DUYGUSAL ZEKÂ KENDİNİ DEĞERLENDİRME ÖLÇEĞİ * Az (1)
Orta (2)
Çok (3)
1. Duygularımı tanıyorum 2. Duygularımı ifade ediyorum
18. Zorluklarla karşılaştığımda kolay vazgeçmiyorum.
35. Duygularım çoğu zaman istikrarlıdır.
3. Başkalarının neler hissettiğini anlıyorum
19. Beraber olduğum insanlara güveniyorum.
36. Ne titizim nede dağınığım.
4. Birisi konuşurken ima etmek istediğini anlıyorum
20. Yaşama ait hedeflerimi gözümde canlandırabiliyorum.
5. Başkalarının hakkımda hissettiklerini anlıyorum
21. Daima kendime yedek hedefler seçerim.
6. Duygularımı kontrol edebiliyorum
22. Hedefime gitmek için çeşitli seçenekler üretirim.
7. Eleştirileri dinliyor ve değerlendirme yapıyorum
23. Hedefime gideceğim konusunda kendime güveniyorum
8. Hayal kırıklığı sonrası çabuk toparlanabiliyorum
24. Yaşamımın kontrolünün elimde olduğunu düşünüyorum
9. Zorluklar karşısında olumlu, sakin ve dikkatli olabiliyorum. 10. Kendime değer veriyorum. 11. Özeleştiri yapabiliyorum. 12. Kendimi nasıl mutlu edeceğimi biliyorum 13. Zorlukların üstesinden gelebileceğimi biliyorum
76
25. İçsel huzurumun yerinde olduğunu düşünüyorum 26. Övüldüğümde şımarmıyorum. 27. Hiç kimseyi küçük görmüyorum. 28. Kendimi sorgulayabiliyorum. 29. Gerçeklerden kaçmıyorum.
14. Problemim üzerinde dikkatimi yoğunlaştırabiliyorum
30. Korkularımı kontrol edebiliyorum.
15. Kendimi baskı altında hissettiğimde yapacağımı biliyorum
31. Ölümümden sonrasını gerçekçi değerlendirebiliyorum.
16. Bir sorunum olduğunda paylaşabileceğim kişiler var
32. Kendimle barışığım.
17. Başkaları sorunları olduğunda benimle paylaşabiliyorlar sayı-02
Çok Sık (4)
33. Genelde pozitifimdir. Ümitsizliğe düşmem. 34. Çoğu zaman iyimserimdir.
37. Başkalarının hakkına saygı duyuyorum. 38. Çalışma hayatımda uyum içindeyim. 39. Aile yaşantımda uyum içindeyim. 40. Çalışmaktan zevk alırım tembelliği sevmem. 41. Para ve malı amaç olarak görmüyorum. 42. Cinsel arzularımı kontrol edebiliyorum. 43. İnsanları genel olarak seviyorum. 44. Alçak gönüllü olduğumu düşünüyorum. 45. Haksızlığa uğradığımda önce kendimi sorguluyorum. 46. Bir haksızlığa uğradığımda kusuru hemen başkasına atmam. 47. Karar verirken ve konuşurken durup düşünüp sonra harekete geçerim. 48. Başkalarını düzeltmek yerine kendimi düzeltmeye çalışırım. 49. Alışveriş yaparken durup düşünüp sonra yaparım.
)
41. (
)
2. (
)
42. (
)
3. (
)
43. (
)
4. (
)
44. (
)
5. (
)
45. (
)
6. (
)
46. (
)
7. (
)
47. (
)
8. (
)
48. (
)
9. (
)
49. (
)
10. (
)
50. (
)
70. Başkalarının duygularına kolayca ortak olabilirim.
11. (
)
51. (
)
12. (
)
52. (
)
71. İnsanları rahatlatan bir etkim var.
13. (
)
53. (
)
14. (
)
54. (
)
72. Başkalarını ikna ve inandırma gücüm fazladır.
15. (
)
55. (
)
16. (
)
56. (
)
73. Genelde güler yüzlüyümdür.
17. (
)
57. (
)
74. Espriler yapabilirim.
18. (
)
58. (
)
75. İnsanlar benim yanında kendilerini rahat hissederler.
19. (
)
59. (
)
20. (
)
60. (
)
76. İkiyüzlü insanlardan hiç hoşlanmam.
21. (
)
61. (
)
22. (
)
62. (
)
23. (
)
63. (
)
62. Birisi beni suçladığında hemen savunmaya geçmiyorum.
77. Dünyayı düzeltmek yerine kendimi düzeltmeyi amaçlarım.
24. (
)
64. (
)
25. (
)
65. (
)
63. Kıskanç olduğum çok sık değildir.
78. Acıma duygusu yüksek, şefkatli olarak bilinirim.
26. (
)
66. (
)
64. Alıngan olduğum çok sık değildir.
79. Yetinme duygusu olan, kanaat edebilen bir insanım.
27. (
)
67. (
)
28. (
)
68. (
)
65. Bencil olmadığımı düşünüyorum.
80. İçten ve samimi olarak tanınırım.
29. (
)
69. (
)
30. (
)
70. (
)
31. (
)
71. (
)
32. (
)
72. (
)
33. (
)
73. (
)
34. (
)
74. (
)
35. (
)
75. (
)
50. Öfkemi çoğu zaman kontrol edebiliyorum.
66. Genelde aceleci ve sabırsız değilim.
51. Aksine bir davranış görmedikçe insanları dost kabul ediyorum.
67. Başkalarının yüz ifadelerinden düşüncelerini okuyabilirim.
52. Kendime güveniyorum.
68. Kendimi kolayca başkalarının yerine koyabilirim.
53. Uykumu çoğu zaman düzenleyebiliyorum. 54. İdeal kilomu koruyabiliyorum. 55. Sorunlar karşısında sorun odaklı değil çözüm odaklı düşünebiliyorum 56. Genelde planlı yaşadığımı söyleyebilirim. 57. İnsanlara verici olmak , hediye vermekten zevk alıyorum. 58. Eğlenceye zaman ayırabiliyorum. 59. Spora zaman ayırabiliyorum. 60. Hayvanları sevebiliyorum. 61. Küçük şeylerden mutlu olabiliyorum.
69. Saçma sorularla beni rahatsız edenlere sabırlı davranırım.
Çıkan sayı ikiye bölündükten sonra: 1-40 – Tehlike işareti (Profesyonel yardım ihtiyacınız kesin)
36. (
)
76. (
)
40-80 – Sınırdasınız , yardım almalısınız.
37. (
)
77. (
)
80-120 – İyisiniz ama daha gelişmelisiniz.
38. (
)
78. (
)
39. (
)
79. (
)
40. (
)
80. (
)
120 ve yukarısı – Yüksek duygu gücünüz var kararlı ve tutarlı devam ederseniz model insan olursunuz.
(*Dr. Nevzat Tarhan tarafından geliştirilmiştir. TİMAŞ, Duyguların Psikolojisi 2006)
1. (
sayı-02
77
AYNA Margarita Terekhova, Ignat Daniltsev, Larisa Tarkovskaya, Alla Demidova YÖNETMEN: Andrei Tarkovsky SENARYO: K Aleksandr Misharin, Andrei Tarkovsky YAPIMCI: Erik Waisberg YAPIM: Rusya-1975 TÜR: Dram/Biyografi SÜRE: 108 Dakika OYUNCULAR:
ÖZET Ayna filminin gözle görülür bir konusu yoktur. Güncel sahnelerin çocukluk anıları ve aktüel olaylar ile ritmik olarak bir araya gelmesinden oluşur. Filmin çeşitli noktalarında Tarkovski’nin babasının şiirleri okunur. Düşsel görsellerin kabaca akışı, edebiyattaki bilinç akışı tekniği ile karşılaşır. Yani düşsel olaylar bir yandan filmde akarken bir yandan da iç diyaloglar devam eder. Ayna filminin karmaşık aynı zamanda basit yapısı filmi Tarkovski’nin en zor ve en kişisel filmi yapmıştır. Şimdiye kadar çekilmiş filmler arasında benzersizliği ve sıra dışılığı ile dikkat çeken Ayna filmi, Rus yönetmen Andrey Tarkovski’nin en önemli filmlerinden biridir. Tarkovski sineması, şiirsel sinemanın da öncüsü olmuş, onun ardından pek çok yönetmen bu tarzı benimsese de, Tarkovski kadar başarılı olamamışlardır. Çünkü yönetmen Tarkovski filmlerinde bir durumu, bir olayı anlatırken, zamanı öyle yavaşlatır ki, filmi izlerken filmin zamanının içine giriverirsiniz, bu dünyayla, bu zamanla bağınız kopar. İnsanı kendinden alan bir tarzı olan Tarkovski, işte o ânda, ânda saklı zamanın tiktakları arasında size söylemek istediklerini söyleyiverir. ”Ayna” filminin Moskova’daki galasında meydana gelen ilginç olay, Tarkovski sinemasının “anlaşılmaz” sanılan üslubunun da izahı olmuştur: Film sonrası Tarkovski’ye filmle ilgili birçok soru sorulur. Eleştirmenlerin filmi tartışması o kadar uzar ki bir ara temizlik görevlisi kadın salona girer ve salondakilere, salonu temizleyeceğini, işlerinin ne zaman biteceğini sorar. İçerdeki eleştirmenlerden bazıları kadına “burada çok karmaşık ve anlaşılması zor bir filmi tartışıyoruz, ne zaman biteceği belli olmaz” gibilerinden bazı şeyler söylerler. Bunun üzerine temizlikçi kadın “bunda bu kadar anlaşılmayacak ne var ki?” diye sorar. Bunun üzerine oradakiler şaşkın bir şekilde kadına filmden ne anladığını sorarlar. Kadın: “Sevdiklerinin ve onu sevenlerin hakkını asla ödeyemeyeceğini düşünen ve onları yeterince sevemediğini düşündüğü için vicdan azabı ve acı çeken bir adamı anlatıyor film” der. Bunun üzerine orada bulunan ve Rusya’nın yönetmen ve eleştirmen olarak önemli sinema adamları Tarkovski’ye bakarlar. Tarkovski “bu sözlere ekleyecek başka hiçbir şeyim yok” der ve konuşmayı bitirir.
sayı-02
78
Ayna’yı Tarkovski’nin 1975’te çekmiştir. Filmde yansıma ve hafıza olgularını çıkış noktası yaparak, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, bilinçaltı derinliklerine, rüyalarına ışık tutmaktadır. Filmde Tarkovski’nin kahramanları, dünyayı, kişisel kökenlerinde öğrenmeye başlıyorlar. Film, çocukluktan şimdiki zamana kadar geçen süreci iç içe bir ruhi idrakle izah ediyor. Rüyalar, gerçek olaylar ve hayâller; filmde bunların hepsi birbirine karışıyor. Yönetmen filmde zamanı öyle bir işliyor ki, zaman, ruhun içinde akıp giden sonsuz bir bütünlük gibi idrak ediliyor.
Tarkovski işte bu “hâli”, duyguyu, ruhu, şiiri, yani kolayca görsel alana taşıyamayacağımız şeyleri, mesela adam öldürmüş birinin yaşadığı vicdan azabını anlatıyor filmlerinde… Bu sebeple onun filmlerini kafanızdaki kalıplarla değil, gönlünüzü açarak izlemelisiniz.
SELAM Burçin Abdullah, Yunus Emre Yıldırımer, Fatma Karanfil, Emre Karakoç YÖNETMEN: Levent Demirkale SENARYO: Necati Şahin YAPIMCI: Eyüp Sabri Koç YAPIM: Türkiye-2013 TÜR: Dram SÜRE: 103 Dakika OYUNCULAR:
ÖZET “Üç hikaye, üç umut, üç hayal tek bir ideal...” Gittikleri ülkeleri vatanları, karşılarına çıkan farklı renk ve dildeki insanları ise kardeşleri bilen Zehra, Harun ve Adem öğretmenin İstanbul’dan yola çıkışıyla başlıyor film. Haritada yerini dahi bilmedikleri ülkelere giden fedakâr öğretmenlere destek olmak için vatanlarından ayrılan üç öğretmenin öyküsü tamamen yaşanmış hikâyelerden yola çıkılarak beyazperdeye yansıtılıyor. Türkiye’den dünyaya uzanan barış köprüsü kurmak üzere yola çıkan fedakâr öğretmenlerin tek bir gayeleri vardı: Gittikleri ülkelere sıcacık bir Selâm götürmek. Harun, Zehra ve Adem idealleri olan 3 öğretmendir. Eğitim aşkıyla geride ailelerini, yurtlarını bırakarak, 3 farklı kıtaya doğru yola koyulurlar. Adem, Bosna Hersek’e doğru yollara düşerken, ardında hamile eşini bırakmıştır. Zehra ise Afganistan’a doğru giderken aşık olduğu Harun’un sevgisini yüreğine gömer. Harun ise geçmişi bir kenara bırakarak, fakirliğin halen hüküm sürdüğü eski sömürge devleti Senegal’a doğru yola çıkar. Açlığın, yoksulluğun hatta yer yer halen savaşın hüküm sürdüğü bu farklı topraklara barışı, dostluğu, kardeşliği ve yardım götürmeyi amaç edinen isimsiz kahramanlar, eğitim aşkını kendi yaşamlarının üstüne koyarlar. Her ülkeye yeni hatıralar, yeni hayatlar hediye ederler... Yönetmenliğini Levent Demirkale’nin üstlendiği filmin oyuncu kadrosunda ise Burçin Abdullah, Yunus Emre Yıldırımer ve Hasan Nihat Sütçü yer alıyor... Selam filmi yurt dışında açılan Türk okullarının izini süren bir yapım, 25 yıl öncesine dayanıyor. Yani yurtdışında açılan okullara ilk atanan öğretmenlere. Üç öğretmen Senegal, Afganistan ve Bosna Hersek’e doğru yola çıkıyor. Selam’la. Yani Allah’ın selamıyla... Başka bir ülkede Türk okulu açmak, çocuklara Türkçe eğitim vermenin zorlukları, yaşanan adaptasyon süreçleri verilen emek bu filmle gözler önüne seriliyor.
sayı-02
79
GOG, Givonni Papini, 1881, 218 syf, İş Bankası Yayınları ÖZET: Gog, tek kelimeyle bir canavardır ve bu bakımdan bazı modern akımları abartılı bir biçimde yansıtıyor. Ancak bu abartı, onun günlük notlarını yayımlamakla, benim güttüğüm amaca hizmet ediyor; çünkü gülünç şekilde büyütülmüş olaylarda, içinde bulunduğumuz uygarlığın gizli hastalıkları daha kolay görülmektedir.”
İnsan ve toplum görünümü üzerine sivri dilli bir eleştiri... “Düz yazının Dantesi” olarak adlandırılan İtalyan yazar Giiovanni Pappini’nin en önemli eserlerinden biridir Gog. Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından yayınlanan eser oldukça sıra dışı bir kitaptır. Çağımız medeniyetinin ve insanının görünüşünü eleştiri büyüteci altında mükemmel bir tarzla karikatürize eden İtalyan yazarı Giovanni Papini, Gog isimli eseri ile toplumumuza ve cennet sandığımız cinnetimize ayna tutuyor. Kitabın kahramanı Gog, Amerikalı bir milyarder. Pappini, bu kişiyi bir tımarhanede tanıdığını yazıyor. Dünyayı gezip dolaşmış, Freud’dan, Einstein’a, Dali’den Gandi’ye kadar pek çok ilim, sanat, siyaset insanı ile görüşmeler yapmış ve bunları bir deftere yazmış olan Gog, yayınlaması için kitabı Pappini’ye veriyor. Kurgu böyle başlıyor ve gelmiş geçmiş en uzun soluklu, en çarpıcı, en sivridilli ve en tabii edebiyat, sanat, siyaset eleştirisi, oldukça akıcı ve merak uyandırıcı bir üslupla devam ediyor.
MAĞARADAKİLER, Cemil Meriç, 1912, 287 syf, İletişim Yayınları ÖZET: Yazara göre entellektüeller toplumlarını çağdışı bulunca çevrelerine yeni teklifler sunar ve kurulu düzenin bir an önce değiştirilmesi gerektiğini çevrelerinde yayarlar. Mağaradakiler adını verdiği ikinci bölümde ise yazar, ıslahat, ihtilal, inkılâp ve bunların geldiği kökü analiz etmiştir. Günümüz entelektüellerinin kavram karmaşasına ışık tutan, yeni ufuklar ve bakış açıları kazandıran eskimez kitaplardan biridir Mağaradakiler.
Mağara esirlerine tek gerçeğin gölgelerin olmadığını anlatan eser... Cemil Meriç, ülkemizin nadide fikir adamlarından biridir. Okumaktan, yazmaktan ve çalışmaktan genç yaşında gözleri görme kabiliyetini kaybetmiştir. Fakat bu durum onun okumasına ve yazmasına, ülkemizin problemlerine kendi penceresinden çözümler üretmesine engel olamamıştır. Cemil Meriç her şeyden önce “çalışma azmi ve disiplini” ülkemizin yetiştirdiği ender bir “fikir işçisi”dir. Onlarca kitabı arasında en önemlilerinden biri Mağaradakiler isimli eseridir. Eflatun’un ünlü “mağara” örneğine gönderme yapan eserin muhtevası, hâlâ güncelliğini korumaktadır. Entellektüel insan kimdir sorusuna cevap arayarak başlangıç yapılan Mağaradakiler adlı kitabın birinci bölümünde, Cemil Meriç şairlere göre, yazarlara göre, sola göre, sağa göre entellektüel kavramının ne ifade ettiğini anlatmıştır. Yazar, dünyada entellektüel kavramına yapılmış tanımları açıklayıp, katıldığı konuları veya yanlış olduğunu düşündüğü fikirleri de tek tek değerlendirmiştir. Cemil Meriç’e göre entelektüel; zamanının irfanına sahip olan, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilen, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayan insandır.
Bir Zamanlar Bağcılar- 1950
sayı-02
81
Yaşlı Ve Bakıma Muhtaç Hastalar İçin Hobbit
V Gözünüzle Bilgisayarınıza Komut Verin
İ
sveçli marka Tobii, Cebit Fuarı’nda tanıttığı Windows 8 işletim sistemine komut veren göz izleme teknolojisiyle dikkatleri üzerine çekti. USB bağlantısıyla bilgisayarlara eklenebilen Tobii Rex adlı cihazla, kullanıcılar bilgisayardaki uygulamaları gözleri ile seçebiliyor. Fuarda tanıtılan, göz ve bakışı temel alarak tasarlanan ürünlerden bir diğeri, Alman üretici Zeiss’ın üst modelini geliştirdiği OLED Cinemizer üç boyutlu film gözlükleriydi. Baş hareketine duyarlı yeni bir eklentiyle donatılan OLED Cinemizer, üç boyutlu film ve oyun deneyimini daha gerçekçi kılmayı hedefliyor. IBM’in uzun zamandır geliştirdiği ve 2024 yılında kullanılması beklenen süper bilgisayar teknolojisi ise gözleri gökyüzüne çeviriyor. Kilometrekare Düzeni-SKA adıyla anılan devasa radyo teleskobu, uzayda şimdiye dek ulaşılamamış detaylı bilgileri, hatta Büyük Patlama’nın izlerine dair bulguları toplamaya yarayacak. Hollanda Radyo Astronomi Enstitüsü (ASTRON) işbirliğiyle geliştirilen Kilometrekare düzeniSKA’nın 2016-2024 yılları arasında Kuzey Afrika ve Avustralya’da üretilmesi öngörüldü.
iyana Üniversitesi’nde geliştirilen bir robot, yere düşen nesneleri kaldırma becerisiyle, özellikle yaşlı ve bakıma muhtaç kişilere yardımcı olmak üzere tasarlandı. Avrupa Birliği’nin 7. Çerçeve Programı kapsamında üretilen Hobbit isimli robotun en önemli özelliği, hastaların günlük alışkanlıklarına uyum sağlayarak ve mekânları hafızasına alarak kapı açmak, bazı engelleri ortadan kaldırmak gibi eylemleri gerçekleştirebilmesi. Avusturyalı Robotbilim Profesörü Markus Vincze, Hobbit’i yaşlı hastalar için cazip kılmak adına bir takım özelliklerle donattıklarından söz etti: “Hasta bakım merkezleri yaşlılıkta en büyük sorunun evde düşüp yaralanma olduğunu belirtiyor. Bunun için hareket edebilen, hastaların tercih ettiği gibi vücutlarına bitişik olmayan ve aşınmayan bir çözüm üretmek istedik. Yere düşen her şeyi kaldırabiliyor. Koridorların genişliğine uyumlu olmasına dikkat ettik. Bir sandalyeyi kenara itip hareketine devam edebiliyor.” Avusturya ve İsveç‘ten altı üniversitenin ortaklıyla yürütülen projede geleceğin robotunun jestleri, hareketleri ve tasarımı gibi özellikleri için farklı araştırma merkezleri iş bölümü içinde çalıştı. Vincze, robotun tüm bu özelliklerini birleştirmekte zorlandıklarını dile getirdi: “Zor olan yanı, yaşlı bir kişinin rahatça, doğal olarak kullanabileceği şekilde tasarlamak. Teknik zorluklardan biri bu. İkincisi ise tüm parçaları tek bir sistemde toplamak. Şimdi sesli olarak geliştirdiğimiz kullanıcı arayüzü, bir takım jestler ve dokunmatik ekran gibi farklı bölümleri bir araya getirdik.” Henüz prototipi üretilen robot, tasarımı tamamlandığında farklı bir görünüme sahip olacak. Mekanları ve nesneleri hafızasına kaydederek evin farklı bölümlerinde rahatça dolaşabilecek olan Hobbit için yürütülen projenin 2014’ün Kasım ayında bitmesi planlanıyor.
sayı-02
82
Mobil Teknolojisinde Son Gelişmeler
E
konomik krize rağmen mobil teknoloji dünyası hızını kesmeden yeni buluşlar ve modellerle genişlemeye devam ediyor. Bu kapsamda 25-28 Şubat arası Barselona’da düzenlenen Dünya Mobil Kongresi, 1500 firma ile 70 bin ziyaretçiyi bir araya getirdi. Yeni Mozilla Firefox işletim sistemi tamamen açık ve internete bağlı bir sistem. Bu da uygulamaları telefon markanızın satış mağazasından satın almak yerine internet üzerinden bedavaya test edip sonra yükleme imkânınızın olması demek. Mozilla, akıllı telefonları fiyatları ve uygulamalarıyla daha ulaşılabilir hale getirdiklerini iddia ediyor. Fuarda, bu piyasada ben de varım denen yeni üretici ülkeler de dikkati çekti. Huawei markasıyla Çin de bu ülkelerden birisi. Huawei, yeni akıllı telefonları Ascend P2 ile piyasaya giriş yaptı. Firma bu telefonun piyasanın en hızlısı olduğunu iddia ediyor. Android 4.1 sistemiyle çalışan telefon saniyede 150 megabit büyüklüğünde dosya indirebiliyor.
Bu Otomobil Hava İle Çalışıyor!
Ç
evreyi daha az kirleten ve yakıt tasarrufu sağlayan hibrit otomobiller üzerinde yıllardır çalışmalar yapılıyor. Bu araçlarda yakıt ve elektrik aynı anda kullanılabiliyor. Yaklaşık 20 yıldır bu tarz otomobiller üzerinde çalışan Toyota’nın Prius modeli, bu alanda yapılan önemli araçlardan biri. Peugeot Citroen, hibrit otomobillerde bir adım ileri giderek havayla çalışan araç üretiyor. Avrupa’nın ikinci büyük otomobil üreticisi, geçtiğimiz günlerde bu sistemin nasıl çalışacağını gösterdi. Bu teknolojide basınçlı havayla gaz sıkıştırılarak enerji üretilecek. Otomatik şanzımanlı otomobilin hızı ortalama 70 kilometre olacak. Sisteme göre, sıkıştırılmış hava ve hidrolikle güçlendirilmiş motor devreye girecek ve benzinle çalışan motor devre dışı kalacak: “Bir saatlik bir sürüşte standart motor 50 dakika çalışacak ve geri kalan zamanda basınçlı hava kullanılabilecek. Böylece yakıt tüketimi de ciddi anlamda azalacak.” Bu sistem sayesinde yakıt tüketimi 100 kilometrede yaklaşık 2 litre kadar olacak. Çevreye duyarlı otomobillere ilginin de yüksek olması bekleniyor. Peugeot Citroen bu teknolojiyi kullanan araçları 2016’da satışa sunmaya hazırlanıyor.
Windows Phone 8 Görücüye Çıktı
K
ablosuz şarj aleti” sloganıyla piyasaya sürülen şarj aletine sahip olması. Bu sayede ürünü kabloya gerek duymadan, endüksiyon yoluyla şarj etmek mümkün.
sayı-02
83
SERGi
TiYATRO
72 YIL ARADAN SONRA NECİP FAZIL’IN “PARA”SI YENİDEN SAHNELENİYOR ELÇİLER VE RESSAMLAR KOLEKSİYONU SERGİSİ Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan yapılan bu seçki bizleri sanatın rehberliğinde diplomasi tarihinin dolambaçlı yollarında gezdirirken ilgi çekici kişiliklerle tanıştırıyor. Elçiler ve ressamlar, resimlerin sessiz ama bir o kadar da zengin ve renkli diliyle bizlerle konuşmaya; raporlarını, mektuplarını sunmaya, kendi çağlarını, dünya görüşlerini, gezip gördüklerini, katıldıkları törenleri anlatmaya devam ediyorlar. Onların bu olağanüstü öykülerini dinlerken kaybolmuş bir çağın güzellikleri kadar görkemine de kapılmamak elde değil... Ekim 2011’de açılan sergi, 31 Aralık 2013’e kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.
Necip Fazıl Kısakürek’in vefatının 30.yılında, 1941 yılında kaleme aldığı ve Muhsin Ertuğrul tarafından ilk kez 1942 yılında sahnelenen “Para” adlı oyunu, 72 yıl aradan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde özel bir gösterimle yeniden sahnelendi. Sevgi, dostluk, güven ilişkilerinin, paranın belirlediği düzen ve işleyiş karşısındaki kötü yüzünü sorgulayan Para oyunu izleyiciler tarafından dakikalarca ayakta alkışlandı. Yönetmenliğini Engin Gürmen’in yaptığı oyunun dramaturgluğunu Özge Ökten, sahne tasarımını Aysel Doğan, kostüm tasarımını Emra Albayrak Şahin, ışık tasarımını Kemal Yiğitcan, efekt tasarımını ise Mustafa Emin Duman yaptı. “Para”, 2013-2014 tiyatro sezonunda, Ekim ayından itibaren tiyatro severler ile buluşacak.
SERGi KÜTAHYA ÇİNİ VE SERAMİKLERİ 1980’li yıllarda oluşturulmaya başlanmış ve yıllar içinde genişleyip zenginleşerek bugün bünyesinde çeşitli dönem ve türlerden 800’ün üzerinde parçayı barındıran Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kütahya Çini ve Seramik Koleksiyonu Osmanlı Kültürü’ nün görece gölgede kalmış bu yaratıcılık alanını önemli örnekleriyle katetmekte ve özellikle 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan bir zaman dilimi içinde Kütahya Çini ve Seramik Sanatı gelişim çizgisinin, ayrıntılı bir biçimde izlenmesine olanak vermektedir. Uzun dönemli sergilerde bölümler halinde bir araya getirilen yapıtlar, hem koleksiyonun yapısı, hem de Kütahya Çiniciliği konusunda genel bir fikir vermektedir. Yer:Meşrutiyet Caddesi No.65 34443 Tepebaşı - Beyoğlu - İstanbul Tel: 0212 334 99 00 Web: peramuzesi.org.tr Tarih : 01 Ekim 2012-31 Aralık 2013 sayı-02
84
MÜZE KAYIP SİKKELER ANADOLU’YA DÖNDÜ Türkiye’nin ülke topraklarından başta kaçakçılık olmak üzere çeşitli nedenlerle götürülen, kültür varlıklarını geri getirme çalışmaları artık kişilere de esin kaynağı oluyor. Avustralyalı din bilimci Julie HOOKE’un kişisel koleksiyonunda özenle koruduğu Anadolu bölgesi kaynaklı sikkeler yeniden ana topraklarına döndü. Türkiye’nin, kaçak eserlerin yeniden anavatanına dönüşünü sağlamak için özverili çalışmalarını dünya basınından takip eden HOOKE, yıllar önce müzayedelerden satın altığı sikkelerin Türkiye’ye gönderilmesini meslektaşı Rosemary CANAVAN’a vasiyet etti. 2012 yılında Julie HOOKE’un vefatı üzerine Avustralya’da Katolik İlahiyat Üniversitesi’nde dekan yardımcısı olan CANAVAN, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile temasa geçti. HOOKE’un vasiyetini aktararak sikkelere ait liste ile talebine ilişkin dilekçeyi Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne iletti. Bunun üzerine, CANAVAN ile irtibata geçilerek, sikkelerin Melburn Başkonsolosluğumuza verilmesi, oradan Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na nakli ve devamında Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne teslimi sağlandı. Kültür Varlıkları Genel Müdür Yardımcısı Zülküf Yılmaz, “Avustralya’dan getirilen 23 parça sikkenin 22’si tunç biri gümüş. M.Ö. birinci ve 2. YY. Roma dönemine ait şehir sikkeleridir.” dedi. Sikkelerin Türkiye’den nasıl çıktığı bilinmemekle birlikte söz konusu liste incelendiğinde çoğunlukla Roma Dönemi’ne ait olduğu ve büyük bir kısmının antik dönemde Mysia (Anadolu’nun kuzeybatısı) ve Phrygia (bugünkü Afyon, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Çorum’u içine alan bölge) olarak adlandırılan bölgelerden geldiği anlaşılan 23 adet sikke olduğu belirlendi.
BAĞCILAR KÜLTÜR MERKEZİ Kültür Merkezi’nde ayın hemen her günü birçok etkinlik düzenleniyor. Yetişkinlere ve çocuklara yönelik iki grupta gerçekleştirilen etkinlikler, ağırlıklı olarak tiyatro ve sinema üzerine. Ayrıca önemli yazar ve araştırmacıların da katılımıyla konferanslar yapılıyor. Merkez’de ayda ortalama 45 etkinlik gerçekleştiriliyor. ADRES: Sancaktepe Mahallesi 3/6 C Sokak No:3 Bağcılar / İSTANBUL TELEFON: (0212) 435 64 60 MAHMUTBEY KÜLTÜR MERKEZİ ve BİLGİ EVİ Çocuk sinemaları ve tiyatrolarının sergilendiği Merkez’de dünya ve Türk tiyatrosundan seçkin örnekler sunuluyor. Sinemalarda klasikleşmiş ve yeni dönemde yapılmış çizgi animasyonlar gösterilirken ayrıca çocuklar için bilgilendirici, eğlendirici nitelikte seminer ve konferanslar da yapılıyor. ADRES: Mahmutbey Mahallesi Peyami Safa Cad. No: 10 Bağcılar / İSTANBUL TELEFON: (0212) 445 68 90 MEHMED ÂKİF ERSOY KÜLTÜR SANAT MERKEZİ VE MÜZESİ Milli şarimizin ruhuna uygun olarak; şiirle, edebiyatla, konferansla, sergilerle renklenen kültür merkezinde ayrıca Tacettin Dergah’ına uygun olarak dizayn edilmiş bir müze bulunmaktadır. ADRES: Kazım Karabekir Mahallesi, Mehmet Akif Bulvarı Bağcılar-İSTANBUL TELEFON: (0212) 630 26 26 KADIN VE AİLE KÜLTÜR SANAT MERKEZİ Merkez’de her ay kadınlara yönelik bilgilendirici seminerler ve konferanslar gerçekleştiriliyor. “Yetişkin Tiyatrosu” adı altında gösterilen oyunlarda da seçkin eserler sunuluyor. Ayrıca, Merkez’deki Çok Amaçlı Kültür Salonu’nda kültürel çalışmalar yürüten kadınların oluşturduğu fasıl grupları, sergiler ve tiyatrolar da izleyicilerle buluşuyor. ADRES: Yavuz Selim Mahallesi 26/A Sokak No:3 Bağcılar / İSTANBUL TELEFON: (0212) 461 70 88-98 ENGELLİLER SARAYI Saray’da ağırlıklı olarak çocuk sinemaları gösteriliyor. Engelli çocukların yanı sıra diğer çocukların da katılabildiği gösterimlerde çizgi-animasyon filmleri yer alıyor. ADRES: Barbaros Mahallesi Hoca Ahmet Yesevi Caddesi Bağcılar / İSTANBUL www.bagcilarengellilersarayi.com TELEFON: (0212) 630 16 16
sayı-02
85
Bağcılar’da bayat ekmekler çöpe gitmiyor S
on yıllarda, zaman zaman gündeme gelmesine rağmen ekmek israfının önüne bir türlü geçilemiyor. Yapılan istatistiklere göre Türkiye’de günde 6 milyon ekmek çöpe atılıyor. Bu çöpe atılan ekmeğin parasal değeri yaklaşık 1.5 milyar TL. gibi önemli bir rakama ulaşmış durumda. Bu israfı bir nebze olsun önlemek ve ekmek israfının boyutlarını ortaya çıkartmak için Bağcılar Belediyesi önemli bir çalışma başlattı. İlçenin mahalle ve caddelerinin belirli yerlerine bayat ekmek kutusu konuldu. İki ayrı ekibin her gün topladığı bayat ekmekler yem fabrikalarına gönderiliyor. Fabrikalara getirilen bayat ekmekler belirli işlemlerden geçirildikten sonra hayvanlar için yiyeceğe dönüştürülüyor. Bağcılar’da, 470 noktada bulunan kutularından günde yaklaşık 1.5 ton bayat ekmek toplanıyor. Bir ekmeğin 250 gram olduğu hesap edildiğinde günde 6 bin ekmeğin çöpe atıldığı ortaya çıkıyor. Bu rakamda Türkiye’de günde çöpe atılan ekmeğin yüzde 1’ni oluşturuyor. 749 bin 24 olan Bağcılar’ın nüfusu Türkiye’nin yüzde birini oluşturuyor. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, yapılan bu çalışmada amaçlarının israf konusunda sosyal bir sorumluluk oluşturmak istediklerini söyleyerek, “Dünyada aç-
lığın ciddi boyutlara geldiğini görmemize rağmen, ülkemizde çöpe atılan bayat ekmek sayısı da yüksek rakamlar ulaştı. Belediye olarak biz de hem bayat ekmeklerin değerlendirilmesi, hem de halkımızın bilinçlenerek ekmek israfını bir nebze olsun azaltılmasını amaçlıyoruz. Daha önceleri çöpe atılan ekmekler diğer çöplerle karışınca çok dikkat çekmiyordu. Ama biz özel kutuları koyduktan sonra atılan bayat ekmek görüntüleri vatandaşımızın algısını değiştirdi. Biz aslında fazla bayat ekmek toplamak istemiyoruz. Topladığımız bayat ekmeğin azalmasını istiyoruz, çünkü israfın önüne geçmemiz gerekiyor. Bu da israf etmemekle, en azından azaltmakla ilgili” diye konuştu.
3. Uluslararası İbn Haldun Siyaset ve İktisat Arasında Medeniyet Sempozyumu Uygulamalı İbn Haldunculuğa Doğru B
ağcılar Belediyesi ile Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve İstanbul Araştırma ve Eğitim Vakfı (İSAR) tarafından ortaklaşa düzenlenen 17 ülkeden 41 konuşmacının sunum yaptığı “Uluslararası İbn Haldun Sempozyumu” başarıyla tamamlandı. Dünyaca ünlü bilim adamı Prof. Dr. Şerif Mardin ve 2005 yılında dünyanın en önemli 100 entelektüeli arasında 73. sırada yer alan Afrika Çalışmaları Birliği Başkanı Ali Mazrui’nin yanı sıra dünyaca tanınmış akademisyen, tarihçi, sosyolog, yazar ve gazetecilerin katıldığı sempozyuma yoğun katılım oldu.
sayı-02
86
Sempozyum, klasik kaynaklarımızdan beslenerek Batı’ya entelektüel bağımlılıktan kurtulmak, Avrupamerkezci pozitivist sosyal teorilerin hakimiyetinden sıyrılarak alternatifler üretmek ve düşünce geleneğimizde bir müddet sekteye uğrayan İbn Haldun’cu yaklaşımı canlandırıp, güncel sorunlara uygulayarak geliştirmek
yolunda önemli bir adım teşkil etti. Toplam 9 oturumla tamamlanan sempozyumun İbn Haldun’un düşüncelerinin ve sosyal olayları tahlil yöntemlerinin günümüz dünyasında işlevsel hale getirilerek, tüm sosyal eğitim ve araştırma alanlarında uygulamaya konulması için somut öneriler de getirildi. Bir zamanlar toplantı yapacak salon dahi bulunmayan Bağcılar’da şimdi uluslararası sempozyumlar düzenleyebilmenin gururunu yaşadıklarını ifade eden Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, “Geçmişle gelecek arasında medeniyet köprüsü kurmak amacıyla bu tür ulusal ve uluslararası programları gerçekleştiriyoruz. Sempozyumda İbn Haldun’un düşünceleri bağlamında günümüz dünyasının karşı karşıya bulunduğu problemlerin çözümüne yönelik görüşler de ele alındı” diye konuştu. www.ibnhaldunsociety.org
Bağcılar’da okullar açıldı: ilk dersi Feyzullah Kıyıklık verdi Ü
lkemizde yeni eğitim ve öğretim sezonunun başlaması dolayısıyla Bağcılar Hayrettin Karaman Kız İmam Hatip Lisesi’nde bir tören düzenlendi. Törene katılan AK Parti İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık, Bağcılar Kaymakamı Erdal Çakır ve Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı 6-A sınıfında öğrencilerle sohbet ederek onlarla hatıralarını paylaştılar. Törende konuşan AK Parti İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık Bağcılar Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde yaşadığı sıkıntıları dile getirdi. Hayatın imtihandan ibaret olduğunu vurgulayan Kıyıklık insanların sıkça güzel ve zor şeylerle karşılaştığını ifade etti. Hayrettin Karaman Kız İmam Hatip Lisesi’nin yapılış sürecinde çok zorluklarla karşılaştıklarını kaydeden Kıyıklık, şunları söyledi: “Emeği geçen Ensar Vakfı Başkanı Ahmet Şişman’dan Allah razı olsun. Okulun inşaatını tamamladık. Ancak, devlet buraya imam hatip okulu açılmasına izin vermedi. O gün çok üzülmüştüm. Bölgemde bir imam hatip okulunun hizmete geçirilmesini çok istiyordum. Hiç olmazsa
bir tane imam hatip okulu yapmak istiyordum. Allah nasip etmedi. Geçen yıl ve bugün aynı mutlulukları yaşıyoruz. Sebep olan bütün siyasilerden Allah razı olsun.” Ömrünün imam hatip okulu yaptırma derneklerinde geçtiğini söyleyen Kıyıklık, konuşmasının sonunda da velilere seslenerek okula sahip çıkmaları ve ellerinden geldiği kadar maddi yardımda bulunmaları çağrısında bulundu. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ise ilçedeki etnik farklılıkların ayrı bir zenginlik kaynağı olduğunu vurgulayarak, “Yeni bir döneme yeni müjdelerle başlamanın heyecanını yaşıyoruz. 750 bin kişilik nüfusu ve 200 bin öğrencisi bulunan ilçemiz en genç nüfusa sahip. İlçemizdeki altyapı çalışmaları yıllarca bilinçli şekilde ihmal edildi. Bu eksikliklerin sıkıntısını yaşadık. Şimdi ise verdiğimiz emeklerin filizlenmesine şahit oluyoruz. Varoşlardan varoluşlara ulaşan ilçemizdeki eğitim seviyesi her geçen gün yükseliyor. Çünkü ilçemizdeki değişim ve dönüşüm eğitimle gelen başarılara bağlıdır. Görevimiz olmamasına rağmen en fazla yatırımı eğitime ayırıyoruz.” dedi.
Enderun öğrencileri Bilim ve Teknoloji Müzesi’nde B
ağcılar Belediyesi Enderun Üstün Yetenekliler Merkezi öğrencileri, Sultanahmet Gülhane Parkı içindeki Has Ahırlar Binası’nda 25 Mayıs 2008 yılında hizmete giren İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni gezdi.
Geziye katılan öğrenciler Müslüman bilim adamlarının icat ettikleri matematik, tıp ve fizik alanında kullanılan aletleri de yakından görme imkanı buldular. Rehber öğretmenler eşliğinde düzenlenen gezide öğrenciler ayrıca Müslüman gezginlerin keşifleri ve denizcilikte kullandıkları malzemeler hakkında da detaylı bilgi aldılar. Kalkınma Ajansı’nın desteği ile “Yeteneğim Geleceğim” projesi kapsamında uygulanan bazı testlerde başarılı olan ilkokul öğrencilerinin eğitim gördüğü Bağcılar Belediyesi Enderun Üstün Yetenekliler Merkezi öğrencileri rehber öğretmenler eşliğinde Sultanahmet Gülhane Parkı’ndaki Has Ahırlar Binası’nda kurulan “İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi”ni gezdi.
Öğrenciler, TÜBA (Türk Bilim adamları) onursal üyelerinden ve Frankfurt Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından hazırlanan, 9 ila 16’ıncı yüzyıl arasındaki Müslüman bilginlerce icat edilmiş değişik alanlarda kullanılan aletlerin sergilendiği müzeyi gezdiler. Öğrenciler, İslam kültürünün bilim dünyasına ve modern bilimin oluşmasına yaptığı katkılara şahit olmanın mutluluğunu yaşadılar. Müzede sergilenen eserlerden ve belgelerden çok etkilenen öğrenciler, sorular yönelterek rehber öğretmenlerden bilgi aldılar.
sayı-02
87
Sudanlı başkanlar Bağcılar’a hayran kaldı İ
stanbul Büyükşehir Belediyesi ve AK Parti İl Başkanlığı tarafından davet edilen Sudanlı belediye başkanları Bağcıları gezdi. İlçedeki önemli tesislerde incelemelerde bulunan başkanlar, yapılan hizmetler karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. Sudan’ın çeşitli eyaletlerinde görev yapan 17 belediye başkanı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve AK Parti İl Başkanlığı’nın davetlisi olarak İstanbul’a geldiler. Konuk belediye başkanları öncelikle İBB’nin yaptığı çalışmaları yerinde görerek bilgi aldılar. Daha sonra ilçe belediyeleri ziyaret eden konuk Sudanlı belediye başkanlarının ilk durağı Bağcılar oldu. Rehber eşliğinde Bağcıları gezen grup, Enderun Yetenekli Çocuklar Merkezi’ne geldi. Burada Belediye Başkan Yardımcısı Yavuz Subaşı, konuk başkanlara bir sunum yaptı. Bağcılar Belediyesi’nin işleyişini ve hizmetlerini anlatan Subaşı, sosyal projelere verdikleri öneme değindi. Bağcılar’ın, Türkiye’deki onlarca ilden fazla nüfusa sahip olduğunun da altını çizen Başkan Yardımcısı Subaşı, gerçekleştirilen önemli bazı projeleri Dünya Bankası, AB, Kalkınma Ajansı ve İŞKUR’un desteği ile gerçekleştirdiklerini söyledi. Başkanlar, sunumdan sonra farklı branşlarda eğitim gören yetenekli çocukların derslerine de katılıp ilgiyle izledi.
Konuk Sudanlı belediye başkanları, Engelliler Sarayı’nı da ziyaret etti. Başkanlar, Engelliler Sarayı’nın farklı mimari yapısını görünce “Muhteşem bir eser” demekten kendilerini alamadılar. Farklı engelli gruplarına eğitim verilen merkezde, öğrencilerin çalışmalarını da inceleme fırsatı bulan konuk başkanlar, engellilere verilen değeri takdir ettiklerini söylediler. Engelliler Sarayı’nda eğitim gören Engelli Müzik Grubu da, Sudanlı başkanlara sürpriz yaparak mini bir konser verdi. İki görme ve bir bedensel engelli grubun söylediği şarkılardan etkilenen başkanlar, ayağa kalkarak Sudan’a has sevgi gösterisinde bulundular. Kadın ve Aile Kültür Sanat Merkezi’ni de ziyaret eden konuk başkanlar, Bağcılar Belediyesi’nin kadınlara yönelik yapılan çalışmalar hakkında yetkililerden bilgi aldılar.
“Üzümü ye, bağını sor” B
ağcılar Belediyesi’nin ilçeyi ismine uygun hale getirmek ve Bağcılarlılara nostaljiyi yaşatmak amacıyla kurduğu Nostalji Bahçeleri’ne yoğun ilgi gösteren her yaştan ilçe sakini yaz sıcağında ağaçların gölgesinde piknik keyfini yaşıyor. Sancaktepe Mahallesi’nde kurulan “Üzüm Bahçesi” de piknik yapılan yerlerden biri.
Sıcak yaz aylarının etkisini arttırdığı bu günlerde Bağcılarlılar Nostalji Bahçeleri’nde piknik yapma ayrıcalığını yaşıyor. İlçenin değişik mahallelerinde kurulan kiraz, kaysı, kestane ve fındık bahçelerindeki çimler üzerinde piknik yapan ilçe sakinleri çocuk, genç ve yaşlılar ailece yaz aylarının tadını çıkarıyorlar.
sayı-02
88
Üzüm Bağı, 2 bin 200 metre kare alandan oluşuyor. 9 farklı üzüm türünün dikildiği bağda toplam 218 asma bulunuyor. Üzüm bağı, Bağcılar Belediyesi’nin örnek “Nostalji Bahçeleri” projelerinin ilk örneğini oluşturuyor. Üzüm Bağı’nda 218 adet asma bulunuyor. 2 bin 400 metre kare alan üzerine kurulu olan üzüm bağında 50 metrekarelik bir de bağ evi yer alıyor. 9 çeşit asmanın yer aldığı üzüm bağında, Çavuş, İtalyan,
Trakya İlkeren, Yalova İncisi, Haliya, Razaki, Flames, Horoz Karası, Barış üzüm çeşitleri yer alıyor. İri elips şeklindeki Horoz Karası koyu mor ve siyah rengiyle dikkat çekiyor. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, ilçeye adına yakışır Nostalji Bahçeleri kurmaya devam ettiklerini belirtti. Toplam 22 ilçede de nostalji bahçeleri kuracaklarını ifade eden Çağırıcı, “Kurduğumuz üzüm, kiraz, kaysı, kestane ve fındık bahçelerinde buluşan hemşehrilerim birlikte piknik yapıyorlar. Hemşehrilerim arasındaki komşuluk ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunmak bizi ziyadesiyle mutlu ediyor.” diye konuştu.
“Bağcılar 8d Sinema Salonu ve Planetaryuma kavuşuyor”
B
ağcılar’da yakında hizmete girecek olan Sanal Gerçeklik Modülü olan Türkiye’nin en büyük “8D Sinema salonu ve planetaryum” ilçe sakinlerine heyecanlı anlar yaşatacak. 3 Boyutlu gözlüklerle hareketli bir platform ve fiziksel efektlerin bulunduğu sistemde eğitim, eğlence ve tanıtım amaçlı hizmet verecek. Yıllar önce Balkan Savaşları sonrası göç eden, Türkiye’nin dört bin yanından iş bulmak amacıyla gelen ve terörden kaçan insanların yerleştiği Bağcılar son yıllardaki hızlı bir gelişimin yaşıyor. Dört metro hattı ve tramvayı ile İstanbul’un ulaşım ağına entegre olan Bağcılar sosyal ve kültürel dönüşüm yaşıyor. Bağcılar Belediyesi’nce inşa edilen “Sanal Gerçeklik Modülü” olan “8D” de yakında hizmete girecek. İnönü Mahallesi’nde yapımına başlanan ve inşaatı tamamlanan ‘8D Sinema Salonu ve Planetaryum” dünyanın önemli turizm merkezleri olan Paris, Londra, Oslo, Zürih, Amsterdam ve Barselona’da bulunuyor. 8D Sinema ve Planetaryum teknolojisi, Türkiye’de ilk kez Bağcılar’da hizmete girecek. “8D” teknolojisinin, enformasyon çağının kimliğini yansıttığını, onunla bütünleştiğini ve bu sinerjiyi kamusal alanla buluşturduklarını ifade eden Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, “Bu sistem, gerek zaman, mekan küresi gerek yüksek mekan kalitesiyle modern ve interaktif bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. 8D Sanal
Gerçeklik Modülü yapı çelik konstrüksiyon ile hızlı uygulanabiliyor. Hem depreme dayanıklı hem de ekonomik. Işık kullanımı ise zaman mekan vurgusu yönünde efektif bir görsel şölen sunmaktadır.” diye konuştu. Sanal Gerçeklik Küresi’nin kapalı bir kutu olmasının yanı sıra kentin kültür, tarih, sanat faaliyetlerinin de sergilenebileceği paylaşımcı bir mekan olduğunu da kaydeden Çağırıcı, şöyle konuştu:“8D Sinema Salonu’nda küçük toplantılar da düzenlenebilecek. Eğlence ve eğitime katkısının yanı sıra teknoloji merkezi hüviyetinde olacak. Ayrıca belediyemizin, ilçe sakinleriyle her türlü halkla ilişkiler, bilgilendirme ve tanıtım çalışmalarını yapabileceğimiz bir kompakt iletişim merkezi olacak. Hayata geçirdiğimiz yatırımlar ve Sanal Gerçeklik Modülü ile Bağcılar, sadece ilçe sakinleri için değil çevresindeki yerleşim bölgelerinde yaşayanlar için de bir cazibe merkezi oluyor.”
sayı-02
89
“Şampiyon güreşçilerden Çağırıcı’ya teşekkür ziyareti” K
atıldıkları birçok güreş müsabakalarında madalya kazanan ve takım halinde birincilik elde eden Bağcılar Belediyesi Güreş Spor Kulübü sporcuları Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı’yı makamında ziyaret ettiler. Genç sporcuları başarılarından dolayı kutlayan Başkan Çağırıcı, başarılarının devam etmesi dileğinde bulundu. Düzenlenen güreş turnuvalarında büyük başarılara imza atan yaşları küçük ancak meziyetleri büyük Bağcılarlı güreşçiler, Başkan Çağırıcı’ya güreş sporuna verdiği destekten dolayı teşekkür ziyaretinde bulundular. Çağırıcı, ziyaret sırasında kardeş kulüp olan Bulgaristan’ın Varna kentinin Argos Güreş Kulübünün altı güreşçisinin de aralarında bulunduğu sporcularla sohbet etti. Sporcular güreş hocası Hüseyin Çolakoğlu’nun antrenmanlarında taktikler öğrendiklerini ve vücutlarını güçlendirdiklerini belirttiler. İlçede sporun gelişmesi ve gençlerin spor faaliyetlerine yönlendirilmesi için hazırladıkları projeleri hayata geçir-
diklerini belirten Lokman Çağırıcı, “İlçemizden yetişen sporcuların milli takımlarımızda da başarılara imza atabilmesi için çaba gösteriyoruz. İstiyoruz ki, gençlerimiz sporla yakından ilgilensin. Spora yönlendirilen gençler hem topluma hem de ülkemize faydalı oluyorlar. Bu kapsamda devam eden Yaz Spor Okulları ile Gençlik ve İzci kamplarımıza katılımlar da her yıl artıyor. Bu da bizi memnun ediyor. Bu kapsamda kendilerine verilen desteği ve emeği çok iyi değerlendiren sporcularımız gerek kişisel gerekse takım halinde önemli başarılar elde ediyorlar. Spora desteğimiz devam edecek.” diye konuştu. Öğrencilerden Sorumlu İdareci Osman Arslan da, Başkan Çağırıcı’ya güreş sporunun gelişmesi için yaptığı katkılarından dolayı teşekkür etti. Başkan Çağırıcı, ziyaret sonunda çeşitli müsabakalarda madalya alan ve Düzce’deki Kulüplerarası Güreş Şampiyonası’nda takım halinde birinci olan genç güreşçileri kutladı.
Bağcılar’ın ilk semt havuzu Kazım Karabekir mahallesine yapılıyor
B
ağcılar Kazım Karabekir Semt Havuzu inşaatı tamamlandı. Eğitim sezonunun başlamasıyla hizmete açılacak olan tesiste öğrenciler hem yüzme öğrenecek hem de zihinsel ve bedensel gelişimlerine katkıda bulunacak sportif aktivitelere katılacaklar.
Bağcılar’da sosyal ve kültürel amaçlı projelerin hayata geçmesiyle ilçe sakinleri bilgi ve becerilerini geliştirmek, sağlıklı ve huzurlu ortamlarda günlerini geçirme imkanı bulacak. İlçedeki gençlerin ve çocukların boş vakitlerini değerlendirmeleri için inşa edilen Kazım Karabekir Semt Havuzu da yakında hizmete giriyor. Havuz da yüzmenin dışında öğrencilerin zihinsel ve bedensel gelişimlerine katkıda bulunacak olan beden eğitimi sayı-02
90
dersleri de verilecek. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı’nın, yedi mahallede hizmete sunmayı amaçladıkları yüzme havuzlarının ilkinin Kazım Karabekir Mahallesi’nde inşa edildiğini söyledi.
ÖĞRENCİLERE ÜCRETSİZ İlçede yedi yüzme havuzunun hizmete geçirilmesi planlanıyor. Şu an yapımı tamamlanan Kazım Karabekir Semt Havuzu ile birlikte Evren ve Demirkapı mahallelerindeki semt havuzları da önümüzdeki günlerde tamamlanarak ilçe sakinlerinin hizmetine sunulacak. Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, öğrencilere sevindirici bir haber vererek, “Bizim geleceğimizin teminatı olan öğrencilerimiz havuzlarımızdan ücretsiz yararlanacak.”dedi.
Başbakan Erdoğan Bağcılar Metrosu’nun açılışını yaptı
Durmak yok, yola devam! İ
stanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, Esenler Otogar-Bağcılar-Mahmutbey- Olimpiyatköy- Başakşehir metro hattının açılışı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katıldığı törenle yapıldı. Bağcılar Meydanı’ndaki açılışta konuşan Erdoğan, İstanbul’un bugün, 22 kilometrelik yeni bir metro hattına daha kavuştuğunu belirterek, “Açılışını yaptığımız hat ile İstanbul’da metro hatları uzunluğu artık 124 kilometreye ulaşıyor. 2004 yılında İstanbul’daki metro hattı uzunluğu 45 kilometre idi. 9 yılda bu hatlara 79 kilometre yeni hat ekledik ve toplam hat uzunluğu 124 kilometreye çıktı” dedi.
BİZİM ZİHNİYETTE HİZMET VAR Bağcılar Meydanı’nda düzenlenen açılış törenine katılan Erdoğan, konuşmasında “Bağcılar’ın dili olsa da konuşsa” diyerek, Bağcılar’ın ilçe olduğu zaman sokaklarında çizmeyle dolaştıklarını, seçim kampanyasını böyle yaptıklarını anlattı. Erdoğan, “Çünkü hizmet, Londra Asfaltı’nın altına yapılırdı ama Londra Asfaltı’nın üstüne, Bağcılar’a, Esenler’e, Göngören’e hizmet yoktu. Bizimle beraber, hamdolsun buralarda belediye başkanlıklarını kazandık, Bahçelievler de dahil, bir anda buraların çehresi değişti” dedi. Asrın projesi olarak isimlendirilen MARMARAY’ı, denizin 62 metre derinliğinde, boğazın 62 metre derinliğinde, 29 Ekim’de, Cumhuriyetin 90’ıncı kuruluş yıldönümünde hizmete açacaklarını da müjdeleyen Erdoğan, şunları söyledi: “Hep beraber, o gün orada olacağız. Londra’yı, Pekin’e bağlıyoruz. 10 yıllarca, yüz yıllarca hayaldi, bizimle gerçek oldu. Çünkü biz, ne aldatan olacağız ne aldanan olacağız dedik. Adımı attık ve hamdolsun o dev proje 29 Ekim’de açılacak. Bitmedi. Ardından, Haliç Metro Geçiş Köprüsü’nü tamamlıyoruz. Böylece artık Yenikapı’ya kadar metroyla gelme imkanını yakalıyoruz.
1,5 MİLYAR DOLARA MAL OLDU Otogar - Bağcılar - Mahmutbey - Olimpiyatköy - Başakşehir Metrosu 18 istasyonla hizmet verecek. Saatte 111 bin yolcu taşıyacak olan hat yaklaşık 1.5 milyar dolara mal oldu.
BAŞBAKAN METROYA BİNDİ Konuşmanın ardından Başbakan Erdoğan, beraberindekilerle kurdele keserek, metronun açılışını gerçekleştirdi. Daha sonra da Bağcılar’dan metroya binen Erdoğan, Metrokent İstasyonu’nda indi. Açılışa, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AK Parti Genel Başkan Yardımcıları Süleyman Soylu ve Mustafa Şentop, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, AK Parti İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu, Başbakan Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan, Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ve çok sayıda ilçenin Belediye Başkanı katıldı. Konuyla ilgili açıklama yapan Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, “Bağcılar’ımıza teşrif eden Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a çok teşekkür ediyorum. Başbakanımızın ifade ettiği gibi Bağcılar 20 yıl da çok güzel bir noktaya geldi. Daha iyi olması için çalışmaya devam edeceğiz. Metro için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Kadir Topbaş’a ayrıca teşekkür ediyorum.” dedi.
sayı-02
91
Marifetin tam ortasında,meziyetin kalbinde
Salata; zeytinyağıyla, nar ekşisiyle, limonuyla, sirkesiyle ve daha pek çok sosuyla lokmalar arasında bir ‘es’ verip sıhhatli ve lezizce, dinlenmemize olanak sağlıyor.
S
ofralarımızın vazgeçilmezlerindendir salata...
Çorbamız, ara yemeğimiz, ana yemeğimiz derken damağımızı hiç yalnız bırakmaz, yanıbaşımızda sürekli çatallarız ‘süslü’ salatalarımızı. Vazgeçilir mi hiç salatadan, bu kadar davetkârsa üstelik...
sayı-02
92
Salata denince aklımıza ilk yeşillikler gelir. Oysa, aklımıza gelemeyecek kadar çok çeşidi olan salata, yine ‘olur mu yahu böylesi’ dedirtecek pek çok malzemeyle yapılabiliyor; reçelle bile örneğin... Gastronomi dünyasında tam manasıyla hak ettiği yeri bulamasa da salata; kendisi, hem sağlıklı hem de lezzetli besinleri tek çatı altında toplayan bir ‘yemek kültürü’ olarak değerlendirilmeye
sonuna kadar layık... Salata kültürü ciddiye alınması gereken, üşengeçlikle zıt, marifetin tam ortasında, meziyetin kalbinde bir kültürdür. Latincede ‘tuz’ anlamına gelen ‘sal’ kelimesinden türemiş olan salatanın sal’ı, ‘tuzlanmış şeyler’, ‘çiğ sebzelerin zeytinyağı, sirke ve tuz ile hazırlanıp yenilmesi’ anlamına geliyor. Salata; zeytinyağıyla, nar ekşisiyle, limonuyla, sirkesiyle ve daha pek çok sosuyla lokmalar arasında bir ‘es’ verip sıhhatli ve lezizce, dinlenmemize olanak sağlıyor.
Salata: gençlik pınarı Dünya mutfağında öyle yere sahiptir ki salata, örneğin, Fransızlar damaklarını bir an önce peynir tadına hazırlamak için ana
yemekten sonra salata yermiş. Biz Türkler için ‘–miş’ demeyeceğim çünkü evet öyle; ama İtalyanlar da ana yemekle birlikte, özellikle balıkla beraber tercih edermiş salatayı. Amerikalılar ve İngilizlerse, iştahlarını kabartmak için sofraya oturur oturmaz salata yerlermiş... Salatayla ilgili ilk bilgilerin çoğu Roma dönemine dayanıyor. İlk salata reçetelerine ise 15. yüzyıl Milano’sunda rastlıyoruz. Buna rağmen örneğin Çin’de ise salata geleneğine hiç rastlanmaz. Her zaman az pişirerek diri yemelerine rağmen, onlarda çiğ sebze yenmiyor. Hindistan’da ise bizim bildiğimiz gibi değil ama zencefilli sirkede bekletilmiş domates, hıyar, biber, taze soğan yendiğini biliyoruz. Ayrıca Rusya’nın Rus salatasını bilmeyen yoktur her
Bin Adalar Salatası halde. Ve bir miş daha! Eskiden salataya ‘gençlik pınarı’ derlermiş.
OSMANLI MUTFAĞININ İLK YEMEK KİTABI: MELCE’ÜT TABBÂHÎN Kim bilir belki de salatanın tarihi de insanlık tarihi kadar eskidir; çünkü ateşin keşfinden önce insan, et ağırlıklı gıdalardan ziyade sebze, yeşillik, meyve gibi gıdaları tüketiyordu. Tarihin bu kadar derinine inmesek de akla gelmiyor değil: Gerçekten de acaba binbir çeşit besin bir araya gelip damak tadına uygun ‘salata’ nasıl bulunmuş, hangi malzemelerin onun özünü oluşturduğu nasıl ortaya çıkmış? Neyse artık, sonuçta etrafımızdaki her şeye bakıp biraz düşünmeye başladığımızda bile ‘nasıl olur?’ sorusu bizi hep meşgul eder. Kainat kitabının mucizeleri işte...
BİN ADA SOSU İÇİN MALZEMELER: • 200 gr mayonez • 50 gr kırmızı biber • 100 gr ketçap • 100 gr salatalık turşu • 50 gr çekirdeksiz yeşil zeytin • Tuz ve tatlandırıcılar • Yeterince su YAPILIŞI: Salatalık turşusunu ufak ufak doğramak ya da rendelemek suretiyle, bütün malzemeleri bir kaba koyarak karıştırın. S A L ATA M A L Z E M E L E R İ • 100 gr brokoli (haşlanmış) • 100 gr karnabahar (haşlanmış) • 150 gr fasulye (haşlanmış) • 1 adet kabak (dilimlenmiş) • Yeterince su YAPILIŞI: Haşlanmış brokoli, karnabahar, fasulyeyi fazla parçalanmamasına dikkat ederek doğrayın, dilimlenmiş kabağı da içine katarak kaşıkla, sebzelerin ezilmesini önleyerek nazikçe karıştırın. Hazırladığınız bin ada sosusunu, salatanızın üzerine yayın. İtalyan mutfağından bir örnek olan ‘bin ada soslu salata’nız, artık hazır...
Biz salataya dönecek olursak, onun Anadolu topraklarındaki yerine değinmeden etmek olmaz. Bir yandan Güneydoğu mutfağının sosları, diğer yandan Akdeniz ve Ege mutfağının meyveleri, yabani otları... Salata, Osmanlı Mutfağının 1844’te basılan ilk yemek kitabı Melce’üt Tabbâhîn’de, yani Aşçıların Sığınağı’nda kendisine yer bulmuştur ve o gün bu gün, sofra nimetlerimizin en önemli tamamlayıcı lezzetlerindendir... Şimdi, böylesi bir iştah ve muhabbetle ‘salata’yı anlatıp, bazı salata tarifleri de vermeden olmaz. Öyleyse hep bildiğimiz, çoban, akdeniz, patates salataların değil de biraz daha farklı salataların tariflerini not düşelim...
sayı-02
93
Bostana MALZEMELER: • 1/2 demet maydanoz • 100 gr semizotu • 4-5 nane yaprağı • 1 su bardağı koruk suyu (nar suyu da olabilir) • 1 adet salatalık • 1 adet soğan • 2 adet yeşil biber • 4 adet domates • Biraz tuz YAPILIŞI: Vitamin yönünden çok zengin ve çok lezzetli bir salata çeşidi olan Bostana; Türk mutfağındandır. Sebzeler yıkanır, ayıklanır ve kabukları soyulacak olanların kabukları soyulur. Bütün sebzeler çok ince doğranır. Tuz atılıp iyice ezilir. Koruk suyu veya nar suyu eklenir ve istenirse üzerlerine buz konup servis yapılır. Bostana, genellikle çiğ köfte gibi acılı yemeklerle yenildiği gibi, kebap ve söğülme ile de yenilir.nazikçe karıştırın. Hazırladığınız bin ada sosusunu, salatanızın üzerine yayın. İtalyan mutfağından bir örnek olan ‘bin ada soslu salata’nız, artık hazır...
Panzenella (Ekmek Salatası) MALZEMELER: • 6 adet tost ekmeği • 1 adet kırmızı soğan • 2 adet salatalık • 4 adet domates • 3 dal fesleğen • 1 diş sarımsak • 1 çay kaşığı kuru kekik • 1\2 limon suyu • 1\2 çay bardağı zeytinyağı • Tuz ve karabiber YAPILIŞI:
sayı-02
94
Tost ekmeklerinin sert kenar kısımlarını ekmek bıçağıyla keserek, kalan beyaz kısımları orta boy küp şeklinde doğrayın. Küpleri tuz, karabiber ve çok az zeytinyağıyla lezzetlendirerek 180 derece 7-8 dakika fırınlayın. Soğanı da ufak ufak küp şeklinde doğrayın. Salatalıkları soyun ve çekirdeklerini çıkartarak dilimleyin. Domatesleri yemeklik, fesleğenleri kabaca doğrayın. Limon suyu, kekik ve zeytinyağını bir kasede kıvam alıncaya kadar çırparak tuz ve karabiberle lezzetlendirin. Tüm malzemeleri sosla karıştırarak servis yapın.
Patates yuvasında yoğurt soslu havuç MALZEMELER: • 4 adet patates (haşlanmış) • 2 adet havuç • 1 tutam dereotu • 4 yemek kaşığı yoğurt • 5 yemek kaşığı zeytinyağı • 1’er çay kaşığı tuz ve karabiber • Yarım limon suyu YAPILIŞI: Patatesleri iyice ezip; limon suyu, dereotu, tuz, karabiber ve zeytinyağı ekleyip iyice karıştırın. Patatesli karışımdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, başparmağınız yardımıyla içini oyup servis tabağına yerleştirin. Diğer tarafta rendelediğiz havuçları bir miktar zeytinyağında soteleyin. Havuçları patateslerin içine doldurup üzerine yoğurt dökerek salata yapımınızı tamamlayın...
sayı-02
95
BULMACA ÇENGEL
Hazırlayan: Mustafa Baydemir
sayı-02
96
Belediye Baskan覺 ,