HAKKIMIZDA
Merhabalar, Aralık 2009′da, gelecek olan minibüsü bekleyip tatlı tatlı sohbet ediyorken aklımıza düşen bu e-dergi fikrini yanımıza kattığımız değerli arkadaşlarımızla Şubat 2010′da faliyete geçirmeye hazır olduğumuz kararını aldık. Öyle bir dergi düşündük ki her kesimden okuyucu bulsun, kimseyi sıkmasın, hem eğlendirsin, hem düşündürsün, hem öğretsin hem öğrenelim istedik. Hepimizi heyecanlandıran bu fikir üzerinde canla başla çalıştık. Bazı zamanlar oldu ki bir cümle üzerinde saatlerce düşündük, nasıl söylersek fikirlerimizi en iyi şekilde aktarmış oluruz diye. Elbette ki hatalarımız çok olacaktır ilk sayımızda; fakat hedefimiz zaman geçtikçe pişmek, okur yazar ailemize gün geçtikçe daha fazla takipçi bulabilmektir. Bata çıka da, milim milim de olsa ilerleyebileceğimizi umduğumuz bu yolda siz okurlarımız en büyük destekçilerimiz olacaksınız. Her konuda yenilikçi fikirlerinize ve bizi daha da ileriye götürecek olan eleştirilerinize açığız. Dergimizi öyle bir hazırladık ki isteyenler internet sayfamızın bloğunda, isteyenler .pdf formatında indirip hem arşivleyerek kendi bilgisayarında, isteyenler bir başka internet sitesi üzerinden sayfaları çevire çevire arkalarına yaslanarak okuyabilirler. Eh, daha ne diyelim, böyle imkanları sunmak bizden, ailemize katılmak sizden sevgili okur yazarlar.
İÇİNDEKİLER
Songül Eren
1. Merhaba Okur-Yazarʼlar ( Mitoloji ) 2. Bize Ne! ( Felsefe ) 3. Tadı Gri Yaşamanın ( Felsefe ) 4. Kayıp Gül ( Eleştiri ) 5. Yha nası bi dil bu böle yaw ( Eleştiri ) 6. Gormenghast ( Eleştiri ) 7. Uçurtma Avcısı ( Eleştiri ) 8. Türkiyeʼnin Avrupa Birliğiʼne Girişi ( Siyasi ) 9. Aldatmak Üzerine Bir Yazı ( Genel ) 10. Gizemleri ve Etkileriyle POE ( Edebiyat ) 11. Diye Başlıyorum ( Edebiyat ) 12. Cemre ( Edebiyat ) 13. Hangisini Yaşamak İsterdiniz? ( Genel ) 14. Otobüs: Koltuk Savaşı ( Mizah ) 15. Güncel Haberler ( Mizah ) 16. Çingene ( Öykü ) 17. Mutlu Etmek İçin ( Öykü )
Merve Metin
2
Merve Metin
TADI GRİ YAŞAMANIN -Tabii ki hep iyi olmayacak. Ama hep kötü de olmayacak. Hayat böyle, hayattaki her şey böyle zaten…
-Hayatın getirisine bağlı bir şey. Bir de hayattan umudunu kestiysen tamam. -Ben kestim, sen?
-Her şeyde küçük de olsa bir umut vardır ama… Hayattan umudunu kesebilirsin de, neye bağlı olarak kesiyorsun; hayat dediğin ne?
-Her şey; yaşadığımız, gördüğümüz, öğrendiğimiz ya da yaşayabileceğimiz, görebileceğimiz, öğrenebileceğimiz her şey… Bize acı verebilecek olan şeyler. Bizim için hayat, mutlu olmaya engel aslında. Yani mutlu olmamalıyız burada. Çünkü bundan sonrası var, buradan sonra güzeli ve çirkini var. Dünya, bu hayat, yaşadıklarımız… Bunlar, “güzel”in ve “çirkin”in ortasında. Şimdi ne mutluluğa ne de mutsuzluğa yer var. Bu, tam ikisinin ortasında bir şey. Ne her şeyin çok iyi olduğu fikrine aldanıp sonsuz mutluluk yaşamak ne de her şeyin çok kötü olduğu fikrine aldanıp sonsuz mutsuzluk yaşamak doğru. Mutluluk ya da mutsuzluk
olmamalı. Ama biz dünyaya o kadar aldanıyoruz ki; güzel bir şey olunca mutlu, kötü bir şey olunca da hemen mutsuz oluyoruz… -O zaman niye yaşıyoruz?
-Hayatı yaşamak… Bunu istiyor muyuz? Bu bir sınav. İnsanlar sınavlar için saatlerini, paralarını, her şeylerini adayıp çalışırlar. Ama cehalet bu
Atılan adımlar, seçilen yollar önemlidir. Onlara göre kazanırsın ya da kazanmazsın. Bizim mutluluk yolundaki engellerimiz, sadece gördüklerimizle sınırlı değil. Hayat, bizim bu görünmeyen engelleri görmemizi sağlamak için var; kendimiz algılamalıyız.
-Bunları söylüyorsun da, neden hayattan umudunu kesiyorsun?
ne kastettiğini çok iyi anlıyorum. Hayat o kadar iyi de değil, o kadar kötü de…
-O zaman orta yolu bulduk.
-Hayat, orta yol zaten. Şimdi ortadayız hepimiz, tüm yaşayanlar…
Tam ortasındayım yağmurun, karın, soğuğun ortasındayım. Nasıl da paylaşıyor insan isterse, nasıl da birmiş meğer hasretler, nasıl da mecburmuşuz sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye…
Tam ortasındayım yolun, koşunun ortasındayım. Tam varıyorum ki hedefe, bir yenisi başlıyor. Bu oyun hep aynı, değişmiyor. Hala devam, hala figan hem de bile bile… Nasıl da paylaşıyor insan isterse, nasıl da birmiş meğer hasretler, nasıl da mecburmuşuz sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye… şekilde yenilemez ya da bilgi bu şekilde edinilemez. Biraz dolu yaşamak, fark etmek gerekir; yorumlayabilmek gerekir. İşte sonsuz mutluluk için de, hayatta birikimler edinmek gerekir. Genel bir birikim, genel bir ahlak gerekir. İnsanların başkalarına yaşattıkları önemlidir.
-Buraya pişmeye geldik, coşmaya değil; ondan…
-Ama yaşanacak o kadar çok güzel şey varken?…
-Onlar burada değil, biz burada onları hak edeceğiz. Ya da yaşanacak birçok kötü şey de burada değil, onlar da burada hak edilecekler… Ama inan ki
-Yani sonra yollarımız ayrılacak?
-Sağlamlarla çürükler ayrılacak. Biz burada sağlam kalabilirsek mutluluğu hak etmiş olacağız. Nasıl sağlam kalınır? İşte sorun bu. Bilinmesi gereken tek şey, “Nasıl bozulmadan kalabilirim?” sorusunun cevabıdır.
3
KAYIP GÜL
Ayşe Hümeyra
/ SERDAR ÖZKAN
“Kendini bulma” üzerine yazılmış güzel bir roman. İlk baskısını 2003’te Doğan Kitap’ın yaptığı Kayıp Gül, asıl süksesini 2009’da Timaş ile gerçekleştirdi.
40 ülkeyi gezip 28 dile çevrilen kitap uluslararası çok satanlar ünvanına sahip. Ön ve arka kapakta karşımıza çıkan övgülerle de albenisine tavan yaptıran Kayıp Gül, son zamanlarda aldığı olumsuz eleştirileri de belli belirsiz kara bir leke olarak üstünde taşımaya devam ediyor. Hürriyet yazarlarından Ezgi Başaran’ın, bizzat Serdar Özkan tarafından çürütülen iddiasına göre, 4-5 tane ne idüğü belirsiz listeye dayanarak uluslararası bestseller etiketini alnına yapıştırmış ve ülkemize öyle dönmüş. Yazısında “kitaba 40 ülkede 28 farklı dile çevrildi bandı takmak, uluslararası bestseller tabelası çakmak, Küçük Prens’le bir tutmak neyin nesi?” diye soruyor Ezgi
Başaran. Pazarlama stratejisi diye bir şey var yahu. Hiç duymadınız mı? Kitap başarılıysa tabiî ki ortaya koymalı bunu. Ki zaten çoğumuzun ilgisini uyandıran da bu övgüler oldu ve satın aldık kitabı. Doğru değil mi?Acı olan gerçek ise şu; bir kitabın bile ne kadar iyi olduğunu görmemiz için dünyayı dolaşıp, başkalarının övgüsünü alması gerekiyormuş. Peki kendi fikirlerimize ne oldu? Nasıl oldu da yazarı yazdıklarıyla ters düşürdük? Ya da belki de o ne yaptığının fazlasıyla farkında da biz verdiği mesajı göremedik hala. Ya bu Diana’nın değil de bizim hikayemiz, bizim yolculuğumuzsa? Konusuna göre fazla basit bir anlatım kullanılmış diyenlerin gözden kaçırdığı nokta budur belkide. Asıl derinlik, asıl ironi reklamla okuyucu arasındaki ilişki
olmasın sakın? Yaldızlı paketlere öyle kaptırıyoruz ki kendimizi, içinden ne çıktığı çok da umurumuzda değil. İlk baskının yalnızca 2bin satması da bunun kanıtı zaten. Meryem gülünün sözlerinden alıntıyla son verelim yazıya. “Evet haklısın, ben öyle büyük bir şey değilim belki. Ama bir gülüm... İnsanlar beni övseler de bir
gülüm, övmeseler de. Herkes benim için deli olsa da bir gülüm, yanıma hiç kimse uğramasa da. Sadece bir gül. Dedim ya, büyük bir şey değil, sadece bir gül... Ama, gül ne demek bilir misin sen, dostum? Gül, özgürlük demek! Başkalarının övgüsüyle varolmamak, yermesiyle yok olmamak demek.”
4
Ceylan Eğilmez
YHA NASI Bİ DİL BU BÖLE YAW
?
Merhabalar, Sizlere bu yazımda uzun zamandır dikkatimi çeken ve eminim ki birçoğunuzun da aklında olan bir konudan bahsedeceğim. Son zamanlarda hepimizin, özellikle de internet ortamında, sıklıkla karşılaştığı bir dilden… Hepimiz karşılıklı düzgün ve etkili iletişimi sağlamak için dilimizi kullanırız. Peki yıllar boyunca kullandığınız bu dil değişirse, çevrenizdeki insanlar farklı bir dil konuşmaya başlarlarsa ne yapardınız? Bunu hayal etmeye gerek yok aslında, çünkü günümüzde sıklıkla karşılaştığımız bir olay bu.
İnternet dili… Günümüz gençliğinin sıkça kullandığı bir dil. Kısaltmalar, gereksiz eklemeler, farklı dillerden alınan sözcükler, bir harfin yerine başka bir harf kullanımlarıyla dolu olan bir dil… Bu şekilde konuşmak eğlenceli ve pratik olabilir, ancak böyle yazarak ve konuşarak biliyor muyuz ki dilimiz göz göre göre bozuluyor ve
yok oluyor? Artık hemen her gencin dilinde dolanan ‘böle, yaw, bişi, chok, baq, yoq, war, gidiom, tşk, gg, sheker, hg…’ gibi sözcükler dilimize düzeltilemez zararlar veriyor. Bazıları bu tür kullanımların daha samimi bir ifade biçimi olduğunu düşünüyorlar. Bu tür konuşma samimiyet değil, samimiyetsizlik göstergesidir. Eğer bunun samimi olduğunu düşünüyorsak, o halde bunun konuşmayı istememe belirtisi olduğunu da düşünmemiz gerekmez mi ? Sonuçta biri sizinle konuşmak istemediği zaman, uzatmama adına kısa kısa yazar değil mi ? Günümüzde çoğunlukla gençlerde görülen bu durumun özentilik ve bilinçsizlik olduğunu düşünenlerdenim. Nasıl ki çocuklar birbirlerinde gördükleri oyuncakları ailelerinden isterler, bu dili
kullananlar da çok yararlı ve özenilesi bir şeymiş gibi arkadaşlarından görüp bu dile özeniyorlar. Fakat farkında değiller ki onlar böylece bildikleri kelimeleri yazmayı da Toplumumuzda da birçok kişi sadece tarz olsun diye kelimeleri tuhaf bir biçimde uzatıyor, değiştiriyor ve kısaltıyor. Kimileri de bu şekilde yazmanın daha kolay olduğunu iddia ediyor. Fakat unuttukları bir şey var bu şekilde kendilerinden sonraki nesillere de bu dili aşılıyorlar. Büyüklerinde bu kullanımları görünce onlar
unutacaklar ve sınavlarda bu dili kullanacaklar. Çünkü bu dili kullana kullana onlara göre normal ve doğru olan dil bu olacak. da bu şekilde konuşmaya ve yazmaya başlıyorlar. Bu kısaltmalarda araya birkaç harf daha eklemek zaman kaybı değil ama eklememek Türkçemizin kaybıdır. Evet, soruyorum sizlere: Nasıl bir dil bu böyle ? Çok mu etkileyici acaba ? O kadar etkileyici de o yüzden mi herkesin dilinde ? Yoksa sadece özentilik ve bir modaya uyma derdine mi sahibiz ?
5
Didem Rauf
T S A H G N E GORM
yerinde olur herhalde:
Gölgelerin arasına çekilmiş, harap halde duruyor. O binyıllık duvarlar. Kuleler, geniş araziler. Bütün bunlar aşınıyor mu? Hayır. Sivri uçlu kulelerin arasında hafif bir rüzgâr geziniyor. Bir kuş ıslık çalıyor. Bir yağmur seli taşmış bir nehirden akıyor. Kayadan bir yumruğun derinliklerinde bir kuklanın eli kıpırdıyor. Donmuş avucundaki sıcaklık isyankâr. Bir gölge uzuyor. Bir örümcek kıpırdanıyor… Ve karanlık karakterlerin arasında kıvrılıyor.”
Peake’in sınırsız hayal gücünün eseri olan bu üç kitaplık seri aslında değeri bilinmeyen (en azından Türkiye’de) kitaplardandır. Gerçi bu üç kitabı Dost Körpe’nin çevirmesi önemli olduğunun göstergesi olabilir.
Mervyn Peake sıklıkla Tolkien’in takipçisi olarak görülmüştür ama aslında Charles Dickens gibi 19. yüzyıl yazarlarından etkilenmiştir. Peake çok yönlü bir insan olduğunun Gormenghast kitaplarındaki karakterlerin illüstrasyonlarıyla da göstermiştir. Yazdığı kitapların yanı sıra Mervyn Peake illüstrasyonları, resimleri
ve şiirleriyle de tanınan bir sanatçıydı.
Gormenghast serisi; Titus Groan, Gormenghast ve Titus Tek Başına adlı üçlüden oluşur. Fantastik öğeler içeren bu kitaplar aslında çoğu fantastik kitapların aksine büyü ya da değişik canlılarla ilgilenmez. Gormenghast fantastik olmasının yanı sıra gotik ve sürrealist öğelerde barındırır.
Bilim kurgu ya da fantastik kelimelerini bir kitabı tarif etmek için kullandığımızda nedense çoğu kişinin aklına değişik yaratıklar, büyüler ve bitmek bilmeyen iyinin ve kötünün savaşı gelir. Ama Gormenghast’ta savaş
fiziksel değil hatta psikolojiktir. İlk iki kitabın kötü karakteri Steerpike Gormenghast’ta istediği mevkii elde etmek için kaba kuvvete değil de kurnazca planlara başvurur mesela. Peake’in yaptığı tasvirler öyle etkileyici ve gerçekçi ki Gormenghast sanki ellerimizle uzanabileceğimiz bir yerde.
Sadece fantastik öykülere ilgisi olanların değil herkesin okuması gereken klasikleşmiş eserlerden Gormenghast. Biraz basmakalıp olacak ama herkesin kendine yakın bir şeyler bulabileceği bir eser. Bitirirken de kitapları çeviren Dost Körpe’den bir alıntı yapmak
“Kolaylık adına bu üçlemeyi gotik yazın olarak nitelendirebiliriz; ya da tüm eleştirmenlerin hemfikir olduğu gibi, gelmiş geçmiş en iyi fantastik yapıtlar arasında olduğunu söyleyebiliriz. Mervyn Peake’in fantastik edebiyatın tahtına oturmada, Tolkien dışındaki tek aday olduğunu iddia edebiliriz. Ama tıpkı ona adını veren şato gibi devasa, uçsuz bucaksız, keşfedilmemiş labirentlerle dolu bu yapıtın her sayfasına damgasını vuran özgünlük bizi bu kolaycılığa kaçmanın hazzından mahrum bırakacaktır. Çünkü Gormenghast’ta bir gotikfantastik yapıttan beklenebilecek bir tema bulamayız. Bu kitaplarda kurtarılan prensesler, doğaüstü olaylar, cinler, elfler ya da goblinler yoktur tersine, bizi bir girdap gibi içine çekip sersemleten karmaşık olaylar zincirinde, dickensvari karakterlerin absürd gülünçlüğü, yaşamlarına bir tanrının demirden eli gibi damgasını vuran o dev şatonun, bin yıllık Gormenghast’ın kafkaesk atmosferiyle dengelenirken sarsıcı bir günledik gerçekliğe bürünür. Bu karakterlerin tuhaf, komik, hatta fantastik bulabiliriz; ama acıları, hırsları ve tutkuları son derece gerçektir.”
6
Ayşe Hümeyra
Uçurtma Avcısı
çamur -Ben senin için bile yerim. -.. -.. -Yapar mısın? -Neyi? yemeni -Senden çamur ? in is istesem, yer m ter is -Böyle bir şey misin ki? -Hayır, neden isteyeyim? -Biliyordum..
“Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar,babaların oğullarına etkileri, sevgileri,fedakarlıkları ve yalanları… Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.”(arka kapaktan) 2003 yılında ABD’de
yayımlanan Uçurtma Avcısı, üç yıl üst üste “Yılın Kitabı” ödülüne layık görülen ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Listede ikinci sırayı ise yazarın diğer kitabı “Bin Muhteşem Güneş” kapmış durumda. 2007’de sinemaya uyarlanan kitap, New York Times’ın en çok satanlar listesinde de ilk sırada. Kitabın türkçe baskısı ise 2004’te Everest Yayınları tarafından yapıldı. İngilizce roman yazan ilk Afganistanlı olarak tanınan Khaled Hosseini(Halit Hüseyni), Sovyet birliklerinin ülkesini işgali sonucu sığınma hakkı talebiyle ABD’ye yerleşmiştir ve halen California’da yaşamaktadır. Çocukluğunda yaşadığı bu büyük değişiklik ise romanına bariz bir sovyet düşmanlığı ve Amerika propagandası olarak
yansımış. Zaten kitabın olumsuz eleştirilere açık olan tek yönü de bu. Sevgili yazarımız romanda kurtarıcı rolünü verdiği Amerika’nın, gerçek hayatta da Afganistan’a barış götürdüğüne can-ı gönülden inanıyor olsa gerek. Gelelim romanımızın kahramanlarına. Emir ve Hasan, biri Afganistan’da önemli sayılan peştunlara, diğeri ise hoş görülmeyen bir etnik azınlık olan hazaralara mensup iki küçük çocukturlar. Hemen hemen aynı yaşlarda olan bu iki arkadaş birlikte büyümüş, Emir’in ilk söylediği sözcük “baba”, Hasan’ın ki ise “Emir” olmuştur. Emir, babasının kendisine olan ilgisizliğiyle kendi içinde bir mücadele verirken, hizmetçi konumundaki Hasan tam da Emir’in babasının hayalindeki erkek evlattır. Bu yüzden de Emir içindeki ızdırabın bedelini en yakın arkadaşı
olan Hasan’a ödetmek için her fırsatı kullanır. Buna karşılık Hasan’ın Emir’e olan bağlılığı bir an olsun değişmez. Emir ve babası sovyet işgali sonrası ABD’ye giderler. Hasan da dahil tüm geçmişini geride bıraktığını düşünen Emir yanılmaktadır. “Yeniden iyi bir insan olmak mümkün müdür?” sorusunun cevabını bulmak üzere ülkesine geri döner. Hasan’la koşulsuz sadakati, sevgiyi, adanmışlığı; Emir’le ise ihaneti, yalnızlığı, ve kaçışı yeniden öğreneceksiniz. Hasan’a üzülüp göz yaşlarınızı tutamazken, Emir’in bencilliğine şapka çıkaracaksınız ve okuyup da rafa kaldırdığınız kitapların yanına yakıştıramayacaksınız Uçurtma Avcısı’nı. Bir kitap iki kez okunmaz diyenlerdenseniz, fikrinizi değiştirmeye hazır olun.
7
Gonca Tutaysalgır
TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRİŞİ
Dışarıdan bakıldığında gayet zararsız gözüken Avrupa birliğine giriş fikri, içerden bakıldığında durumun hiç de toz pembe olmadığını, Türkiyenin Avrupa birliğine girdiğinde karşılacağı ulusal
düzeyine ulaşmak ayrıdır, bu kılıflara bürünüp ülkeyi yabancıların emir ve direktifleri doğrultusunda bir yerlere sürüklemek, hatta yarı sömürge durumuna düşürmek ayrıdır. Peki Avrupa birliğine girdiği taktirde , Türkiyeyi neler yarı sömürge durumuna düşürür? Birincisi ve en hassas noktalardan birisi, sözde ermeni soykırımıdır. Birçok ulusal parlamento sözde Ermeni soykırımını kabul etmiştir. Avrupa Parlamentosu onlardan bir adım ileri giderek soykırımın varlığını kabul etmiş, ek olarak Türkiyenin de kabul etmesini karara bağlamıştır. Bu karar konuyu ikinci aşamaya taşımıştır. Bundan sonraki aşamalar tazminat ve toprak talebidir. Üye olmamızdan sonra bu aşamalarla ilgili kararlar sürpriz olmayacaktır. İkincisi, gümrük birliği sorunudur. Gümrük Birliği Anlaşması’nın en üzücü yanı, Türkiye’nin kendi dışında, temsilcimizin olmadığı yerlerde alınan kararlara uyma zorunluluğudur. Benzer bir anlaşmayı Türkiye dışında başka hiçbir ülke imzalamamıştır. Tam üye olacak ülkelere, üye olmadan önce, Gümrük bağımsızlık problemlerinin git gide Birliği’nin neden olacağı kayıpları artacağını tüm açıklığıyla göz önüne serer. karşılamak ve altyapılarını hazırlamak için 15 Avrupa ülkesinin birlik adı altında yardım yapıldığı halde, Türkiye’ye böyle çıkarlarını yürüttüğü kapitalist mentalitenin bir yardım yapılmamıştır. Uygulamanın üyesi olmaya gerçekten ihtiyacı var mıdır getirdiği büyük sorunlardan bazıları ise Türkiyenin ? Yoksa zaten tehlikede olan Avrupa Birliğinin bize ne kadar zarar bağımsızlık mücadelemizi göz göre göre verdiğini gözler önüne seriyor. Gümrük düşmanın eline vermenin ne gibi artıları Birliği Anlaşması imzalandığından bu var ? AB konusunda ateşli tartışmaların yana, üçüncü ülkelerle ticarette sorunlar yapıldığı son senelerde, bazıları ısrarla yaşıyoruz. AB ile ticarette gittikçe artan Atatürk ‘ ün yaşasaydı Avrupa birliğine açıklar veriyoruz. ABD’nin AB’ye tanıdığı girişi onaylayacağını savunuyor. Diyorlar ticari ayrıcalıklardan Türkiye ki ; onaylardı çünkü Atatürk çağdaş yararlandırılmıyor. Kuzey Afrika ülkeleri uygarlığı yakalamak isteyen bir önderdi. ile yapılan anlaşmalardan yararlanmamız Onlara Atatürkün 6 Mart 1922de baskı ile önleniyor. Anlaşmanın yürürlüğe TBMM’de bu günleri görmüşçesine girmesinden sonra AB-Türkiye arasındaki söylediği birkaç cümleyi alıntılıyorum ; ‘’ dış ticaret ilginç bir gelişme göstermiştir. Efendiler! Avrupanın bütün ilerlemesine, Türkiye-AB dış ticaret açığı Türkiye yükselmesine ve medenileşmesine karşılık aleyhine 1990 yılında 2.4 milyon dolarken Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş Gümrük Birliği Anlaşması’nın yürürlüğe vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti girdiği 1996 yılında 5.7 milyar dolara, düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat 1998 yılında 10.7 milyar dolara fırlamıştır. almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine 1996-2000 açığı 54 milyar dolardır. 2001 göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan yılı sonunda açık 60 milyar doları almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. geçmiştir. Üçüncüsü, Ege sorunudur. Halbuki hangi istiklal (bağımsızlık) vardır Katılım Ortaklığı Belgesi, Ege Denizi ile ki, ecnebilerin nasihatleri ile, ecnebilerin ilgili sorunların görüşmeler yolu ile 2004 planları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir yılına kadar çözülmemesi durumunda, hadiseyi kaydetmemiştir. ’’ Ne güzel sorunun Adalet Divanına götürülmesini söylemiş. Tam isabet ! Çağdaş uygarlık öngörmektedir. Yunanistan da bunu istiyor.
Biliyorlar ki konu Adalet Divanına gittiği takdirde sorun Yunanistan lehine karara bağlanacaktır. Adalet Divanında her üye ülkeden bir hakim bulunmaktadır. Gümrük Birliği Anlaşması’nın en üzücü yanı, Türkiye’nin kendi dışında, temsilcimizin olmadığı yerlerde alınan kararlara uyma zorunluluğudur. Benzer bir anlaşmayı Türkiye dışında başka hiçbir ülke imzalamamıştır. Tam üye olacak ülkelere, üye olmadan önce, Gümrük Birliği’nin neden olacağı kayıpları karşılamak ve altyapılarını hazırlamak için yardım yapıldığı halde, Türkiyeye böyle bir yardım yapılmamıştır. Son olarak sizlere Avrupa birliğinin bayrağından bahsetmek istiyorum. Avrupa Birliği’nin 12 yıldızlı mavi bayrağı, Hıristiyanlığı temsil ediyor. Başlangıçta, 12 yıldızın, 12 üye ülkeyi temsil ettiği zannedildi. 1986-1996 yılları arasında AB’nin 12 üyesi bulunuyordu. Fakat sonradan görüldü ki üye sayısı arttığı halde yıldız sayısı değişmiyor. AB’nin üye sayısı 1996 yılında 15’e çıktı. AB bayrağının anlamı konusunda resmi bir açıklama bulunmuyor. Bu nedenle çeşitli yorumlar yapılıyor. Bütün yorumlar, AB bayrağının bir Hıristiyanlık simgesi olduğu noktasında düğümleniyor. 12 yıldızın Hz.İsa’nın 12 havarisini temsil ettiği yorumları yapılıyor. 12 rakamı ‘Vahiy 12’ deki açıklamaya bağlanıyor: ‘’ Gökte ulu bir belirti görüldü. Güneşi kuşanmış bir kadın, ayaklarının altında ay, başında 12 yıldızdan bir taç.’’ Mavi rengin de Hıristiyanlıktaki geleneksel mavi pelerini temsil ettiği yorumları yapılıyor. Hangi dinin, hangi mezhebin, hangi anlamın, hangi egemenliğin bayrağı altında toplanmaya çağırıldığını bilmek Türk toplumunun hakkıdır. Görüldüğü gibi Avrupa birliği Türkiyenin en hassas problemlerinde bile görevini yapmak yerine, açıklarımızın üzerine gitmeyi prensip haline getirmiştir. Avrupa birliği müzakere sürecinde bile siyasi bölünmeler ekonomik çöküşler hukuki dalgalanmalar yaşanırken, girildiği takdirde olacakları önlemeye çalışmak boşuna olacaktır. Bu yüzdendir ki, Türk ulusu, tarihinden, bağımsız yaşama geleneğinden, geleceğine olan inancından, milli haysiyetinden, ilerletmeye ve geliştirmeye kararlı olduğu demokratik yapısından, modernleşme, sanayileşme ve zenginleşme hedeflerinden ayrılmamalıdır, ve asla taviz vermemelidir.
8
ALDATMAK ÜZERİNE BİR YAZI Siz ne Hasan Gürlevik
Öncelikle okur yazar ailesini ve sitemizi ziyaret eden herkese merhabalar demek istiyorum. Sevgili kardeşim Sedat Alagöz’e de bana bu köşeden her hafta sizlerle birlikte olma fırsatını verdiği için teşekkürler. Tanışma faslını uzun tutmayalım, nasılsa artık hep beraberiz.
Gelelim spor dünyası ile ilgili bu hafta sizlere aktarmak istediklerime. Çok konuşulan bir konu vardı geçtiğimiz hafta, yankıları bu haftaya da sarktı. Önce ünlü golfçü Tiger Woods, ardından da İngiltere Milli Futbol Takımı Kaptanı John Terry eşlerini aldattıkları gerekçesiyle manşet oldular gazete sütunlarına. Çeşitli yakıştırmalar yapıldı her iki sporcuyla ilgili olarak. Tiger Woods tam bir düzine kadınla birlikte olduğundan, “Hedefi 12’den vurdu”, denildi... John Terry’ye de arkadaşının sevgilisiyle yattığı için, “Yaramaz çocuk” yakıştırması yapıldı. Evli bir erkeğin eşini aldatması hoş karşılanır bir durum değil. Hele ki göz önünde, önemli bir isimseniz, olay hemencecik skandal boyutuna geliverir. Peki ya bekar sporcular. Onlara ne demeli! Colin Kazım “Kelepçeli seks
partileri”ne katıldığı için gönderilmedi mi Fenerbahçe’den? Geçirdiği trafik kazası ön plana çıkarılsa da biletinin kesilmesindeki en önemli etken buydu bence. Milan’da oynayan Ronaldinho’nun daha geçtiğimiz günlerde bir otelde üç arkadaşıyla alem yaptığı, eğlencenin faturasının ise 75 bin Euro’yu bulduğu konuşuluyor. Sezon başında Manchester United’dan İspanya’nın Real Madrid takımına transfer olan Cristiano Ronaldo’nun da Paris Hilton ile Madrid’in en ünlü mekanlarından birinde sabaha kadar eğlenmesi hala hafızalarda. Gerçi onun verdiği para devede kulak ama biz gene söyleyelim: Tam 25 bin Euro. Dile kolay değil mi...
yapardınız?
Bekarlar neyse ne de evlilerin bu tür olaylara karışmasını son derece yadırgıyorum. Erkeklik demek yapılan skor sayısına bakmak değil, eşine olan sadakat demektir. İster ünlü bir sporcu olun, isterseniz benim gibi sıradan bir vatandaş, siz siz olun eşinizi aldatmayın. Ve şimdiden düşünün, evlenince sadakatla ilgili bir konu olduğunda siz ne yapardınız? Ya da ünlü bir sporcu olsanız ve böyle bir durumla karşılaşsanız sizin tutumunuz ne olurdu? Şimdi reklamlar
okuryazar.com’dan sizlerle birlikte olduğumuz gibi perşembe günü saat 17:0018:00, hafta sonu da saat 12:00-13:30 arası Radyospor’da sizlerle birlikteyiz. Sevgili dostum Can Tongo ile “Canlı dakikalar”da haftanın maçlarına idda tahmini yapmaktayız. İddaa oynayıp kupon tutturamayanlara tavsiyem bizi dinleyip hiç kafalaranın karışmaması. Sağlıcakla kalın...
9
.
.
. .
Gizemleri ve Etkileriyle Poe Fatih Yıldız
Geçtiğimiz günlerde internet gazetelerinde bir haber okudum. Ünlü yazar Edgar Allen Poe’nun mezarı başında her yıl bilinmeyen biri tarafından bırakılan bir şişe konyak ve karanfilin sahibinin bu yılda yakalanamadığı hakkında ilginç bir haberdi. İçimde Edgar Allen Poe hakkında ufak bir araştırma yapma isteği doğdu ve onun gizemlerle dolu çalkantılı edebi yaşantısı, beni Poe’nun hayranı yapmaya yetti.
“ Edgar Allen Poe, Amerikalı şair, kısa öykü yazarı ve editör…” tanımı , gotik ve dolayısıyla romantik yazının bu büyük üstadını takdim etmek için yetersiz bir giriş olur. “ Edebiyatçı “ sözü, belki de Edgar Allen Poe için kullanılabilecek, onun gerçek kimliğini okuyucuya açıklayabilecek en güçlü sözcüktür.
Yaşamının daha ilk yıllarında tecrübe ettiği dram ve çöküşler, daha çocuk yaşta doğduğu yer olan Amerika Birleşik Devletleri’ni terk edip İngiltere’nin renksiz ve kasvetli özel okullarında gördüğü eğitim, öz anne ve babanın sevgisinden yoksun geçen bir çocukluk, ve tabi ki ilerleyen yaşlarda onu bitirip tüketen, yaptığı evliliği mutsuz kılan kumar tutkusu, yazarın karakterini ve kalemini şekillendiren en önemli nedenlerdir. Edgar Allen Poe’ nun hemen hemen tüm kısa öykülerinde karşımıza çıkan karanlık ve aydınlatılmaya aç olaylar, aslında bu büyük ustanın kendi ruhunun ızdıraplarının kağıt üzerine yansımış halidir. Onu edebiyatçı yapan bu özelliği kimileri tarafından “hastalıklı bir karakterin dışavurumları” olarak yorumlansada, Edgar Allen Poe’nun eserleri dünya okuyucusu tarafından inanılmaz bir kabul görmüştür ve yazarın ölümünün üzerinden neredeyse bir buçuk asır geçmesine karşın, yazdığı her bir öykü hala gotik geleneğin vazgeçilmez eserleri arasında ilk sıraları işgal etmektedir.
Poe, sadece okuyucuyu değil, aynı zamanda kendi jenerasyonunun yazarlarınıda etkilemiş bir ustadır. Ünlü dedektif Sherlock Holmes’in yaratıcısı İskoçyalı yazar, Sir Conan Doyle, eserlerindeki her karakterde ve olay örgülerinde, Poe’nin ünlü dedektifi Dupin’den beslendiğini söylemiştir. Ve amacının Poe’nin başlattığı bu polisiye-dedektiflik türüne katkı sağlamak olduğunu belirtmiştir. Öyle ki, geçtiğimiz ay ülkemizde gösterime giren ve baş rollerini Robert Downey Jr. ile Jude Law’ın paylaştığı son Sherlock Holmes filminde, kötü adam Lord Blackwood’un işlediği her cinayet
mahalinin bir köşesinde ( ya bir ağaç dalında ya da tipik bir İngiliz evinin tuğla bacasında) Edgar Allen Poe’nun vazgeçilmez ölüm habercisi kuzgunu gördük. Bu elbette ki basit bir örnektir; ancak Poe’nun bu türdeki edebiyata kattığı sembollerin ortaya konması bakımından oldukça manidardır.
40 gibi çok genç bir yaşta hayatını kaybeden yazarın aslında nasıl öldüğü bugün bile sırrını korumaktadır. Kimileri bir barda ölü bulunduğunu, kimileriyse Baltimor sokaklarında baygın bir şekilde bulunduğu ve Washington Collage Hospital’e kaldırıldığı söylemektedir. Ölümünden sonra, küçük bir cenaze töreniyle Westminster Hall mezarlığına defnedilen Poe’nun bedeni daha sonra daha büyük bir mezarlığa defnedildi. Ancak bu yeniden defin esnasında yanlış bedenin taşındığı ortaya atıldı. Tıpkı yazdığı esrarengiz öyküler gibi Edgar Allen Poe’nun ölümü de büyük bir gizem perdesiyle çevrili kalmıştır. Ölüm nedeni üzerine kesin bir teşhis konulamayan Poe’nun arkadaş çevresi yazarın alkol bağımlılığı nedeniyle hayatını kaybettiğini öne sürmüştür.
Yaşadığı dönemde anlaşılamayan Poe, hem hayattayken hem de ölümünden sonra birçok karalama kampanyasına kurban gitti. Bunların en ünlüsü Rufus Wilmot Griswold’un çabalarıdır. Poe’nun kişiliğine ve edebiyat kariyerine karşı “karakter suikastçısı” olarak bilinen Griswold, yazarın çevresindeki insanlardan nefret ettiğini, onları vahşi yaratıklar olarak küçümsediğini ve çoğu zaman sokaklarda tek başına bir “ delilik haliyle” sayıklayarak gezindiğini ileri sürmüştür. Fakat tüm bunlara rağmen Edgar Allen Poe dünya edebiyat çevrelerince saygın bir yere konmuş ve öyle de kalmayı başarmıştır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde onlarca Edgar Allen Poe vakfı yazarın anısını yaşatmaya devam etmektedir. Her ölüm yıldönümünde mezarı başında anılan yazar, yıllar geçmesine ve gotik tarzda binlerce eser verilmesine karşın okuyucuları arasında popülaritesini sürdürebilmiştir.
10
Selcan Topal
B
M U R O Y I L Ş A B E Y İ D
üyük bir ıhlamur ağacının altında, henüz yeni yeşeren dallarıyla, gecenin serinliğine sarılmışken, yaşamımdan akan yağmur damlacıkları şimşeklerle boşanırken gözlerimden, yorganlara bürünmek, başımı yastıklarla kapamak istiyordum. Bundan sonraki hayatımın nasıl gelişeceğine ait en
ufak bi fikrim yoktu. Hergün, günün ilk ışıklarıyla, insanlar arasına gülücüklerimle karışan ben şimdi sessizlikle ve karanlıkla, sanki bedenimden çekilen ruhumun hala esiri altında kalmış, zindanlara götürülmek istenirmiş gibi sürükleniyordum bulutların üstünde… Gecenin ıssızlığı bir yandan huzur veriyor, bir
yandan da ürkütüyordu bedenimi. Tüylerimi ürperten rüzgar ruhumu da rahatlatıyordu aslında… Ama yine de karmaşıklaşan hayatım ne huzuru depoluyor ne de sessizliği şarj ediyordu beynime. Kalbim ise sanki bedenimden çıkmış gibi, böyle bir vücutta herşeye rağmen çırpınıyordu bir yerlerde. Kimi zaman başka kalplerin ziyaretine
açılıyordu. Ama mahkeme kapısı gibi de sert kapanıyordu… Bazen kalp ağrılarının hançer gibi saplandığı bu dünyada, aklımızı kaybedip yine de yüreklerimizi taçlandırsakta, bu hayat herşeye rağmen nefes almaya ,tekrar tekrar can bulmaya, bir solukta olsa da yaşamaya değer…
11
CEMRE
Mustafa Can
Takvim yapraklarından başka okunacak bir şey olmamasına rağmen okuma yazma bilmenin ne kadar önemli olduğunu ancak kavradığım yıllardı. Gündüz rahmetli dedeme namaz vakitlerini söylerdim. Birkaç günde bir de 5 ile 25 lira arasında değişen harçlıklar alırdım. Okumanın para kazandırdığı yıllardı anlayacağınız. Kırlangıç fırtınası, eyyam-ı bavır soğukları, leyleklerin göçü, cemrenin düşüşü takvim yapraklarından edindiğim ama para etmeyen bilgilerdi. Günün yemeği ve o gün doğacak çocuklar için isim önerileri de ha keza eğlence olsun diye okunan şeylerdi. Bir gün annemin de evdeki malzeme ile
yapabileceği bir yemek olur mu diye hiç aksatmadan her gün okurdum yemek bölümünü. Genç kızların paşabahçe borulara hohlayıp bir gün önceki gecenin isini sildiği akşamın alacalığında takvim yaprağını koparmak için sabırsızlığım artardı. Gaz lamba yakılır boru ısındıktan sonra fitil yukarı çıkarılıp o kızıl ışık odaya dolunca takvim yaprağını koparma zamanı gelmiş demekti. Evde akşam yemeği için sofra bezi serilip tahta yer sofrasının etrafına minderler dizildiği anlara sığdırırdım takvim yaprağını okuma işini.
Günün yemeği yine ayniydi ve hiçbir takvim yaprağında rastlamamıştım. Zaten kız olursa Burcu oğlan olursa Burak yazdığı bir günde doğan yeğenimin adı da Vedat olunca takvim yaprağını okumak artık sadece alışkanlıktandı. Anladım ki benden başka önemseyen yoktu yazanları, bir de dedem ezani kaçırdıkça baktırıyordu namaz saatine. Son bir şans daha verecektim takvimde yazanların gerçekliğine. O gün cemre düşecekti toprağa. Birkaç arkadaşımı da alıp yeni erimeye başlamış karların arasından filizlenen kardelenlerin etrafında cemre aramaya başlamıştık. Neydi, nasıl bir şeydi bilen yoktu; ama ne olursa olsun toprağa düşerse kardelenlere yakın olmayı seçer diye düşünmüştük. Henüz “kardelen” temizliği, masumiyeti, güzelliği temsil ediyordu benim için. Yıllar sonra “kardelen” demekten ürkeceğimi onun yerine kar çiçeği deyip geçeceğimi hayal bile edemezdim o yıllarda. En sonunda çıkardığım bir kar çiçeğinin dibinde buldum
cemreyi. Kara sinekten küçük belki sivrisinek kadar kara bir böcekti. Evet cemre buydu. O gün toprağa inmiş gibi şaşkın bir şeydi işte. Baharda toprağa düşen siyah bir böcekti artık cemre. Akşam babama müjdelemiştim “tıpkı takvimde yazdığı gibi bugün cemre toprağa düştü ve biz onu bulduk” diye. “Ha aferin iyi etmişsiniz” dedi. Bilebilir miydi babam yıllar sonra cemrenin yüreğime düşeceğini, yüreğimi usul usul kemireceğini. Ya da şimdi desem babama “Cemre yüreğime düştü baba. Takvimde de yazmıyor üstelik. Yüreğime hapsettim onu yakıyor, kemiriyor oradan içimi” diye. Yine aferin iyi etmişsin deyip geçiştirir mi beni? Takvim yapraklarının yetmediği bir günde nereden geldiğini kimin verdiğini bilmediğim bir kitapla tanışmıştım. Anna Karenina’ydı kitabın adı. Benim yaşım için hissedilmesi, yaşanması zor şeyler yazıyordu; ama soluksuz okuyup bitirmiştim her cildini. Yüreğime düşen ilk cemre olmuştu Anna Karenina. O küçük yüreğimdeki cemre resmi küçük siyah böcekten başka bir şeye dönüşmüştü. İlk aşkım bir roman kahramanıydı. Sonrasında da bir roman gibi yaşadım zaten her şeyi. Gerçeği hep kaçırdım romandakileri ararken.
12
Ceren Özbalçık
Yaşamak?
hangisini
Z
orla sevebilir mi bir insan? Sevdirebilir misiniz kendinizi? Ya da kaybettiğiniz sevginizi,saygınızı onda tekrar bulabilir misiniz? Hayır mı?Yoksa tabiki çok kolay yapabilirim mi?
Aşk…Tek taraflı,yoğun bir şekilde ve farkında olmadan yaşanan bir rüya gibidir. Neden mi?Çünkü bittiğinde anlarsınız onun sizi sevmediğini! Aslında onu,seviyormuş gibi gösteren de sizin sevginizdir. O kadar yoğundur ki o kadar çoktur ki sevginiz,onun da sizi sevdiğini zannedersiniz. Günlerce ağlar,kahrolursunuz,gözler iniz kıpkırmızı şişmiş bir şekilde,hatta dört duvar arasına kapanıp hayattan koparsınız bir süre. Geri istersiniz onu, ağır
gelir bu ayrılık…Ama o yoktur artık acımasızca siler, umrunda bile olmazsınız!Geri gelse bile merhametindendir veya başka bir durum…Siz mutlu olursunuz, artık farkında olduğunuz,sevmediğini bildiğiniz halde ‘O yine hayatımda…’ dersiniz. Peki bu aslında hiç bir zaman kazanamadığınız birini tekrar kazanmak mıdır? Hayır!Kendinize bir cezadır…
Peki ya sevgi?… Fark var mı diyemeyiz. Elbette var. Karşılıklı olan sevgidir…Yalansız, saygı ve sevgi içerisinde tatlı atışmalar, her şey için farkındalık durumu, hareketlerle birbirinizi boğmadan geçinebilme…Bunların hepsi bizde var diyorsanız ne mutlu size seviyor ve seviliyorsunuz. Vardı
isterdiniz
ama bitti…Olabilir zaten bitmeyen aşktır,büyük bir yaradır başına gelen için! Sevgi ya anlaşarak biter ya da ölene kadar alışkanlığa da dönerek güzel bir şekilde devam eder. Aşkın değil fakat sevginin çeşitleri vardır. Ya birini seversiniz ya da genel olarak her şeyi. Sevginin içinde kötülük yoktur o yüzden hayatınızda olması gereken bir duygu kesinlikle! Farkında olarak sevin, sakın aşka çevirmeyin duygularınızı ve kör olmayın, şaşı olmayın sevdiğiniz kişi veya nesnenin dışındakilere! Herkesi sevebilirsiniz, her şeyi sevebilirsiniz… Fakat o ayrıdır, onu ayrı seversiniz!Alışkanlık olmuştur sizde ve aynaya bakar olmuşsunuzdur artık! Eğer böyle güzel bir
ilişkiniz varsa kaybetmeyin derim… Ufak tefek sorunlar engel olmasın, büyütüp ayrılığa dönüşmesin!İmkansızı başarıp da sevgide çift taraflı acıyı tattırmayın kendinize! Özellikle bu güzel ayda hani şu herkesin bildiği sabırsızlıkla beklediği sevgililer gününe yakın zamanlarda en güzeliyle yaşayın, yıllardır birlikteyseniz tazeleyin, ki bir başka heyecan olsun size ve o gün değişik güzel şeyler yapın, şaşırtın mutlu edin hem kendinizi hem de sevgilinizi!Sevgililer gününüz kutlu olsun, en güzeliyle geçirmenizi dilerim o günü!
* Ayrıca umarım etrafınızdaki güzellikleri de görüp hayatınızı da sevmeyi başarırsınız…
13
OTOBÜS:
Otobüslerde gençlerin kendilerinden yaşça büyük olan kimselere yer vermemek istemesiyle ilgili geyikler internet ortamında bolca bulunuyor. Kimisi yer vermemek için kendi geliştirdiği yöntemleri anlatıyor, kimisi kendisine yer verilmediğinden falan bahsediyor, bazı dengesizler de ‘Niye yer vermiyosun kardeşim yaşlılara!! Ayıp değil mi’ tarzında cümleler kuruyor. Otobüste ayakta durup, araç virajları döndükçe sağa sola savrulmaktan nefret eden birisi olarak benim de uyguladığım bazı yöntemler yok değil hani...
1 Dışarıya doğru bakma ve buna bağlı dalıp gitme sistemleri: Bu yöntem tek kişilik koltuklarda uygulandığında daha olumlu sonuçlar vermektedir.Kendisine yer vermek durumunda olduğunuz kişi gelip başınızda dikilmeye ve söylenmeye başlamadan önce hafiften pencereye doğru dönüp dışarıya dalıp gidiyorsunuz. Bu öyle bir dalım hareketi olmalı ki başınızda dikilen insanı farketmemiş gibi yapmalı ve onun sizden ümidi kesip başka bir av bulmasını sağlamalısınız. Hadi
göreyim sizi... 2 Numaradan hastalanma yöntemi: Düzenli aralıklarla bacağınızı, kolunuzu, kafanızı gözünüzü tutarak hasta olduğunuzu ve ayakta seyahat edemeyeceğinizi hareketlerinizle anlatırsınız... Eğer başınızda dikilen kişi acımasız biri değilse yer vermeniz için bakışlarıyla ısrar etmekten vazgeçebilir. 3 Meşgul karakter pozisyonuna geçme yöntemi: Eğer okula gidiyorsanız çantanızdan bir-iki kitap çıkarıp çalışıyormuş gibi yaparak da yer vermekten kurtulabilirsiniz. Ama bu yöntemde bakışlarınızla ‘Yav normalde her gördüğüme yerimi veririm ama görüyosun işte çalışıyorum, ne yapabilirim...’ diyebilmelisiniz. İşte ben bu bakışı 2 senede kazandım... Kolay olmuyor öyle... Yer vermekten yırtmanın bir yolu da ikili koltukta cam kenarına oturmaktır. Bu durumda yer verecek biri olursa o da yanınızda, yani koridor tarafında oturan kişi olur. Ya da ne uğraşıyosunuz, yer verin gitsin... Bi’ de öğrenci olacaksınız!! Okulda size bunları mı öğretiyorlar? Cık cık cık... Otobüslerde sıkıntı yaratan başka hadiseler de vardır... Mesela benim çok yaşadığım bir olay... Tutunmak için üretilmiş ve
Gökhan Duranal
KOLTUK SAVAŞI
otobüse takılmış olan direğe dayanan bayan arkadaşlarımız... Direği tutmaya çalışırsın, saçları falan eline dolanır... Sonra direkten elini çekmeye çalışırsın 1-2 saç teli elinde kalır. Bu arkadaş bi’ de dönüp ters ters bakar... İyi de burada doğru olan benim yaptığım şey, yani direğe tutunmak... Orası sen bütün vücudunu yasla, onunla bütünleş diye yapılmamış ki... Sürekli arka tarafa ilerlememiz gerektiğini bize hatırlatan kaptan veya şoför de bazen sinir bozabilir... İlerleyecek yer kalmadığında bile ‘İlerleyelim.. Gençler!!
Bomboş orası ben görüyorum, ilerleyin!!!’ diye bağıran şoförün boş olduğunu gördüğü otobüs bizim içerisinde olduğumuz otobüs değildir herhalde, ya da şoför hayal görüyordur. Bazı şoförler de gereğinden fazla sinirli ve ukala olabilir. Durakta inecek yolcular olduğu halde durmayan şoför bir de yolculara dönüp’Görmedik kardeşim!! Napalım yanii!Terbiyesizliğin alemi yok!!’ diye bağırabilir, suçunu kabul etmektense...Bu tür şoförlere ukala ve şoför kelimelerini birleştirerek kısaca ‘Ukaför’ diyebiliriz.
14
l e c n Gü
Gökhan Çetinyürür
maaşından kesinti yapılacak. * Fenerbahçe’nin Galatasaray’la olan maçları iptal edildi. TFF’nin yaptığı açıkmaya göre sonucu belli olan maçlar ligimizin marka değerini düşürüyor.
* Deniz Baykal’dan şok açıklama: “Ben kavga çıkacağını anlamıştım.”
* Beşiktaşa federasyon kıyağı: Kara Kartallar zor maçlara 1-0 önde başlayacak.
* Yine çok karışık günler yaşıyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edildikten sonra “Biz vazgeçtik gelmiyoruz” açıklaması yapması tüm dünyada şok etkisi yarattı. Avrupa Birliği’nin aslında çok kötü günler yaşadığı ve kişi başına düşen milli geliri 40.000 avro olan Türkiye’yi tek çıkış kapısı olarak gördüğü anlaşıldı. Fakat Türkiye’nin girmeyi kabul etmemesi artık Avrupa Birliği’nin sonu olarak görünüyor.
* İşsizlik resmi olarak kalktı. Artık ülkemizde işsiz yok.
* Victoria’s Secret’taki mankenler gerçek değilmiş. Samanyolu’ndan bile değillermiş. Zaten bunu tahmin etmiştik, gerçek olamaz onlar.
* C. Ronaldo son yaptığı basın toplantısında kariyerini Türkiye’de devam ettirmek istediğini açıkladı. Hatta teklif gelirse Türk vatandaşı olmaktan onur duyacağını söyledi.
* Domuz giribinin sağlığa iyi geldiği, GDO’lu gıdalar ile birleştiğinde yüzdeki kırışıklıkları giderdiği bilimsel olarak kanıtlandı.
* “Karı dırdırı” yasaklandı. Bundan sonra kocalarının başının etini yiyen eşleri zor günler bekliyor.
* Sınavlarından F alan öğrencilerin öğretmenleri suçlu bulundu. Buna göre her öğretmen ne kadar fazla öğrencisine F verirse
* Windows Live Messenger nihayet paralı oluyor. Yıllardır e-posta kutularımızda dolaşan “Msn paralı olacak” haberleri artık gerçek oluyor. Bunun nedeni Windows Live Messenger ekibinin bu mailleri yollamaktan bıkmayan kullanıcılara hayran olmasıymış.
federasyon dur dedi.
* Fenerbahçeliler müjde! Türkiye kupsına katılan tüm klüpler, bu kupayı yıllardır alamayan Fenerbahçe için kupadan çekilip kupayı rakiplerine hediye ettiler. Konu ile ilgili Fenerbahçe SK resmi internet sitesinden bir teşekkür yazısı yayınladı.
* Üniversitelerde kıyafet serbestliği kalktı. YÖK tek tip üniformaya dönmenin zamanının geldiğini açıkladı.
* Uzun saçlı erkeklere müjde! Artık uzun saçlı erkekler, onlara tip tip bakanlara karşı dava açabilecek.
* Şok şok şok!…Mustafa Topaloğlu aslında uzaylılara inanmıyormuş!
* Tükenmez kalemi tükendiği için çok kızan ve bu ismin değiştirilmesi konusunda dava açan Hakkarili Ahmet Kuş açtığı davayı kazandı. Yeni ismi o belirleyecek.
* Fenerbahçe’ye transfer yasağı geliyor! Diğer takımlarlar arasını iyice açan sarı-lacivertlilere
15
ÇİNGENE Ayşe Hümeyra
Babaannemin gençliğinden kalma pazar arabası; dört tekerlek üzerine oturtulmuş geniş bir sepet ve itmek için konmuş demir bir kol…
Oyun arkadaşlarımın kimi içine kurulmuş,kimi yanında koşturuyor. Yaşça en büyük olan benim. Arabayı ben itiyorum ve herkes çok eğleniyor. Orta halli ailelerin oturduğu sıradan apartmanların iki yanı çevirdiği sokaklarda geziyoruz. Hafif bir yokuş çıkıyor önümüze; evet asıl eğlence şimdi başlıyor. Kahkahalarımızın arasında bir çingene -kırmızı şalvarı, üstünde her renk bulunan entarisiyle şişmanca bir kadın- kolumdan tutuyor ve kendine doğru çekip göğsüne bastırıyor beni. Saçlarımı okşuyor ve sadece “Şşşş” diyor, sanki kötü bir şey olmuş da sakinleşmeye ihtiyacım varmış gibi. Bu yabancı kadının kollarının arasında çırpınıyorum. Ben uğraştıkça yüzüm renkli entariye gömülüyor. Kurtarabildiğim tek gözümle son kez bakıyorum uzaklaşan pazar arabamızın ve arkadaşlarımın arkasından. Onlar mutlular, gülüyorlar bana bakarak. Anlamıyorlar mı ne olduğunu? Son bir gayretle tek kolumu çıkarıyorum beni saran kolların arasından ve öğretmeninin karşısındaki bir öğrenci gibi parmağımı
kaldırıyorum; “Bir şey söyleyebilir miyim? Bir dakika! Bir dakika sadece bir şey söyleyeceğim!?” Söyleyecek bir şey yok. Kendimce zaman kazanmaya çalışıyorum. Ama sesim yavaşça fısıltıya dönüşüyor ve yok oluyor sonunda. Ve onlar gidiyorlar; oyun arkadaşlarım... Ben de kayboluyorum çingenenin kollarında. Uyandığımda bir an gözlerimi açıp açmadığımdan emin olamadım. Işıklar yanmıyordu. Pencerenin perdeleri de sımsıkı kapalı olduğu için ay ışından da nasibini almamıştı odam. Karanlıkta gözlerimi kırpıştırdım. Onların renkleri ayırt etmesine yetecek ışık yoktu burada, ama zihnimde çingenenin entarisindeki renkleri görebiliyordum. İçimde, sanki hala kollarındaymışım gibi bir huzursuzluk vardı. Yüzümü yastığıma gömdüm, zihnimin de gözlerini yumup o parlak renklerden kurtulmasını umarak uykuya daldım.
O da, ömrümü n gününe kadar şu hafızamın derinliklerinde y ok olmadan kalmayı başarabilen yegane rüyası ünvanını almaya hak kazandı.
16
M u tluEEtmek Mutlu tmek İçin Dilara Erdem
A
ilesi ve yakın dostlarından birkaç kişi hariç herkes,onun bulunması gereken yerin hastane olması konusunda hemfikirdi.Son zamanlarda garip davranışları çoğalmış,önü kesilemez bir hal almıştı.Bazen,yirmi yıl önceki kıyafetlerini deneyip içine giremeyince ağlıyor bazen de mahallelerindeki kedi ve köpekler için aldığı mamaların içine zehir karıştırıyordu.Özellikle bu zehir olayı mahalledeki bazı kadınlar tarafından duyulunca,çocukları nasıl özür dileyeceklerini bilememiş,bu olayın üstünü kapatmak için türlü yollar denemişlerdi.Mualla Hanım’ın birçok kedisi olmuştu aslında zamanında.Birdenbire ortadan kaybolan,nankör damgası yiyen,geri dönmeyen bir sürü farklı cinste ve renkte kedi….Belki de yaşlanınca ya da kendi tabiriyle yaş aldıkça,bu hayvanlara olan sevgisi nefrete dönüşmüştü zaten bu zehirleme olayının başka da bir açıklaması olamazdı. Normalde anneleriyle oturmamalarına rağmen iki oğlu bu aralar onu yalnız bırakmıyorlardı.Günün belli zamanlarında,artık yalnız yaşamasının tehlikeli olabileceğini,biraz tedaviye ihtiyacı olduğunu annelerinin aklına sokmaya çalışıyorlardı.Ruh ve sinir hastalıkları hastanesi dememeye özen göstererek onun yerine hastane sözcüğünü kullanıyorlardı.Oğullarından genç olanı diğerine göre daha yakışıklıydı ve anne sevgisini abisine göre daha çok almıştı.Mualla Hanım büyük
oğlunu ölen kocasına benzettiği için ona hep daha mesafeli davranırdı.Bazen aklı tamamen eskiye gider oğluna kocasının ismiyle hitap ederdi.Çocuklarının ikisini de bu ahşap evin içinde kimseye muhtaç olmadan,biraz da babalarını kötüleyerek büyütmüştü.Ölenin arkasından kötü konuşmak ayıptı belki ama kocasının ona yaptıkları da yeterince ayıptı.Sırf öldü diye ondan melekmiş gibi bahsedemezdi,bilmeliydiler babalarının nasıl bir adam olduğunu.Bir hafta eve uğramayan, çocuklarının ne yediğini nasıl olduğunu merak etmeyen, öldüğü bile kahve arkadaşları tarafından karısına söylenen bir adama ‘baba’ denemezdi. Evlilik fotoğraflarının bulunduğu çerçeveyi siyah bantlarla sarıp öyle yerleştirmişti yerine,yaptığı bu şey gurur veriyordu ona,kendince kocasının tehlikeli bakışlarından koruyordu oğullarını özellikle de küçük oğlu Levent’i. Mümkün olsa hayattaki her şeyden korurdu onu.. Garipliklerin ardı arkası kesilmedi.Bir gün abartılı bir makyajla çıktı oğullarının karşısına altmışlı yaşlarının ortalarında olmak ona acı veriyor olmalıydı.Büyük oğlu Samet’e birkaç krem siparişi verdi o gün.Akşam koltukta sızıp kaldığında da yüzündeki makyajı Levent sildi. Yılların, tecrübelerin yansıması olan o kırışıklıklarda parmakları gidip geldikçe pamuğa yerleşen tuhaf sarılıktaki fondötenin renginden iğrendi Levent,taşırarak sürülen kıpkırmızı ruju silerken gülümsedi çünkü annesi de gülümsemişti birden.Daha
fazla rahatsız edip uyandırmaktan korkarak üzerine bir battaniye örtüp ayrıldı odadan.Sonraki günlerde değişik peruklar takmaya,durup dururken ağlamaya ve birdenbire kahkahalar atmaya başladı.Levent en çok peşi sıra atılan kahkahalardan sonra gelen hıçkırık sesleri ve beraberinde getirdiği gözyaşlarından etkilenip korkuyordu. Rutin sakinleştiriciler verildikten sonra sızıp kalan kadın uzun süredir kendi odasında yatamıyordu. Samet başından beri yaşananlara bir bilim adamı edasıyla yaklaşmış en ufak bir acıma üzülme ifadesi göstermemişti. Annesinin hastaneye yatırılması konusunda en çok ısrar eden oydu.Bir gece herkesin uyuduğuna emin olduktan sonra annesinin odasına girip dolapları karıştırmaya başladı.Amacı annesinin akrabalarından en çok değer verdiği kuzeni olan Sema Hanım’a ulaşabileceği bir telefon numarası bulmaktı.İkna kabiliyeti yüksek olan bu kadın hem tatlı dilini hem yakınlığını kullanarak onların yapamadığını yapabilirdi belki.Evraklar faturalarla dolu olan büyükçe bir çekmeceyi iyice karıştırmaya başladı.Siyah bir poşete dokunduğu zaman poşetin sertliğinden irkildi.Ufak bir tereddüt duydu ama merakına yenilip poşeti açtı içinde beş altı deste kemik yığını tasmalarla tutturulmuştu.Her zamanki korkaklığıyla poşeti telaşla yerine koydu.Odasına gitmeden önce Levent’e durumu anlatıp anlatmamak arasında kaldı ama sabah anlatmanın daha doğru
İçin
olacağını düşünerek odasına gitti çok uzun bir süre uyuyamadı sonra o da yorgunluğa yenik düşerek uyudu.Samet sabah salondan gelen seslerle uyandı.Dün gece yaşadıkları geldi aklına birden.Unutmaya çalışarak salona doğru yöneldi.Annesi bir koltuktan diğer koltuğa geçip kendi kendine konuşuyordu: -Nasıl yaparsın Mualla,nasıl kendi çocuğunun yemeğinin içine zehir katarsın? -Öyle suç işlemişim gibi konuşma! o şimdi çok mutlu.İnsanlar kötülükleriyle zehirlemeden ben zehirledim onu bana minnettar olduğuna eminim.Oğlum o benim kötülüğünü ister miyim hiç kurtardım onu -Birazdan gelir polisler belki kocan Ömer Bey de gelir ne diyeceksin onlara neler yapacaklar sana düşündün mü hiç? Samet duyduklarına ve gördüklerine inanamadı boğazında bir şeyler düğümlendi ve annesine doğru koşup omuzlarından tutarak sarsmaya başladı onu: -Anne ne yaptın sen!nasıl öldürdün kardeşimi nasıl kıyabildin? O böyle bağırırken Mualla Hanım’ın yüzüne renk gelmiş ve gülümsüyordu.Samet’e bakıp; -Ömer bey bak kaçmıyorum artık hadi götür beni hastaneye.Levent en güvenli yerde.Bu dünyanın bütün azabından kötülüğünden korudum onu ne sen ne bir başkası kimse zarar veremeyecek artık ona,tekmeleyip küfürler ettiğin kedilerim de onun yanındalar.Levent de onlar da hep mutlu olacaklar. Benim hiçbir zaman olamadığım kadar mutlu…
17