bant mag.

Page 1

bant

mag. #12 Kas覺m 2012

RICHARD COLMAN


bant

mag. YAZI İŞLERİ Cem Kayıran cem@bantmag.com Leyla Aksu leyla@bantmag.com REKLAM VE PAZARLAMA Yetkin Nural yetkin@bantmag.com

BANT MAG #13 KAPAK RICHARD COLMAN

YAYIN VE ETKİNLİK DİREKTÖRÜ Aylin Güngör aylin@bantmag.com J.Hakan Dedeoğlu jhd@bandmag.com KREATİF DİREKTÖR Aylin Güngör aylin@bantmag.com GENEL EDİTÖR Ekin Sanaç ekin@bantmag.com EDİTÖRLER Doruk Yurdesin doruk@bantmag.com Sadi Güran sadi@bantmag.com Ulus Atayurt ulus@bantmag.com Melikşah Altuntaş meliksah@bantmag.com Yetkin Nural yetkin@bantmag.com Seden Mestan seden@bantmag.com Alex Mazonowicz alex@bantmag.com

BANT MAG #13 KATILIMCILAR Leyla Aksu, Çiğdem Öztürk, Okan Arabacioğlu, Kerem Eksen, Ozan Aktuna, Baysan Yüksel, Ada Tuncer, Emre Karacaoğlu, Hayalsu Altinordu, Simon Johns, Turkuaz Benlioğlu, Kemal Dinçer, Semra Uygun, Caner Özyurtlu, Nur Gürbüz, Mustafa Doğulu, Hande Öçalan, Gökçe Yüzgen, Simon Sağlamoğlu, Ethem Onur Bilgiç, Selçuk Ören, Saliha Yilmaz, Can Çetinkaya, Özgür Erkök, Tolga Yağli, Selin Gülgöz, Muhsin Akgün, Bant Mag. İrtibat Ofisi: Dr. Esat Işık cad. Güven Apt. No:62 D:1 Moda Kadıköy/İstanbul Basım Yeri (Şan Ofset): Cender Yolu No:23 Ayazağa/İstanbul

*Bu Yayın BANT MAG #13’ün bir özetidir. Tüm içerik için: www.bantmag.com/dergi/13


BANT MAG #13

4 BEST COAST 8 PET SHOP BOYS VE TRACEY THORN’DAN İKİ ORTA YAŞ ALBÜMÜ 10 TÜRK METALİNİN HER KÖŞESİ 12 KANADA SUYU, TÜRK TOPRAĞI: ESMERINE 16 BİR PLAK ŞİRKETİ: WOUNDED WOLF 18 RICHARD COLMAN 24 SON DÖNEM TÜRKİYE EDEBİYAT SEÇKİSİ 28 BEYAZ PERDENİN KARANLIK ANİMASYONLARI 32 CLOUD ATLAS ÜZERİNDEN, BOKLAMA KÜLTÜRÜ VE SİNEMA 34 BU AY NE İZLESEK 36 HAFIZA HAPI: SHE MONKEYS’DEN THE HOLY GIRL’E 38 ALİ ELMACI 42 HİLMİ TEZGÖR 44 ÖZEL ÖDÜLLER


MÜZİK

CALIFORNIA KIYILARINDAN ÇIKAN RENKLİ GRUP BEST COAST

4-5


BEST COAST

“CRAZY FOR YOU” ALBÜMÜ SAYESİNDE İKİ YIL ÖNCE TANIŞTIĞIMIZ EĞLENCELİ GRUP BEST COAST, ÇOĞU BALON GRUBUN YANINDA NE KADAR SAMİMİ OLDUĞUNU BİZE GEÇEN SENE BİZZAT TANIKLIK ETTİĞİMİZ COACHELLA PERFORMANSINDA İSPATLAMIŞTI. RÖPORTAJ HAYALSU ALTINORDU

BANT MAG #13


MÜZİK

O zamandan beri onlara karşı büyüyen sevgimiz kısa zamanda doruk noktasına ulaştı ve sonunda okyanus kokulu sörf pop grubu Best Coast’un cici kızı Bethany Cosentino ile röportaj yapma şansı yakaladık. Hep sörf tahtası üzerinde dalgalarla oyun oynadığını düşündüğümüz Cosentino meğersek okyanustan korkuyormuş! Bakın Bethany bize hayat, Los Angeles ve turne hakkında neler anlattı...

İlk albümünüz Crazy For You ile karşılaştırınca The Only Place daha az çocuksu bir albüm gibi gözüküyor. Lo-fi etkisi de azalmış. Bu konuda ne düşünüyorsun? The Only Place ilk albüme göre çoğu nedenlerden dolayı daha farklı; ama ilk albümden en çok ayrıştığı nokta prodüksiyon. Bugünlerde daha gerçekçi albümler daha başarılı oluyor. O yüzden biz de bu çizgide ilerlemeye karar verdik. Albümlerinizde hep 60’lar ve 70’ler etkisi hissediyoruz. Gerçekten bu zamanlardan esinlendiğiniz oldu mu? O yılların müziğine bayılıyorum, özellikle de 70’lere. Bu albümü yaparken Fleetwood Mac ve The Eagles’ı bol bol dinledik o yüzden eminim albümde de 70’lerin etkisi vardır. The Only Place bizim için bu yazın en çok dinlenen albümleri arasındaydı. Şarkıların melodisi her zaman çok eğlenceli ve hafifti. Web sitenizde müziğinizi yaparken sadece sevgi ve hayattan esinlendiğinizi yazmışsınız. Tüm

6-7

şarkılarınız gerçek hayatta esinlenerek mi yazılıyor? Evet. Bildiğim kadarıyla hayat hakkında yazıyorum. Henüz hayatın her noktasını çözemesem de hayatın çılgınlığı müziğim için en büyük ilham kaynağı. Best Coast’u geçen sene ilk defa Coachella festivalinde izleme fırsatı bulmuştuk. Sahnede çok cana yakın duruyordunuz ve samimî bir şekilde Coachella’nın bir rüyanın gerçek olduğunu söylemiştin. O sahneye çıkana kadar ki kariyerin zor muydu yoksa düşündüğünden kolay mı oldu? Gençliğim boyunca her sene Coachella’ya gittiğim için orada çalmak çok gerçeküstü bir olaydı. Şu anda grup olarak ne kadar başarılı olduğumuza emin değilim ama bu noktaya gelebilmek için çok çalıştım. Sanırım çok çalışmanın sonucunda büyülü bir şekilde her şey şimdiki hâle geldi. İki senedir neredeyse kesintisiz olarak turnedesiniz. Turne dışında kalan boş


BEST COAST

“Okyanustan korkuyorum." BETHANY COSENTINO

zamanlarında neler yapıyorsun? Havuzlu yeni bir eve taşındım ve tüm boş zamanımı evi dekore etmeye harcadım. Bir de bol bol havuz keyfi yaptım. Her zaman havuzlu bir ev istediğim için şu an çok mutluyum. Turne de bu aralar daha çok Los Angeles civarında olduğu için nispeten daha rahatız. Los Angeles’lı olduğunuz ve bu grubun büyük bir parçası olduğu için sormadan edemiyorum… Sence Los Angeles’ı süper yapan şey ne? Benim için Los Angeles’ı mükemmel yapan şey havası ve manzarası. Burası her zaman güneşli ve sıcak. 20 dakikada sahile, dağa ya da çöle gidebiliyorsunuz. Bunu yapabilmek gerçekten büyük nimet! Bu yüzden Los Angeles’a aşığım diyebilirim. Bence Los Angeles’ın en güzel şeylerinden biri dalgaların keyfini çıkarmak, yani sörf yapmak. Sen sörf yapıyor musun? Herkes sörf yaptığımı düşüyor; ancak hiç sörf yapmadım. Komik değil mi? Hattâ okyanustan korkuyorum.

Ocak ve şubat ayları Green Day’in turnesinde açılış grubu olarak sahne alacaksınız. Onlarla tanışıyor musunuz? Nasıl geldi bu teklif? Geçtiğimiz sene Billie Joe Armstrong’un doğum gününde çalmıştık ve çok eğlenmiştik. O partide grupla tanıştık ve birkaç ay sonra bize turne önerisini sundular. Sanırım çoğu grubun hayali böyle büyük bir rock grubu ile turneye çıkmaktır. Özellikle Green Day ile büyüdüğüm ve onlar sayesinde gitar çalmayı öğrendiğim için onlarla turneye çıkacak olma fikri rüya gibi. Müziğin yanısıra yakın zamanda Urban Outfitters’ın mankenliğini yaptın. Müzisyen olup moda işine el atan bazı sanatçılar ise önceliğini zamanla modaya kaydırıyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Bir sanatçı olarak sadece bir konuda değil birkaç farklı konuda yaratıcılığını kullanabilmek çok büyük bir şans. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


MÜZİK

İKİ ALBÜM BİRDEN

PET SHOP BOYS’UN YENİ KARAOKE ALBÜMÜ VE TRACEY THORN’UN UZUN ZAMANDIR HAYALİNİ KURDUĞU NOEL ÇALIŞMASI KARŞIMIZDA... İLLÜSTRASYON SVETLANA MALYGINA YAZAN EKİN SANAÇ

8-9


İKİ ALBÜM BİRDEN

PET SHOP BOYS ELYSIUM

TRACEY THORN TINSEL AND LIGHTS

(Parlophone)

(Merge Records)

İNGILTERE’NİN RESMÎ kayıtlara göre en başarılı ikilisi Neil Tennant ve Chris Lowe’un üretimden asla yılmadığı bunca yıl içinde yaptığı en önemli öğreti büyük ihtimalle pop müzikte herhangi bir kural olmadığıdır.

BUGÜNE KADAR Marine Girls ve Everything But The Girl gruplarıyla albümlerle bizden hayat boyu başarı ödülünü çoktan alan Tracey Thorn, hâlâ bilmiyorsanız söyleyeyim, büyük bir Pet Shop Boys hayranı. Bunu doğrulayan birçok açıklaması var. Pet Shop Boys’a bir şarkısında vokalle eşlik etmek Tracey’nin yıllardır yapmak istediği bir şeymiş meğer. Öğreniyoruz ki, Tracey Thorn’un yıllardır çok istediği bir diğer şey de bir Noel albümü hazırlamakmış...

Elysium, 50’lerinde iki adamın yazdığı bir pop albümü. Ve yaşlanıyor olmakla ilgili. Pet Shop Boys’un daha önceki albümlerine resmen hiç benzememesi çok ilginç! Sakin, düşünceli ve orta temponun içinde akıp giden bir albüm. Patlayan dans ritimleri arasına girip çıkmıyor. Onun yerine Lowe, insana olağanüstü bir huzur ve güven veren synthleriyle yaptığı işlemelerle her zamanki imzasını epey bir derinden atıyor. Albümün orta yaş teması ve orta tempolu hitleri esnasında vokallerin de görkemi pekişiyor. Pet Shop Boys stüdyoda deney yapmayı sürdüren (ve elbette bunu karşılayabilen) az sayıda gruptan biri. İnsan hâlâ Pet Shop Boys’un her yeni albümünü dinlerken “Nasıl her şey bu kadar doğru olabilir?”, “Bir müzik üzerinde nasıl bu kadar iyi hâkimiyet kurulabilir?” diye kafayı yiyor. Bunu kaybetmeyi asla ama asla istemem.

Albümde toplam iki yeni parça var, gerisi Thorn’un bu duygular içinde seçtiği başkalarının şarkılarından oluşuyor. Büyüleyici bir hassasiyet ve titizlikle hazırlanmış bu albümle ilgili bana sorarsanız en iyi olan şey, hem bir Noel albümü tınısında olması hem de kesinlikle bir Noel albümü olmaması. Dolayısıyla Kasım ayını gördünüz mü takıp dinlemelik... Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


MÜZİK

TÜRK METALİNİN HER KÖŞESİ PIERRE HECKER

ALMAN YAZAR / METALCİ PIERRE HECKER, BİR RASTLANTI SONUCU İLGİ DUYMAYA BAŞLADIĞI TÜRK METAL MÜZİK SAHNESİNİ ENİNE BOYUNA ARAŞTIRMIŞ... İLLÜSTRASYON OZAN AKTUNA RÖPORTAJ CEM KAYIRAN

10-11


TÜRK METALİNİN HER KÖŞESİ

7-8 yılı bulan bu araştırmalar yapan Hecker, Aptülika’dan Zihni’ye UÇK Grind’dan Cenotaph’a kadar birçok önemli karakterle söyleşiler yapmış. Turkish Metal: Music, Meaning, and Morality in a Muslim Society (Türk Metali: Müslüman Bir Toplumda Müzik, Anlam ve Ahlak) adlı kitabının tanıtımı için İstanbul’a gelen Hecker’a bu sahne ile ilgili kişisel zevklerini ve gözlemlediklerini sorduk.

İlk olarak, Türk metal müziğiyle olan geçmişini öğrenmek istiyorum. Bu sahneye olan merakın nasıl başladı? Bu biraz uzun bir hikâye. Birkaç farklı sebebi var. 2001 yılında yüksek lisansımı bitirdikten sonra, Leipzig Üniversitesi tarafından doktoramı yapmak üzere davet edildim. Yemen’de çok klasik bir çalışma olacaktı. 2001 sonlarında, ABD’nin er ya da geç Irak’a saldıracağı anlaşılınca Yemen’de çalışmak imkânsız hale geldi. Bu yüzden bütün proje iptal oldu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonrasında birkaç arkadaşımla birlikte Güney Afrika’ya gitmeye karar verdik. Türk Havayolları’nın bir uçağıyla gidiyorduk ve İstanbul’da durmamız gerekiyordu. Taksim’deki sokakları geziyordum ve zaman da tam olarak Slayer’ın God Hates Us All albümünün Türkiye’de yayınlandığı zamandı. Sokaklarda her yerde albümün posteri vardı. Bu, Türkiye ile metal müziği bir arada düşünmeye başladığım ilk an olabilir. Birkaç ay sonrasında da profesörlerimizden birinin Ortadoğu’daki gençlik kültürleriyle ilgili bir araştırma yapmak istediği ortaya çıktı. Benim önerdiğim konu da hemen kabul edildi. Bu sebeplerden sadece biri. Ben 12 yaşımdan beri metal müzik dinliyorum, sıkı bir metalciyim. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


MÜZİK

KANADA SUYU, TÜRK TOPRAĞI ESMERINE

KANADALI TOPLULUK ESMERINE, TÜRK MÜZİSYENLERLE GİRİŞTİĞİ PROJEYİ EKİM AYINDA SALON IKSV’DE TATTIRDI. SONUÇ: ÇOOOK LEZİZ! FOTOĞRAF OZAN AKTUNA RÖPORTAJ ALPER DEDE

12-13


ESMERINE

God speed you! Black Emperor’dan Bruce Cawdron ve Silver Mt. Zion’dan Rebecca Foon’un temellerini attiği çok sesli ve dokunakli post-rock ekip Esmerine mayis ayinda İstanbul’dan tahmini kolay ama etkili bir fikir ile dönmüştü ülkesine... Yerli müzisyenlerle kaydedilecek yeni bir Esmerine albümü.

EKIM BAŞINDA İstanbul’a dönen 4 kişilik Esmerine ekibi İstanbul’da dört müzisyenle bir araya geldi. Hakan Vreskala’nın başı çektiği 4 yerli müzisyenin katılımıyla birkaç gün kapanıp üretimlerde bulundular, ardından bunları 12-13 Ekim tarihlerinde Salon IKSV’de gerçekleştirdikleri konserlerle paylaştılar. Sonra yine kapanıp beton deryasının arkasında usulca akan Boğaz’a bakan dairelerinde bu parçaları kaydettiler. Sonuçlar 2013’te henüz bilinmeyen bir tarihte bizlerle olacak. Gruptan, Marimba ustası ve akapunktur doktoru Bruce Cawdron’a İstanbul deneyimlerini ve şehirdeki müzikal paslaşmalarını sorduk.

Esmerine’in İstanbul macerası nasıl başladı? Yerli müzisyenlerle ortak bir çalışmaya girişme fikri nerden çıktı? Mayıs 2012’de İstanbul’da konser vermiştik ve şehirde 3 gün geçirmiştik. Ve tabii ki şehre aşık olmuştuk. Garip bir şekilde bana Montreal’I hatırlatıyor, çünkü bir arada yaşayan çok fazla kültür var, yemekler harika ve insanlar çok dostane – bu da insanlara harika üretimlerde bulunmaları için yardımcı oluyor. Tabii Montreal’in İstanbul’a yetişmek için birkaç bin yıla ihtiyacı var, o ayrı... Parça yazımı aşamasında Türk müzisyenlerinin rolü neydi? Grupta ne kadar müzisyen varsa müzikteki nüans da o

BANT MAG #13

kadar artıyor. Biraz yemek yapmak gibi; yemeğin lezzeti elinizde bulunan malzemeye ve baharatlara, şefin yetenek ve deneyimine göre şekillenir, tabi biraz şansın da yardımı fena olmaz. Aslında Ekim ayında İstanbul’a bir albüm kaydetmeye geldiğimizde neye benzeyeceğine dair hiçbir fikrimiz yoktu. Müzisyenlerin hiçbiriyle tanışmamıştım ve yaz boyunca yapmış olduğumuz yazışmalara rağmen son dakikada bir sürü değişiklik oldu. Grupta ne kadar müzisyen varsa müzikteki nüans da o kadar artıyor. Biraz yemek yapmak gibi; yemeğin lezzeti elinizde bulunan malzemeye ve baharatlara, şefin yetenek ve deneyimine göre şekillenir, tabi biraz şansın da yardımı


MÜZİK

Fotoğraf: Susan Moss

fena olmaz. Aslında Ekim ayında İstanbul’a bir albüm kaydetmeye geldiğimizde neye benzeyeceğine dair hiçbir fikrimiz yoktu. Müzisyenlerin hiçbiriyle tanışmamıştım ve yaz boyunca yapmış olduğumuz yazışmalara rağmen son dakikada bir sürü değişiklik oldu. Tüm bu deneyimlerden ortaya çıkan üretimlere baktığım zaman, yanımızda İstanbul’a getirdiğimiz parçaların çok değiştiğini söyleyebilirim. Kendi tınılarımızı Anadolu tınıları içerisinde eritmek gibi bir fikrimiz vardı ve işe yaradı. Ortaya çıkan şey ne Türk müziği ne de (bazı insanların müziğimizi bazen etkiketlediği) chamber rock. Mutant bir bitki bu; Kanada suyuyla Türk toprağında

İstanbul’da yaratılmış bir bitki. Salon IKSV’de verdiğiniz iki konser gösterdi ki müziğiniz Türk müziği elementleri sizin tınılarınızla çok iyi uyum sağlıyor. Birbirlerinden uzakta durmuyorlar, birlikte büyüyorlar. İki taraf da birbirini anlıyor ve benzer duygular taşıyor gibiler. Böylesi bir girişim son derece sıkıcı ve yapay bir sonuç doğurabilecekken Esmerine’in ulaştığı sonuçlar çok etkileyici. Peki siz sonuçlardan memnun musunuz? Bu projeye girişirken kafanızda soru işaretleri var mıydı? Sonuçlardan fazlasıyla memnunum. Başta bazı endişelerim vardı ama daha çok organizasyonla ilgili soru işaretleriydi

14-15

bunlar. Aynı odada bir araya gelip enstrumanlarımızı çalmaya başladığımızda her şeyin yolunda gideceğine ve başaracağımıza emin oldum. Sonuçlardan fazlasıyla memnunum. Hem konserlerden, hem de sonrasında yaptığımız kayıtlardan. Başta bazı endişelerim vardı ama daha çok organizasyonla ilgili soru işaretleriydi bunlar. Aynı odada bir araya gelip enstrumanlarımızı çalmaya başladığımızda her şeyin yolunda gideceğine ve başaracağımıza emin oldum. Salon’daki konserin akşamında gruptan bazı arkadaşlarımla konuşuyordum ve aniden her şeyi (İstanbul’da, Salon’un arkasında karanlık ara sokakta olduğumu, sigara içteğimi ve


ESMERINE

Fotoğraf: Susan Moss

Türkçe bi’şeyler gevelemeye çalıştığımı) bir ay öncesinde bir rüyamda gördüğümü hatırladım. Benim için bu olmam gerektiğim yerde ve zamanda olduğum anlamına geliyor. Kaderimi yerine getiriyormuşum gibi geliyor bana, tabii eğer bu tip şeylere inanıyorsanız. Kayıtları ne zaman yayınlamayı düşünüyorsunuz? Aynı ekiple başka konserler olacak mı? Evet kayıtlar mutlaka yayınlanacak. Şu an üzerine sıkı sıkıya çalışıyoruz ve albüm 2013’de yayınlanmış olacak. Konserlere gelecek olursak, bu kesinlikle tek seferlik bir şey değildi! Istanbul’a döndüğümüz zaman (ve Türkiye’deki diğer

şehirlere) grubu tekrar bir araya getireceğiz. Bir dahaki sefere yanımızda Clea Minaker’ı da getireceğiz, enfes müziğe muhteşem görseller yapsın diye. Peki İstanbul deneyimleriniz? Şehir ile ilgili sevdiğiniz ve sevmedikleriniz nelerdi? İlk söyleyebileceğim şey yemekler! Sonra şehirde tarihi his, insanların yakınlığı, Boğaz’da vapura binmek, Adalar’a gitmek, çarşılarda alışveriş yapmak sevdiğim şeyler oldu. Sevmediğim şeyler büyük şehirlere has şeyler: hava kirliliği, trafik ve yeşil alan ve parkların eksikliği. Ama ben şehir dışında yaşayan biriyim, onun için şaşırtıcı değil bu tip şeylerden rahatsız olmam.

BANT MAG #13

Şehirde en sevdiğin yer neresi oldu? Bu biraz garip gelebilir ama şehirde en sevdiğim yerler vapurlardı ve imkanım olsa sürekli binerdim onlara. Vapurda oturup elimde çayla ortalığa bakmayı çok sevdim. Bunun yanı sıra her yerdeki dar sokakları çok sevdim. Şehirdeki en iyi yemek deneyimin? Bazı iyi arkadaşlarım bizi Anadolu yakasında enfes bir balık restoranına götürmüştü. Orada yediğimiz her şey çok lezzetliydi! Bir de sabahları kahvaltıya gittiğimiz ve çok sevdiğimiz bir yer vardı, Café Privato. Şehirde çok gezindik, oğlum ve ben kestanelere bayıldık.


MÜZİK

BİR PLAK ŞİRKETİ: WOUNDED WOLF ANKARA – LONDRA ARASI, İZ BIRAKMAK VE ADANMIŞLIĞA DAİR RÖPORTAJ SEDEN MESTAN

The Hogweed And The Aderyn II-EP

Atay İlgün ve Gözde Omay ikilisi, Ankara-Londra hattı üzerine kurulu Wounded Wolf adlı plak şirketleri üzerinden müziği doğayla, mitolojiyle ve adanmişlikla bütünleştirerek her birinin kendine has bir hikâyesi olan üretimlere imza atiyor. El yapimi albüm kapaklari ve özel müzikal çalişmalariyla bizleri büyüleyen Wounded Wolf’a müzik ve hikâyeleri üzerine sorularimizi yönelttik.

Öncelikle, “Wounded Wolf” ismi nereden geliyor? Hikâyesi nedir? Aslında sır olarak ve insanların merak edip araştıracağı birşey olarak kalmasını isterdim ama Neil Jordan’ın filmi Company Of The Wolves’taki bir replikten geliyor. “Now I’ll tell you a story of a Wounded Wolf…” Sanırım o sahnedeki histen ve senaryonun içeriğinden sonra bende o imaj, yalnızlığı, birçok seyi feda etmeyi seçerek bir yola girmeyi-adanmayı, ırak doğal hayatı tercih ederek insanlıktan uzaklaşmayı seçmenin ve bunun arkasındaki asilliğin, sevginin ve arınmışlığın şiirsel imgesi hâline geldi. Wounded Wolf ekibi kimlerden

16-17


WOUNDED WOLF

Baylebridge-Sarılbana

oluşuyor? Ankara-Londra hattının detaylarını biraz açabilir misiniz? Sadece biz ikimiz, Atay İlgün ve Gözde Omay’dan oluşuyor ancak beraber çalıştığımız başka fotoğrafçılar ve müzisyenler de mevcut. Ankara dışında Londra temelli de dememizin sebebi ise benim (Atay), Ashberry Resin gibi birkaç ilk albümü yayınladıktan bir süre sonra Londra’ya gitmem ve şu anki birçok yayının temellerini orada atmış olmam. Onunda dışında Wounded Wolf’un en önemli yayınlarından olan “The Hogweed And The Aderyn”, Gözde beni ziyarete geldiğinde başladı ve Wounded Wolf’u beraber devam ettirme, geliştirme düşüncesi ortaya çıktı. Ankara dışında Londra

temelli de dememizin sebebi ise benim (Atay), Ashberry Resin gibi birkaç ilk albümü yayınladıktan bir süre sonra Londra’ya gitmem ve şu anki birçok yayının temellerini orada atmış olmam. Onunda dışında Wounded Wolf’un en önemli yayınlarından olan “The Hogweed And The Aderyn”, Gözde beni ziyarete geldiğinde başladı ve Wounded Wolf’u beraber devam ettirme, geliştirme düşüncesi ortaya çıktı. Bunların dışında, şimdilik her şeyi Ankara’da kendi stüdyolarımızda devam ettiriyoruz. El yapımı CD’lerin kapaklarını tasarlarken nelerden yola çıkıyorsunuz? Çalışmalarınızın müzikle

BANT MAG #13

ilişkisi ne yönde oluyor? Öncelikle kendimizi herhangi bir şekilde tasarımcı olarak görmüyoruz, birçok insanda bu tarz bir yaklaşım oluyor ama biz “tasarım” kelimesinin etrafındaki ticarî-meslekî havayı yok edecek şekilde, “sanat objesi” gibi ibareler ile tanımlamayı tercih ediyoruz yaptıklarımızı. Paketlerin yapımında ise dikkat ettiğimiz birçok şey oluyor. En büyük ilhamı tabiî ki müzikten alıyoruz sonra da ikisi birbirini tamamlıyor. Müziğin kaydedildiği yerden içeriğine kadar birçok şey önemli rol oynuyor. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13


AYIN SANATÇISI

YAPBOZLARIN SARSICI DÜNYASI RICHARD COLMAN

İSTER HENRY DARGER DEYİN, İSTER DAVID LYNCH... DELİRMİŞ VE KARANLIK DÜNYALARI İNSANI BOĞMADAN ANLATMA KABİLİYETİNE KARŞI BAZILARIMIZIN ZAAFI VAR, ORASI KESİN... RÖPORTAJ EKİN SANAC

18-19


RICHARD COLMAN

BANT MAG #13


AYIN SANATÇISI

Bu Listeye Richard Colman’ı da gönül rahatlığıyla ekleyebilirsizniz. Colman’ın geometrik desenler ve çarpıcı renklere takık hâlde yarattığı stili, genellikle beklenmedik dönüşler yaparak insanın ağzını açık bırakırken, ölüm, delilik, yalnızlık ve şehvet dolu bu hikâyelere bakarak dalıp gitmek, hem büyüleyici hem de sarsıcı bir tecrübe. Aslında Richard Colman’ın oldukça uzun zamandır peşindeydik, bu yüzden onu bu sayıda ağırlamak ayrı bir zevk bizim için... Şimdi hep birlikte onun hipnoz etkisi yaratan işlerini ve kafasından geçenleri daha iyi anlamaya çalışacağız.

Gençlik yıllarında nelere ilgi duyardın? Nasıl takılırdın? Sürekli grafiti yapar, başımı derde sokar, kızları kovalardım… Sanırım gençlerin yaptığı sıradan şeyler… O zamanlar her şey bir macera gibi gelirdi. Heyecan verici günlerdi. Vaktimin çoğunu, o her ne ise, “bir sonraki şeyi” kovalayarak geçirirdim. Sanatçı olmaya dair herhangi bir şey neredeyse zerre kadar düşünmezdim. İş olarak o veya bu şekilde sanatla bağlantılı olan birşeyler yapacağımı varsayıyordum ama sanatçı olmaya dair hisler soyut gençlik fantezileri gibi gelirdi. Önümdeki hayatı yaşamak neredeyse tüm vaktimi alıyordu zaten. İşlerinin karanlık ve politik olabileceği konusunda hemfikir misin? Karanlık konusunda hemfikirim, politik konusunda pek değilim. Kendimiz, birbirimiz ve dünyayla kurduğumuz ilişkilere daha geniş bir açıdan yaklaşmayı tercih ediyorum. İşlerimi birer politik ya da sosyolojik sabun kutusu olarak kullanmak çok ilgimi çekmiyor. Ne

20-21

başka insanların fikirlerini bana dayatmasını, ne de ben fikirlerimi başkalarına dayatmayı sevmiyorum. Dünyayı ve günlük yaşantıyı aşırı derecede ilgi uyandırıcı ve heyecan verici bir deneyim olarak görüyorum ve bunu yaptığım işlere bir parça da olsa yansıtmaya çalışıyorum. İşlerimin temel fikirlerini bilinçli olarak muğlak bırakıyorum ki insanların ondan çıkaracakları şeyleri engellemeyeyim. Onları isimlendirirken bile genellikle işin içindeki sıradan bir ayrıntıyı seçiyorum. Böylece kimseyi onlarla ilgili ne düşünüp hissedecekleri konusunda belli bir yöne itelememiş oluyorum. Tek yaptığım bir dünyaya açılan bir pencere sunmak. Kimseye orada gördükleriyle ilgili ne hissedeceklerini söylemek istemiyorum. Benim için işi yapmak bencil olan şey. İşin benim için olan kısmı o. Ama o iş dışarıya çıktığı anda da ona her kim bakıyorsa onun olmasını istiyorum. Sergileme şeklinle genellikle mekânları ele geçiriyorsun. İşlerin bütün bir ortam yaratarak izleyicileri resmen içine çekiyor. İşlerini sergilemek için mekân seçerken, bir yerle


London, 2006

New York, 2003

RICHARD COLMAN

“Elimizdeki tek şey, bugünün ta kendisi.”

anlaşırken önceliklerin neler oluyor? Önceliklerim genellikle çalışacağım insanlara yönelik oluyor. Eğer iyi insanlarla çalışıyorsam gerisi zaten gelecektir diye düşünüyorum. Onun dışında bana verilen her alanda çalışabilirim, o kısmının kolay olduğunu düşünüyorum. Bu benim işim zaten. Ve işin eğlenceli kısmı. Beraber iyi çalışacağın ve senin işlerini doğru şekilde yürütecek insanlar bulmak ise asıl zorlayıcı kısım. Kariyerimde bu anlamda hem çok şanslı hem de çok şanssız deneyimlerim oldu. Ama bu deneyimlerin tümüne minnettarım. İşlerindeki karakterleri nelerden esinlenerek yaratıyorsun? Kim onlar? Onları karakter sahibi bireyler olarak değil de, daha çok birer sembol olarak görüyorum. Onların etrafında bir şeyler yaratmaya çalışmıyorum da, daha ziyade bir hikâyeyi ya da anlamı yaratırken onları kullanıyorum diyebilirim. “Tekrar”, işlerinin vazgeçilmezi. Neden?

Birkaç sebebi var. Yapbozları çok seviyorum, her tür yapbozu… Desenler yaratmanın büyük bir yapbozu çözmeye benzediğini düşünüyorum. Hoşuma giden bir diğer şey de böyle şeyler yaratırken soyut anlamda bir matematiğin işin içine girmesi. Ayrıca, böyle büyük ve birbirini tekrar eden desenler boyarken onların içine etmek için birçok fırsatınız oluyor ve bunun gerçekleşmesi de çok hoşuma gidiyor. Benim ilgimi çeken mükemmel bir sonuçtan ziyade, mükemmeliyete yeltenmek. Biraz işin ucu kaçınca ve ortalık batınca çok mutlu oluyorum. Tıpkı bir duvar kâğıdının duvarda yanlış birleşmesi gibi… En iyi yanı bu. Tekrar unsurunu kişisel olarak çok dinlendirici buluyorum. Bir resim üzerinde çalışırken onun içinde kaybolabiliyorum ve öyle düşünüyorum ki o iş bittiğinde insanların da içinde kaybolabilecekleri bir şey yaratmış oluyorum. Sence sanatın “bugünü” sunmak gibi bir görevi var mı? Bence bir kişinin işinde bugünü sunmaması

BANT MAG #13


London, 2006

AYIN SANATÇISI

22-23


London, 2006

RICHARD COLMAN

imkânsız gibi bir şey. Elimizdeki tek şey, bugünün ta kendisi. İşinle ilgili şikâyetlerin var mı? Patronumdan nefret ediyorum.

olduğuma göre değişiyor. Yapmak istediğim her neyse burada parmaklarımın ucunda gibi hissediyorum. San Francisco gerçekten ilham verici bir yer.

Patronun mu? Seni kendinin patronu sanıyorduk… Sadece bir şaka. Evet, patron benim. Sanat dünyası içinde ideallerin neler? Sadece iyi insanlarla çalışmak ve daha iyi şeyler ortaya çıkarma eğilimiyle güzel şeyler yapmak istiyorum. Bu kişisel işler için de ticarî işler için de geçerli. Ancak bunu gerçekleştirmenin ticarî dünya içinde bir şekilde daha zor olduğunu düşünüyorum.

Son zamanlarda dinlediğin en iyi müzikler neler? Müziğe bayılıyorum ve çalışırken sürekli müzik dinliyorum. Sana iPod’umdan çaldığım son üç sanatçının adını söyleyeyim. 1. Marianne Faithfull 2. Leviathan 3. Grave

Peki yaşadığın mahallede dışarı çıkınca yapılacak en iyi şeyler neler? San Francisco’da yaşadığım için kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü burada gerçekten de her şey var. Harika sanat, müzik, muazzam yemekler, muhteşem insanlar ve olağanüstü bir doğa. Bu sebeple de yapılacak en iyi şey benim hangi ruh hâlimde

Bu sayfalara kimleri davet etmemizi önerirdin? Andrew Schultz, Alex Barry, Josh Slater, Ryan Travis Christian, Jordan Nickle, Kc Ortiz, Erik Parker, Dan McCarthy, Cleon Peterson, Harley Lafe Eaves, Patrick Griffen... Liste o kadar uzun ki! Çok teşekkür ederiz! Ben de size teşekkür ederim!

BANT MAG #13


EDEBİYAT

SON DÖNEM TÜRKİYE EDEBİYAT SEÇKİSİ

İLLÜSTRASYON SVETLANA MALYGINA

24-25


SON DÖNEM TÜRKİYE EDEBİYAT SEÇKİSİ

Türkiye’de roman ve hikâye, son beş yıla baktığımızda verimli bir evreye girdi demek herhâlde yanlış olmaz. Burada Bant Mag. okurlarına, kapsayıcılık iddiasında olmayan, hattâ daha sonra yazmak üzere kendimize sakladığımız başka eserler bulunduğunu da ilave ederek, küçük bir seçki sunuyoruz. Keyifli okumalar...

SİNEK ISIRIKLARININ MÜELİFİ BARIŞ BIÇAKÇI (İletişim, 2011) TÜRKIYE ROMANINDA, romanın içeriğinde kentsel mekânının bizatihi kendisinin öne çıktığı, neredeyse kurucu öğe olduğu örnek sayısı azdır. Oğuz Atay’da bir inşaat çukurunun ana karakterlerden biri oluşunu ya da Tanpınar’da bir enstitünün fantastik mimarîsinin detaylandırılmasına şahit oluruz. Kendine belli bir kentin panoramasına yaslayan roman da sebildir. Ancak mekânın roman karakterinin –Henri Lefebvre’i hatırlatacak şekilde– detaylarını anlamlandıracak kadar tebarüz ettiği örnek sayılıdır. Bunlara bir yenisi geçtiğimiz sene eklendi. Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi. Romanın kahramanı Ankara’da, 1980’li yılların sonunda büyük kentlerde sökün etmeye başlayan, şimdi ise kentlerin genel normu haline gelmiş toplu konut / kapalı sitelerden birinde yaşayan orta hâlli bir ev adamıdır. Doktor karısı çalışırken, eski bir inşaat mühendisi olan Cemil, toplu konut ve onun nezdinde klasik öğelerle örülmüş hayatını anlamlandırmak için yazdığı romanın yayınlanmasını arzular. Roman, bu

açıdan bir bekleyişin ve bu bekleyiş sırasında da bir muhasebenin hikâyesidir. Bıçakçı, yarı-otobiyografik öğelerle beslediği kahramanlarını küçük dünyalarından detaylandırarak kurmayı tercih ediyor. Sinemaya da uyarlanması hasebiyle en bilinen eseri Bizim Büyük Çaresizliğimiz’den hatırlayalım: Orta yaşa merdiven dayamış iki kadim dost ve onların evine yerleşen genç bir kız arasındaki duygusal ilişkiyi anlatıyordu. Bunu bir referans örgüsüne oturtmaktan, mesela Jules ve Jim’den bahsetmekten de geri durumuyor. Sinek Isırıklarının Müellifi’nde yine ilişkileri olabildiğince dostluğa evrilmiş evli bir çift ve Cemil’in yakın arkadaş çevresiyle karşılaşıyoruz. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki iki dost ile son romandaki evli çiftin ilişkileri niteliksel açıdan hiç de farklı değil. Ancak ikincisinde toplu konutun ilişkileri de kahramanın etrafına ustaca yerleştirilmiş. Bıçakçı’nın klasik roman üslûbunu ustalıkla uyguladığı muhakkak. Yine de karakterler Six Degrees of Seperation – The Kandinsky misali,

BANT MAG #13


EDEBİYAT

belli bir duygu dünyasının, ve duygu modlarının dışına çık(a)mıyor. Birbirleriyle temasları belli bir mesafeyi her zaman koruyor. Bu durumun Bıçakçı tarafından ifadesini, esere yedirilmiş hâlini son romanda görmek de ilginç bir detay diyebiliriz. YAZAN FAHRİ ÇAĞLAYAN

EKMEK VE ZEYTİN AHMET BÜKE (Can Yayınları, 2011) [GEÇEN YIL] GAZETELERDE, 16 Eylül’de şu haber vardı: “Cezaevi aracı yandı: 5 mahkûm öldü”. Van’dan İstanbul’a giden araçta çıkan yangın sebebiyle paniğe kapılan görevlilerin, mahkûmların tıkıldığı bölümün anahtarlarını bulamadıklarını ve beş kişinin diri diri yandığını kamuoyu bu haberden öğrendi. Herkes ah vah etti, sonra unutuldu, gitti. Peki böylesi acıları unutamayanlar, bir türlü huzur bulamayanlar? Onların yüreklerine biraz olsun Ahmet Büke su serpiyor, hem de taş gibi ağır öyküleriyle. Büke, beşinci öykü kitabı Ekmek ve Zeytin’in ilk öyküsü “Tanrı Bir Devlet Bir”de bu beş mahkûmun kurmaca öykülerini anlatarak bizi gerçeğe gazete haberlerinden daha çok yaklaştırıyor. Cezaevi aracının birazdan geçeceği otoyolun kenarında uçuşan karahindibalardan başlıyor anlatmaya. Aracın içindeki ve dışındaki dünyayı tarifliyor. Araçtaki mahkûmlardan Ali’nin aklı, kalın kartonlara sarıp çarşafının içine sıkıştırdığı

26-27

kara kalemlerinde. Motorun sesi kişnemeye dönüşüp acı bir duman yükseldiğinde karıncaların kanı donuyor, havadaki kartal tanrıya isyan ediyor. Birbirine kelepçelenmiş mahkûmlar sağ kurtulamıyor metal kutudan. Onunki de bir tür gazetecilik. Ama gazetelerde her gün rastlanan cinsten soğuk dilli habercilik değil. Belki bir zamanlar Yaşar Kemal’in, Fikret Otyam’ın birer “muhabir” olarak gazetede yazdıklarını akla düşürüyor. Büke, etinden kemiğinden sıyrılarak başka biçimlere girerek anlatıyor hikâyelerini, sıradan bir gözün farkına varabileceği ayrıntıların çok ötesinde bir yerden. Tür değiştiriyor. Martı oluyor, karınca, balık, sinek oluyor, göbeği çatlamış incir oluyor, koltuğun altına sıkışan terlik teki oluyor, cezaevi nakil aracı içinde mahkûmların kelepleçelendiği metal tavandaki kiriş oluyor, faili meçhul torununu kemiklerinden tanıyan ninenin parmakları oluyor. Bir Arap atasözü, “üç şey gizlenemez” diyor, “duman, aşk ve parasızlık.” Ahmet Büke’nin öykü karakterleri de gizleyemiyor aşkı ve parasızlığı. Büke sağından solundan geçen bütün hayatları değerlendiriyor, insanı kayıtsız kaldığı her şeye yakınlaştırıyor. Mesela “Yara ve Kabuk”ta Fakir’in annesine âşık olan kadın ona şöyle bir not bırakıyor: “Fakir’im, annenle ben gidiyoruz. Biz birbirimizi seviyoruz güzel kuzum. Birbirimize iyi bakarız. Çok sarılırız, çok öperiz. İkimiz bir insan gibiyiz Fakir. Yara yaraya benzedikçe kabuk tutar. O zaman insan insana iyi gelir.” Kitap, “bize ekmek ve zeytini öğreten anneme” ithafıyla açılıyor. Ekmek ve zeytini denklemek o kadar da kolay değil, o yüzden “Kemik Suyuna Köpek ve Hayalden Yaşadı Onlar” öyküsünde kış ortasında evinden atılıp sokakta kalan aile, hayalî patateslerle hayalî az yağlı dana etini hayalî bir tencerede kaynatıyor. Ekmek ve Zeytin’deki öykülerden, ölümüyle babalarını işsiz bırakan patronun siyah rugan ayakkabılarına göz diken iki haylaz kardeşi anlatan “Sakallı Pazartesiler”, akla işsizlik üzerine yapılmış en güzel filmlerden “Güneşli Pazartesiler”i getiriyor. Zaten müteakip öykünün başlığı filmin orijinal adı: “Los Lunes al Sol”. Büke bu öyküde okuru


SON DÖNEM TÜRKİYE EDEBİYAT SEÇKİSİ

okuduğuyla bırakmıyor; öykünün içinde Auschwitz kampındaki kıyımı anlatan bir yazıya, Wikipedia’ya, fotoğraf paylaşım sitesi Flickr’a ve filmden bir parçaya link veriyor. Tecrübeyle sabit, linklerin hepsi çalışıyor. Önceki dört kitapla kıyaslandığında “Ekmek ve Zeytin”deki öykülerin hepsi alıştığımızdan kısa öyküler, bu kitapta diğerlerine oranla daha fazla öykü var, yine de doymak mümkün değil. Ahmet Büke, İzmir Postası’nın Adamları’ndan Ekmek ve Zeytin’e gelen yolda, iğneyi kâh İzmir’den batırıp Diyarbakır’dan çıkardığı, kâh delileri göklere çıkarıp canileri yerin bin kat dibine batırdığı enfes bir nakış işliyor. Uzaktan bakınca bütün öyküleri koca bir roman gibi görünüyor. Büke parçaları birleştirmede de, ayrıştırmada da usta, marifeti de burada! YAZAN ÇİĞDEM ÖZTÜRK

ZAMANIN FARKINDA ŞULE GÜRBÜZ (İletişim, 2011) “DEVIR ÖYLE bir devir ki insan kalkıp da ‘şuyum’ diyemiyor; iyi bir şey zannedip ‘ben de’ diyorlar. Şöyle gönül rahatlığıyla bir içimi döküp ‘yahu ben şizofrenim galiba’ desem ‘aa devir şizofren devri, kim değil ki, sen beni bilsen,’ diyorlar...” Şule Gürbüz’ün Zamanın Farkında kitabına adını veren öyküsünün meramını idrak etmeye bu cümleyle başlamalı. Gürbüz zamanın farkında, ama farkında olduğu bu zamanın içinde olmayı kendisine yapılmış bir haksızlık

sayıyor. “Zamanın Farkında” hem dil hem de üslûp bakımından 2000’lere değil, 1900’lü yıllara, hattâ 1900’lerin ortalarına ait. Gelin görün ki 2000’lerde çile dolduran eski ruhların sayısı azımsanacak gibi değil. “Zamanın Farkında”, derin çözümlemeleriyle, kontrollü öfkesiyle ve koca kahkahalarla değil de, kıs kıs güldüren mizahıyla bu eski ruhların gönlüne serin sular serpiyor. Hayatından memnun, huzurlu, sıhhati yerinde insana göre değil Şule Gürbüz’ün yazdıkları. Gürbüz zamanın farkında, ama farkında olduğu bu zamanın içinde olmayı kendisine yapılmış bir haksızlık sayıyor. “Acaba şu dünyada hiç ona özenen var mıydı? ‘Şu hanımın verandası, vazosu, çiçekleri, makası, radyosu benim olsa daha bir şey istemem, şükreder otururum,’ diyen var mıydı? (...) Daha geçen günkü takvimde ‘Sadece orta kırattaki daima keyiftedir’ yazmıyor muydu?” İşte böyle vazoda duran masum çiçekleri bile bahane edip hır çıkarabiliyor Şule Gürbüz. Kitaptaki bir diğer öykü “Müzik Hocası”nın kahramanı daha yeniyetmelik yıllarında birçok insanın hafızasından silinip gidecek bir anıyı aklına getirip kahroluyor. “Deep Purple’dan başka şey bilmeyen, bir de metal müzik dinleyen oğlan geldi aklıma. (...) Okuldan sonra gel çalalım dedi. Gittim. (...) Çala çala ‘Stairway to Heaven’ın yarım bir introsunu çalıp yeni hadım edilmiş Viyana çocuk korosu solisti sesiyle söyledi. Gelip geçenlerden utandım. Allahın belası, dinlediklerinden utan.” Şule Gürbüz’ün tek bir cümlesi bile öylesine yazılmamış, ferah, ve uçucu değil; yazarken içi açılmış bir saatin hassas mekanizması karşısındaymışçasına titizlikle hareket ediyor. Belki de bu nedenle mekanik saat tamirciliğine meyletmiş, kitabını adadığı ustası Recep Gürgen’in yanında saat tamirinin ilmini öğrenmiş. Zamanın Farkında’yla beraber bir önceki kitabı Kambur da yorucu ve sersemletici bir mesainin karşılığında tarifi zor bir edebiyat hazzı vaat ediyor. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


SİNEMA

BEYAZ PERDENİN KARANLIK ANİMASYONLARI

ÇOCUĞUNDA HAYAT BOYU KALICI İZLER BIRAKMAK İSTEYENLERE ÖNERİLER YAZAN CANER ÖZYURTLU İLLÜSTRASYON SKIP STERLING

28-29


BEYAZ PERDENİN KARANLIK ANİMASYONLARI

Çocuklar için yapılmış animasyonlar olmalarina rağmen, yalnızca yürekli çocukların üstesinden gelebildiği filmleri sizler ve sıradışı yavrunuz için derledik...

BENIM PALYAÇOLARDAN korkan arkadaşım var. Sanki öyle bir kültürümüz varmış gibi, sanki palyaçoları ışıklarda broşür dağıtmaktan başka bir şey yaparken görmüşüz gibi. Tuvalete girince ilk iş duş perdesini yumruklayan çocuk tanıdım, arkasında birinin beklemediğinden emin olamadan tuvalete giremiyordu. Ben ortaokula gelene kadar uyumadan önce hep yatağımın altını kontrol ederdim hattâ bazen geceleri uyanıp korka korka yatağımın altında yaşayan yaratığın seslerini duymaya çalışırdım. Gremlins, Ghostbusters gibi “çocuk filmleri” ile büyüyen biri olarak, çocukluğumu mahveden bütün saçma sapan korkuların bana sevgili Amerikan sineması tarafından armağan edildiğini fark etmek çok da zor olmadı. Katil palyaçolar, yatak altı ve dolap içi canavarları, hayaletler, suyla çoğalan yaratıklar… Şimdi tam da “çocuk animasyonu” Frankenweenie vizyona girmek üzereyken bu konuya bir değinelim, çocuk filmi gibi görünen ama bazen sınırları biraz aşan animasyon ve stop motion filmlere bir bakalım istedim. Direkt yetişkin kitleyi

hedef alan Mary & Max, Persepolis, Waltz with Bashir gibi animasyonları ve Japon animelerini değerlendirmeye almadan yaptığım “karanlık çocuk animasyonları” listesini beğeninize sunarım. Çocuğunuzda hayat boyu kalacak izler bırakmak isterseniz, aşağıdaki filmleri çekinmeden ailecek izleyebilirsiniz.

MONSTER HOUSE (2006)

Çocuklukla ergenlik arasındaki o rahatsız döneme sıkışıp kalmış on iki yaşındaki DJ Walters’ın çok boş vakti vardır. Bu yüzden de, caddenin karşısındaki ihtiyar Nebbercracker’ın evinde bir tuhaflık olduğunu kafasına takmıştır. Evde tek başıma DVD’den izlerken beni bile ara sıra ürkütmeyi başaran bu film ruhlar tarafından ele geçirilmiş bir evde bir grup çocuğun yaşadığı “tuhaf” olayları anlatıyor. Özellikle mahallenizdeki eski veya terk edilmiş binalardan çocuğunuzun ölümüne korkmasını istiyorsanız bu filmi sepetinize atmayı unutmayın.

BANT MAG #13


SİNEMA

MONSTER HOUSE Yönetmen: Gil Kenan Senaryo: Pamela Pettler, Rob Schrab, Dan Harmon IMDB Puanı: 6,7/10

CORALINE Yönetmen: Henry Selick Senaryo: Henry Selick IMDB Puanı: 7,7/10

CORALINE (2009)

Mutsuz ailesiyle yaşadığı evinde bulduğu bir delikten paralel bir evrene geçen küçük kız Coraline’in hikâyesinin anlatıldığı bu filmin yönetmeni daha önce Tim Burton’la birlikte Nightmare Before Christmas’ı yöneten Henry Selick. Coraline’in herkesin çok mutlu olduğu bu rüyalar âleminde kalmasının tek koşulu gözlerinin yerine iki siyah düğme dikilmesini kabul etmesidir. Çocuğunuzun “anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?” sorusundan daha zor ikilimler arasında gidip gelmesini seyretmek isterseniz bu filmi kaçırmayın.

PARANORMAN (2012)

Türkiye’de Paranormal Activity 4 ile aynı günde ve aynı yaş sınırıyla (13) vizyona girmiş bu çocuk animasyonu, ölü ruhlarla iletişim kurabilen Norman’ın “eğlenceli” hikâyesini anlatıyor. Çocuğunda görünmeyen varlıklar ve sonraki yaşamla ilgili tatlı travmalar yaratmak isteyen ailelerin kaçırmaması gereken bir yapım.

30-31

HOTEL TRANSYLVANYA Yönetmen: Genndy Tartakovsky Senaryo: Daniel Hageman, Kevin Hageman, David I. Stern IMDB Puanı: 7,1/10

HOTEL TRANSYLVANYA (2012)

Vampirlerin, canavarların, zombilerin kaldığı Hotel Transylvanya’ya bir gün yanlışlıkla bir insan gelir ve olaylar gelişir. Çocuğunuzun hangi yaratık tipinden korktuğunu bilmiyorsanız bu ay gösterime giren bu film sizin için garantili bir seçim gibi duruyor, mutlu yavrunuz mutlaka kendisini korkutacak bir mahlûkat bulacak.

FRANKENWEENIE (2012)

Çocuğunuz Tim Burton’un daha önce çektiği Nightmare Before Christmas ve Corpse Bride gibi filmleri yaşı gereği yakalayamadıysa ve eski filmler izlemekten hoşlanmıyorsa, çok sevineceğiniz bir haberimiz var: Burton 28 yıl sonra kısa filmi Frankenweenie’yi uzun metraja dönüştürdü. Frankenstein’in parodisi sayılabilecek bu yapımda ölü köpeğini hayata döndüren bir çocuğun maceralarını yavrunuza izletip, onu ömür boyu köpeklerden soğutabilirsiniz.


BEYAZ PERDENİN KARANLIK ANİMASYONLARI

FRANKENWEENIE Yönetmen: Tim Burton, Senaryo: John August IMDB Puanı: 7,1/10

“ Mutlu yavrunuz mutlaka kendisini korkutacak bir mahlûkat bulacak.” HOTEL TRANSYLVANYA

BANT MAG #13


SİNEMA

BOKLAMA KÜLTÜRÜ VE SİNEMA

“CLOUD ATLAS” DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE İZLEYİCİLERİ İKİYE BÖLDÜ YAZAN MELİKŞAH ALTUNTAŞ İLLÜSTRASYON SVETLANA MALYGINA

GEÇTİĞİMİZ HAFTALARDA gösterime giren ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de izleyicileri ikiye bölen Cloud Atlas üzerine çok şey yazıldı, çizildi ve tartışmalar da hala devam ediyor. Bu tartışma ortamında bazı savlar ve yorumlarsa akıl ve mantıkla açıklanabilecek gibi değil açıkçası. Hatta bu yazının yazılmasına vesile olarak, bazı vicdani sorgulamalara kadar sürükledi –en azından- beni. Her şeyden önce, bunun filmin kendisi üzerine bir yazı olmadığını belirtmek isterim. Kendi adıma filme

32-33

bayılmadığımı fakat kurgu, görüntü yönetimi ve ses kurgusu gibi teknik alanlarda kusursuz bir işle karşı karşıya olduğumuzu söyleye bilirim. Ayrıca ele aldığı gerçekten çok zor romanı beyazperdeye uyarlarken de bazı kusurlarına rağmen, yer yer etkileyici olmayı başarabildiğini ve vaat ettiği sinemanın altından özellikle reji açısından kalkabildiğini düşünüyorum filmin. Ama hikâyenin başına dönüp, bambaşka bir meseleden bahsetmek istiyorum şimdi.


BOKLAMA KÜLTÜRÜ VE SİNEMA

100 MİLYONLUK BAĞIMSIZ David Mitchell romanı Cloud Atlas, yönetmen kardeşlerin ortada duran malzemeye karşı koyamamalarının ardından sinemaya uyarlanabilir mi, uyarlanamaz mı tartışmalarının açılmasına neden olmuş ve bir süre sonra ikilinin yanına eklenen Tom Tykwer’le birlikte, üç yönetmenli bir denkleme dönüşmüştü. Üçlü, uzun bir süre inzivaya çekilip senaryo üzerinde çalışmış, uyarlamayı da bir yıl gibi bir sürede tamamlamayı başarmıştı. Üç yönetmen, bir süre sonra filmi gerçekleştirebilecek parayı bulmak için hazırlıklara başlamış, ancak kendi tâbirleriyle “dünyanın ilk 200 milyon dolarlık arthouse filmi” projesine herkesler yanaşmaya, para yatırmaya çekinmişti. Sonunda Cloud Atlas projesi, aynı adla kurulan ve bu üç yönetmene ait bir yapım şirketi tarafından, minik ortaklar ve desteklerle çekilmeye başlanmış ve geçtiğimiz aylarda neredeyse altı dakikalık bir fragmanla karşımıza çıkmıştı. HOMOFOBİK ÇIKIŞLAR Cloud Atlas üzerine yazılan ilk yazılardan biri 9 Eylül’de L.A. Weekly’nin yazarlarından Karina Longworth’un, filmi Toronto’da gördükten sonra kaleme aldığı yazıydı. Yazarın, özellikle final paragrafında dozunu keskinleştirdiği alaycı tonla kaleme aldığı ve filmin yalnızca kusurlu taraflarına odaklandığı yazısında özellikle bir paragraf dikkati çekiyordu. Longworth, film boyunca farklı dönemlerde yaşayan çok sayıda farklı karakteri canlandıranoyuncuların bu reenkarne durumunu, gerçek hayatta cinsiyet değiştirerek kadın olan Lana Wachowski’nin hayata bakışının bir yansıması olabileceğini ima ediyordu. Aradan geçen bir buçuk ayda da çok sayıda sinema yazarı, eleştirmen ve yorumcu, Cloud Atlas’ı, bir filmi film yapan birleşenlerden ve ortaya çıkan işin bütünlüğüne hizmet eden diğer elementlerden bağımsız olarak eleştirmeye devam etti. Filmin kusurlarını bile doğru düzgün ifade edemeyen, ortaya çıkan işi tamamen öznel bir bakış açısıyla ele alan pek çok yazının sahibi, bulundukları konum ve

yazarken aldıkları sorumluluğu bir kenara bırakarak soğukkanlılığını koruyamadı. Tıpkı Lana Wachowski’nin cinsiyet değişimi üzerinden sinsi bir imaya girişmekten çekinmeyen Longworth gibi, Türkiye’nin en ünlü sinema yazarı Atilla Dorsay da filmi karmaşık ve ukalaca bulduğunu belirttiği Bir Ukalalık Zirvesi başlıklı yazısında, buram buram homofobi kokan şu cümleyi yazısına taşımaktan çekinmedi: “…Bu arada, filmin üç yönetmeninden ikisi, Matrix’in yaratıcıları Wachowski Kardeşler’den Laurence (Larry)’nin yakın zamanda operasyonla kadın olup Lana Wachowski’ye dönüştüğünü hatırlatalım. Bu kargaşanın bir nedeni de bu olmasın?” BOKLAMANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ Bu iki örneğin yanısıra, filmin sosyal medyadaki yansımaları da var elbette ama o tamamen ayrı bir hikâye. Ele aldığımız konuda asıl anlaşılamaz olan, özellikle son zamanlarda –belki burada sosyal medya kültürünün özellikle bu mecralarla haşır neşir sinema yazarlarının üzerindeki etkisine bakılabilircan içinde en orijinal alay cümlesini kurabilme yarışına dönüşmesi… Kendimi rahatlıkla dâhil edebileceğim kimi zaman bir filmden söz ederken vicdanlı davranmayıp, taşkınlıklarımın esiri olmuyor değilim bir grup yazarın, bazı şeyleri daha rahat söyleyebiliyor olmasını, tabu kabul edilen bazı seçimler ve zevklerle ters düşebilmesini ise anlamıyor değilim. Fakat burada da seslendiğiniz kitle ve yazı yazdığınız, fikir ürettiğiniz mecranın farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Tahammül edilebilir bir ölçüsüzlükle, akılsız bir sav üretme çabası arasında ince değil, epey belirgin bir çizgi var sanki. Tıpkı, özgürce düşünüp yazmakla, haydutluk etmek arasında olduğu gibi… Elbette diğer tarafta, yaptığı işi hâlâ büyük bir sabır ve soğukkanlılıkla gerçekleştiren enfes yazarlar ve onların insanın kafasını açan yazıları da var. Kim bilir belki de acımasızlığın popüler bir karakter özelliğine dönüştüğü günümüzde, filmler üzerine birşeyler okumak istediğimizde o birkaç kişinin kaleminden döküleceklere muhtacızdır.

BANT MAG #13


SİNEMA

BU AY NE İZLESEK? KASIM AYI MÜSABAKASI HAKEM MELİKŞAH ALTUNTAŞ KOLAJ SADİ GÜRAN

34-35


BU AY NE İZLESEK?

Bant mag., Bu ay gösterime girecek olan filmleri, kendi aralarında karşılaştırdı, finalistleri belirledi.

BANT MAG #13


SİNEMA

HAFIZA HAPI “SHE MONKEYS”DEN “THE HOLY GIRL”E, ARZUNUN ÇIĞLIĞI

“SHE MONKEYS” VE “THE HOLY GIRL”, GENÇLİĞİN ARZULARINA VE KENDİLERİNİ BULMA YOLCULUKLARINA GETİRDİKLERİ BAKIŞ BAĞLAMINDA SİNEMADA EŞİNE SIK RASTLANMAYAN BİR DERİNLİĞE SAHİP. YAZAN GÖKÇE YÜZGEN, SİMON SAĞLAMOĞLU İLLÜSTRASYON SVETLANA MALYGINA

36-37


HAFIZA HAPI

Çocukluk ve erişkinlik arasındaki birkaç yıllık dönem, kişinin kendini ve toplum içindeki yerini algılamasında kilit rol oynar. Bu dönemde cinselliğin keşfedilişi, bir bebeğin hayata gözlerini açması misali ilişkiler dünyasına adım atılmasını sağlar.

İNSANIN BİLİNÇSİZCE cesur ve bir o kadar da kırılgan olduğu bu kritik dönem, tabiî ki yedinci sanatın gözünden kaçmamıştır. 2000’li yıllarda tüketim toplumunun odağına süratle erken dönem ergenlerin yerleşmesinin de etkisiyle, onlar sinemanın figüranları olmaktan çıkmış, bizzat başkahramanları ve inceleme alanları olmuşlardır. Özellikle sinemaya yeni adım atan yönetmenler, ergen psikolojisini ve çoğu zaman küçümsenerek göz ardı edilmiş olan birey olma savaşını filmlerinde konu edinmeyi seçmişlerdir. Son yıllarda durağanlığının altında sakladığı sert duygulanımlarla bir kez daha insanlığın ve sinemanın ilgisini çekmiş olan İskandinav insanına değinen She Monkeys (2011), yönetmen Lisa Aschan’ın ilk uzun metrajı. Film, Emma isimli bir genç kızın atlı akrobasi ekibine dâhil oluşuyla başlar ve kendini ekibin yetenekli üyelerinden Cassandra ile umulmadık bir ilişki içerisinde bulmasıyla şekillenir. Cassandra, bir yandan Emma’yla duygusal anlamda yakınlaşırken bir yandan da onu kendi oyunlarına çeker. Buna karşılık Emma kendini kanıtlamaya ve oyunların kontrolünü ele almaya çalışır. İkilinin yavaş yavaş geldiği nokta gerilimli ve soğukkanlı bir cinsellik barındırır. Cesur ve arzulu görünen Cassandra’nın aksine Emma, tedirgin edici bir ifadesizlik taşımaktadır. Akrobasi takımından

BANT MAG #13

gösteriye çıkacak kişilerin seçilmesiyleyse aralarındaki çatışma sportif rekabete dönüşür. Cassandra takımdaki yerini alırken Emma başarısız olmuştur. Kazanmanın ve kaybetmenin olduğu bir ortamda çekişmenin de kaçınılmaz olacağının altını çizen She Monkeys, bunu karakterlerin zıt kutuplara itildiği alışıldık bir çatışma yerine mevcut yakınlıkların içerisine yerleştirilen duygusal saldırılarla ifade eder. Aynı anda hem bedenin sınırlarını eriten arzulu bir yakınlaşma hem de her şeyin kurnaz bir oyuna dönüştüğü kişisel tatminler gösterisi birlikte yürümektedir. Aschan, özellikle Emma karakterine yüklediği ketumluk ile gençlerin karmaşık doğalarını gizleme yönelimlerini gözler önüne serer. Bunun yanısıra filmde, Emma’nın minik kız kardeşinin genç kuzenine olan aşkı ve onu tavlayabilmek için yaptıkları da paralel bir şekilde anlatılmaktadır. Emma’nın çalkantılı ruh hâlini ve ifadesizliğiyle örtmeye çalıştığı utangaçlığını yönetmen, hislerini çocuksu bir şekilde fakat açıkça yaşayan küçük kız kardeş ile zıtlayarak daha da belirginleştirir. Film, henüz çocuk yaştaki bir kıza çevresi tarafından atfedilen cinselliğin minik bir bedende yarattığı etkiyi göstermesiyle de önem kazanmaktadır. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13


vs

GÖRÜNEN O Kİ HİÇBİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR ALİ ELMACI

ALİ ELMACI İKİNCİ KİŞİSEL SERGİSİ “ATEŞİNLE KORU BENİ!” İLE 17 KASIM’A KADAR X-İST’TE… RÖPORTAJ SEDEN MESTAN

38-39


ALİ ELMACI

Geçtiğimiz sene “miras babadan oğula geçer” adli ilk kişisel sergisiyle seyirci karşisina geçen ali elmaci, 18 ekim - 17 kasim tarihleri arasi x-ist’te görülebilecek ikinci sergisi “ateşinle koru beni!” Üzerinden devlet ve iktidar konularini irdeliyor, memleket gündemin tüm ciddiyetini ana haber bültenlerini aratmayacak bir güçlükle izleyiciye aktariyor.

Ateşinle Koru Beni! adlı serginde militarizm ve iktidar konularını işliyorsun yoğun olarak. Sergiyi ve sergideki çalışmalarının büyük çoğunluğunu adlandırırken kullandığın “Ateşinle koru beni” cümlesi sergide anlattıkların ve çalışmalarının bütünlüğüyle nasıl bağdaşıyor? Bu ismi seçerken nasıl karar verdin? Orduda siper eğitimi sırasında uygulanan bir deyiştir “Ateşinle koru beni’’… Yani askerin siperini ilerletmek adına önündeki askerde kendisini koruması için söylediği sözdür, tamamen zorunlu bir formalitedir. Çalışmalarımla olan ilişkisiyse işlerimin genelinde yer alan devlet-birey ilişkisinin tamamen bir formaliteden ibaret olduğu üzerinedir. Çünkü devlet kendi iradesini toplum üzerinde her daim etkin kılmak adına oluşturduğu paranoya ortamı sayesinde, toplum tarafından kendisine koşulsuz bir itaat ortamını da sağlamış bulunmaktadır. İktidarının devamı içinse hem bu korku imparatorluğunu alttan alta besler hem de topluma ancak kendi varlığı sürdüğü kadar toplumun da var olabileceğini

BANT MAG #13


VS

Child Prodigy, Oil on canvas, 200 x 160 cm, 2011

bildirir. Bu yüzden de biat eden, sorgulamayan, devlete gelecek zevalin millete gelecek zeval olduğunu aklından çıkarmayan bir topluluk oluşturur. “Ateşinle Koru Beni” deyimi de milletin kendisine siper olacak bir devlet inancındaki yanılsamayı vurgular. Serginde gördüğümüz çalışmalar nasıl bir sürecin ürünü? Bu süreç içerisinde seni en çok neler etkiledi? Askerlikten bugüne üzerine düşündüğüm bir konudur bu. İlk defa, en keskin bir şekilde, kurum-birey ilişkisini yani bireyin kurum karşısında yok oluşunu gözlemlediğim, yaşadığım yer askerliktir. Çıkış noktam budur. Ayrıca bu süreç içinde beni etkileyen şeyler hızla değişen Türkiye gündemidir. Semboller üzerinden kurduğun anlatımın yanısıra serginde gördüğümüz çalışmalarında aklındaki mesajı yazı yoluyla da aktarıyorsun. Yazıyla kurduğun ilişki ne yönde? Yazıyla kurduğum ilişki grafik bir dil oluşturmanın ötesinde, yöneticilerin birey

40-41

üzerindeki etkisini güçlü kılmak adına sloganvarî hitabet biçiminden yola çıktım. ‘’Ekmek yoksa pasta ye’’ gibi. Eserlerinde “ciddî” meseleleri “gülünç” bir şekilde işliyorsun. Bu “gülünç kılma” yöntemini hangi yollarla gerçekleştirdiğini anlatabilir misin? Ana haber bültenleri yeterli malzemeyi bana sağlıyor açıkçası. Gülünçleştirmek için özel bir çabaya gerek kalmıyor maalesef. Yine az önceki sorudan yola çıkarsak, niyetimiz terapistliğe kalkışmak değil elbette ama bu gülünçleştirme bir tür savunma mekanizması mı yoksa olayları algılayış biçiminin bir ürünü mü? Gazetede bir haber okumuştum, Tokatlı bir fırıncı kendisine bir Ferrari satın almış ve önüne ay-yıldız yerleştirtmişti. Tokat’tan Samsun’a eskortlarla 19 Mayıs kutlamak için yola çıkmış ve Samsun’da ilk defa Ferrari görmenin heyecanını yaşayan halk tarafından alkışlarla karşılanmıştı. Hâl böyleyken…


ALİ ELMACI

You Must Love Me, Oil on canvas, 210 x 160 cm, 2011

Eserlerinde iktidarı sorgulayarak gerçeklik ve “öyleymiş gibi” gösterilen üzerinden bir tezatlık kuruyorsun. Bu tezatlığı ne şekilde kurguluyorsun? Bu tezatlığı kurgulayış biçimim, iktidarın hegemonyasında olan medyanın gündemi bize sunuş şeklinden yola çıkıyor. Medya ve gerçeklik arasında çok ciddî bir aykırılık olduğunu fark etmek için çokta çaba sarf etmek gerekmiyor. Çalışmaya koyulurken izlediğin ritüellerin neler? Bir işe koyulmadan evvel kafanda ilk neler oluşmaya başlıyor? Bir konu belirlediğim zaman önce araştırmalarda bulunur taslaklarını çıkartırım. Daha sonra küçük çaplı bir prodüksiyon oluşturup onunla ilgili çekimler yaparım. İlk kişisel sergini geçtiğimiz yıl yine x-ist’te düzenlemiştin. Miras Babadan Oğula Geçer adlı bu ilk serginde yer alan çalışmalarınla Ateşinle Koru Beni! sergindekiler ne şekilde bağlantılı veya

hangi yönlerden ayrışıyor? İlk sergim sosyo-ekonomik farklılıklar üzerineyken bu sergide politik bir altyapı kurguladım. İki sergide ortak bir nokta arayacak olursak bu devlet politikası olarak sermayenin üstünlüğü olabilir. Resim dışında gündelik hayatını neler belirliyor? Aslında haber bültenleri günlük hayatımın vazgeçilmezi oluyorlar, çünkü en çok oradan besleniyorum. Önümüzdeki yıl Dubai’de bir sergin düzenlenecek. Oraya hangi çalışmalarını götürmeyi planlıyorsun? Bunun dışında şimdiden belli olmaya başlayan planların neler? Dubai’den önce Contemporary İstanbul’da yer alacağım. Devamında başka fuarlarda yer alma ihtimalim var. Lawrie-Shabibi Galeri’deki sergim ise 2013 Kasım’da olacak. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


VS

ŞARKIDAKİ ŞİİR HİLMİ TEZGÖR

MÜZİKLE EDEBİYATIN BİRLİKTELİĞİ KİTAP RAFLARINDA RÖPORTAJ TOLGA YAĞLI FOTOĞRAF MUHSİN AKGÜN

42-43


HİLMİ TEZGÖR

Açik radyo’daki “vertigo”dan yayılan şarkılarla yıllardır bizleri bir o köşeye bir bu köşeye savuran Hilmi Tezgör’le, popülerin müziğin edebi yönünü inceleyen yeni kitabı “şarkidaki şiir” hakkında, muhteşem the ex konseri öncesi oturduk masaya, bir iki laf ettik...

Kitabın kapağındaki kısa biyografide de yazdığı gibi daha önce yayınlanmış birkaç kitap, çevirelerin ve yazmayan editörlük deneyimlerin mevcut... Evet. Oğuz Atay’ın öyküleri hakkındaki sempozyum ve onun kitabı çıkalı daha 11 ay oldu. Kendi şiirlerimin basıldığı kitabı da bir tarafa bırakarak esasında bu ilk kitabım diyebiliriz. İnsanlar seni Açık Radyo’nun kuruluşundan beri sürdürdüğün radyo programın Vertigo veya müzik yazılarınla, müziksever kimliğinle hatırlıyorlar, ama edebiyat doktoranı da dikkate alarak, aslında senin edebiyatçı olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben müzisyen değilim. Müzik hakkında yıllardır yazıyorum. Yazmak için de zaten edebiyatı kullanmak zorundayız. Evet, Modern Türk Edebiyatı’yla birçok alanda etkili olmaya çalışıyorum, şimdi doçentlik tezimi hazırlıyorum, makaleler, yayınlıyorum. Doktora ve doçentlikle beraber, kitabın da konusunu içeren bir ders veriyorsun...

Yeditepe Üniversitesi’ne girdiğimde bu dersi uydurdum, serbest seçmeli olarak. Zaten bu alanda çalışmak istiyordum “20. Yüzyılda Popüler Müzik Edebiyat İlişkisi” adlı dersi vermeye başlayalı 8-9 yıl oldu. Tabiî devlet üniversitelerindeki dersler gibi, amfileri yüzlerce kişi doldurmuyor ama derse ilgi yoğun. genişleyen içeriğinin bir etkisi var ama kitabın konusu direkt derse bağlamak doğru olmaz diye düşünüyorum. Öteden beri şarkı sözlerinin neden bahsettiğini, onların fotokopileri çektirip albüm içlerine koyan, onları çevirmeye çalışan biri olarak bu konu üzerine yoğunlaşmam belki kaçınılmazdı. Zaten benim senin ismini ilk duymam da Roll dergisinin ilk sayfasında yer alan şarkı sözleri çevirileriyle olmuştu... Aynen, kitap bir şekilde bunların arifesinde oluştu zaten. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13

BANT MAG #13


VS

VE KAZANAN... HER ÖDÜLÜN ETİ YENMEZ

SİZLER İÇİN ALANLARIN YÜZÜNÜ KIZARTAN ÖDÜLLERDEN BEŞ TANESİNİ KENDİ FAVORİ ADAYLARIMIZLA BERABER ELE ALDIK... YAZAN YETKİN NURA İLLÜSTRASYON ÖZGÜR ERKÖK

44-45


ÖZEL ÖDÜLLER

Ödül seremonileri insanlığın sevdiği bir hadise, insani çeşitli meziyetleri nedeniyle kutlamak için doğru bulunan bir vesile... Her yıl çeşitli bilirkişilerin bir araya gelerek oluşturduğu jüri toplulukları, sinemadan bilime, politikadan edebiyata pek çok alanda pek çok işi tasdikleyip sahiplerini ödüllendirerek sırtlarını sıvazlar. “Ne iyi ettin de geldin” demekteler. Ama bir diğer tarafta öyle ödüller var ki alanın boğazında bir yumru, yüzünda donuk bir sırıtışla vereceği teşekkür konuşmasından doğru evin utanç dolabına gizlenmek için yaratılmışlar...

Ödül: The Big Brother Awards Kategori: Özel hayat haklarını ihlal etmekte ustalık gösteren kurum ve kuruluşlar. Favori Aday: The Big Brother Award, Türkiye’de bugüne kadar hiç verilmemiş. ancak AKP hükümetinin bu kategoride ödülü çalacak pek çok uygulaması söz konusu. 2012 Avusturya ödül töreninde ise Google “tüm platformlar için tek hesap” uygulaması ile “dünya çapında data açlığı” ödülünü almış.Favori Aday: The Big Brother Award, Türkiye’de bugüne kadar hiç verilmemiş. ancak AKP hükümetinin bu kategoride ödülü çalacak pek çok uygulaması söz konusu. 2012 Avusturya ödül töreninde ise Google “tüm platformlar için tek hesap” uygulaması ile “dünya çapında data açlığı” ödülünü almış. 1990 İngiltere kuruluşlu Privacy International’ın 1998 yılından beri her sene bol keseden dağıttığı The Big Brother Awards yılda bir değil üç, beş, yedi kez farklı farklı ülkelerde farklı farklı sivil toplum örgütleriyle işbirliği içerisinde düzenlediği bir ödül seremonisi. Tek kategori mevcut: özel hayatın mahremiyetine tam gaz tecavüz. Hâliyle, dünyanın çeşitli ülkelerinden devlet kuruluşları ödülü neredeyse tekele almış durumdalar. “Enformasyon çağı 21. yüzyılda suçla savaşmanın tek yolu suç işlemek hâline geldi. Peki ya bizi gözetleyenleri kim gözetleyecek?” sorusunun cevabını misyon edinen Privacy International,

BANT MAG #13

akademisyenler, avukatlar, danışmanlar, gazeteciler ve sivil hak aktivistlerinden oluşan bir jüriyle kişisel hayatımıza göz dikenlere göz dikiyor. Ödül: Edebiyatta En kötü Seks Kurgusu Kategori: Sanırız kendini yeterince anlatıyor. Favori Aday: Hiç şüphesiz Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale öyküsünde Bulgar komutan ile Beyaz Lale arasında nekrofiliye varan ve okuyanın kanını donduran sevişme sahnesi. 1993’te edebiyat eleştirmeni Rhonda Koenig ve Literary Review dergisinin editörü Auberon Waugh tarafından “modern romanda zevksiz, kaba, ham ve dikkatsizce yazılmış seksüel içerikli metinlere dikkat çekmek ve bu tarz metinlerin kökünü kurutmak” amacıyla verilen “Edebiyatta En kötü Seks Kurgusu” ödülünü sahiplerinin sözlerinden daha iyi tanımlamak mümkün değil: “Seni emmek istiyorum” dedi, aşağı inerken... Pantalonunu gevşetti, donunu indirdi ve minicik bir kuşu tutan ellerin nazikliğiyle onu kavradı. Bir böcekbilimcinin kalın kabuklu bir böceği ucu körelmiş bir iğneyle çerçeveye monte etmesi gibi kendini ona ittirdi. The Shape of Her - Roman Sommerville - 2010 birincisi. Bu bölümün tamamını okumak için adres: www.bantmag.com/dergi/13


BANT MAG #13

BANT MAG #13 İÇERİK Ayın Sanatçısı Richar Colman (Röportaj) Müzik: Best Coast (Röportaj) Son Kalan Dükkana Dek (Makale) Portecho (Röportaj) İki Orta Yaş Albümü (Makale) Pierre Hecker (Röportaj) Esmerine (Röportaj) Bir Plak Şirketi: Wounded Wolf (Röportaj) Sigaramın Ucunda Bir Konser Var (Makale) Kısalar Brit Pop’un Bilmediğiniz Yüzü (Makale) Naytronix (Röportaj) Mostar Köprüsü (Makale) Albümler (Kısa eleştiriler) Kadıköy Semalarında Mini Bir Festival (Video) Edebiyat: Son Dönem Türkiye Edebiyat Seçkisi (Kitap eleştirileri) Zaafiyet Kuramı / Ersan Üldes Sinek Isırıklarının Müellefi / Barış Bıçakçı Zamanın Farkında / Şule Gürbüz Sahte / Mehmet Erte Üç Başlı Ejderha / Leyla Erbil

Kopoy / Barış Andırınlı 17 Haziran / Pelin Özer Ekmek ve Zeytin / Ahmet Büke Son Adım / Ayhan Geçgin Sinema: Cloud Atlas Tartışmaları / Boklama Kültürü ve Sinema (Makale) Beyazperde’nin Karanlık Animasyonları (Makale) Kasım Ayı Müsabakası (Film karşılaştırmaları - Kolaj) “She Monkeys” ten “The Holy Girl”e,Arzunun Çığlığı (Makale) Kasım Ayı Müsabakası / Bir de Bizden Dinleyin (Kısa Eleştiriler) Vesaire: Beck’s Art Label (Röportajlar) Ahmet Nuri Sinan Cihan Kondumer DamlasuYasa OrkunTürkyılmaz Tuğçe İşçi Barış Kestane Hilmi Tezgör (Röportaj) Ali Elmacı (Röportaj) Herkes İçin Mimarlık (Makale) Her Ödülün Eti Yenmez (Eleştiri / İnceleme) AK Press (Makale) Çıfıt (Günlük)

*Mavi renkli konular sadece internette yeralmaktadır.


BEST COAST

BANT MAG.#14

BİR SONRAKİ AYIN SANATÇISI: BEN VENOM

Bant Mag. İrtibat Ofisi: Dr. Esat Işık cad. Güven Apt. No:62 D:1 Moda-Kadıköy/İstanbul Basım Yeri (Şan Ofset): Cender Yolu No:23 Ayazağa/İstanbul

Bant Mag. dijital format Busy İstanbul tarafından hazırlanmaktadır.

BANT MAG #13


MÜZİK

DİKKAT! Elinizde tuttuğunuz bu yayın bir iştah açıçıdır. Aşağıdaki internet adresine giderek Bant Mag. no:13'ün tüm içeriğine ulaşabilirsiniz. www.bantmag.com/dergi/13

13-14


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.