BAŞLANGIÇ “Hepiniz gönüllü olarak Ak Su içeceksiniz,” diye bağırdı yaşlı vaiz kalabalığın içinde sesini duyurabilmek için. “Size yarın akşama kadar süre veriyorum. O zamana kadar bunu içmeye gönüllü olacaksınız, yoksa hepiniz doğduğunuz güne lanetler okuyacaksınız. Hızlı bir ölüm bahşetmeyeceğimizi de bilin. Şimdi gideceğim ama önce...” -Serkis’e döndü ve sesi tıslamaya dönüştü- “Bu kâfir ve küstah herif Ak Su’yu tadacak ve imana gelecek.” Genç adam bir aşağılama ve acıma ifadesiyle ona baktı. “Tanrıların bunu mu yaptırıyor sana büyücü? Masum insanları tehdit ederek mi onları dinine çeviriyorsun? Zorbalıkla mı?” Vaiz senelerin biriktirdiği kinini kusar misali konuştu. “Aziler’e inanmayan hiç kimse masum değildir. Hilkat Kitabı’nda der ki: Yaşam ve ölüm, iyilik ve kötülük, aydınlık ve karanlık, merhamet ve intikam... Bu uçurumların yaratıldığı gün Aziler yeniden dirildi. Fakat doğru yoldan saptıranların nefret tohumları, kendilerinin de sürgün edildiği Araf’ın en karanlık köşelerine serpilmişti. Bu yüzden doğruluğa gönüllü olmayanlar yok edilmelidir zira onlar bu tohumların beslenip yeşermesine sebep olurlar. Dokundukları her şeyi zehirleyerek ölüm, karanlık ve sefalet getirirler. Kurbanlarının ruhları hiçbir zaman huzur bulamaz. Ama uyanın artık çünkü son yaklaşıyor. Sizi ancak Aziler ve Ak Su kurtaracak.” Genç adam yılmadı. “İman dediğin şey zorbalıkla olmaz. İnsan ya inanır, ya da inanmaz.” Kasaba sakinlerinden onaylama sesleri yükseldi. “Aziler’in düşmanları hepimizi doğru yoldan saptırmak için amansızca saldıracaklardır, aynı şekilde biz de bize verilmiş bütün güçle saldırmalıyız. Zira Aziler’in büyüklüğü ve gücü inkâr edilemez. Büyük Aydınlanma’yı ve Aziler’in bahşettiği ebedi mutlu hayatı ancak yüreklerinde Araf’ı ve Efendisi’ni barındıranlar reddedebilir.” Genç adam tek eliyle gözkapaklarına masaj yaparak başını önüne eğdi. “Bir şeyi içmek neyi değiştirecek?” Vaiz pis bir sırıtmayla “İçince anlayacaksın kâfir,” dedi. “Peki, ver şunu bana!” Serkis kızgınlıkla, şişeyi adamın elinden koparırcasına aldı. “Gönüllüyüm.” Peri birden gözyaşlarına boğuldu. Onun da aynı kadere mahkûm olmasını istemiyordu. Eğer o esrarengiz gölün yanında karşılaştıkları zaman ona inansaydı, bütün bu olanlara engel olabilirdi. Ama şimdi bunu nasıl durdurabilirdi ki? Serkis şişenin mantarını çekti. Önce çevresindeki kalabalığa, sonra yaşlı adama doğru baktı. Genç adam teslim olurcasına başını önüne eğdi. Son bir alay ifadesiyle vaize sırıttı ancak adam buna ilgisiz kaldı. Şişeyi kadeh kaldırırcasına kalabalığa doğru tuttu. “Hadi sağlığınıza canlar,” dedi. Sonra başını geriye atarak dudaklarına götürdüğü şişeyi tek dikişte bitirdi. Peri parmaklarıyla yanaklarına düşen gözyaşlarını sildi, artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Tanımaya fırsat bulamadığı bu genç adam sonsuza dek kaybolmuştu. Vaiz bir zafer edasıyla kalabalığa döndü, kollarını onları kucaklarcasına açtı. Kendince haklı gururunun mutluluğunu onlarla paylaşıyordu. “İşte şimdi bir kâfirin nasıl tövbe ettiğine şahit olacaksınız. İşte şimdi Aziler yani Yüce Kızagan, Erlik’Han ve Mergen’in gerçek gücünü göreceksiniz. Bir kâfiri nasıl aydınlatacak anlayacaksınız.”
BİRİNCİ BÖLÜM Gümüş Roya Gecenin zifiri karanlığında, ucu bucağı neredeyse görünmeyen geniş ovanın topraklarında uyuyan genç kadın sarsıntıyı hissettiği anda uyandı. Zihni, avuç içinde sıkılmış ince bir yaprak gibi ağır ağır açılırken gecenin seslerini dinledi. Onlarca cırcır böceğinin şarkısı birbirine karışmış, ona artık hiçbir zaman sahip olamayacağı huzurlu bir yaşamın hasretini dillendiriyorlardı. Yeni ay zamanı olduğu için yıldızların ışığıyla idare etmek zorunda kaldı Peri. Artık ışıksız yaşamaya çok alışmıştı. Oysaki çocukken en çok korktuğu şeydi karanlık. Şimdi ise muhtaç olduğu bir kurtarıcı hâline gelmişti. O kadar uzun zamandır yollardaydı ki ona ve insanlara musallat olan felaketler yüzünden günleri şaşırmıştı. Bu sarsıntı da neyin nesiydi böyle? “Acaba rüya mı görüyordum,” diye düşünmeden edemedi. Bazen kâbus görürken yerinden sıçradığı zamanlar oluyordu, her ne kadar bunların ne hakkında olduğunu hiç hatırlamasa bile. “Bu da onlardan biri herhalde,” diye karar verdi kendi kendine. Yine de tedbiri elden bırakmamak için doğruldu. Zira bu denli uzun süre hayatta kalmasını temkinli davranmış olmasına borçluydu. Yıldızların ışığında pek bir şeyi seçemese de fersahlarca uzanan düz ovadan geldiği yöne, doğuya doğru baktı. Yabani ağaçlar ve çalıların, ilerideki sarp dağlardan inen rüzgârın esintisiyle sessiz sedasız sallanmasından başka bir hareket aradı. Herhangi bir ateş; insan veya hayvan kıpırtısı dahi yoktu. Tatlı esintinin uğuldamasını dinledi ve gecenin getirdiği diğer sesleri... Alışık olduğunun dışında bir gürültü yoktu. “Çok dikkatli olmanın zararı yok ne de olsa,” diye düşündü. Sırtını dikleştirerek bağdaş kurdu ve kendisini varlığının merkezine, yani özüne1 bıraktı. O tatlı duyguyu aramaya başladı: Çok sıcakta terlemişken soğuk suya atladığında aldığı veya çok soğukta kaldıktan sonra sıcağa kavuşmanın verdiği hissi. Onu bulduğunda içindeki sükûnetin merkezine tamamen ulaşacaktı, yani varlığının merkezine. Sonsuzluk gibi gelen bir sürenin sonunda “Evet, işte nihayet,” dedi gülümseyerek. Derin bir nefes aldı. Hemen özüne sarıldı ve ecel gözüyle uzaklara doğru aktı, çok uzaklara... Bunu defalarca yapmış olmasına rağmen her defasında yeni bir heyecan, yeni bir tat buluyordu. Akıntıya bıraktı kendini, artık özüyle birlikte uçuyordu. Rüzgârsız ve suskun bir fırtınaya salınmış fakat yine de süzülen bir yaprak misali, ovayı süratle aştı. Bu sırada çevresinde olan biten her şeyi varlığının merkezine taşıyordu. Geniş tarlalardan birinde iki tarla faresinin karanlıkta koşuşturmasını gördü. Ormana ayrılan yoldaki kavak ağacının üstüne tünemiş bir baykuşun gözleri ışıldıyordu, kocaman kanatlarını açarak diğer ağaçtan hızla inen sincaba doğru hücuma geçti. Yaklaşık bin kulaç ilerideki çiftliğin kümesinin yanında ufak bir sivrisinek sürüsü, ölü bir civcivin etrafında vızıldıyordu. Muhtemelen bir tilki, kümesin tellerini aralamış ve civcivleri kaçırmaya çalışırken birini ağzından düşürmüştü. Peri özüne iyice odaklandı. Gecenin harikalarını aradı, uçsuz bucaksız karanlığın içinde kendisini tamamlanmış hissediyordu. Uzun süren susuzluğun geçtiği duygusu her yerini kuşatmıştı. Sanki çölde mahsur kalmış gibi doya doya su içiyor, doya doya izliyordu. İşte tam o sırada bir aydınlanma, bir varlık sezinledi. Tamamıyla saf ve özgür, zihinsel bir açıklık getirdi ona. Uykusuzluk hemen uzaklaştı Peri’den, tüm dikkatini ister istemez buna 1
Öz: Yaşam gücü.
verdi. Her ne kadar neler olduğunu tam olarak anlamasa da içini büyük bir sevinç kapladı. Daha önce böylesine masum ve hayat dolu bir öz hissetmemişti. Peri ilk görüşte aşkın ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ancak tahmini doğruysa bunun öyle bir şey olduğunu düşündü. Hissettiği bu canlı, Peri’nin göğsünden parmak uçlarına kadar her yerini titretti. Parlaklığıyla daha önce eşi benzerine rastlanmamış berrak bir ruhu andırıyordu. Tamamen gümüş ışıktan oluşmuş gibiydi ve mutlak bir ebediyete hâkimdi. Genç kadın bunu iyi anlamıştı, böyle kusursuz, böyle üstün bir yaratık sadece ölümsüz olabilirdi. Ona bir türlü doyamıyordu. Adeta müthiş bir açlığı bastırma çabasındaydı. Sevinçten ağlamak istedi fakat bu ona hakaret olurdu. Sevinç böyle bir hissi karşılayamazdı bile. Hiçbir şey hayatı bu kadar mutlu kılamazdı. Sevgi, aşk, hüzün, nefret, saadet, intikam, kibir, hoşgörü; tüm bu duygular tek bir şarkıda yoğrulmuştu. Bu canlıyı ifade eden tek bilinen vardı, o da hayattı. Genç kadın orada ne kadar durduğunu bilmiyordu ama ona saatler gibi gelen bir sürenin ardından gözlerini açtı. Sabahın ilk ışıkları, güneş doğmadan önce patikaya vurmuştu ve taze bir günü karşılayan kuşlar usul usul şarkılarını söylüyorlardı. Örümcek ağları yolları kapamış olmasına karşın serin sabah yeline karışıyorlardı. Peri ciğerlerini puslu sabahın mayhoş havasıyla doldurunca patikanın ilerisindeki çam ağaçlarından ona taşınan reçine kokusunu aldı. Uykudan yeni uyanmışçasına iki elinin parmaklarını birleştirip kollarını yukarı kaldırarak gerindi ve etrafına baktı. Gözlerinde yıldızlar çakıyordu. Daha fazla vakit kaybetmeden ayaklandı. Çok geç olmadan onun yanına gitmeliydi, ona bir şey olmaması için Ak Ana’ya dualar etti. Uyku tulumunu, çıkınını ve öbür eşyalarını alelacele sırt çantasına doldurdu. Yola koyulmadan önce gün ışığında çevresine bakındı. Herhangi bir tehlike olmadığına kanaat getirdiğinde uzun, siyah renkli elbisesini gözden geçirdi. Elbisesinin, dizinin üstüne kadar uzanan yırtmacında ve bel ile göğüs kısmında sarmal desenler vardı. Düzgün bir Sahire2 Hatun giysisiydi bu; sade ve öz. Kim olduğunu uzaktan belli ederdi ve Anatolya topraklarında Sahire Hatun unvanına, korkuyla karışık bir saygı duyulurdu. Sahire Hatun Peri, kayın ve kavak ağaçlarından oluşan ormana doğru yol almadan önce, kampın çevresinde bıraktığı izleri gözden geçirdi. Ecel görüşü gözlerini doldurdu. Çevresinde mavi ve morun değişik tonlarındaki öz bulutlarını görebiliyordu. Bunlar, havada asılı kalmış, çarpılmış ve eğrilmiş baloncukları andırıyorlardı. Yüzeyleri, içlerinde ışıklı bir sıvı varmış gibi kıpır kıpırdı. Bu ona suda yaşayan “Buğu” adlı büyülü halkı hatırlattı. Onların da sıvıya benzer hareketli bedenlerinde kıpırtılar olurdu fakat bunlar Peri’nin zihninde derinlerden gelen mırıldanmalara dönüşürdü. Genç kadın yine bu yönteme muhtaç olduğunu ve başka çözümü olmadığını bildiği için nedametle bir of çekti. Artık kendi gücünü kullanamazdı, sabaha kadar gümüş yaratığa baktığından dolayı yorulmuştu. Elini bir kulaç ötesindeki öz bulutuna kaldırdı ve avucunu açtı, içinden büyülü sözleri mırıldandı. Bulut havada sıkışıp yoğunlaştı ve elinin üstünde toplandı. Aslında bunu yapmaktan hoşlanmamasının iki nedeni vardı: İlki, kendisine ait özü zaten kullanabiliyor olması; ikincisi ise bunu, çalınmış güç olarak görmesiydi. Çünkü o Ak Ana’nın lütfuna sahipti. Peri, ödünç aldığı özün birazını kullanarak kamptaki izlerini yok etti. Ardından derin bir nefes daha aldı ve ecel görüşünü engelledi. Hafifçe eğilerek ağaçların arasına giren patikada ilerlerken bir yandan da civardaki seslere kulak kabarttı. Yaşlanmış, yosun tutmuş ağaçların rüzgârda sallanmasından ve kuşların şarkılarından başka bir şey duyamadı. Gitgide sıklaşan ağaçların arasından hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Çevresine baktığında kalın ağaç 2
Sahire: Büyücü kadın.
gövdelerinden başka bir şey göremez olmuştu. Ormanın derinliklerinde olduğu için sabahın cılız aydınlığını geçirmeyen dallar ve yapraklar, üzerine mihnetli bir battaniye misali serilmişti. Ne kadar sessiz olmaya çalışsa da geyik derisinden ayakkabılarıyla kuru dallara ve yapraklara bastıkça çatırtılar çıkarıyordu. İzlendiğine dair huzursuz bir duyguya kapılarak bir anda yürümeyi kesti, tüyleri diken diken olmuştu. Kuşların şakımaları da dâhil tüm sesler kaybolmuştu. Çılgın gibi etrafına bakındı, hiçbir şey göremedi. Tekrar ilerlemeye başlayacakken sol taraftaki çalıların arasından bir hışırtı geldi. O yöne bakıp dikkat kesildi, huzursuzluk duygusu daha da kuvvetlendi. Daha önce buna benzer bir şey hissetmemişti, ecel görüşünü de denedi fakat hiçbir şey göremedi. Tehlikenin yaklaştığını fark ettiği anda patikadan yukarıya doğru, arkasına dahi bakmadan koşmaya başladı. Bu sırada düşünmekte zorlanıyordu. Hayatı boyunca gezmiş olsa da daha önce Anatolya’nın bu kısmına hiç gelmemişti. Unutulmuş Diyar çok büyük bir yerdi ve birçok tehlikeyle doluydu. Belki de o parlak ışık onu ormana çekmek için kurulmuş bir tuzaktı. Nasıl bu kadar aptal olabilirdi ki? Hâlbuki adadan ayrıldığından beri sürekli diken üstündeydi. Bütün gece bir şeye odaklanıp kalmış, uyumadığından ötürü tüm gücünü tüketmişti. O, parıltılarla kaplı olan varlığı bu denli merak etmeseydi av haline de gelmeyecekti. Peri esaretinin yaklaştığını fark etti; nereye varacağını bilmeden koşuyordu. Ağaçlar daha da sıklaştı ve patika daraldı. Genç kadın o menhus duygunun geçmediğini, aksine gitgide arttığını anladı. Orman karanlıktı ve patikadan ayrılırsa kaçıp kaçamayacağını bilmiyordu. Böyle bir ormanda başka tehlikeler de olabilirdi. Kafası bu düşüncelerle meşgulken arkasından gelen çatırtıları ve bağrışmaları duydu. Hâlâ uzaktaydılar. Bütün umudunun kaybolduğu ve çaresizliğin bir karabasan gibi her yerini sardığı sırada, patikanın ilerisinde bir ışık gördü. Oraya doğru, büyük bir rahatlamayla koştu. Şakaklarından akan terler yanaklarından boynuna indi, sırtı da ıslaktı artık ve bacak kasları zorlanıyordu. Gayretinin sonuna erişiyordu. Tam anlamıyla ne hissettiğini kavrayamamıştı fakat bir şekilde bu noktaya getirilmişti, bundan emindi. Sanki bu ormanda onu buraya sürükleyen bir güç vardı. Patikanın bittiğini fark etti. Yolu kapatan dallar ve yapraklar arasından ışık sızıyordu. Kurtuluşa olan yolculuğunun önünde hiçbir şey duramazdı. Peri kemerinin kınından uzun bıçağını çıkardı ve dallara doğru savurdu. Yorgun olduğu için, özünü boş yere kullanmak istemedi. Bir sahire ne zaman büyü yapacağını bilmesi gerektiği kadar ne zaman yapmaması gerektiğini de bilmeliydi. Üç darbede kopan dallar arasından bir geçiş yeri açılınca, Peri hiç beklemeden öne fırladı. Kendisini geniş bir açıklıkta buldu. Burada, çevresi ağaçlarla kaplı, pırıl pırıl suları güneş ışığını yansıtan, küçük bir göl vardı. Beş kulaç mesafede bile olsa gölün içinde yüzen rengârenk balıkların, suyun yüzeyinde yarattığı hafif dalgalanmaları görebiliyordu. Peri, efsunla beslendiğini ilk görüşte anladığı bu huzur dolu yerde kalıp hayranlık uyandıran manzarayı izlemek isterdi ancak şimdi bunun sırası değildi. Onu takip edenlerin yaklaştığını hissederek gölün çevresinden koşmaya başladı. Suyun karşısına geçip ormana dalmaktan başka bir çaresi yoktu. Daha yolu yarılamadan, gölde yüzen bir adam olduğunu gördü. Peri, ona görünmeden geçmek isterken, çok geç kaldığını adamın bakışlarını fark ettiğinde anladı. Adam, hayretle kocaman açılmış, yemyeşil gözleriyle onu süzüyordu. Peri de onu izlemeye devam etti ama durmadı. Genç adamın suda çırılçıplak olduğunu anlayınca başını çevirdi. Dikkatini dağıtmak için, daha önce ağaçların arasından göremediği fakat şimdi kuvvetle ifşa olmuş semaya doğru dikti gözlerini. Güneşin yeni doğduğu açık mavi gökyüzünde, uzakta kanat çırpan bir karartı görür gibi oldu. Bunu irdeleyecek zamanı olmadığını bildiğinden adımlarını sıklaştırmaya çabaladı fakat
Peri’nin artık koşacak dermanı kalmamıştı. Elini, ağrımaya başlayan dalağına bastırdı ve zar zor nefes alarak yavaşladı. “Sen de kimsin?” dedi adam. “Nereden çıktın böyle?” Şaşkınlığına rağmen sesi, musiki gibi dinlendiriciydi. Peri’nin gönlü cebbar korkularla yağmalanmasa onun sesiyle sefa bulurdu. Adam onun bulunduğu kıyıya doğru yüzmeye başladı. “Hey! Bekle, nereye gidiyorsun?” Peri, ona aldırmadan arkasına baktı. Takipçileri henüz ortalarda yoktu. Yakalanmasının an meselesi olduğunu bildiğinden, kıymetli zamanını boşa harcamamalıydı. “Geri dur,” dedi olabildiğince tehditkâr bir sesle. Bitkinlikten neredeyse yere yığılıp kalacaktı. “Sakın bana yaklaşayım deme.” Genç kadın isteyince ne kadar tehlikeli olabildiğinin farkındaydı; karşılaştığı insanların yüzünde korkuyla karışık nefreti görmeye alışıktı. Adam onun birkaç kulaç gerisinde kıyıya çıktı, kısa bir süre suların üzerinden akmasını bekledi. Ardından yerdeki kestane rengi deri çantasından uzunca, beyaz bir havlu çıkardı. Kaslı, ıslak vücudunu ve saçlarını kuruladı. Çıplak olduğu hâlde hiç utanmışa benzemiyordu. Onun yerine Peri utanıp kızardı. Genç adam çantasını biraz daha açtı ve giysilerini çıkarırken, hızlı hızlı yürüyerek uzaklaşan kadına doğru “Nereye gittiğini biliyor musun bari?” diye sordu sesini biraz yükselterek. “Yardım istemediğine emin misin?” Peri ona dönmedi çünkü adam hâlâ çıplaktı. Fakat sesini düzeltmeye çabalayarak “Hayır. Ama aklın varsa sen de kaçarsın. Peşimde birileri var,” diyebildi. Adımlarını yavaşlatmadan yürümeye devam etti, arkadan gelen seslerden adamın giyindiğini anlayabiliyordu. “Hayır, peşinde kimse yok,” dedi adam tartışmayı sonlandırırmış gibi keskin bir tonla. “Unutulmuş Diyar’dasın ve o geldiğin ormandaki ağaçlar biraz kötüdürler, yani insanların zihinleriyle oyun oynarlar. Özellikle ne amaçla geldiğini ve kim olduğunu bilmiyorlarsa.” “Birkaç tane aptal düş ağacının beni kandırabileceğini mi sanıyorsun sen? Ben sahireyim,” diye karşılık verdi Peri. Durup iri adama döndüğünde, onun kaslı bedeninin artık yalnızca üst kısmının çıplak olduğunu görüp rahatladı. Boyu Peri’den hayli uzundu. Dizlerinin üstünde büyük cepleri olan, koyu yeşil bir pantolon giymişti. Çantasından temiz, siyah bir gömlek ve aynı renkte bir deri ceket çıkardı. Yüzüyle mükemmel bir orantıya sahip dik bir burnu vardı ve iri elmacık kemiklerinin oluşturduğu pürüzsüz yüz hatları keskindi; yuvarlak ve kasılmış düz çenesinde, saçlarına nazaran daha koyu renkli ufak bir sakal duruyordu. Kuruladığından dolayı dağınık duran uzun saçları ise kum rengindeydi. İnce kaşları çatılmış haldeyken, bir şahinin bakışlarına sahip gibi görünüyordu. Birbirlerini kaçamak bakışlarla incelemelerinin ardından adam, “Sahire mi? O ne oluyor? Cadı kadın gibi bir şey mi?” diyerek sessizliği bozdu. Genç kadın gücünü boşa sarf etmek istemediğinden, sadece başıyla onaylamakla yetindi. Sahirenin ne demek olduğunu bilmeyen biriyle ilk defa karşılaşıyordu. “Cadı mı?” diye düşündü içinden. “Gerçekten bir cadı görsen nereye kaçacağını şaşırırsın.” Kendi kendine adamın saflığına gülümsedi. “Yine de fark etmez. Peşindekiler gerçek olsa bile, o ağaçlıktan çıkıp buraya gelmeleri imkânsız. Sen nasıl gelebildin, ona şaşırdım zaten. O ağaçlığa girip kaybolan nice kişiler biliyorum.” Adamın yüz ifadesinden neredeyse hiçbir şey okunmuyordu ama hem sevecenlik hem de tehlike uyandıran gözlerini bir anlığına dahi genç kadının üzerinden ayırmamıştı. “Peşimde büyücüler olabilir,” dedi genç kadın. “İnan bana, geldikleri zaman burada olmak istemezsin.”
“Ben kimseden korkmuyorum,” diye yanıtladı adam olaya noktayı koyarcasına. Peri, artık çaresizliğinin sonuna varmış olmasına karşın adamın sesindeki yatıştırıcı ton ona güven veriyordu. Genç kadın onu etkisi altına alan paniğin azaldığına ve tekrar sağlıklı düşünebildiğine inanamıyordu. Adama artan bir ilgiyle baktı. Korkmamasının nedeni cahillik veya aptallık değildi kesinlikle. Onun hiçbir şey anlatmayan yüz ifadesi ve avını parçalamayı bekleyen bir yırtıcının gözlerine sahip olması, tehlikeli mizacını belli ediyordu. Sebebini anlayamasa da bu bakışlar Peri’ye çok tanıdık geliyordu. Hem aşırı bir tutarlılığı vardı hem de kendisinin başka bir parçasıydı sanki. “Ben Yeşim kızı Sahire Peri. Senin adın nedir?” diye sordu alelacele; elindeki uzun bıçağını kemerindeki kına soktu. “Melis oğlu Serkis.” Peri güç de olsa gülümseyerek “Memnun oldum Melis oğlu Serkis. Biliyorum bana inanmıyorsun ama ikimiz de tehlike içindeyiz. Hiç olmazsa beni buradan daha güvenli bir yere götürür müsün?” dedi. Serkis kusursuz hatlarını bozmadı. “Tabii ki.” Peri ise ona inanmayan gözlerle baktı. “O kadar mı yani? Benim kim olduğumu bile bilmiyorsun ama. Neden bana yardım ediyorsun?” “Sınavı geçtin,” dedi Serkis. Peri aniden açığa çıkan öfkesine hâkim olmaya çalıştı. “Ne sınavı?” “Sana söyledim, eğer buraya gelebildiysen, bu bana zarar vermeyeceğin anlamına geliyor,” dedi genç adam. “Hem sen neden benden yardım istiyorsun? Belki kötü biriyim, sana zarar vereceğim.” Peri “Oyun oynamaya vaktim yok,” diye kızdı ona. “Bana zarar vermeyeceğini biliyorum çünkü sahireyim ben. Kimden zarar geleceğini anlarım.” Bu kısmen doğruydu ama sıradan biriyle özün bilinen ayrıntılarıyla ilgili konuşmanın bir manası yoktu. Yine de çok dikkatli olmaktan zarar gelmez diyerek ecel görüşünü kullandı. İşte o anda yüreğinde bir sancı hissetti, birisi adeta bir bıçakla deşmişti onu. Büyük bir şokla olduğu yerde kalakaldı. Adamdan yayılan hayatla dolmuştu Peri’nin ruhu, boğazı düğüm düğüm olmuştu. Kendisini sükûtun bozgununa uğrayan solgun bir kasırganın göbeğinde buluverdi. Serkis’in gümüş ışığı onu nice duyguların seline doğru sürükledi. Dün gece gördüğü aynı muhteşem ışık, aynı özdü bu. “Sen!” diye kükredi parmağıyla onu işaret ederek. Az önce yediği şokun darbesiyle kasılmış bacaklarını zorla hareket ettirdi ve hızla geri geri yürüdü. Adamdan uzaklaşırken uzun bıçağını kınından çekti. Ucunu ona doğrulttu. “Dur! Nereye gidiyorsun?” diye seslendi adam. Bıçağı hiç fark etmemiş gibiydi. “Ne oldu?” Genç kadın gardını alarak adımlarına devam ederken başını çevirip arkasına baktı ama hemen adama döndü. Ecel görüşünü engellemişti çünkü ona özünü kullanarak bakarken başka bir şey yapmayı düşünmek imkânsızdı. Onun gümüş varlığı ruhunu dahi kör edebilirdi. “Beni tuzağa çeken sendin,” dedi Peri hırsla. Aptallığına yanıyordu. Tüm gece bu adamın özünü izlediği yetmiyormuş gibi, şimdi de aynı yemle yakalanacaktı. “Ne tuzağı? Kim olduğunu bile bilmiyorum,” dedi genç adam. Acımasız mükemmellikteki hatları, bir anlığına gevşemişti fakat göz açıp kapayıncaya kadar eski hâline dönmüştü. “Bak, başına ne geldiğini bilmiyorum fakat benden korkmana gerek yok. Buraya yakın bir kasaba var. Evim oraya yakın. Ben sadece avlanmaya geldim ormana,” dedi ve bir eliyle omzuna dokunarak sırtındaki yayı işaret etti. Sonra aynı eliyle gölü gösterdi. “Av bulamayınca serinlemek, hem de yıkanmak istedim.” Onu baştan aşağı iyice süzdü. “Dinle. Çok yorgun görünüyorsun. Biraz taze domates çorbası sana iyi gelecektir.”
Peri, domates çorbasını dediğini duyunca içinden kahkaha atmak geldi. Başına gelen o kadar şeyden sonra adamın söylediklerinin doğru olmasını istedi. Lakin doğru olmasını istemek, yalana inanmaya davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildi. “Ben sorun istemiyorum,” dedi Peri alçak sesle. “Sadece yoluma gideceğim. Beni takip etme.” Serkis ağır ağır iç geçirdi. “Peki, sen bilirsin ancak Unutulmuş Diyar’da olduğunu unutma. Kaybolup yolunu bulamazsan,” pantolonunun cebinden bir şey çıkardı, onu göstermek için önüne kaldırdı, “Bunu kullan.” Deri bir keseydi. Peri’nin korkusunu alevlendirmemek adına keseyi ona doğru fırlattı, kese kadının önüne düştü. Peri durup baktı ama onu yerden almadı, yalnızca kendi yaşlarındaki genç adama göz gezdirdi. “Nedir bu?” diye sordu. “Eğer kaybolursan veya başına bir şey gelirse içindeki taşı kullanarak nereye gitmen gerektiğini görebilirsin. Ama dikkatli ol, büyük ihtiyaç hâlinde kullanmalısın. Seni istediğin yere yönlendirir,” diye cevap verdi adam sade bir tonla. Genç kadın iyice uzaklaştığından ötürü sesini biraz yükseltmek zorunda kalmıştı. “Bunu kabul edemem. Doğruyu söylediğini nereden bileceğim?” Serkis’in yüzü sırlarını korusa da sesinden hafif kızdığı belli oluyordu. “Tamam haklısın. Git o zaman yoluna.” Peri, kendini hüzün yağmurunda buldu fakat başka bir şey söylemeden ormanın kıyısına kadar yürüdü. Neden böyle hissettiğini bilmiyordu. Mantıklı olanı yapmıştı oysa. Genç kadın ağaçların arasına doğru yol almadan önce iyi bir karar verdiğini umarak son bir kez daha Serkis’e baktı. Genç adam omzunda yayı, sadağı ve çantasıyla, onunla göz göze gelmeden, başka bir yerden ormana dalarak gözden kayboldu, deri kesesi de ortalarda yoktu. *** Serkis kasabaya yaklaştığını, etrafındaki ağaçların azalıp patikanın yükseldiğini gördüğü zaman anladı. Ormanın bildiği tüm ücra köşelerini aramasına rağmen ava çıktığının dördüncü gününde bile hâlâ takdire değer bir av bulamamıştı, bu defa çantasına attığı üç tavşanla yetinecekti. Zaten av onun için sadece bir eğlenceydi. Unutulmuş Diyar’ın güzelliklerini tatmayı daha çok seviyordu. Gizli yeri olan en sevdiği Alacagöl’de yüzmek, Gözyaşı Şelalesi’nin arkasındaki kristal mağarasını ve Alev Bacaları’nı ziyaret etmek gibi… Tabii yakın zamanda çok daha ilginç bir şey olmuştu. Peri Hatun ile tanışmıştı. Genç kadın sürekli aklındaydı şimdi, onu düşünmeden edemiyordu. Onunla bir evvelki gün karşılaşmışlardı ve o gece gözünü uyku dahi tutmamıştı. “Başına ne geldi de o kadar itimatsız davranıyor acaba ve şimdi nerede, ne yapıyor?” diye düşünmeden edemedi saatlerce. Serkis daha önce öyle biriyle karşılaşmamıştı. Dik omuzlar, ödün vermeyen bir gurur, harika hatlara sahip bir endam, küçük ve kavisli bir açıyla inen burnu, ince dudakları ve gülümsediğinde sol yanağında beliren ufak gamzesiyle sanki özenle çizilmiş de yaratılmıştı. Nebil Saray Kenti’ndeki duvar resimlerinde de benzer kadın yüzleri görmüştü ama onları sanatçılar çizmişti ve bu kadın onlardan bile daha mükemmel bir yüze sahipti. Hafif çekik, gri gözleri Serkis’in nefesini kesecek kadar keskindi; hiç hissetmediği kadar büyük muhatara taşıyordu üzerinde: bir vahşilik, bir gazap… Ölüm dahi bu kadının hiddetiyle baş etmekten iyiydi. Ama en çok da o simsiyah elbisesi ilgisini çekmiş, ona gizem üstüne gizem katmıştı. Kare kesimli göğüs kısmı dantellerle ve sarmal biçimde işlenmiş çiçek motifleriyle süslenmişti. Belinde yine aynı renk deri bir kemer, uzun bıçağı için bir kın vardı. Gerçek bir kadın elbisesiydi, aynı zamanda bir savaşçının zırhı gibiydi. Serkis onun karşısında
kendisini çok basit bir köylü gibi hissetmişti. Saraylara, hünkârlara3, imparatorlara eş bir kadındı. Eğer Bilge Hatun’un ona öğrettiği gibi yüz ifadesini saklamayı beceremeseydi, utancı açık bir kitap gibi okunacaktı. Fakat Fısıltılı Orman’ın en ücra köşesinde ne arıyordu? Üstelik Serkis’in esrarengiz gölünü nasıl bulmuştu? Onun değerli sükûneti tattığı nadir yerlerinden biriydi, ona aitti. Bir keresinde amcası onu günlerce aramış fakat bulmayı başaramamıştı. Serkis, kasabanın yakınındaki kulübeye geri geldiğinde adam meraktan deliye dönmüş hâldeydi. “Büyüyle alakalı bir şey olsa gerek,” diye düşündü genç adam. Düşüncelerinden çıktığında öğleden sonra güneşinin güneydoğudaki karlı dağ sırasının üstünden ve kara bulutların arasından göz kırptığını gördü. Serkis dertlendi. Yine yağmur yağacak gibiydi. Orman arkasında kalmıştı. Ekrit Efendi’nin tarlasının yanındaki patikadan geçerken hafif bir rüzgâr eserek hasat zamanı gelen ekinlerin polenlerini uçuşturdu. Serkis derin nefesler alarak esintinin taşıdığı ağaç, bal ve çiçek kokularını tadına varırcasına ciğerlerine çekiverdi. Genç adam kasabanın, sıraya dizilmiş granit evlerini uzaktan görebiliyordu. Duvarları fildişinden kırmızıya kadar, muhtelif renklerle boyanmıştı. Bazıları tek, bazıları iki katlıydı. Bazılarında balkonlar, bazılarında geniş bahçeler, bazılarında ise teraslar vardı. Yağacak olan yağmur, evlerin çatılarını aklına getirdi çünkü hâlâ akıtmaya devam edenler vardı. Daha önce yapılanlara yağmurun birikmemesi için eğim dahi verilmemişti ve su bulduğu boşluklardan içeriye giriyordu. Kilden yapılmış kiremitle örtülü çatı fikrini kasaba halkına o getirmişti. Çömlekçi kadın ve kızları, kiremitleri Serkis’in istediği gibi yapınca ilk olarak onların evinin çatısının yeniden yapılmasına yardım etmişti. Bunun diğerleri gibi akıtmadığını gören kasaba halkının çoğu yapılana hayran kalmış ve ondan yardım istemişlerdi. Kimse ona bunu nereden öğrendiğini sormadı. Zira herkes bu sorunun sorulmaması gerektiğini bilirdi, özellikle cevabını çok iyi bildikleri soruları sormazlardı. Bu bilgiyi tabii ki Yaşlı Kadın sayesinde edinmişti. Gerçekte Bilge Hatun olarak bilinen kadın hakkında konuşmak kasaba halkının sevdiği bir şey değildi. Eğer onunla ilgili konuşurlarsa -kadın onları uzaktan duyup üzerlerine lanet salacakmış gibi- başlarına büyük bir uğursuzluk geleceğine inanırlardı. O sebeple neredeyse kasabadaki hiç kimse mecbur kalmadıkça ondan bahsetmek istemezdi, sanki öyle biri kasabanın yakınındaki ormanda yaşamıyordu. Ne zaman konusu açılsa aceleyle konuşurlar veya konuyu değiştirirlerdi. Bahsedenler de Yaşlı Kadın derlerdi ona. Serkis, kasaba halkının neden böyle davrandığını merak eder ve bunu onlara sorardı ancak hiçbir zaman amcasından da diğer insanlardan da doğru düzgün bir cevap alamazdı. Her seferinde saçma sapan bahaneler duyuyordu. Serkis, Bilge Hatun’a yaşlı demelerine pek anlam veremiyordu zira görünüşte hiç de yaşlı sayılmazdı. Doğduğundan bu yana kırk yaz geçmiş gibiydi. Yıllar, ondan bir şey götürmemiş aksine ona asalet ve güzellik katmıştı. Kasabalıların varlığından haz etmediği bu kadını, Serkis çocukluğundan beri sever ve günlerini onsuz geçirmek istemezdi. Genç adam ailesini hiç görmemişti. Annesi Serkis’i doğururken, babası da o doğduktan iki yaz sonra bir hastalıktan ölmüştü. Tabii bu ona çocukken anlattıkları bir şeydi, hâlbuki Serkis ergenliğe eriştiği zaman gerçeği, Bilge Hatun’dan duymuştu. Kadın ilk defa o gün, onu büyülü Alacagöl ile tanıştırmıştı ve ona su iyelerini göstermişti. Sırların saklanması için ideal olan ve
3
Hünkâr: Hükümdar.
konuşurlarken onları kimsenin duyamayacağı bu yerde Bilge Hatun ona, öz annesi olduğunu söyledi. Kadının gerçek adı ise Melis’ti. Bu sırra onlardan başka yalnızca amcası vâkıftı. Serkis, annesine neden bunu kendisinden sakladığını sorduğunda kadından şu cevabı aldı: “Ergenliğe yeni erdin ve yaşın daha önce bu sorumluluğu alamayacak kadar küçüktü. Artık büyüdüğün için bu sırrın sorumluluğunu alman gerekiyor ve bunu hiç kimseye, hiçbir durumda söylememelisin.” Bu sırrı neden saklamaları gerektiğini sorduğunda ise annesi, düşmanlarının bulunduğunu ve oğlu olduğunu öğrenirlerse ona zarar verebileceklerinden korktuğunu anlattı. Babasının kim olduğunu sorduğunda ise düzgün bir cevap alamadı, sadece uzun zaman evvel öldüğünü söyledi. Serkis’e, zamanı gelince her şeyi açıklayacağına dair söz verdi. Genç adam, bu konuda ne düşünmesi, ne hissetmesi gerektiğini idrak edemedi. Bilge Hatun’u zaten çok seviyordu ve onun bir akıl hocası, çok iyi bir dost olduğunu biliyordu, onun için yapmayacağı şey yoktu. Onu daha fazla sevemezdi ya. O zamana kadar onu zaten annesi gibi görmüştü. Serkis, Merki kasabasında oturmuyordu. Bilge Hatun’un kulübesine yakın, iki katlı ahşap bir evde amcasıyla yaşıyorlardı. Serkis’in bildiğine göre yaşlı adam eski bir savaş gazisiydi. Ancak ısrar etmesine karşın ona savaş öykülerini anlatmazdı. “Savaşın güzel bir yanı yok,” derdi. “Neyini anlatayım?” Geçmişi hakkında konuşmak adamın sevdiği bir şey değildi. Evlerinin önünde çiçek tarhlarıyla süslü bir bahçeleri vardı. Serkis kendini bildi bileli, Bilge Hatun gün aşırı gelip bahçeyle ilgilenirdi. Böyle zamanlarda onunla çok uzun sohbetleri olurdu. Ona bahçenin nasıl bakılması gerektiğini, bitkilerin ve çiçeklerin ne kadar narin olduklarını, aynı zamanda içlerinde güç barındırdıklarını, hangi bitkinin insana yararlı olduğunu, hangisinin hastalıklara iyi geldiğini, hangisinin insana zararlı olduğunu izah eder dururdu. Bilge Hatun okumayı dahi öğretmişti ona. Annesi Unutulmuş Diyar’lı olmadığı için genç adam ona sürekli sorular sorardı. Serkis dış dünyayı, Anatolya’daki diğer diyarları çok merak ediyordu. Amcası ise kadın ziyarete geldiğinde evde pek durmazdı. Kasaba halkının tavrını benimsememişti kadına karşı fakat elinden geldiğince onunla yüzgöz olmak istemezdi. Bilge Hatun’un evine gelmesi ve Serkis ile arkadaşlık etmesi hakkında ise en ufak bir şey bile söylemezdi. Hatta bazı akşamlar kadını yemeğe çağırdıkları olurdu. Bu zamanlarda amcası Ekrem, Bilge Hatun’la kısa sohbetler ederdi. Bilge Hatun her ne kadar kasaba halkı tarafından görmezden gelinse de Diyar’ın hünkârı olan Melike’nin4 danışmanıydı. Unutulmuş Diyar beş ayrı vilayetin bölgelerine ayrılmıştı ve Merki kasabası gibi onlarcası bu vilayetlere bağlıydı. Melike, Unutulmuş Diyar’ın baş hükümdarıydı ve görkemli Nebil şehrinde yaşıyordu. Saray kenti yüksek bir plato üzerine kurulmuştu, her yere tepeden bakıyordu. Serkis on beşindeyken annesi ilk defa onu da saraya götürmüştü. Serkis’in, Bilge Hatun’un bilgisine, tecrübesine olan hayranlığı daha da artmıştı. Mermer kaplamalı binalar, heykeller, onlarca devasa muhafız kuleleri, akarsu ve su kanalı köprüleri, havuzlar, türbeler, mektepler, medreseler, dükkânlar… Serkis daha önce böylesine ihtişamlı taş, granit, mermer oymacılığına; sanata ve kültür zenginliğine şahit olmamıştı. Bilge Hatun o gün onu bir ilim mektebine başlatmıştı. Orada matematik, fen dersleri aldı iki yaz dönümü boyunca. Hocaları mektep yüzü görmemiş birisinin okuyabildiğini gördüklerinde önceleri çok şaşırmışlardı ama Serkis’in ne kadar çabuk öğrendiğini fark ettiklerinde bunu bir daha dile getirmemişlerdi. Oradaki hocalarından aldığı başarı 4
Melike: Kadın hükümdar.
mektuplarıyla mektepten çıktığı zaman oymacılığı ve mimariyi öğrenmek istediğini anlamıştı zira büyük kent ona bu arzuyu aşılamıştı. Annesi onu daha büyük bir mektep olan Nebil Medresesi’ne götürmüştü. Orada, mektepte gördüğünden daha az öğrenci vardı. Zaten haftada üç gün Nebil’e geldiği için öğrencilerle çok fazla konuşmuyordu. Birçoğu Asilzade veya Hatun çocuklarıydı, hepsinin burnu havadaydı. Bu yüzden sadece birkaç arkadaş edinmişti. Üç yaz dönümü sonunda oradan da başarı belgesini almıştı. Yüksek matematik, fizik, kimya, coğrafya, astronomi ve felsefenin ilerideki hayatına çok şey katacağını bildiği hâlde, genç adam o şehirde kalmak istememişti. Orman ve doğayla iç içe olmayı daha çok seviyordu. Şehirde kalmak istese birçok iş imkânı vardı aslında. Bilge Hatun’u tanıyan Asilzadeler, Serkis’in onun öğrencisi olduğunu ve medreseden mezun olduğunu duyduklarında güvercin postasıyla onun Merki’deki evine haber ulaştırmışlardı. Fakat Serkis yaşadığı yerde mutluydu ve öğrendiği şeylerle burayı daha yaşanır kılmayı tercih ediyordu. Bilge Hatun onu bu kararından dolayı hiç eleştirmedi fakat amcası, altı ay dönümü boyunca ona surat astı ve her defasında “Burası senin gibi zeki bir adam için batak yeri. Git ve hayatın kurtulsun,” gibi şeyler söyledi. Bilge Hatun gibi Melike’ye danışmanlık yapan nüfuzlu birinin, neden onu hiçe sayan insanlarla dolu bir sınır kasabasında yaşadığını idrak edemiyordu Serkis, yani annesi olduğu için ona yakın olmak istediği belliydi, o kadarını biliyordu lakin ayrıntısını merak ediyordu. Bunu Alacagöl’ü ziyaret ettikleri bir gün ona sorduğunda, annesi sebebinin Serkis’le aynı olduğunu, ormanı çok sevdiğini ve aynı zamanda gözlerden ırak olduğundan onu daha rahat koruyabileceği bir yer olduğunu söylemişti. Kasabalının neden ona karşı böyle davrandığını sordu. Kadın, onun saf tavrına karşı gülümsediğinde yanaklarındaki tatlı kırışıklıkları ortaya çıkmış ve boncuk mavisi gözleri uzaklara dalmıştı. Serkis yanıt vermeyeceğini sandığı anda “Çünkü ben bir cadıyım. Büyük güçlerim vardı, hâlâ biraz var. İnsanlar anlamadıkları şeyden korkarlar,” demişti. “Anlamadıkları şeyler onlara korku getirir. Bu korkuyu yenebilmek için daha çok korkacakları bir şey gerekir, her zaman.” Kadın bir müddet bekleyip sormuştu. “Sen benden korkuyor muydun daha önce, annen olduğumu öğrenmeden önce?” “Neden korkayım? Beni korkutacak bir şey mi yaptın?” diye cevap vermişti. “Sen benim en iyi arkadaşımdın, hâlâ öylesin. Bana bir sürü şey öğrettin, beni dinledin. Bana zarar verecek bir şey yapmadın.” Kadın çehresine yayılan şefkatle, ona sarılarak yanıtlamıştı bu sözlerini. Serkis onun korkuyla ilgili söylediklerini gerçekten iyi biliyordu. Buna onunla birlikte şahit olmuşlardı. Çömlekçi Duru Hanım’ın küçük kızlarından Esim iki ay dönüşü evvel çok hastalanmıştı. Kasabadaki şifacılar bir türlü onu iyileştirememişlerdi ve on yaz önce doğmuş küçük kızın durumu daha kötüye gidiyordu. Kocası iki yaz evvel aynı illetten ölen orta yaşlı Duru Hanım ne yapacağını bilemez haldeydi. Genç adam aileyi yakından tanıyordu ve ziyaretlerine gittiği zaman annesinin söylediği şey aklına gelmişti: İnsanların korkusunu daha büyük bir korkuyla yenmek. Ona kızını Bilge Hatun’a götürmeleri gerektiğini ve onu iyileştirebilecek tek kişinin o olduğunu söyledi. Önce ona bağırıp çağırdı kadın, kızını iblislere teslim etmeyeceğini söyledi. Ardından Serkis’i bir hışımla evinden kovdu. Genç adam neye uğradığını şaşırmıştı ama bir sonraki gün Duru Hanım’ın erkek kardeşi ve Serkis’in arkadaşı olan Lefin, beti benzi atmış, uyuyan Esim’i kucağında taşıyarak getirdi. Duru Hanım ise hemen ardındaydı. Kadının tombul yüzü aynı kızı gibi bembeyaz kesilmiş, bir evvelki günden beri eti içeri çekilmiş gibiydi. Daha ne olduğunu anlamayan genç adam, kıpkırmızı gözlerle ağlayarak özür dileyen Duru Hanım’a sarılarak onu teselli etmeye çalıştı. Duru Hanım, Yaşlı Kadın’ı çağırmasını istedi. Genç adam evden çıkıp alelacele annesini çağırmaya gitti ama onu kulübesinde
bulamayınca panikledi. Çünkü kadın evinden pek çıkmazdı. Yiyeceklerini ve öbür ihtiyaçlarını ondan aldığı parayla kasabadan alıp getiren Serkis olurdu. O an nerede olabileceğini bilmediği için hüzünle onu evde bekleyen Duru Hanım’ın yanına döndü. Annesini evde, Duru Hanım’ın yanında otururken gördüğünde çok şaşırdı lakin onu daha da şaşırtan Esim’in uyanık olmasıydı, kızın yüzüne renk gelmişti. Neler olduğunu anlayamayan Serkis, onu gördüğünde ayağa kalkan ve gülümseyen annesinin yanına sarhoş bir halde gittiğinde küçük kızı yakından gördü. Siyah düz saçları omuzlarına düşmeyecek kadar kısa, ela gözlü Esim, eskisi gibi al yanaklı yüzünü ona dönüp hoplayarak onun boynuna sarılınca genç adam kahkahalarla güldü. Annesini ilk defa başka insanların yanında görüyordu. Neden sonra daha da tuhaf bir şey oldu. Duru Hanım ile Lefin ansızın kendilerini yerlere attılar, Bilge Hatun’un siyah eteğini öpüyorlardı. Kadın sade ve desensiz entarisinin kırışıklıklarını düzelterek onlara doğru eğildi. “Çok sağ olasın Bilge Hatun. Canım yavrumu kurtardın.” Kadın ellerinden tutarak onları yerden kaldırdı ve “Bunlara hiç gerek yok,” dedi. Aksine Duru Hanım’ın titreyen ellerini tek tek öptü. “Bana kızını kurtarmam için bir şans verdin. Korkunu yenerek bana geldin, asıl sen bana iyilik yaptın. Bir can kurtarmama yardım ettin. Bunun benim için değerini bilemezsin.” Duru ağlayarak kadına sarıldı. Yanaklarından düşen gözyaşları yeşil kazağına damlıyordu. Onu içtenlikle karşılayan Bilge Hatun mırıldandı. “Yalnız hayatta her şeyin bir karşılığı var.” Duru kendini geri çekerek pembe yanaklarında kirler bırakan gözyaşlarını yeşil entarisinin koluyla silmeye çalıştı. “Tabii ki. Yavrumu bana bağışladın, ne istersen…” Bilge Hatun sözünü kesmek maksadıyla onu omuzlarından tuttu. “Kendim için bir şey istemiyorum. Fakat hayatta her şeyin bir bedeli olması gereklidir. Her şeyin bir karşılığı olmazsa denge olmaz, karmaşa olur.” Onun neden bahsettiğini yalnızca Serkis anlıyordu. Onunla uzun sohbetleri ve mektepteki dersleri sırasında bunları defalarca dinlemişti: denge ve karmaşa ortamları, tümdengelimde oluşabilecek bozulmalar, kararsız durumun götürüleri ve tahmin edilebilir olmaktan çıkışı... Duru boş boş ona baktığında, Bilge Hatun onu bırakarak Serkis’in kucağındaki Esim’in sol bileğini eline aldı ve kızın annesine gösterdi. “Bunu görüyor musun?” diye sordu ona. Duru kızın bileğine göz gezdirdi. Küçük kızın nabzının bulunduğu bölgenin üstünde kocaman bir karartı vardı, neredeyse bileğinin genişliğindeydi. “O kara leke nereden geldi?” diye sordu. “Daha önce yoktu.” “Hastalığın iyileşmesinin bedeli bu işte,” dedi Bilge Hatun. “Dediğim gibi her şey dengeden ibarettir. Hastalığı bu karanlığa bağladım, eğer gereken yapılmazsa hastalık geri dönecektir.” Kadın kızın bileğini bırakınca, Duru onu kendi kucağına aldı. “Peki, ne yapmamız gerekiyor?” “Söylediklerimi harfiyen yerine getirmeniz lazım.” “Elbette Bilge Hatun! Ne isterseniz yapacağız,” dedi Lefin. Bilge Hatun cevap vermedi. Serkis ona baktığında kara kara düşüncelere daldığını anlamıştı. Bir eliyle çenesini tutuyor, bakışları Duru’ya doğru olmasına rağmen onu görmüyordu. Uzun bir süre sonunda konuştu. “Her yeni ayın ilkinde bir kuzu kurban edeceksin. Kuzuyu kendin keseceksin veya kızınla aynı kandan olan bir akraban. Kuzuyu öldürdüğün bıçakta Esim’in bir damla taze kanı olmalı.” Duru konuşamaz hâldeydi. Lefin tırmalayan sesiyle sordu. “Kuzu mu?”
“Evet, başka bir hayvanın yavrusu da olabilir, geyik veya kurt gibi. Fakat onları bulmakta zorlanabilirsiniz. Yavrusuna insanlar gibi davranan hayvanların yavrularını keseceksiniz. Her yeni ay günü. Gündüz veya gece fark etmez. Tek yapmanız gereken hayvanı aileden birinin öldürmesini sağlamak ve bıçağı kullanmadan önce Esim’in bir damla kanıyla yıkaması, her defasında bu şekilde olması gerekiyor. Hep aynı bıçağı kullanmaya çalışın.” Bu defa Serkis sordu. “Kaç defa? Kaç defa bunu yapmaları gerekiyor?” Sorunun cevabını tahmin ediyordu fakat yine de dayanamamıştı. “Kızın bileğindeki karartı kaybolana kadar tabii ki. Tam olarak ne kadar süreceğini bilemem. İki ay dönüşünden sonra yavaş yavaş silinmeye başlayacaktır. Tamamen kaybolana kadar yapmanız lazım. Hatta kaybolduktan sonra bir iki ay dönüşü daha yapın, tamamen emin olmak için.” Duru, kızının saçlarını kokladıktan sonra Ak Ana’ya bir dua mırıldandı. “Peki, bu sırada Esim iyi olacak mı? Hastalık geri gelmez değil mi?” “Hayır, geri gelmeyecek. Adakları verdiğin sürece sorun olmaz. Fakat adakları zamanında ve dediğim şekilde yapmazsan karartı büyür ve bir ay içinde hastalık geri döner. Yeni ay zamanında anası hayatta olan bir hayvanı, aileden biri, Esim’in taze kanı üzerinde olan bir bıçakla keserek öldürecek. Unutmayın.” Duru önce kızının yanaklarını öptü. Başını saygıyla öne eğerek cevap verdi. “Unutmayacağım. Kızımın hayatı için ufak bir bedel bu. Teşekkürler Bilge Hatun. Bundan sonra ne istersen kapım her zaman sana açıktır. Ak Ana dualarımı yanıtladı sonunda.” “Ben de teşekkür ederim. Benim kapım da her zaman açık,” diye karşılık verdi kadın. Küçük kızın saçlarını karıştırıp ona tebessüm ettikten sonra arkasını döndü. Bir müddet bir şey söylemedi fakat bakışlarının hiçbir şeyi algılamadığını fark eden genç adam onun yeniden düşüncelere gömülmesini istemediğinden, aklını kurcalayan şeyi sordu. “Bilge Hatun ne oldu?” “Bu hastalık,” dedi. “Ateş Vebası…” “Ateş Vebası mı?” diye sözünü kesti Lefin; kahverengi gözleri irileşti. Serkis kendi yaşındaki arkadaşı olan genç adama sinirlendi. İnsanların sözlerinin kesilmesinden hoşlanmazdı. Kadın ona aldırmadan devam etti. “Evet. Ateş Vebası insandan insana bulaşır. İlacı yoktur. Esim bunu nereden kapmış olabilir?” Duru, Lefin ile göz göze geldikten sonra cevap verdi. “Babası aynı illetten iki yaz evvel vefat etti. Hastalığın adını bilmiyorduk.” “O zamandan bu yana başka kimse hastalanmadı mı?” Duru “Bilmiyorum,” dercesine dudaklarını büzdü. “Peki, o nereden yakalandı bu hastalığa?” “Benim bey Kalimer Şehri’ne gitmişti, üç ay boyunca oradaydı. Oradan döndüğünde hastaydı.” “Kalimer mi? Unutulmuş Diyar’ın dışında ne işi vardı?” diye sordu Bilge Hatun gizem üstüne gizem katan bir havayla. “Orada kısa süreli iş buldu. At arabasıyla yük taşıma. İyi kazanacağını söyledi, amcası haber yollamıştı buraya. Kahrolsun o işi verenler.” Bilge Hatun düşünceler içindeydi; tek eli yine çenesine gitti. “Çok garip.” Sonra tekrar Duru’ya döndü. “Eşin adına çok üzüldüm Duru Hanım. Aynısının tekrarlanmaması için evinizi arındırmamız lazım.” Duru kuşkuyla başını salladı. “Esim’in giysilerini, çarşaflarını, oyuncaklarını, odasında dokunduğu, kullandığı her şeyi, bardakları, kaşığı, çatalı, terliklerini ve diğer tüm eşyalarını mikropları öldürmek için kaynar suda beş dakika tutacaksın.”
Duru “Evet, daha önce eşimle de aynılarını yapmıştım,” dedi. Kederli hatırası kırışıkların olmadığı yüzünü çarpıtmıştı. “İyi,” diye cevap verdi Bilge Hatun. “Sen bunları yaparken evinizde yaşayan kim varsa bana getireceksin.” Kadın, çatılan kaşlara cevaben “Esim’den bir başkasına hastalık bulaşmış mı onu göreceğiz,” dedi. “Sen temizlik işlerini yaparken ailen bir başkasında kalmalı, tabii önce ilk işimiz tüm aileyi denetlemek.” “Bunlara gerek var mı?” dedi Lefin. “Yani daha önce kimseye bulaşmamıştı.” Bilge Hatun’un büyülü sesinde ince bir alay saklanmıştı. “Ah iyi o zaman, son derece bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık daha önce ortaya çıktığında kimseye bulaşmadı diye yine kimseye bulaşmamalı. O zaman hiçbir şey yapmayalım.” Sesi birden hararetlendi. “Bunun için hayatını tehlikeye atacak mısın? Yeğenlerinin hayatını, ablanın hayatını?” Lefin başını önüne eğdi ve sustu. “Dediğim gibi, ailenin bunu kimseye bulaştırmaması gerekiyor. O yüzden kızlarını Lefin’le bana gönder. Onlara bakayım. Hastalığın onlara bulaşmadığını anlarsak gidip bir komşunuzda kalsınlar, sen de bu sırada eşyaları arındırırsın. İşini bitirince beni çağırt, ben de gelip evi dumana boğacağım ve tüm mikropları öldüreceğim. Ondan sonra rahat edebiliriz. Kasabadakilere de söyleyin, bu hastalık başkasına bulaşırsa bana gelsinler.” Bütün bunlar iki ay önce olmuştu. Neyse ki Esim’den başka kimsede hastalığın izine rastlanmamıştı. Yine de annesi o zamandan bu yana endişeli görünüyordu. Normalden daha az konuşuyor ve sık sık Nebil’e gidip geliyordu. Zaten genç adam biraz da o yüzden ava çıkmıştı. Zira annesi tekrar Melike’nin yanına gitmişti. Başka kasabalardan gelenlerin Ateş Vebası hakkındaki dedikoduları kulağına erişmişti. Ancak şimdilik korkutucu bir şey yoktu çünkü Bilge Hatun ve onun gibi başkaları bu hastalığı tedavi edebiliyorlardı. Serkis’in etrafındaki sessizlik içinde bir şüphe oluşturduğunda düşüncelerinden bir anda sıyrıldı. Kasabanın iç kısımlarına iyice girmiş olsa da sokaklarda hiç kimseyi göremediğini fark etti; bu pek olası bir durum değildi. Genelde etrafta koşuşturan çocuklar ve kapıların önündeki sahanlıklarda sandalyelerine oturup kasabada yaşananlardan dem vuran, dedikodu yapan komşu kadınlar olurdu. Fakat büyük evlerin birçoğunun camsız pencerelerindeki kahverengi boyalı cilalı ahşap kapaklar kapatılmıştı ve evlerin sokak aralarında bile kimse yoktu. Serkis her yerde aynı manzarayla karşılaşıyordu. Sokaklar miskin yalnızlığın sedasıyla baş başa kalmıştı. Herkes nereye gitmişti? Bacasından dumanlar yükselen ekmek fırınının yanından geçtiğinde mutlaka birini bulacaktı, bundan emindi. Geçen yaz, Serkis buranın yeni çatısını yaparken ikinci bir baca ekletmişti. Çünkü Gürgen Efendi tek bacayla kasaba halkının nüfusu için yeterince ekmek yapamıyordu. İkinci bir ocak şart olmuştu o zaman. Şimdi ise iki bacadan, akşam güneşiyle gitgide mavi rengin koyu tonlarına kaçan semaya doğru dumanlar gururla ve ağır ağır yükseliyordu. Serkis’in eli kapının tokmağına gitti hemen. Ancak tokmak dönmedi. Kapıya yumruğuyla birkaç defa vurarak içeriye doğru bağırdı. “Gürgen Efendi içeride misin?” Bir dakika bekledi, tekrar vurdu. “Gürgen Efendi! Benim Serkis!” diye bağırdı fakat kapı açılmadı. İçeriyi dinlemek için nefes almayı kesti. Buna çok şaşırdı zira hiç ses yoktu. Yaşlı adam ocağı yanık bırakıp gitmezdi ki. Belki de acil bir şey olmuş, ocağın sönmesini bekleyememişti. Daha önce de yapmıştı bunu. Ancak öyle olsa dahi torunu Demir vardı. Fırını ona bırakıp gidebilirdi. Genç adam metanetinin son dirhemini parmaklarının arasından akıp giden, avucunun içinde tutmaya çalıştığı suya benzetti. Esasen tuhaf olan Gürgen Efendi’nin burada olmayışı değildi. Onun aklını asıl kurcalayan şey neden kasabadan kimsenin fırının önünde
beklemediği idi. Akşam oluyordu ve her gün bu saatlerde insanlar sıcak ekmek almak amacıyla sıraya girerlerdi. Serkis en iyisinin kasaba meydanına gitmek olduğuna karar kıldı. Orada mutlaka birileri olurdu. Yokuş yukarı kasabanın taş yollarından yürürken çarşıya göz gezdirdi. Terzi, manav, kasap, şifacı ve diğer tüm esnafların dükkânları, her zamanki canlılıkları şöyle dursun, kasabanın geri kalanı gibi tamamen terk edilmişlerdi. Genç adam çarşıdan yukarı çıktığında insanların gürültülerini duymaya başladı. Giderek sesler arttı ve sonunda evler arasından merkez görünür hâle geldi. Tüm halk büyük çardağın önünde toplanmıştı. Kadınından çocuğuna, gencinden yaşlısına binlerce kişi oradaydı. Kasaba halkının böyle bir araya geldiği sadece kutlama zamanlarında görülürdü. Ancak şu an insanlar bayram havasında görünmüyorlardı. Herkes telaş içinde yanındakilerle konuşarak merkez çardağa bakıyordu. Kasaba halkının bir kısmı ve birçok çocuk, kalabalığın üstünden daha iyi görebilmek maksadıyla çardağın yakınındaki evlerin çatılarının üstlerine çıkmışlardı. Bazıları babalarının omuzlarına oturmuş çevrelerine hayretle bakıyor, bazıları da parmaklarıyla çardağı işaret ediyorlardı. Büyük çardak şimdilik boştu. Çatısı ahşap kirişlerle köşelerinden desteklenmiş, yerden bir kulaç yüksekteki altıgen ve beş ev genişliğindeki merkez çardağı da Serkis inşa ettirmişti. Her tarafı açık olan yapının çevresine yukarıya çıkan ahşap merdivenler yapılmıştı. Zaten kasabada önemli bir etkinlik olduğu zaman bu çardak sahne olarak kullanılıyordu. Havada tuhaf ve anlaşılmayan bir rayiha vardı, sanki görünmeyen tehdidin kırıntılarını barındırıyordu. Daha büyük bir bilinmeyenin içine girdiğini fark ettiği hâlde yapacak bir şeyi yoktu. Endişenin gittikçe arttığı duygusu, tanıdığı yüzleri gördüğünde de değişmedi. Serkis bunu nasıl bildiğini bilmiyordu ve bunun için verebileceği mantıklı bir açıklaması da yoktu. Bu zavallı insanlar hiçbir şeyden habersiz öylece beklerken muhatara yaklaşıyordu ve o bundan emindi. Bunu daha önce de hissettiği zamanlar olmuş, her defasında da haklı çıkmıştı. Kalabalığın içinde bazıları, yanlarından geçtiğinde ona gülümsedi, bazısı sırtını okşayarak selam verdi. “Ekrit Efendi, burada neler oluyor?” İki elini beline kavuşturmuş, karşıya bakan yüzü kırışıklarla kaplı yaşlı adam, kahverengi yünlü ceketini düzelterek ona dikti çelik gibi siyah gözlerini. “Can neredesin kaç gündür, can? Lefin seni arıyordu,” dedi yaşlı adam. Yaşlılıktan hafifçe titreyen yüzünü ona yaklaştırmak maksadıyla öne eğildi. Genç adam sorusuna karşılık soruyla cevap almayı hiç sevmezdi. Bunu kafasına takmayarak kalabalığın içinde Lefin’i bulmaya çabaladı. Arkadaşını göremeyince “Avdaydım, biliyorsunuz bunu,” diyerek adama döndü. “Burada ne arıyor bu kadar insan? Neler oluyor?” “Neyse can, geldin ya.” Adam onun sorusuna aldırmadan bir elini güven verircesine omzuna koydu. Serkis merakını gidermek maksadıyla, ayaklarının ucuna basıp yükselerek etrafına bakmaya başladığında yanlarına doğru gelen iri yarı kadın gözüne çarptı. Boyu kendisinden kısa ama yaşlı adamdan uzundu, boynuna kadar onu tamamen kapatan kara bir elbise giymişti. Başörtülü kadın konuşmalarına katılmaya gelmişti anlaşılan. “Neredesin yahu can?” dedi Elmas Hanım kalın bir sesle. “Lefin ile Ecer her yerde sana bakındılar da bulamadılar.” “Ormandaydım tabii ki,” diye yanıt verdi Serkis sesindeki öfkeyi ve artan tehlike duygusunun verdiği endişeyi azaltmaya çalışarak. Hiç değilse yüzünden bir şey okumayacaklarından dolayı içi rahattı. “Avlanıyordum. Bir geldim hiçbir yerde insan kalmamış. Neler oluyor burada?” Kadının başörtüsünün kenarlarından taşan saçları siyahtı. Ona alıcı bir gözle baktı. “Adamlar geldi, kasabanın kuzeyinde kamp kurdular.” “Ne?”
“Bir kardeşlikmiş duyduğumuza göre.” “Neden gelmişler peki?” diye sordu Serkis. Alnındaki teri gömleğinin koluyla sildi. “Bilmiyoruz. Başkan habercilerini yolladı, herkese burada toplanmasını duyurdu.” Arkadan kalın bir erkek sesi geldi. “Binlerce adam var o kampta.” Serkis dostuna doğru döndü. Siyah, kadifeden, omuzlarından mavi lastikli askıları olan bir pantolon giymiş Ecer’i gördü. Kısa saçlarının üstündeki eğri büğrü kurt sembollü şapkası orman korucularının alamet-i farikasıydı. Serkis çoğu adamdan iriydi ama Ecer ondan da heybetli bir adamdı. Çocuk masumluğunu andıran şapşal bir ifadeyle, kestane rengi gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Bu ifadeyi karşısındakine yanlış izlenim vermek amacıyla taşırdı. Dostlar arasında olduğunu yeni fark etmiş gibi kalın dudakları büzüldü, geniş alnı kırıştı. Serkis ve arkadaşı elleriyle birbirlerinin bileklerinden kavrayıp tokalaştılar, genç adam onun yüzüne bakmak için başını yukarı kaldırmak zorunda kaldı. “Neredeydin? Her yerde seni aradık. Kasaba ayağa kalktı ama sen yoksun ortalarda. Yine hangi deliğe girdin bakalım?” İçten bir tebessüm kondu yüzüne ve yanağındaki, çocukluktan kalma ufak ve dikey kesik izi kayboldu. Serkis kalabalığın artan gürültüsünün arasından duyulmak amacıyla sesini yükseltti. “Lefin buralarda mı?” Ecer uzun boyuyla kalabalığın üstünden etrafa göz gezdirdikten sonra ona döndü. “Buralarda olsa gerek.” Parmağıyla sağ tarafı işaret edince Serkis de görebilmek için parmak uçlarının üstünde yükseldi. “İşte orada.” Serkis Lefin’in yanında Duru Hanım, kızları ve kendi amcasını da gördü. “İyi,” diye düşündü. En azından amcasını aramakla vakit kaybetmeyecekti. “Bu adamlar kimin nesi?” diye sordu. Hâlâ bırakmadıkları bilek tokalaşması sürerken Ecer onu kendine çekti ve kulağına fısıldadı. “Hiç iyi şeyler görmedim. Bu adamlar asker; kılıçları, zırhları, arbaletleri kuşanmış gelmişler.” Kalabalık heyecanla beklerken Serkis, Ecer ile birlikte daha sonradan ortaya çıkan Lefin’i de yanına alarak olayın merkezinde olmak istediği için kasabalıların arasından önlere doğru harekete geçti. Bu sırada amcası da evin yolunu tutmuştu. Yaşlı adam böyle kalabalık toplantılardan hiç hoşlanmazdı, bu sebeple Serkis buna şaşırmadı. Sonunda kalabalık sessizleşince on adam ve kadın, marş edermiş gibi düzenli bir asker birliğinin zarafetiyle yan merdivenlerden çardağa çıktı. Üzerlerinde zincirli-zırh kazağı ve pantolonu olan deri botlu savaşçılardı; bileklerine kadar inen çelik metal koruyucular çardağın ahşap kirişlerinin demir tutucularına asılmış meşalelerin ışığıyla, yeni cilalanmışçasına parıldıyorlardı. Bellerindeki deri kemerlerin bir tarafında oklarının bulunduğu sadaklarını, öteki tarafında ise gümüş kabzaları gözüken kısa kılıçlarının bulunduğu siyah deriden kınlarını ve kancayla takılmış çift taraflı hilal şeklinde, keskin orta boy baltalarını taşıyorlardı. Sırtlarının sağ tarafındaki bir askıda büyük arbaletleri asılıydı. Ancak bu savaşçıları korkutucu yapan şey taşıdıkları silahlar veya iri kaslı vücutları ya da aç bir kurdu andıran tamahkâr bakışları değildi. Sağ ellerinin olması gereken yerde iri pençeler duruyordu. Bunlar Serkis’in gördüğü hayvan pençelerine benzemiyorlardı. Ölüm gibi karanlık elin üst kısmını kaplayan ve sürüngen derisine benzeyen pullar arasından vahşice fırlamış kalın dikenler vardı. Gümüş rengi olduğu için loş ışıkta parıldayan ölümcül ve parmakların yarısı kadar uzun pençe-tırnaklar ise genç adamın ilk dikkatini çeken şey olmuştu. Serkis bunun nasıl mümkün olduğunu bilmiyordu ancak bu anormalliğin onlara bir şekilde büyüyle bağlandığını anladı. Çünkü bu pençelerin hangi yaratıklardan geldiğini tahmin ediyordu. Tüm erkek savaşçıların gözleri, aynı pençeler gibi kapkaranlıktı. Etraflarındaki ışığı adeta emiyorlardı.
Savaşçılar çardağın üstünde hızlı ve akıcı hareketlerle, her biri kalabalığı karşısına alacak şekilde sıraya geçtiler ve ellerini bellerinin arkasına kavuşturup dik durarak beklemeye başladılar. Kalabalık, gelen askerlerden sonra yavaş yavaş sessizliğe gömülmüştü. Ailelerinin yanında gelen çocuklar bile artık çıtlarını çıkarmadan bekliyordu. Serkis merdivenlerin diğer tarafından Kasaba Başkanı Kerem Bey’in geldiğini gördü. Kısa boylu adamın günlük kıyafetlerinde ortaya çıkan iri göbeği, hafif bol gelen mor kaftanının altına kurnazca saklanmıştı. Savaşçıların önüne ağır adımlarla yürüdüğü sırada omuzlarına düşen beyaz dalgalı saçlarını iki elinin parmaklarının arasına alıp geriye doğru tarayarak düzeltmeye çalıştı. Yerlerinde sabit kalan askerlere sırtını döndü ve kalabalığı karşısına aldı. “Sevgili dostlar!” diye başladı Başkan Kerem, kısa ve yağlı vücudundan çıkması hayret uyandıracak kadar keskin ve gür bir ses tonuyla. İki elini yanlarına doğru açtı. “Sayın kasaba ahalisi, hepiniz hoş geldiniz. Bu kadar kısa zamanda ve böyle önemli bir anda toplandığınızdan ötürü hepinize en içten minnettarlığımı sunuyorum.” Sanki kasabalılardan bir alkış beklermiş gibi duraksadı. Lakin kalabalığı sarmalayan merak, meşalelerin yanarken çıkardıkları hışırtılar dışında, çevreye keskin bir sessizlik hâkim olmasını sağlamıştı. “Burada toplanma nedenimizi açıklamadan önce, bize yol göstermek için çok uzun yoldan gelmiş olan Alacakaranlık Kardeşliği Beşinci Vaiz’ini takdim etmek isterim.” Az evvel çıktığı merdivenlerden Serkis’in daha önce hiç görmediği, öbür adamla benzer yaşta ve baştan aşağı basit beyaz bir kaftan giymiş uzun boylu sıska bir adam geldi. Kısa beyaz saçlı ve sakallıydı. Yüzündeki tebessüm koyu renk gözlerine taşınmamış olduğundan adam, uzaktan bir hamamböceği topluluğunu izleyen birinin yalancı sevecenliğine sahipti. “Uzun zamandan beridir çektiğimiz sıkıntılar, yokluklar ve hastalıklardan sonra böylesine irfan sahibi ve değerli bir şahsın bize rehberlik etmek amacıyla gönderilmiş olması beni çok mutlu ediyor. Çünkü yarın yeni bir gün, yeni bir ışık doğacak ve bizler bu ışıkla aydınlanarak yeni ufuklara, yeni umutlarla erişeceğiz. Eski inanışlar, eski görüşler, batıl inançlar hayatımıza hükmetmekten çıkacak.” Kalabalığın içinde kaybolan bir alkış sesi geldi. Serkis konuşmanın gittiği yönden ve Kerem Bey’in bakışlarında gördüğü hülyalı ifadeden hiç hoşlanmamıştı, her zamanki kararlılığı ve ateşle parıldayan gözlerinden eser yoktu. “Ne saçmalıyor bu adam?” diye fısıldadı Ecer, onun kulağına doğru. Serkis suskundu, konuşmayı dinlemeye devam etti. “Hepimiz bilgeliğin, yeni önderliğin ve yeni imanın ışığıyla aydınlanıp körleşmiş ve yozlaşmış inançları terk edeceğiz. Yeni Tanrılar artık hayatımıza iniyor.” Yaşlı adam eliyle bir işaret yapınca Başkan Kerem başını hafifçe eğdi. “Bu akşam burada toplanmış olmamızın nedenini açıklamayı Vaiz Recep Efendi’ye bırakıyorum,” dedi, eliyle adamı takdim ettikten sonra iki adım geri gitti ve yerinde durdu. Vaiz Efendi konuşmaya başlamadan önce, dimdik durmaya devam ederek ona doğru bakan yüzlere tek tek göz gezdirdi. “Sevgili Merki Kasabası halkı! Bu akşam hepinize bir haber ulaştırmakla görevliyim. Kuzeyde, yaratıcılarımızın bütün Anatolya’ya önderlik etmesi için kurdurduğu Alacakaranlık Kardeşliği’nin naçizane bir üyesiyim.”
İKİNCİ BÖLÜM Uyanış Kuzeyi çevreleyen sıra dağların alacalı manzarası, akşam karanlığı çökerken yavaş yavaş kaybolmuştu. Daha önce yağmur salığı veren koyu lacivert rengi semada ise tek bir bulut bile kalmamış, ortaya çıkan yıldızlar zamanın ötesinden gelmenin ihtişamıyla parıldıyorlardı. Meşalelerin ayın henüz görünmediği bir akşamda yarattığı aydınlık, kör karanlığı ona meydan okurcasına delip geçerken, toplanmış büyük kalabalığın içindeki meraklı insanların çoğu başlarına geleceklerden habersizce, çardaktan onlara seslenen yaşlı adamı izliyorlardı. Bu insanlara acımaktan başka yapılacak bir şey yoktu artık. Kaç defa rast gelmişti buna? Kaç defa daha insanların böyle sömürülmesine, kullanılmasına şahit olacaktı? Oysaki Peri, Unutulmuş Diyar’ı uyarmaya gelmişti; bir mucize olursa buradan yardım bulmaya… Geceyi ormanda geçirmişti. Buna hâlâ inanmakta güçlük çekiyordu ama genç adamla karşılaştıktan sonra kendisini daha güvende hissetmiş, zor da olsa bir şekilde bu kasabanın yolunu bulabilmişti. En azından azalan erzaklarını tazelemeyi ve bir gece olsun yatakta uyuyabilmeyi arzuluyordu. Buraya geldiğinde ise kasabanın kuzeyindeki ormanda çadır kurmuş binlerce askerle karşılaşmıştı. Korkusu ona hemen buradan uzaklaşmasını söylüyor olmasına karşın, mantıklı şeyi yapması gerekiyordu. Erzaksız fazla yol kat edemezdi ve zaten Alacakaranlık burada da kök salacaksa Unutulmuş Diyar’dan ayrılmak zorunda kalacaktı, tabii buraya gelişindeki asıl amacını gerçekleştirdikten sonra. Bu nedenle kasabada kalmaya karar verdi. Bir gece burada saklanabileceğini düşünmüş, akşam karanlığından yararlanıp kasabaya gizlice girecekken bu manzarayla karşılaşmıştı. Şimdi ise olayın merkezinden pek fazla uzak olmayan, çardağın çaprazında bulunan evlerin arasındaki karanlık sokakta gizlenmişti. Toplanmış kalabalıkla birlikte beklerken, kendisi ve bu insanlar için bir kurtuluş yolu bulmaya çabalıyordu. Onları mutlak esaretten korumak istiyordu ama vaizin yanında getirdiği kişisel muhafızları olan on savaşçıya doğru hesaplı bir tavırla bakınmaktan başka bir şey yapamadı. Gözleri, sağ ellerinin yerinde duran keskin pençelere kaydı. Ardından ensesine buz düşmüş gibi ürpererek Ak Ana’ya bu insanları koruması için uzunca bir dua etti. Bu ucubelere azabi deniyordu. Daha evvel sadece üç tanesiyle savaşmak zorunda kalmış ve canını zor kurtarmıştı. Onda da savaşçıları ağır yaralayarak kaçmayı başarmıştı. Kesik kesik nefes aldığını fark ettiğinde korkusuna hâkim olabilmek adına özüne dokundu. Onu bulunduğu yerde, öz örtüsüyle saklanmış haldeyken bulamazlardı fakat bir kere dahi onu fark etseler bir daha asla peşini bırakmazlardı çünkü bu savaşçılar bir insana özgü olan korkuları hissedebiliyorlardı. Bütün bunların içinde en kötüsü bu vaizin bir büyücü olmasıydı. Bu küçük kasaba halkının hiç şansı yoktu. Yaşlı adam konuşmasına devam ederken, Peri düşüncelerinin arasından sıyrılarak sessizliğin içinde onu dinledi. “Geçmişte hepimiz yanlış seçimler yapmak zorunda kaldık. Bizden yanlış düşünceleri, yanlış inançları benimsememiz istendi.” Adamın sesi her kelimeyle birlikte biraz daha tutkuyla canlanıyordu. “Ancak kâfirler olarak yaşamayı sürdürmek artık bir zorunluluk değil. Tanrılar hepimize gülümsedi, cahil ve kâfir yoldaşlarımıza önderlik etmesi için tohumlarıyla kutsadıkları liderimizi bize bahşettiler. Yarı Tanrı ve Yüksek Vaiz Kara’Han bizim inançsız yöntemlerimizi düzelterek bizleri yanlış yola sapmaktan alıkoyacak. Buraya Aziler’in bu büyük şahsiyet aracılığıyla bizlere yaymak istediği yeni dinin, yeni var oluşun haberini vermek maksadıyla geldik.”
Vaiz duraksadı ve öne doğru iki adım gelerek onu izleyenleri bakışlarıyla tarttı. Genç kadın onu, koyunlarının derisini nasıl yüzeceğine karar vermeye çalışan bir kasaba benzetti. Aslında bu durumun da ondan bir farkı yoktu. “Tanrılarımız olan Aziler, yani Ulu Kızagan, Erlik’Han ve Mergen uzun zaman boyunca insanların içinde yarattıkları nefse müdahale etmek istemediler ve bu yüzden kendi yarattıkları insanlar onları sahte tanrıların karşısında tanımaz oldu. Bizleri yaratılışımızla kutsadıkları halde bizlere gerçeği göstermediler zira bizim doğru yolu kendi başımıza bulabileceğimizi düşündüler. Ama sahte tanrılar kendi inanışlarını yayarak bizleri yanlış ve imandan yoksun, karanlık bir hayatın esareti içine ittiler. Aslında tek istedikleri sizlerin ruhlarınızı bir çırpıda ele geçirmek ve Araf’a teslim etmekti. Ölümden sonra yaşamı engelleyip ruhlarımızı kapana kıstırmaktı. Ta ki Aziler, Yüce Kara’Han ile konuşana kadar... Sizlere kutsal Hilkat Kitabı’ndan alıntı yapacağım, ezbere biliyorum.” Yaşlı adam kollarını öne doğru iki yana açarak başını yukarı kaldırdı. “Kutsal olan Aziler’in adıyla!” Arkasındaki savaşçılar da hep birlikte bağırdılar: “Aziler kutsasın!” Sonra ellerini indirip kalabalığa aynı ateşli gözlerle baktılar, sanki onların da bir şeyler söylemesini bekliyorlardı. Vaiz kimseye aldırmadan hüküm veren sesiyle konuşmaya devam ederken kendince can-ı gönülden bir saadeti onlara yakarma çabasındaydı. “Kara’Han hayatı boyunca sahte tanrıların ilgisizliği ve hüsranı ile yaşadı. Çorak Topraklar’da doğdu ve Çöl Halkıyla büyüdü. Zor bir hayattı. On beş yaşındayken büyük bir kum fırtınasında kayboldu. Çorak Topraklarda, sıcak güneşin altında üç gün boyunca ailesini bulma umuduyla yılmadan yürüdü. Kara’Han o yoklukta öleceğini anladığında bile sahte tanrılara yalvarmadı. İşte o kararlılıkla yere düşmüş dermansız halde susuzluktan ölürken bir ses duydu. Etrafına baktı fakat yerde sarp kayalıklardan, kurumuş toprağın çatlaklarından zoraki fırlamış dikenlerden ve yaban bitkilerinden başka bir şey yoktu. Semaya doğrulttu bakışlarını. İşte o zaman bir serçe gördü. Kuş hiç korkmadan geldi ve Kara’Han’ın omzuna dokundu. Sonra önündeki kayaya kondu ve gagasıyla ona iki defa vurdu. Kaya ikiye ayrıldı ve su fışkırdı. Ama su bildiği gibi değildi. Ak ışık saçıyordu her yerine. Kara’Han suya doğru süründü ve elleriyle kana kana içti. İşte o zaman Aziler, Kara’Han’la konuştular. Ölümde dahi sahte tanrıları hiçe sayması, gerçek tanrılar olan Aziler için yeterliydi. Onu Büyük Aydınlanma’nın lideri olarak seçtiler. İlk defa Ak Su ile aydınlanma Hilkat Kitabı’nda böyle anlatılır. Sahte tanrılar, Büyük Aydınlanma’nın kendi egemenliklerini hiçe sayacağını gördüklerinden ötürü Kara’Han’ı cezalandırmak istediler çünkü Araf’ta hapsedip sömürecekleri ruhlar ellerinden alınacaktı. Ateş Vebası adlı feci bir hastalık Kara’Han’ın sözlerini dinleyen Çöl Halkı’nda baş gösterdi. Kara’Han’ın tüm sevdikleri ölümle burun burunaydı. Aziler’e dua etti, onlardan rehberlik istedi. Aziler, onun halkına Ak Su’yu verdi, Kutsal Su’yu içenler salgından kurtuldular ve yaratıcıları olan Aziler’in büyüklüğünü ilk kabul eden halk oldular. Kara’Han da Aziler’in sözlerini yaymak için Çorak Toprakları terk etti. Bu salgın Anatolya’da birçok şehirde ortaya çıktı ve gitgide yayılıyordu, ta ki Yüce Vaiz Kara’Han gelene kadar... Hastalığı bir lahzada yok etti. Hiçbir ilmin, hiçbir efsunun çare olamadığı feci bir illet bu Ateş Vebası, yalnızca Ak Su bu derde derman oluyor. Yüce Aziler bize gülümsediler. Sizler dış dünyaya kapalı olduğunuzdan dolayı bilmiyorsunuz ama Anatolya artık çok değişti. Dindar ve haklı insanlar artık Anatolya’yı yönetiyor. Eski usuller, eski inançlar, eski hükümdarlıklar, eski düşmanlıklar kalktı. Artık Anatolya sahte tanrıların büyük kötülüklerine karşı bir oldu ve tek çatı altında toplandı.” Vaiz, Kerem Bey’e bir işaret yapınca adam neredeyse yalpalayarak onun yanına geldi. Başkan onun konuşmasından mest olmuştu sanki.
“Biz de zaten bu sebeple buradayız, hem inancımızı sahte tanrılara tapan insanlarla paylaşıp onları doğru yola, yani Aziler’in yoluna getirmek hem de onları bu illetten korumak için. Başkan Kerem Bey bana kasabanızda feci bir hastalığa tutulmuş kişiler olduğunu söyledi. Kim onlar?” İnsanlar bu kadar laf kalabalığından sonra kendilerine bir soru yöneltildiğini anlamakta belli ki güçlük çekiyordu çünkü hepsi birbirlerinin yüzlerine bakıyordu. Uzun süren bir sessizlik oldu. Buna benzeyen saçma sapan hikâyeleri daha önce de dinlemişti Peri. Hepsi Ak Su’yu insanlara içirmek için aşağılık bir numaraydı. Kalabalığın en önünden bir ses geldi. “Ateş Vebası’na tutulanlar burada da oldu, doğru.” Genç kadın sesi tanıdığından ötürü bir an gözlerini kırptı. Sonra konuşan kişiyi gördü. Ormanda karşılaştığı Serkis isimli genç adamdı. Yanında iki kişiyle birlikte kalabalığın en önünde duruyordu. Kum rengi saçları, yeşil gözleri ve endamı genç kadına bir tebessüm getirdi. “Evet, çok kötü,” dedi vaiz yalancı bir endişeyle. “Yanımızda Ak Su getirdik, Aziler’e şükür ki, kimse ölmeye…” “Ak Ana’ya şükür, iyileştiler,” dedi Serkis huşuyla. Peri yanlış duyduğunu sanarak yerinde kıpırdandı. “Evet, evet çok karanlık bir şey…” Vaiz birden bire irkildi, görünüşe bakılırsa Serkis’in söylediği şeyi yeni fark etmişti. “Nasıl yani iyileştiler? Ateş Vebası’nın ilacı, tedavisi yok. Ak Su içmek dışında iyileşmenin imkânı yok.” Serkis’in dudaklarına hafif kurnaz bir gülümseme yayıldı. “Biz tedavi bulduk.” Peri bir umutla dikkatini tamamen genç adama verdi. Gerçek olabilir miydi? “O Ateş Vebası değildir, hem siz nereden bileceksiniz Ateş Vebası’nı? Unutulmuş Diyar’da vakalar yeni yeni görülmeye başlandı. Hastalığın isminin bu olduğunu bile benden öğrendiniz.” Kalabalığın arasından Serkis’in yanına orta yaşlı bir kadın geldi. Kısa boylu ve hafif topluydu. Küçük elini Serkis’in omzuna koyunca konuştu. “Kızım iki ay dönümü evvel bu hastalıktan ölüyordu ama iyileşti, tedavisini sağ olsun…” Serkis anında kadının eline dokunarak ona anlamlı bir bakış attı ve onu susturdu. Yaşlı adamın alnı kırış kırış olmuştu. “İsminin ne olduğunu, hastalığın nasıl bir şey olduğunu nereden biliyorsunuz?” Kadın tekrar kalabalığın arasına karışınca buna Serkis cevap verdi. “Unutulmuş Diyarlılar olarak sınırlarımızın dışına çıkmadığımız doğru, bu yüzden hastalığın adını bilmemiz mümkün değildi. Ancak Duru Hanım’ın eşi,” -başparmağıyla giden kadını işaret etti- “iki kış evvel Diyar’ın dışındaki Medrece İmparatorluğu’nun Kalimer Kenti’ne çalışmaya gitti. Oradan döndüğünde çok kötü hastaydı, on gün sonra Ak Ana’ya erişti, toprağa verdik. Hastalığın adını o söylemişti, oradan biliyoruz. Aynı hastalığın belirtilerini iki ay dönümü evvel Duru Hanım’ın kızı Esim’de de gördük. Fakat tedavi gördü ve iyileşti. Yani gördüğünüz gibi biz iyiyiz. Ak Ana’ya olan inancımız bizleri korudu.” Peri heyecandan yerinde duramıyordu. Yaptığı fedakârlıklar boşa gitmeyecekti belki de. Bu tedaviyi muhakkak öğrenmesi gerekiyordu. Vaiz endişesini geride bırakmış, gördüğü bir şeyden iğrenmiş gibi asık bir suratla genç adamı süzüyordu. “Senin adın ne?” “Melis oğlu Serkis.” “Alacakaranlık Kardeşliği’nin bir vaizi önünde sahte tanrıları ağzına alma bir daha, anlaşıldı mı delikanlı? Sizin kâfir yollarınız artık geride kaldı.” Serkis’in yüz kaslarının kıvrımları keskinleşmişti. “Bir şahine av olan bir farenin son gördüğü şey bu olsa gerek,” diye düşündü Peri, genç adamın yırtıcı ifadesine bakarken.
“Lütfen, insanların inançları hakkında biraz daha dikkatli konuşun, Vaiz Efendi,” dedi Serkis. “Yoksa insanlara kendinizi yobaz, kafasında at gözlükleri olan yozlaşmış biri gibi tanıtacaksınız. Sizin dininiz size doğru, bize değil; size haklı, bize değil. Bize göre Aziler uydurma. Ak Ana’ya olan inanç binlerce yıldır var ve bizi hiçbir zaman nimetlerinden mahrum bırakmadı. Biz insanlar onun nimetlerini hiçe sayarak harap ediyoruz. Mesela Kara’Han’ın yaşadığını söylediğiniz Çorak Topraklar insanların, büyücülerin, cadıların savaşından sonra o hâle gelmiş bir yer. Yeni Töre’yi yok etmek istediler.” Sesindeki hışım Peri’nin suskun kasırgasını yıldırımlara boğmuştu. Yaşlı adam bir süre eliyle kısa kirli sakalını sıvazladı, onun sözlerini değerlendiriyormuş gibi düşündü. Daha sonra hepsini hiçe sayarcasına bir el hareketi yaptı. “Tek gerçek ve doğru inanış Alacakaranlık’ın yoludur. Bu hayatta sonunda dindar insanlar söz sahibi oluyor. Ak Ana ve onun gibiler tırnaklarımızdaki pislik bile olamayacaklar artık. Aziler’in haklı yükselişi ve sahte tanrıların insanlığa saldıkları korkunç illetler kaçınılmaz bir şey. Sadece Aziler’in Kutsal Su’yu milyonlarca insanı ölmekten kurtardı. Ak Ana’ya olan körü körüne inançlar da bir o kadarını Araf’a sürükledi. Aziler’in yolunun doğruluğunu benimseyip, sahte tanrıları hiçe sayan insanlar Büyük Aydınlanma’ya erişecekler. Bu tanrılarınızın yaydığı salgın…” “İyi de bunu nereden biliyorsunuz?” diye onun sözünü kesti Serkis. “Neyi nereden biliyorum?” “Ateş vebasını Ak Ana ve diğerlerinden birinin yaydığını. Kutsal kitapta yazıyor diye mi? Bir kitapta yazıyorsa kesin doğrudur zaten. Yoksa Kara’Han Efendi mi söyledi bunu? Bizim de çölde susuz halde, dili dışarıda gezen bir çöl faresinin sıcaktan başına güneş geçtiği için gördüğü serapları, düşleri gerçek kabul etmemiz lazım zaten. Bence sizin lider biraz fazla hayal görmüş. Ak Ana’yı hiçe saydığı için asıl kâfir o.” Yaşlı adamın sinirden neredeyse dili tutulmuştu, çene kasları seğiriyordu. “Sen kim oluyorsun da, böylesine yüce bir şahsi…” “İşte gördün mü Vaiz Efendi?” dedi Serkis bir parmağını ders verircesine havaya kaldırarak. “İnsanların inançlarını, kültürlerini hiçe sayıp onlara kâfir, imansız, sahte gibi isimler takarsan sen de karşında yalnızca öfke bulursun. Senin inancın senin için ne kadar gerçekse, bizimki de bizim için o kadar gerçek. Biz senin gözünde ne kadar kâfirsek, sen de bizim gözümüzde o kadar kâfirsin. Başkan Kerem seni bize irfan sahibi biri diye tanıtarak yanlış yapmış. Bilge bir insan önce, kendi dininden olmayan insanlarla nasıl konuşacağını bilmelidir. İnsanlar aynı şeye inanmasa dahi, birbirlerinin inancına saygılı olmayı öğrenmeli.” Yaşlı adam öfkeden patlayacak gibi olduğu halde hiçbir şey söylemedi. Peri içinden kahkaha atıyordu, daha önce bu denli moraran bir surat daha görmemişti. Vaizin arkasından öne doğru gelen kasaba Başkanı Kerem ellerini iki yana açarak “Bu kadar yeter Serkis,” dedi tehditkâr bir sesle. “Değerli Vaiz Efendi buraya uzun bir yoldan geldi. Bizlere yol göstermek, bizi salgından korumak ve bizi geleceğe taşımak adına. Senin saçmalıklarını dinle…” “Asıl biz onun saçmalıklarını dinlemek istemiyoruz,” diye cevabı yapıştırdı kalabalıktan bir erkek sesi. Bağırarak onaylayanlar oldu. Arkalardan bir kadın “Son derece saygısızca bir davranış,” diye gürledi. Zar zor duyulan bir adamın sesi geldi. “Herkes haddini bilecek, buraya inancımıza hakaret etmelerini dinlemeye gelmedik.” Ellerini yumruk yapıp tehdit edercesine sallayanlar da vardı. Bağrışmalar başlamıştı ki Serkis ellerini havaya kaldırdığı anda herkes sessizleşti. Serkis yeni avını gözüne kestirmişçesine Başkan’a odaklandı. Söylediği her sözcük Peri’nin kanını kaynatıyordu. “İnsanlara cahil veya kâfir gibi isimler takmadan önce kiminle konuştuğunu bilmeli. Bu kadar uzun yolu bunun için mi tepti? Buraya gelip insanların inançlarına saygısızlık etmek için mi?”
Kalabalıktan gürültüler yükseldi. Bazıları ıslık bile çaldılar. Belli ki başkan sadece görünüşteki liderdi, kasabalının gerçek temsilcisi bu adamdı. Serkis onları yine susturdu. “Ayrıca bu hastalığı Aziler’in veya Kara’Han’ın, Alacakaranlık’ın yaymadığını nereden biliyoruz? Hastalıkla boğuşan ve ölmek üzere olan bir halkın inancı daha kolay sömürülür. Bunun tarihte de birçok örneği var. Size onlarca örnek sayabilirim. Yani hastalık gelince çaresinin de şıp diye ortaya çıkması biraz fazla şüpheli bence.” Peri bir anlığına nefes almadığını fark etti. Yaşlı adam kendisini yatıştırmıştı. Kollarını göğsüne sardı ve onu iyice inceledi. Savaşçılar ise kalabalığın uğultusundan ötürü yerlerinde kıpırdanıyorlardı. “Peki, bu sözde tedaviyi nereden buldunuz?” Serkis başını sağa sola salladı. “Neden sana anlatalım ki? Bu hastalık belki de sizin bu dininizi insanlara dayatmanızın tek yolu. Tedavinin ne olduğunu söylersek gidip yok etmek isteyebilirsiniz. Biz de…” “Sen kimsin genç adam? Eğitmen misin? Böyle bir kasabada duymayı düşünmediğim kelimelerle konuşuyorsun.” “Bunun bir önemi yok. Siz misyonerseniz, gelin insanlarımız arasında dininizi izah edin, kimse size karışmaz. Ancak hepimizi bir araya toplayıp bizlere böyle küstahlık, ukalalık edemezsiniz. Bir ülkede dininizi yaymak istiyorsanız, önce o ülkenin hükümdarıyla konuşmanız gerekmez mi? Hem amacınız yalnızca din yaymaksa, bu kadar askeri yanınızda niye dolaştırıyorsunuz?” Vaiz eliyle kısa sakalını sıvazlayarak uzun bir müddet onu seyretti ancak Başkan Kerem boğazını temizlediği zaman, adam nerede olduğunu yeni fark etmişçesine askerleri işaret etti. “Bu korkusuz savaşçılar azabiler olarak bilinirler. Alacakaranlık mensuplarını korumakla görevliler sadece. Doğru yolda olduğumuzdan ötürü bizi yüreklerinde istemeyen ve doğruluktan korkan aşağılık insanlar var, onlardan korunmak zorundayız. Ayrıca bizim ülkelerle bir ilişiğimiz yok. Ülkeler, padişahlıklar ve imparatorluklar Aziler için bir şey ifade etmiyor. Bizim için halk önemli.” “Demek koruma için, yani kasabanın dışında bekleyen binlerce asker de sadece koruma için öyle mi? Buna inan…” “Alacakaranlık, vaizlerini çok iyi koruyor, ne diyebilirim…” Serkis’in ağzından hayra alamet olmayan bir ses çıktı. “Alacakaranlık’ın yolunun tek gerçek yol olduğunu hemen şimdi burada kanıtlamamızı ister misin? Bu tartışmaya burada son verebiliriz.” “Nasıl?” dedi Serkis yarı alay yarı şüpheyle. Yaşlı adam hevesle kaftanının ortasındaki düğmelerini çözdü ve elini iç cebine götürüp bir şişe çıkardı. Kalabalıktan hayret nidaları yükseldi. Şişenin içinde bembeyaz bir ışık vardı, o mertebede parlaktı ki, çardağın içindeki meşale alevlerinin ışığı bunun yanında sönük kalıyordu. Efsunlu aydınlık bazılarını bahtiyar ederken, bazılarını işkillendirmişti. İnsanlar harıl harıl yanındakilerle konuşuyorlar, heyecanlı sesleri artan uğultuya karışıyordu. O ışıltıların arasında cam şişenin içindekinin bir sıvı olduğu güç de olsa anlaşılıyordu. “Ak Su!” dedi gururla. Küçük şişeyi kalabalığın daha iyi görmesi amacıyla önünde kaldırdı. “Aziler’in mucizesi… Bunun bir damlasını içtiğiniz anda bir daha hiçbir hastalık size dokunmayacak. Tüm korkularınız, tüm şüpheleriniz son bulacak ve Büyük Aydınlanma’nın bir parçası olacaksınız. Her şeyin doğrusunu ve gerçeğini göreceksiniz.” “Bu mu kanıt?” diye sordu Serkis alt dudağını ısırarak. “Evet, delikanlı. Gerçeği bilmek istiyorsan, gerçeklerden korkmuyorsan, bunu iç ve sen de aydınlan.” Vaizin yüzünde Peri’yi tiksindiren babacan bir gülümseme vardı. “Peki, ne işe yarayacak içtiğimizde bunu?” diye sordu Serkis.
Yaşlı adam omuz silkti. “Zihnini aklayacak ve Aziler’in gerçeğini görmeni sağlayacak. Yani nasıl bir huzur ve mutluluk verdiğini anlatamam. Bunu sadece kendiniz görmelisiniz. Buraya gel ve bunu iç.” Etkilenmiş görünmeyen Serkis’in yüzü de vaizin sözleri gibi bomboştu. Hiç oralı bile olmadan arkasını döndü. “Bu saçmalıktan sıkıldım,” dedi kalabalığa doğru. “Ben gidiyorum.” Vaizin tebessümü ansızın dondu. “Gerçeklerden korkuyorsun demek genç adam, hiç tahmin etmezdim.” “Merak etme. Ben neyin ne olduğunu senden iyi biliyorum. Sen daha hangi topraklarda yaşadığını unutmuşsun,” dedi Serkis ona bakmaya tenezzül etmeden. “Hangi topraklarda yaşadığımı mı?” “Evet. O içmemizi istediğin uyuşturucu falan herhalde, sana yaşadığın toprakları unutturmuş.” “Hayır, unutmadık genç adam.” “Sahi mi? Bu topraklara Anatolya denir. Anlamını biliyor musun?” Serkis, onun cevap vermesini beklemedi. “Tolya, Ak Ana’nın ölümlüyken kullandığı adıydı. Bu toprakları o yarattı, o yüzden buraya onun ismi verildi. Fakat eski dilde unvanlar isimden önce söylenirdi. Zamanla basit bir hal aldı. Ana-Tolya gibi.” Yaşlı adam hiddetle dişlerini gıcırdattı. “Anatolya veya başka bir isim, bizim için fark etmez. Tüm bu topraklar artık Alacakaranlık’ın. İsmi zamanla değişecek ve Ak Ana gibi cadılar tarihe karışacaktır.” Serkis de adamı taklit edercesine omuz silkti. “Benim için de fark etmez büyücü. Ne yaparsanız yapın. Bizim Ak Su’ya ihtiyacımız yok. Bizim tedavimiz var, sizlere muhtaç değiliz. Biz gidiyoruz.” Arkasını döndü ve uzun arkadaşının kulağına bir şeyler fısıldadı. Kasabalılar için genç adamın sözü yeterli gibiydi. Onlar da kıpırdanmaya başlamıştı. Kibrini daha fazla saklayamayan vaiz ayağıyla çardağın ahşap tabanına vurdu. “Hiçbir yere gidemezsin genç adam. Buraya gel, yoksa senin için fena olur.” Savaşçılara başıyla bir işaret yaptı. En kenarda duran iki savaşçı ivedilikle merdivenlerden aşağı indiler. Serkis onlara döndüğünde adamlar onun üzerine hücum ettiler. Genç adamın yanında duran iri yapılı arkadaşı bir tanesine yumruk salladı fakat savaşçı onu önemsiz bir şeymiş gibi savuşturdu ve pençeli elini sıkınca dikenler belirdi. Yumruğunu onun midesine indirdi. Adam acıyla bağırırken kanlar içindeki karnını tutarak önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra yanlamasına yere yığıldı. Diğeri Serkis’e pençeyle saldırdı fakat genç adam yana doğru çekildi. Yerde kıvranarak karnını tutan arkadaşını görünce dişlerini sıktı. Bir hışımla belindeki kınından uzun bıçağını çekti, ona saldırana doğru hamle ederken azabi de kısa kılıcını çoktan çıkarmıştı. Uzun bıçağını adamın omzundan göğsüne doğru süratle savuracak şekilde gelirken adam hamleyi savuşturmak maksadıyla kılıcını kaldırdı, işte o anda öne doğru yüzüstü sıçradı ve onun zincir zırhlı pantolonuyla kaplı ayak bileklerine bıçağını savurdu. Bıçak zırhı kesemese de darbe savaşçının yanlamasına düşmesine sebep oldu. Serkis’in diğer yanındaki karga burunlu ve kısa boylu arkadaşı yerdeki adamın kafasına güçlü bir tekme attı. Adam acıyla böğürürken savaşçılardan ikisi daha merdivenden inip kavgaya katıldılar. Öbür yanındaki savaşçı, Serkis yerden kalkmaya çalışırken karnına ağır postallarıyla bir tekme savurdu. Genç adam acıyla böğürdü ama yana doğru yuvarlanarak ikinci tekmeyi yemekten kurtuldu. Serkis’in arkadaşı iki azabiye doğru bıçağıyla saldırırken, savaşçılardan birisi diğerinin omuzlarına tutunarak onun çevresinde ayakları yerden kesilecek şekilde döndü ve arkadaşı tam bıçağını savuracağı sırada dönmeden kaynaklanan süratle onun suratına botunun tabanıyla geçirdi. Adam, burnu kanlar içinde yere düştü ve öylece kaldı.
Serkis’e tekme atan savaşçı bu defa kılıcıyla saldırdı ama genç adam her nasıl yaptıysa karnını hedef alan hamleyi uzun bıçağıyla atlatıp azabinin yüzüne güçlü bir yumruk atabildi. Fakat bu azabiyi durdurmadığı gibi Serkis’in gardını da düşürmesine sebep oldu. Savaşçının kara pençesinin uzun tırnakları genç adamın kolunu kesti. Genç adam bıçağı elinden düşürünce kanayan kolunu tuttu. Peri irkilerek avucuyla ağzını kapattı ve Serkis’e istemsizce ecel görüşüyle baktı. Gümüş bedeni hâlâ kör edecek kadar ışıl ışıldı. “Ama nasıl olur?” diye düşündü genç kadın. O ana kadar yerinde duran kasaba halkı yeni uyanmışçasına savaşçıların üzerine saldırdılar. Bağrışmalar, haykırışlar geceye karıştı. Azabiler karşılarında onları linç edebilecek kadar çok insanı görmelerine rağmen geri adım atmadılar ama Serkis’e doğru hamle de yapmadılar. İşte tam o sırada büyük bir gök gürültüsü semayı aydınlattı. Savaşçılar geri çekildiler ve çardağın merdivenlerine çıkarlarken yıldırımlar çakmaya devam etti. Başkan Kerem ortalarda görünmüyordu. Merdivenlerden öne inen vaiz ise tek elini yukarı kaldırmıştı, hiddetinden kudurmuş gibiydi. Boğum boğum hatları üst üste bindiğinden, olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Peri ecel görüşüyle Vaiz Recep’in yıldırımı çağırdığını gördü. Adamın yukarıya kaldırdığı kolundan tüm vücuduna yayılan sıvı bir tabaka gibi kapkara bir parıltı vardı. Bu tabaka üzerinde kıpırdayan dalgacıklar karmaşıktı ve belli bir yol izlemiyorlardı. Peri, adamın çalıntı öz kullandığını anladı. Bir yıldırımın gürültüsü daha kalabalığın bağırışlarını bastırırken bu defaki büyücünün eline düşmüştü. Yaşlı adam parmaklarının arasında kıvılcımlar dolaşırken, menfur bir hakkaniyetle kalabalığı izledi. Kasabalılar duraksadı ve sessizleştiler. Bulutsuz, karanlık semadan bir yıldırım daha adamın göğe yükselmiş eline düştü. Artık herkes tamamen susmuş, menhus esintilerin uğuldamasından başka bir ses işitilmez olmuştu. “Şu an yaşıyor olmanız yalnızca benim lütfumdur. Hiç kimse kıpırdamasın, yoksa hepinizi kızartırım.” Peri’nin buna şüphesi yoktu. Alacakaranlık’ın Aziler uğruna neler yaptığını çok iyi biliyordu. Yıldırımlardan bazıları, hareketlenen kalabalığın yakınındaki toprağa düşünce insanlar feryatlarla geri çekildiler. Yıldırımın kıvılcımları düştükleri yerde bir süre kıpırdandı ve toprağın o kısımlarını kararttı. Vaiz, kolundaki yarayı tutan Serkis’e “Sen!” diye tısladı. “Buraya gel hemen.” Genç adam yerinden kıpırdamadı, siması hangi lisanda yazıldığı anlaşılmayan gizemli bir kitap gibiydi. Peri “Böyle bir durumda bunu nasıl başarıyor acaba?” diye merak etti. Genç kadın içinden Ak Ana’ya dua etti. Hiçbir şey yapamazdı, yaşanacaklara mani olamazdı. Yardım etmeye kalkarsa, o da diğerleri gibi ölecekti. Gözlerindeki hain hüsranın akıttığı yaşlarla olacakları seyretmeye devam etti. “Sana buraya gel dedim!” diye kükredi vaiz. “Yoksa herkesi tek tek gebertir, toza çeviririm.” Serkis etrafındaki insanlara baktı. Korku dolu yüzlerle çevriliydi. “Arkadaşlarım yaralı. Madem söylediğin gibi iyiliğin tarafındasın, izin ver onları tedavi etsinler.” “Götürün!” diye hırladı yaşlı adam. “Bir tanesi uzun yaşamayacak zaten. Ama sen buraya geleceksin.” Serkis başıyla işaret verdi, birkaç kişi yaralı arkadaşını kaldırıp götürdüler. Yere yığılan diğer dostu kasabalıların yardımıyla ayaklandı, o da diğerlerini takip ederek karanlığın ilerisindeki yüksek, granit bir binaya yöneldi. Vaizin dudakları memnuniyetsizlikle eğrilmişti. “Sana buraya gel dedim.”
Serkis kaderine razı gelircesine kalabalığın arasından ayrıldı. Şakaklarından düşen teri sildi, eliyle saçlarını geriye doğru taradı. Bıçağı ayaklarının dibine bıraktı. Savaşçılar bu defa yaşlı adamın etrafını hilal gibi çevirmişlerdi. Genç adam vaizin karşısına gelince durdu, yarasına öteki eliyle bastırmayı ihmal etmedi. “Ne istiyorsun bizden büyücü?” diye sordu. Sinirlerini dizginlemeye çalışan birinin ses tonuna sahipti. Yaşlı adamın elleri titriyordu. “Ben büyücü değilim cahil köylü. Benim gücüm ilahidir. Yüce Kızagan bahşetti bana bu güçleri.” “Ben bir büyücü gördüğümde tanırım. Git başkasını kandırmaya çalış. İlahi güçmüş!” Vaiz yumruğunu ona doğru kaldırdı, Peri ecel görüşüyle onun ne yaptığını gördüğünde soluğu kesildi. Havayı kullanarak keskin bıçaklar yaratmıştı. Onları genç adamın çevresinde dans ettiriyordu. Normal gözle bakılırsa, sadece havada kıvrımlar olduğu seçiliyordu. “Bana yalancı mı diyorsun sen?” diye hırladı. “Hayır, bence sen kendini kandırıyorsun veya gücün ilahi diye seni kandırmışlar. Uzaktan da olsa bir sürü büyücü tanıyorum, hepsinde senin gözlerinde de olan şu bakış oluyor, bir nevi üçüncü algı gibi.” Peri afalladı. O, bunu nereden bilebilirdi ki? “Bunu nereden biliyorsun? Nasıl görebilirsin ki sen? Sen büyücü müsün?” Serkis istihzayla güldü. “Elbette değilim. Fakat sana baktığımda vücudunun kenarlarındaki havada çatlamalar görüyorum.” “Bunları nasıl bilebilirsin? Hem nasıl oluyor da sen hâlâ ayaktasın genç adam?” diye sordu; burnundan soluyordu. “Galiba savaşçıların düşündüğün kadar iyi değilmiş, ha büyücü!” “Küstahlığına daha fazla katlanacağımı sanıyorsan yanılıyorsun.” Parmağıyla onun kolundaki yarayı işaret etti. “Bu yara seni çoktan yere yıkmış olmalıydı. Nasıl ayakta durabiliyorsun?” “Neden ki, ufacık bir yara bu,” dedi Serkis göz ucuyla fazla derin olmayan üç tane paralel kesik izine baktı. “Kanaması durdu sayılır, yalnızca bir sıyrık.” Peri’nin soluk almayı kendisine hatırlatması gerekti. Vaiz nutku tutulmuş halde Serkis’in yanına geldi ve ona kolunu önüne kaldırmasını işaret etti. Genç adam öbür eliyle parçalanmış gömleğini yırtarak yarasını açığa çıkardı. “Ne kadar da tuhaf,” dedi büyücü. Yeni bir oyuncak bulan çocuğun hayretiyle bakıyordu. “Nedir tuhaf olan?” Yaşlı adam ona cevap vermeden kalabalığa döndü. Beyaz ışıklı suyla dolu şişeyi onlara doğru kaldırdı. “Hepiniz gönüllü olarak Ak Su içeceksiniz,” diye bağırdı yaşlı vaiz kalabalığın içinde sesini duyurabilmek için. “Size yarın akşama kadar süre veriyorum. O zamana kadar bunu içmeye gönüllü olacaksınız, yoksa hepiniz doğduğunuz güne lanetler okuyacaksınız. Hızlı bir ölüm bahşetmeyeceğimizi de bilin. Şimdi gideceğim ama önce...” -Serkis’e döndü ve sesi tıslamaya dönüştü- “Bu kâfir ve küstah herif Ak Su’yu tadacak ve imana gelecek.” Genç adam bir aşağılama ve acıma ifadesiyle ona baktı. “Tanrıların bunu mu yaptırıyor sana büyücü? Masum insanları tehdit ederek mi onları dinine çeviriyorsun? Zorbalıkla mı?” Vaiz senelerin biriktirdiği kinini kusar misali konuştu. “Aziler’e inanmayan hiç kimse masum değildir. Hilkat Kitabı’nda der ki: Yaşam ve ölüm, iyilik ve kötülük, aydınlık ve karanlık, merhamet ve intikam... Bu uçurumların yaratıldığı gün Aziler yeniden dirildi. Fakat doğru yoldan saptıranların nefret tohumları, kendilerinin de sürgün edildiği Araf’ın en karanlık köşelerine serpilmişti. Bu yüzden doğruluğa gönüllü olmayanlar yok edilmelidir zira onlar bu tohumların beslenip yeşermesine sebep olurlar. Dokundukları her şeyi zehirleyerek
ölüm, karanlık ve sefalet getirirler. Kurbanlarının ruhları hiçbir zaman huzur bulamaz. Ama uyanın artık çünkü son yaklaşıyor. Sizi ancak Aziler ve Ak Su kurtaracak.” Genç adam yılmadı. “İman dediğin şey zorbalıkla olmaz. İnsan ya inanır, ya da inanmaz.” Kasaba sakinlerinden onaylama sesleri yükseldi. “Aziler’in düşmanları hepimizi doğru yoldan saptırmak için amansızca saldıracaklardır, aynı şekilde biz de bize verilmiş bütün güçle saldırmalıyız. Zira Aziler’in büyüklüğü ve gücü inkâr edilemez. Büyük Aydınlanma’yı ve Aziler’in bahşettiği ebedi mutlu hayatı ancak yüreklerinde Araf’ı ve Efendisi’ni barındıranlar reddedebilir.” Genç adam tek eliyle gözkapaklarına masaj yaparak başını önüne eğdi. “Bir şeyi içmek neyi değiştirecek?” Vaiz pis bir sırıtmayla “İçince anlayacaksın kâfir,” dedi. “Peki, ver şunu bana!” Serkis kızgınlıkla, şişeyi adamın elinden koparırcasına aldı. “Gönüllüyüm.” Peri birden gözyaşlarına boğuldu. Onun da aynı kadere mahkûm olmasını istemiyordu. Eğer o esrarengiz gölün yanında karşılaştıkları zaman ona inansaydı, bütün bu olanlara engel olabilirdi. Ama şimdi bunu nasıl durdurabilirdi ki? Serkis şişenin mantarını çekti. Önce çevresindeki kalabalığa, sonra yaşlı adama doğru baktı. Genç adam teslim olurcasına başını önüne eğdi. Son bir alay ifadesiyle vaize sırıttı ancak adam buna ilgisiz kaldı. Şişeyi kadeh kaldırırcasına kalabalığa doğru tuttu. “Hadi sağlığınıza canlar,” dedi. Sonra başını geriye atarak dudaklarına götürdüğü şişeyi tek dikişte bitirdi. Peri parmaklarıyla yanaklarına düşen gözyaşlarını sildi, artık yapabileceği hiçbir şey yoktu. Tanımaya fırsat bulamadığı bu genç adam sonsuza dek kaybolmuştu. Vaiz bir zafer edasıyla kalabalığa döndü, kollarını onları kucaklarcasına açtı. Kendince haklı gururunun mutluluğunu onlarla paylaşıyordu. “İşte şimdi bir kâfirin nasıl tövbe ettiğine şahit olacaksınız. İşte şimdi Aziler yani Yüce Kızagan, Erlik’Han ve Mergen’in gerçek gücünü göreceksiniz. Bir kâfiri nasıl aydınlatacak anlayacaksınız.” Yaşlı adam kalabalığa doğru hitap ederken Peri, Serkis’e kaşlarını çatarak baktı. Nasıl olduysa genç adamın hiçbir şey ifade etmeyen yüzü değişmemişti ve öylesine çevresine bakınıyordu. “Eee!” dedi. “Hani Büyük Aydınlanma?” Vaiz bir an sesin nereden geldiğini anlamamışçasına başını sağa sola çevirdi. Savaşçıların şok olmuş kara gözlerinin sabitlendiği yöne dönüp genç adamı gördü. Yaşlı adamın sevinci bozuk süt gibi kesiliverdi. “Ne oldu?” “Ne demek ne oldu?” “Neden sana…” Genç adam gülümsedi. “Hani,” -dalga geçercesine kollarını yukarı kaldırıp salladı“Büyük Aydınlanma?” Vaizin ağzı açık kalmıştı. Peri’nin ise heyecanla çarpan kalbinin gümbürtüsü kulaklarındaydı. Yaşlı adam boğazını temizlemeye çalışırken aksırdı. Eli ağzındaydı ve gözlerini bir anlığına dahi kırpmamıştı. Sesine yeniden kavuşmuş gibi konuşmaya çalıştı. “Sen, sen…” “Ne var?” dedi Serkis. “Hiçbir şey olmadı işte. Hani bahsettiğin mucizevî aydınlanma? Farklı hiçbir şey hissetmiyorum. Normal su tadı vardı.” Vaiz Recep’in kendine gelmesine fırsat vermeksizin Peri saklandığı yerden çıktı. Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Bu genç adam korunmalıydı. Bu bir mucizeydi. “Sen onu içmedin!” dedi büyücü. Kelimeler ağzından küfredermiş gibi çıktı. “Döktün değil mi adi herif?”
Serkis serinkanlılığını korumak adına derin bir nefes aldı. “Yine isim takmalara başladık ha ihtiyar? Gözünün önünde içtim işte, daha ne olsun? İnanmıyorsan başka bir şişe daha ver.” Vaizin ateşli bakışları onun üzerindeydi, dudakları hoşnutsuzlukla ince bir çizgi hâlini almıştı. Sonra kaftanını açtı, başını eğdiği anda yaşlı adam tökezlercesine geri adım attı. Serkis ne olduğunu fark edemedi ama vaizin yüzünün acıyla çarpıldığını, elinin göğsüne gittiğini gördü. Çevresindeki savaşçılar anında kılıçlarını çıkardılar. Hava çelik çınlamalarıyla doldu. Yaşlı adam yüzünü buruşturmuş, gözleri kapalı, bedenini taşıyamaz hâlde düşecekken iplerinden çekilen bir kukla gibi ayakları yerden kesildi ve geriye doğru fırladı. Büyücü arkasındaki iki savaşçıya bir anda çarpınca azabiler de yedikleri darbenin etkisiyle vaizle birlikte çardağın merdivenlerine düştüler. Hepsi hareketsiz kaldı. Serkis’in sezdiği, havadaki çatlamalar kayboldu. Diğer savaşçıların döndüğü yöne doğru baktı. Bir kadın siyah elbisesini uçuşturarak onların üzerine geliyordu, savaşçıların pençelerinin tırnakları Serkis’in parmakları kadar uzamıştı neredeyse. Diğerleri kadına hücum ederlerken adamlardan en irisi kılıcının aksine, arbaletini çıkarmış, sadağından aldığı bir oku yerine takıyordu. Serkis kalabalığa döndü hemen. “Herkes dağılsın evlerine! Çabuk olun!” Kasaba halkı ansızın her yöne kaçışmaya başladı. Panik ve bağırışlar geceye karıştı. Her yer alazlarla aydınlandı, Serkis göz ucuyla genç kadının iki avucunun arasından askerlere doğru ateş topları gönderdiğini fark etti, iki azabi bunlardan sıyrıldı. Ama üçüncüsü pençeli eliyle ateş topuna vurarak onu yok etti. Ona hiçbir şey olmadı ve azabi kadın koşmaya devam etti. Fakat başka bir asker kafasından vuruldu ve adamın saçları yanarken çığlıkları meydandaki evlerin duvarlarından yankılandı. Rüzgâr, yanmış saç ve et kokusu taşıdı. Etrafta çılgınca koşan savaşçı, diğerlerine tosladığı anda içlerinden biri kılıcını ona doğru savurdu. Kemik ve beyin parçaları etrafa saçıldı. Adamın başının üst kısmı bedeninden ayrılmıştı ve geri kalanı da bir karkas misali alevler içinde yere yığıldı. Savaşçılardan bazıları havadan onlara doğru müthiş bir hızla gelen, şekli keskin ve düz olan bir hareketlenmeyi fark etmediler. Bir saniye sonra adamların figanları yürekleri dağladı, vücutları ortadan ikiye ayrılırken, çevrelerine kanlar fışkırdı. Genç kadın kararlılıkla kollarını, bileklerini değişik biçimlerde büküp arada bir durarak Serkis’e doğru yürümeyi sürdürdü. Etrafındaki havanın düzenli çatlamaları adeta kan rengi pırıltılar saçıyordu. Dudakları sürekli hareketliydi, anlaşılan büyülere devam ediyordu. Her yeni bilek hareketinde savaşçılardan bazıları düşüyor, bazıları ise üzerine geleni pençeyle savuşturuyordu. Serkis kadının kim olduğunu anladığında hengâmeden yararlanarak bıçağını yerden kaptı ve arbaletle nişan alan adama doğru seğirtti. Tereddüt bile etmeden bıçağını zırhın en zayıf yeri olan karın bölgesine savurdu. Bıçak adamın zincir zırhını delse de fazla içeri girmedi ancak istediği etkiyi yapıp adamın dikkatini dağıtmıştı. Daha da iyisi arbaletten fırlayan ok azabilerden birinin sırtına çarptı ve kadın hemen yere yığıldı. Serkis, Gürgen Efendi’nin genç torunu Demir ve arkadaşlarının ona yardıma koştuğunu fark etti. Karşısındaki iri savaşçı ise hiçbir şey olmamış gibi, ikinci kez bıçağı savurmaya kalkan Serkis’i kolundan yakaladı. Öteki eliyle ona yumruk atmaya kalktığında, adam onu da sıkıca tuttu. “Aptal çocuk!” diye gürledi azabi. “Sen kiminle uğraştığını biliyor musun?” Genç adamın yarasını pençesiz parmaklarıyla sıktı. Serkis acıya gömülürken her şey bir anlığına durdu. Karşısındaki hiddetle kısılmış kapkara gözler, çevresindeki alevler, bağıran ve dört bir yana kaçışan insanlar, yanan azabiler, parçalanmış bedenler yok olmuştu. Artık ne bir ses, ne bir nefes, ne de bir hayat vardı çevresinde. Dünya’dan koptu Serkis. Tek gördüğü gümüş bir aydınlıktı, kendi içinde kaybolmuştu, kendi benliğinin boğuculuğu içinde yüzüyordu. Sükûnet merkezinden yanardağ gibi yükselen gazabı fark etti. Çöl misali yanan mutlak hiçliğin ortasında, içmek için kudurduğu suyu bulmaya benziyordu. Fakat bu sadece bir
duygu yağmuru değil, aynı zamanda bir özleyiş, bir hasretti. Zihnindeki aynalarda bir yankılanma yarattı. Bu yankılanma büyüyerek tüm benliğine işledi ve artık yapamayacağı hiçbir şey olmadığını ona gösterdi. Şimdiye kadar böyle bir şeye sahip olduğunu nasıl olmuştu da fark etmemişti? Annesi Bilge Hatun, bunu daha önce açıklamaya çalışmıştı ancak onu, cadıların erkek çocuklarında görülen bu uyanışa, annesinin anlatabileceği hiçbir şey hazırlayamazdı. Tam anlamıyla nefes kesiciydi. Bu duygular ona acıyı unutturdu. Bu yankılanma devam ederken vücudundaki bütün hücreler sarsıldı. Yıldırım gibi geceyi aydınlatan gümüş bir ışık kolundan fırladı. Gözlerinin önünde gümüş bir perde oluşturdu, çevresindeki her şeyi bu saydamlığın içinden görüyordu. Onun kolunu tutan azabinin bedenindeki bütün kemikler görünür oldu. Tülün ardındaki savaşçı baştan aşağı kapkaranlıktı. Pençeli eli ve gözleri ise karanlıktan da öteydi: Işığı paramparça ediyorlardı. Serkis’in kolundaki gümüş ışık, adama da bulaştı. Kapkara varlığı gümüş rengine dönen iri savaşçı, sanki yıldırım çarpmış gibi bir feryatla geriye sıçradı. Bacaklarına sahip çıkamadan sırtüstü yere düştü. Sonra bu aydınlık her yana dağıldı. Kolundaki gümüş ışık azalırken onu sarhoş eden tüm hisler, geride kendilerine ait büyük özlemi bıraktılar. Gözlerindeki perde yok oldu. Geriye kalan yara ve kandı. Acı ise kaybolmuştu. Bu sırada başka yakarışlar kulakları tırmaladı, diğer azabilerin de aynı önündeki adam gibi yere düştüklerini gördü. Hepsi çılgınca yerde kasılıp kıvranıyorlar, gözlerini sımsıkı kapatmış karınlarını tutuyorlardı. Dehşet çığlıkları gırtlaklarını terk edemiyordu, onları ablukaya alan meçhule teslim olmuşlardı. Serkis, ne yaptığını kendi de bilmiyordu. Daha evvel buna benzer bir şeyi hiç yaşamamıştı. Bu savaşçılara ne olmuştu? O ışık da neyin nesiydi? Demir ve arkadaşları ise manzarayı korku ve şaşkınlığın karışımıyla izliyorlardı. Hiçbirisi bu olanlara inanamıyordu. Bazılarının aralarında konuştuğunu duydu ama bu insanların sesleri ona uzak bir hatıra gibi geliyordu. Peri ve kasabalılar koşarak yanına gelirken Serkis savaşçının yanından uzaklaşıp yorgunlukla yere oturdu. Göz ucuyla onlara baktı. Genç kadın onu ilgiyle süzerek önüne diz çöktü. Hiçbir şey söylemeden endişe ve korku içinde, onun kolundaki yaraya göz gezdirdi. Açık kalan ağzını kapattı. Muhtemelen o, Serkis’ten daha çok şaşırmıştı. Serkis ise kimse kötü yaralanmadığı için Ak Ana’ya şükretti. Elmas Hanım’ın ürkek sesini duyar gibi oldu fakat tam olarak ne söylediğini idrak edemedi. Çünkü uzun saçları darmadağınık olmuş, aynı Serkis gibi alnından terler boşalan Peri onun tek odak noktasıydı. Bu kadın nereden çıkmıştı böyle? Sessiz kalarak onun yaralı kolunu evirip çevirmesini izledi. Genç kadın Elmas Hanım’a doğru başını kaldırdı. “Yarası ağır değil,” dedi. “Gerçekten çok şanslı.” Serkis “Nasıl oldu da biz ölmedik?” derken Peri de onunla aynı anda “Onu nasıl yaptın?” diye sordu ve arkasında yatan adamları başparmağıyla işaret etti. “Onlara ne yaptın?” “Keşke bilseydim,” dedi Serkis ondan çok kendine. Sonra yarasını temiz bir bezle sarmak isteyen Elmas Hanım için kolunu yana doğru uzatırken bakışını Peri’ye çevirdi. “Peşinde olan adamlar bunlar mıydı?” Genç kadın bir an cevap verip vermemekte kararsız kalmıştı. Esinti, saçlarıyla yüzünü kapatınca, onları tek eliyle düzelterek derin bir hüzünle iç geçirdi. “Yalnızca bunlar değil.” “Artık bana güveniyor musun yani?” diye sordu Serkis.
Peri tam cevap verecekken dudaklarını birbirine bastırarak boşluğa bakan çekik gözlerini kıstı. Hemen ayaklanıp arkasını döndü. Elmas Hanım’ın kolunu bağlamayı bitirdiğini gören Serkis de onun yanına geldi. Büyücü kıpırdanmaya başlamıştı. Peri yumruklarını sıkmış, kenarlarında tutuyordu. Vaiz ellerini yere dahi koymadan ayaklandı ve hiçbir şey söylemeden çevresinde yatan savaşçılara uzun bir müddet inceledi. “Oldukça etkileyici. Bir cadının tek başına on Azabi’yi yenmesi olacak şey değil. Ama artık bu işten sıkılmaya başladım. Hepinizi öldürmeye başlamadan önce…” “Adamlarına bir bak büyücü!” diye haykırdı Peri. “Artık kimse seni benden koruyamaz.” Büyücü bir kahkaha attı. “Sen mi beni öldüreceksin kâfir? Senin gibi Araf’a tapanlara neler yaptığımızı biliyor musun? Haklının yanında olan bizleriz, bu nedenle zafer bizimdir, kanla alacağız yerimizi bu dünyada. Hem benim ilahi güçlerim karşısında bir cadı kadın ne yapacağını sanıyor ki?” “Sadece kendi cehaletini gösteriyorsun büyücü. Ben cadı değil, sahireyim. Cadıyı bırak, ben bile senin gibi gücü çalıntı olanın hakkından kolayca gelebilirim. Sen gerçekten bir cadı görsen hangi deliğe saklanacağını şaşırırdın.” “Ne kadar da doğru söyledin ama,” dedi bir ses. Peri kimin konuştuğunu anlamayınca merakla etrafına bakındı. “Yani sonunda gerçek yüzünüzü açığa çıkardınız ha büyücü!” dedi yine aynı kadın sesi. “Kim konuştu?” diye hırladı vaiz çevreyi tararken. Serkis ise ince dudaklarında bir gülümsemeyle vaizi dikizliyordu. “Ben konuştum.” Ses bir öpücük kadar yumuşaktı. Rahatlatıcı olmasının yanı sıra bir melodi taşıyordu; sanki bir şarkı, bir ezgi vardı içinde. Peri’nin duyduğu en tuhaf sesti. Herhangi bir yerden gelmiyordu, aynı anda her yerdeydi. Dört bir yandan onları sıkıştırmıştı. “Buradan gitsen iyi olur büyücü.” “Neredesin, nesin göster kendini!” Yaşlı adam bir yandan da çevresini kolluyordu. “Bunu istemezsin büyücü. Bu senin sonun olabilir,” dedi ahenkli ses. Peri, aynı anda bütün kemiklerinin çınladığını sandı. Sesin taşıdığı notalar büyüleyiciydi. Vaiz ellerini öne kaldırarak yumruklarını sıktı. “Senden neden korkayım ki? Sen alt tarafı bir kadınsın. Aziler’in gücü beni koruyacaktır. Hangi deliğe saklandığını bulacağım hemen.” Büyücü gözlerini kapadı, avuçlarını düz tutarak konsantrasyondan çarpılmış yüzünün önünde birleştirdi. Peri, adamın ne yaptığını anlamıştı. Fırsattan yararlanarak özünü çağırdı. Ecel görüşü öne çıktı. Sağ bileğini iki yana bükerek kıvırdı ve havayı sıkıştırıp keskin bir büklüm oluşturdu. Bunu nasıl bu kadar kolay yapabildiğini anlamadı fakat o anın heyecanıyla bunu sorgulamadı. Artık refleks haline gelmişti bunlar. Tam saldıracağı sırada kadının sesini tekrar duydu. Çok yatıştırıcı bir tonu vardı, insana anne şefkati gibi huzur veriyordu. “Yapma canım,” dedi. Galiba yalnızca Peri ile konuşuyordu çünkü ondan başka kimse sesi duymamış gibiydi. “Buradan sonra ben hallederim. Serkis’i koruduğun için minnet borcum var sana. Ama şimdi sen karışma.” Peri hiçbir şey söyleyemedi, kadının bu şekilde konuşmayı nasıl başardığını bilmiyordu. Ecel görüşü gitmişti. Korkudan yerlerinde donmuş kalmış olan kasabalılar da aynı Serkis gibi sesi tanımıştı. Lakin genç adamın mutluluğu, diğerlerinin dehşetle çarpılmış ifadelerine karşı tezat oluşturuyordu. Serkis’e ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Artık sadece elli kişi onun arkasında bekliyordu. Esasında o kadarının dahi bu zamana kadar burada durmuş olması tuhaftı. Serkis, Peri’nin kulağına eğildi. “Sormayı unuttum. İyi misin?” Genç kadın ciddiyetini bozmadan cevap verdi. “İyiyim, sağ ol.”
Vaizi işaret ederek sordu. “Şimdi ne yapıyor biliyor musun?” Peri yaşlı adama döndü. “Ecel gözüyle, konuşan kadını bulmaya çalışıyor.” Genç adam başka bir şey daha soracaktı ki vazgeçti ve büyücüyü izlemeye devam etti. Neden sonra vaiz gözlerini açtı. Az evvelkinden daha öfkeli görünüyordu. Parmaklarının arasında kıvılcımlar dolanıyordu. Melodili ses hafifçe güldü. “Bulamadın mı beni yoksa?” “Bu bir şeyi fark ettirmez, Tanrılar beni…” “Tanrı dediğin şarlatanlar burada sana yardımcı olamaz büyücü. Çalınmış güçle anca bir yere kadar gidebilirsin. Ben Bilge Hatun’um. Kasabalı beni bu isimle tanıyor fakat benim birçok adım var,” dedi ve güldü. Çok tatlı bir gülücüktü. Peri bu sesi devamlı duymak istiyordu. Bunun sebebinin ne olduğunun farkında olmamasına karşın, sesin büyüsüne kapılmıştı. “Sana çekip gitmen için tek bir fırsat tanıyorum.” Yaşlı adam sırıtırken kırık ve sararmış ön dişleri ortaya çıktı. “Kasabayı sarmış beş bin kılıç tutan adamım var. Hepsi emrimde bekliyor. İstediğim anda bu insanları kılıçtan geçiririm ve sonra gelip seni…” “Yani benim ormanıma izinsiz giren adamlarından mı bahsediyorsun?” dedi yumuşak ses. “Büyük hataydı büyücü. Onlar bu azabiler kadar şanslı değillerdi. Çoktan Araf’a kavuştular.” “Ne? Ne diyorsun kadın?” “Anlamadın galiba.” Bilge Hatun küçümser bir tonla devam etti. “Aziler’in aptalları çalınmış güçle mükâfatlandırdıklarını bilmiyordum. Azapkurtları adamlarını parçaladılar.” “Yalan söylüyorsun kadın. Araf yaratıkları kimseye hizmet etmez.” Kadın küçük bir kız gibi kikirdedi. “Bir şeyin nasıl yapıldığını bilmiyorsun diye, yapılamayacağını sanma büyücü. Ben azapkurtlarına hükmedebiliyorum.” Vaiz tam bir şey daha söyleyecekti ki sokakların karanlığından fısıltılar duyuldu. Peri habis seslerin etkisinde kaldı. Hazmetmesi mümkün olmayan bir yemekten farksızdı korku, midesine ani bir kramp girmesine yol açmıştı. Kadının efsunla kutsanmış buğulu sesinden sonra kâbusa dönmek gibiydi. Yaşlı çelimsiz bedeni fırtınada kalmış bir ağaç misali ürperen büyücü geri adımlar atarken yerde yatan adamlarından birine takıldı ve sırtüstü yere düştü. Ulumalar geceyi doldurdu. Meşaleler hâlâ yanıyor olsalar da etraf karardı. Karanlıkta açığa çıkan gümüş rengi, gözbebeği olmayan gözler şimdi civarı aydınlatıyorlardı. O zamana kadar Serkis’in yanında kalan kasabalılar da arkalarına bile bakmadan kaçıştılar. Genç adam ise kılını dahi kıpırdatmadan yerinde kaldı. Sokak aralarından onları dikizleyen vahşi gözleri izledi. Vaiz ise ayaklanıp elleri önünde gardını almıştı, çardağın merdivenlerine ulaştığında en yakındaki sokaktan bir hırlama geldi. Bir kurdu andırıyordu fakat daha çatallı bir sesti. Peri kemiklerini kavuran, düzensiz bir sıcaklık hissetti. Öyle hızla artıyordu ki başı zonklamaya başlamıştı. Göğsüne bir od düşmüştü. Özünü bulmaya, susuzluk hissini aramaya çalıştı. Her şey gitgide kararıyordu. “Şimdi olmaz canlarım!” dedi büyülü ses. “Bunlar benim dostlarım.” Isı aniden yok oldu. Genç kadın rahat bir nefes alırken karanlığın içindeki gümüş gözlerin de kaybolduğunu fark etti. Hemen sağındaki yakın bir sokak aralığının karanlığında, uzun boylu, kırmızıya bürünmüş orta yaşlı bir kadın belirdi. Sanki hiçlikten ortaya çıkmıştı. Etrafına, elbisesiyle aynı renkte bir ışık yayıyordu. Peri daha evvel böyle bir kırmızı renk görmemişti. Alev rengiyle kan kırmızısının karışımıydı. Bu basit bir renk değildi. Tıpkı canlı bir varlık gibi nefes alabiliyordu. Kendisine ait bir ruhu vardı. Ölüm kadar kesin, hayat kadar acımasızdı. Hem çok kolay hem de çok zordu.
Peri bu rengi daha önce hiç görmemiş olsa bile, ona çok tanıdık gelen bir yanı olduğunu düşünmeden edemedi. Sanki uzak bir geçmişten, başka bir yaşamdan kalan solgun bir anıydı. Bu denli karmaşık bir rengi taşıyan, mahir ellerden çıktığı aşikâr olan elbise ise çok sade ve zarifti. Göğüs kısmındaki yakasında lale, petunya, iç içe geçmiş daireli desenlerin olduğu dantelli süslemeler vardı. Bu süslemeler yerden yarım karış yukarıda kalan uzun ve dar eteğinin uçlarına kadar inerken genişleyerek daha zarif bir hal alıyordu. Eteğinin sağ tarafındaki yırtmaç dizini geçiyordu ve belinde yine kıpkırmızı deri bir kemer vardı. Genç kadın, kemerde, kınıyla birlikte çapraz olarak asılmış iki kısa kılıcıyla birlikte süslemeli yazılar bulunan bir efsun kalıntısı da fark etti. Peri bakışlarını elbiseden nihayet alabildiğinde kadını iyice inceledi. Küçük burnu ve zayıf yüzündeki içeri çökük yanakları, küçük elmacık kemiklerinin oluşturduğu yüz hatlarına tam uymuştu. Uzun, dalgalı saçları omuzlarından taşmış, önünde ve yanlarında yer yer ufak örgülerle süslenmişti. Saçları da elbiseyle aynı renkti ve aynı karmaşayı taşıyordu. “Araf muhafızları!” dedi kadın bir eliyle karanlığı işaret ederek. Karanlıktan dört tane yaratık çıktı, arkada ve çevrelerinde yüzlerce göz daha vardı. Geceden daha karanlıklardı. Hatta etraflarındaki ışığı yutuyorlardı. Güçlükle de olsa şekilleri seçiliyordu. Soluk alış verişleri ıssızlığı bozan tek şeydi artık, diğer tüm sesler kaybolmuştu. Peri ilk görüşte onları kurda benzetti. Fakat atlardan dahi iri olmalarının yanı sıra, uzun sivri dişleri ağızlarından içeriye doğru eğrilmişti. Gözbebekleri yoktu ve vücutlarının geri kalanı gibi tamamen karanlıklardı. Kafalarının üstü ve ön ayaklarının pençeleri yılan derisi gibi pulluydu ve bu pulların arasından çıkan kalın, uzun ve sivri dikenler vardı. Pençelerdeki gümüş tırnaklar insan parmağı uzunluğundaydı. Bunlar ona azabilerin pençelerini hatırlattı. Bunlardan tek farkı, onların insan eline benzemesiydi. “Azapkurtları öfkeli,” dedi kızıl kadın. “Azabileri sevmiyorlar. Onları ucube olarak görüyorlar.” “Sen ne yaptın kadın?” dedi vaiz. Hızlanan soluklarına hâkim olmak istercesine eliyle göğsüne bastırdı. “Araf’ı başımıza mı getirdin?” Bilge Hatun ellerini indirip karşılıklı olarak elbisesinin kollarına soktu. “Ben bu insanların ve toprakların koruyucusuyum. Buraya izinsiz girdiniz. Hemen gitmenizi istiyorum.” “Benim ne kadar güçlü olduğumu bilmiyorsun kadın. Tanrıların kudreti benimle,” dedi büyücü. Peri ecel görüşüyle adamın çalıntı özü kullanmaya çalıştığını gördü. Havadan bıçaklar yaratıyordu. Genç kadın da hemen karşı kalkan yaratmak amacıyla özüne dokunacaktı ki, çok garip bir şey gördü. Adamın kullanmaya çalıştığı yeşil öz bulutu ilk başta karardı, sonra sanki daha önce hiç var olmamış gibi binlerce parçaya ayrılıp kayboldu. Büyücü başka bir öz bulutu daha çağırdı, bu seferki karaydı, en tehlikeli cinstendi. Bulut bileklerinde asılı kaldı; bunu az evvel gökten yıldırım çağırırken kullanmıştı. Peri’nin müdahale etmesine gerek kalmadan adamın bileklerine sarılı bulut yine binlerce parçaya ayrıldı ve toza dönüştü. Yaşlı adam acıyla bağırarak olduğu yerde diz çöktü, elleriyle bileklerini tutuyordu. “Teşekkürler ihtiyar!” dedi Bilge Hatun. “Buna ihtiyacım vardı.” Peri, havada asılı kalan toz bulutlarının kıpırdanarak kadına doğru uçuştuğunu ve onun burnundan içeri girdiğini fark etti. İşte o zaman kadının gerçekte ne olduğunu anlamış ve bu anlayış onu az evvelkinden daha fazla korkutmuştu. Yön hissini yitirdi. Eli ayağına dolaşmıştı. “Korkma sahire!” dedi Bilge Hatun onun kıpırdandığını görünce. “Buraya senin için gelmedim.” Büyücü yere yan düşmüş hâlde işkence görürcesine çığlıklar atıyordu. “Bana ne yaptın, seni Araf’ın köpeği!”
Peri, adamın bileklerini tutan ellerinin kararıp etinin etine yapıştığını gördü. Vaizin çığlıkları gecenin içinde yankılanarak genç kadının içini titretti. Az sonra feryatlar ve küfürler sessiz iç çekmelere dönüştü. Adamın kapalı gözlerinden düşen gözyaşları taş merdiveni ıslatıyordu. “Sana gitmeni söylemiştim büyücü. Seni uyardım. Bu diyarda bana karşı büyü yapıp da kurtulan olmamıştır. Acıların bu topraklardan çıkınca dinecek ve birkaç gün içinde eski hâline döneceksin. Tanrılarına fazla güvenmemeyi öğrenmiş ol.” Canavarlardan birisi Bilge Hatun’un yanına geldi, uzun kulaklarını yana indirip başını ona doğru eğdi, dik duran kara kılları yumuşadı. Kadın yaratığın kulağına bir şey fısıldadı. Azapkurdu kafasını diğerlerine çevirdi ve karnından bir hırıltı çıkardı. Dördünden öbür ikisi Peri ve Serkis’e doğru ilerlediler. Geri geri yürüyen Peri onların yaklaştığını görünce adımlarını hızlandırmak istedi. Omzunda bir el hissettiği anda başını çevirdi. Serkis gülümseyerek onun gözlerinin içine baktı. Sanki onun ruhunu okşamaya çalışıyordu, genç kadın içinde bir sıcaklık hissetti. “Korkma sakın, düşman değiller.” Peri ecel görüşüyle canavarlara göz gezdirdi. “Ne demek istiyorsun? Onların ne olduğunu biliyor musun sen?” “Elbette. Endişelenme Peri. Sana zarar vermeyecekler.” Genç kadın ismini duyunca şaşırdı. Adam da bunu fark etmiş olacak ki yüzüne kocaman bir tebessüm yayıldı. “Seni unuttuğumu düşünmedin herhalde.” Kurtlardan biri hemen önlerinde durduğunda, kara gözler Serkis’e doğru kısıldı. Yaratığın dudakları yanlara doğru gerildi ve kocaman keskin köpek dişleri ifşa oldu. Peri irkilerek tiz bir çığlıkla geriye sıçradı. “Öyle yapma Merih,” dedi Serkis canavara doğru. “Onu korkutuyorsun.” Sonra yaratığın kulaklarının arkasını kaşırken Peri’ye döndü. “Yalnızca selam vermeye çalışıyor, lütfen korkma.” Onun rahat tavrıyla, genç kadının çırpınıp duran yüreği hafifledi. Yaratık ise Serkis’in kulaklarını okşamasından hoşlanmıştı çünkü gözlerini yummuş, karnından bir horultu sesi çıkarıyordu. “Bizden ne istiyorlar? Neden yanımıza geldi?” “Benimle gelmeniz için,” dedi Bilge Hatun. Az önce yanında duran kurdun üstüne binmişti. Onlara doğru yaklaştı. “Korkma, sana zarar vermezler.” “Ama… ama…” Peri konuşmaya çabaladı. Kelimeler boğazından çıkmakta zorlanıyordu. “Bu canavarlar çok tehlikelidir.” Bilge Hatun aşağı doğru ona bakarak gülümsedi. Ama altındaki yaratık karnından bir homurdanma çıkardı ve başını sağa döndürdü, gözleri kısılmıştı. “Bak gördün mü, sana darıldı.” “Sana karşı tehlikeli değiller,” dedi adam. Serkis yaratığa doğru hamle yaparken canavar eğildi. Adam onun bükülmüş arka bacağına basarak yükseldi ve üstüne oturdu. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu Bilge Hatun’a. “Arkadaşını almalıyız önce. Ondan sonra Alacagöl’e gideceğiz ancak orada yarası iyileşebilir.” “Neden? Neden onu oraya götürüyoruz? Yarası çok ağır değildi.” “Sana göre ağır değil çocuğum. Bu adamlar büyü yoluyla bu pençelere bağlanmışlar. Pençelerin gerçek sahipleri azapkurtlarıdır. Azapkurdunun pençesiyle yaralananları kara bir son bekliyor.” “Ama anlamıyorum. Pençeleri zehirli mi yoksa?” Buna hâlâ ne yapacağına karar veremediğinden ötürü yerinden kıpırdamamış olan Peri yanıt verdi. “Pençeleri bedeni ve ruhu birlikte parçalar. Tek bir çizik bile, ruhta açılmış bir yara anlamına gelir. Azapkurtları Araf yaratıklarıdır.” Bilge Hatun vakur bir edayla elini kalbine götürdü. “Çok doğru.”
Serkis ikisinin arasındaki bakışmaları sabırla izledi. “Ama madem bu kadar tehlikeli, neden bana bir şey olmadı? Ben de yaralandım.” “Ben de bilmiyorum tam olarak,” diye yanıt verdi Bilge Hatun. “Zaten o yüzden gitmemiz gerekiyor ya, acele etmeliyiz. Neler olacağını bilmiyorum. Ecer’i Elmas Hanım hana götürmüştür, değil mi?” Serkis onu onayladı. “Peki bu pençelerin onların üzerinde ne işi var?” Bunu Peri cevapladı. “Bu savaşçılar, yani azabiler, azapkurtlarının pençeleriyle cadılar tarafından yaratılmışlardı. Soyları iki asır evvel yapılan savaşa dayanıyor. Azapkurtları ise sadece çok güçlü Araf Cadıları’na hizmet ederler. Yani ben öyle biliyorum,” diye ekledi Kızıl Cadı’ya yan yan bakarken. Bilge Hatun bir şey söylemeden tek gözünü kırptı. “Sen bir Araf Cadısı mısın yani?” diye sordu Peri, kollarında dikleşen tüyler tüm bedenine melun ürpertiler taşıdı. Unutulmuş Diyar’ın sınırından içeriye adım attığından beri gördüklerine ve duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Araf Cadıları en tehlikeli ve en güçlü cadılardı. Bu kadınların bu denli güçlü olmalarının nedeni ruhlarını Araf’ın Efendisi’ne teslim etmeleriydi. Birçoğu Çorak Topraklar’da Tarikat tarafından öldürülmüş, geri kalanı ise kuzeybatıdaki bir ormana sürülmüş ve zamanın sonuna kadar oraya hapsedilmişlerdi. “Ben Ak Ana’ya hizmet ediyorum,” diye yanıtladı kadın kısaca. “Ama bu uzun bir hikâye ve bizim zamanımız yok. Burada konuşmamız güvenli değil. Göle gitmeliyiz.” “İyi,” dedi Serkis. “Benim de cevaplara ihtiyacım var.” “Göle kadar sabret,” diye uyardı Bilge Hatun. Peri bir süreliğine düşüncelere daldı. Burada çok tuhaf şeyler oluyordu. Unutulmuş Diyar’a savaşta yardım bulmak için gelmişti. Bu gece gördükleri kafasını karıştırıyordu. Cevaplara ihtiyacı vardı. Bu kadar çılgınlık arasındayken özünün rahatlığını ve huzurunu özlemişti. Bilge Hatun boğazını temizlermiş gibi öksürdü. “Bak Sahire kadın, bizim gitmemiz gerekiyor. Serkis’in dostunun başı belada. Burada ne aradığını biliyorum. Her ne kadar cesaretini bulman uzun sürmüş olsa da Serkis’i korumak uğruna savaştın. Bunun için sana minnet borcum var. Eğer bizimle gelirsen, aradığın cevapları bulmanda elimden gelirse yardım edeceğim.” Peri yazgısını kabullenircesine önüne gelen diğer yaratığa çekinerek yaklaştı. “Tek binmek zorunda değilsin, istersen ikimizden birinin arkasına binebilirsin,” dedi Serkis. Peri rahatlayarak çantasını yerden aldı ve Serkis’in bindiği azapkurdunun yanına geldi. Eteğini tek eliyle biraz yukarı kaldırdı. Aynı genç adamın yaptığı gibi ayağıyla canavarın bacağına bastı ve yükseldi. Kurdun kılları şaşırtıcı derecede yumuşaktı. Serkis’in yanında olmasının verdiği rahatlamayla tekrar düşünebilir oldu. Yerde yatan savaşçıları ve büyücüyü başıyla işaret etti. “Onlar ne olacak?” Bilge Hatun azapkurdunun kulağına eğilip bir şeyler fısıldayınca canavar döndü ve ağır adımlarla ilerlemeye başladı, onların bindiği de onu takip etti. “Onlar için endişelenme. Azapkurtları onları ormanın dışına götürecek. Azabileri pek sevmezler.” Canavarlar hızlanınca Peri, düşmemek amacıyla yaratığın kıllarına tutunmaya çalıştı ama beceremedi. “Buna nasıl tutunuyorsun?” diye sordu Serkis’e. Sesi arzusunun dışında hararetlenmişti. “Tutunmanın bir anlamı yok. Merih istemediği sürece düşmezsin. İsterse koşsun zıplasın, kesinlikle düşürmez seni. Nasıl yapıyor bilmiyorum, yalnızca büyü işte.” “Ama…” Peri bir şey söyleyecekti ki susmayı tercih etti. Bilmediği ne kadar çok şey vardı. “Eğer kendini daha iyi hissetmeni sağlayacaksa bana tutunabilirsin.”
Peri iki yandan genç adamın beline tutundu. Yaratık hızla ileri atılınca da hemen ona sarıldı ve göğsünü onun sırtına yasladı. Serkis, onun ansızın irkilmesine neşeyle güldü.