Beyaz Kedi - Holly Black

Page 1

BEYAZ KEDİ Holly BLACK Çeviri: Yiğit Değer Bengi


DİĞER KİTAPLARDA ÖLDÜRDÜĞÜM BÜTÜN KURGUSAL KEDİLER İÇİN.


BİRİNCİ BÖLÜM Uyandığımda soğuk siyah kiremitlerin üzerinde çıplak ayakla dikiliyorum. Başımı eğip sersem sersem aşağı bakıyor ve ciğerlerime buz gibi havayı dolduruyorum. Başımın üzerinde yıldızlar. Altımda Albay Wallingford’un tunçtan heykelini görünce, Smythe Yurdu’nun (yani kaldığım öğrenci yurdunun) tepesinden avluya baktığımı fark ediyorum. Çatıya çıkan merdivenleri ne zaman tırmandığımı hiç hatırlamıyorum. Dahası, bulunduğum yere nasıl çıkılacağını bilmiyorum. Aşağı tercihen ölmeden inmeyi tasarladığım için, aslında bu da başka bir sorun. Sendeliyorum; irademi zorlayıp elimden geldiğince kıpırdamadan durmaya çalışıyorum. Fazla derin nefes alma. Ayak parmaklarınla kiremitlere tutun. Gece oldukça sessiz. Bu her sürtünmenin, her çıtırtının ya da nefesin kocaman yankılanacağı tarzdaki o sessizliklerden biri. Karanlık ağaç çizgisinin tepesi her hışırdadığında şaşırarak irkiliyorum. Ayağım kaygan bir şeylere denk geliyor. Yosun. Dengemi sağlamaya çalışıyorum ama bacaklarım altımdan kayıp gidiyor. Çıplak göğsüm kiremitlere çarptığında panikle tutunacak bir şeyler arıyorum. Avucum keskin bir bakır baca eteğine çarpıyor ama acı hissetmiyorum bile. Çırpınan ayaklarım bir kar perdesi buluyor. Ayak parmaklarımı oraya bastırıp dengemi sağlıyorum. O kadar kötü titriyorum ki tırmanmam imkânsız, yine de rahatlayarak gülüyorum. Soğuk hava parmaklarımı uyuşturuyor. Adrenalin beynime şarkı söyletiyor. “Yardım edin,” diyorum usulca, boğazımda büyümeye başlayan asabi kahkahayı hissedebiliyorum. Bastırmak için yanağımın içini ısırıyorum. Yardım isteyemem. Kimseyi çağıramam. Eğer bunu yaparsam, sıradan biri olduğuma dair dikkatle oluşturduğum imaj tarihe karışır. Uyurgezerlik çocukça, acayip ve utanç verici bir şey. Loş ışıkta çatıyı gözden geçirip kar perdelerinin yerleştiriliş biçimini anlamaya çalışıyorum. Bu minik üçgen plastik parçaları karın düşmesini engellemek içindi, benim ağırlığımı tanışmak için değil. Belki bir pencerenin yakınına gelebilirsem aşağı inebilirim. Ayağımı uzatıp elimden geldiğince yavaş bir biçimde, solucan gibi sürünerek en yakındaki kar perdesine doğru ilerlemeye çalışıyorum. Karnım kiremitlere sürtünüyor; bazılarının uçları çentiklenmiş, pürüzlü… Önce ilk perdeye basıyorum, sonra ikincisine ve çatının kenarına kadar ilerliyorum. Orada nefes nefese duruyorum, pencereler


erişemeyeceğim kadar aşağıda, gidebileceğim hiçbir yer de yok ve burada utançtan ölmemeye karar veriyorum. Soğuk havadan ciğerlerime üç derin nefes çekip haykırıyorum. “Hey! Hey! Yardım edin!” Gece sesimi boğuyor. Uzaktaki otoyoldan motor sesleri geliyor ama hemen altımdaki pencere sessiz. “HEY!” diye çığlık atıyorum bu kez; avazım çıktığı kadar, gırtlaktan gelen sesimle bağırıyorum. O kadar ki gırtlağım yanıyor. “Yardım edin!” Odaların birinde bir ışık titreşerek yanıyor ve bir pencere camına dayanan avuçlar görüyorum. Birkaç saniye içinde pencere kayarak açılıyor. “Merhaba?” diyor aşağıdan gelen uykulu bir ses. Bir an için, ses bana başka bir kızı anımsatıyor. Ölü bir kızı. Başımı kenardan uzatıp en kırgın ifademi takınarak gülümsüyorum. Dehşete düşmesine hiç gerek yokmuş gibi. “Yukarıdayım,” diyorum. “Çatıda.” “Tanrım,” diyor Justine Moore, güçlükle soluyarak. Willow Davis pencereye geliyor. “Yurt müdürünü çağırıyorum.” Yanağımı soğuk kiremitlere dayayıp kendi kendimi her şeyin yolunda olduğuna, bunun bir lanet olmadığına ve biraz daha dayanırsam işlerin düzeleceğine ikna etmeye çalışıyorum. Bir kalabalık, yurt binalarından çıkıp aşağıda birikiyor. “Atla,” diye bağırıyor gerzeğin teki. “Haydi!” “Bay Sharpe?” diye sesleniyor Dekan Wharton. “Bir an önce oradan inin, Bay Sharpe!” Gümüş rengi saçları adam elektrikle idam edilmiş gibi dikilmiş, tersyüz olmuş bornozu yalan yanlış bağlanmıştı. Beyaz, dar iç çamaşırlarını tüm okul görüyordu. Aniden ben de üzerimde baksırlarımdan başka bir şey olmadığını fark ediyorum. Eğer dekanın görüntüsü komikse ben daha berbat görünüyor olmalıyım. “Cassel,” diye bağırıyor Bayan Noyes. “Cassel, sakın atlama! Biliyorum hayat zor…” Orada duruyor, sonra ne söyleyeceğinden emin değilmiş gibi. Büyük ihtimalle o bahsettiği zorlukların ne olduğunu anımsamak için kendini zorluyor. Notlarım iyidir. Çevremdekilerle de iyi geçinirim. Bir kez daha aşağı bakıyorum. Kameralı telefonların flaşları patlıyor. Yandaki Strong Binası’nın pencerelerinden çömezler sarkıyor, öğretmenler onları çaresizce içeri sokmaya çalışsa da birinci ve sonuncu sınıflar çimenliğin üstünde pijamaları ve gecelikleriyle dolanıyor. Mümkün mertebe sırıtıp, “Cheese,” diyorum usulca.


“Aşağı inin, Bay Sharpe,” diye bağırıyor Dekan Wharton. “Sizi uyarıyorum!” “Ben iyiyim, Bayan Noyes,” diye sesleniyorum. “Buraya nasıl çıktığımı bilmiyorum. Uykumda yürüdüm herhalde.” Rüyamda beyaz bir kedi gördüm. Üzerime eğildi ve derin derin nefes almaya başladı, ciğerlerimdeki havayı emmek ister gibiydi ama onun yerine dilimi ısırıp kopardı. Acı yoktu, onun yerine çok yoğun, boğucu bir panik hissi vardı. Rüyamda dilim ıslak, fare boyutlarında kımıl kımıl kırmızı bir şeydi. Kedi onu ağzında taşıyordu. Dilimi geri istiyordum. Yataktan fırlayıp kediye uzandım ama çok çevik ve hızlıydı. Onu takip ettim. Sonra bildiğim, kendimi bir çatının tepesinde titrerken bulduğum. Uzakta çalan bir siren gitgide yaklaşıyor. Sırıtmaktan yanaklarım acıyor. Sonunda bir itfaiyeci beni indirmek için merdivene tırmanıyor. Beni bir battaniyeye sarıyorlar ama dişlerim öylesine şiddetli bir biçimde takırdıyor ki sordukları sorulara cevap veremiyorum. Kedi hakikaten de dilimi kapmış gibiyim.

Okul müdiresinin odasına son girdiğimde, yanımda beni okula kaydetmek için gelen dedem de vardı. Dekan Wharton benim nasıl da iyi bir delikanlı olacağımı anlatırken, dedemi bir kristal kâsedeki nane şekerini paltosunun cebine doldururken izlediğimi anımsıyorum. Kristal kâsenin kendisi de diğer cebine inmişti. Bir battaniyeye sarınmış halde, yine aynı yeşil, deri koltuğa oturmuş avucumu saran gazlı bezle oynuyorum. Gerçekten de iyi bir delikanlı olmuştum. “Uyurgezerlik de nerden çıktı?” diyor Dekan Wharton. Kahverengi, yünlü bir takım giymiş ama saçları hâlâ dağınık. Eskimiş ansiklopediler dizili bir rafın yanında durmuş eldivenli parmağını deri ciltlerin sırtlarına sürüyor. Masanın üzerinde yine bir kristal kâse dolusu nane şekeri olduğunu fark ediyorum. Başım çatlıyor. Keşke o şekerler aspirin olsaydı. “Eskiden uykumda yürürdüm,” diyorum. “Uzun zamandır yapmamıştım.” Uyurgezerlik çocuklarda, özellikle de erkek çocuklarda pek de nadir görülen bir şey değildir. On üç yaşımdayken uyanıp da hatırlayamadığım bir yerden henüz dönmüş olmanın ürkütücü hissini içimden atamadan, kendimi dudaklarım soğuktan morarmış bir halde bir otoyolun ortasında bulduğumda internetten araştırmıştım. Vitraylı camların ardında yükselen güneş, ağaçları altın rengine boyuyor. Okul müdiresi Bayan Northcutt’ın yüzü şiş, gözleri de kanlı. Üzerinde Wallingford’un arması olan bir kupadan kahve içiyor. Kupayı öyle sıkı tutuyor ki eldiveni eklemlerinin üzerinde gerilmiş.


“Kız arkadaşınla bazı sorunların olduğunu duydum,” diyor Müdire Northcutt. “Hayır,” diyorum. “Hiç de değil.” Audrey benim içine kapanık hallerimden bıkmış ve kış tatilinde beni terk etmişti. Artık bana ait olmayan bir kız arkadaşla sorun yaşamak mümkün değildi. Müdire gırtlağını temizliyor. “Bazı öğrenciler bahis oynattığını düşünüyor. Başın belaya mı girdi? Birilerine borcun filan olmasın?” Kurduğum suç imparatorluğuna yapılan bu gönderme karşısında gülümsememeye çalışarak başımı öne eğiyorum. Tek yaptığım biraz sahte evrak düzenleme, biraz da bahisçilik. Tek bir işe odaklanıp ipin ucunu kaçırmış da değilim. Hatta biraderim Philip’in okulun ana içki sağlayıcısı olma önerisini bile kabul etmedim. Müdirenin biraz bahis oynanmasını umursadığını hiç sanmamakla birlikte, hangi öğretmenlerin birlikte olduğu bahsinin popülerlik derecesinin farkında olmamasına memnunum. Northcutt ve Wharton’un birlikte olmaları olasılığı hayli düşük ama yine de bu, insanları para koymaktan geri durdurmuyor. Kafamı iki yana sallıyorum. “Yakınlarda ruh halinde ani değişimler yaşıyor musun?” diye soruyor Dekan Wharton. “Hayır,” diyorum. “Beslenme ve uyku düzeninde değişimler var mı?” Bunları bir kitaptan alıntı yapar gibi söylüyor. “Sorun uyku düzenim zaten,” diyorum. “Ne demek istiyorsun?” diye soruyor Müdire Northcutt, aniden dikkat kesilerek. “Hiçbir şey! Sadece uykumda yürüyordum, intihar etmeye çalışmıyordum. Eğer intihar etmek istesem kendimi çatıdan atmam. Ayrıca eğer kendimi çatıdan atacak olsam en azından kıçıma bir pantolon geçiririm.” Müdire kupasından bir yudum daha alıyor. Şimdi elini biraz gevşetti. “Avukatımız bize, bir doktor tarafından bir daha böyle bir şey olmayacağı teminatı verilene dek yurtta kalmana izin vermememizi önerdi. Sen bizim için tam bir sigorta riskisin.” İnsanların bana bir sürü gereksiz öğüt vereceğini sanmış ama gerçek bir sonuçla karşılaşabileceğimi hiç düşünmemiştim. Azar yiyeceğimi, hatta birkaç ihtar alacağımı zannediyordum. Uzunca bir süre konuşamayacak kadar sarsılmış haldeyim. “Ama ben yanlış bir şey yapmadım.” Tabii bu aptalca bir laf. İnsanların başına gelenler onların hak ettikleri değildir. Kaldı ki ben epey kötü şey de yaptım.


“Ağabeyin Philip seni almaya geliyor,” diyor Dekan Wharton. O ve müdire bir an için bakışıyorlar ve Wharton’un eli bilinçsizce ensesine gidiyor. Orada renkli bir ip görüyor ve beyaz gömleğinin altındaki tılsımın şeklini de çıkarıyorum. Anlıyorum. İşlenip işlenmediğimden endişeleniyorlar. Yani lanetlendiğimden… Dedemin Zacharov ailesi için çalışan bir ölüm işleyicisi olduğu büyük bir sır değil. Eskiden parmakları olan yerde şimdi kararmış kalıntılar olması da bunun yeterli bir ispatı. Ve eğer gazete okuyorlarsa annemden de haberleri var demektir. Meydana gelen herhangi bir gariplikten dolayı beni lanet işleyicilikle suçlamak için Wharton ve Northcutt’ın fazla çaba göstermesine gerek yok. “Uyurgezerlik yüzünden beni atamazsınız,” diyorum, ayağa kalkarken. “Bu yasal değil. Bir çeşit ayrımcılık filan…” Aniden susuyorum çünkü midem buz gibi bir korkuyla kasılıyor; bir an için ben de lanetlenmiş olabileceğimi düşünüyorum. Yakın zamanda birinin bana elini sürüp sürmediğini hatırlamaya çalışıyorum ama görülecek şekilde eldiven giymemiş kimsenin bana dokunduğunu anımsayamıyorum. “Wallingford’daki geleceğine dair henüz kesin bir karar vermedik.” Müdire masasının üzerindeki bazı kâğıtları karıştırıyor. Dekan kendisine bir kahve dolduruyor. “Hâlâ gündüzcü öğrenci olabilirim.” Boş bir evde uyumak ya da erkek kardeşlerimden herhangi biriyle çatışmak istemiyorum ama sanırım öyle olacak. Hayatımın şu anki düzenini korumak için elimden ne gelirse yaparım. “Yurda gidip birkaç parça eşya topla. Sağlık sebebiyle buradan uzaklaşıyormuş gibi düşün.” “Sadece bir doktor raporu alana kadar,” diyorum. İkisi de cevap vermiyor, kısa bir süre eğreti bir biçimde dikildikten sonra kapıya yöneliyorum.

Fazla duygudaşlık kurmaya kalkmayın. İşte benimle ilgili gerçek: On dört yaşımdayken bir kızı öldürdüm. Adı Lila’ydı, en iyi arkadaşımdı ve onu seviyordum. Yine de öldürdüm. Cinayetle ilgili anılarım çoğunlukla bulanık ama erkek kardeşlerim beni ellerim kanlı, yüzümde acayip bir gülümsemeyle cesedin başında bulmuşlar. En çok aklımda kalan şey de Lila’nın yerde yatan bedenine baktığımda bir suçun yanıma kâr kalmasının verdiği o iç gıcıklayıcı duyguydu. Ailem dışında katil olduğumu bilen kimse yok. Tabii ki bir de benim dışımda.


Artık o insan olmak istemiyorum ve okuldaki zamanımın çoğunu olmadığım biri gibi görünmek için rol yaparak ve yalan söyleyerek geçiriyorum. Olmadığınız bir şey gibi görünmek oldukça çaba gerektiren bir şey. Hangi tür müziği sevdiğimi değil, hangi tür müziği sevmem gerektiğini düşünüyorum. Bir kız arkadaşım olduğunda onu olmamı istediği adam olduğuma inandırmaya çalışıyorum. Kalabalık içindeyken onları nasıl güldürebileceğimden emin olana kadar kendimi geri çekiyorum. Neyse ki eğer şu hayatta iyi yaptığım birkaç şeyden biri “mış gibi” yapmak ve yalan söylemektir. Size söylemiştim, birçok kötü şey yaptım.

Hâlâ o insanı kaşındıran itfaiyeci battaniyesine sarılı halde, güneş ışıklarıyla aydınlanan avluda sessizce yürüyorum ve yurttaki odama çıkıyorum. Oda arkadaşım Sam Yu ben kapıdan içeri girdiğimde kırışık bir gömleğin üzerine incecik bir kravat bağlıyor. Şaşkın bir şekilde kafasını kaldırıp bana bakıyor. “İyiyim,” diyorum, yorgun bir sesle. “Eğer sormaya niyetin varsa tabii.” Sam bir korku filmi hayranı ve ağır bir bilimkurgu hastasıdır, odamızın duvarlarını böcek gözlü uzaylı maskeleri ve kanlı posterlerle donatmıştır. Ailesi onun MIT’ye∗ gitmesini sonra da ilaç sektöründe bir iş bulmasını istiyor. Ama Sam’in aklı filmlere özel efekt yapmakta. Vücut yapısının bir ayıyı andırmasına ve sahte kana saplantılı bir ilgi duymasına rağmen, ailesine karşı tavrını göstermekte o kadar güçsüz ki onlar ortada bir anlaşmazlık olduğunu bile bilmiyorlar. Bir tür arkadaş olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Çevremizde hep aynı olan insanların birçoğuyla takılmamamız, arkadaş olmamızı kolaylaştırıyor. “Yaptığım o değildi… her ne yaptığımı sanıyorsan,” dedim ona. “Ölmek falan istemiyorum.” Sam gülümsüyor ve Wallingford eldivenlerini takıyor. “Sadece, iyi ki uykunda komandoluk yapmıyorsun diyecektim.” Bir kahkaha atıp karyolama devriliyorum. Çerçevesi gıcırdıyor. Başımın yanındaki yastığın üstünde yeni bir zarf duruyor; üstüne işaretlenmiş kod, bir birinci sınıf öğrencisinin Victoria Quaroni’nin yetenek yarışmasını kazanacağı üstüne elli dolar koymak istediğini gösteriyor. Oranlar astronomik, bununla birlikte para bana, buralarda olmadığımda birilerinin hesapları tutması ve ödemeleri yapması gerekeceğini hatırlatıyor. 

MIT (Massachusetts Institute of Technology): Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, ABD’nin ünlü teknik üniversitelerinden biridir. (yay.n.)


Sam hafifçe karyolanın ayakucundaki tahtayı tekmeliyor. “İyi olduğuna emin misin?” Başımı evet anlamında sallıyorum. Eve gideceğimi, yani onun odada tek başına gelecek şu şanslı heriflerden biri olacağını söylemem gerek ama kırılgan normallik duygumu altüst etmek istemiyorum. “Yorgunum sadece.” Sam sırt çantasını alıyor. “Sınıfta görüşürüz, deliherif.” Bandajlı elimi sallamak için kaldırıyorum, sonra da kendimi durduruyorum. “Hey, dur bir dakika.” Eli kapı kolunu tutmuş halde, dönüyor. “Düşünüyordum da… gidecek olursam. İnsanların buraya para bırakmaya devam etmelerini sağlayabilir misin?” Sorduğum için rahatsızlık duyuyorum, bu aynı anda hem beni ona borçlu hem de şu okuldan atılma işini gerçek kılıyor, ama Wallingford’da sürdürdüğüm bu işten vazgeçmeye hazır değilim. Sam tereddüt ediyor. “Unut gitsin,” diyorum. “Say ki ben hiç…” Konuşmamı bölüyor. “Yüzde alacak mıyım?” “Yirmi beş,” diyorum. “Yüzde yirmi beş. Ama iş için para toplamaktan daha fazlasını yapman gerekecek.” Onaylayarak, başını yavaşça sallıyor. “Oldu, tamam.” Sırıtıyorum. “Tanıdığım en güvenilir tipsin.” “Dalkavuklukla ne istersen elde edersin,” diyor Sam. “Görünüşe göre, bir çatıdan atlamak dışında.” “Sağ ol ya,” diyorum sızlanarak. Yataktan kalkıp şifonyerden insanı kaşındıran temiz, siyah bir okul pantolonu alıyorum. “İyi de niye gidesin ki? Seni okuldan falan atmıyorlar, değil mi?” Pantolonu giyerken yüzümü başka tarafa çeviriyorum, ama sesimdeki huzursuzluğu saklamam mümkün değil. “Hayır. Bilmiyorum. Sana işi öğretsem iyi olur.” Başını aşağı yukarı sallıyor. “Tamam. Ne yapmam gerek?” “Nokta dağılımları, cetveller falan olan defterimi sana vereceğim ve sen de sadece aldığın her bir bahsi ona işleyeceksin.”Ayaktayken, çalışma koltuğumu dolabın yanına çekip üstüne çıkıyorum. “İşte.” Parmaklarım, dolap kapağının üstüne bantladığım deftere uzanıyor. Onu yerinden söküp alıyorum. Okuldaki ikinci yılımdan kalma başka bir defter hâlâ orada; o zaman iş o kadar büyümüştü ki gayet-iyi-ama-hiç-görsel-olmayan hafızama artık güvenemez hale gelmiştim.


Sam belli belirsiz gülümsüyor. Zulamı hiç fark etmemiş olmaktan dolayı hayrete düştüğünü görebiliyorum. “Bunu halledebilirim herhalde.” Karıştırdığı sayfalar Wallingford’daki ilk senemizden beri oynanan tüm bahislerin ve her birindeki oranların kayıtlarıydı. Stanton Binası’na salınan farenin kim tarafından öldürüleceği üzerine bir bahis vardı. Acaba Kevin Brown’ın çekiciyle mi, Dr. Milton’ın jambonlu tuzaklarıyla mı, yoksa Chaiyawat Terweil’in tamamen insani olan marulla dolu tuzağıyla mı? (Oranlar çekice şans veriyordu.) Ya da Pipin oyununda baş kadın rolünü Amanda’nın mı, Sharone’ın mı, yoksa Courtney’in mi alacağına dair bir bahis vardı. (Courtney aldı ama hâlâ prova yapıyorlar.) Ya da kafeteryada haftanın kaç günü “içinde fındık olmayan fındıklı brownie” çıkacağına dair bir bahis vardı. Gerçek bahisçiler kâr elde etmeyi garantilemek için, dengeli bahislere bakarak bir yüzde belirlerler. Mesela birisi bir dövüşe beş papel yatırırsa aslında bahse dört buçuk koyuyor demektir, elli sent de bahisçinin cebine kalır. Bahisçi kimin kazanacağını umursamaz, sadece kaybedenlerin parasıyla kazananlarını payını ödeyebilmek için koyduğu oranların doğru çıkmasını ister. Ben gerçek bir bahisçi değilim. Wallingford’daki çocuklar aptalca ve asla gerçekleşmeyecek şeyler üzerine bahse girerler. Harcayacak paraları var. Bazen oranları hemen hesaplıyorum −gerçek bir bahisçi gibi− bazen de oranları kendime göre hesaplayıp ödeyemeyeceğim yüklerin altına girmektense her şeyi cebe indirmeyi umuyorum. Benim de kumar oynadığımı söyleyebilirsiniz. Ve bunda haklı da olursunuz. “Unutma,” diyorum, “sadece nakit geçer. Kredi kartı ya da kol saatleri geçmez.” Sam gözlerini deviriyor. “Cidden birilerinin, senin yukarıda bir POS cihazın olduğunu sandığını mı söylüyorsun?” “Hayır,” diyorum. “Senden kartlarını alıp borçları değerinde bir şeyler satın almanı istiyorlar. Bunu sakın yapma; kartlarını çalmış gibi olursun ve inan bana ailelerine de bunu söylerler.” Sam tereddüt ediyor ve sonunda, “Peki,” diyor. “Tamam,” diyorum. “Masanın üzerinde yeni bir zarf var. Her şeyi not etmeyi unutma.” Kafa ütülediğimin farkındayım ama ona, kazandığım paraya ihtiyacım olduğunu söyleyemem. Parasızken böyle bir okula gitmek kolay değil. Wallingford’da arabası olmayan on yedi yaşındaki tek tip benim. Defteri bana vermesini işaret ediyorum. Tam onu yerine yapıştırırken birileri kapıyı vuruyor ve ben de neredeyse yere kapaklanacak gibi oluyorum. Ben daha ağzımı bile açamadan kapı açılıyor ve yurt müdürü


içeri giriyor. Bana öyle bir bakıyor ki, sanki içinde bir şeyler beni intihar ederken bulmayı bekliyormuş gibime geliyor. İskemleden iniyorum. “Şey, ben, sadece…” “Çantamı indirdiğin için teşekkürler,” diyor Sam. “Samuel Yu,” diyor Bay Valerio. “Kahvaltı bitti ve dersler de başladı. Öyle değil mi?” “İddiaya girerim ki haklısınız,” diyor Sam, bana doğru dönüp bilmiş bilmiş sırıtarak. Eğer istersem Sam’i de dolandırabilirim. Bunu da ondan yardım isteyip aynı anda kârdan biraz pay vermeyi önererek, rahatça yapabilirim. Ona baktığımda sadece ailesinin servetini görüyor olabilirdim. Sam’i de dolandırabilirim ama bunu yapmam. Gerçekten, yapmam. Kapı Sam’in arkasından kapanır kapanmaz Valerio bana dönüyor. “Kardeşin yarına kadar gelemeyeceğine göre sen de diğer öğrencilerle birlikte derslere girmek zorundasın. Geceyi nerede geçireceğini tartışıyoruz şu an.” “İsterseniz beni karyolaya bağlayın,” diyorum ama Valerio bunu pek de komik bulmuyor. Dolandırıcılığın temel ilkelerini annemden dinlediğim yaşta, ondan aynı zamanda lanet işleyiciliği de öğrendim. Onun için lanet, istediğini elde etmek ve dolandırıcılık da bunun yanına kâr kalmasıydı. Ben onun yaptığı gibi insanların aniden sevmesini ya da nefret etmesini sağlayamam ya da Philip gibi bedenlerini onlara karşı çeviremem ya da diğer biraderim Barron gibi şanssızlık veremem ama dolandırıcılık yapmak için bir işleyici olmanıza gerek yoktur. Benim için lanet sadece bir destek ama dolandırıcılık her şeydir. Eğer büyü ve kurnazlıkla −ya da sadece kurnazlıkla− birine kazık atmak istiyorsan işini, onun kendisini bildiğinden daha iyi bilmen gerektiğini bana annem öğretmişti. Yapılması gereken ilk iş karşındakinin güvenini kazanmaktır. Onu etkileyeceksin. Onun kendisini senden daha akıllı sanmasını sağlaman gerek. Sonra ya sen ya da daha iyisi ortağın yemi atacak, teklifi yapacak. İlk seferinde şansının yaver gitmesi gerek, buna iş âleminde “kafalamak” derler. Parayı cebinde bildiği zaman yelkenleri de suya indirecek. İkinci adım onu daha yüksek bahislere davet etmektir. Büyük vurgun… Annem işin bu kısmında hiç zorlanmaz. Bir duygu işleyicisi olarak herkesin ona güvenmesini sağlayabilir. Yine de adım adım gitmesi gerek çünkü o zaman dolandırdığı kişiler neler olup bittiğini tekrar düşündüklerinde onları işlediğini fark etmezler.


Bundan sonra kalan tek adım kaçıp kaybolmaktır. Bir dolandırıcı olmak, herkesten daha akıllı olduğunu ve her şeyi düşündüğünü sanmak demektir. Her şey yanınıza kâr kalır sanırsınız. Herkesi dolandırabileceğinizi düşünürsünüz. Keşke insanlarla ilişki kurduğumda onları dolandırmayı düşünmediğimi söyleyebilsem ama annemle aramızdaki fark şu ki ben kendi kendimi dolandırmam.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.