cadi_avi_tanitim

Page 1


CADI AVI Özgün adı: Witch Hunt Copyright © 2010, Devin O'Branagan Yazan: Devin O'Branagan Çeviri: Taylan Taftaf Yayına hazırlayan: Esen Gür Grafik uygulama: Havva Alp Türkiye Yayın Hakları: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu kitabın yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. ISBN: 978-605-09-0727-8 Sertifika no: 11940 Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Yalçın Koreş Cad. Basın Sanayi Sit. No:13-14 Yenibosna-İstanbul Tel: (0212) 515 49 47 Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / dex@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr




Bu roman, din adına zulme uğramış olan ve halen zulüm çeken bütün ruhlara adanmıştır.



TEŞEKKÜR Aşağıdaki kişilere teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bu kitabın sonundaki şiiri güzelleştiren, ödüllü şair Steve Kowit. Romanı güncellememi öneren ve yeni baskı için inanılmaz bir kapak tasarlayan, grafik tasarımcı Sue Campbell. Harikulade editörlüğünden dolayı yazar Julie Campbell. Verdiği destek ve cesaret için yazar John F. Harnish. Romanın ilk halini bölüm bölüm ele alarak güncelleme için eleştiriler getiren yazar topluluğumun üyelerine de özel bir teşekkür sunmam gerekiyor: Sandra Bowers, Sue Campbell, Julie Golden, Tom Parsons, Martha Peacock, Dave Wiley ve Ellen Wilkin. Bu insanların gösterdiği nezaket beni şaşkınlığa sürüklüyor. İncelikleri asla unutulmayacak... Devin O’Branagan



Yazarın Notu

1988 yılında, Salman Rushdie aşırı tutucu Müslümanları öfkeye sürükleyen ve İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni tarafından çıkarılan resmi fetva da dahil olmak üzere, ölüm tehditleriyle karşı karşıya kalmasına neden olan bir roman yayınladı. Konu üzerine haberleri seyrederken, böyle bir şeyin Amerika’da asla olmayacağını düşünmüştüm. Ardından, 17. yüzyılda Salem’de cadılar için kurulan mahkemeleri hatırladım. O gece bülten, Jerry Falwell’in Ahlaki Çoğunluk Hareketi ve Pat Robertson’un Hıristiyan Koalisyonu hakkında haberlerle doluydu; yargılayıcılığın köktenci retoriği beni gerçekten de rahatsız etmişti. Amerika’nın ilk çok-satan kitabının, 17. yüzyılda New England’ın bağnaz papazlarından Michael Wigglesworth tarafından yazılan Kıyamet Günü olduğunu hatırladım. İsa’nın Dirilişi ve Kıyamet Günü hakkında epik bir şiir olan Kıyamet Günü, Salem olaylarına zemin hazırlayan bir korku ortamı yaratmıştı. O andan itibaren, köktenci din adamlarının günümüzde nasıl bir ortam yarattıklarını düşünmeye başladım. Dinsel fanatizmin tehlikelerini ortaya koymak için sanatımı kullanmaya karar verdim. İnsanların mensup oldukları dinlerden değil, karakter ve kişisel tercihlerinden dolayı iyi ya da kötü olarak değerlendirilebileceklerine yönelik inancımı ele


almak istiyordum. Ve İlahi Lütuf’un etrafını sarmış olan gizeme dokunmak. Yayıncım, Cadı Avı’nı piyasaya bir korku romanı olarak sürmeyi tercih ettiğinde, bu pazarın gereklerini yerine getirmek için kitabıma aslında çok lüzumsuz olan sansasyonel unsurlar katmak durumunda kalmıştım. Her zaman pişmanlık duyduğum bir karar oldu, bu. Dolayısıyla, Cadı Avı’nı orijinal fikrime göre yeniden yazma fırsatına kavuştuğumda büyük heyecan duydum. 21. yüzyıl için güncellenmiş olan bu yeni baskı bana kıvanç veriyor. Sözlerimi tamamlarken, Cadı Avı’nın ilk baskısı için yazılan ve aslında bu yeni baskı için çok daha uygun olan bir eleştiriyi sizinle paylaşmak istiyorum: “Politik, sosyal, ekonomik, dini ve cinsel gücün yozlaşmış etkilerine yönelik harikulade bir sorgulama. Cadı Avı ele aldığı konuyu birkaç farklı düzeyde başarılı bir şekilde işlerken, anlatılan hikaye dini ve siyasi açıdan modern bir alegoriye yaklaşıyor.”

2 AM Magazine O’Branagan


Birinci Cadı: Üçümüz bir daha ne zaman buluşacağız? Gök gürlerken mi, şimşek çakarken mi, yağmur yağarken mi? İkinci Cadı: Bu arbede sona erdiğinde. Savaş kaybedildiğinde ve kazanıldığında. Shakespeare, Macbeth, Birinci Perde, Birinci Sahne



Giriş Yaz Montvue, Colorado

Vaiz Alexander Cody korkuyordu. Aslında, direnişçiler tarafından esir alınmış Amerikalı bir diplomatı kurtardığı Afganistan’dan bu yana hiç korku duymamıştı. Tanrı, korkuya mağlup olduğu bu anda kendine sahip çıkmış, o andan itibaren asla ruhen zayıf düşmemişti. Ta ki bu uçuşa dek. Karısı Rachel, sol kolunun kıvrımında tuttuğu, henüz küçük bir bebek olan kızları Eden’la, koridora yakın olan koltukta oturuyordu. Sağ eliyle usulca kocasının eline uzandığında, avuçlarındaki terin birbirine karışması için çok zaman geçmesi gerekmedi. Korkusunu ortaya çıkaran bu temastan utanan Cody, kabin penceresinden karanlık gökyüzüne bakarak karısının bakışlarından uzak durmaya çalıştı. Ama Rachel, kocasının bakışlarını camdaki yansımada yakalayarak, kendisine solgun bir gülümseme yolladı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, karısının bu teselli çabasına karşılık veremedi. Bunun yerine, gözlerini kaçırıp dua etmeye koyuldu. Tanrı’nın uçağın yere çakılmasına müsaade etmemesi için, her şeyi, hatta Rachel’a duyduğu güçlü arzuyu bile feda etmeye hazırdı. Uçak bir başka şiddetli sarsıntıyla rüzgara daldığı anda,

1


DEVIN O'BRANAGAN

kabin ışıkları bir süre titreştikten sonra sönüverdi. Ansızın gömüldükleri karanlıkta Cody’nin soluğu kesilmiş; kabinin içi boğuk çığlıklarla kaplanmıştı. Colorado Springs’ten Montvue, Colorado’ya giden gece uçuşunda on altı yolcu bulunuyordu. Cody ve Rachel, Alan ve Curtis Hawthorne’un karşısındaki koltuklarda oturuyorlardı. Cody, Montvue’nin prestijli hukuk bürosu Hawthorne & Hunter’da çalışan baba-oğul Hawthorneları tanıyordu. Bu önemli adamların önünde çarpılmış yüzünün karanlıkla örtülmesinden şikayetçi değildi. Koruması gereken bir itibarı vardı. İnsanlara Tanrı’nın hakikatini yaymasını sağlayan, bu itibardı. Alexander Cody, Özel Kuvvetler’de görev yaptığı Afganistan’da, yıllar boyunca sürecek cilt aşıları, estetik ameliyatlar ve fizyoterapiye, her şeyden önemlisi de, çok fazla ıstıraba neden olan bir patlamadan canını zorlukla kurtarabilmişti. Elleriyle yüzünü kapattı. Yaralar artık görünmüyordu; cerrahlar gerçekten de onu yakışıklı bir adama döndürmeyi başarmışlardı. Ama Cody, maskesinin ardında nasıl göründüğünü çok iyi biliyordu. Bunu asla unutmayacaktı. Mucizenin gerçekleşmesi, CIA ajanı olarak Afganistan’a geri dönmesiyle olmuştu. Yaralanmasının ardından ilk saha görevinde, dehşetle donakalmış; Afgan çöllerinde içini kaplayan zifiri karanlıkta, hayatında ilk defa kendinden yüksek bir güce uzandığını hissetmişti. Bu güç kendine sahip çıktı. Tanrı’yı bulduğu bu andan sonra, Cody için her şey değişti. Yıllar sonra Cody, televizyon, internet ve kitapçılardaki en başarılı Hıristiyan vaiz konumundaydı. Tanrı’nın seçilmişlerinden biriydi. Öyleyse neden bu kadar korktuğunu merak ediyordu. Hoparlörlerden kaptanın sesi duyuldu. “Bayanlar baylar, yeniden Kaptan Cassel konuşuyor.” Sesi canlı ve güven vericiy-

2


C A D I AV I

di. “Lütfen telaşa kapılmayın, her şey yolunda. Ciddi bir fırtınanın içinde olduğumuz inkar edilemez –Rocky Dağları’nın bu sağanakları her zaman beklenmedik anlarda çıkagelir ve çok sert geçer– ancak daha önce çok daha kötü şartlarda uçtuğum için, bunun bir sorun olmadığını bilmenizi isterim. Beş dakika içerisinde Montvue’ye inmiş olacağız. Kabinde makyajlarını tazeleyebilecekleri ışık olmadığı için hanımlardan af diliyorum. Kaptanınız.” Uçağı saran gerginlik bir derece çözülmüştü. Yaşadıkları durum yüzünden iyice hırçınlaşmış olan Cody, kaptanın laubali konuşma tarzı nedeniyle havayolu şirketine resmi şikayette bulunmaya karar verdi. Çakan şimşek, kabinle birlikte, Curtis Hawthorne’un sakin yüzünü de aydınlatmıştı. Cody’nin birazcık bile dindar biri olmadığını duyduğu bu adam, kendi bunca korku içindeyken, nasıl olur da korkusuz bir görünüm sergileyebiliyordu? Kabin yeniden karardı. “Glynis Hala kahvaltıda, rüyasında Salazar lanetini gördüğünü söylemişti,” dedi Curtis Hawthorne. Araya kısa bir sessizlik girdi. Alan Hawthorne ters bir sesle, “Glynis hayaller görüyor,” dedi. “Baba?” “Evet.” “Seni seviyorum.” Uçak alçalmaya başladı. İniş pistinin yağmur yüzünden bulanık bir görüntüde olmasına rağmen, Cody ışıkları seçebildiği anda rahatladığını hissetti. Karanlık gökyüzü bir kez daha aydınlandığında, Cody dehşetle donakalmış bir halde, şimşeğin uçağın sağ kanadını

3


DEVIN O'BRANAGAN

vurduğunu gördü. Parlak ışık, canını son anda kurtardığı patlamayı hatırlamasına neden olmuş; bir saliseliğine yanan etin kokusunu bile almıştı. Şimşeğin ardından gelen gök gürültüsü motorların sesini bastırırken, jet şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Boğazından yükselen safra ve vücudunu ele geçiren adrenalinle birlikte, Cody kendini bir gerçekdışılığın içinde buldu. “Tanrım, bu olamaz.” Kabin acı çığlıklarla doldu. Sarsıntı şiddetlendi ve jetin kanatlarından biri yere vurdu. Sert darbeyle birlikte uçak tepetaklak olurken, Cody’nin gerçeklik algısı ağır çekime geçti. Koltuğuna bağlı durumda olan Cody, olanları durdurmak için beyhude bir çabayla havayı tırmaladı. Motorlardan gelen tiz çığlıklar ve ezilen metalin sesi kulaklarını dolduruyordu. Kabindeki el bagajları hızla kafasının yanından geçti. Pist ışıkları kabini ürkütücü bir şekilde aydınlatmıştı; Cody o anda Curtis’in kafasının kabin duvarına çarpışını ve etrafa sıçrayan koyu renkli kanı gördü. Alan’ın koltuğu geriye doğru katlandığında, vücudu bükülen adamın sırtından gelen çatırtıyı duyduğunu sandı. Yüzü gözyaşlarıyla parıldayan Rachel, bebeğini göğsüne bastırmış bir halde Cody’ye seslenmeyi sürdürürken, kocası hiçbir karşılık veremiyordu. Ters dönmüş jet, Cody’nin, herhangi birinin bile patlamaya neden olabileceğini bildiği kıvılcımlardan oluşan bir ağın içinde, pistte sürükleniyordu. Cody için yangın, yarım bıraktığı işi tamamlamak için uygun anı bekleyen can düşmanıydı. Ateşin arzulu dilinin yüzünü yaladığını bir kez daha hissedebiliyordu. Sonsuzluk gibi gelen bir sürenin ardından, uçak durdu ve kısa bir sessizlik anının sonrasında, kabin kaosa sürüklendi. İnsanlar dehşetle haykırıyor, koltuklarından yere yuvarlanıyor, dışarı çıkacak bir yol bulmak için bütün güçleriyle çabalıyor-

4


C A D I AV I

lardı. Cody kemerini çözdüğü anda tepetaklak duran uçağın tavanına kapaklandı. “Bize yardım et!” Eden’a sımsıkı sarılmış olan Rachel kemerini çözemiyordu. Cody karısının çığlıklarını umursamadı bile. Tek düşünebildiği, yangın başlamadan... aç canavar kendini diri diri yemeden... dışarı çıkmaktı. Önüne çıkan ihtiyar bir adamı iterek koridorun ucundaki –artık uçağın kanadının altında kalmış olan– acil çıkış kapısına yönelirken, diğer yolcular Cody’yi bariz bir tiksintiyle seyrediyorlardı. Kendinden önce çıkışa ulaşarak kapıyı açmaya çalışan yolculardan birini sertçe itip elini kapı sürgüsüne attı. Ama sürgü sıkışmıştı. “Alex, bize yardım et!” Rachel’ın sesi hissettiği çaresizliği taşıyordu. Karısına aldırış etmeyen Cody, uçağın ön tarafına yönelerek kokpit kapısını denedi. Kapı içeriden kilitlenmiş durumdaydı. Cody ne kadar yumruklarsa yumruklasın, kaptandan ses gelmedi. Hızla Rachel’ın yanına döndü ve karısının sert yüzeyli küçük valizini almak için koltuğu aşağıdan çekiştirmeye koyuldu. “Neden bize yardım etmiyorsun, Alex?” Rachel, bir eliyle çırpınan bebeği zapt etmeye, diğer eliyle kemerini çözmeye çabalıyordu. Cody’nin kafasına bir tekme savurdu ama kocası yalnızca kadının ayağını itmekle yetindi. Cody en sonunda çekerek aldığı valizi sert bir şekilde cama vurdu. Bir şeyin kırıldığını duyduğu anda umutlandı ama kırılan cam değil, valizdi. Umutsuzlukla hıçkırdı. Kafasına aldığı darbeden dolayı sersemlemiş olan Curtis, kendini koltuğundan kurtararak vücudunu aşağı bıraktı. Babasının koltuğu havada sallanıyordu. Curtis babasını kurtarmak için atıldı. “Beni aşağı çekmeye çalışma. Sırtım fena durumda.” Alan

5


DEVIN O'BRANAGAN

bir an sustuktan sonra ekledi. “Bu uçak infilak edecek, evlat.” Cody kendi etrafında döndü ve Alan’ın bakışlarını takip ederek camdan dışarı baktı. Yangın! Alev alan motorları gördüğü anda hıçkırıkları şiddetlendi. Rachel’dan bir inilti yükseldi. Curtis, Rachel’a doğru atılıp kemerini çözdükten sonra, kadınla Eden’ın aşağı inmesine yardımcı oldu. “Baba... başım... bilincimi ne kadar koruyabilirim bilmiyorum ama alevleri uzakta tutmaya çalışacağım. Yardım edebilir misin?” “Denerim,” dedi Alan. Yaşadığı dehşete rağmen, Cody baba-oğulun tuhaf konuşmalarını fark etmişti. Curtis ve Alan, acayip, anlaşılmaz sözcükler mırıldanmaya başladığında, Cody de yere çökerek kollarıyla vücudunu sarmaladı. İki adamın sesiyle hipnotize olmuşçasına, sakinleştikçe hıçkırıkları da kesildi. Bir süre sonra başını kaldırıp baktığında, ilahi gibi okunan sözcüklerin Rachel’ı da etkisi altına aldığını gördü. Camdan dışarı, uçağın motorlarına baktığındaysa, alevlerin gerilediğini fark etti. Cody havada süzüldüğünü hissetti. Bütün gürültü ve diğer yolcuların arbedesi yok olup gitmişti. Bunun ölüm olup olmadığını düşündü. Sıcaklık ve sevginin varlığını güçlü bir şekilde hissedebiliyordu; bir rahatlama ve güven duygusu gelmişti. Zaman kavramını bütünüyle yitirmeden önce, “Ben de seni seviyorum, anneciğim,” diye fısıldadı. Uçağın gövdesine inen darbelerin gürültüsüyle irkilerek kendine geldi. Birisi yardım için gelmişti. Hızla ayağa kalktı. Kurtarma araçlarını göremiyordu ancak küçük terminaldeki insanlar yardım etmeye çalışıyormuş gibiydi. Rachel ve Eden’ın yanından telaşla koşturarak, acil çıkış kapısına gitti. “Sıkışmış!” diye bağırdı kapının camından. “Kapı sıkışmış!” Dışarıdaki adamlardan biri arabaya koşarak, bagajdan bir

6


C A D I AV I

levye aldı ve kapıyı dışarıdan kanırtmaya çalıştı. Cody etrafına bakındı. Curtis ilahiye artık tek başına devam ediyordu; babası bilincini yitirmişti. Curtis’in sesi belirgin bir şekilde zayıflarken, dışarıdaki alevler güçlenmeye başladı. Adamın sesiyle alevler arasındaki bu bağlantı Cody’yi şaşkınlığa düşürmüş; başka türlü bir korku duymasına neden olmuştu. Curtis ve Alan gerçekten de alevleri kontrol edebiliyordu. Birisi böyle bir şeyi nasıl yapabilirdi? Bu adamlar neydi? Ancak İblis’le işbirliği içinde olabilirlerdi; Şeytan’ın hizmetkarları olarak, kendilerini kurtarmak için onun aşağılık, rezil güçlerini kullanıyorlardı. Cody’nin nefesi kesik kesik çıkabildi. Düşünceleri kendi acınası davranışına kaydı. Neden böylesine bir korkaklık göstermişti? Bu insanlar kendine büyü yaparak inancını mı çalmışlardı? Bu, olanları açıklardı. Rachel onların büyülerini görmüş, dinlemişti. Kendine ne yaptıklarını anlayacaktı. Hızlı, derin nefesler aldı. Kaçmak zorundaydı. Hawthornelar, şeytani, doğaüstü yetilere sahip gibi görünüyordu. Güçleri, insanların sahip olabileceğinden çok fazlaydı. Şeytan, kendini Tanrı’ya eş koşmak istediği için cehennemle lanetlenmişti. Aciz bir insanın aynı cüreti göstermesi ne denli iğrenç bir suç olabilirdi? Cody, o anda, hayatta kalmayı başardığı takdirde, Hawthornelar’ın büyülerinin ardındaki gerçeği ortaya çıkararak tüm dünyaya açıklamak için Tanrı’ya yemin etti. Bunu başaracaktı çünkü ihtiyaç duyduğu gücü Tanrı kendisine bahşetmişti. Acil çıkış kapısı açıldı. Cody dışarı fırlamadan önce arkasını döndüğünde, Curtis’in bilincini yitirdiğini gördü. Alevler birdenbire kabararak karanlık gökyüzüne yükseldi. Patlama gerçekleşmeden, yolculardan on biri son anda enkazdan dışarı çıkmayı başardı.

7


Birinci Bölüm Yaz Gündönümü Montvue, Colorado

Otuz bir yaşındaki Leigh Hawthorne, geçmişin dehşetini ardında bırakmış, kendine mükemmel bir yaşam kurmuştu. Oysa, Boeing 747 gökyüzünde güneşin peşinde ilerlerken, masalsı varoluşunun nihayete ermekte olduğuna dair mütemadiyen büyüyen bir korkuyla boğuşuyordu. Bu korku, beş yaşındaki oğlu Adrian’ın gördüğü şeyle başlamıştı. Ardından kocasının babasının ve kardeşinin – Craig’in asla haklarında konuşmadığı esrarengiz akrabaları– ölümünü haber veren telgraf gelmişti. Şimdiyse, evlerinin bulunduğu New York City’den Craig’in memleketi Colorado’ya, Hawthornelar’ın gizemini saklayan yere uçuyorlardı. Leigh, son on yıl boyunca Craig’in geçmişi hakkında daha fazlasını öğrenmek istemesine rağmen, bu bilgiye gittikçe yaklaşıyor olması anlaşılmaz bir tedirginlik duymasına neden oluyordu. Gerginliğinden kurtulmak için, iPod’unda Razzmatazz müzikalinin kayıtlarını dinlemeye koyuldu. Müzik hareketliydi ve Leigh’in –kendine Broadway gösterisindeki kıyak işi getiren– benzersiz akrobatik koreografi stiliyle çok iyi uyum sağlayabilirdi.

8


C A D I AV I

Leigh, göz kapaklarının ardında, alametifarikası olan, hareketteki atletik şiirselliği (çarpıcı sıçrayış ve vuruşlarını, göz alıcı piruetlerini1, ve Craig’in seksi baldır bacak gösterisi dediği diğer hareketlerini) hayal etti ve açılış parçasındaki performansının gelişiminden memnuniyet duydu. Ancak Crista Corrigan bir anda kendi görüntüsünün yerini aldığında ve bu görüntüyü değiştirmek için çabaladığı kısa aralıkta canı sıkıldı. Crista, Razzmatazz’ın yıldızıydı ve Leigh’in bir performans sanatçısı olarak kariyerinin kısa kesilmesine neden olan sahne korkusuna sahip değildi. Leigh gözlerini açıp müziği kapattı ve dokuz yaşındaki kızları Kamelia’yla koridorun diğer tarafındaki koltukta oturan Craig’e baktı; her ikisi de önlerine açtıkları bir yığın tıp dergisini dikkatli bir şekilde incelemekle meşguldü. Kamelia, tam babasının kızıydı; annesi gibi bir dans kariyerine yönelmeyeceği ortadaydı. Leigh, Kamelia’nın kaydettiği ilerlemeyi düşündüğünde, on sekiz yaşında ilk beyin naklini gerçekleştirmesinin ardından muhtemelen Nobel tıp ödülünü alacağını hayal etti. Bu düşünce keyifle sırıtmasını sağladı. Adrian bir şey söyledi. Leigh kulaklıkları çıkardı. “Efendim?” Oğlu içini çekti. “Büyük sıkıldım.” “Biraz kestirebilirsin.” Adrian kollarını kavuşturup başını iki yana salladı. “Sırtını ovayım mı?” Bu teklif, oğlanın inadının kırılmasını sağladı. Aralarındaki koltuk kolunu kaldırdılar. Adrian başını annesinin kucağına koydu ve Leigh yumuşak hareketlerle sırtını ovmaya başladı. 1 Piruet: Balede, tek ya da çoklu rotasyonda gerçekleştirilen, tek ayak üzerinde dönüş. (çev.n.)

9


DEVIN O'BRANAGAN

“Babama artık sırrımızdan bahsedebilir miyiz?” diye sordu Adrian. Leigh’in midesi kasıldı. “Ona asla bundan bahsedemeyiz, Adrian. Tamam mı?” “Neden?” “Çünkü.” “Of.” Bir gün ona bazı gerçek cevaplar vermesi gerekecekti ama şu anda çünkü yeterli olmalıydı. Leigh’in düşünceleri asıl endişesine döndü –Montvueli Hawthornelar’a. Craig yirmi yıldır ailesiyle temas kurmamıştı. Ama gelen telgrafa bakılacak olursa, Hawthornelar onu nerede bulacaklarını çok iyi biliyorlardı. Craig dergilerden kafasını kaldırarak Leigh’e baktı. “Bu güzel sarışın kafanın içinde neler dönüyor bakalım?” “Ailen hakkında düşünüyordum. Nasıl insanlar?” “Kapitalist aşağılıklar.” “Hmm... Sorduğum için affet.” “Bunun için endişelenerek boş yere enerjini harcama. Yalnızca cenaze için gidiyoruz ve rüzgar gibi döneceğiz.” Craig, karısına bir öpücük gönderdikten sonra dergisine döndü. Leigh, Craig’in tarzını seviyordu. Tarzı... tarzı tuhaftı. İlk randevularında, spekülümü2 içine soktuktan sonra, Craig şöyle demişti: “Mükemmel.” Leigh yeni bir jinekoloğa gitmek zorunda kalmış ama kendine bir koca bulmuştu. “Büyük uzunmuş yolculuk,” dedi Adrian. Büyük yeni kelimesiydi. Leigh oğlunun yüzüne bakarken, onu öpücüklere boğmamak için kendini zor tuttu. Adrian’ın son derece şirin olduğunu düşünüyordu. Tıpkı babası gibi. Diğer taraftan, Kamelia, 2 Spekülüm: Vajina ve serviksi muayene amacıyla kullanılan bir alet. (çev.n.)

10


C A D I AV I

Leigh’in zarafetine ve klasik güzelliğine sahipti. Craig’le genleri tuhaf bir şekilde birleşmiş ve Kamelia, Leigh’in görünümünü ve Craig’in aklını; Adrian ise Craig’in görünümünü ve Leigh’in yaratıcılığını almıştı. Adrian’ın gördüğü şeye neden olan hayal gücüydü; Leigh kendi kendine defalarca bunu söyleyip durmuştu. Olan biten buydu. Başka ne olabilirdi ki? Kulaklığını taktı ve bir kez daha Razzmatazz’ın içinde kaybolup gitti.

Denver Uluslararası Havaalanı’nda kiraladıkları küçük uçakları en sonunda Montvue’ye indiğinde hava kararmak üzereydi. Havaalanının küçük terminalinde, şakaklarından ağarmakta olan saçlara ve sıkıntılı bakışlara sahip bir adam tarafından karşılandılar. Adam, Craig’i gördüğünde bir anlık şaşkınlık yaşadı; yakasına düşen dağınık saçları, tel çerçeveli gözlüğü, bol pantolonu ve kendine büyük gelen tişörtüyle (Leigh buna ‘Craig’in deli profesör görünümü’ diyordu) kocasının, terzi elinden çıkma pahalı bir takımın içindeki adamın hiç de beklemediği bir görünüme sahip olduğu ortadaydı. Bununla birlikte, adam hızla toparlanarak Craig’e elini uzattı. “Başınız sağ olsun.” Craig adamın elini sıktı. “Ray.” Ardından, karısıyla çocuklarına doğru başını salladı. “Prangam ve iki küçük çapa.” Ray rahatsız olmuştu. Leigh gülümsedi. “Akıntıya kapılıp gitmesini engelliyoruz. Ben, Leigh. Çocuklarımız Kamelia ve Adrian.” “Ray Hunter. Craig’in babasının hukuk bürosunun ortağıyım.” “Sen de aileden sayılırsın, öyle değil mi?” diye sordu Craig. “Bir şekilde,” dedi Ray kıkırdayarak. “Peki sana ne oldu, Craig?” “Özgürlüğümü ilan ettim.”

11


DEVIN O'BRANAGAN

Ray başını sallayıp yerdeki iki bavulu aldı ve Cadillac’ına doğru yürümeye koyuldular. Montvue, Rocky Dağları’nın eteklerinin Colorado’nun kuzeyindeki verimli tarım topraklarıyla birleştiği noktada kurulmuş, yirmi beş bin kişinin yaşadığı bir kentti. Alacakaranlıkta ilerliyor olmalarına rağmen, Leigh bölgenin pitoresk güzelliğine hayran kalmıştı. Kentin dış kesiminde, karla kaplı mavi dağlara bakan, geniş arazilere yayılmış çiftlikler yer alıyordu. Montvue’ye girdiklerinde, farklı türlerde kocaman ağaçlar, çoğu Viktoryen tarzda inşa edilmiş eski evler, bakımlı geniş çimenlik alanlar, rengarenk çiçekler, kuş banyoları ve eski moda limonata tezgahlarıyla çevrili geniş, temiz sokaklar tarafından karşılandılar. Leigh’in karnına bir ağrı saplanmıştı. Burası, tam da çocukluğunda özlemini duyduğu türden bir kentti. Craig’in rahat, üst sınıf kökenlerini kendi pejmürde geçmişiyle karşılaştırmaya giriştiği anda içi tatsız duyguların bir karışımıyla doldu. Şaşkınlıkla kocasına baktı. O ana dek Craig’i böylesine yüksek mertebeden, bütünüyle Amerikan bir ortam içinde hiç düşünmemişti. Kocasını gerçekten tanıyor muydu? Kendine olan güvensizliği kabarırken, yüzü kıpkırmızı oldu. Craig, yüzünü karısına dönmeden, uzanıp elini tuttu. “Sıkıcı kentlerden sıkıcı insanlar çıkar.” Şu anda neler hissettiğimi anlıyor mu yoksa? diye düşündü Leigh. “Sen sıkıcı biri değilsin.” “Eh, buradan ayrıldıktan sonra epey uyuşturucu kullandım.” Leigh en azından bunun doğru olmadığını bilecek kadar kocasını tanıyordu. Craig’e yan gözle attığı bakıştan, Ray’in bundan o kadar da emin olmadığını çıkardı. “Peki bizim yaşlı cadı ne alemde?” diye sordu Craig. “Anneni kastediyorsan, böyle bir durumda nasıl olunursa öyle,” dedi Ray. “Bu trajediyle gayet iyi başa çıkıyormuş gibi

12


C A D I AV I

görünüyorsun.” Craig gözlüğünü çıkararak, gökkuşağı renklerindeki kravatıyla camlarını temizledi. “Babamla Curt’u severdim. Sevmeseydim, şu anda burada olmazdım zaten. Hissettiğim keder seni memnun edecek ölçüde belirgin olmadığı için üzgünüm.” Araba arnavutkaldırımı taşlı bir yola girdikten sonra, açık bekleyen dövme demir kapıdan geçtiler. Ucu sivriltilmiş yüksek parmaklıkların üzerindeki tabelada altın harflerle HAWTHORNE MALİKANESİ yazıyordu. İçinden geçtikleri arazi Leigh’in ağzını açık bırakmıştı. Yüksek meşe ve akçaağaçların antik güzelliğinin altında geniş Roma bahçeleri uzanıyordu. Büyükçe bir fıskiyeden tembelce akan su, loş ışıkta karanlık bir görünüm taşıyordu. Bahçenin çeşitli yerlerine yeşil sarmaşıklarla kaplanmış Roma tanrı ve tanrıçalarının heykelleri kondurulmuştu. Sayısız çiçek tarhının arasında kumtaşından oyma banklar ve farklı kaidelerin üzerinde yanmakta olan fenerler yer alıyordu. İlerledikleri araba yolunda bir dönemecin ardından malikaneyi ilk kez gördüğü anda Leigh’in soluğu kesildi. Dik eğimli kalkanlı cumbalara, süslü ahşap balkonlara ve prizma şeklinde kesilmiş kurşunlu vitray camlara sahip, Queen Anne tarzı üç katlı bir evdi. Ray arabayı ilk katın yarısını çevrelemiş büyükçe bir verandaya çıkan merdivenlerin önünde durdurdu. Ön kapı açıktı; Ray bagajdan valizleri çıkarırken, Craig de ailesini çocukluğunun geçtiği eve yönlendirdi. Antre, çelenk ve çiçek buketleriyle dolu olsa da, odanın asıl hakimi kanatlı Merkür heykeliydi. Heykelin önünde, tavana üç zarif zincirle asılı, pirinçten yapılmış bir gaz lambası yanıyordu. Büyüleyici bir parıltı saçacak kadar cilalanmış meşe parkeli zemin, titreyen alevi yansıtıyordu. Antik kilimler, mobilyalar ve renkli Tiffany lambalarıyla canlı bir şekilde döşenmiş salona girdiler. Şık bir şömine ve

13


DEVIN O'BRANAGAN

kuyruklu küçük bir piyano göze çarpıyordu. “Vay,” dedi Kamelia. “Amma gösteriş, değil mi?” dedi Craig. Leigh başını iki yana salladı. “Harikulade.” Evin derinlerine açılan kemerli girişin altında bir kadın belirdi. Gri tellerin düştüğü, kırmızıya çalan sarı saçları çok zarif, yüzü güzeldi. Ancak –kültürlü bir İngiliz aksanına sahip– sesi, sertti. “Craig.” “Anne.” “Geldiğin için teşekkür ederim.” “Mecbur kaldığım için üzgünüm.” “Elbette.” Konuşmalarının soğukluğu nedeniyle çekingenliğe kapılan Leigh, bunu duymazdan gelerek yaşlı kadını inceledi. Açık tenli oluşu, Craig’in karanlık görünümünü babasının tarafından aldığını gösteriyordu. Alan Hawthorne’un bir resmini görmeyi umarak etrafına bakındı. Gürültülü bir koşuşturmayla birlikte salon bir anda insanlarla doldu. Sırtı bükülmüş, yaşlı bir kadın ayaklarını sürüyerek yaklaşıp Craig’i kucakladı. “Ah, Craig.” Craig kadına sarılmakta tereddüt etmedi. “Her şey yoluna girecek, Glynis Hala.” Elektrikli tekerlekli sandalyesiyle Craig’e doğru gelen yaşlı bir adam elini uzattı. “Evladım.” Craig adamın elini kavradı. “Dori Enişte.” Salonun köşesindeki oğlanla kız soğukkanlı ifadelerle konukları süzüyordu. Ray valizleri şöminenin önüne koydu. “Bunları nereye götürmemi istediğinizi bilmiyorum.” “Ben hallederim,” dedi Craig.

14


C A D I AV I

Herkesin birbirini incelediği sıkıntılı bir sessizlik girdi araya. “Görünüşe göre burada henüz tanışmadığımız birileri var,” dedi Glynis Hala, en sonunda. Craig boğazını temizledi. “Büyük güzel sarışın, Leigh. Küçük güzel sarışın Kammi... Kamelia. Bana benzeyen ve benden daha muntazam olan ise Adrian. Ben ona Boksör diyorum.” Kimseden ses çıkmadı. Leigh kendini sakinleştirmek için derin bir nefes aldı. “Sevgi dolu karşılamalarından, eminim Glynis ve Dorian’ın halam ve eniştem olduğunu anlamışsınızdır,” dedi Craig. Nazik bir şekilde “Nasılsınız?” diyen Leigh, anında buna pişman oldu. Nasıl olduklarını biliyordu; iyi değillerdi. Yalnızca merhaba demiş olmayı diledi. Ayrıca, yıllardır kendini bundan kurtarmaya çalışmış olmasına rağmen, Brooklyn aksanının çok belirgin olmasından endişe duydu. Her halükarda, kimseden karşılık alamadı zaten. Adrian dikkatle büyükannesini inceliyordu. “Yaşlı cadı sen misin?” Kadının dudaklarında ince bir tebessüm belirdi. “Sanırım öyle.” “Büyük merhaba,” dedi Adrian. Vivian yanıt vermeden önce, Adrian’a buruk bir ifadeyle baktı (Leigh, o anda yaşlı kadının Adrian’ı benzettiği bir başka küçük çocuğu hatırlayıp hatırlamadığını düşündü). “Merhaba.” Glynis, salonun köşesinde duran çocukları gösterdi. “Jason ve Melanie. Curtis’in çocukları. Jason on yedisinde. Melanie ise on altı. Artık öksüz kaldılar. Melanie’yi doğururken Julia’nın öldüğünü biliyor muydun?” “Bilmiyordum,” dedi Craig. “Üzüldüm. Julia özel biriydi.” Çocuklara baktı. “Ben de aksi amcanızım.” “Seninle ilgili şeyler duyduk,” dedi Jason.

15


DEVIN O'BRANAGAN

“Eminim duymuşsunuzdur.” “Peki Leigh şey mi... yani, biliyorsun?” diye sordu Melanie. Craig “Yok,” dediği anda, katı bakışlı altı çift göz Leigh’e döndü. Leigh, ne olmadığını bilmiyordu ama birden başka bir yerde olmayı istedi. “Ya çocuklar?” diye sordu Vivian. “Evet, anne. Öyleler,” dedi Craig bezgin bir sesle. “Biz neymişiz?” diye sordu Kamelia. “Önemli bir şey değil,” dedi Craig. Montvueli Hawthornelar aynı anda nefeslerini bıraktılar. “Cenazeler ne zaman?” diye sordu Craig. “Ne?” Vivian’ın açık tenli yüzü az önce olduğundan da solgundu artık. “Cenazeler,” diye tekrarladı Craig. “Ah... yarın.” “Hangi odalara geçelim?” “Doğu kanadındakilere.” Craig valizleri almak için hareketlendi. “Akşam yemeği yedide yenecek,” dedi Vivian. “Uçakta yedik. İç saatlerimiz farklı bir metronoma göre çalışıyor. Hemen yatacağız.” Vivian rahatsız olmuş gibi göründü. “Eh... o zaman kahvaltı sabah yedide.” “Büyük bir şevkle masada olacağız.” Craig, Leigh ve çocukları odadan çıkardı.

“Ben ne değilmişim?” diye sordu Leigh, odalarında yalnız kaldıklarında. “Önemli değil,” dedi Craig.

16


C A D I AV I

“Onlar için önemli olduğu gayet ortada.” “Onlar için neyin önemli olduğu umurumda bile değil.” “Lütfen söyle.” Craig yüzünü buruşturdu. “Tanrım, Leigh. Seni buraya getirmemeliydim. Daha şimdiden bunun, tatlı Alice’i ultra-acayip harikalar diyarında tura çıkarmak gibi olacağını görebiliyorum.” Bu laf Leigh’i susturdu. Kocasının, burada bulunmasından pişman olmasını hiç istemiyordu. Dahası, bazı şeyleri on yıl sır olarak tuttuktan sonra Craig’in birden içini açmayacağının da farkındaydı. Sabırlı olmak konusunda iyiydi, Leigh. Memnuniyetle seyredip bekleyebilirdi. Kamelia haber vermeden kapıyı açıp içeri süzüldü. “Çok etkilendim baba. Hawthorne Malikanesi bizim dairenin pabucunu dama atar.” “Ebeveynlerinin odasına girmeden önce kapıyı vurmalısın,” dedi Leigh. “Her zaman öncelikle kulak veriyorum, anne. Seks sesi duymadım.” “Seksi her zaman duymazsın,” dedi Leigh. “Bir gün kendini utandıracaksın.” Kamelia tatlı gülümsemesiyle baktı. “Kolay kolay utanmam ben.” “Craig, verdiğin bütün şu anatomi kitaplarının kızımızın duyarlılığını körelttiğini düşünüyorum.” Craig gözlüğünü burnunun yukarısına iterek, ciddi bir ifadeyle ikisine baktı. “Aslında, stratejim kızımızı öyle sofistike, öyle pişkin biri yapmak ki ona yaklaşmaya kalkan bütün oğlanları altına ettirebilsin.” Omuz silkerek devam etti. “Böylece kız babalarının endişe duyduğu konularda endişe duymama gerek kalmayacak.” “Bunu aklına yaz, Kammi,” dedi Leigh. “Bütün bunlar şey-

17


DEVIN O'BRANAGAN

tani bir planın parçası.” Kamelia, “Şansımı deneyeceğim,” diyerek ikisini de öptü. “Bu gece bir daha dönmeyeceğime söz veriyorum.” Göz kırparak dışarı çıktı ve kapıyı arkasından kapattı. “Eh, izin aldık gibi görünüyor,” dedi Craig. “Ne için?” Craig ellerini pantolon ceplerinin derinlerine sokarak, kafasını mahcup bir ifadeyle eğdi. “Biliyorsun, S’li kelime için.” Leigh kahkaha attı. “Tanrım, sen çok... terbiyesizsin!” Craig, aşk dolu gözlerle karısına baktı. “Tanrı hakkında, belki. Senin hakkında, asla.” Ve bu doğruydu. Leigh’in elbisesini yukarı çekerek kafasından çıkardı ve yere fırlattı. Dudakları karısının dudaklarından başlayarak yavaşça vücudunun daha aşağılarına indi. Leigh’in dizleri titredi; on yılın ardından, Craig hala onu aşırı ölçüde heyecanlandırıyordu. Üzerinde kalan diğer kıyafetleri de çıkardıktan sonra, Leigh’i kucaklayıp yatağa götürdü. Craig de göz açıp kapayıncaya kadar kendi kıyafetlerinden kurtulmuş, Leigh’in yanına uzanmıştı. Yumuşak ve nazik bir şekilde, gözleriyle, elleriyle, dudaklarıyla karısının vücudunu keşfe çıktı. Leigh karşılıkta bulunmak istedi ancak şaşırtıcı bir şekilde, Craig onu engelledi. “Yaz ortasındayız. Kahverengi gözlü, sarışın, görkemli kadınımın sunağında tapınma zamanım. Bunu yapmama izin ver, oldu mu?” Craig’in böylesine alışılmadık bir istekte bulunması ilk kez olmuyordu. Kendini kocasının isteklerine bırakıp uysal bir şekilde uzanarak, Craig’in ona zevk vermesine müsaade etti. Kocası bunu o kadar iyi yapıyordu ki, çok geçmeden kendini bir zevk denizinde yüzerken buldu. Craig, “Rahmin, yaşamın kazanı, sihrin doğduğu yer,” di-

18


C A D I AV I

yerek, yavaşça içine girdi. Kocası tutkulu bir hassasiyetle içinde ilerledi. Craig kendine tapınırken Leigh’in pasif kalmasını istediği için, duyduğu şehvet doruğa çıkarken bile, bacaklarını kocasının vücuduna sararak onu daha da derinlere itme arzusuna direnmek zorunda kaldı. Yaşamına eski korkuları hakimdi ve kendine duyduğu güvensizlik onu her zaman hoşnut edilmeye istekli kılıyordu.

“Seni seviyorum, babacığım. Lütfen ağlama.” “Annen sana gebe kalıp beni evlenmek zorunda bırakmamış olsaydı, hayatta başarılı biri olabilirdim. Ama bunun yerine...” Hissettiği kederin bir kez daha etkisi altına giren adam, hıçkırıklarla sarsılmaya başladı. Küçük kız da ağlamaya başlamıştı. “Üzgünüm, babacığım. Gitmemi ister misin?” “Hayır. Artık bunun için çok geç.” Kalan viskiyi kafasına diktikten sonra, şişeyi duvara fırlatıp paramparça etti. Kız yerinden sıçradı; gözyaşları çoğalmıştı. “Ben temizlerim. Her şey yoluna girecek.” Camları toplamak için güçlükle ilerledi ve telaşı yüzünden, parmağını kesti. Derin bir kesikti, çok kanıyordu. Babasının görüp öfkeleneceğinden endişe ettiği için, elini elbisesinin cebinde saklamaya çalıştı ama çok geçmeden, kan ince pamuklu kumaştan sızmaya başlamıştı. Zeminde ilerleyerek, göze çarpmamak için odanın köşesine doğru gitti ancak aynı anda kocaman bir sıçan da aynı şeyi yapmaya çalıştığından, karşı karşıya kaldılar. Kız çığlığı bastığı anda, annesi mutfaktan fırladı. Kadın, şarap kokan nefesiyle küçük kızın tepesinde dikilmişti. “Sorun ne, Leigh?” Elbisesindeki kanı gördü. “Kızıma ne yaptın sen, piç herif?”

19


DEVIN O'BRANAGAN

“Hayır, anneciğim! Babam yapmadı bunu.” Annesi kırık viski şişesini boynundan kavrayıp, hayvanca bir çığlıkla ve sallanarak koltuğa yöneldi. Babası şişeden kaçmak için başarısız bir girişimde bulundu; kendisine saldıran kadından çok daha sarhoştu. Babasının çığlıklarından önce, yırtılan etin sesi kulaklarını doldurdu. “Hayır! Anne! Baba! Hayır!” “Hayır! Anne! Baba!” Çığlıklar çocukların odasından geliyordu. Leigh bilincini kazanmak için kendini zorlayarak holde ilerledi. Önce kapıyı, sonra duvardaki eski moda düğmeye basarak ışığı açtı. Adrian yatağında çırpınıp duruyor, anlamsız şeyler söyleyerek inliyordu. “Anne?” Kamelia’nın sesi uykuluydu. Leigh, Adrian’ın yatağına gitti ve savurduğu minik yumruklarına gözlerini kapayarak oğlunu kollarına aldı. “Tamam, bebeğim. Her şey yolunda. Anneciğin yanında.” Adrian’ın debelenen vücudu bir an için sakinleştikten sonra, birdenbire öfkeyle kadını itti. “Hepimizi öldürecekler. Her birimizi. Her yerde.” Tıpkı geçen sefer olduğu gibi, sesi garip bir şekilde olgun çıkıyordu. “Ah, tanrım. Bir daha oluyor olamaz,” diye fısıldadı Leigh. “Kim, oğlum?” diye sordu Craig. Leigh, kocasının geldiğini duymamıştı. Canı daha da sıkıldı. Adrian, sanki düşmanını arıyormuş gibi, çılgına dönmüş bir halde etrafına bakıyordu. “Onlar. Her zaman bizden korkmuş olanlar.” Craig, oğlunun yatağına oturdu. “Ne zaman?” “Çok yakında.” Leigh’in dudaklarından bir hıçkırık kurtuldu. “Nerede?” diye sordu Craig. “Her yerde. Burada başlayacak ama yayılacak. Güvenli hiç-

20


C A D I AV I

bir yer kalmayacak. Son seferden çok daha kötü olacak. Bir önceki seferden bile çok daha kötü olacak.” “Bunu durdurabilir miyiz?” diye sordu Craig. Adrian, “Belki,” dedikten sonra, Leigh’in kollarında hareketsiz kaldı. “Adrian!” Leigh, oğlunu sarsmaya başladı. Adrian yavaşça uykulu gözlerini açtı. “Anne?” Sesi çok güçsüzdü. Oğlunu koynuna bastırdı. “Her şey geçti.” Craig, Leigh’e sert bir bakış attı. “Bu daha önce de mi oldu?” Leigh’in gözleri yaşlarla doldu. Aslında nedenini bilmiyor olmasına rağmen, kocasının bunu öğrenmesinden korkmuştu. Ama artık çok geçti. Başını salladı. “Aynı şeyi mi görmüştü?” “Hayır. Daha önce uçak kazasını gördü. Babanla kardeşinin ölümünü. Adlarını söyledi. Bu adları daha öncesinde hiç duymamıştı bile.” İnledi. “Belki de bu defa yalnızca bir rüyaydı?” “Öyle umalım.” Odadan çıkmadan önce bir an durdu. “Bundan bana daha önce bahsetmeliydin, Leigh.” Craig’in yüzündeki ifadeyi ve ses tonunu çözmeye çalışsa da, bunu yapamadı. Yalnızca kocasının bundan rahatsız olduğunu çıkarabilmişti... kendinden, Adrian’dan, Adrian’ın söylediklerinden... emin değildi. Az önce oğlunun söylediklerini düşündü ve bu defa yalnızca kabus gördüğüne hükmetti. Leigh, oğlunu kucağında yavaşça sallarken, parmağındaki eski yaraya baktı ve düşünceleri kabuslara kaydı. Yalnızca rüyalarda kalanları ve gerçekleşenleri.

Yemek odası şatafatlıydı. Hayvan pençesi şeklinde ağır ayaklara sahip masa ve büfe sert meşe ağacındandı; büfe rafı da iki

21


DEVIN O'BRANAGAN

küçük ahşap grifonun3 üzerinde duruyordu. Diğer mobilyalarla uyumlu olan vitrin, etkileyici bir porselen koleksiyonuyla doluydu. Bronz ve kristalden avizede bir düzine mum yanıyordu. Leigh ve ailesi kahvaltı için odaya girdiklerinde, Leigh’den çok da yaşlı görünmeyen hizmetçi kadın kahve servisi yapıyordu. Hizmetçi gülümsediğinde, Leigh de minnetle karşılık verdi. Geldiğinden bu yana kendine gösterilen ilk sıcak davranıştı bu. Vivian, Dori, Glynis, Melanie ve Jason yerlerini almıştı. “Artık servise başlayabilirsin, Helena,” dedi Vivian. “Peki hanımefendi.” Hizmetçi belirgin bir Polonya aksanına sahipti. “Eşim ve çocuklar aile sırlarımız hakkında hiçbir şey bilmiyor,” dedi Craig. “Bunun böyle kalmasını istiyorum.” “Nasıl istersen.” Vivian bir sürahi dolusu soğuk portakal suyunu masada gezdirdi. “Artık hep birlikte olduğumuza göre, belki de Alan ve Curtis’in şerefine kadeh kaldırabiliriz.” Herkes sırayla bardağını doldurduktan sonra havaya kaldırdı. “Bir şeyler söylemek ister misin, Craig?” diye sordu Vivian. Odayı gergin bir sessizlik kapladı. Leigh nefesini tutmuştu. Kocasının, Artık bunu bilecek durumda olduğunuzdan, söylesenize, Elvis gerçekten de ölmüş mü? gibisinden bir şeyler diyeceğini sandı. Ama Craig onu şaşırttı. “Babama ve Curt’e. Onlarla vedalaşamadığım için üzgünüm ama birbirimizi görmüyorken bile güçlü bağlara sahiptik. Yeniden birlikte olacağız.” “Alan ve Curtis’e,” dedi herkes bir ağızdan. Bardaklar birbirine çarptı. Adrian bardağını düşürerek, masanın portakal suyuyla 3 Grifon: Genellikle aslan vücutlu, kartal kanatlı veya kafalı mitolojik yaratıklar; bu yaratıkların heykelleri. (çev. n.)

22


C A D I AV I

kaplanmasına neden oldu. Melanie çığlığı basarak, kendine doğru akan meyve suyundan kaçmak için yerinden fırladı. “Seni küçük hergele!” Leigh keten peçetesiyle suyu durdurdu. Aynı anda Adrian ağlamaya başladığı için, neşeyle oğlunun saçlarını karıştırdı. “Her şey yolunda.” Melanie dik dik Leigh’e bakıyordu. Leigh içini çekerek, Adrian’ın peçetesiyle meyve suyunun geri kalanını temizledi. Helena, taze nane filizleriyle süslenmiş çilekli dondurma servisi yapmaya başladı. “Artık bir doktorsun,” dedi Glynis. Craig başını salladı. “Senin gibi biri için iyi bir iş.” “Gösterecek bir şeyin varsa, göstermelisin.” “Peki ya çocuklar?” diye sordu Vivian. “Onlar ne tür özel hünerlere sahipler?” “Kammi benim yolumu izleyerek bir şifacı olacak.” Craig bir an durarak Leigh’e baktı. “Ve görünüşe göre, Boksör de görme yeteneğine sahip.” Vivian duyduklarından memnun görünüyordu. “Bu doğru mu?” diye sordu Kamelia’ya. “Ben de tıpkı babam gibi doktor olacağım.” Özel bir hüner. Belki de Craig hiç kızmadı, diye düşündü Leigh. “Siz nasıl tanıştınız peki?” diye sordu Glynis, Leigh’e. “Craig’in ilk hastalarından biriydim.” “Ayıp,” diye yorum yaptı Melanie. “Bu etik olmayan bir durum değil mi?” diye sordu Jason. “Hipokrat’a lanet olsun,” dedi Craig. Leigh, Helena’nın kiş ve karpuz dilimleriyle dolu tabakları servis etmek için o anı seçmesine çok memnun oldu.

23


DEVIN O'BRANAGAN

Leigh önündekileri yerken, bir yandan da Melanie ve Jason’ı inceledi. İki çocuğun gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş olmadığı gibi, özellikle üzgün de görünmüyorlardı. Çocukların babalarının ölümünden hiç etkilenmemiş halleri garipti. Melanie, Leigh’in bakışlarını yakaladı. “Derdin ne senin?” “Kaybınız için ne kadar üzgün olduğumu düşünüyordum,” dedi Leigh. Melanie omuz silkti. “Buna alıştık.” Sesi duygusuzdu. “Bu çok kötü,” dedi Leigh. “Baban ve kardeşin vefat ettiğine göre, yeniden eve döneceğini zannediyorum, Craig,” dedi Vivian. Craig başını iki yana salladı. “Asla.” “Ama artık ailemizin reisi sensin. Geri dönmek zorundasın. Sana ihtiyacımız var.” “Böyle bir şey olmayacak.” “Ama–” Craig, sandalyesini devirerek ayağa kalktı. Öfkesi, zorlukla kontrol ettiği sesine kıyasla, annesine doğrulttuğu titreyen parmağında daha belirgin bir şekilde anlaşılıyordu. “Hayatımdan uzak dur, anne. Bu hayatı ben kurdum, bana ait ve sen bu hayata sahip olamazsın.” Sandalyesini kaldırdıktan sonra yemek odasını terk etti. Craig’in çıkışından hiç etkilenmemiş gibi görünen Vivian, kahvesinden bir yudum aldı ve bakışlarını Leigh’e çevirdi. “Çok tatlı bir hanım olduğuna eminim, canım, ama hiçbir zaman bu ailenin bir parçası olamayacağını anlaman gerekiyor.” Leigh donakalmıştı. Hiçbir zaman kararlı biri olmamıştı ama –kendine bakmakta olan– Kamelia ve Adrian’ın hatırı için, “Bunun için artık biraz geç, Vivian. Hoşuna gitse de gitmese de, böyle,” demeyi başardı. Hawthorne ailesi kahvaltıyı sessizlik içinde tamamladı.

24


C A D I AV I

Göz kamaştırıcı güneşin altında dururken, Leigh, siyahlara bürünmek için sıcak bir gün olduğunu düşündü. Vefat edenlerin ailesi ve arkadaşları için son görevlerini yerine getirecekleri klimalı bir cenaze evi ayarlanmış değildi. Bunun yerine, çukurların başında gerçekleşecek bir tören için yerel mezarlıkta, açık havada toplanmışlardı. Mezarlık, konuklar, meraklı kent halkı ve yerel muhabirlerle dolmuştu. Böylesine varlıklı ve önemli iki adamın vefatının çok fazla ilgi çektiği belliydi. Önemli konukların çoğu yerini aldığında Vivian, Ray’e doğru başını salladı. Küçük bir kürsünün üzerinde duran adam anma konuşmasına başladı. Hawthorne ailesinin 1800’lerde Montvue’ye geliş hikayesinden başlayıp, Alan ve Curtis’in bölge halkına katkılarına yönelik övgü dolu sözlerle tamamladığı konuşması yarım saat kadar sürdü. Konuşmanın ardından açık duran mezarların içine çiçek fırlatan aile mensupları, taziyeleri kabul etmek için dizildiler. Vivian’ın tasvip etmeyen bakışlarına rağmen, Leigh, Craig ve çocukların yanında yerini aldı. Önlerinden geçen onlarca insan, nazik sözcüklerle üzüntülerini dile getirirken, arada bir gözyaşı dökenler de oldu. Leigh, hayatında hiç görmediği iki adam için başsağlığı dileklerini kabul ederken kendini ne kadar tuhaf hissederse hissetsin, mümkün olduğunca ağırbaşlı bir şekilde durmaya gayret ediyordu. Helena ve ailesi önlerinden geçerken, Leigh dost canlısı, tanıdık bir yüz gördüğüne memnun oldu. “Nasılsınız?” diye sordu Helena, Leigh’e. “Sabah olduğumdan daha iyi.” “Yerinizde olmak istemezdim.” Helena kolunu, yanındaki

25


DEVIN O'BRANAGAN

bakımsız bir yakışıklılığa sahip adama attı. “Bu, kocam Marek Janowski. O da Hawthornelar için çalışıyor. Bahçıvan olarak.” “Merhaba, Marek. Ben de Leigh.” Elini adama uzattı. Adam elini öperek Leigh’i şaşırttı. “Bunlar da çocuklarım Frank ve Gil,” dedi Helena, onlu yaşlarındaki kıpır kıpır iki oğlanı göstererek. “Çok güzel bir ailen var.” “Biliyorum.” Helena, Leigh’in çenesinin altını nazik bir şekilde okşadı. “Aynen devam et, tamam mı?” Leigh başını salladı. “Teşekkür ederim.” Janowskiler ilerleyerek yerlerini, gümüş rengi saçlara sahip, seçkin görünümlü, yaşlı bir kadına bıraktılar. Kadın, Vivian’a kısa bir şekilde başını salladı. “Vivian.” Keder maskesi, Vivian’ınkiyle aşık atacak düzeydeydi. “Katherine.” Kadınların seslerindeki düşmanlık Leigh’i şaşkınlığa düşürdü. “Gelmene şaşırdım,” dedi Vivian. “Senin için gelmiş değilim. O... ve kendim için geldim.” Sesi kırılmasına rağmen, kendini toparladı. “Acını paylaşıyorum.” “Çok etkilendim.” Vivian’ın sesindeki iğneleyici ton çok belirgindi. “Aşk rakipleri,” diye fısıldadı Craig, Leigh’in kulağına. “Bizim cadı kazandı.” Katherine başını öne eğip ilerlemeye koyuldu. Leigh, önünden geçerken kadını kolundan yakaladığında, Katherine irkilerek yüzünü ona döndü. “Lütfen başsağlığı dileklerimi kabul edin,” dedi Leigh. Katherine’in parlak mavi gözleri yaşlarla doldu. “Teşekkür ederim.” Başını biraz daha yüksekte tutarak, uzaklaştı. “Aşk rakibi olmalarına şaştım,” diye fısıldadı Leigh, Craig’in

26


C A D I AV I

kulağına. “Annenden çok daha yaşlı görünüyor.” “Öyle. Ailemin genleri başka telden çalıyor.” Mikrofondan çıkan tiz ses Leigh’in irkilmesine neden oldu. Kafasını kaldırıp baktığında, kürsüye çıkmış tanıdık görünümlü bir adamın mikrofonu ayarlamakta olduğunu gördü. “Dikkatinizi buraya verebilir misiniz lütfen?” Kamelia hırıltılı bir sesle, “Anne,” dediği anda, Leigh bu yabancının kim olduğunu anlamıştı. Kamelia ve kız arkadaşları bu adama “İri Kıyım” diyordu. Kalabalık sessizleşirken, mezarlıktan ayrılmaya hazırlanan insanlar oldukları yerde durdular. “Adım Vaiz Cody ve söylemek istediğim birkaç şey var.” “Bu adam ne halt ediyor?” diye sordu Vivian. Craig omuz silkti. “Montvue’nin iyi insanlarının dikkatini çekmek istediğim bir konu var. Bugün, bu cenaze töreninde olmayan birini fark ettiniz mi?” diye sordu Cody. “Tanrı. Burada olmayan, Tanrı. Ne bir dua duydum ne de defin törenine eşlik eden bir rahip görüyorum. Bunu tuhaf buluyorum, sizce de öyle değil mi?” Bir an için sözlerine ara verdiğinde, muhabirler kürsüye yaklaştı. “Eh, bu cenazenin dini bir tarafının olmaması beni şaşırtmış değil elbette. Çünkü Hawthornelar dindar bir aile değil. Aslına bakacak olursanız, Montvue’deki yüz yıllık saltanatlarının hiçbir anında, bu tanınmış aile tek bir dini törene bile katılmamış. Tanrı’dan korkan Hristiyanlar olarak, bunu tuhaf buluyorum. Sizce de öyle değil mi?” “Craig?” Vivian’ın sesi korkusunu açık etmişti. Craig ileri çıktı. “Hey vaiz, çizgiyi aştın!” Cody kahkaha attı. “Ben mi? Ben miyim çizgiyi aşan? Hayır, efendim. Bence çizgiyi aşan sen ve senin şeytana tapan ailen!” Kalabalık tedirginlik içinde nefesini tuttu.

27


DEVIN O'BRANAGAN

Cody, çok-satan kitabı Kıyamet Günü’nün bir kopyasını havaya kaldırdı. “Bu kitapta Şeytan’a tapanlardan bahsediyorum. Ancak kitabı yazarken kendi kentimin insanlarının arasında bu tarikatın üyelerinin de bulunduğunu bilmiyordum.” “Bence kafanı Hollywood teraneleriyle fazlaca doldurup bir fantezi dünyasının içinde kalakalmışsın,” dedi Craig. Cody, “Oradaydım,” diye fısıldadığında, insanlar yeniden sessizleşti. “Oradaydım!” diye haykırdı. “Kaza yapan o uçaktaydım ve hayatta kalmayı başardım. Hayatta kalmayı başardım çünkü Tanrı yaşamamı ve o uçakta ne olduğunu herkese anlatmamı istedi. Tabutlarının içinde yatan şu iki adamın tam karşısında oturuyordum. Nasıl büyü yaptıklarını gördüm. Paniğe kapıldıkları o anda, hayatta kalmak için umutsuz bir şekilde çabalarken, saygıdeğer maskeleri düştü ve Şeytan’a yakarmaya başladılar. Onları duydum. Rachel da duydu.” Hemen kürsünün yanında duran güzel genç kadını gösterdi. Sesini alçaltarak devam etti: “Dahası, Tanrı’nın bir hizmetkarı olduğumu bildiklerinden, benim üzerimde de büyülerini denediler. Ve bir an için, Tanrı’yı unutarak büyük bir korkuya kapıldım. Bunun için gerçekten çok pişmanım. Saygıyla önlerinde eğildiğiniz bu insanlar cadı, Şeytan’a tapıyorlar. Bu kişilerin aramızda barınmasına göz yumamayız.” Kısa bir duraklamanın ardından, dramatik bir kapanış için haykırdı: “Bu kişilerin aramızda barınmasına göz yumamayız!” Mezarlık kıpırtısız bir sessizliğe gömüldü. “Diane Fox, Post-Dispatch gazetesinden,” dedi bir muhabir, kendini Cody’ye tanıtarak. “Dr. Hawthorne’la aynı fikirdeyim. Bugün burada yaptıklarınızla çizgiyi aştığınızı gerçekten de göremiyor musunuz, Vaiz Cody?” “Cüretimin farkındayım, bu doğru. Ama adetlere değil, ortadaki suça göre davranmalıyız.”

28


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.