Doğaüstü Kiersten White Sudan Çıkmış Balık Misali Hay, biip. Sonum gelmişti. Korkunç, iğrenç, acı dolu bir ölümle hem de. Yana sarkıttığım elim kıpır kıpır, orada olmadığını bildiğim pembe renkli, elektrikli bayıltıcıyı arıyordu. Rahat mı batmıştı da istemiştim bunu? Aklımdan zorum mu vardı benim? Uluslararası Paranormal Tecrit Ajansı’nda çalışmak gönüllü kölelikten farksızdı. Vampirlerle, cadılarla, tüyler ürpertici perilerle kimi berbat karşılaşmalarım olmuştu olmasına ama şimdi karşıma öyle bir tehlike dikilmişti ki bunun yanında hepsi solda sıfır kalırdı. Kızların beden eğitimi saati. Futbol oynuyorduk ama koruyucu dizlik olmadan. Markaja almam gereken kız (öyle irikıyım bir yaratıktı ki trol olduğuna kalıbımı basabilirdim) burun deliklerinden basbayağı buhar püskürterek dosdoğru üstüme atıldı. Kendimi çarpışmaya hazırladım. Birden kendimi berrak, masmavi sonbahar göğüne bakarken buldum. Görünürde tek bulut bile yoktu. İyi de niye gökyüzüne bakıyordum ki ben? Bir anda nefes alamaz hale gelişimle bağlantılıydı belki de. Haydi akciğerler, marş marş. Er ya da geç çalışmaları gerekiyordu, değil mi? Gözlerimin önünde parlak lekeler dans
ediyordu, ölüm ilanımı hayal edebiliyordum: Futbol Maçında Trajedi. Ne kadar da aşağılayıcı. Nihayet o kıymetli hava güçbela ulaştı ciğerlerime. Upuzun, koyu renk saçlarla çevrili tanıdık bir yüz üstüme eğildi. Tek normal arkadaşım Carlee’ydi bu. “İyi misin?” diye sordu. “Green!” diye böğürdü bir tenor. Öğretmenimiz Bayan Lynn’in sesinin erkek arkadaşımınkinden daha kalın olduğundan emindim. “Kaldır kıçını da sahaya dön!” Green ya. Halbuki Lend sahte belgelerim için uydurduğunda ne kadar hoş bir isim gibi gelmişti kulağıma. Ancak Bayan Lynn’in bağırarak söylediğini duydukça isimden de soğuyordum. “GREEN!” Carlee elini uzatıp kalkmama yardım etti. “Kafana takma. Ben de futbolda çok kötüyüm.” Gülümsedi, koşup gitti. Futbolda kesinlikle kötü değildi. Haksızlıktı bu. Lend uzaklarda üniversiteye gitsin, bense çamur deryasına dönmüş sahanın ortasında salak gibi dikileyim. Düpedüz zaman kaybıydı. Hem daha ne kadar ömrüm olduğunu kim bilebilirdi? Ya ruhumun kıymetli kalıntılarını futbol oynayarak çarçur ediyorsam? Belki de doktor raporu getirmeliydim. Raporu kafamda canlandırabiliyordum: “İlgilinin Dikkatine: Evie ender görülen bir rahatsızlıktan mustarip olup, kendi ruhu normal bir hayat sürmeye yetmemektedir. Dolayısıyla, terlemek ve çamurda itilip kakılmak dahil tüm fiziksel etkinliklerden derhal ve kalıcı olarak muaf tutulmalıdır.” Çok aptalcaydı ama denemeye değerdi belki de. Lend’in babasının hastanede bağlantıları vardı… Top ıslık çalarak geçince kafamı eğdim. Takım arkadaşlarımdan biri, acımasız bir kızıl, koşarken bir yandan da sövüyordu. “Koş, Green! Koş!” Carlee durdu. “Kramp girmiş gibi yap.” Kopkoyu rimelli gözlerini kırptı. Ellerimi karnımın altına koydum, kuru çimlerin üstündeki boyalı beyaz çizgide durmuş, oyunu bir general edasıyla izlemekte olan Bayan Lynn’in yanına güçlükle ilerledim. Kadın gözlerini devirdi. “Yine ne var?” Solgun yüzümün hayatta ilk kez bir işe yaramasını umarak inledim. “Kramp girdi. Çok feci.” Yutmamıştı, yutmadığını ikimiz de bal gibi biliyorduk. Ama ipliğimi pazara çıkarmak yerine gözlerini tekrar devirip başparmağıyla saha kenarını işaret etti. “Tamam ama bir dahaki sefere kaleci olacaksın.”
Eksik olma, Carlee. Amma da parlak fikir vermişsin. Aramıza biraz mesafe koyup yere çöktüm, sararmaya yüz tutmuş seyrek çimenleri yolmaya koyuldum. Lisenin böyle olmaması gerekiyordu. Sakın yanlış anlamayın, burada olduğum için çok mutluyum. Hep normal olmanın, normal bir okula gidip normal şeyler yapmanın özlemini çektim. Ne var ki tüm bunlar o kadar… Normal ki. Okul başlayalı bir ay oldu ama daha hiç birbirinin saçını başını yolan olmadı. Polislerin bastığı çılgın partiler de. Maskeli balolara, mehtap altında randevulara, koridorlarda ateşli öpücüklere gelince, tek diyebileceğim şey, bir zamanlar en gözde dizim olan Easton Heights’ın saygınlığının ciddi darbe aldığı. Ama hâlâ dolapların muhteşem olduğunu düşünüyorum. Foyam ortaya çıkmasın diye, elimi karnımdan çekmedim. Yerde yatmak, insan kendi rızasıyla yapıyorsa çok daha güzeldi. Ufacık, tüy gibi bir tutam bulutun gökyüzü boyunca uzanışını seyrettim. Kaşlarımı çattım. Acayip bir buluttu bu. Normalde bomboş olan gökyüzünde bir başınaydı. Bulutta başka bir şey daha vardı…farklı bir şey. Bir şimşeğin parıltısı mıydı şu gördüğüm? “Bir sonraki dersine girecek misin, diye sordum sana.” İrkildim, doğrulup yüzümü buruşturarak Bayan Lynn’e baktım. “Evet, kesinlikle. Teşekkürler.” Alelacele içeri girdim. Heyecanı bulutlarda aramaya başladığıma göre, gidişat kötüydü. Bir sonraki dersi, hafta sonuna, Lend’i görmeme tam olarak kaç dakika kaldığını hesaplayarak geçirdim. Sonuç, çok fazla dakika olduğuydu ama hesap kitap yapmak edebiyat hocasının Drakula’daki cinsiyet rolleri üzerine konuşmasını dinlemekten daha ilginçti. Bana o kitapla hiç gelmeyin. Bram Stoker isabetli bir araştırmacı değildi. Kafam kaçınılmaz bir çakışma rotası izleyerek sıraya doğru ilerliyordu ki sınıfın kapısı güm diye açıldı, bir memur elinde bir notla içeri girdi. “Evelyn Green?” diye sordu. Elimi kaldırdım, o da başını öne eğdi. “Dersten izin kâğıdı,” dedi. Birden dirildim. Daha önce hiç okuldan böyle alınmamıştım. Belki de Arianna takılmak istiyordu. Biraz acayipti ve böyle bir numara çekecek kadar da sağı solu belirsizdi.
Ama tekrar düşününce, o olamazdı. Vampir olmanın gereği, böyle pırıl pırıl bir günde dışarı adımını atmazdı. Birden başımdan aşağı kaynar sular indi. Ya kötü bir şey olduysa? Ya kampusta Lend’in başına bir kaza geldiyse, bilincini yitirip görünmez hale geçtiyse? Ya hükümet onu ele geçirdiyse ve UPTA tesislerinden birine, bir daha çıkmamak üzere kapattıysa? Koşmamak için kendimi zor tutarak memurun peşinden gittim. Kısa boylu, saçları doğal olamayacak kadar açık sarı renkte bir kadındı. “Beni almaya kimin geldiğini biliyor musunuz?” “Galiba teyzenmiş.” Eh, bu bir şeyleri açıklardı işte. Ya da en azından, teyzem olsa açıklardı. Akrabam diye yutturabilecek tanıdığım tüm kadınların, tüm paranormallerin listesine göz gezdirdim. Liste uzun değildi ve içlerinden bir tekinin bile burada olmasını gerektirecek bir şey yoktu. Büroya daldım. Alçak topuklu ve rahat (yani çirkin) ayakkabılar giymiş, siyah saçlarını ciddi bir edayla topuz yapmış bir kadın, sırtı bana dönük oturuyordu. Olacak şey değildi. Raquel dönüp gülümsedi. Kalbim ağzımdan çıkacak gibi oldu. Bir yandan, karşımdaki Raquel’di; yani benim için anneye en yakın olan kişiydi. Bir yandan da karşımdaki Raquel, öldüğümü sanan UPTA örgütünün omzu kalabalıklarından biriydi. UPTA, beni bulmasını hiç ama hiç istemediğim, Raquel’in beni koruduğunu sandığım örgüttü. “Geldin demek.” Çantasını omzuna astı, dışarıya açılan çift kanatlı kapıyı işaret etti. “Hadi, gidelim.” Onu izledim ama kafam allak bullak olmuştu. Normal lisemde, güneşli bir günde, arkamda bıraktığım her şeyi temsil eden kadının yanında olmak tuhaf geliyordu bana. Ona yaklaşıp sarılmak istiyordum her nedense. Bu da acayipti çünkü hiç sarılmalı falan olmamıştı ilişkimiz. Elbette bir yandan da kaçıp uzaklaşmak istiyordum. Çünkü Raquel demek, UPTA demekti. “Burada ne işin var?” diye sordum. “Şaşkınlığına bakılırsa, David’in mesajlarımı sana iletmediği sonucuna varıyorum.” “Lend’in babası mı? Ne mesajı?” İç çekti. Yorumlama becerim azıcık paslanmıştı ama sanırım Çok yorgunum ve anlatması uzun sürer iç çekişi gibi geliyordu kulağa. Güneş bulutların arkasında kaldı. Başımı kaldırıp benim o tüy gibi olan buluta baktım. Altında bir şey olduğundan yüzde yüz emindim, ama şimşek değildi. Parlak
bir şeydi. Paranormal bir şey. Arkasını sadece benim görebileceğim büyülü kılığa bürünmüş bir şey. “Bu da ne…” Sözlerim kendi çığlığımla kesildi çünkü bulut gökten aşağı pike yapmış, beni sarmalamış ve tekrar mavi göğe uçmuştu.
Devamını İçin En Yakın Kitapçıya Çünkü ‘Doğaüstü’ Raflardaki Yerini Aldı.