KUTSANMIŞ Özgün adı: Hallowed Copyright © 2012, Cynthia Hand Yazan: Cynthia Hand Çeviri: Berna Kılınçer Yayına hazırlayan: Esen Gür Grafik uygulama: Havva Alp Türkiye Yayın Hakları: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu kitabın yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. ISBN: 978-605-09-0849-7 Sertifika no: 11940 Basım yeri: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Yalçın Koreş Cad. Basın Sanayi Sit. No:13-14 Yenibosna-İstanbul Tel: (0212) 515 49 47 Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. 19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66 www.dexkitap.com / dex@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr
Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı ve kızlar doğdu. İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. — Yaratılış, Bölüm 6: 1-2
Önsöz
Rüyada keder vardı. Her şeyin üzerine çökmüştü, beni boğan, görüşümü bulanıklaştıran, uzun otların arasında yürürken ayaklarımı külçe gibi ağırlaştıran, berbat bir kederdi. Çam ağaçları arasından hafif bir tepeye çıktım. Burası vizyonumdaki dağ eteği değildi, orman yangını ya da daha önce gördüğüm bir yer de değildi. Bu yeni bir şeydi. Başımın üzerindeki gökyüzü bulutsuz, saf bir maviydi. Güneş parlıyor, kuşlar şarkı söylüyor ve sıcak meltem, ağaçları kımıldatıyordu. Bu yoğun keder, yakınlarda bir Kara Kanat olduğunun belirtisi olabilirdi ancak, hem de çok yakında. Etrafa göz attığımda yanımda yürüyen kardeşimi gördüm. Takım elbise giymişti, siyah bir ceket, koyu gri gömlek, parlak ayakkabılar ve açık gri çizgili bir kravat. Dosdoğru ileriye bakıyordu, çenesi ya kararlılık, ya kızgınlık ya da tanımlayamadığım başka bir duyguyla gerilmişti. “Jeffrey,” diye mırıldandım. Bana bakmadı. “Hadi bitirelim şu işi.” Keşke ne demek istediğini anlayabilseydim.
Sonra biri elimi tuttu, tanıdıktı, teninin sıcaklığı, parmaklarımı kavrayan ince uzun ama yine de erkeksi parmakları. Bir keresinde bir cerrahın elleri diye düşünmüştüm. Christian’ın elleri. Soluğum kesildi. Elimi tutmasına izin vermemeliydim, şimdi olmazdı, onca şeyden sonra, ama geri çekmedim. Başımı takım elbisesinin kolundan yüzüne, ciddi ve altın benekli yeşil gözlerine kaldırdım. Bir an için keder hafifledi. Bunu yapabilirsin, diye fısıldadı zihnimde.
1 MIDAS’I ARAMAK
Bluebell artık mavi değildi. Yangın, Tucker’ın 1978 Chevy LUV’ını siyah, gri ve paslı bir turuncu karışıma çevirmişti, alevler pencereleri paramparça etmiş, lastikleri yutmuş, aracın içinden geriye iğrenç görünen eğri büğrü, kararmış bir metal ve erimiş gösterge paneliyle döşemeler kalmıştı. Şimdi ona bakarken, birkaç hafta önce hayatta yapmayı en çok sevdiğim şeylerden birinin bu eski kamyona binmek olduğuna inanmak çok zordu. Açık pencerelerden dışarı uzattığım parmaklarımla havayı okşadığım, sadece Tucker’a bakmak hoşuma gittiği için ona kaçamak bakışlar attığım yerdi burası. Her şey burada, Bluebell’in perişan, köhne koltuklarında otururken olmuştu. Burası âşık olduğum yerdi. Şimdi ise hepsi yanıp yok olmuştu. Tucker fırtınalı mavi gözlerinde kederle Bluebell’den geriye kalanlara bakıyordu. Bir eli, elveda der gibi kaputun üzerindeydi. Diğer elini tuttum. Buraya geldiğimizden beri pek konuşmamıştı. Öğleden sonrayı ormanın yanmış kısmında dolanıp, Tucker’ın atı Midas’ı arayarak geçirmiştik. Her ne kadar 1
CYNTHIA HAND
bir taraftan buraya tekrar gelip aramanın kötü bir fikir olduğunu düşünsem de Tucker onu götürmemi istediğinde tamam demiştim. Anlıyordum: Midas’ı sadece rodeo şampiyonu bir at olduğu için değil, aynı zamanda Midas’ın doğduğu akşam orada olduğu için, onun ilk sarsak adımlarını izlediği için, onu büyüttüğü, eğittiği için ve Teton Bölgesindeki bütün at yollarını onunla geçtiği için seviyordu. Ona neler olduğunu bilmek istiyordu. Bir veda istiyordu. Bu duyguyu biliyordum. Bir noktada bir geyik ölüsüne denk gelmiştik, neredeyse kül olana kadar yanmıştı, geyiğin boynuzlarını görene kadar korkunç bir an, onun Midas olduğunu sanmıştım. Tek bulabildiğimiz de bu oldu. “Üzgünüm Tuck,” dedim. Midas’ı kurtaramayacağımı biliyordum. O gün, hem Tucker’ı hem de erişkin bir atı yanan ormanın üzerinden uçarak taşıyamazdım ama nedense yine de kendi suçummuş gibi hissediyordum. Elleri benimkilerin içinde kasıldı. Döndüğünde, yanağında gamzesi belirir gibi oldu. “Hadi ama üzülme,” dedi. Beni yanına çekerken kolumu boynuna doladım. “Bugün seni buraya sürüklediği için üzülmesi gereken benim. Bu çok can sıkıcı. Kutlama ya da onun gibi bir şey yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Ne de olsa hayatımı kurtardın.” Gülümsedi, bu seferki, sıcaklık, aşk ve isteyebileceğim her şeyle dolu, gerçek bir gülümsemeydi. Yüzünü aşağı doğru çektim ve dudaklarının benimkiler üzerindeki hareketinde, avucumda atan kalbinde, kalbimi çalan bu çocuğun katışıksız sabrı ve gücünde her türlü teselliyi buldum. Bir saniyeliğine onda kaybolmama izin verdim. Ama görevimde başarısız olmuştum. Düşünceyi kafamdan atmaya çalıştım ama gitmek bilmi-
2
KUTSANMIŞ
yordu. Bir şey içimi kemiriyordu. Aniden çıkan sert bir esinti bize çarptı ve daha önce çiselemekte olan yağmur şiddetle yağmaya başladı. Yangından sonraki üç koca gündür yağmur yağıyordu. Hava soğuktu, montumun içine işleyecek kadar serin ve nemli bir soğuk. Sis, kararmış ağaçların arasında dolanıyordu. Aslında bana cehennemi hatırlatıyordu. Titreyerek Tucker’dan ayrıldım. Tanrım, sanırım terapiye ihtiyacım vardı. Doğru. Sanki hikâyemi bir terapiste anlatmak mümkünmüş gibi. Bir kanepeye yayılıp yarı melek olduğumu, bütün melek kanlıların dünyaya bir görevi yerine getirmek için geldiklerini ya da görev günümde düşmüş bir melekle karşılaştığımı, onun beni beş dakikalığına cehenneme götürdüğünü ve annemi öldürmeye çalıştığını anlattığımı hayal bile edemiyordum. Bir nevi kutsal bir ışıkla onunla dövüştüğümü, sonra yangından bir çocuğu kurtarmak için uçmak zorunda kaldığımı ve onu kurtaramadığımı mı anlatacaktım? Ya da onun yerine erkek arkadaşımı kurtardığımı ama asıl çocuğun da kurtarılmaya ihtiyacı olmadığını, çünkü onun da bir yarı melek olduğunu? Evet, terapiste olan ilk ziyaretim, bir şekilde benim deli gömleği içinde duvarları yastık kaplı hücremde oturmamla bitecekmiş gibi görünüyordu. “Sen iyi misin?” diye sordu Tucker sessizce. Ona cehennem ya da Kara Kanat hakkında bir şey söylememiştim. Çünkü annem, eğer Kara Kanatlar hakkında bir şeyler biliyorsan bir şekilde onların dikkatlerini daha çok çekersin demişti. Ona birçok şeyden bahsetmemiştim. “Ben iyiyim. Ben sadece...” Ne? Ben ne? Ümitsizce kafası karışmış? Tamamen çuvallamış? Ebediyen lanetlenmiş? “Üşüdüm,” demeyi seçtim.
3
CYNTHIA HAND
Bana sarıldı, elleriyle kollarımı aşağı yukarı ovalayarak beni ısıtmaya çalıştı. Bir an, ona her şeyi söylemediğimi bildiği zamanlarda ortaya çıkan endişeli ve dargın bakışlarını gördüm, ama uzanıp ona dudağının köşesinden minik bir öpücük verdim. “Bir daha hiç ayrılmayalım olur mu?” dedim. “Bunu kaldırabileceğimi zannetmiyorum.” Gözleri yumuşadı. “Anlaştık. Bir daha ayrılmak yok.” “Haydi!” dedi elimi tutarak ve beni arabamı park ettiğim, yanmış açıklığın kenarına çekti. Kapımı açtı ve yolcu koltuğuna binmek için yan tarafa koştu. Sırıtarak “Dünyanın bir ucuna gidelim,” dedi. ‘Dünyanın bir ucuna’ demesi ne güzeldi. ‘Cehennemin bir ucu’na tercih ederim her zaman. Bu yıl, okulun ilk gününde, Jackson Hole lisesinin otoparkında, gümüş renkli Prius’ta oturan kız başka bir kızdı. Öncelikle bu kız uzun, dalgalı saçlarında hafif kızıl ışıltılar olan bir sarışındı. Saçını ensesinde sıkı bir atkuyruğu yapmış, üstüne de gri bir fötr şapka takmıştı; bunun ona havalı ve vintage bir hava vererek dikkati saçından uzağa çekeceğini ummuştu. Güneşte yanmış görünüyordu ama tam bronz değil de sanki yüzüne renk gelmiş gibiydi. Ama aynaya baktığımda kendimde tanıyamadığım şeyler saçlarım ya da tenim değil, gözlerimdi. O iri mavi gri gözlerde iyi ve kötünün yeni bir anlamı vardı. Daha yaşlı görünüyordum. Daha bilge. Umarım doğruydu. Arabadan indim. Tepemizdeki gökyüzü griydi, hala yağmur yağıyordu ve hala soğuktu. Annemin, Samyaza’nın hemen peşimizden gelmesinin mümkün olmadığını söylemesine rağmen, kötü bir meleğin etrafımızda olduğunun ipuçlarını veren keder duygusunu yoklamaktan ve bulutları incelemekten ken-
4
KUTSANMIŞ
dimi alamıyordum. Onu yaralamıştım ve anlaşılan Kara Kanatların iyileşmesi için bir süre gerekiyordu, bu cehennemde zamanın ilerlemesiyle ilgiliydi. Bir gün bin yıldı ya da bir yıl bin gün müydü ne, öyle bir şey. Anlıyormuş gibi davranmaya çalışmıyordum. Sadece Jackson’dan kaçıp hayatımı geride bırakmak zorunda kalmadığım için seviniyordum. En azından şimdilik. Hiçbir yerde kötü melek sinyali yoktu, böylece Tucker’ı görebilme umuduyla otoparka bakındım ama henüz gelmemişti. İçeriye girmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Fötr şapkayı son bir kez daha düzeltip kapıyı açtım. Lise son beni bekliyordu. “Clara,” dedi tanıdık bir ses, daha üç adım atamadan. “Beni bekle.” Döndüğümde yepyeni kamyonetinden inen Christian Prescott’u gördüm. Bu seferki, jantları gümüş renginde parlayan, arkasında AĞIR VASITA yazan siyah, dev gibi bir kamyonetti. Vizyonumun bir kenarında her zaman gördüğüm gümüş rengi, eski Avalanche da ormanda yanmıştı. O gün bütün kamyonetler için kötü bir gündü. Bana doğru koşarken onu bekledim. Ona bakmak bile sanki dengemi kaybediyormuşum gibi garip ve gergin bir his veriyordu. Onu, en son beş gece önce, bizim verandanın önünde görmüştüm, ikimiz de yağmurdan sırılsıklam olmuş ve isle kararmıştık, içeri girmek için cesaretimizi toplamaya çalışıyorduk. Çözmemiz gereken bir yığın çılgınca şey vardı ama bir türlü yapamamıştık ve itiraf etmeliyim ki bu Christian yüzünden olmamıştı. Beni aramıştı. Hem de çok, özellikle ilk birkaç gün. Ama ne zaman telefonumda adının yanıp söndüğünü görsem bir yanım, tıpkı araba farına yakalanmış tavşan gibi donup kalmış ve telefonu açamamıştım. Sonunda açtığım-
5
CYNTHIA HAND
da ise birbirimize tam olarak ne diyeceğimizi bilememiştik. Bütün konu özetle şu hale gelmişti: “Demek seni kurtarmama ihtiyacın yokmuş.” “Hayır. Senin de, benim seni kurtarmama ihtiyacın yokmuş.” Ve sonra, sanki tüm bu görev işi kötü bir şakaymış gibi tuhaf bir şekilde gülmüş ve sessizleşmiştik, çünkü gerçekten de söylenecek fazla bir şey yoktu. Özür dilerim, çuvalladım, görünüşe bakılırsa kutsal görevini mahvettim mi diyecektik? Kusura bakma? “Selam,” dedi, nefessiz kalmışçasına. “Selam.” “Güzel şapka,” dedi, gözleri doğrudan saçlarıma giderek, beni doğru saç rengiyle her gördüğünde vizyonundaki kız olduğumu doğrulamak ister gibiydi. “Sağ ol,” demeyi başardım. “Kimliğimi saklamaya çalışıyordum.” Kaşlarını çattı. “Kimliğini saklama?” “Bilirsin. Saçım.” “Ah.” Çoktan atkuyruğundan fırlamış söz dinlemez bir tutama dokunacakmış gibi elini kaldırdı ama onun yerine elini yumruğa dönüştürerek aşağı indirdi. “Neden yeniden boyamıyorsun?” “Denedim.” Bir adım geri gittim ve fırlayan saçımı kulağımın arkasına soktum. “Renk artık tutmuyor. Nedenini hiç sorma.” “Esrarengiz,” dedi ve ağzının kenarı, geçen yıl olsa kalbimi tereyağı gibi eritecek küçük bir gülümsemeyle titreşti. O çekiciydi. Çekici olduğunu biliyordu. Bir sevgilim vardı. Bir sevgilim olduğunu biliyordu ama yine de bu gülümsemeye ve diğer şeylere devam ediyordu. Bu beni sinirlendiriyordu. Bütün bir haftadır gördüğüm rüyayı, rüya boyunca, beni tamamen aklımı kaçırmaktan koruyan tek şeyin Christian olduğu gerçeğini düşünmemeye çalıştım. Biz birbirimize aitiz sözcüklerini
6
KUTSANMIŞ
düşünmemeye çalıştım, vizyonum boyunca sürekli aklıma çakılan kelimeleri. Christian Prescott’a ait olmak istemiyordum. Gülümsemesi kayboldu ve gözleri tekrar ciddileşti. Bir şey söylemek ister gibiydi. “Görüşürüz,” dedim belki biraz fazla neşeli bir şekilde ve binaya doğru yürümeye koyuldum. “Clara—” Arkamdan koştu. “Dur, bekle. Düşünüyordum da, öğle yemeğinde belki beraber oturabiliriz?” dedi. Durup ona baktım. “Ya da oturmayız,” dedi hep yaptığı gülmekle nefes vermek arası şeyi yaparak. Kalbim yüksek vitese geçti. Artık Christian’la ilgilenmiyordum ama kalbim bu mesajı almış görünmüyordu. Kahretsin. Kahretsin. Kahretsin. Bazı şeyler değişiyor, bazılarıysa değişmiyordu. Elbette herkes saçımı fark etmişti. Sessiz bir şekilde fark ederler diye ummuştum, biraz fısıltı, birkaç gün dedikodu, sonra unutulup giderdi. Ancak ilk ders olan Fransızcaya gireli daha iki dakika olmadan hoca şapkamı çıkarmamı istediğinde, bu, bir nükleer patlama etkisi yarattı. Bayan Colbert durmadan “Çok güzel, çok güzel” deyip durdu, neredeyse yanıma gelip saçımı okşayacaktı. Annemle önceden uydurduğumuz hikâyeye sadık kaldım. Bu yaz korkunç turuncumu harika bir kızıla çalan sarıya çevirmesi için annem, Kaliforniya’da bulduğu inanılmaz kuaföre astronomik bir fiyat ödemişti. Bunların hepsini sanki mükemmel Fransızca konuşmuyormuşum gibi, lise seviyesinde bir dille anlatmaya çalışmak sabahın özellikle eğlenceli kısımlarından biriydi. Saat dokuz bile olmamıştı ama ben eve gitmeye hazırdım. Sonra matematiğe girdim, zil çaldı, tüm fiyasko baştan başladı. Saçın, saçın, çok güzel. Sonra yine, üçüncü
7
CYNTHIA HAND
ders olan resimde, sanki herkes beni ve muhteşem saçımı çizmeye başlayacak gibiydi. Dördüncü ders, vatandaşlık dersi, en kötüsüydü. Christian da oradaydı. “Tekrar merhaba,” dedi ben kapının önünde durmuş bön bön ona bakarken. Sanırım şaşırmamalıydım. Jackson Hole lisesinde yalnızca altı yüz öğrenci vardı, aynı sınıfa düşme ihtimalimiz yüksekti. Bildiğim kadarıyla Tucker’ın da bu sınıfta olması gerekiyordu. Tucker bu sabah hangi -cehennemdeydi? Bir an düşündüm de, Wendy’i de hiç görmemiştim. “İçeri gelecek misin?” diye sordu Christian. Yanındaki sıraya geçtim ve çantamda defter, kalem aramaya başladım. Derin bir nefes alıp yavaşça verdim, boynumdaki gerginliği atabilmek için başımı sağa sola çevirdim. “Uzun bir gün oldu galiba?” dedi. “Tahmin bile edemezsin.” Tam o anda Tucker rüzgâr gibi içeri girdi. “Bütün gün seni aradım,” dedim, o diğer tarafımdaki sıraya geçerken. “Okula yeni mi geldin?” “Evet. Araba sorun çıkardı,” dedi. “Çiftlikte kullandığımız eski araba bu sabah çalışmadı. Eğer kamyonumu hurda sanıyorsan bir de bunu görmelisin.” “Bluebell’in hurda olduğunu hiç düşünmedim,” dedim ona. Boğazını temizleyip gülümsedi. “Şu işe bak? Sen ve ben aynı sınıftayız ve bu yıl kimseye rüşvet vermek zorunda bile kalmadım.” Güldüm. “Geçen yıl birine rüşvet mi vermiştin?” “Tam olarak değil,” diye itiraf etti. “Ders programını hazırlayan Bayan Lowell’dan çok nazik bir şekilde, beni İngiltere Tarihi’ne almasını rica etmiştim. Hem de son dakikada, yani
8
KUTSANMIŞ
ders başlamadan tam on dakika önce. Kızıyla arkadaşım, bunun da faydası oldu.” “Ama neden..?” Güldü. “Jeton geç düştüğünde çok tatlı oluyorsun.” “Benim için mi? Hayatta inanmam. Benden nefret ediyordun sen. Ben kamyonetini aşağılayan Kaliforniyalı züppe kızdım hani?” Sırıttı. Şaşkınlıkla kafamı iki yana salladım. “Sen delisin, biliyor musun.” “Ah, ben de tatlı ve romantik olduğumu düşünüyordum.” “Doğru. Demek Bayan Lowell’ın kızıyla arkadaşsın. Adı ne?” diye sordum kıskanıyormuş gibi yaparak. “Allison. Hoş bir kız. Geçen yıl baloya götürdüğüm kızlardan bir tanesi.” “Güzel mi?” “Kızıl saçlı. Aslında kızıl saçlılara zaafım var,” dedi. Koluna hafif bir yumruk attım. “Hey, sert kızları da severim.” Tekrar güldüm. İşte tam o an bir hayal kırıklığı dalgası hissettim, o kadar güçlüydü ki yüzümdeki gülümsemeyi sildi geçti. Christian. Son zamanlarda bu tür şeyler oluyordu. Bazen, genelde en beklemediğim anda, sanki başkalarının zihnine girmeme izin verilmiş gibi oluyordu. Şimdi olduğu gibi örneğin, şu an diğer tarafımdaki Christian’ın varlığını o kadar şiddetle algılıyordum ki sanki gözleriyle içime işliyordu. Ne düşündüğünü kelimelerle değil de hissettikleriyle biliyordum -Tucker’la böyle rahatça konuşmanın benim için ne kadar doğal olduğunu fark ediyordu. Onunla da aynı şekilde şakalaşabilmemi diliyordu, sonunda birbirimizle böyle konuşabilmemizi, sonunda bağlanabilmemizi. Beni aynı bu şekilde güldürebilmek istiyordu. Bu arada, bunları bilmek, kesinlikle berbattı. Annem buna
9
CYNTHIA HAND
empati diyordu ve melek kanlılar arasında nadir bir yetenek olduğunu söylemişti. Nadir bir yetenek? Merak ediyorum, acaba iadesi var mıydı? Tucker omzumun üzerinden baktığında, Christian’ı ilk defa fark etmiş gibiydi. “Nasıl gidiyor Chris? Yaz iyi geçti mi?” diye sordu. “Evet, olağanüstü,” diye cevap verdi Christian. Zihni bir anda benimkinden geri çekilerek zoraki bir kayıtsızlığa dönüştü. “Senden n’aber?” Bol testosteron yüklü bir bakışma oldu. “İnanılmaz,” dedi Tucker. Sesinde bir meydan okuma vardı. “Hayatımın en güzel yazıydı.” Bu dersi bırakmak için çok geç kalıp kalmadığımı merak ettim. “Yazların da kötü tarafı bu değil mi?” dedi Christian bir saniye sonra. “Günün birinde bitmek zorundalar hep.” Ders bittiğinde rahat bir soluk aldım. Ama sonra kafeteryanın kapısına dikilip öğlen yemeğinde ne yapmam gerektiğine karar vermem gerekti. A seçeneği: Her zamanki gibi görünmezler masası. Wendy. Havadan sudan konuşma. Belki şu an ikiz kardeşiyle çıkmama dair sıkıntılı bir konuşma ya da onun yangın günü ormanda tam olarak neler olduğunu sorması -ki ne cevap vereceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Ne olursa olsun Wendy hala en iyi arkadaşlarımdan biriydi ve ondan kaçıyormuş gibi olmak istemiyordum. B seçeneği: Angela. Angela yalnız yemeyi seviyordu ve insanlar genelde onu rahat bırakırlardı. Belki bugün onunla oturursam beni de rahat bırakırlardı. Ama o zaman da Angela’nın sorularını cevaplamak ve teorilerini dinlemek zorunda kalırdım ki son bir-
10
KUTSANMIŞ
kaç gündür zaten beni bunlarla bombardımana tutuyordu. C seçeneği (tam olarak bir seçenek değildi): Christian. Rahat bir tavırla bir köşede dikiliyor ve kasten bana bakmıyordu. Hiçbir şey beklemiyor, bana baskı yapmıyordu ama oradaydı. Orada olduğunu bilmemi istiyordu. Umutla. Hayatta gitmem. Sonra karar kendiliğinden alındı. Angela başını kaldırıp bana baktı ve yanındaki boş sandalyeyi işaret etti. Ben hemen yanına gitmeyince buraya gel der gibi ağzını oynattı. Buyururcasına. Onun köşesine gidip sandalyeye gömüldüm. Küçük, tozlu bir kitap okuyordu. Kapatıp masanın üzerinden bana kaydırdı. “Şuna bir bak,” dedi. Başlığı okudum. “Hanok Kitabı?” “Evet. Gerçekten ama gerçekten saçmalık derecesinde eski bir kopya, o yüzden sayfalara dikkat et. Çok narinler. En kısa zamanda bunun hakkında konuşmamız lazım. Ama önce–” Başını kaldırdı ve yüksek sesle seslendi. “Hey, Christian!” Aman Tanrım. Bu kız ne yapıyordu? “Angela, bir dakika dur, sakın...” Ona el salladı. Bu hiç iyi değildi. “N’aber?” dedi Christian, her zamanki sakin ve güvenli havasıyla. “Öğle yemeği için dışarı çıkıyorsun, değil mi?” diye sordu Angela. “Sen her zaman dışarı çıkarsın.” Gözleri bana doğru kaydı. “Düşünüyordum.” “Tamam, o zaman, planlarını bozmak falan istemem ama sanırım okuldan sonra sen, ben ve Clara’nın bir toplantı yapması gerekiyor. Annemin tiyatrosunda, Pink Garter’da, kasabada.” Christian şaşırmış göründü. “Şey, tabii de, neden?” “Buna kurduğum yeni bir kulüp diyelim. Melek Kulübü.”
11
CYNTHIA HAND
Christian tekrar bana baktı ve evet, yeşil gözlerinde ihanet vardı, çünkü gidip en büyük sırrını Angela’ya anlatmıştım. Ona konu sırlara geldiğinde Angela’nın bir dedektife dönüştüğünü ve ondan herhangi bir şey saklamanın neredeyse imkânsız olduğunu açıklamak istiyordum ama artık önemli değildi. Angela biliyordu. Christian, Angela’nın bildiğini biliyordu. Olan olmuştu. Angela’ya ateş püsküren gözlerle baktım. “O da bizden biri,” dedim öylesine, çünkü biliyordum ki bunu Christian’a kendisi söylemeyi isteyecekti ve onun planlarını mahvetmek kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. “Ve gördüğün gibi, bir deli.” Christian bu açıklamaya hiç şaşırmamış gibi başını salladı. “Ama sen orada olacaksın, Pink Garter’da,” dedi bana. “Sanırım.” “Tamam, varım,” dedi Angela’ya ama hala bana bakıyordu. “Nasıl olsa konuşmak zorundayız.” Harika. “Harika,” dedi Angela keyifle. “Okuldan sonra görüşürüz.” Christian “Görüşürüz,” dedi ve sonra kafeteryada gözden kayboldu. Angela’ya döndüm. “Senden nefret ediyorum.” “Biliyorum. Ama aynı zamanda bana ihtiyacın var. Yoksa hiçbir şey halledilmeyecek.” “Yine de senden nefret ediyorum,” dedim, haklı olduğunu bilmeme rağmen. Az çok. Aslında bu Melek Kulübü fikri kulağa iyi bir fikir gibi geliyordu. Özellikle de annemin konu hakkında hala konuşkan olmadığını düşünürsek, Christian ve benim görevimizi yerine getirmememizin ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olabilecek gibiyse. Angela araştırma konusunda müthişti. Melek kanlılarının görevlerinde başarısız olmalarının sonuçlarını ortaya çıkarabilecek biri varsa, bu, oydu.
12
KUTSANMIŞ
“Ah beni sevdiğini sen de biliyorsun,” dedi kitabı tekrar bana iterek. “Şimdi bunu al ve git, erkek arkadaşınla yemek ye.” “Ne?” “Orada. Belli ki senin gelmeni umuyor.” Arkamızı işaret etti. Gerçekten de Tucker görünmezlerin masasında Wendy ile sohbet ediyordu. Aynı beklenti dolu bakışlarla bana baktılar. “Kış kış, kovuldun,” dedi Angela. “Kapa çeneni.” Kitabı alıp sırt çantama tıktım ve görünmezlerin masasına yollandım. Ava, Lindsey ve Emma ile Wendy’nin erkek arkadaşı Jason Lovett da dâhil diğer görünmez arkadaşlarım, bana gülümseyip merhaba dediler. Sanırım Jason bu yıl bilgisayar oyunu ahbapları yerine bizimle birlikte yiyecekti. İkimizin de erkek arkadaşının olması garipti. “Orada ne oldu öyle?” diye sordu Wendy, Angela’ya meraklı bir bakış fırlatarak. “Ah, sadece Angela ve onun işleri. Ee, Jackson Lisesi’nin menüsünde bugün ne var?” “Kıymalı ve domates soslu sandviç.” “Nefis,” dedim hevessizce. Wendy gözlerini yuvarlayıp Tucker’a döndü. “Clara buradaki yemekleri hiç sevmez. Yemin ederim, kuş kadar yiyor.” “Ha,” dedi Tucker, gözlerini kırpıştırarak, çünkü benimle olan deneyimleri hiç de öyle değildi. Onunlayken hep bir domuz gibi yiyordum. Yanındaki sandalyeye oturdum ve kendi sandalyesini kaydırarak benimkine yaklaştırdı, kolunu da omzuma doladı. Kesinlikle masum bir hareketti ama kafeteryada sohbet konularının değiştiğini hissedebiliyordum. Sanırım koridorlarda gezerken sevgilisinin elini tutan, ders aralarında birer öpücük çalan ya da kalabalık kafeteryanın diğer ucundan hülyalı bakışlar yollayan kız olacaktım. Öyle bir kız olacağımı hiç düşünmemiştim.
13
CYNTHIA HAND
Wendy homurdanınca ikimiz de dönüp ona baktık. Gözleri benimle Tucker’ın arasında gidip geldi. Elbette bizi biliyordu ama bu şekilde beraber hiç görmemişti. “Çocuklar siz biraz iğrençsiniz,” dedi. Ama sonra kendi sandalyesini Jason’a doğru kaydırıp, elini onun eline geçirdi. Tucker o çok iyi bildiğim yaramaz ifadesiyle güldü. Öpücük için eğildiğinde karşı çıkmak için zamanım kalmamıştı. Utanarak onu öptüm, sonra eriyerek bir saniyeliğine nerede olduğumu unuttum. Sonunda beni bıraktığında soluk almaya çalışıyordum. Kesinlikle o kızlardandım. Ama o kızlardan biri olmanın da artıları vardı. “Hoop aile var,” dedi Wendy gülmesini bastırarak. Düşüncelerini okumak zordu ama midesi bulanmış gibi davranarak kardeşim en iyi arkadaşımla çıkıyor olayını soğukkanlılıkla karşılamaya çalıştığını düşünüyordum. Bu da anladığım kadarıyla onayladığı anlamına geliyordu. Kafeteryanın bir anlığına sessizleştiğini fark ettim. Ama sonra konuşmalar yeniden gürültüyle başladı. “Şu an resmi olarak kasabanın konusuyuz, biliyorsun, değil mi?” dedim Tucker’a. Eline keçeli bir kalem alıp alnıma siyah, kocaman harflerle TUCKER’IN MALI da yazabilirdi. “Umurunda mı?” diye sordu kaşlarını kaldırarak. Eline uzandım ve parmaklarını parmaklarıma geçirdim. “Hayır.” Tucker’la beraberdim. Görevimde başarısız olmama ve diğer her şeye rağmen, onu gerçekten elimde tutabilecekmişim gibi görünüyordu. Dünyanın en şanslı kızıydım.
14