“Bir zamanlar her şey olanın parçasıyım, Işığa can veren karanlığın parçasıyım…” Mefistoteles, Goethe’nin Faust adlı eserinden
1 “Babanın yüzüğü kaybolmuş! Alex olacak o adam almıştır, biliyorum.” Sasha yatak odası kapısının eşiğinde dikilmiş, annesinin ayakkabı kutularının ve çekmecelerin altını üstüne getirişini seyrederken bir yandan ona babasının yüzüğünü Alex’in almadığını söylese mi bir türlü karar veremiyordu. Kot pantolonunun cebindeki eli, bir haftadan uzun süredir burada durmasına alışık olduğu yuvarlak nesneyi kavradı. Her gün kullandıkları eşyalardan insanların ruhunu okuyabildiğini söyleyen Haight-Ashbury’deki kâhine götürdüğü günden beri yüzük cebindeydi. Yine bir çıkmaza saplanmıştı. Mercy Jones’un babasını kimin öldürdüğünü bulacağından emindi, ama Mercy’nin tek yaptığı Sasha’nın ilahi bir ışıkla aydınlanan aurasının ne kadar da saf ve güzel olduğu, karşısına çıkan en mükemmel auranın onda olduğu gibi zırvalar atmak olmuştu. Mercy onu sıra dışı bir hayatın beklediği kehanetinde de bulunmuştu. Söylemediği tek şey babasına ne olduğuydu. Yüzüğü taktığı günlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinden, yani öleli çok olduğundan okuyamıyordu.
Yüz dolar bayılan Sasha üstüne sinen iğrenç tütsü kokusuyla kapının yolunu tuttuğunda yüzük cebindeydi, özel biri olduğuna dair teminat almıştı, ama babasıyla ilgili tek bir ipucu bile elde edememişti. Annesi Rusça küfrediyordu, öyle altüst olmuş bir hali vardı ki iç çamaşırları ve tişörtleri çekmecelerin içinden çekip dışarı fırlatıyordu. “Ona hiç göstermemem gerekirdi. Tanrıya şükür o gördükten sonra resmi güvenli bir yere koydum. Ya onu alsaydı…” “Ne resmi?” Bir an olduğu yerde kaldı, sanki ne cevap vereceğini düşünüyordu, sonra babasının çoraplarının durduğu en alt çekmeceyi deşmeye devam etti. “Yıllar önce Vladivostok’taki eski bir evde bulmuştum.” Sasha tam bir sanat âşığıydı. Müzelere ve eski sanat şaheserlerini incelemeye bayılırdı. Annesi bunu çok iyi biliyordu. Madem elinde eski bir resim vardı, acaba neden şimdiye dek ona hiç sözünü etmemişti? “Ben de görebilir miyim?” “Şimdi olmaz.” Birden durdu ve ayağa kalktı, Sasha’ya bakan koyu renk gözleri kısılmıştı. “Sen Alex’ten hiç hoşlanmamıştın, kötü biri olduğunu en başından beri söyleyip durmuştun. Nereden bildin?” “Bir histi sadece. İçimi ürpertiyordu.” Böyle olmakla kalsa iyiydi. Ne zaman eve gelse Sasha’nın felaket midesi bulanıyordu. Alex Kasamov uğursuzun tekiydi. Yüzüğü parmaklarının arasında çevirerek yatağa doğru yürüdü, annesinin başucundaki komodinine gitti. Çekmeceyi açarak sanki yüzüğü arıyormuş gibi içindekileri karıştırdı, elinde tuttuğu yüzükle doğrularak annesine doğru döndü. “Buraya koyduğunu unutmuşsun.” Rahat bir nefes alan annesi, yüzüğü elinden kapıp yakından baktı. Sasha çıkmak üzere kapıya yöneldiğinde neredeyse annesinin nereye gittiğini sormasını ümit ediyordu. Daha bir yıl önce, babası henüz ölmemişken, gece dışarı çıkmasına izin vermeden önce onu sorgu yağmuruna tutardı. Şimdiyse nereye gittiğinin ya da ne yaptığının pek bir önemi yok gibiydi. Dışişleri Bakanlığı’ndaki işinden başka hiçbir şey annesinin umurunda değildi. Tabii bir de babasının yüzüğü. Pek güven telkin etmeyen asansöre binmeyerek beş katı uçarcasına indi. Dışarıda ince bir sis Oakland’ı kaplamıştı, hava rutubetli ve serindi. Üşümekten ve sinir bozukluğundan titreyerek sokağın sonuna, mavi bir Toyota cipe doğru yürüdü. Medyuma gitmiş olmak acayip bir şeydi, çaresizliğinden kaynaklanmıştı, ama haberi olan olmadığı için kimseye hesap vermek durumunda kalmayacaktı. Bu
geceyse, tam tersi, ne olduğunu herkes bilecekti. Kuzgunların bir toplantısına katılmak toplum önünde intihar etmek gibi bir şeydi. Aralarına katılsa da katılmasa da davetiyeyi kabul etmiş olması manidardı ve bu geceden sonra ya bir Kuzgun’du ya da hiç kimse. Yarın arkadaşlarını kaybedecekti, insanlar arkasından fısıldayarak konuşacaktı, Smith Hardwick’in cuma gecesi vereceği partiye artık davetli olmayacaktı ve Tyler Hudson ile birlikte olmak için ufacık bir şansı varsa dahi uçup gidecekti. Kuzgunlar acayip ketum insanlardı ve davet edilme olayını çok büyük bir şeymiş gibi gösterme gayretindeydiler, ama Smith Hardwick gereksiz bir şey olduğunu söylediğinde inekler hariç herkes ilgisini kaybetti. Umutsuz vakalar dışında kimse Kuzgunlara katılmak istemiyordu artık. “Biliyorsun,” dedi Missy’ye arabaya girdikten sonra, “eğer bana yalan söylediysen öfkeden çıldırabilirim.” Missy, Bay köprüsüne doğru döndü. “Kesinlikle yalan değil, yemin ederim. Geldiğine pişman olmayacaksın.” “Sen de bir öyle konuşuyorsun bir böyle; şimdi söyle bakalım, Eric’in istediğim şeyi anlatması için tam olarak ne yapmam lazım.” “Eric değil, Eryx. İstediği şey de atla deve değil. Tek yapman gereken onun takipçisi olmayı kabul etmek ve katılmaları için yeni insanlar bulmasına yardımcı olmak, bu şekilde sana istediğini verecek. Doğru söylediğime inanmıyorsan bana bir bak. Ne kadar şişmandım, hatırlamıyor musun?” Sasha evet demese de hatırlıyordu. Missy dördüncü sınıfta St. Michael’a ilk geldiği zaman bile kocamandı. Ağustos ayında liseye başladıklarında bambaşka bir insan olarak çıkmıştı karşılarına. Güzel Kuğu’ya dönüşen Çirkin Ördek Yavrusu olarak bir anda herkesin favorisi haline gelmiş ve en tatlı çocukların, Smith Hardwick’in bile çıkma teklif ettiği, bütün partilere davet edilen bir kız olmuştu. Sonra Kuzgunlara katıldığı duyulunca yeniden eski durumuna dönmüştü. “Kilolarımı Eryx sayesinde verdim. O, benim hayatımı değiştirdi.” Embarcadero’ya açılan bir yan sokağa dönmeden önce göz ucuyla Sasha’ya baktı. “Babanı kimin öldürdüğünü bulabilir. Tek yapman gereken katılmak.” “Nasıl?” “Önce yemin ediyorsun, sonra…” “Yani kim olduğunu nasıl bulacak?”
Missy arabayı park ederken omzunun üzerinden geriye dönüp bakıyordu. “Tam olarak nasıl yaptığını bilmiyorum, ama bilmek istediğin şeyi sana söyleyecekse ne önemi var ki? İnanman gerekiyor.” Küçüklüğünden beri annesi onu haftada bir kez Rus Ortodoks Kilisesi’ne götürürdü. Bütün inancını Tanrı’ya ayırmıştı, Eryx diye tuhaf bir adama yer yoktu, ama Missy’nin hoşuna gitmeyeceği bariz olduğundan ve davetiyesini geri çekip onu eve geri bile götürebilir diye ağzını açıp tek kelime etmedi. Kuzgunların Tanrı’yla bir alakası yoktu. Hatta kimileri Şeytan’a taptıklarını söylüyordu, ama Missy’nin anlattıklarından bunun doğru olmadığını çıkarmıştı. Ne olduklarını tam bilmiyordu, ama öğrenecekti. Eğer Eryx, artık her kimse, babasını bulmak için kullanabileceği özel bir güce sahipse, bu aptal yemini seve seve ederdi. İçinde bulunduğu durum söz konusuyken sadece birkaç kelimeyi ağzına aldı diye Tanrı’nın ona güceneceği yoktu herhalde. Aslında olan biten tam bir saçmalıktı, ama babasını kimin vurduğunu öğrenebilmek için şansını denemek istiyordu. Babasını Moskova’daki otel odasında hayal ediyordu, biri içeri dalıp silahını doğrultarak ateş ettiğinde yukarı bakarken. Korkmuş olmalıydı, ölmeden önceki o kısacık an hepsini yalnız bıraktığını anlamıştı herhalde. Onun en nefret edeceği şeydi bu. Babası her ne kadar kendi bildiğini okuyan, sert biri gibi görünse de içi pamuk gibiydi. Arkadaşları gece kalmaya geldiklerinde evin bir ucundan bağırırdı: “Kızlar, kesin sesinizi de uyuyun!” Ama ertesi sabah yüzünde bir gülümsemeyle elindeki spatulayı sallayarak onları uyandırırdı. “Kahvaltı sırası için saat beşte hazır olun, chicas!” Amerika’ya metal bir tabut içinde geri gelmişti, annesi onu Minnesota’da, çocukluğunu geçirdiği Mankato yakınlarında bir yere gömdü. Tabutuna bayrak sarılıydı, çünkü bir süre orduda görev yapmıştı. Ordudan ayrılmadan önce Afganistan’a gitmiş, ardından bir sigorta şirketinde alelade bir işe girmişti. Bir sigortacıyı kim vurmak isterdi ki? Anlaşılır yanı yoktu. Rus polisler bunun sonu kötü biten bir soygun olduğunu ileri sürüyordu, ama çalınan tek şey babasının cep telefonuydu. Bunun haricinde alınan tek şeyse babasının canıydı. Başlarda Sasha katilin yakalanıp adalete teslim edileceğini umuyordu, ama böyle bir şey olmadı. Annesi işlerin Rusya’da farklı yürüdüğünü söyledi, bazı suçlar, polisler Mafya’dan para aldığı için aydınlatılmıyordu. Annesi Washington’dakilere mektup üstüne mektup yazmış, soruşturma için Rus hükümetini zorlamalarını talep etmişti, ama hiçbir şey olmamıştı. Kimse Mike Annenkov’u kimin öldürdüğünü bilmiyor, daha da kötüsü umurundaymış gibi bile görünmüyordu.
Arabadan çıkıp Missy’yle birlikte rıhtıma yürüdüler ve 26. iskeleye giden sokağa girdiler. Missy onu binalardan oluşan bir labirente soktu, yapıların arasındaki dar geçitler, köşelerde asılı buharlanmış lambaların loş ışığıyla aydınlanıyordu. “Girilmez” yazan demir bir kapının önüne geldiklerinde Missy durdu. Tıklatmasıyla kapının açılması bir oldu. Sasha bir an çekimser kaldı ama David Hollister oradaydı, kolunu kavramış onu kapıya doğru çekiştiriyordu. “Gelmene sevindim,” dedi, boşta kalan eliyle gözlüğünü kalın burnunun üzerine iterken. “Missy sana Sessizlik Yemini’nden söz etti mi?” Sanki bu kadar aptalca bir şeyi benimsediğini başkalarına söylemeye çok istekliymiş gibi. “Evet, David, söyledi.” Kapı arkalarından kapanırken kolunu indirdi ve dönüp bir fener yaktı. Ciddi bir ses tonuyla, “Beni takip et,” dedi. Geri dönüp buradan bir an önce ayrılmak isteğini bastırarak söylediği gibi yaptı, David’in Kuzgunların lideri olarak atandığını ve Eryx’in asistanlarından biri olacağını anlatışını dinledi. “Birinin bu kadar kısa bir sürede böyle yükselmesi pek alışıldık bir şey değil. Katılalı sadece bir ay oldu. Ama bende gerçek liderlik vasıfları var, ikna kabiliyetim çok güçlü.” Sürekli topluluk içinde pantolonu aşağı çekilerek indirilen bir çocuk için fazlasıyla kendini beğenmiş bir hali vardı. Sasha ifadesiz bir bakışla David’in fenerinden çıkan ışık huzmesinin yere çember şeklinde düşen yansımasına gözlerini diken Missy’ye baktı. Bir başka kapıya gelmişlerdi. David dişlerinin arasındaki tükürüğü emdi ve kapıyı yumruklarken büyük özen gösterdi. ‘Bu özel kodumuz, böylece çalanın da bir Kuzgun olduğunu bilmiş oluyorlar.” Aman Tanrım. Ne kadar aptalca, ne kadar acınası. Sasha gizemli Eryx'le tanışıp nasıl yardım edebileceğini öğreninceye dek daha ne kadar saçmalığa katlanmak zorunda olduğunu merak etti. Kapı açıldığında içinde hiçbir mobilya ya da kutu bulunmayan – sprey boyayla yapılmış resimleri aydınlatmak için beton zeminin ortasına konulmuş birkaç mumdan başka bir şey olmayan küçük bir oda gördü. 66X. Şeytanın işareti 666'ydı. Altılardan birini Eryx'in X'iyle mi değiştirmişlerdi? Bunun aptalca bir şey mi yoksa hayli rahatsız edici bir şey mi olduğundan emin değildi. Yarım dairenin içinde duran on iki St. Michael son sınıf öğrencisi ciddi ve sessiz bir şekilde duruyor, ona bakıyordu. Missy karanlıktan çıkıp mumların ışığına doğru ilerlemesi için onu elleriyle arkasından itiyordu.
Kötü bakışları hissettiğinde düşman bölgesinde olduğunu fark ederek şaşkınlığa düştü. Cesareti kırılmıştı, bu ürkütücü insanlardan uzaklaşmak üzere kapıya yönelmemek için kendiyle mücadele etti. Çoğunu anaokulundan beri tanıyordu, ama sanki ona bir yabancıymış gibi bakıyorlardı, yüzlerinde en ufak bir sıcaklık ya da hoş karşılama ifadesi yoktu. Bu da kabul sürecinin bir parçası mıydı? Öyle olmalıydı, çünkü ondan nefret etmeleri için ne neden olabilirdi ki? Herkese, özellikle David Hollister gibi fazla sataşılanlara karşı iyi olan sıradan bir kızdı o. Amy Lee, “Demek bir Kuzgun olmak istiyorsun,” dedi. “Peki, bizim seni isteyeceğimizi nereden çıkardın?” O bir cevap düşünemeden Casey Mills, “Kuzgun olmak istemiyor. Missy sadece babasını kimin öldürdüğünü bulmak için burada olduğunu söyledi,” dedi. Başka biri, “Sahtekârsın sen,” diye atıldı. Bir başkası, “Çıkarcısın,” dedi. “Eğer tamamıyla katılmaz, Tanrı'dan vazgeçmezsen Eryx seni istemez.” Sonra hepsi bir ağızdan konuşmaya, onu ortadaki X'in üzerinde kıstırıncaya kadar etrafındaki halkayı daraltmaya başladı. Mumların sıcaklığını kotunda hissedebiliyordu. Terk edilmiş bir deponun ofisinde, değiştirilmiş bir şeytan sembolünün üzerinde durup kendisine hakaretler savrulması inanılmaz geliyordu. Missy onu bu akşamki toplantıya gerçekten katılıp katılmayacağını görmek için mi çağırmıştı? Kafası karışmış ve incinmiş bir halde Missy'ye bakıp, “Neden?” diye sordu. Dönek arkadaşı biraz daha yaklaştı ve donuk bir sesle, “Olduğun şey yüzünden.” “Peki, neymişim ben?” Geri zekâlı olmadığını biliyordu ama anlamamıştı. Diğerleri alaycı bir ifadeyle bakarken Missy'nin gözleri kısıldı. “Hâlâ bizi kandırmaya çalışıyorsun. Anlayamayacak kadar aptal olduğumuzu mu sanıyorsun?” “Neyi?” Arkadan gelen bir ses, “Senin bir Anabo olduğunu,” dedi. Ağır bir Rus aksanı olan, tanıdık bir sesti.
Hızla arkasını döndü ve karanlıktan çıkan Alex Kasamov'a bakarken, aniden bastıran mide bulantısını savuşturdu. Kırklı yaşlarında olmalıydı, annesi de dahil olmak üzere, bütün yaşlı kadınlar onun seksi bulabilirdi ama Sasha, arkaya yapıştırılmış koyu saçları ve uğursuz gözleri olan bu adamın yapmacık olduğunu düşünüyordu. “Burada ne yapıyorsun?” “Kuzgunları ben finanse ediyorum.” “Nasıl? Neden?” “Katya'nın benden, seni okulundaki voleybol antrenmanına götürmemi istediği gün Casey'le tanıştım. Şansını futbolda deneyecekti ve biraz yardıma ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. Takıma girmesini sağladım, o da Eryx'i takip edecek başkalarını bulmayı kabul etti. İşte bu yüzden onları destekleyeceğimi söyledim. Her şeyi Eryx için yapıyorum.” “Buna annemle çıkmak da dahil mi?” “Evet, fakat Katya işbirliği yapmadı, ona sunduğum şeyin tek seçenek olduğunu göremedi.” Annesini Eryx'e biat ettirmeye çalışmış mıydı? Bu kadar abuk bir durum olmasa çok komik olurdu. Annesinin Tanrı’ya inancı çok kuvvetliydi. Alex ona yaklaşıp tam önünde durdu. Bir adım geri gitmek istedi ama Missy'nin elleri yine sahneye çıkarak onu olduğu yerde tuttu. “Anabo, Yunanca ışık demektir,” dedi. “Gözden düşmeden, ilk günahı işlemeden önce Havva'nın bir kızı vardı: Aurora. Onun soyundan gelenlere Anabo denir. Karanlığı olmayan, ışık dolu bir ruhun olduğu için sen de onlardan birisin.” Kalbi güm güm atıyordu, acaba onlar da duyuyorlar mı diye düşündü. “Anabo ya da Aurora hakkında hiçbir şey duymadım. Ben hiç kimse değilim. Çok yanılıyorsun.” Alex kafasını salladı. “Seninle ilgili bilmem gereken her şeyi annenden ve bu gece burada bulunan çocuklardan öğrendim. İnsanlar senin çekimine kapılıyor, daha seni tanımadan senden hoşlanmaya başlıyorlar. Kaybedenlere destek oluyorsun. Başı derde girenlere, onları yargılamadan yardım ediyorsun.” “Tüm söylediklerin beni sadece iyi biri yapar.” “Anabolar ayartmalara teslim olmazlar, çünkü hiçbir zaman Şeytan'a uymazlar. Nefret, hırs, arzu, açgözlülük ya da kıskançlık nedir bilmezsiniz. Bütün insanlık karanlığın çekimine karşı koymak zorundayken, siz buna ihtiyaç duymazsınız çünkü içinizde karanlığa yer yoktur. Soyut anlamda, kötülük kavramına sahip değilsinizdir. Doğduğunuz andan itibaren kaderiniz Cennet'e gitmektir.”
“Hepimizin kaderinde Cennet'e gitmek var.” Kuzgunlar bağırmaya başladı fakat Alex elini kaldırıp kafasını sallayarak onları susturdu. “Teslim olmayanlar Cennet'e gider ama bu, Anabolar dışında herkes için hayat boyu süren bir mücadeledir.” Missy kollarını arkaya bükerken, Alex de çok hızlı bir şekilde Sasha'nın kazağını yukarı sıyırdı. “Ne olduğun konusunda hiçbir şüphe yok. Anaboların işareti var sende: Doğum leken.” Kızı gruba döndürdü ve görmeleri için bedenindeki ufak A'yı gösterdi. Kuzgunlar bağırıp çağırıyor, ona küfrediyordu. Casey Mills, Sasha'nın yüzüne tükürdü. Kız kafasını çevirip Alex'e baktı ve, “Doğum lekemi nereden biliyorsun?” dedi. “Sen uyurken gördüm.” Güneş ışınlarıyla çevrili ufak A sağ göğsünün altındaydı, yani Alex o uyurken odasına girmiş, tişörtünü kaldırıp ona bakmış olmalıydı. Nasıl? Neden uyanmamıştı? Annesi buna nasıl izin vermişti? “Seni tanımam gerekiyordu. Emin olmalıydım.” Alex kazağını, Missy de kollarını bıraktı. “Benden o kadar çok korkuyordun ki şüphelendim. Doğal sayılamayacak bir korkuydu bu. Eryx tarafından seçilmiş olanlar karşısından dehşete düşmek, Anabolar için içgüdüsel bir şeydir.” “Sana karşı hissettiğim korku değil, Alex.” Daha ziyade tiksinme ve nefret doluydu. Alex'in gözleri kısıldı. “İstediğini söyleyebilirsin ama benimle aynı odada olmaya dayanamadığını ve bunun annenle çıkmamla ilgisi olmadığını biliyorum.” Sasha'ya daha da yaklaşmadan önce diğerlerine şöyle bir baktı. “Anabolar çok ender bulunur ve Eryx onlara büyük ilgi duyar. Kuzgunların eğlencesi biter bitmez seni ona götüreceğim.” Sasha’nın orada kalmaya hiç niyeti yoktu, Alex Kasamov'la hiçbir yere gitmeyeceği de kesindi. Geri dönüp Missy'yle David'in arasından kapıya doğru yöneldi ama tam depo kısmına doğru bir-iki adım atmıştı ki Alex bir kolunu boynuna diğerini de beline dolayıp nefesini kesecek derecede sıktı. Onu yeniden küçük odaya, hakaretler savuran koronun içine sürükledi. Alex Sasha'yı tutarken, Missy ellerini arkasından bağladı ve ayak bileklerini birbirine sabitledi.
Kuzgunlar geri çekilip çemberi genişlettiklerinde, köşede bir yığın halinde duran iri taşları gördü. Kuzgunların hepsi tek sıra halinde köşeye doğru gidip birkaç taş alarak çemberdeki yerlerine döndüler. Dişlerinin arasındaki tükürüğü içine çeken David sırıttı. “Eğlenceye hazır mısın Sasha? Belki sen de bundan, pantolonumun her kahrolasıca gün indirilmesinden hoşlandığım kadar hoşlanırsın, ha!” Ona baktı ve hiçbir şey söylemedi. Biliyordu. Hatırladı. David'i savunan tek kişi Sasha'ydı. David'in yüzündeki sırıtış yok oldu. “Yoksa istediğimi mi sandın? Bütün futbol takımının önünde osuruktan bir Jeanne d'Arc gibi beni küçük düşürmenin hoşuma gittiğini mi düşünüyorsun?” Bir taş fırlattı, taş Sasha'nın yüzüne gelerek yanağını sıyırdı. Sasha kendini koruyamıyordu. İkinci taş burnuna, üçüncüsü göğsüne, tam göğüs ucuna geldi. Acı içinde dizlerinin üzerine düştü ama oğlanlardan biri ayağa kalkması için bağırıyordu. “Ayağa kalk, melek.” Onu taş yağmuruna tuttular, taşlar her yönden geliyor, vücudunu eziyor ve kesiyordu. Şimdiye kadar hiçbir şey bu kadar acıtmamıştı. Bir gözü kapanmaya başladı ama diğeriyle Missy'nin arkasında dikilmiş gülen Alex'i görebiliyordu. “İnsanları Hıristiyanlığa çağıran arkadaşların nerede şimdi Sasha?” diye bağırdı Amy Lee. Belki de yaptığı en zor şeydi ama onlara kendisini ağlarken ya da merhamet dilerken görme zevkini yaşatmayacaktı. Tek kelime etmedi. Korkunç bir acı ve körleştirici bir korkuyla dolu zihninin bir yerlerinde babasını düşündü; onun gülüşünü, gülümseyen gözlerini, su tesisatlarını onaran, krep yapan ve ona iyi geceler demek için yanına geldiğinde saçlarını okşayan büyük ellerini hatırladı. Çaresizlik içinde Tanrı'ya yalvararak dua etmeye başladı. Eğer onu bu durumdan sağ salim kurtarırsa, daha iyi bir insan olmaya çalışacaktı. Aşevinde çalışacaktı. Habitat için bina inşa edecekti. Rahibe bile olabilirdi. Tanrım, lütfen yardım et bana! Biri bekleme tuşuna basmış gibi, bağırış ve gülüşler birden kesildi. Ölüm sessizliği çöktü. Odadaki herkes donmuştu, kiminin kolu havada kalmış, kiminin göz kırpışı yarıda kesilmişti. Hepsi heykel gibi hareketsizdi. Alex dışında herkes. Bakışlarını Sasha'dan ayıran gözleri korkudan açılmış, hayalet görmüş gibi duruyordu. Bir-iki saniye sonra bakışları tekrar Sasha'ya odaklandı. “Bir Anabo olduğunu anladığım gece seni öldürmeliydim.”