BİRİNCİ BÖLÜM Başlangıç Egemenlerin Devrimi’nden 142 Yıl Sonra
K
ız içeri girdiğinde, hava yaklaşmakta olan bir fırtınayı haber verircesine gümbürdedi. Henüz bir çocuktu ama varlığı her şeyi değiştirecekti.
Kız terlikli ayaklarıyla odanın içinde sessizce yürürken, kadın yastıktaki başını zorlukla çevirerek onu izledi. Çocuk çenesini göğsüne yapıştırmıştı. Parmaklarıyla geceliğinin kenarlarını kavramış, tedirgin bir şekilde yumruklarını bir sıkıyor bir gevşetiyordu. Muhtemelen kimse havadaki değişimi fark etmemişti ama yatakta yatan kadın aniden damarlarında akan kanın, nabzının hızlandığının ve aldığı her nefesle çıkan sesin kesik kesik ve hırıltılı olmadığının farkına vardı. Bakışlarını çocuğa eşlik eden muhafızlara çevirdi. “Bizi yalnız bırakın,” diye emretti, bir zamanlar otoriter ama şimdi boğuk ve hırıltılı çıkan sesiyle. Kimse onun emrini sorgulamadı. O kraliçeleriydi. İtiraz etmek aptallık olurdu. Hem neden itiraz etsinlerdi ki? Kız burada, kendi annesinin yanında güvendeydi. Arkasındaki kapının kapanırken çıkardığı sesle kız yerinde sıçradı. Gözleri büyüdü. Ama hâlâ annesinin gözleriyle karşılaşmayı reddediyordu. “Prenses Sabara,” dedi annesi, kızın güvenini kazanabilmek için en yumuşak sesiyle. Kızının altı senelik kısacık ömrü boyunca onunla çok az vakit geçirmişti. Onu mürebbiyelerin, hemşirelerin ve özel öğretmenlerin eline teslim etmişti. “Yanıma yaklaş, canım.” 1
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
Kız ayaklarını sürüyerek ona doğru ilerledi ama bakışları hâlâ yerdeydi. Annesi için için, bu tavrın alt tabakadan insanlara özgü olduğunu düşündü. Altı küçük bir yaştı, belki de çok küçük. Ama bunu elinden geldiğince geciktirmişti. Kraliçe de çok gençti. Bedeninin önünde uzun ve sağlıklı yıllar olması gerekiyordu. Ama şimdi hasta yatağında ölümü bekliyordu. Ve artık daha fazla bekleyecek zamanı kalmamıştı. Üstelik kızı bugün için yetiştirmişti. Kız yatağının yanına ulaştığında kraliçe onun elini tuttu, küçük çenesine dokunup gözlerine bakması için başını hafifçe kaldırdı. “Sen benim en büyük kızımsın,” diye açıkladı. Şimdiye kadar bu hikâyeyi çocuğa belki yüzlerce kez anlatmış, ona ne kadar özel olduğunu hatırlatmıştı. Ne kadar önemli. “Ama bunu konuşmuştuk, hatırlıyor musun? Korkmuyorsun, değil mi?” Küçük kız başını salladı. Bir o tarafa, bir bu tarafa çevirdiği gözleri yaş doluydu. “Cesur olmana ihtiyacım var, Sabara. Benim için cesur olabilir misin? Hazır mısın?” Kız omuzlarını dikleştirdi, kımıldamadan durdu ve sonunda annesinin gözlerinin içine baktı. “Evet, anne. Ben hazırım.” Kraliçe gülümsedi. Kız gerçekten hazırdı; küçük ama hazır. Kızın pürüzsüz porselen cildini ve yumuşacık, pırıl pırıl gözlerini inceleyen kraliçe onun vakti geldiğinde güzeller güzeli bir kız olacağını düşündü. Güçlü kuvvetli ve korkulan biri olacak, hafife alınamayacak bir etki yaratacaktı. Erkekler onun ayaklarına kapanacak… … ve o hepsini yerle bir edecek. Muazzam bir kraliçe olacak. Kraliçe sağlıksızca nefes aldı. Zamanı gelmişti. Kıza uzandı ve onun narin parmaklarını tuttu. Yakında gerçekleşecek göreve odaklanırken, yüzündeki gülümseme buhar olup havaya karıştı. Ruhunu, içinin derinliklerinde onu o yapan kısmı dışarı açtı. Özünü. İçinde bukle bukle olduğunu hissedebiliyordu. Bedeni artık olmasa da o hâlâ hayat doluydu. 2
YEMİN
“Kelimeleri söylemeni istiyorum, Sabara.” Neredeyse yalvarır gibiydi ama içinden, ona ne kadar ihtiyaç duyduğunu, bu görev konusunda ne kadar çaresiz olduğunu kızın anlamamasını umut ediyordu. Küçük kız bakışlarını kraliçenin gözlerinden ayırmadı ve daha önceden provasını yaptıkları sözcükler dudaklarından dökülürken çenesini biraz daha kaldırdı. “Al beni anne. Karşılık olarak beni al.” Kraliçe keskin bir nefes aldı. Eliyle kızın elini kavrarken gözlerini yumdu. Hissettiği şey acı değildi. Aslında ruhunu açığa çıkarıp yoğun bir sis gibi etrafa yayarken ve nihayet zincirlerinden kurtarırken hissettiği, hazza yakın bir şeydi. Çocuğun zorlukla soluk aldığını fark etti. Ardından onun mücadele ettiğini hissetti. Kız ellerini annesinin elinden kurtarmaya çalışıyordu. Artık bunun bir önemi yoktu, çok geçti. Çoktan kelimeleri söylemişti. Karşı konulamaz bir coşku hissi onu neredeyse paramparça edecekti. Ama sonra köreldi. Özü yeni mekânına alışır, bir kez daha kendi içinde kıvrılırken, coşku hissi de zayıflayıp tükendi. Nihayet huzur buldu. Gözlerini sımsıkı yummaya devam ediyordu. Henüz onları açmaya, transferin başarılı olup olmadığını öğrenmeye hazır değildi. Derken çok zayıf bir ses, bir gurultu işitti. Bunu hiçlik takip etti. Kulakları sağır eden bir sessizlik. Yavaşça –çok yavaşça– bunun ne olduğunu görmek için gözlerini açtı. …ve kendini yatağın yanı başında, ölü kraliçenin boş gözlerine bakarken buldu. Bir zamanlar kendisine ait olan o gözlere…
3
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
I 81 YIL SONRA Egemenlerin Devrimi’nden 223 Yıl Sonra
B
ay Grayson’ın sesi giderek daha yüksek çıkarken ben de dişlerimi gıcırdatıyordum. Tıklım tepiş sokaktaki herkesin sesini duymasını istediği aşikârdı. Oysa o da çok iyi biliyordu ki insanlar onun ağzından çıkan tek bir kelimeyi bile anlamıyorlardı. Her gün aynı şey. Her gün onun arlanmak nedir bilmeyen yobazlığını dinlemek zorundaydım çünkü dükkânı, annemle babamın restoranının bulunduğu kalabalık pazaryerinin hemen karşısındaydı. Şehrimizi dolduran, yanlarında “fakirlik ve hastalık” getiren göçmenlere duyduğu aşağılamayı saklamaya bile gerek duymuyordu Ve bunu tam da onların gözlerinin içine baka baka, satmayı umut ettiği malları sergilediği dükkânının önünden gelip geçerlerken yüzlerine sahte gülücükler atarak yapıyordu. Elbette esnafın onlarla dalga geçtiğini ve alaya aldığını anlamaları mümkün değildi –sesindeki aşağılayıcı ton haricinde– çünkü o Parshon dilini konuşuyordu ve onların da Tedarikçi olmadıkları çok açıktı. Onlar yoksul insanlardı; Hizmetçi sınıfının mahzun bakışlarına sahiptiler. Tacir onlara kendi taktığı isimlerle seslense bile anlayamazlardı, başlarını kaldırıp bakamazlardı. Buna izinleri yoktu. Lakin tacir onlara evrensel dil olan Anglesçeyle seslendiğinde gözlerini kaldırıp adama bakarlardı. “Çok kaliteli kumaşlarım var,” diye şişinirdi adam, dikkatlerini ve şansı varsa cüzdanlarını çekmeye gayret ederek. “En iyi kalite ipekler ve yünlüler.” Ve fısıldayarak ama gene de duyulabilir bir sesle, “Tabii kumaş artıkları ve kirli bez parçaları da.” Bu saatte pazaryerini dolduran yorgun yüzlerden oluşan ölü dalgaya göz gezdirdim ve Aron’ın bana baktığını fark ettim. Gözlerimi kısarak onu yiyecekmişim gibi bakıp dudaklarımın kenarına şeytani bir sırıtış kondurdum. Dudaklarımı oynatarak senin baban dangalağın teki dedim. 4
YEMİN
Benim ne dediğimi duyamayacak olsa da kastettiğim şeyi anladı ve pis pis güldü. Kum rengi saçları demetler halinde başının üzerine dikilmişti. Biliyorum diye cevap verdi sessizce. Konuşurken sol yanağındaki derin gamze belirginleşti. Altın rengi cana yakın gözleri parıldadı. Annemin dirseğiyle kaburgalarımı dürtüklediğini hissettim. “Ne yaptığını gördüm genç hanım. Diline hâkim ol.” Gözlerimi Aron’dan ayırıp iç çektim. “Dert etme. Ben daima dilime hâkim olurum.” “Ne demek istediğimi sen de gayet iyi biliyorsun. Bu tür şeyler söylemeni istemiyorum, özellikle de kız kardeşinin önünde. Terbiyeni takın.” Sabah güneşinin göz kamaştırıcı parıltısından saklanmak için sessizce içeri girdim. Kız kardeşim boş masalardan birinde oturuyordu. Önüne oturttuğu eski püskü oyuncak bebeğiyle konuşur gibi yaparken bacaklarını ileri geri sallıyordu. “Her şeyden önce, beni duymadı,” diye itiraz ettim. “Kimse duymadı. Bununla birlikte çok belli ki ben terbiyemi takınamıyorum.” Annem masaları temizleme işine geri döndüğünde kaşlarımı kaldırdım. “Üstelik adam dangalağın teki.” “Charlaine Hart!” Annemin sesi –ve kelimeleri– Parshon dilinin gırtlaktan gelen homurtusuna dönüştü. Benim yüzümden sabrı taştığında hep böyle olurdu. Uzanıp elindeki havluyla bacağıma vurdu. “Dört yaşında olması duyma güçlüğü çektiği anlamına gelmez!” Kız kardeşime bir bakış attı. Gümüşe çalan sarı saçları pencerelerden içeri dolan gün ışığının altında parıl parıldı. Küçük kız kardeşim başını kaldırıp bakmadı bile; benim konuşma tarzıma alışıktı. “Belki Angelina okula gidecek kadar büyüdüğünde, senden daha terbiyeli olmayı öğrenir.” Annemin sözleri karşında tüylerim diken diken oldu. Böyle şeyler söylemesinden nefret ediyordum. İkimiz de Angelina’nın okula gidemeyeceğini çok iyi biliyorduk. Sesine kavuşmadığı sürece, derslere katılmasına izin verilmeyecekti. Gene de tartışmak yerine sertçe omuz silktim. “Dediğin gibi o sadece 5
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
dört yaşında,” diye cevap verdim Anglesçeyle. “Çok konuşma da geç olmadan git artık. Aron’ın seninle birlikte yürüdüğünden de emin ol. Şehirde çok fazla insan var. İkiniz bir olursanız kendimi daha iyi hissederim.” Okul kitaplarımı eskimiş omuz çantamın içine doluşturdum ve sessizce bebeğiyle oynayan Angelina’nın karşına oturdum. Onu yanağından öptüm –ıslak ve sertçe– sonra da terli avcuna bir parça şeker sokuşturdum. “Anneye söyleme,” diye fısıldadım kulağına. Saçları burnumu gıdıkladı, “yoksa gizlice getirmeye devam edemem. Tamam mı?” Kız kardeşim onaylarcasına başını salladı. Mavi gözleri apaçık, kocaman ve güven doluydu. Ama hiçbir şey söylemedi. Asla bir şey söylemezdi. Annem, “Charlaina,” deyip önümde durdu. “Pasaportun yanında, öyle değil mi?” Gereksiz bir soruydu. Ama yanından ne zaman ayrılsam aynı soruyu sorardı. Boynumda asılı deri kayışı çekip, gömleğimin içine sokuşturduğum kimlik kartını çıkardım. Plastik kılıfı, kendi derim kadar sıcak ve tanıdıktı. “Oldu mu?” diye sordum annemin tatmin olduğundan emin olmak için. Hemen ardından Angelina’ya aramızda kalması gereken bir sırrımız olduğunu bir kez daha hatırlatmak için göz kırptıktan sonra apar topar kapıdan çıktım ve kendimi tıklım tepiş sokağa attım. Aron’a her zamanki yerimiz olan pazaryerinin öteki ucundaki meydanda buluşmamızı işaret etmek için, babasının dükkânının önünden geçerken elimi kaldırıp salladım. İnsanları ite kaka ilerlemeye çalışırken eski günleri hatırlamaya çalıştım –yeni bir devrimin tehdidinden önceki– sokakların çok kalabalık olmadığı, pazaryerinin tütsülenmiş et ve deri ve sabun ve yağ kokularının saçıldığı, sadece alışveriş yapılan sıradan bir yer olduğu zamanları. O kokular hâlâ buradaydı ama şimdi yıkanmamış bedenlerin ve çaresizliğin kokularıyla karışmıştı. Pazaryeri ülkenin istenmeyenleri için bir sığınma yeri haline gelmişti. Ticaret yolları asiler tarafından kesildiği zaman, Hizmetçi sınıfının o gariban ruhları evlerinden ayrılmak zorunda bırakılmışlardı. Hizmet ettikleri insanlar, artık onları tutamayacak duruma düştüklerinde... 6
YEMİN
Onlar da yemek, su ve tıbbi yardım bulma umuduyla şehirlere akın etmişlerdi. Bununla birlikte, şehir kıtı kıtına bir yuva olabiliyordu. Başımızın üzerindeki hoparlörlerden duyulan monoton ses artık o kadar tanıdıktı ki zamanlaması bu kadar tuhaf olmasa farkına bile varmayabilirdim: BÜTÜN KAYDEDİLMEMİŞ GÖÇMENLER DERHAL HÜKÜMET BİNASINA GİTSİN.” Çantamın kayışına sıkı sıkı sarıldım ve ileri doğru yürürken başımı eğdim. Nihayet insan selinin içinden çıktığımda Aron’ın çoktan meydandaki çeşmenin önünde oturmuş beni beklediğini gördüm. Onun için bu her zaman bir yarış olmuştu zaten. Kitap çantamı ona uzatırken, “Umurumda bile değil,” diye söylendim, yüzümde pis bir sırıtışla. “Söylemeyi reddediyorum.” Bana bakan yüzü sevinçle parlarken ağır yükümü hiç şikâyet etmeden aldı. “Tamam, Charlie, kendim söylerim olur biter: Ben kazandım.” Ardından omzunda asılı duran kendi çantasına uzandı. Arkamızda, çeşmenin suları müzikal damlayış tutturmuştu. “İşte,” dedi, katlanmış yumuşak, siyah bir kumaşı bana uzatırken. “Bunu sana getirdim. İpek.” Parmaklarımı pürüzsüz kumaşa yaklaştırırken soluksuz kaldım. Daha önce dokunduğum hiçbir şeye benzemiyordu. İpek, diye tekrarladım içimden. Bu kelimeyi biliyordum ama bu kumaşa hiç dokunmamıştım. Onu ellerimin arasında sıkıştırdım, parmak uçlarımla okşadım, tül gibi incecik olması ve güneşin üzerinden yansıması karşısında hayranlığımı gizleyemedim. Sonra dönüp Aron’a baktım. Konuştuğumda sesim neredeyse bir fısıltıyı andırıyordu. “Bu çok fazla.” Kumaşı ona geri vermeye çalıştım. Elimi ittirdi. “Boş ver. Babam bunları çöpe atacaktı zaten. Ufak tefeksin; bu kumaş parçalarından kendine yeni bir elbise filan yapabilirsin.” Aşınmış siyah botlarıma ve üzerimde basit bir çuval gibi duran gri, yavan pamuklu elbiseme bir göz attım. Elimde tuttuğum bu kumaşın tenime değmesinin nasıl bir his olacağını hayal ettim: su gibi, diye düşündüm; hafif ve kaygan. 7
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
Brooklynn yanımıza gelir gelmez çantasını Aron’ın ayaklarının dibine attı. Her zamanki gibi Günaydın veya Lütfen dememişti; gene de her şeye rağmen Aron uzanıp çantayı aldı. Babasının aksine Aron insanları hor görmeyi huy edinmemişti. Yaşlı Grayson’ı tanımlamak için aradığım sözcük belki de ahmaktı. Veya kaba. Ya da tembel. Önemli değildi, babasının sahip olduğu kötü vasıfların hepsi görünüşe göre oğlunu pas geçmişti. “Gözlerime inanamıyorum! Bana bir şey getirmedin mi?” Kızın altdudağı aşağı sarkarak bir somurtma halini aldı ve ellerimde tuttuğum ipeğe bakarken koyu renkli gözleri kıskançlıkla parıldadı. “Kusura bakma Brook. Tek bir seferde çok fazla aşırsaydım babam mutlaka fark ederdi. Belki bir sonraki sefere.” “Ya tabii Cüce. Şimdi öyle söylüyorsun. Ama eminim bir sonraki sefere gene Charlie’ye getirirsin.” Takma ismi duyunca gülümsedim. Aron artık Brooklynn’den uzundu, her ikimizden de uzundu, gene de kız ona Cüce diye hitap etmeyi sürdürüyordu. Narin kumaşı büyük bir özenle çantama sokuverdim. Bir yandan da onunla ne yapacağımı düşünüyordum, çünkü kumaşa iğne ve iplik geçirme düşüncesi bile beni tedirgin ediyordu. Giderek kalabalıklaşan meydanın çevresinde, Brook önde biz arkada yürümeye başladık. Her zamanki gibi gene uzun yolu tercih ediyor ve meydanın merkezinden uzak durmaya gayret ediyorduk. Bu fikrin Brook’a, hatta Aron’a ait olduğunu, böyle yaparak onların da benim gibi meydanda olan bitenden rahatsız olduklarını düşünmeyi seviyordum – ama bunun doğruluğundan o kadar da emin değildim. Beni, onları ettiğinden daha fazla rahatsız ediyor olmalıydı. Başımızın üzerinde bir yerlerden başka bir mesaj cazırdadı: ŞÜPHE UYANDIRAN BÜTÜN EYLEMLER EN YAKIN DEVRİYE İSTASYONUNA BİLDİRİLMEK ZORUNDADIR. “Pasaportlar,” diye seslendi Aron resmi bir şekilde. Şehrin sokaklarına açılan devasa kemerin altındaki kontrol noktasına yaklaşıyorduk. Bunu dedikten sonra tıpkı bizim gibi o da elini gömleğinin içine sokup kimlik kartını dışarı çıkardı. 8
YEMİN
Son zamanlarda kontrol noktalarının sayısı gün geçtikçe artıyordu. Önümüzdeki de ötekilerden farklı değildi: biri erkekler, öteki kadınlar ve çocuklar için iki sıra ve her sıra için iki kişi olmak üzere silahlı dört asker. Pasaportlardaki resimler onları taşıyanlarla eşleştirildikten sonra, kimlik kartları taşınabilir elektronik bir cihazda taranıyordu. Kontrol noktaları bir şey değildi. Gerçekten. Onu bizim için koymamışlardı. Biz onların şehre sızmasını engellemeye çalıştığı devrimcilerden değildik. Brook, Aron ve benim için kontrol noktaları başka bir güvenlik önleminden, kendi ülkemizin sınırlarında patlamak üzere olan savaşın sonuçlarından başka bir şey değillerdi. Brooklynn’e soracak olsanız kontrol noktaları bir ikramiye, flört teknikleri üzerine alıştırma yapabilmesi için iyi birer olanaktı. Brook ve ben kuyrukta durduk, sessizce sıranın bize gelmesini bekledik. Pasaportlarımız sistemde taranırken, adımız temize çıkana değin hareket etmedik. Ben biraz geride bekliyordum ve Brook’un siyah, ince kirpiklerini kırpıştırarak, kimlik kartını tutan genç askeri süzmesini izliyordum. Asker önce tarayıcıya, sonra kıza bir göz attı. Ağzının kenarı hafifçe, neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde yukarı doğru kıvrıldı. Bunun üzerine Brook askere doğru gerekenden bir adım daha fazla yaklaştı. Tam bu sırada taşınabilir bilgisayarın üzerindeki yeşil ışık yandı ve onu temize çıkardı. “Teşekkür ederim,” diye mırıldadı kız, kısık ve boğuk bir sesle. Askerin kendisini izlemesini sağlayarak pasaportunu gömleğinin içine soktu. Kimlik kartları bizim için yeni bir şey değildi. Tanıdığım herkes kendini bildi bileli bunları kullanırdı. Fakat sadece son birkaç yıldır onları üzerimizde taşımak zorunlu kılınmıştı. Kraliçe ve onun memurlarının ne zaman nerede olduğumuzu öğrenmeleri için “izlenmemiz” gerekiyordu. Kimlik kartları, devrimcilerin tahtın üzerindeki baskılarını arttırdığının başka bir göstergesiydi. Bir defasında kontrol noktalarından birinde, birinin gözaltına alındığına şahit olmuştum. Başka birinin pasaportunu kullanmaya kalkışan bir kadındı. Görsel denetimden geçmişti ama kartı taranırken makinenin üzerindeki küçük ışık, yeşil yerine kırmızı yanmıştı. Daha önceden pasaportun çalıntı olduğu rapor edilmiş olmalıydı. 9
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
Kraliçe suça asla müsamaha göstermezdi. Hırsızlık, vatan hainliği ya da cinayetle aynı seviyede tutulurdu. Hepsinin cezası ölümdü. “Charlie!” Aron’ın sesi beni daldığım düşüncelerden çekip çıkardı. Çabucak peşlerine takıldım. Okula geç kalmak istemiyordum. Pasaportumu tekrar elbisemin içine sokarken onları yakalamak için adımlarımı hızlandırdım. Yanlarına vardığımda arkamızda bir tezahürat koptu – az önce çıktığımız kalabalık meydandan geliyordu. Fakat ne dönüp baktık ne de adımlarımızı yavaşlattık. Kontrol noktasındaki işleri etrafı gözlemek olan muhafızlara çok yakın olmamıza rağmen hiçbirimiz bir ses duyduğumuza dair renk vermedik. Bir an için o gün gördüğüm, çalıntı pasaportla dolaşan kadını düşündüm. Kalabalık bir seyirci topluluğunun önünde meydandaki darağacının üzerinde durmanın nasıl bir his olduğunu merak ettim. Onu işlediği suç yüzünden yuHâlâyan insanların önünde. Ailesinin onu izlemeye gelip gelmediğini merak ettim. Ayaklarının altındaki kapağın açılmasını izleyip izlemediklerini. İp boynunu kırdığında gözlerini kapatıp kapatmadıklarını. Ayakları cansız bir şekilde boşlukta sallanırken ağlayıp ağlamadıklarını. Sonra hoparlörden yükselen ses bize unutmamamız gereken sözü hatırlattı: ÇALIŞKAN YURTTAŞ, MUTLU YURTTAŞTIR. İçimde, yüreğim sızladı. “Güney sınırındaki köylerin kuşatma altında olduklarını duydunuz mu?” diye açıkladı Brooklynn, kontrol noktasındaki muhafızları geçtikten ve pazaryerinin ötesindeki daha az kalabalık şehir sokaklarına adım attığımızda. Gözlerimi devirip Aron’a baktım. Sınırdaki şehirlerin saldırı altında olduğunu uzun zamandır biliyorduk. Hatta belki aylardır saldırı altındaydılar. Herkes biliyordu. Şehrimizin böyle aniden göçmenlerle dolup taşmasının nedenlerinden biri de buydu. Neredeyse herkes evsiz kalan aile üyelerine ve onların hizmetçilerine kapılarını açmıştı. Bildiğim kadarıyla benimki göçten etkilenmeyen birkaç aileden biriydi. Tabii bunun tek nedeni, ülkenin ücra köşelerinde yaşayan akrabalarımızın olmayışıydı. 10
YEMİN
“Şiddetin Capitol’e ulaşması ne kadar zaman alır acaba?” diye devam etti Brook heyecanlı bir şekilde. “Kraliçe Sabara onların buraya gelmesine izin vermez. Çok yakınımıza gelmelerinden önce kraliçe onların üzerine kendi ordusunu gönderir,” diye karşı çıktım. Şehrimize “Capitol” demek komik geliyordu. Çünkü beton duvarlarının içinde hükmü elinde tutan kimse yoktu. Oysaki bu kelime otorite ve güç anlamına geliyordu, oysa biz aslında sadece saraya en yakın şehir konumundaydık. Kraliçe hâlâ gücü elinde tutan tek kişiydi. Ama en azından şehrimizin bir adı vardı. Ludania’nın başlıca şehirleri uzun zaman önce bu ayrıcalıktan mahrum bırakılmışlardı. Ülkenin hangi çeyreğinde bulunduklarına ve boyutlarına göre yeniden adlandırılmışlardı. 1Batı, 4Güney, 2Doğu. Eski şehirlerin adları çocukların isimlerinde yaşıyordu. Yeni doğan bebeğe Carlton, Lewis veya Lincoln ismini vermek bir çeşit başkaldırı olmuştu. Çünkü bu isimler, hükümdarın şehirleri istatiksel bir şekilde yeniden sınıflandırmasına olan memnuniyetsizliği gösteriyordu. Ama şimdi sadece bir gelenek halini almıştı ve bebeklere dünyanın bütün ülkelerindeki şehirlerin isimleri veriliyordu. İnsanlar genelde benim gerçek adımın, uzak bir yerde, uzun zaman önce var olan Charlotte adındaki bir şehirden geldiğini zannediyorlardı. Ama ailem isyankâr addedilebilecek hiçbir şeyin parçası olmadığını iddia ederdi. Buna, uzun zaman önce kabul edilmiş bir gelenek olan bebeklere isim vermek de dahildi. Dikkat çekmek istemezlerdi. Öte yandan Brooklynn kendi isminin kökeniyle böbürlenmeye bayılırdı. Onunki, artık var olmayan muazzam büyüklükte bir şehirdeki bir mahallenin isminden geliyordu. Brooklynn eğildi. Gözleri parıltılar saçıyordu. “Yani, ben duydum ki…” Bu üç kelimenin havada asılı kalmasına izin verdi, böylece bize bilmediğimiz bir bilgiye sahip olduğunu anlatmaya çalışıyordu. “… ordular Doğu’da toplanıyormuş. Söylentiye göre, Kraliçe Elena güçlerini isyancılarla birleştirmeyi planlıyor.” 11
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
“Bunu sana kim söyledi? Senin şu askerlerinden biri mi?” diye fısıldadım. Gözlerimi gözlerine dikerken o kadar yaklaşmıştım ki az daha alnım onunkine değecekti. Dediklerinin doğruluğundan kuşku duymuyordum. Brook nadiren yanılırdı. “Sana doğruyu söylediklerini nereden biliyorsun?” Brook sırıttı. Yavaş, utanmaz bir sırıtış. “Bana bir bak Charlie. Neden bana yalan söylesinler?” Sonra ciddileşip ekledi. “Kraliçenin yorulduğunu söylüyorlar. Yakında daha fazla savaşamayacak kadar yaşlanacakmış.” “Kes saçmalamayı, Brook. Yaşlı ya da değil, Kraliçe Sabara asla ülkesinden vazgeçmez.” Cepheden gelen gerçek haberleri paylaşmak bir şeydi, kraliçe hakkında atıp tutmak başka şey. “Başka şansı var mı?” diye konuşmaya devam eden Brook omuz silkti. “Sarayını devredebileceği bir prenses yok. Tahtını bir erkeğe bırakmayacağı da ortada. En azından dört yüzyıldır böyle bir şey yaşanmadı, şimdi de buna izin vermeyecektir. Ülkenin yeniden bir kral tarafından yönetilmesine izin vermeden önce kraliçelik tahtından feragat edecektir.” Akademi’ye yaklaşırken midemin öfkeden düğüm düğüm olduğunu hissedebiliyordum. “Bu dediğin doğru sanırım,” dedim dikkatini başka yöne çekmek için. Politik tartışmalar artık beni ilgilendirmiyordu. “Muhtemelen elverişli bir kadın veliaht buluncaya kadar ölmemeye çalışacaktır.” Heybetli okul binası karşısında sükûnetimi koruyabilmeyi dilerdim. Ama o kadar dayanıklı ve doğal görünüyordu ki. Daha da önemlisi Müşavir çocuklarının benim huzursuzluğumun farkına varmalarını hiç mi hiç istemiyordum. Bu pahalı okulla alakalı her şey, üniformaları kusursuz bir şekilde birbirine uyan öğrenciler de dahil olmak üzere, BİZ SENDEN DAHA ÜSTÜNÜZ diye bağırıyordu. Akademi’nin girişine doğru çıkan beyaz mermer basamaklar bile soylu bir ışıkla parıldayacak şekilde perdahlanmışlardı. O basamakları çıkarken ayakkabılarımın çıkaracağı sesi merak ettiğim için kendimden nefret ettim. Basamakların tepesine, bazı Akademi öğrencilerinin aylak aylak dolaştıkları tarafa bakmamaya çabalayarak yürümeye devam ettim. Bir nedenden ötürü en çok bu kızlar benim canımı sıkıyorlardı; bizi ötekilerden 12
YEMİN
daha dikkatli inceleyen iki tanesi, yanlarından geçerken bizimle alay etmekten özel bir zevk alıyorlardı. Bugün de farklı değildi. Birbirinin aynı üniformaları güzelce ütülenmişti, kar beyazı gömlekleri kolalanmış ve lekesizdi. Bu kızlar muhakkak ipeğin nasıl bir his verdiğini biliyorlardı. Kızlardan biri mahsustan son basamakları inip gözlerini üzerimize dikerken, onu fark etmemiş gibi yaptım. Altın sarısı saçlarını omzunun arkasına attı; yanakları dolgun ve pembeydi, gözleri kötülükle parıldıyordu. Kaldırımda karşımıza dikildi, olduğumuz yerde kalmamız için elini kaldırdı. “Siz üçünüz neden böyle acele ediyorsunuz?” Kasten Termani dilinde konuşmuştu. Bizim onu anlamamıza müsaade edilmediğini biliyordu. Kelimeleri etrafımdaki havayı titretti, nefes almamı zorlaştırdı. Ne yapmam gerektiğini biliyordum, herkes bilirdi. Yanımda duran Aron bakışlarını yere çevirdi ve Brooklynn de onu takip etti. Bir parçam bu mantığı hiçe saymayı istiyordu – kanunlara boş vermeyi. Onun iğneleyici sözlerine cevap vermek için çenemi sıktım. Ama yapamayacağımı biliyordum. Kanunları çiğnersem başıma gelecekler değildi gözümü korkutan. Brook ve Aron da sorumlu sayılabilirlerdi. Başımı eğdim ve kızın gözleri benimkileri deşerken kollarımdaki karıncalanmaya aldırmamaya çalıştım. Şimdi arkadaşı da yanına gelmişti. İkisi birden önümüzde bir duvar oluşturuyorlardı. “Tedarikçileri neden okula gönderdiklerini zerre kadar anlamıyorum, sen anlıyor musun Sydney?” Ve bir kez daha havada sıcak dalgalar oluştu. “Gülünç olma Veronica. Onlar okula gitmek zorunda. Aksi takdirde bizim için çalışmaya başladıklarında değişimimizi nasıl hesaplayacaklar? Demek istediğim, şunların ellerine baksana, şimdiden bir yerlerde çalışmaya başlamışlar ve muhtemelen nasıl hesap yapıldığını veya okunduğunu, hatta nasıl yazı yazıldığını bile bilmiyorlardır.” Bizim cahil olduğumuzu düşündükleri için ikisinden de nefret ediyordum. Onlara cevabı yapıştıramadığım için dişlerim acıyordu. Fakat Syndey’nin kusursuz bir şekilde manikürlü parmaklarına hızlıca bir bakış 13
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
atarken yanaklarım alev alevdi. Bu konuda haklıydı. Benim tırnaklarım kısaydı ve ailemin restoranında bulaşıkları yıkamaktan ellerimin derisi pul pul olmuştu. Onları arkama saklamak için neler vermezdim ama hakaretlerini anladığımı öğrenmesi riskini göze alamazdım. Bakışlarımı başka tarafa çevirip yanından geçmeye çalıştım. Ama o benim uzun adımıma karşılık verdi ve benimle birlikte hareket ederek önümü tıkamayı sürdürdü. Kan beynime hücum etmişti. “Henüz gitme,” diye güvercin gibi guruldadı. “Eğlenmeye yeni başladık. Sen de eğlenmiyor musun Veronica?” Bunu cansız ve ruhsuz bir sessizlik izledi. Sonra arkadaşı cevap verdi. Sesi kayıtsız çıkıyordu. “Pek değil Syd. Ben içeri giriyorum. Buna değmezler.” Sydney bizim önümüzü tıkamaya devam ederek, sadece birkaç saniye daha bekledi. Sonra bizi orada bırakıp yanımızdan ayrıldı ve arkadaşının peşinden perdahlı mermer basamakları tırmandı. Ama ben Akademi’nin kapılarının onun ardından kapandığını duyana kadar gözlerimi yerden kaldırmadım. Ve sonra gürültüyle nefes verdim. “Bunu neden yapıyorlar?” diye sordu Brook, okulun parıltısından uzaklaştığımızda. Yanakları kıpkırmızı, gözleri dökemediği yaşlarla dolu doluydu. Uzandı. Parmaklarını benim parmaklarıma geçirdi. “Biz onlara ne yaptık?” Aron da en az bizim kadar sarsılmıştı. “Acaba böyle yaptıklarında bize ne söylüyorlar?” Sesi hırıltılıydı. Başını bıkkınlıkla salladı. Ben sadece omuzlarımı salladım. Tüm yapabildiğim buydu. Sydney ve arkadaşının ne söylediğini onlara asla açıklayamazdım. Sonunda Akademi kadar büyük ve parıltılı olmayan okula ulaştık. Bina eski tuğlalarla yapılmıştı. Ama tarihi binalara özgü o göz kamaştıran albeniden yoksundu. Daha çok, her an çökecekmiş gibi görünen yıkık dökük bir havası vardı. Bizim süslü püslü üniformalarımız yoktu ve okulumuza Akademi gibi bir isim de verilmemişti; biz basit bir şekilde Okul #33’tük. Ama şikâyet etmek zordu. Sonuçta bu bir okuldu ve bizim eğitim gör14
YEMİN
memize izin veriliyordu. Üstelik ülkenin dört bir yanındaki savaşa rağmen hâlâ açıktı. Bunlar minnettar kalmamız gereken şeylerdi. Hayatta Tedarikçilerin okuluna gitmekten daha kötü şeyler vardı. Hiçbir şekilde okula gidememek gibi. Sabah zili çaldı. Ülkenin her tarafında, bütün okullardaki bütün öğrencilerin yaptığı gibi sınıfta herkes ayağa kalktı. Hep beraber sağ ellerimizi kaldırdık, dirseklerimiz bükük, yumruklarımız havada, okul saatlerinde tek bir kez olmak üzere Anglesçe konuştuk. Bu Kraliçe’nin Andıydı: Aldığım her nefes Kraliçeme her şeyin üstünde TAPINMAMIN andıdır. Aldığım her nefes ülkemin kanunlarına İTAATİMİN andıdır. Aldığım her nefes üstlerime SAYGIMIN andıdır. Aldığım her nefes sınıfımın ilerlemesine KATKIMIN andıdır. Aldığım her nefes Kraliçeme ve ülkeme zarar verebilecekleri BİLDİRMEMİN andıdır. Aldığım her nefes benim andımdır. Genelde Ant’ın sözlerini dinlemezdim. Sadece onları söyler ve dudaklarımdan lakayt bir şekilde akmalarına izin verirdim. Yıllarca bu kelimeleri tekrar etmek beni artık onlara alışık kılmıştı. Neredeyse nefes almak gibi bir şeydi. Ama bugün, belki ilk defa onları duydum. Vurguladığımız kelimelerin farkına vardım: tapınmak, itaat, saygı, katkı, bildirmek. Onları önem sıralarına göre kafamda listeledim: kraliçe, sonra ülke, sonra sınıf. Ant bir söz olduğu kadar bir emirdi de. Kraliçenin onu ve hayat tarzımızı koruma talebini dile getirmesinin farklı bir yoluydu. Etrafımdaki çocuklara, sınıf arkadaşlarıma baktım. Gri, mavi, kahverengi ve siyah kumaşlar gördüm. İşçi sınıfı renkleri. Kullanışlı renkler. Kumaşlar ve dokumalar akıllıca seçilmişti –pamuklular, yünlüler ve hatta kanvas– uzun ömürlü ve kirlenmesi zor. Sınıftaki her öğrencinin dimdik durduğunu, çenesini havaya kaldırdığını bilmek için bakmama gerek bile yoktu. Bu duruş ailemizin ve öğretmenlerimizin her birimize, her gün aşıladığı bir şeydi. Kim olduğumuzla gurur duymaktı. Neden bizim Tedarikçiler sınıfında doğduğumuzu merak ettim. Neden 15
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
biz bazılarından daha üstündük de diğerleri kadar iyi değildik? Oysaki cevabı biliyordum: Bunun bizimle alakası yoktu. Bu sadece kaderin bir oyunuydu. Hizmetçi sınıfından bir ailede dünyaya gelmiş olsaydık, şimdi okula gidemiyor olacaktık. Ailemiz Müşavir halkından olsaydı, Akademi’nin parıltılı basamaklarını tırmanacaktık. Öğretmen hafifçe öksürdü ve ben Ant’ın bittiğini fark ederek olduğum yerde sıçradım. Yumruğum –sadece benim yumruğum– hâlâ havadaydı. Bu saati benimle paylaşan, tüccar bir aileden doğma kırk dört çocuğun bakışları karşısında yüzüm alev alev yandı. Yumruğumu aşağı indirdim ama yerime otururken onu sıkmaya devam ettim. Hemen yanımda oturan Brooklynn sırıtıyordu. Ateş püsküren gözlerle ona baktım ama o benim gerçekten kızgın olmadığımı biliyordu. Bu yüzden sırıtışı daha da genişledi. “Duydun, değil mi?” diye sordu Aron alçak sesle. Öğlen yemeği için avluda onunla buluşmuştum. Ant dışında, bizim okulda konuşmamıza izin verilen tek dil Parshondu. Aron’ın detaylara girmesine gerek yoktu. Elbette son dedikoduyu duymuştum. Ben de sesimi alçalttım ve taş sırada ona biraz daha yaklaştım. “Bütün ailesini içeri alıp almadıklarını biliyor musun? Annesini, babasını, kardeşlerini de almışlar mı?” Bu sırada Brook yanımıza gelmişti. Fısıltılı sesimizi ve endişeden yerinden fırlayacakmış gibi duran gözlerimizi hemen fark etti. Herkese bakıyorduk ama kimseye güvenmiyorduk. “Cheyenne mi?” diye sordu yarı fısıldayarak. Kitaplarımın durduğu çantaya uzandım ve Brook’a annemin onun için hazırladığı öğle yemeğini uzattım. Brook’un annesi öldüğünden beri annem onun yemeğini hazırlamayı alışkanlık haline getirmişti. O da Aron’ın öteki tarafına oturdu. Üçümüz kafa kafaya verdik. Aron önce bana, sonra Brook’a bakıp başını salladı. “Duyduğuma göre gece gelmişler ve sadece onu götürmüşler. Sorgulama için Saray’da tutuluyormuş. Ama işler iyi görünmüyor. Söylenene göre bu kez ellerinde gerçek 16
YEMİN
deliller varmış.” Küçük oğlan çimenlerin üzerindeki çöpleri toplayarak bize doğru yürürken konuşmayı kestik. Oğlan kimseyle konuşmazdı. Attığı her adıma dikkat ederek yavaşça hareket ederdi – sistematik bir şekilde. Hizmetçi sınıfının bir üyesi olarak onun sadece tek bir dili vardı, Anglesçe. Bu yüzden okulun duvarları arasında –Ant haricinde– konuşması yasaktı. Çöpleri toplarken sadece yere bakardı. Hemen hemen Angelina’yla aynı yaşta olmalıydı – altı, belki yedi. Başa çıkılmaz siyah saçları ve çıplak, kirli ayaklarında nasırları vardı. Başı öne eğik olduğu için gözlerinin rengini göremiyordum. Bizim yanımıza geldiğinde durdu ve toplayabileceği bir çöpümüz var mı diye bekledi. Bunun yerine ben çantama uzandım ve annemin yaptığı kurabiyelerden birini elime aldım. Kimsenin elimdekini görmediğinden emin olduktan sonra bunu ona doğru uzattım. Belki gözlerini kaldırır diye bekledim. Ama kaldırmadı. Yakınıma geldiğinde, öğle yemeğimden kalan çöpleri verircesine kurabiyeyi ona verdim. Bizi izleyen hiç kimse neler olduğunu anlayamazdı. Oğlan her gün olduğu gibi bugün de kurabiyeyi aldı. Oğlanda bir şevk ya da minnettarlık görmeyi umuyordum. Ama ikisini de görmedim. İfadesi boştu, gözlerini başka tarafa çevirmişti. Dikkatliydi – ve akıllı. Hatta görünüşe göre benden daha akıllı. Sessizce yürüyüp giderken kurabiyeyi cebine attığını gördüm ve kendi kendime gülümsedim. Tam bu sırada Brooklynn’in sesi dikkatimi yeniden onlara çekti. “Ne tür bir delil bulmuşlar?” diye soruyordu Aron’a, gergin bir sesle. Cheyenne’in mahkûmiyeti herkesi huzursuz etmişti. Fakat ne yazık ki mahkûm edilen tek kişi Cheyenne değildi. Taca karşı ihanet fısıltıları aramızda kök salmaya, bir virüs gibi girip veba gibi yayılmaya başlamıştı. Sıradan insanlara bulaşıyor ve onları bozuyordu. Kraliçeyi devirme planları yaptığından şüphelendiklerini rapor edenlere ödül vaat ediliyordu. İnsanlar birbirlerine düşman kesiliyor, kraliçenin sevgisini kazanabilmek uğruna arkadaşlarını, komşularını, hatta aile üyelerini ispiyonluyorlardı. Güven sadece bir avuç insanın bulabildiği bir lütuftu. 17
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26S 27R
Kimberley Derting
Ve asıl delil –pireyi deve yapan dedikoduların ötesinde, gerçekten ispatlanabilen– lanetlemekti. “Eşyaları arasında bazı haritalar bulmuşlar. Direnişçilere ait haritalar.” Brook dudaklarını sıktı ve başını öne eğdi. “Kahretsin.” Ama ben ikna olmamıştım. “Onların asilere ait olduğundan nasıl emin olabiliyorlar?” Aron başını kaldırdı ve içinde altın benekler olan gözleriyle bana baktı. “Bana erkek kardeşi söyledi. Onu ihbar eden kişi babasıymış.” Günün geri kalanını Cheyenne Goodwin’i düşünerek geçirdim. Bir babanın kızına düşman olması ne biçim bir şeydi? Bir ebeveynin çocuğuna sırtını dönmesi? Tabii ki kendim için endişelenmiyordum. Benim ebeveynlerim neydilerse oydular. Her ebeveynin olabileceği kadar güvenilir ve sadıktılar. Böyle olduğunu biliyorum, çünkü benim sırrımı hayatım boyunca sakladılar. Peki ama diğerleri? Peki asiler güç kazanmaya devam ederse, kraliçe kendini tehdit altında hissetmeye devam ederse? O zaman ne olurdu? Daha kaç aile kendi çocuğunu yiyecekti?
18