Elinizde tuttuğunuz şey patlayabilir, üstünüze bulaşıp, ortalığı mahvedebilir. Arada sırada çıkardığı acayip seslerden ürkebilirsiniz. Sakin olun ! O canlı bir organizmadır ve ona ne kadar kibar davranırsanız o derecede karşılık görürsünüz.
NİYET Bizler, sinema ve tiyatro gibi iki büyük kültürel öğeye sahip olmayan bir ilçenin, Gelibolu’nun gençleri olarak, ilçemizdeki büyük bir eksiklik olarak gördüğümüz kültür çalışmalarına ufakta olsa bir katkı sağlayabilmek amacıyla bu fanzini hazırladık. Fanzin; dergiden ayrı olarak, süresi belirsiz olarak çıkar, fotokopiyle çoğaltılır, büyük para destekleri olmadan, daha amatörce hazırlanır. Tıpkı elinizdeki gibi. İçeride karşılaşacaklarınız ağır terimsel kelimelerle açıklanmaya çalışılmış toplumsal sorunlar değildir. Her kesimden insanın anlayabileceği, sade üsluplarla yazılmış yazıların sizleri sıkmayacağını düşündük. Bizler daha çok Akdeniz insanına has samimiyetle sizlerle sohbet etmeye çalıştık. Hiçbir siyasi görüşe amaç etmeksizin gördüklerimizi insanlığın ortak diliyle anlattık. Bu fanzinde müzikten tutun da kadın sorunlarına kadar birçok konuda bildiklerimizi ve düşündüklerimizi yazıp, Gelibolu adına faydalı bir iş yapmak için uğraş verdik. İçinde bulunduğumuz koşullarda hazırlayabileceğimizin en iyisini hazırlamak için çabaladık. Biz bu işten para kazanma peşinde de değiliz. Zaten fanzinler böyle bir amaç güdülmeden yazılır. Önemli olan para kazanmak değil; çevredeki insanlara faydalı olup onları etkilemektir. Üç kuruş artarsa, o da emin olun ki bu fanzinde emeği geçen kimsenin cebine girmeyecektir. Ağır sınavlar altında yok edilmeye çalışılan gençliğimizin tüm ateşiyle, eğlenerek hazırlamış olduğumuz bu fanzin; sizlerin akıllarında soru işaretleri uyandıracak, alışkanlıklarınızı az da olsa değiştirecektir.
İşe yaraması dileğiyle..
içindekiler kasım ‘08
3
Mektup Ata’ma Mektup
5
Eleştiri Siz Okuyana Kadar Bir Test Bitti
6
Mizah Serhat Saçmalıyor
7
Deneme Müziksel Tarih ve Kırılma Noktaları
9
Deneme Dikkat! Ejderha Düşebilir!
10 Deneme Simurg’dan Anka’ya
11 İnceleme Başucumda Müzik Nemrut’un Gazabı Mustafa
12 Hikaye Sayha
13 Haberler
* Görüş, öneri ve eleştirilerinizi ayrıca dergide yer almasını istediğiniz yazılarınızı onsozfanzin@gmail.com adresine e-posta olarak gönderebilirsiniz.
Eleştiri
-5-
Doğukan ÜNLÜ
Siz Okuyana Kadar Bir Test Bitti Ben 17 yaşında lise son sınıf öğrencisiyim. Bu yazımda sizlere ülkemdeki eğitim anlayışının ne olduğunu -12 senelik profesyonel bir öğrenci olarak- anlatacağım. ÖSS’nin o kadar da matah bir şey olmadığını söyleyecek, sırtında çantalarla oradan oraya koşuşturan bu gençlerin nelerle baş etmek zorunda olduğunu, biraz gülerek biraz kızarak anlatmaya çalışacağım. Anayasa’da liselerin amacının şu olduğu ifade edilir; Türk Milli Eğitim sisteminin genel amaçları doğrultusunda, bireylerin, *Atatürk İnkılâp ve İlkelerine ve Anayasa'da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa'nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek, *Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek, *İlgi, yetenek ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak amacıyla kurulmuş olan üç yıllık(4 yıl oldu) eğitim veren ve bireyleri yüksek öğretime hazırlayan öğretim kurumlarıdır. Günümüzde, liselerin bu amaçlara hizmet ettiğini söylemek imkânsızdır. Liselerdeki mantık, sınava öğrenci yetiştirmektir. Kişinin geniş bir dünya görüşü kazanıp kazanmadığı ya da onun ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı bir karaktere sahip olup olmadığı önemsenmez. İşte size bir örnek; Her lisenin kendine ait puanı vardır. Liseye puan verilirken o lisedeki öğrencilerin ne kadar ahlaklı olup olmadığıyla ilgilenilmez. İlgilenilen şey o liseden kaç kişinin üniversiteyi kazandığıdır. Bu yüzden yukarıda yazan amaçların çoğu teoride kalıp öteye geçememiştir. Bilginin öğretilişi de aynı amaca hizmet eder. Bir bilgi, eğer sınavda sorulacaksa öğretilir. Bilginin niteliği veya kullanışlı olması önemli değildir. Eğer ÖSYM hangi konudan soru soruyorsa o konu öğretilir. Hatta bilgi akademik olarak yanlış dahi olsa ÖSYM doğru kabul ettiği için doğruymuş gibi öğretilir-ÖSYM o bilginin yanlış olduğunu söyleyene kadar-. Bize, hayat kurtarma yollarının anlatıldığı, trafik kurallarının anlatıldığı dersler angarya dersler gibi görülür. Önemli olan dersler matematiktir, Türkçedir, tarihtir, kimyadır, biyolojidir. Çünkü sınavı kazandığımızda lise görevini yapmış gibi görülür. İlkokul yıllarımızda OKS, SBS gibi sınavlarla başlar sınav kâbusumuz ve lisede de ÖSS’yle devam eder. Yarış atı misali -üstümüze binen yükün altında düşe kalka- koşarız. İnsan doğasına aykırı olarak asosyalleşiriz -sosyal olmaktan çıkarız-. Bütün zamanımızı test kitaplarına ayırırız, dünya da olup bitenden kopar sadece sınava odaklanırız. Psikolojimiz alt üst olur, travmalar yaşarız. Bu inanılması zor vahşi rekabet anlayışı içinde kendimizi kaybederiz. Benim başarılı olmam için başkaları kaybetmeli. Ben mutlu olmadan önce birileri üzülmelidir. Birilerini üzmediğim takdirde ben üzülürüm. Öğretmenlerimizin ders aralarında verdiği molalarda, teneffüslerde, dershanede ve eve adımımızı attığımız gibi gömüyoruz kendimizi test kitaplarının içine. Başlıyoruz birilerinin bize vermediği değeri x’e vermeye. Çevirdiğimiz her sayfada en güzel anlarımızı bırakıp öteki sayfaya daha berbat geçiyoruz. Peki, amaç ne? Amaç adam olmak. Adam olmak dedikleri 180 soruya vereceğimiz doğru cevaplar. Yanlışlarla dolu, bizi okuldan soğutan, hayattan koparan eğitim sisteminin değişmesi çok da zor değildir. İlkokuldan sonra kişisel becerilerine göre eğitim olanakları oluşturularak atılan büyük bir adımla sorunun yarısı giderilir. Yani ilkokulda öğrencinin kişisel becerileri öğrenilir ve ilkokuldan mezun olduğunda o kişisel becerisine göre bir eğitime tabi tutulursa daha az ve öz bilgi öğrenir. Kişi kendisine sıkıcı gelen şeyler öğrenmeyeceğinden hem okulunu sevecek hem de yaptığı işte başarılı olacaktır. Topluma daha çok yaklaşan birey tüm üretkenliğini ortaya koyarak toplumsal sorunlara çözümler üretecek, toplum adına gerçekten faydalı olacaktır.
Deneme
-9-
M. Atakan FOÇA
Dikkat ! Ejderha Düşebilir ! İnsanlık tarihi boyunca yaşanan toplumsal sorunlar, ekonomik sıkıntılar veya bilimsel gelişmeler toplumların sanatına ve edebiyatına daima yansımıştır. Çağımızda ilgi duyulan edebi eserler arasında bilimkurgu ve fantastik roman ya da hikayeleri de görmek mümkün. Hızla gelişen dünyada, ufku genişleyen, hayal dünyalarının kapıları ardına kadar açılmış insanlık için fantastik ve bilimkurgu edebiyatının var olmaması söz konusu olamaz. Hayal kurmanın keyfini, bu hayalleri gerçekleştirebilme imkanıyla düşünmek yaratıcılığı arttırarak bahsi geçen türlerin gelişmesini sağlamıştır. Ki bakıldığında da görülecektir; son yüz yıldaki gelişmeler ile fantastik edebiyatın okunma oranları paralel bir gidişat tutturmuştur. Fantastik edebiyatın özellikle geçtiğimiz yüzyılda gelişmesi, bu çağdaki toplumsal sıkıntılara da bağlanabilir. İnsanların gerçek hayatın sıkıntılarından uzaklaşma isteği, diğer insanlarla olan iletişimin kopması, onları bu edebiyata itmiş olabilir. En basit örneği fantastik edebiyatın babası sayılan J.R.R Tolkien’dir. Tolkien dünyada satış rekorları kıran kitap serisi “Yüzüklerin Efendisi” ne zemin oluşturacak, “Orta Dünya Tarihi” taslaklarını oluşturmaya 1. Dünya Savaşı sırasında, Fransız cephesinde askerken başlamıştır. Yine “Yüzüklerin Efendisi” dizisini kaleme alması, oğullarını patlak veren 2. Dünya Savaşı’na gönderdiği sıralara denk gelir. 21. yüzyıla gelindiğinde Tolkien veya diğer yazarların ( örneğin “Narnia Günlükleri” nin yaratıcısı C.S. Lewis ) unutulmaktan ziyade daha sık okunmaya başlandığı söylenebilir. Bu da yazarların kalıcılığı yakalamalarının yanında, insanların bu tarza daha da ihtiyaç duymaya başladıklarının kanıtıdır. Çağımızda gelişen teknoloji, hayatı kolaylaştırırken; hayattan kopuk bireylerin oluşmasına da sebep olmuştur ne yazık ki. İnsanlarla iletişim kurmaktan kaçınan; savaşlara, sömürülere, toplumsal sorunlara, ekonomik krizlere gözünü yummak isteyen birey için fantastik edebiyat en kısa ve en kolay kaçış yolu olarak yerini almıştır. Altmış yıllık gelişim sürecinde fantastik edebiyat insanların bu gereksinimlerini karşılarken, başarısız birkaç eser yüzünden yanlış anlaşılmalara da maruz kalmış, zihinlerde eksik bir görüntü oluşturmuştur. Tolkien’i örnek alan yazarlar, onun romanlarında kullandığı imgelemeyi kavrayamamış, fantastik edebiyatın iyi-kötü savaşından ibaret olduğunu sanmışlardır. Bu doğrultuda oluşturdukları eserler okurların zihninde fantastik edebiyat olgusunun yanlış ve saplantılı gelişmesine sebep olmuştur. Margeret Weis ve Tracy Hickman beraber yazdıkları “Ejderhamızrağı” kitaplarında özellikle bu konu üzerinde durmuşlar, karakterler aracılığıyla görüşlerini dile getirerek bu yanlışı telafi etmeye çalışmışlardır. Bu görüş; bu dünyada veya başka dünyalarda saf iyilik ya da saf kötülüğün varolamayacağıdır. Onlara göre tanrı ya da tanrılar iyiliği ve kötülüğü iç içe yaratmışlardır, nasıl ki aydınlık olan gündüz ile karanlık olan gece bir döngü içerisindeyse iyi ile kötü de öyle bir döngü içerisindedir. Biri olmadığında düzen bozulur, denge yok olur ve geriye boşluktan başka bir şey kalmaz. Sonuç olarak fantastik edebiyat; iyi ya da kötünün diğerine hakim olamadığı, tanrı olma duygusunun en rahat tadılabildiği, insanın hayal gücüyle yoğurabildiği yepyeni bir dünyaya kaçışın en kestirme yoludur denilebilir.
Deneme
-10-
M. Atakan FOÇA
Simurg’tan Anka’ya Fantastik edebiyatta adı geçen efsanevi yaratıkların hemen hemen hepsi mitolojik varlıklardır. Bu varlıkların mitlerde oluşması, bir şeyleri tasvir etmesiyle gerçekleşmiştir. Bunların en belirgini Anka Kuşu Efsanesi’dir. Bu efsane bize ne kadar uzak gibi görünse de aslında doğunun tasavvuf edebiyatı ile ilişkilidir. 12. yy mutasavvıflarından “Feridüddin Attar” ın 1187’de yazmış olduğu, 4724 beyitten oluşan “Mantiku’t–tayr” adlı eseri bize aslında “Anka Kuşu” mitinin doğuda ortaya çıkmış olduğunu kanıtlamaktadır. Kelime olarak “Kuşların Dili” anlamına gelen eserde kuşların hükümdarı olan ve kurtarıcı olarak görülen ”Simurg” dan bahsedilir. Simurg’dan yardım bekleyen kuşlar onu aramak için yola düşer. Kaf Dağı’na giden yol uzadıkça geride bıraktıklarını özleyen bazıları yoldan döner. (örneğin kartal yükseklerdeki krallığını bülbül güle olan aşkını bahane eder.) Kaf Dağı’nın tepesine, Simurg’un yaşadığını varsaydıkları yere ulaştıklarında sayıları otuza inmiştir. Simurg’un yuvasını bulduklarında ise;´Simurg’un otuz kuş anlamına geldiğinin, aslında her birinin bir Simurg olduğunun farkına varırlar. Buradaki imgelemeyi basitçe çözümler, Batı kültüründeki Anka Kuşu efsanesiyle karşılaştırırsak, aradaki benzerliği çok daha rahat kavrayabiliriz. Kuş öğesinin insanı tasvir ettiğini düşünecek olduğumuzda Simurg’u arama yolculuğunu tasavvufta yer alan; insanın Tanrı’yı arama ve onda yok olma isteğiyle örtüştüğünü görebiliriz. Nitekim bu yolda makama, nefsine, hırsına hakim olamayanlar hedefe ulaşamayıp yoldan dönmüşlerdir (bülbül ve kartal örneği). Eserdeki diğer imgelemeler de bu mantık çerçevesinde incelenebilir. Avrupa mitolojisindeki “Anka Kuşu” efsanesinde bu efsanevi yaratığın gözyaşı ile her yarayı iyileştirebildiğini, öldükten sonra ( Anka olgunluğa ulaştığında yanarak kül olur ) tekrar küllerinden doğduğunu görürüz. Tasavvufta gözyaşı “cehennemin alevlerini söndürecek iksir” olarak nitelendirilir. Tanrı’da yok olan insanın, bir diğer deyişle Simurg – Anka’nın gözyaşının acıları dindirici nitelikte olması tasavvufun bu tanımıyla uyuşmaktadır. Küllerinden yeniden doğmasına baktığımızda ölümden sonraki yaşamın tasvirini görebiliriz. Anka Kuşu yeterli olgunluğa ulaşınca yok olur ve yeni umutlarla oyuna sil baştan başlar. Günümüzde; kültürümüzle bunun gibi doğrudan unsurları içeren roman veya hikayelerin; imgelerin asıl sahipleri tarafından değil de, bu imgelemeyi fanteziye başarıyla döken Avrupalı ya da Amerikan yazarlar tarafından yazılması, “fantastik edebiyatın doğu kültüründen uzak bir tür olduğu” gibi yanlış önyargılara sebep olmaktadır.
Mektup
-3-
Muammer TAŞDELEN
ATA’MA MEKTUP Eski bir takvim yaprağının çığlığıdır bu… 70 yıl önce, bir 10 Kasım sabahı düşmüş bir takvim yaprağının… Sanki okunmasın diye hoyrat çöpçüler tarafından toplatılan, ninemin şişe dibi gözlükleriyle okumaya çalıştığı, ama bizlerin tenezzül edip de iki satır okumadığı, sararmaya yüz tutmuş bir takvim yaprağının… Sus ey çocuk..! Şimdi, denizkızlarının akılları başlardan alan şarkısını dinler gibi, takvim yaprağının çığlığını dinleme zamanı… Geçmişten geleceğe yapılırken yolculuklar, bir “miş” gelip oturmuş, çöreklenmişken boğazımıza; “bir varmış, bir yokmuş”lu zamanlardan; çok istediğimiz ve O’na söz verdiğimiz halde, “az” gidip, “uz” gidememişken bir türlü, sus..!
elimizde kalıyor. Elimizde kalıyor devrimlerin… Bir sonbahar yaprağı gibi teker teker yerlerden topluyoruz. ““Halk” olamadan “halkçı” olup, domates peynir satar gibi satışa çıkartıyoruz “halkçılık”ını… Herkesin bir “halk”ı var artık canım ülkemde… Ülkemin doğusundan batısına herkes kendi derdinde… Bin bir zahmetle açtığın fabrikalarını da bıraktık bir kenara… Biz artık “liberal”iz… Koccaman “özel sektörümüz(!)” var şimdi...! Devletçilik eskidendi…
Susmam !!! Çabuk tüketiyoruz… Göz açıp kapayıncaya kadar, ne var ne yoksa elimizde, “değer” ve “katma değer” adına, kaybolup gidiyor. Yüzümüzde utançların en yücesi… “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, yazıyor takvim yaprağının alt köşesinde… İlmin iki gözü iki çeşme… Okula gidemeyen, gittiklerindeyse yarış atı gibi daima birinci gelmesi beklenen öğrenciler anlamıyor bu çığlığı… Yardım kuyruklarında yüzleri kızararak defter, kitap, kırtasiye yardımı bekleyen mini mini yüreklere ağır geliyor bu çığlık… Nuh nebiden kalma bilgilerle “çağdaş uygarlık düzeyini yakalama hedefi”, hep bir ağızdan içtiğimiz “and”larla özdeşleşmiyor Ata’m… Okulları ellerinden alınan öğretmenler, kürsüleri boşaltılmış üniversiteler senin düşlerinin mavi gözlü çocuğuna gelecek hazırlamaktan çok uzak… Tüketiyoruz… O kadar hoyratça yaratılmış ki ellerimiz, tuttuğumuz her şey
Devrimcilik şimdilerde çooook tehlikeli… Maazallah, bir kere “devrimciyim” demeye görün; bir şalgam gibi koparıveriyorlar kafasını adamın. O yüzden senin “Bursa Nutku”nu bile özet geçiyoruz panel ve seminerlerde… Çanakkale’de korkmadığımız kadar korkuyoruz “Yurtta sulh, cihanda sulh” derken… Barıştan korkuyoruz Ata’m ve korktukça daha bir çok yeniliyoruz ölümlere… Daha çok çiçek yetiştiriyoruz, şehitliklere dikmek için ve maalesef, henüz filizken, kaybediyoruz tomurcuk güllerimizi… Bir okula, bir buçuk cami düşüyor Ata’m… “Laiklik”ine de layık olamadık bir türlü… O kadar çok Laiklik tanımı yapılıyor ki ülkemde; en iyi laiklik tanımını yapanlara, “Liyakat Madalyası” veriliyor artık… Ve “yerine yenisi konacağından, eskisi hükümsüzdür” deniliyor bir süre sonra. Şıhlar, şeyhler, hacılar, hocalar pek muteber bu sıralar. En çok da onlar layıklar laikliğe…
Bize gelince; Biz seni her fırsatta anıyoruz Ata’m… Resmini tüm kurumlarda başköşeye koyduk mesela… Tüm çerçevecilerin ve portrecilerin hali vakti yerinde. Heykellerin tüm yurdu süslüyor. Büstlerini ve heykellerini yapanlar da memnun hallerinden. Bütün yayınevleri “Nutuk”unu basıyor çarşaf çarşaf… Ne zaman krize girsek, nutkuna başvuruyor büyüklerimiz. Önemli gün ve haftalarda ödevler veriyoruz öğrencilerimize…! Okuyup anlatıyorlar seni… Bağışla bizi Ata’m… Zaman zaman bizlere emanet ettiğin cumhuriyetin de konuşuluyor miting meydanlarında… Oturup dinliyoruz bir güzel… Susuyoruz… Susuyoruz Ata’m… Sana ve devrimlerine layık olamamanın utancı içinde susuyoruz. Bir susuzluk kaplıyor yüreğimizi… Aklımızın en ücra köşesine kadar düşüyor hayalin. Düş yorgunu sabahlara uyanıyoruz, her doğan günü bir 10 Kasım sabahı gibi görürcesine… Düşlerin düşüyor takvim yapraklarıyla birlikte… Düşe kalka giden zamanlara, çığırtkan ezgiler ekliyoruz; yine utangaç, yine mahzun… Ve şairin dediği gibi bitiyor son cümlelerimiz: “Ben sana mecburum; sen yoksun…”
Yokluğunun 70. yıldönümü Ata’m… Bağışla bizi: Yediden yetmişe “Ata’m izindeyiz” diyemediğimiz için… Diyenlerimizin de; “izinde”, izin yaptıkları için bağışla… Altmış yılda, altmış arşın yol alamadığımız için… Hala saygı duruşlarında, sayılarla uğraştığımız için ekonomi masalarında … Seni anlatamadığımız için çocuklarımıza bağışla bizi… Sustuğumuz için bağışla… Elbet bir gün sabahyıldızı uyanır uykusundan ve biz, yıldızlı ve yaldızlı şafakları da getiririz sana, çelenk yerine. Bakarsın bir sabah uyanıveririz aniden, gaflet ve delalet uykusundan. Bir sabah tohuma durmuşçasına yedi renk peydahlanır tüm karanlıklara inat… Ve hatırlarız verdiğimiz sözleri… Sen yine de bağışla bizleri… Hoyratlığımız, unutkanlığımız, cahilliğimiz için utancımızı mazur gör… Mavi gözlerinden boşalan yaşları, dökme Marmara’ya…
Deneme
-7-
Oğuz Yaşar YILMAZ
Müziksel Tarih ve Kırılma Noktaları Ortaya ne zaman çıktı bilmiyorum. Ama insanlar hissetmeye başladığı yani gerçek anlamda insan olduğu andan itibaren var olduğuna inanıyorum. İnsanoğlunun en büyük icatlarından biri, dünya üzerinde tükenmeyen yegâne şey. Söz konusu olan müzik. En soyut sanat dalı. Hiç tanımadığımız, daha önce hiç görmediğimiz, hiçbir ortak yanımızın bulunmadığı, tamamen zıddımız olan insanlarla bile aynı dili konuşabilmek. Ruha nefes aldırmak. Kelimelerle anlatılamayacak bazı şeylerin seslerle anlatılabilmesi. Kültürel mirasın gelişmeye başlamasından itibaren gelişim gösterdi. Enstrümanlar ortaya çıktı ve ana enstrüman insan sesi olmak üzere özellikle dinsel törenlerde insanların ruhuna dokunmak, etkiyi arttırmak amacı ile kullanılıyordu. İlk çağ boyunca dini mabetler, tanrısal seslere insanlarda dünyaya ait değilmiş etkisi yaratacak enstrümanlar üretmeye çalıştılar ve istedikleri sesleri elde ettilerde. Bunun yanında halkın arasında coğrafi koşullara ve yaşayış şekillerine göre çeşitli müzik türleri ortaya çıkmaya başladı. Medeniyetlerin birbiriyle etkileşimi sonucunda da yeni enstrümanlar ve yeni ezgiler birbirleriyle kaynaştı. Ritimler ve gamlar* birbirleriyle sentezlendi ve müzik artık üretilen her ezgiyle güçlenen, yenilenen, devletlere bağlı olmayan ve sürekli devinim halinde canlı bir organizma halini aldı. Müziğin klasikleşmesi yani klasik müzik kavramının ortaya çıkması ise o dönemde siyasi gücü elinde bulunduran Avrupa’da saray ve kilise için kurulan orkestraların ürettiği çok sesli yapının Avrupa toplumlarında benimsenmesinden hatta bir lüks olarak görülüp soyluluğu ve kültür seviyesini belirleyici unsurlardan biri olarak kabul edilmeye başlanmasından kaynaklanmaktadır. Müzik ya da daha da genellersek sanat bireyseldir. Üretilen eserin bir benzeri veya klasik sayılabilecek bir temeli olamaz. Kullanılan enstrümanlara gamlara* ritimlere göre türlere ayrılır. Bir müzik türünün klasik olarak sıfatlandırılması için onu diğer müzik türlerinden daha fazla müzik yapabilecek özelliklere sahip olması gerekmekte. Fakat Mozart’ın birden fazla enstrümanla yaptığı ne kadar müzikse keyiflendiğiniz anlarda dudaklarınızda çalan ıslıkta o kadar müziktir. Ancak Avrupa’nın sömürge devletlerinde yönetimde bulunan nüfuzlu kişiler klasik müziğin dinleyici kitlesini oluştururken sömürülen halk kendi ürettiği müziği alt kademeye ait olarak gördü ve küçümsedi. Artık kendini dünyanın merkezine koyan
Avrupa’nın kiliselerinde ve saraylarında temelleri atılmış çok sesli müzik tüm dünyaca kabul görmüş elit tabakanın simgelerinden biri haline gelmiş ve klasik takısını almıştı. Bu gün de klasik müzik genelde elit kesimin iştigal ettiği bir tür. Yeni kurulan Amerika’da klasik müzik dinleyen, ekonomik açıdan güçlü, toplumun aristokrat sınıfının büyük bir bölümünü oluşturan çiftlik sahiplerinin topraklarında köle olarak çalıştırılan özgürlüğü elinden alınmış zenciler tepkilerini ortaya koydu. Pamuk tarlalarında çalışırken gökyüzünün maviliğini izleyerek özgürlüğü hayal eden, ezilmiş, aşağılanmış, alıkoyulmuş, hor görülmüş, aç ve yorgun bir ırk, tutkulu, hüzünlü, öfkeli ve eşsiz bir ezgi yarattı. Maviliğin derinliklerinden etkilenen zenciler yeni keşfedilen müzik türüne blues ismini verdiler. Bu günkü rock ve caz müziğin temeli olan blues basit formuna rağmen Amerika kıtasında salgın hastalık gibi yayılıyordu. Blues tek bir şarkıydı ama çok güzel bir şarkıydı. Blues halkın arasına karışmışken klasik müzik elit tabakada dinleyici kitlesini kaybetmemişti tabii. Ama blues zamanla dünyayı sarıp daha da sertleşerek, daha da çeşitlenerek rock müzik haline gelip tüm dünyayı etkisi altına aldı. Amerika’da Vietnam savaşının uzamasına tepki olarak ortaya hippi akımı çıktı. Savaşa karşı büyük bir gösteride, kendilerine tüfek doğrultan güvenlik kuvvetlerinin namlularının içine ellerindeki çiçekleri "karşı olduğumuz siz değilsiniz, savaştır" diyerek yerleştirdikten sonra “Çiçek Çocuklar” diye de adlandırıldılar. Kendi çıkarmadıkları savaşlarda yer almayı, kendi kurmadıkları ordulara katılmayı reddeden, içten olmayı, savaş karşıtlığını, özgür cinselliği, rahatlığı, günü yakalamayı savunan, uzun saçlı erkekler ve rengârenk giyinmiş kadınların oluşturduğu 60'ların sonları ile 70'lerde hâkim olan bir akımdı hippilik. Blues temeline dayanan ritimler ve ezgilerle, ciddi anlamda edebi değeri olan ve içinde güncel konularında yer aldığı sözlerle şarkılarını oluşturan gruplar, yaptıkları müzikle dünyayı değiştirebileceklerine inanıyorlardı. Şarkılarında paraya dayalı kurulmuş olan sistemi, dünyayı sömüren devletleri, işçilerin emeğini sömüren şirketleri eleştirdiler. Akımın etkisi altına girmiş neredeyse her ülkeden müzik grupları ve gittikçe büyüyen bir dinleyici kitlesi vardı. Yaptıkları deneyse ve bireysel müziğin kalitesi tartışılmaz derecede iyiydi ancak yazılan şarkı sözlerindeki eleştiriler zamanla koltuk sahibi ve takım elbiseli adamları rahatsız etti.
Tehlikeli hale geldiği düşünülen hippi akımı uyuşturucuyla zehirlendi ve medya tarafından yaptıkları tek şey uyuşturucu kullanmak olan insanlar olarak lense edildi. Tabii ki kendilerini ifade ederken siyasetten, Vietnam savaşından bahsetmeleri kadar normal olan bir şey yok. Tıpkı ülkelerini ve ülkenin başındakileri protesto etmekte anormal hiçbir şeyin olmadığı gibi. Ancak direk olarak siyasi bir kaygı gütmediklerinden, insanlara sevgi barış gibi kavramlarla ulaşmaya çalıştıklarından onlar için bir siyasi akim temsilcileri, yanlış temellendirilmiş bir takim ideoloji sahipleri demek anlamsız olur. Zaten belirli bir sistematik içinde olacak olsalar, uyuşturucu ve özgür cinsellik gibi uç noktada şeylerle insanlara anlatılmazlardı şuanda. Kendi içlerinde kendi değerleri eşliğinde isteyenin uyup istemeyenin uymadığı, uymayanları da pek önemsemediklerini düşündüğüm, rahat, özgürlük dolu ve hoş bir hayat sürmüşlerdir ve göçüp gitmişlerdir. Aynı şeyleri hisseden, aynı fikirlere sahip insanlar ve müzik grupları bu günde var ancak eskiye oranları inançları çok daha fazla yıpratılmış, enerjileri çok daha az ve yaptıkları müziğin eksiye oranla popülaritesi çok düşük. 70’lerin sonuna gelindiğinde rock müzik artık dünyada en çok dinleyici kitlesine sahip ve en fazla sözü geçen müzik türü halini almıştı. Ayrıca daha öfkeli daha tepkili daha sert birkaç topluluk rock müziğe birkaç element daha katıp metal türünü geliştirdiler. Kimilerine göre sadece gürültüden ibaretti, kimilerine göreyse de müziğin geldiği son noktaydı metal. Gitarda, bassta, bateride, vokalde ve diğer bütün enstrümanlarda teknik açıdan ciddi derecede iyi olmak önemliydi. Coşturucu gitar riffler ve muhalefet şarkı sözlerine ek olarak brutal vokalle güçlenmişti etkisi zamanla. Günümüzde neredeyse dünyada en çok dinleyici kitlesine sahip müzik türüdür. Metal Türkiye sınırları içindeki teyplerde ilk olarak 1990’larda çalmaya başladı. Sadece Türk kültürüyle kalmayıp genel olarak uygarlığa büyük ölçüde aykırı olması bu türün toplum tarafından kabul edilmesini diğer türlere oranla daha da zorlaştırdı tabii. Birkaç yıl öncesine kadar dahi metal dinleyenlere kedi kesip şeytana tapan insanlar olarak bakılıyordu. Bir dönemde medyada çıkan bakire kızları kurban eden, siyaha bürünmüş ve genelde metal dinleyen satanistlerin gayet uzun saçlı resimleri, toplumda metal dinleyen herkesin satanist olması gibi bir önyargı oluşturdu. Bu gün metalin Türkiye’de de küçümsenemeyecek bir dinleyici kitlesine sahip olması da bu durum biraz daha hafifletiyor. Ancak ilk zamanlarda uzun saçlı ve siyah giyinmiş herkes
toplum için bir tehdit olarak algılanıyordu ve toplumda kendi içinde tedbirini alıyordu tabi. Fakat para eden her şeyi vakum gibi içine çeken popüler müziğin içine girmesi televizyon programlarında ve radyolarda çalmaya başlaması, toplumun, ilk başlarda onu ürküten metale gayet rahat alışmasını sağladı. Tüm bunların yanında aslında popüler müzik diye bir tür yoktur. Popüler olan her şarkı popüler müziğin içine girer. Ancak günümüz Türk müzik piyasasında popüler müzik kültüründen hariç pop müzik diye bir tür de oluşum gösterdi. Bilgisayarda düzenlenen mekanik, hareketli ve tekdüze giden bir bateri ritmi üzerine konusu sadece aşk ve acı çekmek olan bir ya da iki kıta sözün 8, 12, 16 ya da 20 kere tekrar edilmesi ve arkasında orgla çalınan birkaç notayla, yüzü halk tarafından tanınan herkes tarafından üretilebilme yetisine sahip olan bir müzik türü ve tabi duygu sömürüsünden, düzenli olarak çekilen salya sümük aşk acılarından ve sivri burun ayakkabılardan beslenen, “r” harfine yüklenirken ağlamaklı bir ses çıkarmaktan başka teknik zorunluluğu bulunmayan arabesk fantezi müziği de Türkiye’ye has, Türkiye’de en çok dinleyici kitlesine sahip, her yerde istesekte istemesekte karşımıza çıkan iki güzide müzik türünden biri uzun zamandır. Müzik; kültürel mirastan, toplumsal yapıdan, yaşayış şekillerinden, savaşlardan, inanışlardan, ekonomik durumlardan, kurulan sistemlerden, kurulmayan sistemlerden, sipariş düşüncelerden, kısaca insanları etkileyen olumlu veya olumsuz neredeyse her durumdan etkilenerek bu günkü halini aldı. Tarihi her dönemde bazı şeylerin yansıması oldu. Aynı şekilde, ilerleyen zamanlarda da uygarlığın gelişiminin insan üzerindeki etkilerini, çeşitli yönleriyle mutlaka yansıtacak ve ilerleyen zamanlarda da evrenselliğini koruyarak üzerinde yaşadığımız kürenin duygularını ifade etmeye devam edecektir.
Kitap İnceleme
-11-
Benan ÜZMEZ
Başucumda Müzik Yazar : Kürşat BAŞAR Yayınevi : Türkiye İş Bankası Yayınları Başucumda Müzik, romantik roman normlarını yıkıp geçen dolu dolu bir romandır benim için. Kürşat Başar, bir kadının gözü ile yazdığı bu eserinde bizi insanın derinliklerine uzun soluklu bir yolculuğa çıkartıyor. Konu tabii ki vazgeçemediğimiz aşk… Ama bu kez yasak olanından. Roman 50’li ve 60’lı yıllarda yaşanması bu yasak aşka olağanüstü bir tatlılık ve saflık veriyor. Olayların o dönemin ünlü bir siyaset adamının başından geçmesi heyecanımıza heyecan katıyor.
“Eğer, hayatınızın herhangi bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu. Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın.” Diyor arka kapağı, bizi duygu sellerinde sürükleyen bu eserin. Sizce ?
Nemrut’un Gazabı Yazar : Osman AYSU Yayınevi : Evrim Yayınevi Osman Aysu; hemen her konuda yazdığı romanlarıyla ilgi çeken Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarından. Aysu’nun 2000 yılında çıkarttığı bu roman ise macera, gerilim, hayal gücü ve aşk dolu bir eser. Olaylar, jeoloji doçenti Altan’ın turistik amaçla gittiği Nemrut Dağı’nda birtakım ilginç bulgularla karşılaşması ile başlar ve bunlar genç adamı dehşete düşürür. Çünkü tüm bunlar beş yüz senedir uykudaki Nemrut’un yeniden uyanmasının habercisidir. İstanbul’a döndüğünde araştırma yapmak için ilgili yerlerden izin ister ama reddedilir. En sonunda kendi çabalarıyla özel bir şirketle anlaşır ve hayatta kalma savaşı başlar. Her satırı gerilime batırılmış bu romanda okuyucu her sayfayı kafasında soru işaretiyle çeviriyor. Yazar eserini akıcı bir üslup ve sade bir dille yazdığı için kitap elden bırakılmaz bir hal alıyor.
Film İnceleme
Candan SERTKAYA Mustafa
Yönetmen : Can DÜNDAR Can Dündar’ın 29 Ekim 2008’de vizyona giren belgesel filmi… Daha önce yapılması çok gerekli olduğu halde yapılmamış bir belgesel Mustafa… Çünkü filmde Atatürk’ün hayatı gerçek anlamda yani hep o bildiğimiz kalıplaşmış siyasi ya da askeri yargılar şeklinde değil doğduğu yerlere özlemleri, acıları ile anlatılmaya çalışılmış. Yani filmde Atatürk’ün daha insani ve duygusal özelliklerini tamamen tarafsız bir şekilde ele alınmış olarak görüyoruz. Ölümünün üstünden 70 yıl geçmişken onu tam da bizlere yani yeni nesillere kötü göstermeye çalışanlar çoğalmışken onu gerçekten tanımlayan bir belgesel olmaya da aday Mustafa. Film için Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı arşivleri dahil olmak üzere yerli yabancı bir çok kaynak taranmış. Atatürk’ün yaşadığı mekanlara ekipçe girilmiş ve görüntüleri alınmış. Kendi eliyle yazdığı notlar, günlükler, hatıralar bulunmuş. Bilinmeyen resimlerine ulaşılmış. Sevdiği şarkılar derlenip düzenlenmiş. Görünüşe göre iyi ve geniş bir araştırma yapılmış. Filmin müziklerini, çekiminde de yardımı bulunmuş Goran Bregoviç yapmış. Daha doğrusu dönem şarkı ve marşlarını düzenlemiş. Fragmanları izlemiş olanlar zaten film müziklerinin kalitesinin farkına varacaklardır. Yani bana göre Mustafa işitsel açıdan da gayet zengin ve kaliteli olmuş. Gerek Can Dündar’ın etkileyici anlatımı gerekse Yetkin Dikinciler’in Mustafa’nın notlarına hayat veren sesi bu işitsel zenginliğe renk katmıştır. Kısaca Mustafa Kemal Atatürk’ü çok farklı bir açıdan ele almaya çalışan ve büyük oranda başarılı olan bu belgesel film; halkından başka kimsesi kalmamış bir adamın yaşamını ince ayrıntılarıyla ele alması bakımından izlenmeye değer…
Mizah
-6-
Serhat İRKİN
Serhat Saçmalıyor… Öncelikle önsöz gibi bir şey yapayım. Benim konum kendi gözümden tarih merak ettiğim şeyler ve aklıma gelen sorular. İlk olarak Kabataş Döneminden ilk insanlardan gireyim. Benim gözümde bu insanlar 12 - 13 yaşına geldiklerinde Hidayet Türkoğlu’nun şu anki hali gibi insanlar. Yani şimdi görsek –ühh maşallahı var hayvanın gibi tepkiler verebileceğimiz odalara sığmayıp camlardan taşabilecek şahıslar bunlar.60 numara ayağı olan, boyu 2 metre olanın kısa sayıldığı elips şeklinde insanlar. Tabi bunun sebebi o zamanki hayat şartları. Zaten fil, samur, gergedan filan yiyormuş bu insanlar tavuk mavuk çerez niyetine yani. Ama ne yapsın insanlar yokmuş ki o zaman kışkırtan çilek kavun, çılgın orman meyveleri gibi şuan bile anlam vermediğim şeyler… Yok efendim ‘’höyt, buvurk’’ gibi sesler çıkartarak anlaşmaklar, mağara duvarlarına alakasız şeyler çizmeler biri bir şey sorarsa da avcıyım toplayıcıyım istediğimi yaparım… Oh ne güzel valla… Şu yazdıklarımdan sonra medeniyetsizlermiş diyebilirsiniz ama küçük kızlara hatta bebeklere tecavüz eden, turistleri sadece cinsel obje olarak gören amaçsız insanlardan daha medeni oldukları kesin… Neyse belli bir zaman sonra erkeklerin çok üzüleceği bir şey olmuş. İncir yaprağını keşfetmiş insanoğlu. Şu andan itibaren modayla ilişkiler başlamış, Cemil İpekçi gibi insanların temelleri atılmıştır. Acaba M.Ö 8000 - 7999 ilkbahar-yaz incir yaprağı kreasyonu gibi aktiviteler ya da bol incir yaprağı takıp etrafta dolaşan 2 metrelik rapçiler ile siyah dar incir yaprağı kullanan rockçılar arasında çekişme var mıydı? Ya da incir yaprağını arasında bir simge temsil ediyor muydu? İncir yaprağını takip eden bir sürü yenilik olmuş. Ateş bulunmuş, para insan hayatına girmiş ve zamanla zenginlerin kral olduğu bir dünya oluşmaya başlamış. Bu da sınıfların ortaya çıkmasına sebep olmuş. Buna verebileceğim en güzel örnek Hindistan’daki Kast sistemidir herhalde. Öyle bir sistem ki bu baban neyse sen de o olmak zorundasın. Rahipse rahip, yöneticiyse yönetici, paryaysa yandın zaten. Paryalar bugünkü Hint fakiri tabirinin ta kendisi elinde sadece çanak olan ve dilene bu insanlara ya para veriyorsunuz ya da çanağına tükürüyorsunuz yani yüzüne bile tükürülmez senin diyorsunuz. İşin ilginç tarafıysa şu; bu adamalar parya doğuyor ve daha sonra ne kadar zengin olursa olsun, isterse 6’lıyı tuttursun ya da sayısaldan para tuttursun sınıf değiştiremiyor anca elindeki çanak üzerine yatırım yapabilir. Altın bir çanağı olan bir parya daha çok para kazanır herhalde. Sonuç 0larak bu insanlar için bu günkü dilencilik sisteminin ataları diyebiliriz. Dilencilerin atalarını bir kenara bırakıp gelelim bizim atalara. Göktürkler, Hun Türkleri işte bu insanlar havadar yerleri seven, özgürlüklerine önem veren çadırlarda yaşayan rahat insanlarmış. Ne özelleştirmeyi savunan bir yöneticileri varmış ne de koyun olan bir halk. Hatta her şey ortakmış, özel olan tek şey at, avrat, silahmış… Yaşayış olarak ta bir yanda kopuz çalanlar, diğer tarafta kımız içenler, ortak paydaysa Çinlilerle uğraşmakmış. Hayatlarından bezmiş o adamlar, ondan o kadar kısa o insanlar, anaları ağlamış adamların gözleri çekik kalmış. Bizden korunmak için koca Çin Seddi’ni yapmışlar ama hemen ardından merdiveni icat etmiş bizimkiler… Benim aklıma şu gelir hep acaba Çin Seddi’ne grafiti atan Türkler ya da onu tuvalet olarak kullananlar var mıydı? Çinlilerle uğraşmaktan ve Çinli hatunlardan bıkan bizimkiler Avrupa’ya doğru yola koyulmuşlar.Bu sırada önlerine çıkan viziGOT ve ostraGOT kavimlerini ‘’yürüyün len buradan GOT herifler’’ diyerek kovalamış bizimkiler=Kavimler Göçü(375)…Sonuç olarak Avrupa Türk Tarihi başladı..Avrupa da kurulan birçok Türk Devleti,Anadolu’ya geçiş sanatına ve kültürüne hayran kalınacak bir Osmanlı Devleti.Benim sorumsa şu Osmanlılarda da zamanının tamamını nargile kahvelerinde geçiren,düğünlerde havaya ok atan insanlar var mıydı?Magandalık yüzünden yada’’surlardan sarkmak tehlikeli ve yasaktır gibi tabelalara uymayıp ölen insanlar var mıydı? Şimdi ’’Tarih tekerrürden ibarettir’’ sözüne evet derseniz anlattıklarımın size mantıklı gelmesi lazım. Eğer hayır derseniz o zaman bizim ne kadar bozulduğumuzun, geçmişe ve geleceğe ne kadar mahcup düştüğümüzün ve artık bir şeyler yapmamız gerektiğinin farkına varmamız gerekir…
Hikaye
-12-
Gizem KÜZ
Sayha Ondaki farklılığı, değişimi ilk defa iki gün önce hissettim. Aslında her zamanki gibiydi görünüşte ama gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir donukluk vardı. Tam gülerken, her şey harikayken, birden gözlerini kaçırıyor; bir noktaya sabitlenip, sanki kendisinden başka kimsenin görmediği şeylere bakıyor, kimsenin bilmesine izin vermediği şeyleri düşünüyordu. Onun bu halini gördüğümde şaşırdıysam da, çevredeki başka kimsenin, çevresindekilerin bunun farkında olmadıklarını görüp, kendi kendime kuruntu yaptığımı söyleyip avunuyordum. Bugün, bana yaklaştığını gördüğümde belliydi aslında; yine duymaktan hoşlanmayacağım şeyler duyacak, yine dolu dolu – ama asla kendini bırakmayan – bir çift göze bakarak, körpe dudaklardan titreyip, çatlayan bir sesle dökülen sözcüklerle şaşıracak, belki de tüm bunları yaşatanlara sinirlenecek, sövecektim. Belliydi; çünkü bana yaklaşan bu gözlerdeki yardım çığlığını görmem kaçınılmazdı. Gülmüyordu gözlerinin içi, donuk da değildi bu defa… Canlıydı, diriydi, karmakarışıktı – öfkeli, coşkulu, kararsız, çocuk, heyecanlı, masum, suçlu, sönük… -. Dokunsam ağlayacaktı sanki. Yaklaştı, yaklaştı… Karşımda oturup olan biteni anlattığında, o gözyaşlarına biraz çocuk, biraz kadınca – ama mutlaka insanca – bir gururla karşı koymaya çalışıyorken, hala o bakışı gözümün önündeydi. Ve ben kendimi zannettiğimden, beklediğimden de kötü hissediyordum. Yine de onun ihtiyacı olan ve öğretmeninden beklediği şeyi yapmak, yüreğine su serpebilmek adına takınabileceğim en soğukkanlı tavrı takınıp, o durumda – o öyle durup ıslak gözlerle bana bakarken – söyleyebileceğim en aklı başında cümleleri kurmaya çalıştım. Sakin olmasını, akıllı davranmasını istedim ondan. Dudaklarım bunları söylerken, beynim farklı bir yere gitmişti. Böyle bir durumda hiçbir kadının kendisine sormaktan kaçamayacağı bir soru beynimde dönüp duruyordu: “Peki ya ben olsaydım ?” Ya ben olsaydım, on yedi yaşında ve babam gibi gördüğüm, güvendiğim, saygı duyduğum bir adamın dudaklarını odakladığı, öpmeye çalıştığı o dudaklar benim dudaklarım olsaydı? Tüm utanmazlık, arsızlık, insanlıktan ayıklanmış, en ilkel duygularla beli kavranıp, beyazlaşmış kıllarıyla bir el, mahremiyetini hiçe sayarak vücudunda dolaşmaya çalışırken mantıklı ve olgun davranmak zorunda bırakılan; bencilliği yadsınamaz bir yaşta iken, bu aşağılıkça duygulara karşı susmak, kendisi kadar başkalarını da korumak için susmak zorunda kalan; ve tam da bunun için, susmayı kabullenmek olarak gören, susmayı – kabullenmeyi – reddeden, içinde çığlıklar atarak buna isyan eden benliğinin ağzını eliyle kapatmaya çalışan genç kız ben olsaydım? Yapabilir miydim? On yedi yaşında, omuzlarında bu yükle mantıklı, soğukkanlı ve sakin olabilir miydim? Yaşadıklarımdan, o adamdan, zaman zaman kendi benliğimden kaçarken, tüm ağırlığıyla bu yükü tek başıma kaldırmayı becerebilir miydim? Şimdi bu genç kızdan yapması beklenen buydu işte. O, biliyor, susuyordu; yalnızlıktı bu! Yalnızdı… Kimsenin bilmediğini bilip, susuyordu ve bunun için güçlüydü. Şimdi bu güç, belki de onun toprağından yeniden, daha sağlam bir halde doğmasını sağlayacak belki de getirdiği ağırlıkla onun toprağa gömülmesine sebep olacaktı. Tüm bu ağırlık, tüm bu güç ve yalnızlık, onu hataya zorlayacak, omuzlarında bu baskıyla yaşayacak ve dik durmaya çalışacaktı. Peki ya o adam… Hiç mi düşünmemişti bunları? Henüz hayata kapı eşiğinden bakıp, adım atmaya tereddüt eden bu genç kıza yaptıkları, hiç mi gelmiyordu aklına, vicdanını hiç mi sızlatmıyordu? Nasıl, nasıl rahatça uyuyabiliyor, sabahları nasıl onu düşünmeden aynı rahatlıkla güne başlıyor; kendi ailesinden fertlerinden birine aynı hakaretin yapılabileceğini hiç mi düşünmüyordu? Karısının, çocuklarının, insanların yüzüne nasıl bakabiliyordu? Düşünmeyi bırakıp, gözlerini kapattı. Duyduğu tiksintiyi geçiştirmek için derin bir nefes aldı. Bu adama denilebilecek ne çok şey ve ne az şey vardı…
Kültür-Sanat Dünyası
Fransız yazar Jean-Marie Gustave Le Clezio bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü'nü Fransız yazar Jean-Marie Gustave Le Clezio kazandı. İsveç Akademisi, Le Clezio'ya verilen ödülle ilgili açıklamasında, romancıyı, "mevcut medeniyet altında ve ötesinde insanlığın kaşifi, duygusal coşkunun, şiirsel maceranın ve yeni ayrılıkların yazarı" olarak tanımladı. 2008 Nobel ödülü adayları arasında Amerikalı yazarlar Thomas Pynchon ve Don DeLillo ile Suriyeli şair Adonis'in adları geçiyordu. Nobel Edebiyat Ödülünü geçen yıl da İngiliz yazar Doris Lessing almıştı.
Karl Marx'a rağbet var. Alman yayıncı Joern Schuetrumpf, dünyanın önde gelen ülkelerinin ekonomilerinin duraklama sürecinde olmasının ve piyasaları altüst eden krizin Karl Marx'a dönüş yaptırdığını söyledi. Frankfurt Kitap Fuarı'nda yöneticisi olduğu Karl Dietz Yayınevi'nin tezgâhında söz alan Schuetrumpf, "Kapital"in kurumun en çok satanlar listesinin ilk sırasında olduğunun altını çizdi.
Frankfurt Kitap Fuarı'nda, yöneticisi olduğu Karl Dietz Yayınevi'nin tezgâhında söz alan Joern Schuetrumpf, "Kapital"in kurumun en çok satanlar listesinin ilk sırasında olduğunun altını çizdi. 2005'ten beri kitabın satışının arttığını söyleyen Alman yayıncı, 2008'in ilk dokuz ayında kitaptan 1500 adet satıldığını söyledi.
-13-
Haberler
Dali, İstanbul'a geliyor. Önümüzdeki Eylül ayında açılacak olan “İstanbul'da Bir Sürrealist: Salvador Dali” sergisinde yer alacak geniş koleksiyon, sanatçının dünyaya geldiği İspanya Figueres'teki Salvador Dali Müzesi'nde tanıtıldı. Sergi, Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) ve Gala-Salvador Dali Vakfı işbirliğiyle 19 Eylül 2008-19 Ocak 2009 tarihleri arasında SSM'de sanatseverlerin ilgisine sunulacak.
Ünlü isimlerden ücretsiz sinema eğitimi… Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından 28 Kasım-4 Aralık tarihlerinde düzenlenecek “3. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali” kapsamında gerçekleştirilecek ücretsiz sinema kurslarının başvuruları başladı. Festival, bir haftalık sinema maratonunun yanı sıra önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da Bursa’da önemli sanatsal faaliyetlere ev sahipliği yapacak. Festivalin film gösterimlerinden sonra en büyük ilgiyi gören etkinliklerinden olan ücretsiz sinema kursları, bu yıl da düzenlenecek. İyi birer sinema izleyicisi yetiştirmek, sinema sanatını sanat yapan üreticilerini, sektörün önde gelen isimlerini ve sinema alanında eğitim veren akademisyenleri Bursalı sinemaseverlerle buluşturmak amacıyla düzenlenen, her yıl yoğun ilgi gören kurslardan bu yıl 110 sinemasever yararlanacak. Tayyare Kültür Merkezi’nde 29 Kasım-3 Aralık tarihlerinde düzenlenecek kurslara katılmak isteyenler başvurularını, festivalin “www.ipekyolufilmfest.com” adresli internet sitesinden en geç 20 Kasıma kadar başvurularını yapabilecek.
Emre Aydın Avrupa Fatihi! MTV Avrupa Müzik Ödülleri'nde Emre Aydın, tüm ülke birincilerini sollayarak birinci olmayı başardı. İngiltere birincisi, dünyaca ünlü şarkıcı Leona Lewis’i bile sollayan Emre Aydın artık Avrupa’nın En İyi Sanatçısı... En iyi Türk sanatçı ödülü’nün sahibi olan Emre Aydın Liverpool’da, Avrupa'nın en büyük müzik ödül töreni olarak kabul edilen “MTV Avrupa Müzik Ödülleri” töreninde, 06 Kasım Perşembe gecesi açıklanan oylama sonucunda “AVRUPA’NIN EN İYİ SANATÇISI” olmayı başardı ve dünyaca ünlü yıldızlar; Beyoncé Knowles, The Killers, Kid Rock, Duffy, Pink, Take That, Tokio Hotel, SugaBabes, Solange Knowles, Grace Jones ile aynı sahneyi paylaşma şansını elde etti… En İyi Sanatçı'nın kimin olacağını belirlemek için 12 Ekim 2008 tarihinden bugüne tüm dünyadan gelen oylarla MTV Türkiye’nin adayı Emre Aydın Avrupa’nın Fatihi olmayı başardı. Bu yolda önce Hadise, Sagopa Kajmer, Hayko Cepkin, Hande Yener ve Hadise’yi eleyerek MTV Türkiye birincisi olamayı başaran Emre Aydın, katılan 21 Avrupa ülke birincilerini bile geride bırakarak “Avrupa’nın En İyi Sanatçısı” oldu. Dünya'nın bir numaralı müzik televizyonu olan MTV, dünyanın 168 bölgesinde, 23 farklı dilde yayın yapmakta olup; ortalama 400 milyon hanede izlenmektedir.
Nâzım'ın 'Öteki Defterler'i Nâzım Hikmet'in 1938'de İstanbul Tevkifhanesi'ndeyken kullandığı defterler, Piraye'ye yazılmış mektupların olduğu
sandıkta bulundu. Nazım'ın yeni defterlerinde bulunan dört anlatı parçası 'Öteki Defterler' adıyla Eylülde YKY'den çıkıyor.Memet Fuat arşivi düzenlenirken, Piraye'ye yazılmış mektupların bulunduğu sandıktan çıkan, yarım kalmış ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlanmamış roman ve hikâye parçalarıyla dolu defterlerden 160 sayfalık yeni bir Nâzım Hikmet kitabı hazırlandı. Piraye'nin 5 Mart 1938 tarihli mektubunun görseliyle başlayan kitapta "Orası" adlı yarım kalmış bir roman, kitapta yüz sayfalık bir bölüm oluşturuyor.
Tiyatro Ödülleri'nde en iyiler.. Tiyatro Dergisi tarafından bu yıl altıncısı düzenlenen “Tiyatro Ödülleri” sahiplerini buldu. Harbiye'deki Kenter Tiyatrosu'nda düzenlenen ödül töreninde, “Yılın Yapımı” ödülüne Dostlar Tiyatrosu “Sivas'93 adlı oyunuyla layık görüldü. “Yılın Yönetmeni” ödülünü “Şeylerin Şekli” adlı oyunla Mehmet Ergen kazanırken, “Yılın Kadın Oyuncusu” ödülünü Ayça Bingöl, “Yılın Erkek Oyuncusu” ödülünü de Sezai Altekin aldı. “Yılın Yazarı” ödülüne “444” adlı oyunla Yiğit Sertdemir'in değer görüldüğü gecede, “Yılın Çevirmeni” ödülünü “Bana Bir Picasso Gerek” adlı oyunun çevirisiyle Şükran Yücel aldı.“Yılın Sahne Tasarımcısı” ödülü “Bir Şehnaz Oyun”da ki tasarımıyla Ali Cem Köroğlu ve “Mutlu Yıllar” oyunundaki tasarımıyla Barış Dinçel arasında, “Yılın Işık Tasarımcısı” ödülü ise “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” adlı oyunla Yakup Çartık ve “Oyunu Bozuyorum” oyunuyla Yüksel Aymaz arasında paylaştırıldı. “Yılın Giysi tasarımcısı” ödülünün “Bayazıt” adlı oyunla Canan Göknil'e verildiği gecede, “Yılın Oyun Müziği” ödülünü “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” adlı oyunun müziğini yapan Çiğdem Erken kazandı.