Antik Yunan'ın Kültür Tarihi

Page 1

ANTİK YUNAN’IN KÜLTÜR TARİHİ EGON FRIEDELL

DOST


yaşam & kültür

B u dizi Zehra A k s u Y ılm a zer’in yönetim inde hazırlanm aktadır.



A ntik Yunan’m K ültür Tarihi

Egon Friedell (1878-1938) Egon Friedell 21 Ocak 1878’de Viyana’da doğdu. Üniversitede felsefe ve Germanistik okudu. “Bir Filozof Olarak Novalis” adlı teziyle doktorasını yaptı. Peter Altenberg ve Alfred Polgar’ın dostu olan dramacı, kabareci ve tiyatro eleştirmeni Egon Friedell Viyana kültür çevrelerinin Önemli şahsiyetlerinden biriydi. 1922-27 yılları arasında Berlin ve Viyana’da Max Reinhardt tiyatrosunda oyunculuk yaptı. Daha sonra serbest yazarlık hayatına atıldı. Ü ç ciltlik eseri Kulturgeschichte der Neuzeit [Yeniçağın Kültür Tarihi] onu bir anda meşhur etti. Hitler’in Avusturya’ya girmesinden kısa bir süre sonra, 16 Mart 1938’de, intihar etti. Egon Friedell’in diğer eserleri: Kulturgeschichte Agyptens und des Alten Orients. Leben und Leğende der vorchristlichen Seele [Mısır’ın ve Eski Şark’ın Kültür Tarihi. Hıristiyanlık Öncesi Yaşam ve Efsane]. Kulturgeschichte der Neuzeit. Die Krisis der europaischen Seele von der schwarzen Pest his zum Ersten Weltkrieg [Yeniçağın Kültür Tarihi. Vebadan Birinci Dünya Savaşı’na Kadar Avrupa'nın Yaşadığı Krizler].

D


yaşam S? k ü ltü r 1) ZEYTİN, ÜZÜM VE İNCİR, Viktor H ehn, Haziran 1998 2) SEYAHATİN KÜLTÜR TARİHİ, Winfried Löschburg, Ağustos 1998 3) ÇIPLAKLIK VE UTANÇ, Hans Peter Duerr, Mayıs 1999 4) ÇAYIN KÜLTÜR TARİHİ, Stephan Reimertz, Temmuz 1999

Friedell, Egon Antik Yunan'm Kültür Tarihi ISB N 9 7 5 -7 5 0 1 -96 -4 / Türkçesi, Necati A ç a / D ost Kitabevi Yayınları Aralık 199 9, Ankara, 3 1 2 sayfa. K ü ltü r Torihi-Torih-D izin


A NTİK YUNAN’IN KÜLTÜR TARİHİ Hıristiyanlık Öncesi Yaşam ve Efsane

Egon Friedell

DOST

kitabevi


ISBN 975-7501-964 Kulturgeschichte Griechenlands

Leben und Leğende der VorcKrtst(ichen.Seele E G O N FRİEDELL © C. H. Beck’sche Verlagsbuchhandlung, 1994 Bu kitabın Türkçe yayın hakları ONK Ltd. Şti. Aracılığıyla Dost Kitabevi Yayınları'na aittir. Birinci Baskı, Aralık 1999, Ankara A lm ancadan çeviren, N ecati Aça Yayına Hazırlayan, Zehra A ksu Yılmazer Yunanca Revizyon, Filiz Dingil Teknik Hazırlık, M ehm et D irican - D ost ITB Bas/a ve Cilt, Pelin O fset Dost Kitabevi Yayınları Karanfil Sokak, 29/4, Kızılay 06650, Ankara Tel: (0312) 418 87 72 Far. (0312) 418 03 55 raulman (a)domi.net. tr


İçindekiler

I.

BÖLÜM

İONYA BAHARI Ruh ve Çevre 13 - Yunan Sahnesi 15 - Dağlar 16 - Adalar 17 -- Gemicilik 18 - Kuzey ve Orta Kesimler 19 - Peloponnesos 20 - Boyutların Küçüklüğü 23 - Hava Sıcaklığı 24 - Güneş, Su ve Hava 26 - Ön Plan Halkı 27 - Çi­ çekler 29 - Ağaçlar 31 - Meyveler 33 - Zeytinyağı 35 - Madenler 37 Sadelik 39 - Av 39 - At, Köpek, Kedi 40 - Sığır, Domuz, Koyun 43 - Kü­ mes Hayvanlan 44 - Balıklar 45 - Kırmız 46 - Yunanlıların Doğa Duygusu 47 - Yunan Dehası 48 - Yunan Ethos’u 49 - Yunan Ölçülülüğü 51 - Yunan Bireyciliği 53 - Görüntünün Görüntüsü 55 - Yunan Harfleri 56 - Yunan Biçimleri 58 - Yunancanın Telaffuzu 60 - Yunan Lehçeleri 63 - Heykeltı­ raş Homeros 64 - Homeros’suz Homeros 66 - Homeros’un Kompozisyon­ ları 67 - Uzman Homeros 70 - Homeros’un Dünyası 70 - Hesiodos 72 Olympos 73 - Yeraltı Dünyası 75 - Kahramanlar 76 - Öte Dünya 76 - Gi­ zemler 77 - Alametler 78 - Yunan Dini 81 - Yunan Çağları 83 - Yunanis­ tan’ın Hellenistik Dönem Sonrası Tarihi 86 - Yunan Kavimleri 88 - Yunan Kolonileri 89 - Kroisos 91 - Monarşinin Çöküşü 92 - Drakon 93 - Solon 94 - Yunan Parası 95 - Sparta 97 - Lakonizm 99 - Girit 102 - İonya Kenti 102 - Tiranlık 103 - Polykrates 105 - Peisistratos 105 - Polis 107 Kalokagathia 108 - Spor 109 - Oğlancılık 110 - Amelelik Nefreti 112 — Vazo Ressamlığı 114 -H eykeltıraşlık 116 - İlk Anıt 118 - Tapınak 119 Sütun 120 - Müzik 121 - Arkhilokhos 123 - Alkman 123 - Elegeia 124 Alkaios ile Sappho 124 - Anakreon 126 - Theognis 126 - Simonides 127 -


Aisopos 127 - Dor Komedyası 128 - Thales 129 - Anaksimandros 130 Pythagoras 132 - Eleacılar 135 - Diyalektik 137 - Herakleitos 139 - Mate­ matik 141 - Historia 142 - Apenninler Yarımadası 144 - Etrüskler 145 — Roma 146 - Krallar 147 - Eski Romalıların Kişiliği 148 —Eski Romalıların Yaşamı 151 - Latince 152 - Romalıların Dini 153 - Roma Kültü 155 Mecusilik 157 - Zerdüştlüğün Etiği 158 - İran 160 - Akhaimenidler 161 Pers Postacılığı 163 - Pers Sanatı 163 - M iletos’un Düşüşü 164 - Miltiades 164 - Themistokles 165 - Kserkses 166 - Leonidas 167 - Salamis 167 Dünya Tarihindeki Olaylar 168 II. BÖLÜM ATİNA’NIN DÜNYA GÜNÜ Maske 173 - Gerçek İnsan 174 - Ülkü 175 - Kızılderili Köyü 176 - Attika Deniz Birliği 177 - Themistokles ve Kimon 179 - Yunanistan’ın Batısı 180 - Toplumsal Gelişim 181 - Yaşam Standard 183 - Yaşam Biçimi 186 Perikles 187 - Peloponnesos Savaşı 189 - Alkibiades 190 - Atina Demok­ rasisi 194 - Atina Devlet Bütçesi 195 - Kadınlar 198 - Sykophantes 199 Platon’un Karşı-Devleti 200 - Köleler 200 - Atinalının Bir Günü 202 “Katı Üslup” Sanatı 203 - Yunan Tiyatrosu 206 - Koro 209 - Katharsis 210 - Antik Drama ve Elıristiyan Draması 211 - Aiskhylos 212 - Pindaros 214 Polygnotos 215 - Herodotos 217 - Sophokles 219 - Pheidias 221 - Myron 223 - Polykleitos 224 - Empedokles ve Anaksagoras 225 - Sofistler 228 Protagoras 229 - Gorgias 230 - Prodikos ve Kritias 231 - Sofizm Sonrası 232 - Sokrates Davası 235 - Sokrates’in Felsefesi 235 - Demokritos’un Atomculuğu 238 - Demokritos’un Algılama Kuramı 240 - Demokritos’un Etiği 241 - Hippokrates 243 - Antik Kitap 244 - Thukydides 246 Euripides 248 - Komedya 251 - Ressamlar 254 - Savaş Sonrası Dönem 256 - Dionysioslar 257 - Anabasis 259 - Epameinondas 261 - Romalıların Ortaçağı 263 - Keltler 264 - MakedonyalIlar 266 - Philippos 267 Khaironeia 269 - İskender’in Sırrı 270 - İskender’in Ruhu 272 - İskender ve Kader 274 - Yoksullaşma ve Plutokrasi 276 - Hetairokrasi 278 - Priene 279 - Hitabet Sanatı 281 - Aristippos 284 - Kinikler 285 - İdealar 287 - İlk Profesör 289 - Aristotelesçi Akılcılık 291 - Aristotelesçiliğin Bilançosu 293 - Theophrastos ve Karakterler 294 - Theophrastos’un Ruhbilimi 297 Eudoksos 298 - Apelles 298 - Praksiteles 299 - Skopas ile Lysippos 301 Efekt Sanatı 302 - Dünya Gününün Sonu 304 DİZİN 305


ön söz

E gon Friedell 1938 yılında A lm an birlikleri A vusturya’ya girdikten sonra intihar ettiğinde, elinizdeki bu kitabı yeni yazıp bitirm işti. K itabın m anüskriptine G estapo tarafından el koyul­ du, fakat F riedell’in varislerinin cesaretli girişim leri sayesinde kitap kurtarılabildi. 1936 yılında yayım lanan K ulturgeschichte des  gyptens und des alten O rients [M ısır ve Eski Ş ark’ın K ültür Tarihi] ve K ul­ turgeschichte G riechenlapds [A ntik Y u n an ’ın K ültür Tarihi] tarih felsefecisi F riedell’in, bu alaycı dâhinin, olgunluk eserle­ ridir. Egon Friedell kitabının son bölüm ünde Eski R om a’yı ele almayı ve kitaba şu başlığı verm eyi düşünüyordu: Eskiçağın K ültür Tarihi - H ıristiyanlık Ö ncesi Ruhun Yaşam ve Efsanesi. A ncak bu son bölüm asla yazılam adı. Friedell’in elinizdeki kitaptan önce yazdığı K ulturgeschichte der N eu zeit’m [Y eniçağın K ültür Tarihi] altbaşlığı D ie Krisis der europaischen Seele von d er Schw arzen P est bis zum Ersten W eltkrieg'dir [K ara V ebadan I. D ünya Savaşm a K adar A vrupa R uhunun Bunalım ları],


10

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

Y er yer, “önceki” cilde yapılan gönderm eler, Kulturgeschichte des  gyptens und des alten O rients’e yapılan gönder­ m elerdir. V iyana, 1949 W alther Schneider


I. BÖLÜM



Ionya Baharı

Sırların en büyüğü, insanın kendisidir. Bu sırrı ifşa etm ek ise dünya tarihinin işidir. NOVALIS

İnsanın kardeşleri bitki ve hayvanlar gibi basit bir toprak Ruh ve m ahsulü olduğunu ileri süren görüş, sanki çok eskiden değil de Çevre daha dün ortaya atılm ışçasına günceldir. G erçekten de, bu görü­ şün daha A ristoteles tarafından bile savunulduğunu görürüz; o da haklı olarak B üyük H ippokrates dediği H ellas’m başheki­ m ini tem el alır. H er ikisi de, insanın ruhen ve bedenen uyum gösterdiği ülke ve iklim kadar bir değeri olduğunu kuşkuya yer bırakm ayacak bir açıklıkla ifade eder. Fakat ilk aklım ıza gelen, bize en yakın düşünceler h er zam an en sağlam düşünceler ol­ m ayabilir: K endi kuram ından yola çıkarak, A vrupa’nın soğuk diyarlarının sakinlerinin h er ne kadar cesur iseler de, tinsel kav­ rayış ve sanat duyarlılığı bakım ından kısır, devlet ve hâkim iyet kurm a işlerinde yeteneksiz olduklarını ileri süren A ristoteles’te de görürüz bunu. D ünyanın o zam anki durum una bütünüyle uy­ gun düşen bu yargı, günüm üz penceresinden bakıldığında ger­ çeklere uzak mı uzaktır; zira günüm üzde hiç kim se, kıtamızın kuzeyinin, K ant ve N ew ton, R em brandt ve Shakespeare gibi şahsiyetlerin yetiştiği toprakların tinsel kavrayış ve sanat duyar-


1 4 ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

lılığı bakım ından çorak olduğunu, İngiltere, R usya ve Prus­ y a ’nın hâkim iyet ve devlet kurm a işlerinin üstesinden gelem e­ diğini söylem e cüretinde bulunam az. H er tarih felsefesinin doğ­ ru olduğu kadar yanlış da olduğu bir kez daha görülür burada: Çehresi değişken ya da daha ziyade puslu olan dünyanın ruhu karşısında yanlış, kendi dönem inin bir ifadesi olarak doğrudur. G örünen o ki, A ristotelesçi bakış açısı tüm antikçağa hük­ m etm iştir. Polybios gibi keskin bir tarih düşünürü dahi, iklimin halkların yapısını ve rengini olduğu kadar törelerini de biçim ­ lendirdiğini söyler. O rtaçağ ise, pek bir dünyevi olan bu bilge­ liğe boyun eğm eyecek kadar derin düşünür. Fakat ondokuzuncu yüzyılda bu bilgelik, insanın gıda, toprak, iklim ve “doğadaki görüngülerin to p la m f’ndan başka bir şey olm adığını bütün dö­ nem ve bölgelerden derlenen bir yığın belgeye dayanarak he­ m en her sayfada kanıtlam aya çalışan B u ck le’ın İn g ilte re’deki M edeniyetin Tarihi adlı yapıtı sayesinde neredeyse bir dogm aya dönüşür gibi olm uştur yeniden. L udw ig Feuerbach’ın ayaküstü ettiği (am a kuşkusuz ciddi olduğu) latifeye bir adım kalm ıştır artık: “ İnsan, yediği şeydir.” İnsan, rızk ve alınyazısı doğanın im biğinde m ekanik olarak dam ıtılan yapay insana (hom unculıts) indirgenir; böylece tarih araştırm acısına da, tarihselciliği “gerçek bilim ” seviyesine çıkarm ak için gereken reçeteyi ele geçirm ek kalm ıştır yalnızca. A m a genç yaşta, üstelik canhıraş bir biçimde belge toplam aktan ölen -k u şk u su z insani şaşkınlıklar tarihinin aktarabileceği en ilginç ölüm biçimlerinden biridir b u zavallı B uckle’ı acım asızca yargılam ak niyetinde değiliz. Ondo­ kuzuncu yüzyılın gerçek bir evladı olarak yalnızca çalışma gü­ cünü değil, aynı zam anda gerçek bir İngiliz olarak kendi savını da abartm iştır o. A m a yine de, içten ve yoğun olan her çabada, ilgimizi, hatta saygım ızı hak eden bir parça hakikat gizlidir. Halkları olduğu kadar bireyleri de biçim lendiren şey, on­ ların yetenek ve m izaçlarıdır. Bu iki gücün kaynağını bilen yoktur, am a bir kez oluştuklarında bu ikisi asla çevreden ve “ortam ”dan bağım sız düşünülem ez. En büyük yetenek bile bes­ lenebileceği bir kaynağa, en güçlü m izaç bile etkileyebileceği bir m anyetik alana ihtiyaç duyar. İzlenim lerden yoksun kalan tinin kaderi yetersiz beslenm edir; eylem m alzem esinden yok­ sun kalan azm in akıbeti körelm edir. G erçek bir tinin her şeyle beslenecek, sahici azm in de her şeyden bir m alzem e çıkartacak


İONYA BAHARI

t5

güçte olduğu söylenebilirdi elbette; am a biz B uckle’ın düştüğü hataya düşm ek ve kuram ım ızı abartm ak istem iyoruz. D oğa, y a­ ni “dışarısı” da bir biçim de işin içine girm elidir: D ünya basitçe istenç ve düşlem den ibaret değildir. B uradaki durum biraz da seyahat etm eye benzer. D ünyayı dolaşan gezginler çoğunlukla en körelm iş ve en sıradan insanlardır ve hep öyle kalırlar. Am a doğru gezgin doğru yolculuğa çıkm ışsa! İşte o zam an tem as de­ nen m ucize ortaya çıkar. Elbette, ruh ile çevre arasında bu tür­ den sihirli bir tem as olacak diye bir kural yok, ne bireyler ne de halklar için; her şeyden önce m ucizenin doğasından ötürü. Bu­ nunla beraber, işin belki de en güzel yanı şu ki, dünya tarihi böylesi m ucizelerle dolu. Fakat bırakalım şimdi şeyleri “olm uş olacaktı” çerçevesinde Yunan sorgulayan spekülasyonların nobran sisler ülkesini de, gün gibi Sahnesi açık “olm uş olan”ın som ut gerçeğine bakalım . Bakışlarım ızı zam anın ve m ekânın neresinde gezdirirsek gezdirelim , insanlık tarihinin daim a belirli, kendine özgü dekora sahip bir sahnede oynandığını görürüz ki, elbette sırf bu yüzden dekor dramın kendisidir diyem eyiz: Y oksa bu m addeci görüş, asıl işin dekor olduğunu ileri süren bazı tiyatrocuların bakış açısı kadar dardır. Çevre yalnızca bir dekordur: A m a her yönetm en, dekorun oy­ nadığı rolün çoğunlukla ne kadar önem li ve vazgeçilm ez, hatta ve hatta m ukadder olabildiğini söyleyebilir. Keza, gerçek dram oyuncusu, sahne dekorunun işin m ahiyetini anlatm akta yetersiz kalan “dekorasyon” kavram ından çok daha fazlasını içerdiğini, işin içine ses, renk ve esrarlı bir hava katarak ruhun hezeyan­ larına eşlik ettiğini ve oyunda sessiz kişi olarak daim a yer aldı­ ğını bilir. Şöyle yazar G oethe: “Ve işte şimdi bütün bu sahil ve burunlar, körfez ve koylar, ada ve yarım adalar, kayalık ve kum ­ sallar, fundalık tepeler, yem yeşil m eralar, bereketli tarlalar, ren­ gârenk bostanlar, bakım lı ağaçlar, salkım saçak bağlar, dumanlı dağlar ve iç açıcı ovalar, y ar ve kum ullar ve bütün bunları ku­ caklayan deniz, bunca çeşitliliğiyle zihnim de yaşarken, işte an­ cak şimdi benim için canlı bir sözcüktür O dysseia.” Gelin gö­ rün ki, G oethe bu satırları Y unanistan’da değil, Yunanlıların evvelden beri ikinci yurt edindikleri N ap o li’de yazm ıştır: M e­ kânın gücünü işte böylesine şiddetli bir biçim de hissetm iştir orada. Y üzyıllardır gözüm üzde haddinden fazla büyütm üşsek de, “Y unan sahnesi” Y unan kültüründen ayrı düşünülem ez.


16

Dağlar

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

Y unan yarım adasının doğası, A kdeniz araştırm acısı Theobald F ischer’in “dağlık deniz ülkesi” tabiriyle özetlenebilir. D ağlardan ve kıyılardan yana zengin olm ası nedeniyle bu böl­ ge A vrupa karşısında, A v ru p a’nın dünya karşısındaki konu­ m una benzer bir konum a sahiptir: B u yönüyle A vrupa’nın Avrupası unvanım hak eder; yalnız bu yönüyle de değil elbette. Bir tek dar vadilere geçit veren sarp dağ silsileleri neredeyse bütün bölgeye yayılm ıştır; koskoca H ellas’taki yegâne geniş ova T esalya’dadır. Y unanlıların m alum bağım sızlık duygusu ile bölgeciliklerinin kökleri burada yatar; H ellenist kavm e özgü olan ve hem çağdaşlarını hem de sonraki kuşakları sürekli hay­ retler içinde bırakan renkli çeşitliliğin kökleri de buradadır: H e­ m en her büyücek vadi başlı başına bir dünya yaratabilecek do­ ğal im kânlara sahipti. Bu nedenle, Y unanlılara özgü bir devlet biçim i olan p o lis (kent devleti) bu aşırı uç haliyle dünya ta­ rihinde bir de yalnızca -b e n z e ri nedenlerden ö tü rü - Fenikeli­ lerde gördüğüm üz son derece özgün, siyasi bir yapıdır. Daha güçlü hâkim iyet bölgeleri oluşturm ak am acıyla yalnızca Lakonia ve A ttik a’da ittifak kurulabilm iş ve bu ittifak giderek kötü­ leşen koşullarda sürekli en acım asız şiddet uygulam alarına baş­ vurularak ayakta tutulabilm iştir. Y unanlı, kent devleti dışında herhangi bir yetke tanım az, büyük bir devlet örgütlenm esine yönelik her türlü teşebbüsü de baştan despotluk sayardı. Fakat m adalyonun bir de öbür yüzü vardı: D ar alana sıkıştırılm ış ve kapalı kutuyu andıran nüfusa bizzat p o lis dünya tarihinde eşi görülm edik bir despotizm uyguluyor, ülke ise gözü dönmüş kardeş kavgalarıyla içten içe kem iriliyordu: Eski H ellas’ın tari­ hi, devasa bir akraba cinayetleri tarihidir - söylen dünyasının aile dram larıyla dolup taşm ası boşuna değil. Y alnızca büyük savaşların anısı korunm uştur; oysa herkesin herkesle, köylerin köylerle, vadilerin vadilerle, bölgelerin de bölgelerle savaşması Y unanistan için olağan bir durum du kuşkusuz. Yunan tarihi işte bu yüzden bu k adar kısadır, zira en dirençli, en savaşçı halk bile böylesi bir özkatliam a uzun süre dayanam az. Öte yandan, coğrafi konum u ve yapısı sayesinde Y unanis­ ta n ’ın antik savaş tekniğinin em rindeki silahlarla zapt edilmesi son derece güç, içerdeki düşm anlarla işbirliği yapılm adan fet­ hedilm esi ise im kânsızdı. Üç tarafı denizle çevrili olduğundan ve her kıyısından rahatlıkla savunulabildiğinden ciddi bir teh-


IONYA BAHAR!

17

like ancak kuzeyden gelebilirdi. A m a ülkeye buradan girm eye çalışan bir piyade ordusunun karşısında bu kez de doğa göğ­ sünü siper ediyor, ola ki Y unan yerleşim lerinden bir tanesi, kuvvet üstünlüğü, ihm al ya da ihanet sebebiyle düşerse, arka­ sında hem encecik yenisi bitiyordu. Y unan birliğinin bir türlü kurulam am asının nedenlerinden biri de şudur: Birlik, ulusal bir zorunluluk değildi. D oğanın seyrek dokusu ve bir bakışta kavranılabilirliği, Yu- Adalar nan düşünce ve eylem inin, dram ve anıtlarının, tapm ak ve hey­ kellerinin, dinsel ve toplum sal oluşum larının karakteristik özel­ likleridir. Yunan m anzaralarının her biri, dağlarının zirvelerin­ den fırlatılan tek bir bakışın içine sığdıniabilir, yaya y a da at üzerinde yapılacak bir günlük yolculukla boydan boya katedilebilir. Zaten denize bir günlük m esafeden daha uzak Yunan p o lis'i yoktur. D eniz insanlarıydı H ellenler. Sayısız göz kam aş­ tırıcı koyda karaya kadar sokulan, şafak söküm ünden günbatım ına dek, öğle ışığında cam m avisi, günbatım ında erguvani ve leylak, kapalı havalarda kurşuni, kışınsa siyaha çalan büyü­ leyici renklerini ışıl ışıl yansıtan köpüklü dalgaların öteden beri âşığıydılar. Fakat Y unanlı düz bir deniz yerine hep ada ve karşı kıyılar gördüğü için suyun zatında M ısırlı gibi gizemli ve kor­ kulu bir dünya değil, kendi suretini görm üş, hafifm eşrep m ace­ ralara davetiye çıkaran dostane bir yoldaş bulm uştur. Yunancada denize verilen p o n to s adı, Latince p o n s (köprü) sözcüğü ve yine Y unanca patos (yol) sözcüğüyle akrabadır. Ege D eni­ zi ’ni baştan aşağı zengin bir adalar sahanlığı, yani sulara gö­ m ülm üş anakara “E ge”nin hem jeo lo jik hem de coğrafi bakım ­ dan Y unanistan’a ait kalıntıları doldurur. A dalar arasındaki me­ safe hiçbir yerde kırk kilom etreyi geçm ez, hatta çoğunlukla da­ ha da azdır; hepsi de dağlık olduğu için, yükselen hatları berrak gökyüzünde zikzaklar çizer; işte bu yüzden, A kdeniz’in bu yö­ resinin sakini başkalarına öylesine korkunç görünen denize ba­ k ar da kasvetli b ir yalnızlık ve tehditkâr bir sonsuzluk duygu­ suna kapılm az hiç. B alkan yarım adasıyla A nadolu arasında uzanan sayısız “sınır taşı” posta zincirlerine, kilom etre taşla­ rına, köprü ayaklarına, derelerdeki çakıl taşlarına benzetildi. Y unanistan’ın m erkezinin hem en karşısında, ası! H ellas’ın en büyük adası, bereketli otlakları ve m uazzam hayvan rezerv­ leriyle boylu boyunca uzanan E uboia [Eğriboz] (“sığır diyarı”)


18

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

yer alır; buna K yklad takım adaları eklenir, adları böyledir, çün­ kü antik Y u n an ’m dini m erkezlerinden biri olan küçücük D elo s’un etrafını bir halka gibi çevirm işlerdir: Bu takım adala­ rın en önem lileri, dünyaca ünlü m erm erleriyle Paros ve Dionysos kültünün m erkezi N aksos idi. A n ad o lu ’ya geçişi Sporad adaları (“serpiştirilm iş adalar”) sağlıyordu, Sporad adalarının başadası K os [İstanköy] idi: E n z a rif kadın giysilerinin üretim yeri, en hünerli hekim lerin m em leketi. A nadolu kıyılarının en nam lı adaları, güçlü bir ticaretin hüküm sürdüğü Rodos, hare­ ketli Sam os [Sisam ], kanı kaynatan şaraplarıyla Khios [Sakız] ve ateşli aşk şarkılarını dünyaya tanıtan Lesbos [M idilli] idi. Kuzeyde, “T rakya denizi”nde, volkanik Lem nos [Limni], H erm es’in adası İm bros [İmroz], eski gizem leriyle Sam othrake [Sem endirek] ve altın diyarı T hasos [Taşoz] yer alıyordu; Pelop onnesos’un [M ora yarım adası] güneyinde, vaktiyle Aphrod ite’nin denizin köpüklerinden doğarak gün ışığına çıktığı K ythera ve antikçağm ölçüleriyle ele alındığında başlı başına bir kıta olan heybetli G irit adası yer alıyordu; aralarda ise çok sayıda irili ufaklı ada vardı. Gemiî O lağanüstü lim anlara sahip sayısız korunaklı körfez gem i­ cilik ciliği epeyce teşvik etm işti; keza, deniz akıntılarının düzenli, sisli havaların ender, rüzgârların sürekli olması da kolaylık sağ­ lıyordu. N e var ki, bütün bunlar yalnızca yaz m evsimi için geçerliydi. Y unanlı güzün denize açılm ayı pek istemez, hele kışın hiç cesaret edem ezdi. T ehlikeli gücünü H om eros’un canlı bir dille ifade ettiği batı rüzgârı Z ephyros, korkulan bir rüzgârdır: B ir ıslıkta bulutlan top gibi yuvarlar ve sahilin üzerine sürer, katran kadar kara, çılgın bir hortum la ortalığı toza dum ana bo­ ğar; öfkelenince tanrılara bile kulak asm az ve gem ileri alabora etm ekten çekinm ez. D aha da fenası B o reas’tır [poyraz]; karayağız bir ata benzeyen şim al rüzgârı çıkınında buz kesmiş kar tipileri taşır ve uğultulu çığlıklarla denizin ak sırtını kamçılar. G eceleri de m ecbur kalm adıkça kim se denize açılm azdı. Ve aslında Y unanlı, genellikle kıyı boyunca yelken açar, çok çok koyları teğet geçer, açık denizden uzak dururdu. K ayalıklı kıyı­ lar boyunca deniz işaretlerine uyar, sürekli iskandil atarak gü­ vence altına alırdı kendini. Ü rkeklik gibi algıladığım ız bu ted­ birleri alm akta çok haklıydı antik denizci, çünkü yönünü adam ­ akıllı tayin edebileceği her tür araçtan yoksundu. Pusulanın


İONYA BAHARI

19

olm am ası bir yana, ayrıntılarına varıncaya dek güvenilebilecek bir haritacılık da yoktu. B iricik dayanak yıldızlı gökyüzü ve gölge çubuğu (gnom on) idi: G nom on ve cetvel yardım ıyla, her yerin ve günün gölge uzunluğu üstünkörü de olsa belirlene­ biliyordu. B u koşulları göz önünde bulundurursak eğer, eski­ lerin denizciliğine bilakis hayranlık duym am ız gerekir; açıkçası bu insanlar çoğu kez hedeflerine - “hareket cetveline uygun” ol­ m asa d a - ulaşabilm iş, hatta zam an zam an engin denizlere bile açılm ışlardır. Coğrafi yapının en ilginç olduğu yer, ülkenin doğudan baş- Kuzey ve layarak denize ince uzun bir dil biçim inde uzandığı kuzey böl- O rta gesi, I. D ünya Savaşında adından sıkça söz ettiren G elibolu Kesimler yarım adasıdır; batıdaki K halkidike yarım adasından da denize üç ince parm ak uzanır. Fakat bu bölgeler Y unan kolonilerinden oluşan zengin bir haleyle çevrili olsalar bile, antikçağda Hellenist dünyadan sayılm ıyorlardı. K uzey Y unanistan, batı sınır­ larını m uhteşem Pindos sıradağlarının oluşturduğu Tesalya’dan başlar. Bunun ardında, sert toprağı ülkenin en eski tapınak­ larından biri olan D odona’daki Zeus kehanet m erkezine ev sa­ hipliği ediyorsa da Y unanistan’dan sayılm ayan Epeiros bulu­ nurdu; fırtınaların yalayıp durduğu sahilinin önünde Kerkyra, şimdiki adıyla K orfu adası -Y u n a n tarım cılığının en önemli bölgelerinden b iri- yer alırdı. Y unanistan’ın hem en kuzeyi hem de en yüksek noktası, T esalya’da bulunan ve başından bulutların eksik olm adığı çehresiyle deniz seviyesinden yakla­ şık üç bin (2911) m etre yükseklikteki O lym pos’tu. T esaiya’nın en büyük nehri, defne orm anları ve çam korularının, kiremit kırm ızısı kayalıkları ve karlarla kaplı dağ kubbelerinin gör­ kemli güzelliğinden dolayı antikçağ boyunca övgüler yağdırılan Tem pe vadisindeki Peneios nehridir; bu nehir, Y unanistan’ın giriş kapısı olması nedeniyle de son derece stratejik bir öneme sahipti. G eniş düzlüklerin yalnızca T esalya’da bulunduğunu daha önce de belirtm iştik, fakat T esalya’nın Y unan bölgeleri arasında özel bir yere sahip olm asının diğer nedeni çok sulak olm asıdır. B ir yabancının denize benzettiği, rüzgârda yemyeşil dalgalanan tarlalar, suya doygun bu toprak parçasında boldu yalnızca; at yetiştiriciliği ile toprak ağalığı H ellas’m başka hiç­ bir yerinde olm adığı kadar gelişti T esalya’nın geniş düzlükle­ rinde.


20

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

O rta Y unanistan’ın kuzey kesim lerinde A karnanialılar ve A itolialılar, P hokisliler ve L okrisliler gibi pek önem senm eyen kavim ler yaşardı, hatta bunların ilk ikisi barbarlardan sayılırdı; oysa Phokis, D elphoi kehanet m erkezine ev sahipliği ediyordu. P hokis’in hem en ardında, bir bakım a H ellas’ın çekirdeği niteli­ ğindeki B oiotia ile eşkenar üçgeni andıran A ttika diyarı yer alıyordu; A ttika’nın tam karşısında Saîam is, güneyinde ise A igina vardı, küçük de olsa, ticaret ve deniz sayesinde gücünü uzun süre koruyabilm iş iki ada. B oiotia’da, M usa’ların mesken edindiği H elikon dağları yükselirdi; P hokis’teki Parnassos dağı bin beş yüz m etrelik rakım ıyla ancak barok dönem de hak ettiği üne kavuştu. PeloponD aha antikçağda Peloponnesos isabetli bir biçim de çınar nesos ağacının yaprağına benzetilm iştir; bu yaprağın sapını Dorlarm m em leketi M egara oluştururdu: K onum u sayesinde bolluk ve bereketi hiç eksik olm am ış, am a kıskanç A tinalılar tarafından, tıpkı Salam is ve A igina gibi, sürekli baskı altında tutulm uştur. Y arım adayı anakaraya bağlayan köprü, Peloponnesos’a dayan­ dığı yerde iyice daralır ve işte tam buradaki berzahta, Korinthos ve Saron körfezlerinin arasında, berzahı boydan boya geçerek Peloponnesos’u kordon altına alan m uazzam surları, şehrin altı yüz m etre üzerinde yükselen dağ kalesi A krokorinthos ve gör­ kemli lim anıyla dünya ticaret şehri K orinthos bulunurdu. Ber­ zahta bir kanal açm a fikri ilkin İÖ 600 yılında K orinthos tiranı Periandros tarafından ortaya atılm ış, 300 yıl sonra M akedonya kralı D em etrios Poliorketes tarafından yeniden ele alınmıştır; bir binbaşıya geniş çaplı ölçüm ler yaptıran İm parator C aligula ve lulius C aesar da bu kanal üzerinde epeyce düşünm üştür; am a gerçek anlam da bir girişim de bulunan ilk kişi, hafriyat çalış­ malarını m uhteşem bir törenle açan, fakat G alya’da ortaya çı­ kan bir ayaklanm a ve caydırıcı alam etler nedeniyle bu çalış­ m alara çok geçm eden son veren N ero idi. Eserin başarıya ulaşm am ası için hiçbir neden yoktu, çünkü R om a’nın m ühen­ disleri bu işe en uygun hattı seçm işlerdi zaten. N itekim 1881 tarihinde hafriyat çalışm alarına yeniden başlandığında aynı hat üzerinde çalışıldı. 6750 m etre uzunluğundaki, 8 m etre derinli­ ğindeki kanal 1893 yılında trafiğe açılabildi. Fakat sonuç tam bir hüsrandı: K anal yalnızca yerel halk tarafından kullanılıyor, işletm e m asraflarını güçlükle karşılıyordu. K orinthos’un antik-


İONYA BAHARI

2 1

çağdaki önem i işte tam da berzahtaki konum undan kaynaklanı­ yordu, bu sayede her iki denizi de denetleyebiliyor, yarım ada­ nın koruyucu kalesini oluşturuyordu; bölge içi nakliyatta eski­ den beri, gem i yüklerini ve küçük çaplı vasıtaları bir körfezden diğerine taşım akta kullanılan bir dekovil, diolkos, iş görüyordu, B ir yarım adanın yarım adası olan Peloponnesos da dört ya­ rım adadan oluşur: A rgolis, D oğu ve Batı L akonia ile M essenia. A rgolis’in büyük bölüm ü kuraklıktan m ustariptir; oysa Eurota s’a, yani “bol sazlıklı” nehre yataklık eden L akonia çok daha verim lidir; fakat tüm H ellas’ta en zengin bitki örtüsü, güneybatı rüzgârlarının bolca yağış getirdiği M essenia’da bulunur. M essenia’yı L akonia’dan ayıran, fakat toprağa aç Spartalıları uzun vadede durdurm aya gücü yetm eyen m uazzam Taygetos dağları, Batı Lakonia yarım adasının ucunda, Y unan anakarası­ nın en güneyindeki T ainaron burnunda son bulur. M essenia’nın kuzeyinde ise, P eloponnesos’un en büyük nehri A lpheios’un suladığı Elis kantonu uzanır; bu kantonda Y unanlıların dünyaca ünlü şenliklerinin m ekânı O lym pia bulunur. Fakat Pelopon­ neso s’un en ilginç bölgesi, düzgün bir dikdörtgene benzeyen ve yarım adanın ortasında yer alan, dört yanı yüksek dağlarla çev­ rili, debdebeli H ellenist çağlar boyunca da pastoral bir varoluş sürdürm üş olan A rkadia’dır. İnsanlar A rkadia’yı sık sık İsviç­ re ’ye benzetm işlerdir; diyebiliriz ki bu benzerlik, gözde ve pa­ halı birer paralı asker olan A rkadialılarm , tıpkı İsviçreliler gibi -ortaçağ ın sonlarında İsviçreliler için, “P oint d ’argent, point de Suisse, para yoksa İsviçreli de yok,” d e n ird i- isteyen herkes tarafından kiralanabilm eleri bakım ından doğrudur. K om şu di­ yarlardan bile bihaber olan, kapalı kutuyu andıran bu dağlık bölgelerde çetin, yoksul ve kültür fakiri bir yaşam hüküm sürü­ yordu; A rkadialılarm diğer Y unanlılarla paylaştıkları tek şey m iizik aşkıydı. A rk ad ia’nın bir cennet haline gelişi, ilkin İsken­ deriye dönem inin büyük kent duygusallığı sayesinde olm uş, bu yaldızlam a tüm sahteliğine rağm en, m odern halkların “pastoral şiir” düşkünlüğü nedeniyle günüm üze dek süregelm iştir. K ara bağlantısı olm asına rağm en P eloponnesos’u bir ada olarak görm ek gerekir, zaten Y unanlılar da P elo p s’un adası der­ lerdi. D olayısıyla A lm ancada “die Peloponnes” dem ek gerekir, çünkü nesos [ada] dişil bir sözcüktür ve eskiçağ araştırm acıla­ rının çoğu da onu böyle kullanır. A m a o zam an "die


22

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİH!

K hersones” de dem ek gerekir (“y an m ad a” anlam ına gelen bu sözcük Y unancada çeşitli birleşim lerde görülür); nitekim bu sözcük dişil tanındıkla kullanılm aya başlandı artık. Fakat dili bu denli kusursuzca kullanm aya çalışm ak insana biraz yapm a­ cık geliyor. Bu noktada, hep kendi kafasına giden ve genellikle de m antıklı olm ayan dil alışkanlıklarını dikkate alm alıyız. Ö r­ neğin, biz “der Flakon” [parfüm şişesi], “der B alkon” deriz ve bu sözcüklerin Fransızcadaki cinsiyetlerini A lm ancada aynen koruruz; fakat hiçbirim iz tutup da “d er B illett”, "der Parkett” dem eyiz. Y unancadaki “m etron” [metre] sözcüğü nötr bir söz­ cük olduğu için “das T herm om eter”, “das B arom eter”, “das M anom eter” deriz (oysa nötr tanım lık yerine eril tanındık kullan­ m ak daha doğru olurdu). Buna karşılık, “das M eter” dem ek kula­ ğa biraz garip gelir, “das K ilom eter” dem ek iyice tuhaftır, fakat “das G asom eter” dem ek bütünüyle cahillik addedilir. Öte yan­ dan, sanat tarihinde sık sık geçen Portikus sözcüğünün başına dişil tanım lık koyarak “die Portikus” dem ek abartılı bir kültürlü­ lük örneği gibidir, adeta Portikus’un aslında Latincede dişil bir sözcük olduğunu bilm eyen p leb es’ten bilgili olduğunu kanıtla­ mak ister gibi. Fransızcada “ le contour” dendiği için tutup da A l­ m ancada da “der K ontur” dem ek ya insana düşman bir entelektüelizm ya da züppeliktir. Bu bir kayısıyı çatal bıçakla yemeye benzer, kibarlık olduğu kadar da kabalıktır, doğrusu bu olsa da. D iğer Yunan bölgelerine son derece denizci bir doğa hâ­ kim ken, sağlam bir kaleyi andıran dağiık çehresi, korunaklı yaylaları ve kapalı vadileriyle karasal özelliklere sahiptir Peloponnesos. Y unanlılar P eioponnesos’a Flellas’ın akropolis’i der­ di zaten. Bilindiği gibi, Spartalıiar bir yandan iflah olm az birer kara insanıyken, diğer yandan da m uhafazakârlık ve eşsiz yal­ nızlıklarıyla tipik bir ada halkıydı. A yrıca, bugün yapay bir ada olan Peloponnesos aslen doğal bir adaydı, zira berzah üçüncü jeolojik dönem in sonlarında oluşm uştur. Bir keresinde Kant, İngiliz halkının “kendi kendine edindiği” bir kişiliğe sahip ol­ duğunu söylem işti. Bu tespit Lakedaim onlular için de geçerlidir. Sparta doğadan bağım sız, hatta doğaya rağm en ortaya çık­ mış yapay bir üretim in klasik vakasıdır. Bu türden yapay olu­ şum lar daim a erkenden fosilleşm e tehlikesi taşır. A da özellikle­ rine koşut olarak solipsizm i ve “kendine yetm eyi” savunan bir ada (ki doğal olarak, em peryalist yayılm a bunun öbür yüzüdür)


İONYA BAHAR!

23

er ya da geç akraba evliliklerinin bedensel ve ruhsal sonuçlarına yenik düşm ek zorundadır; bu V enedik’te de böyle olm uştur, Japonya’da da böyle olacaktır; İngiltere ise tehlikeyi bilerek ya da sezerek gerekli önlem leri alm aya başlam ıştır. G ünüm üz dünyasından bakıldığında Y unanistan’da göze Boyutlaçarpan ilk şey, boyutlarının küçük olm asıdır. M akedonya sınırı n n Ki>ile Tainaron dağının etekleri arasındaki m esafe 420 km, yarı- çüklüğii m adanm genişliği ise 100 ila 240 km arasında değişir. Attik a ’nın büyüklüğü L üksem burg kadar bile değildi; 5. yüzyılda, yani altın çağını yaşadığı sırada, nüfusu topu topu üç dört m il­ yon, tüm kolonileri de sayarsak bu rakam ın yaklaşık iki m isliy­ di. S ırf K ıbrıs’ta on krallık vardı ve G irit’in ne büyük bir devlet olduğunu bir önceki ciltte gördük; adanın yalnızca bir bölü­ m üne hâkim olm alarına rağm en Sicilya tiranları da azametli hüküm darlar olarak geçerdi. 5. ve 4. yüzyıllardan kalm a seyir defterleri p erip lu s' lara göre, o dönem lerde yeryüzünün bilinen ucundan diğer ucuna yapılan “dünya seyahati”, yani Suriye’den G üney Ispanya’ya gitm ek seksen gün sürüyordu, tıpkı Jules V erne’in 1872 tarihli rom anında Mr. Phileas F ogg’un devri âlem inin süresi kadar. Fakat yol bugüne göre çok daha uzundu, çünkü bildiğim iz gibi antik gem iler m üm kün m ertebe kıyı bo­ yunca seyrederdi. D em ek ki, H erakles sütunlarına ve Cebelitarık’a varabilm ek için A n ad o lu ’nun güney kıyısından hareket ediliyor, Ege adaları, Peloponnesos ve Y unanistan’ın batı sa­ hilleri izlenerek K orfu’ya varılıyor, buradan Aşağı İtalya’ya iniliyor ve M essina Y o lu ’ndan geçilerek, boydan boya izlenilen İtalya’nın batı kıyısına varılıyor ve elbette yine aynı biçim de G alya ve H ispania kıyılarından hiç uzaklaşm adan C ebelitarık’a varılıyordu. C ebelitarık’ın ötesinde kalan yer, örneğin Kanarya adaları “M utlular A dası” adını alm ıştı bile, sütunların ötesine yelken açm ayı ise tanrılar yasaklıyordu. Fakat biz Y unanlıların tarihine kendi tarihçilerinin gözüyle bakm aya alışkın olduğum uz için -g e rç i bu tarihçiler asla abar­ tılı derecede şovenist değillerdi, am a olayları kendi bakış açıla­ rına göre d eğerlendiriyorlardı- m anzaranın boyutları bizim için de değişikliğe uğram ıştır. İran’dan bakıldığında, Y unanlıların bağım sızlık savaşları Ö n A sy a’daki ülkelerden birine yönelik F riedell, k ita p b o y u n c a ra stla y ac a ğ ım ız “ö n c ek i c ilt” ifad esiy le, M ıs ır ve E ski Ş a r k 'ın K ü ltü r Tarihi adlı e serin i k asted iy o r, b k z. Ö nsöz, (e.n.)


24

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

başarısız bir işgal seferinden ve Y unan hegem onyası uğruna sürdürülen m ücadelelerden başka bir şey değildi: Bir dünya im paratorluğunun kıyısındaki cüce devletler arasında sürüp giden dalaşm alar. H ellen dünyasının kısa öm ürlü olm asının nedenlerinden biri onun küçük oluşudur belki de. Ç ünkü hay­ van türleri için geçerli olan boyut ile yaşam süresi arasındaki ilişki m uhtem elen halklar için de geçerlidir; istisnalar da vardır elbette. K üçük m em eli hayvanlar çoğunlukla henüz on yaşında yaşlanm ış olur, oysa fil ve balina gibi büyük m em elilerin öm rü iki yüz yıl hatta daha bile çok sürebilm ektedir; öte yandan, sa­ zan ve turnabalığı, karga ve papağan da yüz yıl yaşayabilir. A yrıca, öm rün süresi cüssenin bir işlevi değildir yalnızca, aynı zam anda m etabolizm anın hızlı çalışm asıyla da ilgilidir; en uzun öm ürlü hayvanların kaplum bağa ve tim sah olm asının nedeni budur m uhtem elen. D inozor çağında yaşam ış olan megatherium ların yediklerini yakam ayacak kadar tem bel olm alarıyla devasa boyutları birleşiyordu; dolayısıyla, bu türler “N uh Neb i’den kalm a” bir yaşa erişm iş olm alı. H ellenlerin orga­ nizm asında ise tam tersi bir durum söz konusuydu; küçüklüğü­ nün yanı sıra hem siyasi hem de tinsel alanlardaki “iç sürtüş­ m eleri” yüzünden çok çabuk tükendi. Y unan kültürü, salt geli­ şim inin hızıyla bile dünya tarihinde eşsiz bir kültürdür. Friedrich Ratzel bu durum u benzersiz bir özet niteliğindeki şu sözlerle tanım lar: “ D ar m ekânların tarihi zam anının önünde olan bir tarihtir.” V e Schiller’in çağdaşı ve m ükem m el bir ta­ rihçi olan Johannes von M üller de şöyle der: “Büyük işlerin çoğunu, küçük halklar başarm ıştır.” Hava Yunanistan ılıman iklim kuşağının en sıcak bölgesinde, Sıcaklığı Calabria, Sicilya ve Ispanya’nın güneyiyle aynı enlem de yer alır; iklim i ve bitki örtüsü genelde O rta A vrupa’nınki gibidir. Yine de Y unanistan’ın hava koşulları karakteristik özellikler taşır: Sözgelim i, haziranda başlayıp eylülün sonuna dek aralık­ sız süren ve havayı titreşim li bir sıcağa boğan yakıcı uzun bir yazı vardır. B ununla beraber, çoğunlukla tam öğle saatlerinde denizden serin bir m eltem eser, yani en bunaltıcı saatler sütli­ man sabah saatleridir. Y unan iklim inin ikinci bir özelliği de, soğuk ve sıcak m evsim ler arasındaki geçişlerin ani olmasıdır. M ayıs ayında sıcaklık aniden artar, keza sonbahar da ansızın çıkagelir. Ekim ayındaki ortalam a sıcaklık bizdeki tem m uz


İONYA BAHARI

25

ayındaki sıcaklık gibidir ve kışın tam ortasında, bizdeki eylül günlerine benzer günler yaşanır. D iğer yandan, sıcaklık derece­ si kışın donm a noktasına varır, bazen sıfırın altında eksi yedi dereceye kadar düştüğü de olur. Su birikintilerinin buz tutması görülm edik şey değildir ve karm ne olduğunu Y unanistan’da bilm eyen yoktur: H om eros’un, insanların kar taneleri gibi uçu­ şup duran sözleriyle ilgili ünlü benzetm esi gerçek yaşam dan alınm ıştı. A yrıca H om eros, “Z eu s’un beyaz m erm ileri”nin ka­ raya ve denize nasıl yağdığım usta bir dille sık sık anlatır. Buna karşılık, karlarla kaplı bir kır m anzarası Y unanlı için az bulunur bir şeydi, çünkü düşm esiyle erim esi bir olur karın. Senenin bü­ yük bir bölüm ünde H ym ettos, Parnassos ve öteki yüksek dağla­ rın başında bir kar takkesi varsa da, dört m evsim kar hiçbir yer­ de yoktur, O lym pos dağı da buna dahildir. Kış ayları, asıl Heilas’a kıyasla çok daha sert geçer Ege D enizi’nin kuzeyinde. A tinalılar, K halkidike’nin üç parm ağının en batısındaki Potidaia’yı kuşattıklarında m üthiş üşüm üşlerdi, yalnızca Sokrates, her konuda kendine özgü olan bu zat, sıradan giysisiyle buzun üzerinde yalınayak dolaşm ış ve soğuğa kahram anca direnmişti. A ncak daha sonra T rakya’nın şarabı testilerde donduran, insa­ nın kulak ve ayaklarını soğuktan uyuşturan kışıyla tanıştıkla­ rında, yerlilerin giydiği tilki kürklerini ve uzun pantolonları gülünç bulm aktan vazgeçm işlerdi. G enelde antikçağın insanı ısı değişim lerinden günüm üz in­ sanına göre çok daha az etkileniyordu. “H ava cereyanı”, “üşütm e”, “nezle” ve benzeri şeylere karşı kendilerini koruya­ bilecekleri her türlü araçtan yoksundular. Isınm a yöntemleri hayli ilkeldi; evlerin zem ini taştandı, kapılar doğru düzgün ka­ panm ıyor, rüzgâr pencerelerden içeri esiyordu. N estor, terden sırılsıklam vücudunu rüzgâra bırakır. D üşününüz, onun yaşında bir adam, üstelik de doktor nezaretinde oysa hekim M akhaon onu uyarm az, yanında sakin sakin durur. Ö zellikle H ellas’ta, az önce sözünü ettiğim iz m evsim ler arasındaki keskin fark vücu­ dun hava koşullarına karşı direncini artırm ış olm alıdır. H ippokrates de bunu fark etm işti (ya da bir başkası, çünkü çok sayıda tıp yazarı ve kıdem li öğrenci, hatta ona m uhalifler bile Hippokrates’in adım taşıyan külliyata katkıda bulunm uşlardır ki, geç antikçağda bile biliniyordu bu). H avalar, Sular ve Ülkeler Üzerine adlı kitapçıklardan birinde, bünyenin dirençli hale


ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

gelm esindeki en önem li etkenlerden birinin iklim olduğu belir­ tilir: “G üçlü iklim değişikliklerinin olm adığı bir yerde vücudun ve tinin esnekleşm esi de olanaksızdır.” Güneş, H ellen güneşi dillere destandır. Ç eyrek asra yayılan meteoSu ve rolojik gözlem ler sonucunda, A tina üzerindeki gökyüzünün Hava senenin yarısı açık, yirm ibeş gün boyunca bulutlu ve yalnızca üç gün boyunca tam am en kapalı olduğu tespit edilm iştir; diğer günler de, güneşin en fazla yarım saatliğine gözden kayboldu­ ğu, “genellikle güneşli geçen” günlerdi. Y ıldızsız gecelere yılda ancak üç kez rastlanm ıştı. D em ek ki, A tinalı senenin yalnızca onda üçünü kapalı havada geçiriyordu, buna karşılık Kuzey A lm anya sakinleri senenin en az onda sekizinde kasvetli bir göğün altındadır. H enüz antikçağda, günlük güneşlik H ellas’ta bile A tina güneşin gözbebeği diye bilinirdi. M ısır bile o denli berrak bir gökyüzüne sahip değildir. B u açıdan bakıldığında, loş, kısık, puslu ışığın ve alacakaranlık rom antizm inin Y unanlı­ nın gözünde hiçbir değeri olm adığı anlaşılır. O nların hayaletleri bile gecenin bir vaktinde değil, güneş tam tepedeyken ortaya çıkar; oysa, kora dönm üş öğle sıcağının içinden bir serap gibi çıkagelen o korkunç E m pusa’nın - a le v alev bir rüya görüntü­ südür b u - bizim gözüm üzde ürpertici hiçbir yanı yoktur. Fakat Y unanlılar böylesi bir ışık yoğunluğunu asla bir lütuf olarak algılam am ışlardır; aksine, “A polloır’un yakıcı oklar f ’ndan nefret ediyor, korkuyorlardı. Y ağm urla da araları pek yoktu, çünkü onların ülkesinde yağm ur ya “ahm ak ıslatan” ol­ m aktan öteye geçm eyen kısa süreli bir çisentidir ya da tarlaları harabeye çeviren, dağları tepeden tırnağa yıkayan, geçitleri güm bürtülü vahşi çaylarla dolduran, hatta arada bir yolları da yıkan, ağaçları kökünden söken ve ulaşım vadilerinin tam am ını sulara göm en, gem i azıya alm ış bir sağanaktır. A ntikçağda in­ sanlar toprakla evlenm esi için Z e u s’a yakarırken tek dertleri toprağın döllenm esiydi; “yağm urlu günün şairaneliği” im gesi­ nin antik düşünceyle hiçbir alakası yoktur. Y ağm urlu havalar­ da derhal eve koşm ak yerine şem siyeyi kapıp doğanın sergile­ diği bu oyunu seyre koyulm ak ya da gezintiye çıkm ak gibi bir düşünce kim senin aklından bile geçm ezdi, zaten şem siyeye Y unancada da skias, yani gölgeveren denir, tıpkı Latincede um braculum , İtalyancada om brello dendiği gibi; oysa Fransızlar şem siyeye p arapluie derler.


İO N YA BAHARI

27

Y az ayları boyunca neredeyse hiç yağm ur yağm az. Bitki örtüsünün gelişim ini engelleyen ikinci bir unsur ise, havanın haddinden fazla kuru olm asıdır. Ö zellikle de A tina ve çevresin­ deki düşük nem oranı, A v ru p a’da ancak K astilya yaylalarında ve Sicilya’nın iç kesim lerinde görülür. K urak yaz m evsim leri, Y unanlıların eskiden beri yakındığı bir konuydu. B unun yanı sıra, ülkede nehir denebilecek akarsuların sayısı çok azdır; üs­ telik nehirler de o kadar kısa ve sert akıntılıdır ki, ancak sınırlı güzergâhlarda gem i yolculukları yapılabilir; dahası, bu nehirle­ rin dam arları çoğunlukla içinde bata çıka ilerleyebileceğiniz, yaz aylarında tam am en kuruyan çaylardan ibarettir. A tin a’daki İlissos nehri, sağanakların ardından azgın bir sele dönen, sı­ cakların başlam asıyla birlikte büsbütün kuruyan sığ bir su biri­ kintisidir. H om eros bile “her zam an çağıldayan” ve “yalnızca kışın akan” nehirler diye bir ayrım yapar, zaten coğrafya bilimi de yazm kuruyan nehirleri ayrı bir terim le adlandırır: Italyancadaki fiu m a ra sözcüğüyle. Bu nedenle, H ellen kültü­ ründe yapay sulam a daim a büyük bir rol oynam ıştır: Bu sula­ m aya H om eros’ta da rastlam ak m üm kün; P lato n ’un hayalindeki ideal devlet de bakım lı sulam a kanallarıyla çevrelenm iştir. Bu durum da Y unanlıların, pınar perilerine asla saygıda kusur et­ m em eleri, hatta bitki âlem ini aylar boyunca tek başına canlı tutan çiyi bile taparcasına sevm eleri kendiliğinden anlaşılır. Tanrıça A th en a’ya, hem ışınlarıyla yeryüzünü sararıp soldurtan korkunç A glauros (ışık saçan) hem de serinletici Pandrosos (çiy veren) diye yakarırlardı. Bu nedenle, H ellenlerin diyarı yaz aylarında hayli iç karartı­ cı bir m anzara sergiler: T oprağın yüzeyi buruşup çatlar, tarlalar anızlık olur, bitki örtüsü derin bir uykuya dalar; toz fırtınaları yükselir, her daim yeşil üç beş bitki can çekişm eye başlar, nehir yatakları cam gibi parlayan taşlı yollara dönüşür. Dere tepe açık çöl renklerine bürünür; sıcaktan titreşen hava öğle saatlerinde sis gibi yoğunlaşır, hatta serap görülür: Em pusa gerçek olur. O rtalık ölüm sessizliğine bürünm üştür, cam gibi parıldayan ıssızlıkta cırcırböceklerinin tekdüze ve cırtlak m üzikleri duyu­ lur yalnızca. A m a geceleyin berrak gökkubbede yıldızlar altın pırıltılar saçan havai fişekler gibi parlarlar. Y unanistan’da nem oranı çok düşük olduğu için çizgiler Ön Plan bizdeki gibi bulanık değildir, sesler birbirine karışm az, tüm Halkı


28

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

m anzaranın üzerine tül perde çekili gibi değildir, aksine her şey kesin hatlara, belirgin kontrastlara ve orada iyice etkileyici bir renk paletine dönüşen güçlü renklere sahiptir. Gök, deniz, dağ zirvelerindeki karlar, kayaların m üthiş renklerini tüm çıplaklı­ ğıyla ortaya seren ağaçsız tepeler H ellenlerin tapınak ve hey­ kellerini renklendirirler. Y unanlıların, bu gürül gürül çokrenkliliğin ortasında taşın rengini beyaz bıraktıklarına yüz­ yıllar boyunca inanılm ış olm ası neredeyse anlaşılm az bir du­ rum dur. Fakat m anzaranın bu berraklığının bir de olum suz yanı vardır: H avanın saydam lığı nedeniyle bütün nesneler oldukla­ rından çok daha yakın görünür, dolayısıyla uzaklıklarını ve aralarındaki m esafeyi kestirm ek neredeyse imkânsızdır. Y unan­ lılardaki perspektif duygusunun bu kadar az gelişm iş olm asının nedeni belki de budur; nitekim em presyonizm A vrupa’nın nemli bölgelerinde doğm uştur: İngiltere ve H ollanda’da, Kuzey Fransa ve V en ed ik ’te. H ellenlerin tüm eserlerinde, dram ve şiirde, m im ari ve resim de, devlet biçim i ve inançlarında, bütün her şey ön plandır. B u insanlar, söz ve yazılarının her cümlesi, tapınak ve heykellerinin her profili, felsefe ve efsanelerinin her düşüncesiyle, yalın ve güçlü çizginin aşılm az ustalarıydı. G iysi­ sinin kıvrım ları göze hoş görünm ediği için bir hatibi yuhala­ dıkları olurdu; her türlü jim nastiğe ve spor gösterilerine neden patolojik derecede düşkün olduklarını, bu düşkünlüğün tem e­ linde güzel biçim e karşı m uazzam bir tutkunun yattığını göre­ bildiğim iz zam an anlayabiliriz ancak. Fakat doğal koşulların önem ini de fazla büyütm em ek gerekir: B ir önceki ciltte, fi tari­ hinde G iritlilerin em presyonizm in ilk adım ını attıklarını gör­ m üştük, oysa günüm üzdeki Y unanlılar gözlerinin önünde aynı doğa uzandığı halde, biçim konusunda en ufak bir klasik yete­ neğe bile sahip değildirler. Ilım an iklim in diğer bir sonucu da, H ellenlerin neredeyse bütün yaşam larını, yalnızca uyum ak için kullandıkları evlerinin dışında geçirm eleriydi. R ahat ya da şık odalar oim uş olm am ış önemli değildi: Esas m ekân, güneşe karşı koruyan sütunlu bir galerinin çevrelediği üstü açık bir avluydu. Y alnızca ön kapı­ nın, ender olarak da küçük pencerelerin kesintiye uğrattığı, so­ ğuk ve donuk bir biçim de sokağa bakan gösterişsiz bina cep­ heleri şehre şarklı bir hava veriyordu. M addi durum u iyi olanla­ rın birkaç m isafir odasıyla, ziyaretçilerin kabul edildiği çıplak


İONYA BAHARI

29

bir salonları (prostas) vardı. D iğer her şey göğün altında olup biterdi: G ezintilerin yapıldığı kent stoalarında; halka açık bina­ larda (bu binalar aşağı yukarı bizdeki kafeler gibiydi, çünkü buralara yalnızca çene çalm ak için gelinirdi); yalnızca alışveriş için değil, tanıdık insanlarla karşılaşm ak ve kentteki yeni hava­ disleri öğrenm ek için de gelinen pazar yerinde (deigm a); m ah­ kem e ve pazarın kurulduğu a g o ra 'da; halk toplantılarının ya­ pıldığı yerlerde (A tina’da kayalık podyum uyla (bem a), bir te­ penin üzerinde yer alan p n y k s ’te); ham am larda ve beden eğiti­ mi okullarında; koşu alanlarında ve binlerce seyircinin önünde açık hava oyunları sahnelenen tiyatrolarda. H er türlü zanaat ve m eslek de açık havada icra edilirdi elbette. Felsefe bile dört duvar arasına sıkıştırılm ış bir şey değildi, büyük üstatların hepsi de açık m ekânlarda ders verir, okulları da bu m ekânlara göre adlandırılırdı: P laton’un okulu adını A tina kapılarının önündeki A kadem os tepesinden almıştı: Akadem in: A ristoteles’inki revaklı yoldan {peripatos)\ Stoacılarınki sütunlu galerilerden (stoa): E pikuros okulu kurucusunun bahçesinden; Kiniklerinki K ynosarges g ym n a sio n u 'ndan türetilm işti; nihayet Sokrates, Sofistler ya da D iogenes gibi kişileri de sokaklardan ayrı düşü­ nem eyiz. G ünüm üz Y unanistanında bile hekim ler hastalarını eczanenin önünde, avukatlar, hatta m em urlar görüşecekleri ki­ şileri teras kafelerde kabul ederler. Çeşitli m eslek gruplarına m ensup insanları çalışm adıkları her an bulvarlarda görm ek m üm kündür. H alk, m ayıstan eylüle kadar açık havada, sözge­ limi avluda, bahçede veya dam da uyur. Şenlikler için O lym pia’ya akın eden onbinlerce ziyaretçi de yine açık havada uyurdu; O lym pia’da yalnızca bir han vardı: Leonidaion (aşağı yukarı “Leonidas O teli” diye çevrilebilir); bu tek han bile ancak dördüncü yüzyılda inşa edilm işti, hem sonra bugünkü anlam da bir han da değildi, Leonidas adında zengin bir Peloponnesoslu tarafından şe re f konuklarına tahsis edilm işti. Otlar, çalılar ve-çim enler, ilk yağm urların düşm eye başladı- Çiçekler ğı sonbaharda topraktan fışkırm aya başlar, kışı atlatır, ilkbahar­ da ortalığı göz alabildiğine yeşilliğe boğar, kurak dönem de de kuruyup giderler. O dunluk ağaçlar, sert, deriyi andıran m etalik parıltılı yüzeyli yaprakları ve örneğin defneye arom asını veren uçucu yağların ayrışm ası nedeniyle kurum ayan, her daim yeşil, kalın yapraklı ağaçlardır. İğne yapraklı ağaçlarda ise korum a


30

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

işini iğnelerin ince yüzeyleri üstlenir. Ç içekler kıt olan suyla idare edebildikleri için dayanıklıdır. N em oranının daha yüksek olduğu yaylalarda ya da pınarlarda, bataklık bölgelerde ve yaz kış akan nehir kenarlarında daha çok O rta A vrupa’nın bitki ya­ pısını andıran bir bitey bulunur. K uzeyin gürbüz çim enlik ve otlakları, güneyin fundalık, çalılık ve bodur ağaçlarından oluşan m ütevazı bir dünyayla telafi edilir. Y unanlıların en sevdiği çiçekler, gül, zam bak, m enekşe, çiğdem ve süm büldü; çelenklerinde en çok m ersin, defne, zey­ tin, ladin ağaçlarının dallarını ve yoğun kokulu bir tür m ayda­ noz kullanırlardı. G ül (rhodorı) ile zam bak (leirion) daha H om eros’ta bile benzetm elere konu olm uştur: Ö rneğin, şafak için “gülparm aklı”, A ias’ın teni için de “zam bak kadar narin” der; A phrodite ise H ektor’un naaşım gül kokulu yağla yuğar. A ntikçağ araştırm acılarından biri, H om eros’un gülü bilmediği halde gülyağını nereden bildiğini sorar. G ündelik yaşam daki benzetm eler, genellikle en egzotik şeylerden alınm ıştır: Biz de tim sah gözyaşlarından ve yılan bakışlardan, kendi direyim ize ait olm adıkları halde bu sevim siz yaratıklardan söz etm iyor m uyuz? O ysa 600 senesi dolaylarında, yani Sappho zam anında, bu kadın şairin pek sevdiği ve (belki de ilk kişi olarak) kızların gelişip serpilm esiyle bir tuttuğu gül, yaygın bir şölen takısıydı artık: D ansözler, flütçü kızlar, güzel oğlanlar, âşık çiftler, içkiciler ve içki kadehleri gül çelenkleriyle süsleniyordu. O dö­ nem de daha çok beyaz zam bak biliniyordu. M enekşe ( ion) den­ diğinde H om eros’un akim a gelen, yalnızca siyah m enekşedir; sonraları açık renkli türleriyle de tanıştılar: Sarı şebboy ve be­ yaz m enekşe (leukon ion). Pindaros ve A ristophanes’te A ti­ n a ’nın adı “m enekşe ta ç lf ’dır: M uhtem elen daha o dönem de m enekşe kültürleri epeyce yaygınlaşm ıştı, pazar yerinde kış boyunca taze m enekşe bulunuyordu, kim bilir belki de seralarda yetiştiriliyordu. Ç iğdem , bize artık pek bir şey ifade etm eyen kokusundan dolayı seviliyordu; çiğdem in tepeciği ise hem ye­ m eklerde baharat hem de ilaç ve kozm etik m addesi olarak kul­ lanılıyordu; am a özellikle de ayakkabı, peçe ve elbiselere (m uhtem elen kadınların saçlarına da) eskilerin neredeyse ergu­ van rengi kadar değer verdiği koyu sarı renkte bir parlaklık ve­ riyordu; günüm üzde bir tek şekerlem eleri renklendirm ede kul­ lanıyoruz çiğdem i. Ö yle görünüyor ki, İskenderiye dönem inden


İONYA BAHARI

31

önce Y unanlılar onca çiçek sevgilerine rağm en, süs bahçeleri ya da park nedir bilm iyorlardı. H om eros yalnızca kültür bitkile­ rini bilir, kır çiçeklerinden bile nadiren söz eder. K uzeyli gözüyle bakıldığında A kdeniz ülkeleri orm an ba- Ağaçlar kım ından pek yoksuldur. G elgelelim doğanın değil, insanların suçudur bu. A sırlar boyunca elden düşm eyen baltanın, epeyce zengin olan ağaç rezervlerine çok fazla zarar verdiği söylene­ m ez, am a orm an kundaklam a işi erkenden alışkanlık haline getirilm iştir. Y angından bahseden de yine H om eros’tur; deliye dönm üş alevlerin, denizdeki fırtına m isali, ağaçlar arasında na­ sıl koşturduğunu anlatır: A ğaçlar yerle bir olm uş, yangın ufka dayanm ıştır; dağ geçitleri arasında hiddetli bir uğultu yankıla­ nır. Ç ok eskiden edinilen bu kötü alışkanlık, m odern dönem e kadar devam etm iştir. R üzgârın üfleyeceği küçücük bir kıvılcım yaz sıcaklarında kuruyup kavlanan koskoca orm anları yakıp kül edebilir. Bu tür yangınlar, zam an zam an dikkatsizlik sonucu ortaya çıksa da, çoğunlukla işin içinde kasıt vardır, çünkü bu sayede çoban en kestirm e yoldan otlaklık arazi kazanır, gübre görevi gören küller de işin çabasıdır. A yakta kalan ağaçlarsa, ev ve gemi yapım ına, ısınm aya ya da katran kazanım m a kurban giderdi. Yeni ağaçların yetişm esi zordu, çünkü şiddetli yağışlar ince toprak tabakasını sürükleyip götürüyordu. G üneyin bir başka talihsizliği de, taze fidanları kem iren doym ak bilm ez keçi sürüleriydi; ağaçlara zarar veren bir başka uygulam a ise, reçine elde etm ek am acıyla ağaçların gövdesine açılan yarıklardı; re­ çine, şarap katkı m addesi olm asının yanı sıra, topraktan mamul şarap fıçılarını ziftlem ede, m erhem lerin rayihasını ayarlam ada, başta akciğer hastalıkları olm ak üzere tıbbi am açlarla herkesçe kullanılıyordu. Y unanlılar bu olum suzlukları hiçbir zam an göz ardı etm em işlerse de, ciddi önlem ler alm am ışlardır; öyle ki da­ ha İÖ 5. yüzyılda, M akedonya ve T rak y a’dan gelecek odunlara m uhtaç kalm ışlardı; “işe yaram az çalı çırpılar” daha o zam anlar ortalığı kaplam ış, dağlar çıplak kalm ıştı; P lato n ’un deyişiyle, “bir zam anlar sağlık fışkıran bir vücudun, hastalığın yiyip bitir­ diği uzuvları” gibiydiler. V aktiyle K arst platosu bile orm andan yana zengin bir bölgeydi. Taşköm ürü, briket Ve turba, antik A kdeniz halklarının bil­ m ediği şeylerdi. B una karşılık, odun köm ürü yaygın bir biçim ­ de kullanılıyordu. Y akm a işi, şim diki gibi köm ür ocaklarında


32

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

gerçekleştirilirdi. Ateşi yakm akta en eski çağlardan beri ateş delgisi kullam lıyordu, am a daha sonraları çelik, taş ve kav, hatta bronz A rşim ed aynaları ve neceftaşm dan büyüteçler bile kullanılm ıştır; fakat A rkhim edes’in R om a filosunu ayna kulla­ narak yakm ası, teknik açıdan olanaksız bir efsanedir. A ydın­ latm ada ö n celeri1çıra kullanılırdı; fakat daha sonra zift, katran veya reçineye batırılm ış çok sayıda kıym ığı birbirine tutturarak m eşaleyi geliştirm işlerdir. S chliem ann’m kazılarında kırmızı topraktan yapılm ış m eşalelikler bulunm uştur. A ntikçağın envai çeşit lam ba ve lam balık üretm ede sergilediği hüner kayda de­ ğerdi; lam baları zeytinyağı veya içyağıyla besler, rüzgâra ve yağm ura karşı korum ak için de bir sepetin içine koyarlardı. A ntikçağda sokak aydınlatm ası diye bir şey yoktu, buna karşı­ lık hem en her sahilde ateş istasyonları vardı, sonraları deniz fenerleri de inşa edildi. Y unanistan’da iğne yapraklı orm anların en yaygın ağacı ka­ raçam dır, çünkü kültür bitkilerinin büyüm ekte nazlandığı kum lu kuru toprakla yetinm esini bilir. Bu ağacın odunu meşe ağacının odunundan daha çabuk çürüm esine rağm en, gemi ya­ pım ında özellikle tercih edilirdi. H em en ardından, kozalakla­ rında yenilebilir çekirdeklerin, “ çam fıstıklarının” bulunduğu çam fıstığı ağacı gelir: A ntikçağda pek sevilen bir çerezdir bu. A z sayıda da olsa yüksek bölgelerde yetişen güm üş köknar, koyu yeşil rengiyle m anzarada hem en göze çarpar. D iğer ko­ zalaklılar arasında en yaygın olanlar, kara silüetiyle m ezarların başında yas tutan servi ile, yem işleri ilaç, baharat ve tütsü m ad­ desi olarak da kullanılan dört m evsim yeşil ardıçtı: Sayısız bo­ dur biçim leriyle geniş yam açları kaplam akla kalm ayıp ağaç olarak da kayda değer bir boya ulaşan m ütevazı ağaçlardan bi­ ridir ardıç. Y apraklı ağaçlar arasında m eşe ağacı, gerek yazın gerek yıl boyu yeşil kalan çeşitleriyle ağaçlar arasında en önem li rolü oynam ıştır - m eşe için kullanılan drys sözcüğünün basitçe “ ağaç” anlam ına da gelm esi bunun en güzel kanıtıdır. M eşe türlerinin en güzeli ise, görkem li yaprak kubbesi, arıların yuvalandığı güçlü gövdesi ve kavrulduğunda leziz bir yiyeceğe dönüşen bol m eyveleriyle palam ut m eşesiydi; günüm üzdeyse artık yalnızca mazısı nedeniyle değerlidir. Ç itlem bik ağaçların­ da da mazı oluşur am a bu ağaçlar yenilebilir m eyve ve reçineyi yalnızca vatanları A sy a’da verirler. Sakız ağacı ve çitlem bik


İONYA BAHARI

33

ağacı A v ru p a’da isim lerini hak etm ezler. Pastacıların, nefis tatları dolayısıyla fıstıklarını tercih ettikleri şam fıstığı ağacı da aynı fam ilyadandır; kanım ca bu ağaç Y unanistan’a ilkin D iadokhos dönem inde gelm iştir. K estane ağacı da m uhtem elen aynı dönem de yerleşti ülkeye. K estaneler yalnızca kavrulm az, bunlardan un da yapılırdı. B una karşılık atkestanesi, ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru K onstantinopolis’ten getirtilm iştir; çiçek açtığında dallarının göz kam aştırıcı görkem inde gerçek­ ten de biraz T ürkiük vardır. Tohum larının yenilem ez olm asın­ dan dolayı atkestanesi diye adlandırılm ış olsa gerek. K ara turpa M ühre [sıska at] denm esinin nedeni o dönem de yenm em esin­ den kaynaklanır; her ikisi de “at yem i” anlam ına gelir. H ellenlerin diyarında çokça yetişen bir ağaç da kocayem iş ağacıdır. Y aprakları defne ağacınınkilere benzeyen bu latif ağaç yapraklarını devam lı yenilem ekten bıkm az hiç; çiçekleri zarif ve parlak, kendisi funda gibidir. Bu ağaca bazı dillerde çilek ağacı denm esinin nedeni, tatsız tuzsuz m eyvelerinin, ebat, renk ve yüzey bakım ından orm andaki yabani çileklere benzem esidir. Bu m eyveler eskiçağda ölçüsüzce tüketilirdi, gelgelelim daha sonra sağlıksız addedilm iş fakat kuşlar için leziz bir yiyecek olm aya devam etm iştir. Pek çok yörede başlıca yakacak m al­ zemesi olarak kocayem iş ağacının odunu kullanılırken, kargı saplarının yapım ında sert odunlu dişbudak; levha, sandık, flüt yapım ında ve oym acılıkta düz satıhlı şim şir ağacı tercih edilir­ di. Pınar ve çayların dostu heybetli çınar ağacı gölgesinden do­ layı sevilirdi. Fakat Y unan doğasının fizyonom isini biçim lendiren şey, Meyveler ağaç dünyası değil, orta yükseklikteki sıradağların sırtlarını ve tepelerini, sahildeki kayalıkları, vadilerin kıyılarını ve su da­ marlarını yıl boyunca parlak yapraklarının yeşiliyle süsleyen ve baharda sütbeyazı ve gülpem be, altınsarısı ve kızıl çiçeklerle donatan kısa boylu çalı çırpı cinsleridir. A p o llo n ’un kutsal ağa­ cı defne, D ionysos’unki sarm aşık, A ph ro d ite’ninki ise mersin ağacıdır. M ersin ağacı, en eski çağda bile gelinlerin süsüydü, am a hazmı kolaylaştıran bir m adde olarak da çok tüketiliyor, leziz m ersin sucuğunun hazırlanm asında kullanılıyordu. Şanlı olayların ve sosların vazgeçilm ez bitkisi, günüm üzde de oldu­ ğu gibi defne idi. Y unanlılarda m eyve veren ağaçlar arasında yalnızca zeytin, üzüm ve incir ağaçlan ekonom ik açıdan büyük


34

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bir önem e sahipti. E lm a ve arm ut pek yetişm iyordu. P aris’in elm ası gerçekte bir nardı; am a bu bile daha çok göz zevkine hitap ediyordu, çünkü nar, sıkça övülen o tadına yalnızca doğu yörelerinde erişir. Erik ile kiraz ıslah edilm em işti; fındık bile çoğunlukla yabaniydi. H esperid’lerin altın elm aları ayvaydı. Ç ok tazeyken tadı fena sayılm az, gerçi Y unanlı ahçılar şarap ve bal ilave ederek ayvadan leziz tatlılar elde etm esini bilmişlerdi. K avurucu sıcaklara karşı dayanıklı olan am a çok da su isteyen hurm a ağacı (A raplar hurm a ağacı için, “gövdesini ateşe, ayaklarını da suya sokar” derler) Y unanistan’da m eyve verm e­ diği gibi, sırf ilginç ve nadir olduğu için bazı kutsal m erkezler­ de, özellikle de D elos adasında A p o llo n ’un onuruna yetiştirilir. H urm a dallan zafer işareti anlam ına gelirdi. K araya vurm uş bir dilenciyken bile kusursuz bir kavalye olan Odysseus, N ausikaa’yı eşsiz bir iltifatla selam lar ve onu görünce, D elos’ta “alabildiğine boy atm ış bir hurm a filizi” gördüğünde duyduğu hayranlığa kapıldığını söyler, “çünkü böylesi bir ağaç gövdesi çıkm am ıştır topraktan.” Ö te yandan, Y unanistan’ın kuru iklimi tam incir ağacına gö~ reydi. Y unanlılar inciri severler ve bu m eyvelerin yetiştiği ül­ keyi henüz fethedem ediğini kendisine hatırlatsın diye Kserkses’in sofraya her gün A ttika incirlerinden koydurduğunu anla­ tıp dururlardı birbirlerine. O ysa K serkses, inciri çok daha leziz olduğu Sm yrna’dan da getirtebilirdi, üstelik Sm yrna zaten kendisinindi. Beili başlı iki türü vardı incirin: Siyah ve beyaz, ki aslında koyu kırm ızı ve yeşilceydi renkleri. D aha tatlı olan be­ yaz incir genelde kurutulur, siyah olanıysa çoğunlukla tazeyken yenirdi. Y abani türleri ise ressam ın fırçasından çıkm ışçasına eski duvar yarıklarından ve kayaların arasından fışkırırdı. Çok sayıda şarap türü vardı. B unlar, bildik yöresel şaraplar hariç, pek ağır, sert ve çoğunlukla tatlıydı; en iyi kalite şaraplar adalarda bulunurdu. Ç ocuklara bile şarap içirilirdi: A khilleus’u büyüten Phoiniks, etini pişirip önüne koyar, ağzına da şarap kadehini dayar, am a daha o zam anlar bile ele avuca sığmaz olan kahram an, içkiyi gerisin geri çıkartır. Şarapları daha daya­ nıklı kılabilm ek için bunlara, bizdeki tat anlayışıyla pek bağ­ daşm ayan çok sayıda katkı m addesi ilave edilirdi: Servinin iğne yaprakları, ezilm iş m ersin ağacı yem işi, m azı; şaraplara özel­ likle de reçine ilave edilirdi, ki Y unanlılar bu âdeti bugün bile


İONYA BAHARI

35

sürdürürler. Fakat oralara yerleşen gezginler, insanın Yunan şarabının neden beğenilm ediğini anlayam adığını söylerler. E s­ kiler sirkeyi de bilirlerdi; sirkeyi, şarabı açık havada ekşiterek elde ediyorlardı. Adı ofcms’tu (R uslar hâlâ, Y unanca kökenli uksus sözcüğünü kullanır). Sirkenin ne kadar m eşhur olduğunu, Yunancadaki çok sayıda sözcük bileşim i ve türetm esine baka­ rak görebiliriz: “ Sirke şişesi”, “sirke tüccarı”, “zeytinyağı ve sirke karışım ı”, “ballı sirkeli içecek”, “sirke tadında olm ak” ve benzeri; suratını ekşitm iş bir insana oksynes denirdi. Turşu ya­ pım ında da kullanılırdı sirke, zeytinyağı da öyle. Eskiçağda olağan diğer konservelem e yöntem leri ise tütsülem e, tuzlam a ve havadan yalıtm aydı. Ç ekirdeksiz bir üzüm türü olan kuşü­ zümü (korinth) antikçağda bilinm iyorduysa da, günüm üzde Y unanistan’ın önde gelen ihraç m allarından biridir. İlkin V ene­ dikliler tarafından K orinthos’ta yetiştirildiği için bu adı alm ış­ tır; kuşüzüm ü, hiç eksik olm ayan Y unan güneşinin altında der­ hal kurur. Taşlı topraklarda bile yüksek bir yaşa erişebilen kanaatkâr Zeytinzeytin ağaçlarından Y unanistan’da orm anlar dolusu vardır; yağı tozlanm ış gibi duran güm üşi yaprakları göze bir parça tekdüze görünür. G övdesi eskiden beri kullanılırdı; O dysseia’daki K yklops’un topuzu zeytin ağacm dandır. İiias’ta yalnızca tan­ rılarla insanlar değil, rahşan atlar bile zeytinyağıyla yağlanır, hatta H ektor atlarına şarap içirir. N edense bazı filologlar epik bir abartı diye görm üşlerdir bunu, haklı oldukları söylenemez, zira bugün yarış atlarına şam panya içiriliyor. Zeytinden en iyi verimi alm akla övünenler yine A tinalIlardı; zeytin ağacı A thena’nın kutsal ağacıdır ve onun onuruna düzenlenen büyük Panathenaia şenliklerinde verilen ödüller zeytinyağıyla dolu testilerden ibaretti. Z eytinler önce yağ değirm enlerinde ezilir, çekirdekleri çıkartılır, sonra da tekrar tekrar ezilirdi. Vücudu baştan ayağa yağla yuğm ak Y unanlılara özgü bir kaçıklık diye görülm üştür asırlarca; oysa hava, güneş ve sporun yine çok önemli olduğu şu günlerde, yağlanm anın hijyenik önemi yavaş yavaş anlaşılm aktadır. Y alnızca zeytinyağı değildi bu işte kul­ landıkları, koyun yapağısından elde edilen yağ gibi hayvansal yağlan da kullanıyorlardı; bu yağ bile son zam anlarda, daha doğrusu Liebreich 1885 yılında koyun yapağısından Lanolin’i " Bu d estan d ilim ize tly a d a o larak y e rle şm işse de, d o ğ ru su llia s ’tır. (e.n )


36

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ürettikten sonra tıp cam iasında yeniden ilgi görm eye başladı, çünkü cilde çok kolay nüfuz eden Lanolin, içine eklenen şifalı m addelerin bedene girm esini kolaylaştırır. Sabun yapm anın kim yasal süreciyle ancak antikçağın sonla­ rında tanışıldığı için, zeytinyağı tem izlik m addesi olarak da önem li bir rol oynuyordu. A ntikçağda sevilen heykel m otifle­ rinden biri de apoksyom enos’tu r (bunların en ünlüsü Lysipp o s’unkidir): T ozu ve kiri em m iş yağı vücudundan kaşağıyla kazıyan genç adam. Bize b u m o tif bir sanat eseri için pek par­ lak gelm ese de, eskiler bunda estetik bir yan bulabiliyorlardı dem ek. Y em ekten sonra eller ekm ek ya da kokulu toprakla te­ m izleniyordu (çatal kaşık yerine ellerini kullandıkları için önem liydi bu); çam aşırlar akar suda yıkanırdı, bilindiği gibi, Prenses N ausikaa bile çam aşırlarını kendisi yıkar. A yrıca, ke­ pek, kum, kül ve soda da kullanılıyordu; am a en çok da kiseris. yani süngertaşı tem izliğin vazgeçilm ez unsuruydu: Diş ve cilt tem izliğinde, kıl ve kırışıklıkları giderm ede, aynı zam anda cildi parlatm ada, kalem leri sivriltm ede, parşöm ene yazılm ış yazıları silm ede de elden düşm ezdi hiç. B ilindiği gibi, güneyliler yem eklerinde hâlâ ağırlıklı olarak zeytinyağı kullanırlar. Y unanlılar tereyağından tiksinm iş olm a­ lılar ki, bu yağı hep göz ardı etm işlerdir. Y ine de hayvansal yağların, m odern dillerdeki karşılığının neredeyse tamamı Y unancadaki b utyron’a [Alm. ve İng. B utter] dayanır, butyron da m uhtem elen İskit kökenli bir sözcüktür, çünkü kuzeydeki barbarlar tereyağını çok tüketirlerdi, T rakyalIlara takılan isim de zaten B utyrophagoi [tereyağ yiyenler] idi. İskitler at yağına da düşkündü - bize hiç hitap etm ez ama. Fakat diğer süt m am ülleri Flellas’ta pek sevilirdi. K eçi peyniri yoksul halkın tem el besin kaynaklarından biriydi am a zenginler de bu peyniri tatm adan edem ezlerdi, en lezzetlisi Sicilya keçi peyniriydi. K e­ çi peynirinin tadı, baharat ve çeşitli otlarla çeşnilendiriliyordu; A tina m utfaklarının dem irbaşlarından olan rendeyle rendelenir, bulam aç ve sebzelerin içine katılırdı. K oyun peyniri de çok tü ­ ketilirdi, o y sa sığır peynirine rağbet edilm ezdi. K rem a bile bili­ niyor, krem aya aphrogala, “köpüklü süt” deniyordu. Ü lkedeki ani ısı değişim lerine karşı korunabilm ek için Y u­ nanlı keten bezini değil, yünü yeğlerdi; elbette onun sadeliği de karışırdı işin içine, çünkü keten giysiler o zam anlar çok daha


İONYA BAHARI

37

gözalıcı bulunurdu. B unun bir sonucu olarak keten tarım ı asla gelişm em iştir; bir ziraat uzm anı olan H esiodos ketenden hiç söz etm ez. Ü rünün kendisini biliyorlardı elbette. H om eros’taki soylular z a rif keten döşeklerde, pahalı keten çadırlarda yatarlar; dahası, zam an zam an keten bezinden zırhlar kuşanırlardı. Buna karşılık, göm lek veya yastık gibi eşya antikçağda bilinm iyordu. Y astıklarda kaz tüyü kullanm a âdeti, güney ülkelerine ilkin Cerm enler aracılığıyla girm iştir ve güneylilere bugün bile pek hitap etmez. K etenin, eskiçağda oynadığı nispeten önem siz role karşılık ketenden yapılan en anlam lı iki buluş olarak niteleye­ bileceğim iz keten kâğıt ve tuval daha yeni bir çağın ürünleridir. Hoş kokulu çiçekleriyle ırm ak kenarlarını süsleyen ve gü­ nüm üz Y unanistanm m karakteristik bir özelliği olan zakkum ağaçlan ancak im paratorluk dönem inde ortaya çıkar. Bunun dışında, en önem lilerini sayacak olursak Y unan diyarında şu bitkiler de yoktu: Portakal, lim on, şeftali, kayısı, M ısır inciri, sabırlık, dom ates, patates, pirinç ve m ısır. En yaygın sebzeler, m ercim ek, fasulye, havuç, lahana, turp, m arul, kabak ve hıyar­ dı; hıyarın bugün artık ekilm eyen iri bir cinsi tazeyken tüketi­ lirdi ya da h a fif ateşte pişirilir, kaynatılır, ayvayla birlikte reçeli yapılır (tarifi m aalesef kaybolm uştur), hıyar turşusu ya da tuz­ lanm ış hıyar olarak kızarm ış etin yanında yenirdi. Yemekleri lezzetlendirm ede kullanılan diğer m alzem eler, soğan ve sar­ ım sak (kom edyanın am iyanelikleri için bitm ez tükenm ez bir m alzem e), kim yon, hardal, son olarak da, sırlarla dolu silphion: Körpe sapları ve sürgünleri son derece lezzetli bulunur, ağırlı­ ğınca güm üş eden bir sıvı çıkarılırdı köklerinden. Bugün ka­ yıplara karışan bu bitkinin kim liği antikçağda yetişen diğer bit­ kilerin özelliklerinden teşhis edilem edi. O sadece K yrenaike’de yetişiyordu ve bölge tüm zenginliğini ona borçluydu. Y unanlılar m adencilikle uğraşm aya çok erken dönem lerde Madenbaşlam ıştır. Eski dini tasvirlerde, tepe lam basının ışığı altında 1er çalışan üryan m aden işçilerinin taşları nasıl kırdıkları ve büyük fırınlarda nasıl m etal elde ettikleri görülür. Ö te yandan, antikçağdaki teknoloji m odern çalışm a koşullarına kıyasla çok yeter­ sizdi ve yalnızca köle işçiliği ucuz olduğu için kâr sağlıyordu. Asıl Y unanistan’da altın pek bulunm azdı, b una karşılık Trakya ve A nadolu’da ziyadesiyle m evcuttu. E n önem li güm üş ocağı, A ttika’nın güneyinde kalan Laureion idi; bu ocak devletin mül-


38

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

kiyetindeydi, am a bir kereye özgü bir satın alm a bedeline ila­ veten her yıl m ahsulün yirm i dörtte birini devlete verm ek ko­ şuluyla özel kişiler tarafından da işletilebiliyordu. B u ocak en parlak dönem ini 5. yüzyılda yaşam ış, K senophon zam anında verim liliği önem li oranda azalm ıştı. B üyük bakır ocakları sade­ ce Euboia adasındaki K halkis’te (adını m uhtem elen bakır m e­ tali kha lko s’tan alm ıştı) m evcuttu. B una karşılık dem ir rezerv­ lerine pek çok bölgede rastlanabilirdi; özellikle de, m iğfer ve kılıçları, burgu ve keskileri, balta ve orakları Peloponnesos dı­ şında bile rağbet gören L akonia’da. N e var ki, dem ir madeni m odern çağdaki kadar önem li bir rol oynam ıyordu eskiçağda, dökm e dem ir diye bir şey bilinm iyordu. O ysa kurşunun şaşırtıcı derecede çeşitli kullanım alanları vardı: T onozlarda kenet mili, su boruları, savaş m ancınıkları, gem i şakülleri, kutu ve kül ka­ vanozları, yazı ve yem ek takım ları, hatta sahte zarlar ve oyun­ cak askerler bile hep kurşundandı. O nedenle, kurşun zehirlen­ meleri sık görülürdü diyebiliriz. A ntikçağın sonlarına doğru pirinç tanınm aya başlanm ıştı kuşkusuz, am a daha eski tanım ­ larda gerçekten pirinç mi kastediliyordu, yoksa bronzla mı ka­ rıştırılıyordu belli değildir; günüm üzde bile bu iki alaşımı sık sık karıştırırız. Y unanistan deyince herkesin aklına m erm er gelir. G erçekten de yarım adanın doğusu, güzelliği, dayanıklılığı ve kolay şe­ killenebilm esi nedeniyle başından beri sanatın em rinde olan bu taşla dolup taşar. Bir bakım a yine Y unan güneşinin eseridir bu, ne de olsa heykellere canlılık katan o sıcaklığı güneş verm iştir m erm ere. En ünlü iki m erm er türü, Brilessos depolarındaki al­ tın sarısı Pentelikon m erm eri ve neredeyse bütün adayı imar eden k ar beyazı Paros m erm eriydi. G ünüm üzde bile P aros’un evleri, hatta surları m erm erden yapılır. A yrıca N aksos’ta dem i­ rin bilenm esi ve taşların kesilm esinde en önemli m alzem e olan zım paranın elde edildiği ocaklar da vardı; Y unan tapınaklarının fevkalade süsleri niteliğindeki kiriş ve tuğlaların öncelikle ora­ da yapılm asını bu ocaklara borçluyuz. Ö te yandan, cam Yunan m im arisinde hiç mi hiç tutunam am ıştı, klasik dönem deyse sa­ dece adı bilinirdi; oysa renkli ahşap kaplam alar ışığı cam gibi kırm ıyor, rüzgâra karşı koyam ıyordu. Y unanlıların cam kul­ lanm am ış olm ası pek gariptir, zira Y unanlıların kapı kom şuları M ısırlılar ve Fenikelilerde çeşit çeşit cam lar gündelik eşyadandı


İONYA BAHARI

39

ve Persler içkilerini cam kadehlerde içerlerdi. B uradan, “kültü­ rel etkileşim lerin” sanıldığı kadar önem li olm adığı anlaşılır. İlgi yoksa, icatlar işe yaram az. M uhtem elen cam Y unanlılar için bir anlam taşım ıyordu. Hayli kısır topraklarda yaşayan H ellenler hep sade bir halk Sadelik olm uşlardır. B oiotiahlarm adı sefa pezevengine çıkmıştı, çünkü bol m iktarda ham ur işi ve yılanbalığı yiyorlardı, ne de olsa be­ reketli topraklara ve K opais gölüne sahiptiler; oysa A tina’nın orta tabakası bile genelde arpa unuyla ve Phaleron körfezinde tuttukları ufak balıklarla yetiniyordu. B uğday ekmeği S parta’da yem ekten sonra tatlı diye ikram edilir, şarap m ekruh sayılırdı; diğer Y unanlılar şarabı suyla karıştırarak içerlerdi. Şarap alır­ ken sorulan tipik soru şuydu: “ Üç ölçü su ilavesini kaldırabilir m i?” Fakat bu oranla “kurbağa şarabı” diye alay edilirdi; tıpkı bizde de olduğu gibi, toplantılarda bir başkan seçilir, karışım oranını bu kişi belirlerdi, ki bu oran üçte bir şarabın üzerine pek çıkmazdı. Şarapların o denli güçlü olm asına ve içki âleminin de gece yarılarına kadar sürm esine rağm en kimsenin adamakıllı sarhoş olmaması bundandır herhalde. Şarabın mezesi de bir yığın mütevazı yemişten ibaretti: İncir, hurm a, zeytin, karpuz, peynir, tuzlu kurabiye, leblebi ve tütsülenm iş balık. Yunanlılar asla bira içmezdi am a en eski tarih yazarları Hekataios ile Herodotos M ı­ sırlıların en sevdiği içeceğin bira olduğunu bilirlerdi. Aiskhylos’ta Argos kralı M ısır’dan geien D anaos kızlarına “Burada ballı bira içen kimseye rastlayam azsınız,” der gururla. A nadolu’da yaşayan İonlar diğerlerine nazaran refah içinde Av yaşıyorlardı. Hem bir iam bos şairi olm asıyla hem de asalak kim liğiyle öne çıkan Ephesoslu (daha sonra K lazom enai’de yaşadı) H ipponaks, yağlı ördekler ve çıtır tavşanlar, nefis su­ samlı pastalar, bal lokm aları, yahni ve deniz balıklarından olu­ şan zengin sofralardan hayranlıkla bahseder. Fakat kasaplık hayvanlara hiereia, “kurbanlık hayvan” denm esi bile genelde bu hayvanların etinin kutsal am açlarla yendiğini gösterir. B ir­ çok yörede geyik, ceylan ve tavşan bol olm asına rağm en, av­ lanm a H ellas’ın kayıtlı tarihinde hiçbir zam an M iken dönem in­ deki kadar ekonom ik bir önem e sahip olm am ıştır. Karpathos adasında öyle çok tavşan vardı ki, em barras de richesse için “K arpathoslu ve tavşan” deyim i kullanılırdı. Bu hayvanın kamu yaşam ında nasıl bir rol oynadığı daha başka ifadelerden de an-


40

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

laşılır. Sözgelim i çoban asalarından birinin adı lagobolon idi, yani “tavşan avlayan” ; A tinalIların en sevdiği yem eklerden biri de m im arkys, tavşan yahnisiydi: B aharatlı bir salçayla pişirilen tavşan sakatatı, D ahası, kom edyada “tavşan kızartm ası içinde yaşam ak” ifadesi had safhadaki zevkperestliği anlatır. Tavşan aynı zam anda aşkın da sem bolüydü, “tavşan gibi ürem ek” ifa­ desinden de anlaşıldığı gibi aşırı doğurgan oldukları için belki. A m a Y unanlılar adatavşam nı da, kekliği de bilm ezlerdi, oysa tavşandan sonra en çok avlanan kınalı kekliği bilirlerdi. A tina sahillerinde sutavuğu (phaleris) da m uhtem elen çok yaygındı, çünkü Phaleron lim anı adını ondan alır. E rkek dom uzu alt etm ek daha rom antik bir m eseleydi. İn­ sanlar ellerinde proboüon, dom uz m ızrağı, kılları diken diken, öfkeden kudurm uş dom uzun gırtlağına öldürücü darbeyi indi­ rebilm ek için fırsat kollarlardı; fakat vuram am ışlarsa eğer, der­ hal yere yatarlardı, yoksa işleri bitikti. E skiçağda Yunan dağla­ rından hiç eksik olm ayan ayı, E peiros’ta hâlâ görülebiliyorm uş; A rkadia “ayı diyarı” anlam ına gelir. I. M essenia savaşında, oradan vadiye inen adam ların üzerinde hâlâ ayı postu vardı. A m a m itolojide kahram anlar da aslan postuyla örtünür. Ç ağı­ mızın şüphecilik illeti bunu şiirsel bir arabeskliğe indirgem ek ve aslanı tanım ış olm asını H om eros’a çok görm ek niyetinde­ dir. G elgeleiim , H om eros’un gazaba gelm iş canavarla ilgili tasviri dikkatle okunduğunda ve m odern aslan avcılarının tas­ virleriyle kıyaslandığında b u şüpheciliğin ne kadar abes olduğu ortaya çıkar: “A ğzını sonuna dek açarak eğilir, salyalar akar dişlerinin arasından, kuyruğuyla kalçalarını kam çılar, sonra da, ateş saçan gözleriyle ileri atılır.” K urtların kol gezişini de aynı ustalıkla betim ler H om eros: “ Bir geyik parçaladılar, sonra da kana bulanm ış ağızlarıyla yakındaki bir çaya seğirtip ince dil­ leriyle berrak suyu içtiler; kan suyu kızıla boyadı.” K urtlar gü­ nüm üz Y unanistanında da vardır, am a sayıları kurtların başına ödül koyan S oîon’un zam anındaki kadar kabarık değildir. B u­ gün adalarda yaban keçileri de vardır hâlâ. At, Y unanlılar, evcil hayvan olarak atı beraberlerinde getirmişKöpek, lerdi; am a toprakları at yetiştirm eye m üsait değildi. A ncak Kedi T esalya’daki cinsler kaliteliydi. Spartalıların atçılığı çok kötüy­ dü. A tinalılar bile elverişli sayılabilecek bir ortam a sadece M arathon ovasında sahipti. Buna rağm en H ellenler en eski


İONYA BAHARI

41

çağlardan beri atları çok severlerdi. Ç oğu Y unan adı “hippos” (at) ile oluşturulm uştur. A tçılık üzerine bir yazı kalem e alan K senophon, atı insanın dostu, tanrıları taşım ayı hak eden hay­ van ilan eder. G üzel sanatların en çok sevdiği ve sonu gelm ez bir m o tif zenginliği içinde değişik varyasyonlarla işlediği te­ m alardan biri, yarı at yarı insan olan K entaurlardı. Bazı dö­ nem lerde bir at çılgınlığı yaşandığı bile söylenebilir. A ttika kom edyasının repertuarında, züppeyi oynayan bourgeois gentilhom m e karakteri de vardı. Z üppeliği dehası kadar büyük olan ve O lym pia’ya bir seferinde yedi adet dört atlı arabayla giren A lkibiades’in m eşhur bir yarış atı ahırı, bir de, A tin a'd a günün konusu olan, egzotik, iri yarı bir köpeği vardı. Bu arada, yüksek binicilik sanatında volta, levad, pesad, kurbet ve İspan­ yol adımı daha o dönem de biliniyordu. Eyer, üzengi ve nal ta­ kılm ayan atları sürm ek için yalnızca dizginleri ve kalçalarını kullanıyorlardı, çünkü bugün olduğu gibi o dönem de de, attan anlayanlar m ahm uz veya kam çı kullanm aktan kaçm ıyordu. Ç aprak bile yalnızca orduda kullanılıyordu. A tın sırtına, m ızrak yardım ıyla sıçrayarak biniliyordu, am a atlar da ön ayaklarını bükecek kadar terbiyeliydiler. A t yarışçıları ata çıplak binerdi. Kazalar günlük olaylardandı, özellikle de araba yarışlarında; atlar düşüyor, arabalar çarpışıyor, sürücüler yerlerde sürükleni­ yordu. Batıl inançlar bu kazalardan bir daim onu sorum lu tut­ m akta gecikm em işti: Taraksippos, yani at çıldırtan; yarış baş­ lam adan önce T araksippos’a yakardırdı. K öpek de bir spor hayvanıydı. A vcının adı kynegos, köpek yöneten idi. K öpeklerin en ünlüsü yaşlı A rgos da bir av köpe­ ğiydi; A rgos H om eros’un eserinde etkileyici bir abideye dö­ nüşm üştür: U nutulm uş ve bakım sız bir halde pislik içinde yatar, kendisini gencecik bir köpekken bırakıp giden O dysseus’u eve döndüğünde bir tek o tanır am a ayağa kalkam ayacak kadar da bitkindir ve gücü ancak kulaklarını kım ıldatm aya ve kuyruğunu sallam aya yeter; efendisinin içi burkulur, “am a O dysseus’u yirm i yıl sonra görür görm ez A rg o s’un üzerine ölüm ün karanlık gölgesi düşer.” Fakat henüz T roya’da, bizim kilere tıpa tıp ben­ zeyen Spitz türünün olm ası son derece ilginçtir. A ntikçağda bilinen bir başka köpek türü dok idi: “M olossos köpeği” adı verilen en güzelleri ve en güçlüleri E peiro s’tan getiriliyor ve önemli şahısların bekçileri olarak çok itibar görüyorlardı. Yeraltı


42

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

dünyasının efendisini ve hâzinelerini bekleyen K erberos da iri yarı siyah bir M o lo sso s köpeğidir, türünün örneklerinden tek farkı üç kafalı olm asıdır. Bugün bile, M olossos köpeklerinin yozlaşm ış torunları d iy ebileceğim iz uzun tüylü büyük köpekler Yunan sürülerinin başını bekler, fakat bizim çoban köpeklerimiz gibi sürüyü bir arada tutm azlar. Bunun dışında köpek Yunanlıla­ rın yaşam ında günüm üzdeki gibi önemli bir rol oynardı. Yemek arkadaşı, çocukların oyun arkadaşı, gezici artist gruplarının bir üyesiydi köpek, efendisine savaş alanına kadar eşlik ederdi. Sa­ dece kadınlar değildi onu şımartan; yaşlı Hesiodos bile köpeğin sık sık okşanm ası gerektiğini düşünür. D aha pek çok konu üzeri­ ne de yazı yazm ış olan ünlü tarihçi Arrianos, köpeğin başını öp­ meyi ve onu yatağa alm ayı öğütler. Yunan m ezar kitabelerinden biri insanla köpek arasındaki ilişkiyi olağanüstü bir saflıkla dile getirir: “Ey yolcu, şim di bu anıta bakıp da, bir köpeğe ait diye gülme, ne olur! Sel gibi yaşlar akıtıldı uğrum a ve efendim kendi elleriyle topladı küllerim i, bunlar da onun sözleri.” Elellas’ta kedi yoktu. B una karşılık M ısırlılar öteden beri kedi beslem iş, h atta kediyi ilahlaştırm ışlardır. M ısırlılar belki de bu yüzden kedilerin ülke dışına çıkm asını yasaklam ışlardı. P om peii’de lavların altından at, köpek, keçi ve daha başka evcil hayvan kalıntısı çıktı ortaya, am a kedinin izine rastlanm adı; duvar resim lerinde de yer alm az kedi; A iso p o s’un m asallarında da geçm ez hiç. B ununla beraber, kavim ler göçünün bir arm a­ ğanı olan sıçan da yoktu, am a fareler tam bir baş belasıydı: özellikle de sepicilerin başına bela kesilm işlerdi. A salak insan­ lara argoda “fare” deniyordu. “Fareler” kaybolm uş bir kom ed­ yanın da başlığıydı. A ntiphanes’e ait bir fragm anda asalağın biri şöyle der: “ Sofrada davetsiz m isafir halim le, kuyu ağzından çaresizce kovm aya çalıştıkları bir fareye benzerim ben.” Kedi­ nin yerini bir bakım a gelincik dolduruyordu. U zm anların dedi­ ğine göre, küçükken ehlileştirilebilen bu sevim li, pürhayat hay­ van, antikçağdaki evlere neşe saçan bir konuktu. A vlanm aya geceleri çıkar, gündüzlerini ise odada yum uşak bir döşekte ya da sahibesinin kucağında geçirirdi. Elemen hem en bütün küçük hayvanları avlardı: M em eli hayvanlar, kuş, yılan, kurbağa, hatta balık. İnsana alışm ışsa eğer, tıpkı bir kedi gibi davranır, oyun oynar, insanın elinden yer ve aynı yatağı paylaşırdı. Fakat arada bir yum urta, bir parça dom uz yağı ya da kızartm ası, hatta koca


İONYA BAHARI 4 3

bir tavuğu da çaldığı için m utfak köleleri tarafından pek sevil­ m ezdi. A yrıca, tahrik edildiğinde ya da takip edildiğini düşün­ düğünde gaz çıkarm ak gibi kötü bir huyu vardır ki, kom edyanın bu enfes m otiften ne büyük bir iştahla yararlandığını artık varın siz düşünün. M asallar, atasözleri ve çocuk oyunlarında “gelin­ cik ile fare” ayrılm az birer kavram İkilisidir. Bunun dışında, evde kirpinin yanı sıra m yothera, yani “fare avcısı” lakaplı suyılanının da beslenm iş olm ası şaşırtıcıdır, çünkü suyılanım n zehirli olduğu düşünülürdü, engerekten daha çok korkulan karakurbağanın da zehirli olduğuna inanılırdı. Y unancası bûs olan inek, yine inek sesini yansıtan gö söz- Sığır, cüğüyle Sanskritçede de m evcuttur. E peiro s’taki M olossis böl- D om uz, gesinin sığırları en az köpekleri kadar ünlüydü. M uazzam boy- K o y u n nuzlarının işlenip kadeh yapıldığı, ağır, sem iz bir cinsti bu; her gün bir am fora dolusu süt veren -b iz d e k i en iyi “H ollanda inekleri”nden bile daha fa z la - bu cins inek büyük bir ihtimalle, günüm üzde artık görülm eyen bir büyüklükteydi. Çok sayıda boynuzlu hayvan, Tesalya ve B oiotia’nm bereketli m eraların­ dan ve sırf bu özelliğiyle bile İsviçre’ye benzeyen A rkadia’dan getirilirdi. O ysa A ttika sığır eti ihtiyacını dışarıdan karşılam ak zorundaydı, çünkü kendi öküzleri yalnızca tarlada işe yarıyor­ du, bu nedenle A ttika dilinde öküze, hypozygia, boyunduruk hayvanı deniyordu. A ttik a’da en çok dom uz kızartılırdı. A tina­ lIların en sevdiği şölen yemeği bezelye ezm eli süt dom uzuydu; fakat R om alıların böbürlendikleri yöntem i, kocam an besili do­ muzları sofraya bir bütün halinde getirm eyi onlar asla akıl edem em işlerdi. Ç eşit çeşit sosis ve sucuk vardı: K ızartm alık su­ cuk, sosis, kıym a sucuğu, tütsülenm iş sucuk, ciğer sosisi; ancak bunların daha o zam anlarda bile akla hayale gelm eyecek hay­ vanlardan üretildiği olurdu. Y ün veren hayvanların başında, A ttik a’da da iyi yetişen koyun gelir. Y apağısını işler, manto, örtü, yer ve duvar halıları üretirlerdi. En iyi keçeyi Lakonia üretiyordu. Y ün dokum a ve eğirm e o kadar kadın işi sayılıyor­ du ki, bir kız çocuğu doğduğunda sokak kapısına yün yumağı asılırdı. Ham yünü ıslatarak ağırlığını artırm ak, ticarette sıkça başvurulan bir hileydi; H erm es’in çoban ve tüccarların yanı sıra hırsızların da tanrısı olm ası boşuna değildir. K oyun deri­ sinden kalkan, zırh, ayakkabı, sandalet, şapka ve dolak yapılır, sığır derisine pek rağbet edilm ezdi. B u arada, kırba, kayış, bere


44

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

ve tulum yapım ında köpek derisi bile kullanılırdı. Eldivenler, antikçağda şık giyim in bir parçası olarak kullanılm az, yalnızca çok soğuk havalarda ve bazı m eslek dallarında, örneğin bahçı­ vanlıkta dikenlerden korunm ak için kullanılırdı; zaten eldiven takan pek yoktu. Kümes T avuk B abil’de öteden beri biliniyordu, fakat gerek M ısır’a Hayvan- gerek İbranilere nispeten daha geç ulaşm ıştı: M ısırlılara Sais ları dönem inden sonra, İbranilere ise ancak sürgün zamanında. H om eros “horoz” anlam ına gelen alektor adını bilse de, hayva­ nın kendisini bilm ez henüz. Fakat Pers savaşları zam anında horoz adı şairlerin dilinde dolanm aya başlar; horozun ötüşü ve azam etli yürüyüşü, ibiği ve m ahm uzu, anaç tavukların hassaslı­ ğı ve cesareti birtakım benzetm elerde kullanılır. Perikles zam a­ nında tavuklar şim diki popülaritelerine erişm işlerdir bile. A ti­ n a ’nın en yoksul evlerinde bile alektoris ya da basitçe ornis (kuş) dedikleri tavuk bulunurdu. Ç ok sayıdaki vazo resm inden de anlaşılacağı üzere, horoz dövüşlerine ilgi büyüktü - söz ko­ nusu resim lerde horozların eğitilişi, dövüşün seyri, galibin zafer sevinci ve m ağlubun üzüntüsü resm edilm iştir. Bu sporu A ti­ n a ’ya sokan bizzat T hem istokles’ten başkası değilm iş. Sokmuş sokm asına ya, çok geçm em iş, hiç um m adığı bir rekabetle kar­ şılaşm ış; insanlar bıldırcın dövüşlerine öyle m erak salm ışlar ki, bıldırcın m anyakları ortygom anlar diye alaya alm ıyorlarm ış, A skîepios’un horozu neden kutsal saydığı anlaşılm ış değildir am a Sokrates’in antikçağın en güzel sözlerinden birini etm esine vesile olm uştur: Sokrates baldıran zehirini içm eden önce, uzun sürm üş bir hastalığı atlatm ış olm anın şükranı olarak, Asklep io s’a bir horoz kurban edilm esini em retm işti. Dere tepe yaban güvercini kaynıyordu: Siyah, kül rengi, sarı ve boz. Oysa, Y unanistan’a köpekten daha sonra girmiş olan evcil güvercin çoğunlukla beyazdı ve A phrodite’nin kuşu olarak tapm aklarda tutulurdu. Y unanoası khen olan kaz sözcüğü Alm ancası Gans gibi bir tıslam ayı yansıtır. Güzelliği nedeniyle kendisine hayranlık duyulan kaz, O dysseia’da Penelope’nin av­ lusunda da karşım ıza çıkar. Fakat tüyleri yazı kalemi olarak kul­ lanılm ıyordu henüz. V iktor Hehn, büyük bir zevkle okunduğu için bilim sel çevrelerde acem ice bulunan, fakat basım tarihinin eskiliğine rağm en üstüne bir başka eser daha olmayan Kulturpflanzen und H austiere [Kültür Bitkileri ve Evcil Hayvanlar] adlı


İONYA BAHAR i 4 5

m uhteşem kitabında, yazının üç büyük evreden geçtiğini söyler: Thukydides ve T acitus’un çentikli kam ış evresi, Dante ve G oethe’nin ellerinden düşürm edikleri kaz tüyü evresi ve çelik uçlu kalem evresi, “bu kalem le yazılan m akaleler ve edebi köşe yazıları daha mürekkepleri bile kurum adan buhar gücüyle bası­ lır” . Üstat şayet yaşasaydı daktilo için ne derdi kim bilir! Ö rdek ancak im paratorluk dönem inde evcilleşti. Yabani çe­ şitlerine ise her zam an rastlanırdı, özellikle de, yaban ördekle­ rinin ağlarla sürüler halinde avlandığı K opais gölü civarında. Bu ördekler okla avlanm azdı pek, M ısırlıların bum erangı ise bilinm iyordu. A tin a’da 5. yüzyılın ikinci yarısında, herkesin pek bayıldığı gülünç tavuskuşu sahneye çıkar. H er bakımdan tatsızdır bu kuş; tatsız olduğu içindir ki, onu leziz lokma ve bahçelerin süsü haline getirm ek yine İm paratorluk R om a’sm a düştü, çünkü V iktor H eh n ’in dediği gibi, “R om alı her bulduğu­ nu ağzına sokm adan edem ezdi.” Fakat tavuskuşu en çok da Y unanistan’da az bulunur bir nim et olarak görülm üştür ve bir kom edyanın iddiasına göre, bazı züppeler bu gülünç hayvan için bir sanat eserini satın alm aya yetecek kadar büyük m eb­ lağlar öderlerm iş. Bir ara balıkçıl kuşu m oda olup kadınların odasına girdi. Y arasa bile, bir daim on yerine koyulm adığm da, kuş fam ilyasından sayılıyordu. Z aten zoolojide m üthiş bir kav­ ram kargaşası hüküm sürüyordu; sözgelim i, yapısı itibariyle deveye, postu itibariyle de pantere benzeyen zürafaya"devepanteri diyorlar, zürafayı bu iki hayvandan doğm uş bir piç sa­ nıyorlardı; Y unan efsane ve şiirlerindeki deniz hayvanlan ara­ sında özel bir yere sahip yunus balık fam ilyasından sayılıyor, hatta balıkların kraliçesi addediliyordu. K aplum bağanın ne tür bir hayvan olduğu konusunda da bir türlü karara yarılam ıyordu. Eski Y unanlılar, lezzetli çorbalardan hiç anlam ayan bugünkü • Yunanlılar gibi o zam an da m utfaklarına sokmazdı kaplum bağa­ yı. B una karşılık kabuğu lir yapım ında önemli bir rol oynuyordu. Bağadan çeşitli kullanım araçları da yapılırdı, am a bununla m o­ bilyaları süslem ek ve duvarları kaplam ak zevksizliği de yine Rom alılara aitti. H om eros’un övgüsünü kazanm ış ve halk tara­ fından her zam an zevkle tüketilm iş olsa da, Y unanlılar istiridye konusunda da Rom alıların tutkusunu paylaşm am ışlardır. G erek tazeyken gerekse tuzlanm ış olarak çokça tüketilen Balıklar balık halkın başlıca besin m addeleri arasında yer alıyordu. Bu


46

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

balıkların başında tonbalığı (orkinos) gelir; günüm üzde ringa kuzey için ne kadar önem liyse tonbalığı da Ege için o kadar önem liydi. A m a ringanın aksine tonbalığı zam an zam an devasa boyutlara ulaşan büyük bir balıktır. B ir zam anlar Bizans suları tonbalığı kaynıyordu ve onları elle yakalam ak işten bile değil­ di; “H ellespontos’un balığı” lafı “A tin a ’nın baykuşu”, “Şam ’ın yünü” gibi bir deyim di. İnsanlar tonbalığını olta, ağ ve çatalla avlıyorlardı, Poseidon’un asası çataldır bu yüzden. Fakat bu balığı çan sesleriyle çekm eye çalışm aları da ilginçtir. Bilindiği gibi, bizim göllerim izdeki balıklar da çıngırak sesini duyar duym az yem e gelirler. Bu durum , havadaki dalgalanm anın ya­ rattığı etkiye bağlanıyor ve silah sesiyle ya da tiz ıslıklarda irkilinm esi de aynı etkiye dayandırılıyor. Bazı türlerin erkekleri yum urtlam a dönem inde dişileri çekm ek için ıslığa, gurultuya veya tıkırtıya benzer sesler çıkarırlar. M üzik yapan balıklar da vardır, fakat m üzisyenin sağır olabileceği hiç akla gelm em iştir, halbuki bestecilerin en büyüğü doğuştan olm asa bile sağırdı. Balıkların m üziği çok sevdiği görüşü antikçağm içine işlemişti. O rta kulaklarında işitm e organı yoktur balıkların, am a derile­ rindeki duyu organlarının ya da aşırı hassas olan bıyıklarının ses dalgalarından etkilendiği düşünülebilir ve bu da başka türlü lokal ize olm uş işitm eden başka bir şey değildir. E skiçağda balık soslarına büyük bir önem verilirdi. Fakat en övüleni ve en lezzetlisi olan garon hakkında silphion hakkında olduğundan daha fazla bilgiye sahip değiliz. G aron en az hav­ yar kadar lezzetli bir yiyecekti. Eski insanlar mersinbalığını biliyorlardı am a görünüşe bakılırsa, havyarı ve en iyi havyarın elde edildiği m ersinm orinasını bilm iyorlardı, aksi takdirde Ro­ m alılar hem en üstüne atlardı, çünkü havyar tam da onların bir yiyecekten beklediği bütün özelliklere sahipti: Pahalı, egzotik, iştah açıcı ve afrodizyak. G aron sosuna da m ersinbalığı katılır­ dı, ayrıca tonbalığı ve uskum ru, bir de m utfak sırrı olan başka şeyler daha. Sosun tarifi hakkında tek bildiğim iz, sosun şarap ve baharat ilave edildikten sonra bir ay süreyle m ayalanm aya bırakıldığı. P om peii’de garon sosu ihraç eden büyük bir şirket vardı: A. U m bricius Scaurus & Com p. Kırmız Ç ok daha pahalı bir lüks ise kırm ızdı. Y unanistan’da kırm ızböceğinin bulunduğu ana m erkezler K ythera, Lakonia ve K orinthos körfezleriydi. Kırm ız, K orinthos körfezinin kuzeyin-


İO NYA BAHARI 4 7

de, Phokis’te o kadar boldu ki, nüfusun yarısı geçim ini bundan sağlıyordu. L akonia kırm ızı, dünyaca ünlü Tyros kırm ızından sonra geliyordu. Sıvının rengi aslen beyazdır ve güneşin etki­ siyle şu sırayla renk değiştirir: L im on sarısı, yeşil sarı, yeşil, erguvani, koyu erguvani; sürecin erken ya da geç başlatılm asına göre çeşit çeşit tonlar elde ediliyordu. Belli başlı türlerin daha ziyade kırm ızıya çalan bir rengi vardı; seyreltm eyle lal ve ley­ lak renkleri, iki kat renklendirm eyle de siyaha çalan bir renk elde ediliyordu, H om eros bu yüzden “erguvani gece” der. Ü re­ tim son derece karm aşık ve m asraflıydı, çünkü her böcekten yalnızca birkaç dam la renk m addesi çıkıyordu; tek bir im alat­ hane bile yılda m ilyonlarca böcek işliyordu. M odern kim ya antikçağdakı m aliyetin yalnızca binde birine, salt “sentetik kır­ m ız” değil, çok daha m uhteşem renkler de üretebiliyor aıtık. A m a yine de, m enekşe, süm bül, altın, am atist, gül ve kan kır­ m ızısı gibi, belki kendi aralarında da harelenen ve iddialara göre, eskidikçe daha da güzelleşen değişik renkleriyle antikçağm kırm ızında her kim yayı gölgede bırakan bir şeyler olmalı. Bunu, yeryüzünde başka hiçbir halkta olm adığı kadar renk duygusu ve renk sevinci geliştirm iş olan Y unanlıların asırlar süren kırm ız tutkusundan çıkartabiliriz. O m uhteşem coğrafyada yaşayan Y unanlılar güçlü bir doğa duygusu geliştirebilm iş miydi peki? M odern ölçütlere vuracak olursak, bu soruya olum suz bir yanıt verm ek gerekir. Doğanın ancak bazı kesitleriyle dolaysız bir duygudaşlık içindeydiler. Y alnızca yakınlarındaki şeyleri seviyorlardı: Sahillerin beyaz m iğferli lal dalgalarını, çelik m avisi nehirleri ve cam yeşili gölleri, güm üş sularında rengârenk taşların parıldadığı yosunlu çayları, sayısız yaprağın kıpırdadığı asırlık ağaçları, ilkbaharda sarı ve kızıl renklere bulanan sık fundalıkları. Fakat dağlar bile onlar için en fazla bir resim çerçevesiydi; uçsuz bucaksız düz­ lükler sıkardı onları; yükseklerdeki dünyayı çoğunlukla ürkütü­ cü bulurlar, ufka bakm azlardı bile. G üneşin doğuşu ve batışı onlar için bir doğa görüngüsünden başka bir şey değildi. G ece­ nin şiirselliğini de algılam azlardı. M odern liriğin vazgeçilm ez kahram anı dolunay, Y unan liriğinde ışığı yetersiz bir meşaledir yalnızca. Suskun orm an, fısıltılı pınar, yankılı yar, düşsel otlak tekinsiz şeylerdi. B ütün bunlarda bir tanrı hüküm sürüyordu. Şüphesiz bu da bir doğa duygusu diye nitelenebilir, am a bizim-

Yunanhların D°ğa Düyg*»su


48

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

kinden çok farklı bir doğa duygusudur. A ntikçağın insanı doğa­ yı nesnel bir biçim de kişileştirir, m odern insansa doğaya öznel nitelikler yükler. Birine göre doğa, kendisinin esrarengiz bir biçim de yoğunlaşm ış içkin heyecanlarını yansıtan ebedi bir aynadır; diğerine göreyse soğuk, suskun ve neredeyse kötü ni­ yetle kendisini süzen bir gözdür. B esbelli ki doğa bizim bilinçli algım ızın bir ürünüdür. Y unan doğası klasikti, çünkü Yunanlı onu klasik olarak duyum sardı. Y unan insanının ara tonları fark eden bir göze sahip olm adığını daha önce de belirtmiştik. Bunun nedeni biraz da, H ellen doğasının gerçekten de ara tonlar bakı­ mından zay ıf olmasıdır: Bu doğada m anzaranın üzerine sır çeken sislere, yavaş yavaş ölen günlere (çünkü alacakaranlık kısa sürer ve gece aniden bastırır) ve h afif renk karışım larıyla sönüp giden güzlere pek rastlanmaz. Bu nedenle, şöyle de diyebiliriz: Yunanlı klasik duyum sardı, çünkü doğa bunu gerektirirdi. Böylesi cüm­ leler daim a evrilebibr, zira önce kim in geldiği bilinm iyor işte, doğa mı insan mı; kim bilir belki bu soruyu sormak biie yersiz­ dir. N esne ile özne arasındaki alışveriş esrar doludur. Şöyle der N ietzsche: “A kşam oîm ııştu, çam kokusu sarmıştı ortalığı, aralardan gri dağlar görünüyordu, tepelerine kar üşüş­ müş, üstlerine de m avi, dingin bir gökkubbe gerilm işti. Böylesi bir şeyi bizler asla olduğu gibi görem eyiz; bizler daim a ince bir ruh-zarı çekeriz üzerine - gördüğüm üz de budur işte.” Ve işte tam da bu ruh-zarım Y unanlılar hiçbir zam an görmemiştir. Ç ünkü onlar, ne zarı ne de ruhu bilirdi. Eserlerinin hiçbirinin üzerinde bir tül örtü yoktur. En soylusu ve en kişiliklisi bile olsa, herhangi bir H ellenin “duygulu” olduğunu söylem ek hani neredeyse gülünç olm az m ıydı? Bu arada şunu da belirtelim: Tarihi film lerin üzerim izde asla sahici bir etki bırakaınam aları, doğa algısının çeşitliliğinden ileri gelir. K ostüm ler gerçeğe uy­ gun bile olsa, doğa asla gerçeğe uygun değildir. Bu film ler o zam anın insanlarının gözüyle beyazperdeye aktarılabilseydi bir ihtim al inandırıcı olabilirlerdi. U rban G ad Film adlı kitabında “ Don K işo f’u çevirip bitirdikten sonra filmi seyrederken, Is­ panya’daki çekim lerde te lg ra f tellerinin de görüntüye girdiğini dehşetle fark ettiğini yazar. Fakat görünm eseler bile, bu telgraf telleri bütün D on Kişot m anzaralarında vardır zaten. Yunan Y unanlıların diğer ulusal özellikleri de neredeyse hep çift Dehası anlam lıdır. N itekim okulda bu kültür hakkında o kadar çok şey


IONYA BAHARI

49

öğrenm em ize rağm en, H ellen kültürü ancak bulanık bir tablo gibi ulaşm ıştır günüm üze. G eorge G ro te’nın tabiriyle, batan gem iden geriye ne kalm ışsa, bize de bu kültürden o kadarı kal­ mıştır. R esim ve m üziği tam am en yok olm uş, heykel ve şiirleri m üphem yıkıntılara dönüşm üştür. Y alnızca m im arilerinden değil felsefelerinden de geriye sadece gösterişli harabeler kal­ m ıştır. İnsanların budalaca bir biçim de “gülen” ve “ağlayan” filozoflar diye adlandırdığı D em okritos ve H erakleitos’tan bize yalnızca bölük pörçük, zavallı birkaç fragm an ulaşm ıştır; oysa Y unan topraklarında yetişen en derin filo zo f H erakleitos, en geniş kapsam lısı da D em okritos idi. B ir an, N ietzsche’den eli­ m izde yalnızca bir avuç aforizm a, H eg el’den de üç beş m etin kaldığını varsayalım , işte Y unan felsefesinin durum u da aşağı yukarı böyledir. A m a en çok da orta seviyedeki eserler kay­ bolm uştur ki, kültür tarihi için en büyük kaybı hep bunlar oluşturur, çünkü gündelik yaşam o ölüm süz eserlerden ziyade bu vasat eserlerde çok daha kanlı canlı bir biçim de dile getiril­ miştir. Sözgelim i 1800’lü yılların A lm anyası hakkında bilgi edinm ek isteyen birisi, G o eth e’ye kıyasla K otzebue ve Iffland’dan daha fazla şey öğrenebileceği gibi, dönem in m ey­ hane şarkılarından ve sokak şarkıcılarından da B eethoven’dan öğrenebileceğinden daha fazla şey öğrenebilir. Fakat Yunan halkının yapısındaki çelişkilerin ikinci ve daha derin bir nedeni vardır. Hellen ulusu çok kereler halkların dâhisi diye tanımlanmıştır. İmdi, bu dehanın iki nedeni vardır: Kutuplu­ luk ve evrensellik. Bu deha sayısız tezatlardan oluşur; bu tezatların sürekli teması ve deşarjı onun üretkenliğini doğurur. Evrenseldir, bütün bir insanlığın aynası ve özüdür; şöyle dersek abartmış olma­ yız: Tüm özelliklere sahip bir insan dâhidir. Gerçekten de Shakespeare, Michelangelo, Dante ve Dostoyevski gibi büyük sanatçıla­ ra baktığımızda, dünyadaki bütün iyilik ve kötülüklerin onlarda toplanmış olduğu izlenimine kapılırız. İşte Yunanlılar, buna benzer şaşırtıcı ve heyecan verici bir gösteri sunarlar. Söze en önemli şeyden, eth o s'ta n başlam ak gerekirse, Yu- Yunan nanlılar ahlaklı oldukları kadar da ahlaksızdılar. Dünya, özgür- Ethos’u lük, sorum luluk, yurtseverlik ve dini inançlara saygı gibi de­ ğerlerle Y unanlılar aracılığıyla tanışm ıştır. Şark-en yalın halle­ rindeki bu ahlaki değerleri henüz bilm iyordu. Y ine de m odern adalet duygusunu Y unanlılarda boşuna ararız. Suçu ilke olarak


50

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

reddetm e duygusu, belli başlı şair ve filozofları saym azsak, Y unanlılarda yoktu. G enel olarak suç zarar verenle zarar gören arasındaki özel bir m eseleydi; b u bakış geç dönem lere dek ge­ çerliliğini korudu. C inayet bile cezasız kalabiliyordu: Şayet kurban ölm eden önce caniyi affetm işse, ölenin yakınlarının (devletin değil) dava açm asına gerek kalm azdı. B urada önemli olan ruhun intikam ını alm asıdır; eğer bu intikam dan kendi rıza­ sıyla vazgeçiyorsa, o zam an ne kam unun ne de dinin buna söy­ leyecek bir sözü vardı. H er türlü yüksek ahlak ve dürüstlük de az gelişm işti Y u­ nanlılarda, hatta tam anlam ıyla klasik bir yalan dolan halkıydı­ lar, üstelik özürleri de kabahatlerinden büyüktü, çünkü bunun kötü bir şey olduğunun farkında bile değillerdi. U lusal kahra­ m anlık unvanını dünya literatüründeki başka herhangi bir kişi­ den daha fazla hak eden O dysseus, zararsız farfaralıktan tutu­ nuz en büyük hilelere varıncaya dek her tü r sahtekârlık konu­ sunda en uç örneği sergiler. A m a işin en etkileyici tarafı, A then a’nın bundan dolayı O dysseus’a duyduğu hayranlığı belli etm ekle kalm ayıp yalancılık konusunda onunla ancak tanrıların boy ölçüşebileceğini söylem esidir. G erçekten de, Rom alıların diline G raeca fid e s [Y unan yem ini] deyim i çoktan yerleşmişti ve bugün bile Fransızcada G rec sözcüğü “uyanık, düzenbaz” anlam ına gelir. G örünüşe göre, yalan yere yem in etme Yunan iletişim biçim lerinden biriydi. Fakat pek çok insan yalan yere yem in eden kişinin, hatta tüm soyunun lanetleneceği inancını taşıyordu; nitekim H esiodos da, suç olduğunu düşündüğünden değil, s ırf bu yüzden insanlara yalan yere yem in etmemeyi öğütler. Y alan yere yem in antikçağ boyunca cezasız kalmıştır, çünkü bunun cezasını verm ek tanrıların göreviydi am a tanrılar bu kişiyi etik nedenlerden dolayı değil, bu yalanıyla laneti üze­ rine çektiği için cezalandırırlardı; söz konusu kişi üstüne yemin ettiği zebanilerin eline düşerdi - ahlaki değil hukuki bir süreç. Y ine de şair ve filozoflar Z eu s’un haşm etli azası, adalet tanrı­ çası D ike’den coşkuyla söz ederlerdi, am a bu bile gerçek ha­ yatta D ik e’ye bağlılık gösterilm ediğine işaret eder. Ö te yandan, Y unanlıların bizim toplum um uzun büyük ölçüde yitirdiği bîr dürüstlüğe sahip olduklarından da övgüyle bahsetm ek gerekir. B urjuvazinin egem enliğinden bu yana insan ilişkilerini belirle­ yen riyakârlık ve sahte ahlakçılık gibi şeyler yoktu onlarda;


İONYA BAHARI

51

keza şim dilerde “iş icabı” her yerde karşım ıza çıkan sahte ne­ zaket de. G erek kendilerinin gerekse diğerlerinin özel yaşam ları hakkında olağanüstü bir açıklıkla konuşurlardı; dahası, beden­ leri bile m üthiş bir sahiciliğe sahipti ve şim dilerde adeta yiti­ rilm iş bir cennet gözüyle baktığım ız, hayvanlara özgü bir zara­ fetle hareket ediyorlardı. E n nihayetinde, böylesine bir sanatı yaratm ış olan bu halkın derin, içsel bir gerçeklik duygusundan yoksun olduğunu düşünem eyiz. Y unan ahlakının bozuk olduğu izlenim ine kapılm am ızın bir nedeni de, en katı ahlaki kurallarım ızdan birini oluşturan m o­ dern onur duygusunun onlara tam am en yabancı olm asıdır. Para tahsilatında dayağa başvurulurdu; “-onurunun beş paralık olm a­ sı” diye bir şey asla söz konusu değildi. Tek bir antik kom edya bile günüm üze uyarlanarak tem sil edilecek olsaydı, arapsaçı misali b ir yığın tazm inat davasına, sahne yasaklarına, karşılıklı suçlam alara ve benzeri şeylere yol açardı. A ntikçağdaki hatip­ lerin en m asum hukuk davalarında bile karşı tarafa nasıl hakaret yağdırdıkları hepim izin m alum u. Ve Sokrates’in zam an zaman bir eziyet haline gelen tanıtlam alarına bazı insanların tokatla karşılık verm iş olması bu adam ın o n ıy ve itibarına en ufak bir leke sürm em iştir. Schopenhauer, antikçağ boyunca bu tür şeyler karşısında takınılan vurdum duym azlığı P a rerg a’sm da pek eğ­ lenceli bir biçim de işler. G elgelelim , Y unanlıların hastalık de­ recesindeki şan şöhret düşkünlükleriyle içten içe kem irilm iş olm aları bütün bunların karşısında b ir tezat oluşturur. Y unanlı­ nın aklı fikri zafer ve övgüdedir ve tüm hayati işler itibar kapı­ larım açan a g o n ’dan, yani bir yarışm adan ibarettir. Y unanlıların isterik derecedeki iltifat ve itibar hırslarının ar- Yunan dında ateşli bir tutku yatar, bunun için ulusal kahram anlarına, Ölçülügerçek bir savaşçı olan A k h illeu s’a bakm ak yeterlidir. lüğü N ietzsche, “A syalılığa geri düşm e tehlikesi Y unanlıları hep tehdit etti,” der. H içbir halk, en korkunç şeylerin aralıksız ger­ çekleştiği böylesine vahşi bir m itolojiye sahip değildir, dahası, başka hiçbir halk böylesi bir m itolojiyi kaldıram azdı. Fakat yine de, Y unan tarihinde baştan sona bir ölçülülük ideali, sophrosyne parlar. B u parıltı o kadar güçlü, o kadar yum uşaktır ki, W inckelm ann’la birlikte bütün A lm an klasisizm i bu özel­ likte Y unan ruhunun sırrını keşfettiklerini sanm ıştır. O nlara göre, halkın adı bile buradan kaynaklanır, zira eski bir rivayete


52

ANTİK Y U NAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

göre EAÂr)v (H ellen) “akla uygun” dem ektir. H esiodos’un işler ve G ünler'in d e anlatılan o derin anlam lı Pandora mitini hepi­ m iz biliriz: K utunun içinden, insanlara o zam andan beri sıkıntı veren en belalı şeyler çıkm ıştır, fakat P andora kutunun kapağını erken kapatm ış ve içlerinde en berbatı olan eiüriç (elpis) geride kalm ıştır. Elpis, tıpkı L atince s p es gibi “beklenti” demektir, üstelik hem iyi hem de kötü şeylerin beklentisi,'yani um ut ve endişe. Bu iki duygunun uğursuzlukların en büyüğü sayılması, ölçülülüğün had safhada yüceltilm esidir. Yunan düşünce tarihi­ nin başında ve sonunda da yine bu vardır, çünkü antik felsefe­ nin son dem lerini.yaşadığı Stoa bile ruhun başlıca hastalıkları­ nın hırs ve korku (ETrıuviiaaı kou cpöjBoç) olduğunu öğretir. Fakat bu olgunluk, kültürleri serpilip geliştikçe daha şeytani biçim lere bürünen ve barbar, kardeş kavim , kom şu kent, vatan­ daş, sm ıfdaş y a da akraba dem eden hepsini m erham etsizce öl­ düren Y unan halkının anlam sız vahşiliğiyle nasıl örtüşüyor? Şark’ı bile korkudan titreten o hayvanilikleriyle, kendilerinden sonraki kuşaklarda hayranlık uyandıran söz ve tavırlarının zara­ feti, sanat ve yaşam nüanslarına dair incelikleri nasıl bağdaşı­ yor? Y unanlılar doğru olanı hissetm elerini sağlayan bu hassas iç­ güdüleri sayesinde binlerce yıl boyunca birçok alanda norm lar oluşturdular, işte bu yüzden onların tinsel bakım dan dünyanın en sağlıklı halkı olması gerekir. A m a aynı halk, dönem dönem tekerrür eden akli dengesizliklere m aruz kalıyordu: Bunlar, her H ellenin “D ionysos şenlikleri” diye bildiği, fakat bizler için kocam an birer m uam m a olan dans salgınları, kitlesel sanrılar, orji ve orgazm lardı. Bu çılgınlık halleri Y unanlının ruhsal ya­ şam ında öylesine doğaldı ki, D elphoi’deki A pollon tapm ağının önünde A pollon kültü, tapınağın arkasında ise D ionysos ululanırdı. Y unan kötüm serliğine açılan kapı -Ja k o b B urckhardt’m bu dâhiyane keşfi N ietzsche vasıtasıyla aydınların ortak malı haline g e ld i- işte buradadır. G erçekte H ellen sanatının ruhunda ve bütün m itlerinin özünde sessiz b ir hüzün vardır; bu gerçeğin bunca zam an gizli kalabilm iş olm asını anlam ak neredeyse im­ kânsız. G erçi başka türlü de olam azdı, çünkü Hıristiyanlıktan önce insanlık karanlıklar içindeydi; yaratılm ışların üzerindeki karabasanı ancak K itabı M uk ad d es’in m üjdesi d e f edebilm iştir. Fakat Y unanlılara, gün ortasında kötüm serlik diyebileceğim iz


İONYA BAHARI

53

bir ruh hali hâkimdir: G üpegündüz duyulan ve kuzeylinin dünya korkusundan dağlar kadar farklı olan, onun yanında panayır gulyabanileri kadar ilkel, zararsız ve handiyse evcil kalan bir dünya korkusu. Böylece, Y unanlılarda şenliğin nasıl dillere destan bir nitelik kazanabilm iş olduğu kendiliğinden anlaşılır; gerçekten de eğlencenin ve anm tadını çıkarm a konusunda ustaydılar. Ç ünkü onlar safdildi ve ebedileşm iş sanat eserlerinden de anlaşıldığı gibi, dünyanın en doğal halkıydılar. A m a bu açıkla­ m a da yeterli değildir; artistik bilincin en üst basam ağını temsil eden klasik sanata nasıl “safdil” diyebiliriz ki? Dahası, sanatları da hiç doğal değildi aslında, vazo ve fresklere, tapm ak ve tra­ gedyalara, nazım ve nesirlere, en öfkeli nutuk ve en çılgın ko­ m edyalara varıncaya dek her şeyin içine işlem iş aşırı bir üslup­ çulukla yoğrulm uştu. Zaten “anıtsallık” Y unanlıların tipik bir özelliğidir. H em sonra, ruhsal yaşam ında eşcinselliği bu denli ön plana çıkarm ış bir halk için “had safhada doğal” dem ek ne kadar doğru olur? Y unanlılar doğayı sadece üstünkörü araştırm ış ve esaslı bir Yunan doğa kavramı geliştirm em işlerdir. B u yüzden de sık sık “bilim- Bireyeidışı” oldukları söylenm iştir. G erçekten de, her türlü deney kar- li8‘ şısında tu h a f bir ürkeklik duyarlardı. Bu nedenle, sözgelimi sağın bilim in kim ya gibi kapsam lı alanları çoğunlukla göz ardı edilm iştir. D eneylerden çok fikirleri cazip buluyorlardı. Teknik bakım dan yalnızca m odern halkların değil, aynı zam anda M ı­ sırlıların, B abillilerin ve hatta kendi ataları M ikenlerin bile gerisindeydiler. Bu nedenle nispeten yeni bir tarihçi onlar için kısaca “buluş bakım ından en yoksul kültür halkı” dem iştir. T a­ rih, coğrafya ve astronom i tasarım ları da çocuksuydu, daha sonraki aydınlarının iyi diyebileceğim iz görüşleriyse hiçbir za­ m an halka yansım adı. N e var ki, m adalyonun bir de öbür yüzü var: O nlar salt gözlem am acıyla kendisini fteto p ta, yani teoriye adayan kuram sal insanın ve ussallığın tem elini atm ışlardır böylesi bir şey daha önce görülm üş değildi! “O nlar,” diyor Rohde, “bütün bir insanlığın önü sıra düşünm üştür; tanrılar, dünya ve insan hakkm daki en derin, en cesur, en sofu düşün­ celerin kaynağı Y unan istan ’dır.” H erodotos’un dünyaca ünlü bir ifadesine göre, H esiodos ve H om eros Y unan halkının tanrıbilimini “tanrılara isim koyarak, derece ve alanlarını belirleyip onları ete kem iğe büründürerek” nasıl oluşturm uşsa, Y im anlılar


54

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

da tüm bilim lerin term inoloji, hiyerarşi, biçim ve alanlarının öğreticileri olm uşlardır. A ynı başarıyı, yazın sanatında da gös­ term işlerdir. E debiyat türlerini keşfeden, alanlarını belirleyip daha akılcı bir dizgeye oturtanlar ilkin onlardı. T ragedya ve kom edya, ode (solo liriği) ve elegeia (ağıt), aforizm a ve epigram , pragm atik tarih ve felsefi diyalog, anı ve biyografi, nutuk ve denem e gibi yazın türleri dünya literatürüne Yunanlılarla girm iştir, hatta Ş ark’ın Öteden beri bildiği dallar, sözgelimi destan, m ektup ve aşk şiiri bile ilkin Y unanlılar sayesinde asıl kim liğini bulm uştur. M im arileri sanatsal olm anın yanı sıra bi­ limsel bir başarıdır. B ütün bunlarda H ellen kültürünün m uazzam yaratıcı gücü­ nün tem elini teşkil eden bireycilikleri ifadesini bulur. “B ir Y u­ nan ahçısı,” der N ietzsche, “başka bir ahçıdan daha ahçıdır,” K uşkusuz, diğer uluslara kıyasla en fazla birey sayısına onlar sahipti. Fakat Y unan yaşam ında bundan çok daha büyük bir güç vardı: A m ansız bir inatla bütün bu bireyleri boyunduruk altına alm aya, dize getirm eye, etkisizleştirm eye, yok etmeye can atan devlet: Polis. Kötü şöhretli ostrakism os (halk m ahke­ mesi) siyasi bir kurum değildi, daha zengin, daha özgür, daha güçlü ve daha renkli olan bireyciliğe karşı kurulduğu herkesçe biliniyordu; oysa bireyciliğin o m utlandırıcı çehresi olm asaydı, Y unanlılar da olm azdı: K endileriyle büyükbaşlar arasında sü­ rekli bir aşk-nefret ilişkisi vardı. M ükem m el olan her şeyin tan­ rılarının içindeki kıskançlığı depreştirdiğini söylerler, öte yan­ dan kendileri de kıskançlıktan deliye dönerlerdi. Ü stün yete­ neklerle donatılm ış insanların, sırf bu özelliklerinden dolayı “devlet düşm anı” diye yaftalanm aları kaçınılm azm ış gibi geli­ yor insana. G erçekten de pek garip bireylerdi bunlar! Herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir diğer görüngü ise Y unan idealiz­ m idir. O nların o az önce sözünü ettiğim olaylara nesnel baka­ bilm e yetenekleri bile bunu gösterir. B ununla birlikte, çalış­ m aktan hiç hoşlanm azlar, çalışm ayı küçüm serlerdi: Bu küçüm ­ semeyi en iyi ifade eden “am ele h e r if ’ yollu sövgüleri günüm ü­ ze dek aktarılagelm iştir. Fakat bunun yanı sıra yine m üthiş de­ recede m ateryalistlerdi. E sasen yalnızca som ut, elle dokunulabilir olana, gerçek ve ya kın olana inanırlar, mal m ülk ve parayı her şeyin üzerinde tutarlardı. “A m ele düşm anlıkları” da esasen çalışm ayı pek sevm iyor olm alarından kaynaklanıyordu, fakat


İONYA BAHARI

55

çalışm adan elde edilen zenginliğe hiç itirazları yoktu. Agam em non, O dysseus ve A khilleus gibi parlak kahram anları bile korkunç derecede açgözlüdürler ve sürekli ganim et, fidye ve rüşvet peşindedirler. Y unanlıların kom şuları Persler, M ısırlılar, Fenikeliler ve R om alılar da h er Y unanlının satın alınabileceği konusunda hem fikirdi. T ek istisna, özgeciliği sayesinde Y unan topraklarının iftiharı, şöhreti asırlara uzanan biri haline gelebil­ miş A risteides’tir. Fakat söylediklerim izin bir kısm ını geri alm am ız gerekiyor: GörünY unanlılar m ateryalist değildi, çünkü onlar hayata bir oyun gibi tünün bakarlardı. Bu konuyu biraz daha ayrıntılı ele alm alıyız, çünkü Göriintütüm halklar arasında dehayı onlarda görm em izin asıl nedeni işte su burada yatıyor. B ir önceki ciltte, M ısırlının tem el özelliğinin oyunbazlık olduğunu görm üştük; fakat M ısırlı çocuk gibi oy­ narken, Y unanlı bir sanatçı gibi oynar. Sanatçının diğer insan­ lardan farkı şudur: Sanatçı, eşyanın yararına değil, özüne bakar; eşya benim için nedir, sorusunu sorm az. Sorduğu soru şudur: Eşya kendisi için nedir? İşte bu yüzden sürekli yeni şeyler keş­ feder, keşfetm ek zorundadır. B izim fayda dediğim iz şey, türün talebidir ve hep aynıdır; yaratılm ışların sırrı ise, onların eşsiz olm alarıdır. “Pratik” insan hayatı boyunca gerçekliğin yalnızca kendi işine yarayan kısm ını görm eye m ahkûm dur; oysa sanatçı, dünyaya adeta işe yaram az bir şey gözüyle bakar, dünyanın bütünlüğünü kavram ayı da işte böyle becerir. B u gerçeği Schiller gençliğinde şu ölüm süz cüm leyle dile getirm iştir: “İn­ san, yalnızca oynadığı yerde bütünüyle insandır.” Bu açıdan baktığım ızda, P aris’in yargılanışı efsanesi de daha derin bir an­ lam kazanır. Paris gibi H ellenler de, H era’nın, A thena’nın ve A phrodite’nin yetenekleri arasında bir karara varm ak durum un­ daydılar. E ğer isteselerdi birleşir ve dünyaya hâkim olabilirler­ di: Y egâne ciddi rakipleri K artacalılar ve Persler bile bunu en­ gelleyem ezdi. Ve eğer güçlerini bu nokta üzerinde yoğunlaştırsalardı, o eşsiz kavrayışları sayesinde dünyanın ardına en derin gözlerle bakabilir, en yüksek bilgeliğe erişebilirlerdi. N e var ki onlar güzelliği seçtiler, hatta gerçek H elena M ısır’da olduğu için güzelliğin de yalnızca hayalini seçm iş olan P aris’in yolun­ dan gittiler. G örüntünün görüntüsünü her şeye tercih etmekte m uhtem elen haklıydılar. N ietzsche, “O nlar derin oldukları için yüzeyseldi,” derken bunu kastediyordu.


56

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

D eha, dünyayı bir oyun olarak görür, öyledir de zaten. H ellenler dünyanın en zengin ve en örnek, en derin ve en renkli oyunudur ve dünya onların ebedi ve değişen, eleştiren ve öven seyircisidir. K ontrast ve tezat yönünden zengin olmaları, Y u­ nanlılara daimi parıltılarını bahşetm iştir. O nlar, yaşam ın kendi­ si kadar paradoksaldır: tekdüze ya da abartılı, m at ya da kaba, silik ya da belirgin şeylerin gözü rahatsız etm ediği ölüm süz tiyatro figürleri kadar kusursuz ve bütündürler. Yunan Y unanlıların yarattığı ilk ve belki de en büyük sanat eseri H arfleri kendi dilleridir. “B arbar” sözcüğünün başlangıçta “kekem e” anlam ına gelm esi son derece ilginçtir: Bu sözcük, Asyalı ve A frikalılar kadar başta M akedonyalIlarla Rom alıların da dahil oldukları yabancı ulusların kulak tırm alayıcı sözcüklerle bar bar bağırm alarını yansıtır gibidir. D aha sonra barbarlık giderek bir kültür kavram ı haline gelm eye başladı; Y unanca konuşup dü­ şünen biri barbar değildi artık. Fakat bilindiği gibi, geç antik­ çağda egem en bütün halklar Y unanca biliyordu, hele Rom alılar iki dilli bir halk olup çıkm ıştı. Y unancanın antikçağdaki gücü, Fransızcanın onsekizinci yüzyıldaki başarısından çok daha bü­ yüktü, çünkü Fransızcanın rakipleri daha zayıfken, Y unancanın kendisi kadar gelişim e açık dillerde ve edebiyatta rakipleri var­ dı. Y unancayı diğer dillerin (İtalyanca hariç tutulabilir belki) üstüne çıkaran şey, öncelikle onun m üzikalitesidir; diğer de­ yişle, ahenkli ünlüler ve ikili ünlülerden (diftong) yana zengin, sert bağlaçlar ve üst üste yığılan ünsüzlerden yana yoksul olu­ şudur. Y unanlılar yazılarını kendileri icat etm em iş, K uzey Sam ilerin ünsüz h a rf karakterlerinden geliştirm işler, alfabelerin­ deki son dört h arf olan phi, khi, psi ve om ega harflerini ise kendileri eklem işlerdir; fakat asıl m arifetleri, harflerin bir kıs­ m ına ünlü h a rf anlam ı katm ış olm alarıdır. Bu sayede harfler kelim enin tam anlam ıyla birbirine eklem lenip telaffuz edilmiş, kekelem ekten öteye geçem eyen Ş ark’ın barbarlığından sıyrıl­ mıştır. Fakat bunlar daha İÖ 7. yüzyılda olm uştur; H om eros’un şiirler düzdüğü M iken kahram anlık dönem i bir yana, H om eros’un şiirlerini yazdığı çok sonraki soylular toplum u bile okum a yazm a bilm iyordu. Fakat o tarihten itibaren yazı süratle yayıldı. M uhtem elen ilk başta faturalar, m akbuzlar ve sözleş­ m eler için M tıetnanest yani ezberciler vardı, fakat İÖ 600 do-


İONYA BAHARI

57

laylarında yazıyla her yerde karşılaşılıyordu: V azo resim lerin­ de, m ezar taşlarında, adaklarda, ■ hatta N übye’de Ebu Sim bel’deki heykellerin üzerinde, hiç de aydın tabakadan sayı­ lam ayacak Y unanlı askerlerin elinden çıkm ış yazılar görülür. Fakat günüm üz okullarında kullanılan Y unan yazısı geç döne­ m e ait bir üründür: İskenderiye dönem ine kadar sadece büyük harfler, “m ajüsküller” kullanılırdı. Bilindiği üzere Y unancada e ve o seslerini veren ikişer harf vardır: Epsiion ve eta, om ikron ve om ega. E ta uzun bir e sesini (e), om ega ise uzun bir o sesini (ö) karşılıyordu, fakat onların asıl işlevi bu değildi, yoksa uzun alpha, iota ve epsiion için de ayrı birer h arf üretm eleri gerekirdi; bunlar öncelikle açık ünlü­ leri veriyordu. A çık ve kapalı ünlüler arasındaki keskin ayrım, günüm üz dillerinden birini yeni öğrenen birisi için de en büyük zorluklardan biridir. A lm anca, Fransızca ve İtalyancada kapalı e harfi uzun ve kısa biçim lerde, örneğin, Tee, the, tela ve Theater, theâtre, teatro sözcüklerinde; açık e ise uzun halde, örneğin, Âhre, air, era sözcüklerinde görülür. Buna karşılık, kısa ve açık e harfi yalnızca Fransızca ve İtalyancada bulunur (■vertu, verticale), A lm ancada yoktur ya da yalnızca yaklaşık olarak vardır, yani yarım uzunluktadır ve W erder, w erben, Erbe sözcüklerindeki kadar da açık değildir. U zun kapalı o ile kısa açık o her üç dilde de m evcuttur: Rose, rose, rosa ; Torte, tortue, torta; kısa ve kapalı o üçünde de bulunm az. U zun ve açık o ise her iki Latin dilinde de bol m iktarda vardır, örneğin tort ve toro, encore ve o ra ’da olduğu gibi, fakat A lm anca için bu ses yabancı bir sestir. Rosa, İtalyancada açık o ile söylenir, İspanyolcada da öyle, ayrıca İspanyolcada s harfi de keskindir. İngilizcede de açık ve uzun o bulunur (h orse), fakat telaffuzu, İngiliz ağzında daha çok a sesine kaçar. U zun ve açık ö harfi de benzer niteliktedir: A lm ancada bulunm az am a İngilizcede (yine biraz a sesine kaçan girl sözcüğündeki gibi), Fransızcada (■cceur) ve İsveççede (fö r, fiir, fö rr) alışıldık bir sestir. İşte eta ile om ega da böylesi uzun ve açık seslilerdendi. En tartışmalı konulardan biri de, zeta’nın telaffuzudur. Kesinlikle A lm ancadaki z harfinin ts biçim inde okunuşu gibi okunmazdı, ya İtalyancadaki ds (zelo) gibi ya da Fransızcadaki yum uşak i (zero) gibi telaffuz edilirdi. M uhtem elen iki okunuş da doğru­ dur, şöyle ki, zeta harfi aşağı yukarı İskenderiye dönem ine dek


58

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

birincisi gibi, daha sonra da İkincisi gibi telaffuz edildi. Hatta zeta büyük bir olasılıkla aslen ikili ünsüz sel'ye karşılık gelen bir harfti, bu ise Athenaze ve thyraze gibi sözcüklerin büyük ihti­ m alle Athenasde ve thyrasde’den türem iş olm asıyla ve içinde sd geçen yabancı adların transkripsiyonunda sd yerine z harfinin kullanılm asıyla açıklanabilir (örneğin, Ahııram azda’nm Oromaz.es'e dönüşmesi). H ellenistik dönem de, bütün Sami adlarında, basit bir i olan sain harfi, $ ile telaffuz edilirdi, işte bizim Zion, G aza, Zacharias ve G enezareth yazm am ızın nedeni budur. Yunan Y unancayı doğru değerlendirebilm ek için şunu daim a göz Biçimleri önünde bulundurm ak gerekir: Y unanca yazıyla sabitlendikten sonra bile, öncelikle konuşulan bir dil olm aya devam etmiştir. Beşinci yüzyıla dek Y unanistan’da okuyucu kitlesi diye bir şey yoktu. Bir edebiyat eseri dinleyiciler için yazıldığı için ritim ve sese daim a çok dikkat edilirdi; bu konuda bir fikir edinm e im­ kânım ız yok artık. B u durum daha sonra da değişm edi, çünkü insanlar sesli okum aya alışkındı. Bu o kadar doğaldır ki, bir tek antik yazar bile bundan söz etm ez, sadece bir kez garipliği vur­ gulam ak am acıyla tersinden söz edilir: A ugustinus İtirafla r ’ında, hocası A m brosius’u gözlerini satırlar üzerinde gezdi­ rirken sık sık gözlem lediğini anlatır, “fakat sesini ve dilini kul­ lanm ıyordu.” A ugustinus hocasında gördüğü bu anomaliyi, A m brosius’un ya m etindeki karanlık bir noktayla ilgili soru sorulm asını engellem ek ya da dilini dinlendirm ek istem esiyle açıklar. Z enginler kitapları yüksek sesle okutm ak için pahalı özel köleler tutarlardı. Y azı da sesli sesli yazılıyordu. Eğer bu gelenek devam etseydi, m odern edebiyatın büyük bir bölümü, en azından bilim sel literatür herhalde asla kitaplaştırılm azdı. Fakat o zam anlar, önem li olan yalnızca tem po ve melodi değildi -b u g ü n olsa olsa lirik edebiyatta önem lidir b u -, ifade­ nin akılda kalacak derecede etkili ve kolay anlaşılabilir olm ası­ na da dikkat etm ek gerekiyordu, ki günüm üzde ancak sahne yazarından böyle bir şey talep edilebilir. Bu nedenle Y unancada, sözün canlılığını ve akıcılığını yazının duruluğu ve vecizliğiyle, ahenk dolu güzelliği soyut keskinlikle, ululuğu anlaşılırlıkla birleştiren “popüler” edebiyat vardır yalnızca. E rnst Curtius G riechische G esch ich te'da [Y unan Tarihi] şöyle der: “Bu dil, her kası m ükem m el çalışan, gelişm iş bir güreşçi vücuduna benzer.” Ö rneğin, başka hiçbir dilde bu denli ayrıntılı


İONYA BAHARI

59

ve bol m iktarda bulunm ayan edatlar, dilin yapısına şaşırtıcı bir esneklik ve çeviklik katan m afsallardır. B u edatlar, bulundukla­ rı her yere adeta birer m andal ve susturucu, birer parlatıcı ve şeffaf sır özelliği katarak dilin eşsiz bir biçim de dram atize edilm esini sağlarlar, öyle ki, “kupkuru bir Y unanca” diye bir şey yok gibidir; m ükem m el bir akadem isyen olan Paul Cauer, pek yerinde bir benzetm eyle edatlar için “dilegelm iş el kol h a­ reketleri” der. A lm anca gibi Y unanca da her üç belirli tanındığa (Lat. articulum ) sahip olm a ayrıcalığını taşır, oysa bütünüyle kişilik­ siz olan Rom alının hiçbir tanındığı yoktur, cinsiyetsiz İngiliz ise yalnızca tek bir tan ın d ığ a sahiptir. B una karşılık, belki de sınırları çizilm em iş olanı sevm edikleri için, Y unancada belirsiz tanındık yoktur. Eski H int A vrupa dillerindeki çekim hallerin­ den ablatif (-den hali) ile instrum entalis (ile hali) Y unancada kaybolm uşsa da, lok atif (-de hali) henüz durur; diğerleri ise çok gelişm iştir. Latince kökenli dilleri bu dille kıyaslayacak olur­ sak: Bu diller, a k k u sa tifin (-i hali) n o m in a tife (yalın hal) eş­ değer olduğu ve g en itif (-in hali) ile d a tif in (-e hali) ise Latincedeki de ve a d ’dan türetilen edatlarla örüldüğü tek bir çekim haline sahiptirler. Y unancanm genera (cinsler), tem pom (zam anlar) ve m odi (kipler) vasıtasıyla olanak ve zorunluluk, pekiştirm e ve kısıtlam a, dilek ve karşılıkları o anki zam an ve konum ları içinde nasıl eşsiz bir incelikle -ü ste lik hep kısa ve n e t- ifade etm e gücüne sahip olduğu herkesin malumudur. K eskin ve belirgin çekim eklerinin olanaklı kıldığı söz dizim i­ nin yanı sıra kısaltılm ış tüm ce biçim lerinin sağladığı özgürlük de m üthiş derecede zenginleştirir bu dili. Fakat işin en şaşırtıcı yanı, Y unancanm , binlerce türev ve bileşim le bitm ez tükenm ez bir dil hâzinesi oluşturm a im kânı veren sözcük türetm e gücü­ dür; bu sayede bir kökten bir sürü sözcük türetm e ve başka dil­ lerin bütün bir tüm ce gerektirdiği bağlam ları tek bir sözcükle ifade etm ek m üm kündür. L atincede ve L atince kökenli dillerde asla bulunm ayan bu esnekliğe Y unancanm dışında bir tek A l­ m anca sahiptir, yine de A lm anca ne kulağa hoş gelir ne de Y u­ nanca kadar kullanışlı ve yoğrum ludur: Sözgelimi Yunanlı pouLeuco, “danışm a m eclisi üyesi olm ak” sözcüğünden şunları türetir: (3ooÂ,f|, “danışm a m eclisi”, Poû/lEopa, “meclis kararı”, Po'dac'd11)pıov, “m eclis binası”, Poi)/xoTr)pıoç, “ öğüt veren”,


60

Yunancanııı Telaffu­ zu

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

PouÂ,euTf|ç, “m eclis üyesi”, ponUsuTiKöç, “m eclisle ya da meclis üyesiyle ilgili” , PonÂ,f|£iç, “ iyice danışılm ış” , pou/.cpöpoç, “öğüt tutan”, pouAapyoç, “m eclis başkanı” ve durum a göre sayıları iyice artırılabilen daha pek çok bileşim . A khilleus’un annesi Thetis, kendisine SuaapıoTOiöKeıa der: K endi zararına en soy­ lusunu doğurm uş olan; başka hiçbir dil benzer bir ifade kulla­ nam az; A lm ancada bunun için şöyle denebilirdi: “Talihsiz kahram an-annesi”, fakat kulağa hoş gelm iyor. B ilim in, özellikle de fizik, kim ya, zooloji, botanik, teknik ve tıp gibi “p o z itif’ denen bilim dallarının öteden beri Y unanca ifadeler kullanıyor olm a­ sından daha doğal ne olabilir ki? Söz konusu bilim dallarının, hüm anistleri suçlam akta kullanılan “H ellom ania” [Hellen çıl­ gınlığı] ile ilgisi olm adığı açıktır. B ununla beraber, kavram ları bu kadar kolay bir biçim de birleştirebilen, gölgeleyip kaydırabilen bir dilde felsefe yapm am ak d a m üm kün değildir; burada da Y unancanın seviyesine yalnızca A lm anca çıkar. D enebilir ki, P lato n ’un düşünceleri Y unan dilinde nasıl önceden vardıysa, M eister E ckhardt’ınkiler de A lm ancada vardı. G ereksiz am a görkem li ikil (düal) , daha H ellenistik dö­ nem de ortadan kalkar, halk dili eskiçağın sonuna doğru giderek çağdaş Y unancaya yaklaşır - çağdaş Y unancada d atif yoktur artık ve yalnızca bildirm e kipiyle em ir kipine sahiptir. Bugünkü Y unanlı eta ve ypsilon harfleriyle ei ve oi diftonglarını (çift ünlü) i sesi gibi, ai diftongunu ise e sesi gibi, zeta’yı s gibi, eski Y unancada p+h biçim inde söylenen p h i’y i/ gibi, k h i’yi ise (es­ ki Y unancada k+h) kh (genizden bir h ) gibi telaffuz eder, üste­ lik e ile f d e n önce dam ak sesi (örneğin, “ihtiyar”daki h harfi gibi), yoksa gırtlak sesi olarak telaffuz eder (ah); rh o ’yu, başka m odern dillerde de -ö z e llik le de İspan y o lcad a- görüldüğü ha­ liyle dil ucu sesi olarak, delta’yı İngilizcedeki yum uşak th (peltek d), th e ta ’yı ise kalın ıh (peltek t) gibi söyler. Ypsilon da ikili ünlülerde (an, en) v’ye dönüşür, ki bu yüzden “Euangeiium ” yerine “E vangelium ” diyoruz. M uhtem elen, başlangıçta bu h arf bir u harfiydi ve ikili ünlülerde a+u, e+u gibi okunuyor­ du. U ile v arasındaki geçişler, başka dillerde de bulunur: Latincede U ile V eşdeğerdir; M ısır dilindeki v, Kıpti dilinde, * İkil: A rap ça, Y u n a n ca gibi b a zı d ille rd e , tek il v e çoğul d ışın d a y e r alan, iki varlık ya d a n e sn en in söz k o n u su o ld u ğ u n u b elirten , ad ve e y lem ç ek im lerin d e kullanılan d ilbilg isel sayı, (ç.n.)


İONYA BAHARI

61

özellikle de ikili ünlülerde çoğunlukla u olur, İngilizcedeki w ise neredeyse u gibi telaffuz edilir. Buradan, eski Y unanlıların en azından klasik dönem den iti­ baren tıpkı günüm üz Y unanlıları gibi konuşup konuşm adıkları tartışm ası doğm uştur. B u tartışm a R eform dönem ine dek uza­ nır. Yunancayı batıya B izanslı aydınlar tanıtm ıştır, elbette ken­ di m odern telaffuzlarıyla birlikte. Y üzyılın m eşalesi ünlü R otterdam lı Erasm us, dönem in geleneklerine uyarak diyalog biçim inde kalem e aldığı “ De recta Latini G raecique sermonis pronunciatione” [Latin ve Y unan D illerinin Doğru Telaffuzuna Dair] adlı m akalesinde bu konuya eğilir: Ayı ile aslan eski Y u­ nanlıların telaffuzu üzerine tartışırlar. Erasm us, eğer ı, p, u, er, oı, m harflerini i gibi telaffuz ediyorlarsa, Y unanlıların farklı harfler kullanm ak için bir nedenlerinin olam ayacağı gibi basit am a parlak b ir görüşü savunuyordu. Fakat z a y ıf bir bedende güçlü bir ruhu barındıran Erasm us, inanç ve özgürlükle ilgili daha önemli tartışm alarda teori ile pratiği oportünist bir biçim ­ de birbirinden ayırm ayı bilse de, geleneksel telaffuzu kullan­ m aya devam etti. Bazı İngiliz aydınları yeni görüşten yana daha sert bir tavır koym uşlarsa da, karşılarında hep piskopos G ardiner’i bulm uşlardır: G ardiner, C am bridge Ü niversitesi de­ kanı iken, a ı ’yi e’den, eı veya o ı’yi ise ı ’den farklı okum aları durum unda profesörleri senatodan, öğrencileri okuldan atm ak­ la, oğlanları da cezalandırm akla tehdit eden bir ferman çıkar­ mıştı - kilise tarihinin gelm iş geçm iş en azılı sapkın avcıların­ dan biridir G ardiner. E ğer birisi korkak ya da fanatik ise bu özelliğini/telaffuzda da sergiler. Etacı ya da Erasm usçuların aksine, çağdaş Y unanca telaf­ fuzunun taraftarları kendilerini İtacılar ya da (A lm anya’da Yu­ nanca incelem elerini başlatan adam ın adından esinlenerek) R euchlinciler olarak niteliyorlardı, ne var ki bu tartışm adan Erasm usçular galip çıktı, çünkü önde gelen klasik eskiçağ filo­ loglarının neredeyse tam am ı onların safında yer aldı. G ünü­ m üzde ise artık sadece Y unanlılar İtacıdır, ancak bilim sel ne­ denlerden ötürü değil, bugün ile şanlı geçm iş arasındaki sürek­ liliğin kendini bu şekilde zorla kabul ettirdiği kültür politika­ sından ötürü. B ir dizi spesifik argüm an bir yana, aklıselim sahi* E tacılık : Y u n an cad ak i e ta h a rfin in , u zu n “e ” h a rfi gibi o k u n m ası. İtacıiık: E ta p ın ita g ibi, yani u zu n “i” gibi te la ffu z e d ilm e si, (e.n.)


62

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bi olm ak Etacılığı savunm ak için yeterlidir. Sürekli dönüşüm geçirm ek bütün dillerin doğasında vardır, bu yüzden de günü­ m üz Y unanlılarının iki bin yıl önceki gibi konuşm aları m üm ­ kün değildir. A yrıca her h alk önce konuştuğu gibi yazar; şayet konuştuğu gibi yazm ıyorsa, bu vaktiyle farklı konuştuğu anla­ m ına gelir. E ğer bir Fransız corps yazıyorsa, nedeni, atalarının corpus dem iş olm asıdır ve ortaçağın sonunda bile “m oj” dediği için m oi yazar. K ratinos’un bir kom edyasında bizdeki “mee m ee”ye karşılık gelen “ Pf| pf|” yollu hayvan sesine rastlanması bile Etacılığı haklı çıkarır. B una karşılık, Reuchlincilerden biri koyunların dil uzm anı olam ayacakları yönünde m atrak ama tam am en boş bir la f etm iştir. H albuki hem de had safhada dil uzm anıdırlar, çünkü onların kendilerini o zam an da bugünkü gibi ifade ettiklerini kabul ediyorsak eğer, K ratinos’ta geçen bu ifade, onların ve tüm A tinalIların E rasm usçu olduğunu kanıtlar. Y oksa İtacılara göre koyunların “m ee m ee” değil, “mii m ii” dem esi gerekirdi. Fakat E rasm usçu telaffuzun Y unancanın okunuşunun yakla­ şık bir portresini bile çizdiğini düşünm ek yanlış olur. Friedrich B lass’ın bu konuyla ilgili isabetli bir sözü vardır: “ Şundan adım gibi em inim ki, şayet eski bir A tinalı dirilse ve bizleri -h e m de en bilim sel biçim de ve en güzel te la ffu z la- Y unanca konuşur­ ken duysa, telaffuzum uzu iğrenç derecede barbarca bulurdu. A m a günüm üzde bir Y unanlıyı konuşurken duysaydı, herhalde bu kadar çok eleştirm ezdi, çünkü bu dilin kendi dili olduğunun farkına bile varm azdı.” B ugün bütün halklar Y unancayı farklı, yani kendi dillerinin telaffuzu çerçevesinde konuşurlar (fakat çoğunlukla bunun farkında değillerdir) ve hepsi de yanlış konu­ şur. Bu yüzden de, Y unan isim lerini “doğru” ya da Latince ve­ ya Fransızca telaffuzuyla söyleyip söylem em em izin fazla bir önem i yoktur. Y arım asır öncesine kadar, G ym nasium öğren­ cilerinin kom pozisyonlarında “ K retenser”, “A thenienser” ve “K arthagenienser” dediklerini görüyoruz. O ysa günüm üzde bu isim lerin kısaltılm ış biçim leri kullanılıyor, bunlar belki daha rahat am a daha da yanlış, çünkü öncekiler en azından Latinceydi, şim dikiler ise tam am en keyfi. Öte yandan bugün, D elphi, M ycena ve  schylus yerine D elphoi, M ykenai ve A iskhylos, hatta Piraus yerine de güzel am a zor olan Peiraieus (vurgu son hecededir) yazılm asında bir sakınca görülm üyor. Bu


İONYA BAHAR! 6 3

arada Fenikeliler, M akedonyalIlar ve B oiotialılar da edebi ta­ lepleri tam am en karşılıyorlar. B u ve b una benzer pek çok ifade, rahatlığın gerçek Y ıınancaya tercih edildiğini gösteriyor. Buna karşılık, hiç kim se Sapfö (vurgu son hecede) dem ez, hele hele onun gerçek adı olan P sap fö ’yu kim se kullanm az. D aha da ra­ hatı, Fransızcadaki yazım dır: E pikur, Epiktet, Demokrit, Elesiod, vb; fakat bütün isim lerde yerleşm iş değildir bu yazım ­ lar; örneğin O edip yazm ayı kalem bile reddeder sanki. H eraklit ile H erakleitos arasında seçim yapabilirsiniz, oysa Latincesi olan H eraclitus hiç kullanılm az; P eisistratos’un Pisistratus bi­ çim inde yazılm ası olağandır, b una karşılık Pisistrat diye yaz­ m ak söz konusu bile olam az. Son zam anlarda, A lm ancada “troisch” ve “T roer” karşılıkları tek doğru karşılıklar diye yer­ leştirilm eye çalışılıyor, gerçekten de “T roja” tam am en yanlıştır, çünkü Y unancada iota harfi hiçbir zam an bir ünsüz h arf değil­ di. A m a ters bir şey var burada: “T rojaner” [Troyalılar] dram, roman, gazete ve söyleşiler, kilise ve okul aracılığıyla imge dünyam ıza o kadar girm iştir ki, “T roa” savaşı diye bir savaşın sanki hiç gerçekleşm ediği izlenim ine kapılırız. G örüldüğü gibi, bunları önce kullanım sıklığı, sonra da tek tek bireylerin zevk anlayışı ve dil duygusu belirliyor. N e ilginçtir ki, “yüksek Y unanca” diye bir şey asla olm adı, Yunan daha ziyade hep dört büyük yazın dili vardı: İon, Dor, Aiol ve Lehçeleri A ttika lehçeleri. İon lehçesiyle yazanlar, Elomeros ve Hesiodos, elegeia ve iam bos ozanları, Elekataios ve H eıodotos, Hippokrates ve H ippokratesçilerdi; D or lehçesiyle yazanlar ise Epikharm os, Pythagorasçılar ve başta Pindaros olm ak üzere, bütün koro şairleri. A iol lehçesinin en büyük tem silcileri Sapphö ile A lkaios iken, A ttika lehçesi A ristophanes, Platon, hatipler ve tragedya yazarlarıyla tem sil edilir. T ragedya yazarlarının diya­ logları A ttika lehçesiyle, koro şiirleri ise D or lehçesiyle yazıl­ m ışlardı ya da D or lehçesine kayıyorlardı; durum aşağı yukarı şöyleydi: O perada koronun K uzey A lm anya ağzıyla, solistlerin ise yüksek A lm anca şarkı söylediğini düşünelim . Ü stelik diz­ deki kadar b ir tezat hissetm ezdik bile, çünkü opera metinlerini anlam ak zaten m üm kün değil. Lehçenin yazarın kökeniyle hiç­ bir ilgisi yoktu, burada daha çok estetik ve geleneksel kaygılar Bizim de bugün dilimize yerleşmiş biçimleriyle kullandığımız Troya (hatta Truva), tyonya gibi adlar aslında Troya, İonya, v.s.dir. (F.D.)


64

ANTİK Y U NA N'IN KÜLTÜR TARİHİ

ön plandaydı. Ö rneğin, o dönem de bir destanı İon lehçesinden farklı bir lehçede yazm ak söz konusu bile olam azdı. HeykelFakat Y unanlılar özellikle de destan sayesinde bir tür ortak tıraş lisan kurabilm işti, çünkü H om eros H ellenlerin İnciliydi. “YuHomeros nanistan,” der Platon, “kültürünü bu şaire borçludur.” İlias’ın kahram anların aynası olduğu söylenegelm iştir, fakat o aynı za­ m anda halkın, hatta dünyanın aynasıdır ve O dysseia insana dair her şeyi kapsayan ender dünya m asallarından biridir. H om eros haklı olarak, Y unan kültürünün sim gesi sayılır. Y unanlıların heykeltıraşlık dehası H om eros’la zirveye ulaşır. M erm eri anıştı­ ran görkem i ve soğukluğu, az am a çok parlak temel renkleriyle H om eros, çoğunlukla tek tek figürleri kapsayan ve bir grup oluşturduklarında bu figürleri çizgisel ve sim etrik bir zem ine oturtan kom pozisyonlarıyla tam bir heykeltıraştır: Çatılar, hat­ lar ve katlarda, hatta değişm ez am blem ve düzenli süsler halin­ de rölyefi çerçeveleyen benzetm elerde. D oğa ortam ı, iklim, m evsim , kısaca “atm osfer”i oluşturan her şey eksiktir onda, çünkü bu öğeler heykeltıraşlığın ifade olanaklarının dışındadır. H er şeyin hatları keskin ve belirgindir, her şey biçim dir; oysa H ıristiyan şiiri (ki her m odern şiir H ıristiyandır) insana biçimi olm ayan bir sonsuzluk gözüyle bakar. O dysseus’un m aceraları im gedir, F a u sf unkiler ise birer sim gedir; İlias’ta en mucizevi şey bile gerçektir, oysa Yaban Ö rdeği'tide en sıradan şeyler bile efsanedir. H om eros’un kahram anları doğal bir devasalıktadır. O lağanüstü bedensel güçleri ve ayağına çabuk olm aları onları m asal yaratıkları haline getirm ez; nam ve intikam a, kan ve ete duydukları büyük iştah onlara patolojik bir boyut kazandırm az. H eksam etre, görkem li akışı ve duru yapısı, ifade ve sıfatla­ rının form üle benzem esi nedeniyle heykeltıraşlığı andırır - dü­ şüncesizce bir gelenekçiliğin fosilleşm esi ya da şarkıcı ve din­ leyicinin m etni hatırlam asına yaradığı sanılan bu ifade ve sı­ fatlar, gerçekte bariz bir sanat istencinin dışavurum larıdır. T a­ pm an kişinin ellerini gündüzün ortasında “yıldızlı sem aya” uzattığım , N au sik aa’nın “parıltılı elbiseleri” yıkam aya götürdü­ ğünü kuşkusuz Y unanlılar d a fark etm iş, am a yadırgam am ışlardır. G erçeklikle bu kadar iç içe bir dünyada elbiseler parıltılı, ebedi yıldızlar hep gökte olacaktır elbette. H om eros, tam bin yıl süren şöhretinin tadını daha yedinci yüzyılda çıkarm aya başladı. A ltıncı yüzyıldan itibaren devlet


İONYA BAHARI

65

onun eserlerini dört yılda bir düzenlenen Panathenaia şenlikle­ rinde gezgin ozanlara okutm aya başladı, beşinci yüzyıldan iti­ baren çocukların din ve tarih öğrendikleri bir ders kitabı haline geldi. H om eros bir özlü sözler hâzinesi olarak (hatta parodi tarzında) insanların dilinden düşm üyor, ayrıca bizdeki “ İncil falı” misali kehanet olarak da kullanılıyordu. H om eros’un her bir sözüne verilen değer sayesinde geç dönem Y unanistanında filoloji bilim i doğdu. İlias ve O dysseia’ya “ K yklos ozanları” denen şairler de eklendi; onlara “K yklos ozanları” denm esinin nedeni, her iki H om eros destanını da kapsayan bütün bir söylen dünyasını işlem eleridir: Savaşın ortaya çıkışı, A khilleus’un A m azon Penthesileia ile m ücadelesi, T ro y a’nm fethi, eve dönen A treusoğullarınm kaderi ve daha başka şeyler. “Kyklos ozanla­ rıyla” ilgili bilgiye yalnızca P ro k lo s’un fragm anlarında rastlıyo­ ruz, yani İsa’dan sonra yaşam ış Y unanlı bir gram ercinin lirik eserlerinin düzyazı özetinden; bu düzyazılar, onun zam anında henüz m evcuttu ve sıkça okunuyordu, ancak P roklos’un da de­ diği gibi, şiirsel değerlerinden çok m itolojik öğelerle dolu ol­ dukları için. G erçekten de heykeltıraşlar, vazo ressam ları, lirik şairler ve tragedya yazarları bunlardan epeyce esinlenm işse de, antikçağdaki eleştirm enler adeta ağız birliği etm işçesine sanat­ sal içeriklerine fazla değer atfetm em işlerdir. M argites adlı ko­ m ik destan da bölük pörçüktür; epeyce eski bir eser olmalı bu, çünkü 650 civarında yaşam ış olan A rkhilokhos bundan bir dize alm ıştı; geç dönem e kadar yazarının H om eros sanıldığını düşü­ nürsek, önem siz bir eser olm asa gerek. D estanın kahram anı, her şeyi yanlış yapan, gerdek gecesinde bile karısıyla ne yapması gerektiğini bilm eyen beceriksiz bir zengin çocuğudur: “Çok şey anlıyordu, am a hepsini de yanlış anlıyordu.” İlias üzerine bir çeşitlem e olan B atrakhom yom akhia [K urbağalarla Farelerin Savaşı], bundan çok daha eski b ir dönem e, m uhtem elen beşinci yüzyılın ilk yarısına tarihlenir ve üç yüz dizesi, yıpranm ış halde olsa da, günüm üze dek ulaşm ıştır. Salyangoz kabuğundan miğ­ ferlerle, sivri kam ışlardan m ızraklarla donanm ış olan ve düş­ man saflarında yer alan “ Tellal D eliğe K açan” tarafından kış­ kırtılan kurbağaların fındık m iğferli, fasulye zırhlı farelere ve bunların kralına nasıl m ağlup olduklarını - b u arada A thena’ya m üracaat ediliyor, fakat elbisesini kem irdikleri için farelere, uykusunu böldükleri için de kurbağalara öfkeli olan Athena


66

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

önce tarafsız kalıyor ve neden sonra kurtarıcı yengeçleri silah altına a lıy o r- anlatan tasvir, her şeyden önce H o m ero s’un coş­ kulu anlatım biçim i ve destan üslubuyla dalga geçm eyi başara­ bilm iş olm ası bakım ından eğlendiricidir. HomeH om eros diye birinin yaşayıp yaşam adığından eskiçağda ros’suz asla kuşku duyulm am ıştır. En sağlam kaynak olan ve pseudo, Homeros y an} sahte H erodotos’a ait olduğu sanılan “H o m ero s’un Y aşa­ m a n a göre, şairin doğum yeri S m yrna’dır. H om eros üzerine olan ve Plutarkhos’a atfedilen m etnin yanı sıra, H om eros ve H esiodos’un ozanlar savaşm a dair şiirlerinde de Sm yrna başta gelir. B ilindiği gibi, H om eros için tam yedi kent birbiriyle ka­ pışm ıştır; aslında bu sayı daha da yüksekti. Fakat açıkçası Sm yrna bu iddiasında haklıdır. 500 senesi civarında ozanlar kendilerine H om erosoğulları derler ve K yklos’un tüm destanla­ rını H om erosunkiler diye okurlardı. Fakat söz konusu yüzyılın aşağı yukarı ikinci yarısından itibaren bu durum eleştirilm eye başlanır ve İlias ile O dysseia dışında her şeyden şüphe edilir. Bu iki eser arasındaki üslup tutarsızlığı, birincisinin üstadın gençlik, İkincisinin ise yaşlılık eseri olduğu söylenerek açık­ lanm aya çalışılm ıştır. İlias, öğleyin kavrulan gökyüzüne, O dysseia ise ferahlatıcı akşam güneşine benzetilir. Fakat geç dönem eseri başka bir şaire atfetm eye yeltendikleri için khorizontlar, yani ayrılıkçılar denen küçük bir aydın topluluğu da vardı, ancak İskenderiye’nin önde gelen gram ercilerinden Sam othrakeli A ristarkhos’un otoritesi bu insanları susturm uştu, öyle ki, bu tartışm a eskiçağın sonlarında espri konusu olup çıkm ıştı. Fakat son dönem lerdeki hâkim görüş tam da budur ve pek çok filolog tarafından halen savunulur. İşi daha da ileri götürüp H om eros’un şiirlerindeki bütünlüğü tam am ıyla yadsıyanlar bile var. B unu yapanların ilki, ölüm ünden sonra, 1715 yılında, yani P o p e’un ünlü H om eros çevirisiyle aynı yılda ya­ yım lanm ış olan D issertation su r l ’Illiade [İlias Üzerine Bir İn­ celem e] adlı eseriyle A bbe François H edelin d ’Aubignac idi. 80 yıl sonra d ’A u bignac’ın tezi Y unan edebiyatı tarihinin kurucu­ su saygın filolog Friedrich A ugust W o lf tarafından yeniden ele alındı. W o lf un başlıca tezi, tüm antikçağın, H om eros’un şiir­ lerini ilk Peisistratos’un toplatıp yazdırdığını kanıtladığıdır. Fakat bu iddianın genelgeçer bir kanıtı olm adığı gibi, bunu ilk Peisistratos da yapm ış olam az. B u şahıs olsa olsa, m onologlara


İONYA BAHARI

67

serpiştirilm iş şarkıları yeniden düzenleyip yazdırm ış olabilir A yrıca Schiller de sanatçı sezgilerine dayanarak bu hipotezi “düpedüz barbarca” diye nitelem iştir; G oethe de bu iddiaya önce katılm ış am a daha sonra “öznel saçm alık” diye reddet­ m iştir. H em sonra W o!f da pek em in değildir iddiasından, çün­ kü İlias’ın büyük bir bölüm ünün tek bir şair tarafından yazılm ış olabileceğini ve eseri bilim sel kaygılardan arınarak okuduğun­ da pekâlâ bir bütün olarak görebildiğini söyler. Buna rağm en W o lfu n teorisi derhal yankı uyandırm ış ve değişik çeşitlem e­ lerle dal budak salm ıştır. Söz konusu çeşitlem elerin en önem li­ leri şunlardır: “G enişletm e varsayım ı”, kapsam ı sınırlı temel bir m etnin sürekli ilavelerle şim diki halini aldığını varsayar. B ilin­ diği üzere, bitkisel ve hayvansal organizm alar yeni parçaların m evcut parçalar arasına yerleştiği “ intussussepsiyon” yoluyla büyürler, fakat bir destanın organizm ası için böylesi bir varsa­ yım saçm alıktır. Kari L achm ann’m ortaya attığı “Epos K uram ı” (bu konu K ulturgeschichte der N e u z e ifd a [Y eniçağın Kültür Tarihi] daha ayrıntılı bir biçim de ele alınm ıştır) Yunanlıların destan üretim ini tem elde bir terzi atölyesi çerçevesinde ele alır. B una göre, daha eski ve henüz işlenecek olan parçalar bütüne uydurularak üretilir, fakat uzm an biri bu parçaları diğerlerinden ayırm asını bilir. “ H om erosoğulları K uram ı”, K hios’ta, adım efsanevi bir kabile reisinden alan bir ozan soyu olduğunu var­ sayar. G erçekte ozanların m arifeti olduğu düşünülen destanlar işte bu soya atfedilm iştir. Sürekli yetkinleşerek topluca üretim ­ de bulunm ak, tutkal im alatçıları ve keten dokum acıları için do­ ğaldır, zanaatkârlığın bazı dallan için de bir dereceye kadar düşünülebilir belki, am a en yüksek dereceden sanat eserleri için söz konusu bile olam az. Bütün bu kuram sal çıkarım lar, geniş kapsam lı bilim sel bilgilerini en ufak bir fikre sahip olm adıkları yazınla birleştiren kişiler tarafından ortaya atılm ıştır. îlias ile O dysseia’yı filolojik olarak d eğ il, taraf tutmadan okuyan herkes bunların güzelce düzenlenm iş olduklarını hemen fark eder. G erek kuşatm a yıllarını gerekse O dysseus’un m ace­ ralarını böylesine dram atik bir tarzda yoğunlaştırıp bir m erkez­ de toplam a düşüncesi -ilk in d e A k h illeu s'u n öfkesi, diğerinde ise O dysseus’un m aceraları- ancak ve ancak büyük bir sanatçı­ ya ait olabilir. Bu denli özlü ve bütünlüklü bir yapıya sahip öyküleyici şiirlerin sayısı çok azdır. B üyük m odern rom anların

Home­ ros’un Kompo­ zisyon­ ları


68

ANTİK Y U NA N'IN KÜLTÜR TARİHİ

hiçbiri buna erişem em iştir (m uhtem elen böyle bir kaygıları da yoktu; dediğim gibi, H ıristiyan sanat biçim i H ellen sanat biçi­ m inden farklıdır). H er halükârda, “Epos K uram ı” (bu durum da “N ovella K uram ı”) H om eros’tan ziyade G oethe ile Gottfried K eller’e daha kolay uygulanabilir. E lbette bununla, her iki destanın bütün dizeleri de H om eros’a aittir dem iyorum . Aksine, kendisinden önce de kuşkusuz geleneksel olan m evcut form ül­ leri alm akla kalm ayıp çok sayıda motif, olay, dekor, portre, hatta bütün bütün tasvirleri devralm ış olsa gerektir. Zaten o da her şeyi kendi başına yapm ak yerine, belli başlı figür, grup ve simgeleri başkalarına yaptıran büyük bir heykeltıraş gibi davranmıştır. Y a­ bancı m ülkiyetten hiçbir kaygı gütm eden yararlanm ak, en ve­ rimli şairlerin doğasında yatar; bu bakım dan Shakespeare ile Calderon, M oliere ile N estroy birbirlerine çok benzerler. Aktarılagelm iş m alzem e ve biçim leri yağm alam a konusundaki tered­ dütler, sonradan görm e edebiyat entelektüelliği, zanaatta acemi­ lik ve yeteneksizlik demektir. O ysa safkan deha her şeyin kendi malı olduğundan emindir, frenlenem eyecek derecede oburdur. Bu açıdan bakıldığında, H om eros’ta neden birçok şeyin “otur­ m adığı” daha rahat anlaşılır. O na göre her şey ustaca düzenlediği görkemli bir tiyatro dekoruydu, am a her zaman kendisine ait de­ ğildi bu dekor parçaları. A ra sıra farklı üslupta olm alarına ya da perspektifi kaydırm alarına şaşm am ak lazım. Y ine de yönetm enin elini hiçbir yerde hissetm eyiz. Bunu bile, şairliğinin en büyük kanıtı olarak görm ek yerine, H om e­ ro s’un varlığından kuşkulanm akta kullanm ışlardır. Homeros eserinin ardında kaybolur, yine de en ufak parçasında bile var­ lığını sürdürür, tıpkı ruhun bedende, tanrının dünyada olduğu gibi: H er yerde ve hiçbir yerde. S hakespeare’de de durum aynı­ dır: H a m let'te ruhla ilgili söyledikleri kendisi için de geçerlidir: “Şuradadır”, “buradadır”, “yoktur” . D ünyanın bu en büyük iki şairi, ikili anlam da anonim dir. Evrende, tabir yerindeyse, yal­ nızca yenilebilir olanın var olduğunu belleyen insanlar, bura­ dan, tanrı ile ruhun, Shakespeare ile H om eros’un eserlerinin atom kom pleksleri olduğu sonucuna varırlar. O dysseia’nın yapısı İlias’a nazaran çok daha karm aşık ve rafinedir. İlias renkli bir kroniktir, O dysseia ise tam bir entrika rom anı. Şairin, m aceraların bir kısm ım , am a yalnızca bir kısm ı­ nı, O dysseus’un ağzından aktarıyor olm ası, o kadar ustaca ve


İONYA BAHARI

69

hoş bir m arifettir ki, o gün bu gündür birçok anlatıcı tarafından taklit edildiği için bu buluşun dâhiyaneliğini hissetm eyiz artık, Odysseia, İlias’taki olaylara neredeyse hiç değinm ez; sanki T roya önlerinde hiç savaşıim am ıştır, b una rağm en O dysseus bu savaşın başkahram anlarından biridir. O d ysseia’daki insanlar da bazı bakım lardan farklıdır: Hem daha uygar hem de daha duy­ gusaldırlar; soylu bir havaları vardır, oysa İlias’m kahram anlan çoğunlukla incelikten nasibini alm am ıştır. G erçi bunlar da sık sık hüngür hüngür ağlarlar, am a daha çok edepsiz çocuklar gibi, oysa O dy sseia'd a gözyaşlarıyla kendilerinden geçerler adeta, hani neredeyse dünya acısıyla dopdolu yeniçağ şiirlerinde ol­ duğu gibi. Fakat bütün b unlara dayanarak O dysseia’nm H om eros’a ait olm adığını öne sürm ek sanata yabancı bir dü­ şünce biçimidir. İlias’taki konunun O dysseia’da tekrarlanm a­ ması, belli ki sanatsal bir kaygıdır: Şair kendisini tekrarlam ak istem em iştir. O dysseia’yı daha girift kurm uş, daha insancıl ve daha duyarlı biçim ler yaratm ış olm ası, üstadın ilerlem iş yaşıyla açıklanabilir rahatlıkla: D aha olgun ve daha ılım lıdır, am a aynı zam anda biraz d ah a hassaslaşm ıştır. B u noktada bir kıyaslam a­ da bulunm ak için m odern yazını eie alm ak yeterlidir: Nasıl ki Ran h e r'm [Hırsızlar] m uazzam kabalığını W allenstein’da boş yere arıyorsak, S te sö ’nun toplum cu biçem ini de G ötz'de bula­ mayız. İlias uzun süre fragm an yerine koyulm uştur, çünkü “aniden sona erer” . G erçekten de, en önemli iki olay, Akhilleus’un ölüm ü ve T ro y a’nın yıkılışı tekrar verilm ez. Fakat Peleusoğlunun öfkeli şarkısının dünyanın en büyük şairlerinden birinin elinden çıktığını görm ek için de bundan fazlasını bilm e­ ye gerek yok. Yaşlı Priam os ile genç A khilleus’un birbirlerini hayranlıkla seyredişleri - h e r ikisi de ebedi kahram anlığın ışıltı tacıyla h alelen m iştir- ve berikinin gözyaşlarına boğuluşu -ç ü n ­ kü aynı onun gibi oğlu elinden alınm ış yaşlı babasını düşünür, hem de henüz h ay attay k en - sonra da H ektor’un naaşım teslim edişi: İşte bu, antikçağın gösterm eye m uktedir olduğu soylu insanlığın ve sofuca kahram anlığın en büyük aydınlanışıdır, ve Y unanlılara biç uym ayan bir tasarım olm asaydı, hem en o anda cennetin kapılarının açılacağı bile düşünülebilirdi. Başka hiçbir şair eserini böyle noktalarnazdı. İlk efsanede A khilleus düşm a­ nın cesedini parçalar ve köpeklerin önüne atar. Bu son nağme, H om eros’a değil de, kim e aittir?


70

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

Uzman N apolyon İlias’ın, savaşta yer alm ış birinin karargâh günceHomeros si olduğunu düşünüyordu. B u düşüncgjgülünç de olsa, böyle bir ağızdan çıkm ası, H om eros’un askeri yeteneklerle de donanm ış olduğunu gösterir. Y aralanm alar bir askeri doktor uzm anlığıyla betim lenm iştir, sözgelim i bir V ergilius bu tür şeylerden hiç anlam az. H om eros’un uzm an olm adığı bir alan yok gibidir. Ö rneğin, heyecanları diyafram da lokalize edişinde, en gizli fiz­ yolojik hadiselere dair derin bir sezgi saklıdır. Kalp bir pom ­ palam a cihazı, bir m akine dairesidir; beyinse telg raf ve telefon dairesi, bir idare m erkezidir. R uhum uz, karın boşluğum uzdur (.solarpleksus). H arakiri de karnın alt kısm ının (hara), asil duy­ guların yatağı olduğu düşüncesine dayanm az m ı? Harakiri basit bir intihar eylem i değildir, tanıkların önünde törenle yapılır; suçlu kişi böylece, “ Ruhum utanıyor,” suçsuz kişi ise, “ Size ruhum u gösteriyorum ,” der. G izem li “isterik gülüş” ile çaresiz­ likten gülm enin kökleri de buradadır; “diyafram çatlatan” şey­ ler yalnızca neşeli şeyler değildir. H om eros, talipler için, “ve bunun üzerine çarpılm ış yüzlerle güldüler, kanlı eti çiğ çiğ yuttular ve gözlerinin yaşarm aya, kalplerinin inceden inceye sızlam aya başladığını hissettiler,” dem ekle, bunu bile bildiğini gösterir; sadece bu cüm lede bile psikoloji ve patolojiye dair ne m üthiş bir zenginlik vardır! HomeE ğer H om eros betim lediği dünyada bazı şeylerin lafını et~ ros’un m iyorsa, bunun üç nedeni vardır: Y a bunları, tavuğu da bilmeDünyası (jjğj gibi gerçekten bilm iyordur -y o k s a “besleyici yum urtaya” ve “günün habercisine” değinm eden geçm ez, horozun kavgacı­ lığını, kibrini ve despotluğunu bir iki im geyle de olsa anlatırdı, nitekim H om eros’un kahram anları horozla karşılaştırm aya pek elverişlid irler- ya kasten arkaikleştiriyordur ya da tam am en tesadüfidir, sözgelim i bal m um u, bal ve arılardan bahsedip de arıcılığı göz ardı etm esi gibi. Y ahu, bu H om eros da Realenzyklopadie d er klassischen A ltertum sw issenschaft [Klasik Eskiça­ ğın G erçek A nsiklopedisi] değil ki, her şey bulunsun içinde! Ç ıplaklık kültü ve oğlancılık H om eros’un dünyasına henüz yabancıdır: Ç ıplaklığından ötürü O dysseus N ausikaa’dan uta­ nır, A khilleus ile Patroklos arasında ise sade bir dostluk ilişkisi söz konusudur, fakat bu dostluk daha A iskhylos’ta aşk ilişkisi­ ne dönüşm üş, hatta Lukianos bu dostluğa şu notu düşm üştür: “K eza bu birlikteliğin itici gücü şehvetti” - zaten Lukianos’tan


İONYA BAHARI

7!

başka ne beklenir ki! B una karşılık, kadın daha soylu ve daha önem li bir rol oynar. A k h illeu s’un yalnızca savaşı değil, öfkesi de bir kadın yüzündendir. K adının ruhıı, sonraki dönem lerin yazınının elinden alınm ış bir hayat sürer. B ütün kişiler özenle bireyleştirilm iştir. H elena ile Penelope kusursuz birer hanım e­ fendi olsalar da, akla gelebilecek bütün kadınsı tezatlarla dolu­ durlar. K alypso ile A ndrom akhe, “seven eş”e iki ayrı örnektir; son derece z a rif olan N ausikaa ise destanlarda karşım ıza çıkan ilk “bakire genç kız”dır, ölçülü gülünçlüğüyle H era dünya ede­ biyatının ilk “anlaşılam am ış k a d ın f’dır. A thena ile Odysseus arasındaki inanılm az incelikteki ilişki, bir perinin him ayesi altı­ na aldığı, bir parça da âşık olduğu biriyle ilişkisi gibidir. R aim und’un V ersclm etıder [Savurgan] adlı eserini çağrıştıran rom antik bir m otif adeta. K ralların çift sürm esi, hüküm darların öldürüp derisini yüz­ dükleri hayvanları ateşte kızartm ası, prenslerin de atları koşup koyunları gütm esi özellikle verilm iş bir arkaizm den ziyade, A ndersen’in büyüleyici bir biçim de uyguladığı ebedi masal üslubudur belki de: “ G ünün birinde korkunç bir fırtına çıktı. Şim şekler çakıp gökler güm bürdüyor, bardaktan boşanırcasına yağm ur yağıyordu, korkunçtu! O an, sarayın kapısına vuruldu ve kral kapıyı açm aya gitti.” A yrıca, H om eros’taki zam an, tari­ he dayalı gerçek anılarla tipik bir “eski dönem ler” hayalinin karışım ıdır. “H ellenler” yoktur, yazı, atlılar veya savaş gemileri yoktur, sadece direkli ve yelkenli açık yük tekneleri vardır, ça­ paları bile yoktur bu teknelerin. Y em ekte sandalyelerde oturu­ lur ve yalnızca kızartm a yenir, asla pişirilm iş yem ek ya da kuş veya balık yenm ez; bunun nedeni ortam ın soyluluğunu vurgu­ lam ak olsa gerek, çünkü ölüm lülerin yegâne besininin bu oldu­ ğu destanda bile iddia edilm ez. Şair bazen uzlaşm aya karar ve­ rir, örneğin A khilleus’un rüyasında. A khaların ölülerin geri döneceğine inandıklarını bilir, am a kendisi buna artık inanm a­ dığı için A khilleus’a P atroklos’u rüyasında gösterir. D estandaki krallık, gerçek m onarşiyi artık tasavvur edem e­ yen soylu H om eros dönem inin bir kurgusudur yalnızca. Krallar StoyEvsîç’dir, Z eu s’un, yani tanrı inayetinin dölleridir, güçle­ riyse her tür vahşeti m eşru kılar; A gam em non ise PacnleıkEpoç olarak, diğerlerinden daha fazla kraldır, hatta paoıXeı3xaTOç, en üstün kraldır; fakat bütün bunlar yalnızca lafıigüzaftır: Hüküm-


72

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

darların hepsi de eşittir, A gam em non ne yargıçtır ne de başku­ m andan; alacağı tüm önem li kararları, tüm özgür vatandaşların yer aldığı soylular m eclisine ve halk m eclisine danışm ak zo­ rundadır. Bir de “T hetler” vardır: B unlar yabancı kökenli üc­ retli işçiler ve ataerkil m uam eleden m em nun olup oîketou, “ev dostu” unvanından da anlaşıldığı gibi aileden sayılan kölelerdir. Ekonom ik ihtiyaçlar büyük ölçüde m üstakil evlerde giderilir: Buralarda un öğütülür, şarap yapılır, yün eğrilir, giysi dikilir, ayakkabı tamiri ve m arangozluk işleri yapılır. O dysseus salını kendisi yapar. Ç anak çöm lek, araba yapım ı, deri ve metal işleri gibi belli başlı zanaatlar, toplum adına çalıştıkları için Spproepyoı, “kam u çalışanları” denen gezici ustalar tarafından icra edilir; hekim ler, şarkıcılar ve bir tü r uşaklar diyebileceği­ miz hizm etliler de bunlardandır. Elbette çift sürenler, terziler, çobanlar ve bağcılar da eksik değildir. Fakat genel olarak, Hom eros M iken dönem ini gerçekte olduğundan çok daha ilkel tasavvur etm iştir. HesioG eron’ların, yani yaşlı soyluların elinde olan adalet sistemi dos özel davalardaki hukuki sorunları bir kurulda çözm ekle yetinir. Bunun dışında, herkes kendi başının çaresine bakar, sülalesinin koruyuculuğuna m uhtaçtır. Fakat adalet ve adaletsizlik gibi kavram lar, bu aristokrat dünyada henüz önem li bir rol oyna­ mazlar. Bu dünyanın kahram anları çok soyludurlar; cesur, za­ man zam an da hayli yüce gönüllüdürler, am a iyinin ve kötünün henüz çok ötesindedirler. Şairin kendisi de etik yargılardan u~ zak durur; istediği tek şey, insani tutkuların kocam an bir tablo­ sunu çizm ektir. Fakat dünya, yalnızca seyredilm ek için değil­ dir. Bu nedenle H esiodos sanat gücü bakım ından H om eros’la kıyaslanam asa da onun eksiklerini tam am lar. Y unanlılar da H esiodos’u daim a H om eros’la birlikte anm ışlardır. B oiotia’nm ağır havasıyla beslenm iş tasalı bir düşün adam ı olan Hesiodos, İonya’nın dünya şehvetine şiirler düzen töredışı ozanın klasik eşidir. Zeus adalettir ve her türlü erdem in başı da adalettir; H esiodos’un hararetle naklettiği yeni düşünce işte budur. İnsa­ nın hayatı çalışm akla geçm elidir, çünkü tanrılar çalışkanlığın önüne alın terini koym uşlardır. Bu düşünceyi H esiodos, günle­ rini avare avare geçiren ve babasının m irasına tek başına kon­ m aya çalışan kardeşi Perses yüzünden yazm aya m ecbur olduğu İşler ve G ünler adlı eserinde anlatır. Böylece, hırsız ve haylaz


İONYA BAHARI

73

Perses ölüm süzleşirken H esiodos da bu eserle beyninde ve kal­ bindeki özel m eselesini derhal insanlık m eselesi haline getir­ miş, m aruz kaldığı haksızlığı bir bilgelik kaynağına dönüştüre­ rek gerçek bir yazar olduğunu kanıtlam ıştır. H esiodos İÖ 700 ya da 650 tarihleri civarında yaşam ıştır, kısacası, hece ölçüsü, cüm le yapısı ve vurgusuna varıncaya kadar taklit edercesine bağlı kaldığı H om eros’tan çok da sonra değil. M uhtem elen bu üslup insanın edebi açıdan kendini ifade edebildiği tek biçimdi. H erhalde H esiodos’un m ütevazı gerçekliği için en uygun tarz, iatnbos olurdu, hatta belki de nesir. R ivayete göre Büyük İs­ kender, H om eros’un krallar için, H esiodos’un da köylüler için yazdığını söylem iş; gerçekten de insani çabaların iki kutbu olan şan ve ürün, bu iki şairin kişiliğinde som utlaşm ış gibidir. H om eros’un insanı, yeryüzünde O lym pos’un parıltısıyla dola­ şır, H esiodos’un insanı ise öm rünü dünyanın sessiz ve karanlık, fakat bir o kadar ebedi güçlerine hizm et etm ekle geçirir. Yunan tarihinin hem en başlarında, birbirinin zıddı ebedi iki unsur, saf ve güçlü bir niteliğe bürünür: P athos ile ethos, kahram anca ölüm ile görev yaşam ı, şövalye gururu ile halk onuru, silah m utluluğu ile çalışm anın rahm eti, sanat şiiri ile halk şiiri, bi­ çim lendiren nesnellik ile öğretici öznellik, delectare [eğlendir­ mek, cezbetm ek] ve prodesse [yararlı olmak]. H ellenler teolojik tasarım larını H om eros ile H esiodos’tan Olymdevşirm iştir, tıpkı bizim Eski ve Yeni A h it’lerden devşirdiği- P«s m iz gibi. O nların kutsal yazıları dünyevi şiirlerdi, işte bu, onla­ rın inançlarının niteliği bakım ından -h e m iyi hem kötü anlam ­ d a - son derece önem lidir. Y unan dini, en az Y unan dili ve des­ tanı kadar bir sanat eseridir ve dâhiyane bir buluş m isali, ansı­ zın var olm uştur. K ronos ile T itanlara dair o karanlık efsaneler, G irit dininden çıkıp H esiodos dönem inin kulağına çalm an m ü­ ziğin belki de son notalarıydı. Z eus île diğer tanrıların apayrı bir çehreye sahip olan bu daim on dünyasına karşı yürüttükleri savaş O lym pos inancının zaferini tem sil eder. İonya destanında henüz yer alm ayan H estia, ünlü O n İki Tanrı D evleti’ne, yal­ nızca sayıyı yuvarlasın diye ilave edilm iştir. H estia basitçe “ocak” dem ektir ve kişileştirilm em iş soyut bir kavram olarak kalm ıştır hep. Öte yandan, o kadar önem li olan D ionysos, O lym pos tanrıları arasında yer alm az. “Y ıldırım seven” Zeus, Tromp ctvöpcûv xe Oecov re, insanların ve tanrıların babasıdır,


74

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

H ork io s’tur, yem ini korur, K senios’tur, konukseverdir, fakat bu son iki işlevini her zam an yerine getirm ez. G ök tanrısı olarak doğaya hâkim se de, hâkim iyetini kardeşleriyle, suların efendisi Poseidon ve yeraltı dünyasının prensi, “tanrıların en nefret edi­ leni” H ades ile paylaşm ak zorundadır. A pollon, m üzik ile ke­ hanetin, şifa ve okçuluğun tanrısıdır, fakat okları salgın hasta­ lıklar da gönderir. G üneş tanrısıdır, fakat “güm üş yaylı” olarak, ikiz kardeşi A rtem is gibi o da A y tanrısıdır. “O k seven” avcı ve yabani hayvanların koruyucusu A rtem is de aynı biçim de ikili bir rol oynar. D iğer üç tanrıça, Hera, A phrodite ve A thena’nın, ayrıca H ephaistos, A res ve H erm es’in anlam ını herkes bilir. Ö zellikle de son ikisi hayli ahlaksızdır! A res bir külhanbeyi, Herm es de hırsızdır. B u baştanrılarm ardında, ikinci dereceden tanrılardan oluşan parıltılı bir kalabalık vardır: Şarkıları ve ko­ nuşm aları denize ses veren S iren ’ler ve N ereus kızları, orm an­ larda ve dağlarda oturan D ry as’lar ve O reias’lar, yarı koç yarı at biçim inde kırlarda dolaşan Satyr’ler ve Silen’ler, hayatın ciddi tarafını tem sil eden M oira’lar ve E rinys’ler, çayır ve pınar perileri K harit’ler ve M u sa’lar. Yunan tanrılarında dikkatim izi çeken ilk şey, göz alıcı gü­ zellikleri ve zevkli sadelikleridir, hatta diyebiliriz ki, zarafetle­ ridir. B esinleri, konutları ve saray erkânına asil bir sadelik hâ­ kim dir. Sarayları gösterişsizdir, O lym pos’taki hizm etkâr sayısı üçü geçm ez: Hebe, İris ve G anym edes. N ektar ile am brosia ise açıkçası hayli m ütevazı besinlerdir ve ne gariptir ki, tanrıların kanı ikhor gibi son derece m ateryalist kavram lardır. İlahlar ye­ m eye, içm eye ve cansuyuna en az dünyevi varlıklar kadar ihti­ yaç duyarlar, aradaki tek fark bu besinlerin “ölüm süz” olm ası­ dır, B ir tanrıdan beklenen özelliklerin pek azına sahiptirler. Onlar, m erham etli ve adil değillerdir, aksine dalavere ve inti­ kam la dolup taşarlar, ta ra f tutarlar, her yerde hazır ve nazır de­ ğillerse de şim şek hızıyla h er yere gidebilirler; her şeye kadir değillerdir, özellikle de aralarındaki rekabetten ve onlardan da üstün olan kader tanrıçaları M o ira’lardan ötürü; her şeyi bilen de değiller (yalnızca A pollon, H elios olarak belirdiği zam an öyledir), bilakis yanıltıcı, bazen de neredeyse dar görüşlüdürler. A thena diğer tanrılardan daha zeki olm akla övünür, tıpkı O dysseus’un da diğer insanlardan daha zeki olduğu gibi. Ö lüm ­ süzlerin arasında da hayli aptalların olduğunu bilir A thena.


İONYA BAHARI

75

Zeus bile birden fazla kereler oyuna getirilm iştir. O dysseus’un eve dönüşüne tanrıların divanında, bihaber P o seid on’un arka­ sından karar verilir (fakat bu durum tanrılar kralının ne kadar güçsüz olduğunu da gösterir, yoksa bu toplantıyı gerekli gör­ m ezdi). G erçi H om eros’ta sık sık şöyle geçer: “Zeus bunu bilir, diğer ölüm süz tanrılar da öyle,” fakat bu yalnızca lafın gelişidir. Ö te yandan, gelecekte neler olacağını bilirler: Sadece Z eu s’a ve baştanrılara değil, yarı tanrı, kahram an hatta atlara da bahşe­ dilm iş bir bilgidir bu. A m a m adem ki geleceği biliyorlar, o za­ man ne diye savaşa gözü dönm üş bir halde m üdahale ediyorlar? Hem sonra, kendilerine yalnızca arada bir m üdahale etme hakkı tanınm ıştır, çünkü yeryüzünün hüküm darları değildirler, yaratı­ cısı ise hiç değil; bizzat yaratılm ışlardır, bu nedenle doğum günleri bile kutlanır. Y unan m itinin tanrıları yaratm asını bilm e­ si am a tanrıları yok etm eyi bilm em esi ilginçtir. H om eros’un neredeyse hiç değinm ediği, ancak gerek Yeraltı H esiodos’ta gerekse halk inancında önem li bir rol oynayan arzın Dünyası derinlerindeki “yeraltı” tanrıları kendilerine özgü bir dünya ku­ rarlar. Adı esasen Gemeter, “Toprak A na” olan D em eter tarımın koruyucusudur. K orkunç adını anm aya kim se cesaret edemediği için çoğunlukla Kore, “bakire” denen Persephone, ölümün efen­ disi olm akla beraber, annesi D em eter gibi tarım ın da koruyucu­ sudur. Dionysos da bir yeraltı tanrısıdır. Hekate, lohusa kadınla­ rın ve ölüm yatağının yanı başında olm adığı zamanlar, genellikle m ezar taşlarının arasındadır. İnsanların önüne kavşaklarda, ay ışığında ve öğlen sıcağında çıkar ve her defasında onlara zarar verir. G orgo ile M orm o’nun umacıları, yani Larnia ve daha önce anılan Empusa, H ekate’nin ikizleridir. Genellikle tam bir “vahşi av” manzarası çizer Hekate: Ateşli cehennem köpekleri, şiddet yoluyla ya da “zam anından önce” dünyadan ayrılmış, defnedil­ memiş, huzura kavuşam am ış ruhlardan oluşan bir hayaletler gü­ ruhu. Sayısız isim lerinden biri olan Baubo, köpek sürülerinin ulumalarını yansıtır. D ünyadaki bütün cadıların atasıdır Hekate. Tarihsel dönem in başlarında ölüleri yakm a âdeti ortaya çı­ kar. Y unanlılar bu âdeti, yarı göçebe bir yaşam sürm eleri nede­ niyle böylesi bir defin biçim ine m ecbur olan kavim lerin E g e ’ye göçünden sonra edinm iştir. B unun yanı sıra, M iken dönem ine ait ölü kültü anavatanda her zam an, geleneksiz A nadolu’da ise yer yer devam etm iştir. A ttik a’da m ezarların üzerine buğday


76

K ahram anlar

Öte Dünya

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

ekm ek gibi güzel bir gelenek vardı - filizlenen yaşam ölüleri sevindirsin diye. K araağaç ve servi, o zam anlar bile mezarların daimi bekçisiydi. Ruhun m ahiyeti ve ölüm süzlüğü konusunda Yunanlıların düşünceleri çok çelişkiliydi. O nların görüşlerini bir dizgeye oturtm ak, her şeyden önce bu konuda bir netlik sağlam ak gibi bir niyetleri olm adığı için boşu n a olurdu. M erkezde, psykhe ile ilgili tu h a f tasarım duruyor: R uh, insan uyku, baygınlık ya da vecd halindeyken bedeni terk edip bağım sız bir yaşam süren ikinci b en ’dir. A ynısını, ölüm anında da yapar, am a bu sefer sürekli olarak. Fakat ruh güçsüzdür, dünyadan uzakta bir yerde dalıp giden bir gölgedir. Elbette tanrılar seçtikleri insanları, ete kem iğe bürünm üş bir halde yaşam aya devam edecekleri M ut­ lular Adası E lysion’a yollayarak onlara ölüm süzlük bahşetmiştir. Bu seçilm iş kişiler kahram anlardır. Böyle şeyler olm uyor artık. Fakat tanrıların sevdikleri kulunu suya ya da taşa dönüş­ türerek Yunan tasavvuruna göre bu insana ebedi yaşam bah­ şetmesi hâlâ olagelm ektedir. K ahram anlar adına anıtlar dikilir, ölü şenlikleri yapılır, “ K ahram anların tanrısı” H erakles’tir. Y unan m itolojisinin en popüler figürüydü H erakles; her yerde onun tapm akları vardı; birçok kent koruyucu tanrı diye ona tapardı. H erakles’in soyun­ dan olm ak, M akedonya kralları kadar barbarların da kıvanç duyduğu en büyük asalet unvanıydı. H erakles, cisim leşm iş en büyük yaşam gücüdür; ölüm lülerin en güçlüsü, en yorulm azı, en hızlısı ve en iyi okçusudur, am a b ir o kadar da palavracı, ayyaş ve oburdur. Sıradan ölülerin aksine, kahram anlar öldük­ ten sonra insanların yaşam ına m üdahale ederler. M arathon’da T heseus’un tepeden tırnağa zırhlanm ış bir halde savaşçıları nasıl geride bıraktığını birçok kişi görm üştü. Lokrisliler, gö­ rünm ez olsa da onlarla birlikte savaşan A ia s’a saflarında daima yer ayırırlardı. L euktra’da, M essenialıların kahram anı ve Spartahlatan ezeli düşm anı A ristom enes ortaya çıkm ış, Thebaililerin savaşı kazanm asını sağlam ıştı. Böylesi ilahi tecellilere, geç dö­ nem de bile inanılm aya devam edilm iştir. Rivayete göre, Alarich A tin a’yı kuşattığı sırada surların önünde zırhlar içinde­ ki A khilleus’u görm üş, korkuya kapılarak barış im zalam ıştır. Ö lülerin ağzına, K baron’a ırmağı geçirm esi için verm ek üzere bir m etelik, tabutun içine de çeşit çeşit ev eşyası konurdu:


İONYA BAHARI

77

Ç ocukların tabutuna oyuncak, kadm larınkine yelpaze, ayna ve m ücevherat, erkeklerinkine de silah. M ezarın üzerine kurban adağı olarak şarap, zeytinyağı ve bal dökülürdü. Daha sonra, ölm üş kişinin ev sahibi kim liğiyle sofrada oturduğu düşünülen bir ölü ziyafeti verilirdi. M ezar taşı kurdela ve çiçeklerle süsle­ nir, bazen de ölm üş kişinin ruhunu sevindirm ek için m üzik ça­ lınırdı. Ç ünkü ölünün ruhu, kuş olarak m ezarın üzerinde kanat çırpardı, bazen ötüşünün duyulduğu sanılırdı. B u bize M ısırlıla­ rın B a ’sını anım satır. Y unanlılar ruhu kanatlı bir varlık olarak düşünüyordu, çünkü p sy k h e ’m n bir anlam ı da kelebektir. Yine de ruh H ades’tedir öyle m i? N ihayet bunlar birer tezattır ve bunları irdelem eye kalkan, başlangıçtakinden daha bulanık bir tabloyla karşı karşıya kalır. “N e kadar ince eleyip sık dokur­ sak,” der B urckhardt (başka bir bağlam da, fakat bilgece lafı burada da geçerlidir), “yolum uzu o kadar çok şaşırırız.” Fakat çelişkiler de olsa. Y unanlıların ölüm den sonra çok özel bir ya­ şamın olduğuna inandıkları kesin; sözgelim i suç işleyen bir kişi, bedelini öte dünyada ödeyeceğini düşünür, sevenler öte dünyada kavuşm ayı üm it ederdi. H ayaletlere ve ruh çağırm aya inanm ayan yoktu. C esurluğuyla övünen S parta’da gece m ezar­ lıkta dolaşm ak en büyük cesaret örneğiydi. L ukianos’ta geçen heyecanlı bir öyküye göre, süslenm eye çok m eraklı bir kadın, varını yoğunu kendisi için harcam ış olan kocasına hayalet bi­ çim inde görünür ve dolabın arkasına düşm üş altın bir sandaleti ısrarla ister. Elbette filozoflar kısm en de olsa daha farklı düşü­ nüyorlardı am a Y unan “A y d ın la n m a sın ın babası diyebilece­ ğim iz D em okritos hayaletlerin varlığını reddetm ezdi. A yrıca, büyük ve güçlü bir tarikat vardı: Ruhun, ruhgöçü Gizemler şeklinde geri döneceğine içtenlikle inanan “D ionysosçular”. Karanlık çöktüğünde m eşalelerin alevleri etrafında toplanırlar, om uzlarında tilki kürkleri, başlarında boynuzlar, inleyen zille­ rin, güm bürdeyen davulların ve haykıran flütlerin sesi eşliğinde havaya yılan ve hançerler savurarak vahşi orm anlarda ve çıplak bayırlarda çılgınca dans ederlerdi. U yuşturucu sıvılar vecdin derecesini artırıyordu, ta ki ruh bedenden ayrılıncaya ve tan­ rıyla, yani Trakyalı D ionysos’la bütünleşinceye kadar. İşin en ilginç yanı, bu psikoz salgınları düzenli bir biçim de tekrarlanı­ yordu: Üç yılda bir kutlanan D ionysia şenliklerinde, kışın tam ortasında.


78

ANTİK Y U NAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

O rfeizm D ionysos diniyle akrabadır ve yine bir Trakyalıya, O rpheus’a bağlanır. O lym pos dininden farklı olarak katı bir disiplin geliştirm iş, oysa diğeri kült ve m itoloji olm aktan ileriye gidem em iştir. Bu dinin neredeyse dogm atik olduğu söylenebi­ lir. B una göre ruh, daha önce işlenm iş bir suçun cezasını çek­ m ek üzere beden zindanına hapsedilm iştir, yeryüzündeki yaşam ruhun ölüm üdür: Som a sem a, “beden m ezardır”. İnanandan şu ya da bu dünyevi günahtan vazgeçm esi değil, bizzat dünyevi varoluşu reddetm esi beklenir; doğum ların ölüm cül çevrim inden ancak böyle kurtulabilir. G eçm iş yaşam ın eylem lerinin hesabı bir sonraki reerkarnasyonda verilecektir. Şayet ruh tam am en arınm ış ve bütün lekelerden kurtulm uşsa, günün birinde öz­ gürlüğüne kavuşacak, bir daha asla ölüm ü tatm ayacak ve onu yaratan tanrı gibi ebedi m utluluk içinde yaşayacaktır. Kurtuluşa giden yol çile çekm ek, ahlaki değişim geçirm ek, gizemli kutsanm alardır. Et yem ek, kardeş katlidir. Bütün bunlar neredeyse H int havasında. D aha yedinci asırda A tina devlet kültü ilan edilmiş olan Eleusis’in gizli kültüne bağlı olanları ölüm den sonra özel bir yazgı beklerdi. O nlar “H ades’in boğucu karanlığı”ndan m uaf tutulacaklardı. A ristophanes bu insanların varoluşunu Kurbağa­ la r ’da ayrıntılarıyla betimler: Güneş aydınlığını onlardan aşağıda bile esirgemez; m ersin ağacı korularında dans eder, flüt ezgileri eşliğinde, ölüm süz tanrıları öven şarkılar söylerler. Bu ayrıcalığa sahip olm ak için yapılması gereken tek şey herkese açık -k ö lele­ re ve yabancılara, kadınlara ve çocuklara b ile - gizemli Eieusis ayinine katılmaktı. A detlerini “anlatm ak, bozm ak ve araştırmak” yasak olan bu ayinlerde neler yapıldığını tahm in etm ek güç, an­ cak şu kadarı biliniyor: M üritlerinin içsel bir değişim geçirmeleri, özel bir yaşam biçimini ya da görüşünü savunm aları, hatta saygın birer vatandaş olmaları bile beklenm ezdi. Eskiçağın sonlarına kadar kutsallığını koruyan bu kurum bugünün insanlarına küfıir gibi gelmektedir. Fakat işin en etkileyici tarafı, ibadetin “Plutos’u, zenginliğin o sevgili tanrısını” eve çekeceğine ve maddi avantajlar sağlanacağına inanılmasıydı. AlametK ehanet m erkezleri çok daha ciddi kurum lardı. C icero’ya ler göre, şayet koca bir dünya tarihi baş aşağı edilm ek istenm iyor­ sa, bunların gerçek olduğunu kabul etm ek gerekir. K ilise baba­ ları bile bunları tam m ış, am a şeytan işi olarak görm üştür. Ke­


İONYA BAHAR)

79

hanet m erkezi, kehanette bulunm aktan ziyade öğüt ve direktif verir: N elerin olacağım söylem ek yerine, ne yapılm ası gerekti­ ğini bildirir. K uram sal öğreti yeri de değildir. İnsanlar bu m er­ kezlere dini konularda, kent kuruluşlarında, savaşlarda, kıtlık zam anında, salgınlarda, deprem lerde ve diğer toplum sal fela­ ketlerde başvururdu; fakat evlilik, evlat edinm e, iş güç, tarım, aşk meşk, seyahat gibi gündelik kaygılar konusunda da bu m er­ kezlere başvurulurdu. Doğal olarak, bir yığın ahm akça soru da sorulurdu: D oğacak çocuğun başkasından olup olm adığı, nere­ de hazine aranabileceği, yatakları kimin çaldığı, H om eros’un nerede doğduğu, vb. D elphoi, yeni kolonilerin nerede ve nasıl kurulacağı gibi konularda, zam an zam an çok isabetli talim atlar vermesi bakım ından bir tür koloni dairesi, kendinden sonrakiler kadar tarafgir ve güçsüz olan b ir tür hâkim ler kurulu, dini ko­ nularda bir konsül derecesindeydi, yine de dogm atik m eseleler konusunda asla yanıt verm ezdi, bu rahipler kurulunun işiydi. A m a Pythia kehanette de bulunurdu: Fokurdayan yarıktan yük­ selen buharlarla kendinden geçer, “hızlı hızlı konuşarak”, tanrı­ nın kendisine aktardıklarını naklederdi. A yrıca rüyalardan -e n azından tapm ak u y u rları- hayvan ciğerinden, kuş uçuşundan, şim şekten, tanrı heykellerinin terinden, atların kişnem esinden, çoğunlukla şerre alam et olan hapşırıktan, kısm et taşlarından kehanette bulunulurdu. Y unanlılar “A ram iler”den öğrendikleri yıldız falına ancak antikçağın sonlarında başvurm aya başladı­ lar. Bu kehanetlerin Y unanlıların gündelik yaşam ında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bugün artık bilemeyiz. Bütiin yaşam ları baştan sona sim ge ve işaretlerle çevriliydi ve her adım ın ikinci bir anlam ı vardı. Böylesine zeki, bir o kadar da gerçekçi bir halkın öm rü boyunca “batıl inancın bulanık batak­ lığında bata çıka ilerlem esi”, en aydın kafaların bile buna ses çıkarm am ası insanı düşündürüyor. Bir asır öncesine kadar in­ sanlar rüyaların karında oluştuğunu düşünürdü; şim diyse rüya­ ların m erkezinin cinsel organlar olduğunu düşünm e eğilim in­ deler. D üşünen her insan hayatında bir kez olsun, rüyalarındaki suretlerin gelecek hakkında garip bir öngörüye sahip olduğunu fark etm iştir herhalde; onlar adeta “tarihi bir şeffaflıktadır” . Keza, asla yanlış bir şey, yani ruh haline uym ayan bir şey de söylem ezler, bu da pek tuhaftır, zira herkes büyük bir şair de­ ğildir, üstelik şairler de zam an zam an yanıltıcı olabilirler. Şu


80

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

halde rüyalar, belli ki, bizden değillerdir. Dahası, gerek insanla­ rın gerekse nesnelerin biyografisini okum a yeteneğine, “psikoskopi” dediğim iz şeye sahip olan insanların sayısı da az değildir. Bu konudaki birinci varsayım şudur: H er şey kendi tarihine sa­ hiptir, hem geçm işini hem de geleceğini sürekli kendi içinde ta­ şır, çünkü sonuçta tümü, geçm işin durduğu, geleceğinse gelmiş olduğu -sad ece bize göre gelm em iştir- yekpare bir ebedi “şim­ diki zam an”dır ve bizim bu durum un farkına varamayışımızın nedeni unutkan oluşum uzdur: H er iki durum da da, geleceği unutm am ız konusunda da! Bu unutkanlığın dereceleri vardır: Dü­ ne dair artık hiçbir şey bilm eyen ve “yarın” diye bir kavramı ol­ mayan salyangozda derecesi yüksektir, fakat “kâhin”de düşüktür. Yunanlılar bu konulara hiç değinm em işlerdir, belki çekiniyorlar­ dı, belki de -b ü y ü k olasılıkla- bunları gayet doğal buluyorlardı. Fakat acayip ve çocuksu sayılabilecek bir yığın batıl şeye inan­ mış olmaları, onları büyücü bir halk yapm az, nasıl ki kaba saba alçı figürler güzel sanatlarının aleyhinde kullanılamazsa. Y unanistan’da gerçek bir ruhban sınıfı yoktu. Rahip tapm a­ ğa hizm et eder, inananların kurban işlerini yürütür, tapm ak ge­ lirlerini idare eder ve tanrıların iradesini yorum lar. Sıradan bir devlet m em urudur ya da belli başlı teknik bilgilere sahip olan yahut sahip olduğunu iddia eden özel bir çalışandır, herhangi bir kutsallığı da yoktur. Ç ok çok, tiyatroda gözde bir yere oturtulur ve halk m eclisinde saygı görür. “G örünm ez kiliseye” ya da herhangi bir yüksek topluluğa da m ensup değildir, ne vaizdir ne de eğitm en. Büyük tapınaklarda, kurban hizmetlileri ve tapınak köleleri, bekçi ve haznedarlardan oluşan kalabalık bir topluluğa hükm eder. K işisel saygınlık dışında herhangi bir hiyerarşi yoktu. Yunan rahiplerinin konum unu, her türlü bilim ­ sel konuda başvurulan ve kendilerine unvanlarının derecesi ve m ensup oldukları kurum un önemi uyarınca değer verilen, bu­ nun dışında ne vazgeçilm ez sayılan ne de aziz yerine koyulan şu bizim profesör ve doktorlarla kıyaslayabiliriz. Tanrıyla ilişki kurm ak için aracıya gerek duyulm azdı. Kral cem aat adına, aile reisi de aile adına tanrılara kurban verirdi. Tüm dönem lerde en önemli kült hep ev kültü olm uştur. D evlet şölenleri baştan sona dini nitelikteydi. K im senin çalışm adığı bayram günlerinin sayı­ sı aşağı yukarı bizim kilere denkti, fakat bizim pazar günüm üze tekabül eden bir gün yoktu.


İONYA BAHARI

81

Jakob B urckhardt’ın çok isabetli tanım ına göre, Yunan dini Yunan “Y unan halkının m izaçlarından biri”dir. B ir halkın sahip oldu- Dini ğu en görkem li m itoloji olan bu din daha sonra bazı filozoflarda m etafiziğe ve etiğe dönüşm üştür, fakat yüksek anlam da bir din olduğunu söyleyem eyiz, çünkü kader kavram ından asla kurtu­ lam am ıştır. Y unanlıların bütün diğer inanç tasarım ları gibi ka­ der kavram ı da çelişkilerle doludur: Kâh katı bir zorunluluk kâh keyfi bir tesadüf, kâh bariz bir bedel kâh nesilden nesile geçen gizemli bir lanettir, fakat her defasında son derece kadercidir. A nanke, acım asız kara yazgıdır; heim arm ene, kaçınılm ası im­ kânsız sondur; aisa (= f) ioT), epik eîot]) herkes için eşit olan yazgıdır; tykhe, öngörülem eyen talihtir (ya da talihsizlik); potm os, azalan kısm ettir; a t e, tanrıdan gelen körleşm edir. Agos, cinayet, ve cdastor, intikam , tragedyadan da bilindiği üzere, şiddetle kasıp kavuran güçlerdir. Fakat en yaygın kavram m o ira'd n : D oğduğunda insanın “payına düşen” kader. Tanrıla­ rın m o ira ’ya karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur, en azından genel olarak, çünkü bazen de m oira onların aracıdır sanki. Onu etkilem eye ya da deyim yerindeyse onunla işbirliği kurm aya çalıştıkları da olur. Fakat üstün yetenekli ya da vicdansız tek tük insanin tanrılara ve m o ira 'y â aldırm adığı bile görülür; bu, hyperm o ro ırdur: “Y azgının ötesinde”, alın yazısına karşı geli­ şen şey korkunç olduğu kadar şaşırtıcıdır, hem suç hem de ka­ zançtır. Bütün bunlardan sonra, Y unanlılarda neden “din”e karşılık gelen bir sözcüğün bulunm adığı kendiliğinden anlaşılır. “D in­ dar” ile karşıladığım ız eu se b e s'in (seb eb i'den [ululamak] gelir) anlam ı, kutsal âdetlere bağlı olm aktır ve eusebeia “dindarlık” da, Stoa’nın tanım ına göre, oiKaıooûvp jtpöç Gsoûç, yani (in­ sanların hak ettiklerini, insanlara veren) tanrılara karşı adalet dem ektir. Y unanlı için dindarlık, göksel varlıklara kültsel an­ lam da saygı gösterm ek dem ektir, o kadar. Tanrılar, dünyanın gidişatını belirlem edikleri için, onların illa ahlaki olduğunu dü­ şünm ek için bir neden yoktur. “A hlaki olanı, tanrılar öğretm em iştir,” der W ilam ow itz, “diyebiliriz ki, tanrılar bunu insanlar­ dan öğrenm ek zo runda kalm ıştır.” T anrıların öfkelenm eleri için her zam an ortada bir nedenin olm ası gerekm ez, zaten insanlar da bu öfkeyi ceza olarak değil, uğursuzluk o larak algılarlar. A m a tanrılar en çok da, dünyevi v arlıklar onlar gibi davranm ayı


82

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

ihm al ettiğinde garezlenirler. En güçlü itkileri hasetleridir, ki buradan Y unanlıların vaktiyle ne kadar haset bir halk olduğu anlaşılır. B u yüzden, insanların tanrılarla olan ilişkisinin tem e­ linde güvensizlik yatar. T anrıların em irlerine uyulm asının ne­ deni itaatkârlıktan ziyade, akıllıca davranıp onları kışkırtm amaktır. O nlara hakaret etm ek küfürdür. O nları kızdıran başkaca bir haksızlık yoktur. “T anrılara hakaret” davalarıyla sık sık kar­ şılaşılırdı; fakat insanın, bu tanrıların nesine hakaret edilirdi diye sorası geliyor. Tanrılar yalnızca sevgililerine karşı m erha­ m et duyarlar, o da çoğu zam an yersizdir, yoksa hayli acım asız­ dırlar. Kendi aralarında da birbirlerini sevm ezler. İlias’ta göğün durum u, insan toplum unun durum undan farksızdır. Zeus, Agam em non'dur. D iğer tanrılar güya onun yasallarıdır am a Z eu s’la eşittirler ve her zam an ona başkaldırm aya hazırdırlar. Olym pos bir A kropolis’tir, sakinleriyse şövalyelerle atlardır ki, her ikisi de eşit derecede tanrısaldır, eşit derecede ebedidir, nektar ve am brosia ile beslenirler. D oğa ve hatta “gerçeklik” töredışıdır. Bu nedenle, ancak doğal dünyanın karşısına başka ve daha yüksek bir dünya ko­ yulduğunda gerçek bir dinden söz edilebilir. Fakat H om eros’un dini asla böyle bir şey yapm az. Bu dinin tanrılar âlemi, insanlar âlem inin abartılı bir tekrarıdır: Y üceltilm iş hayvanilik, kusursuz fizik. O lym pos sakinlerinin yeryüzündekilerden tek farkı ölüm ­ süz olm alarıdır, diğer bir deyişle, insani zaaflar onlarda ebedileşm iştir; yaşlılık, güçsüzlük, tasa ve hastalık onlara ilişmez, fakat bu bile h er zam an için geçerli değildir, tasasız değildir hayatları (zaten o ebedi hasetleri buna izin verm ez). Hades ile A res’in yaralarını iyileştiren bir hekim leri vardır: Paieon. A phrodite bile yaralanır. H erm es uzun yoldan yorgun düşer, hatta Z eu s’un uyuyakaldığı bile olur. Saflığı ve imgeseli iğiyle bizleri büyüleyen bu gerçekliğin doruk noktasını, A re s’in ken­ disine urba, döşek, taşıt ve sığm ak olan bir buluta, mızrağım yaslayıp savaş yorgunluğunu üzerinden attığı an oluşturur. G er­ çek bir teolojinin ilk belirtilerini gösteren O rfeizm asla halkın dini haline gelem em iştir, hatta o n a bir tarikat bile diyemeyiz, çünkü O rtodoks kilisesi kavram ının karşıtı bile yoktur. Din yal­ nızca bir külttü, asıl görevi buydu ve tek tanrıtanım azlık bu kültün zedelenm esiydi. K iliseye ve onun kutsal âdetlerine bo­ yun eğdikleri sürece insanların dilediklerini düşünm ekte, söy-


İONYA BAHARI

83

lem ekte ve yazm akta serbest olduğu R önesans’a benziyordu bu durum . İşte H ellas’ta bu rolü polis oynardı. En nihayetinde, gelişigüzel zar atan acım asız Tykhe ve ken­ dini beğenm iş öfkeli tanrılar tasarım ı irrasyoneldir ve insan kendisini eylem lerinden, tutku ve çılgınlıklarından sorumlu tutm ak istem ediğinde sorum lu tutabileceği birileri olsun diye vardır. Tanrılar insanlığın ilk günahını taşıyan kuzu değil, gü­ nahın yüklendiği keçidir. G ünahın yükü ancak böylesi bir çer­ çevede kaldırılabiliyordu, ahlaklı bir tanrının idaresi altında ortalam a ahlaka sahip bir Y unanlı bile çöker giderdi. Her yolda karşım ıza çıkan istisnai kişilikler burada söz konusu değildir. Sözgelim i Sokrates’in tanrısı halkın nezdinde öylesine akıl al­ m az bir şeydi ki, Sokrates ciddi ciddi sapkınlıkla suçlanmıştı. Bilindiği gibi, H om eros’ta her şey tanrısaldır: Y alnızca gü­ neş ile tan kızıllığı, gece ile gündüz değil, aynı zam anda zeytin ağacı ile asma, doktor ile hizm etkâr, dilenci ile dom uz çobanı, hatta aşağılık Paris ile iğrenç Talipler sürüsü bile tanrısaldır, o kadar ki, bir T hersites’in tanrısal ilan edilm ediği kalmıştır. Şaşm am ak lazım buna, ne de olsa tanrısallık insanlıktan başka bir şey değildi. Y unanlılar insanlığın öğretm enleriydi, am a her şeyi salt antropom orfık biçim ve boyutlarda görmeleri nede­ niyle salt-insanlığı öğretm işlerdir, bu ise neo-hüm anizm in anla­ dığı hüm anizm den apayrı bir şeydir. Sofistlerin dilinden düş­ meyen “her şeyin ölçüsü insandır” lafı, başından beri Yunan yörüngesinin yol gösterici yıldızıydı. Bu nedenle varoluşun anlam ını asla kavrayam am ışlardır; am a işte tam da bu yüzden gelm iş geçm iş en büyük sanatçı halk olm uşlardır. D em ek ki Y unanlılar tem şlde hiçbir şeye inanm ıyor, daha Yunan çok hayli insani sayılabilecek birtakım önyargılara inanıyorlar- Ç ağlan dt; fakat zam anla bunlardan kurtulduklarında bile, zay ıf bir deizm ya da düz bir ateizm den öteye gidem em işlerdir. Yine de, onlar bunu fark etm em iş bile olsa, tarihi yazgılarında açıkça tanrının parm ağı olduğu görülür. G erçekte Y unan ruhunun sem bolleri olan tanrılarını sinsice kibre yöneltiyorlardı belki de. B ununla beraber, nasıl ki her birey kendi özgeçm işinin şairi ise (insanın irade özgürlüğü buralarda yatar), her halk da kendi tarihinin şairidir, keza Y unan tarihi de yükseliş ve zirvesiyle, buhranları ve çöküşüyle, heykeltıraşlıkta dünyanın en yetenekli halkı tarafından yontulm uş olan m ükem m el bir sanat eseridir.


84

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

Ç oğu zam an insanda haklı olarak öznel bir başına buyrukluk ya da hayata yabancı yapılar oldukları zannı uyandıran “dönem ­ ler”, insan denen bitkinin filizlenm esi, olgunlaşm ası ve çürü­ m esinin parlak bir paradigm ası olarak dikkat çeker. Burada, tapm ak alınlığının ya da bir tragedyanın yapısı, hatta Yunan sütununun duru, keskin, yine de basit yapısı akla gelir, hem de payına zengin sütun başlığı rolü düşm üş ve uzun zam an ihmal edilm iş geç H ellenizm yeniden takdir edilm iş de olur. Bir önceki cildin sonunda, M iken dönem ini ortaçağla (bura­ da Chlodvvig egem enliğindeki Frankların ya da Theoderich egem enliğindeki O strogotların erken dönem i söz konusu), zam andaş geç M inos dönem ini de R okoko dönem iyle kıyaslamıştık. Tarihte sık rastlanan tezatlardan biridir bu, örneğin Rus halkı da benzer durum dadır ve telsiz direklerine, traktörlerine rağm en, bugün bile aşağı yukarı geç ortaçağı yaşam aktadır. Bolşevizm , B egardlarm tek yönlü ideolojilerinden ve H usçuların tutuculuk derecesindeki toprak reform u hırslarından ibaret dini bir radikalizm dir yalnızca, am a Ruslar bunu bilmez; bunun hem en yanı başında ise batı hayranlarının geç dönem kültürü durur. Eskiçağ, ortaçağ ve yeniçağ biçim inde yaptığı­ m ız sınıflandırm a da sandığım ız kadar eski değildir. Bu sınıf­ landırm a H aild i profesör C hristoph C ellarius’a aittir. Cellarius, 1685’te yayım lanan eserinde historia a n tig ııa 'yı [antikçağ], İm parator K onstantin’in m utlak hüküm darlığıyla ve H ıristiyan­ lığın devlet dini haline getirilm esiyle noktalar; m edii aevi'y'ı [ortaçağ] İstanbul’un fethine kadar hesaplar, fetihten sonrasını ise historia nova [yeniçağ] ya da historia nıoderna [modern çağ] sayar. Bu sınıflandırm a önce göz ardı edilm iş, 1761 ila 1791 yılları arasında dünya tarihi konusunda sayısız eser ya­ yım layan G öttingenli profesör Johann C hristoph G atterer saye­ sinde kabul görm üştür. Fakat G atterer eskiçağı Rom a İmparatorluğu’nun çöküşüyle ve İm parator R om ulus A ugustulus’un 476 yılında tahttan çekilm esiyle sona erdirerek ortaçağın baş­ langıç tarihini bir buçuk asır kaydırm ıştır. Zaten bu tarih yan­ lıştır, çünkü son R om a im paratoru 480 yılına dek hükm etm iş olan İm parator lulius N epos idi, burada R om a’nın kurucusu ile ilk Rom a im paratorunun isim leri karışm ış olsa gerek. Bu şem a­ nın tek tek halklara ya da halk gruplarının tarihine uygulanışı ise daha yakın bir zam ana dayanır. Örneğin, Yunan halkı için


İONYA BAHAR!

85

yapılan eskiçağ, Pers savaşlarıyla başlayan ortaçağ ve M akedon­ ya egem enliğiyle başlayan “geç dönem ” ayrımı, ilkin Heinrich L eo’nun 1835’te yayım lanan Lehrbuch der Universalgeschichte [Evrensel Tarihin El Kitabı] adlı eserinde görülür. Bu yenilik pek çok tarihçi tarafından benim senm iştir ve antikçağın sanıldığı gibi aralıksız klasik olmadığı, bir “m odem ” dönem, dahası çeşitli dönem ler yaşadığını belirtm esi bakım ından etkili olmuştur. K serkses’ten Philippos’a dek uzanan zam an aralığı için “ortaçağ” diyem eyiz herhalde. Lam precht’in A lm an tarihi için yaptığı sı­ nıflandırm ada sem bolik çağ aşağı yukarı eskiçağ ile, geleneksel çağ ortaçağ ile, bireyci çağ yeniçağ ile, öznelci çağ da modem çağ ile örtüşür. B u sınıflandırm a bir dereceye kadar Yunan tari­ hine de uygulanabiliyor: Soylular toplumu ve epik dünya görü­ şüyle. H om eros çağı aşağı yukarı geleneksel ortaçağ kategorisine; altıncı, beşinci ve dördüncü yüzyılların söm ürgeciliği, tiranlığı, entelektüalizm i ve şehirciliği de aşağı yukarı “bireyci” çağa denk düşer; hatta eğer istersek, Orfeizmi Reform ile, sofizmi A ydın­ lanma çağı ile aynı kefeye koyabiliriz, böylece İskenderiye dö­ nem i rom antizm ve natüralizm, polihistorizm ve ekspertizm, em ­ peryalizm ve sosyalizm gibi yönleriyle “öznelci” nitelikler arz eder. Fakat bütün bunlar sadece birer “rol d a ğ ıh m f’dır: “Kent” ve p o lis gibi temel yapılar bile örtüşm ez. Yunanlılarda tarih ön­ cesi zam ana yerleştirebileceğim iz sem bolizm ile tipizm evreleri bütün halklar için özdeştir diyebiliriz, özellikle de bunlar hakkın­ da sağlam bir bilgiye sahip olunm adığı için. Breysig, Y unan eskiçağını 1500 ila 1000 arasına, erken or­ taçağı 1000 ila 750 arasına, geç ortaçağı 750 ila 500 yılları ara­ sına yerleştirir, bu tarihten sonrasını yeniçağ sayar. Bunlar, an­ cak sim etrileriyle etkileyen ve görünüşe göre benzer biçimde bölüm lenm iş olan R om a ve C erm en-R om a tarihinin dönem leri­ ne göre hesaplanm ış rakam saplantılarıdır. İskenderiye dönemi “Y unan tarihinin H ellenistik epilogu” diye adlandırılır, gerçekte bam başka bir çağrışım alanına ait yanıltıcı bir benzetm edir bu. Bu dönem in doğru analojisini ilkin S pengler kurm uştur: İçinde bulunduğum uz çağı kat k at aşan bir çağ söz konusudur, bizler benzer bir gelişim in henüz başındayız. S p en g ler’e göre, genç­ lik, olgunluk ve yaşlılık edebi laflar değil, geçm işin üzerindeki sır perdesini aralam ak ve geleceğe ışık tutm ak için neredeyse deneye tabi tuttuğu biyolojik durum lar ve m orfolojik olgulardır.


86

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

Ona göre, Sokrates öncesi filozoflar ile K artezyenler, Pythagorasçılar ile Püritenler, Stoacılar ile sosyalistler, Sokrates ile Rousseau, Platon ile Hegel, Pheidias ile M ozart, Polykrates ile VVallenstein, Pcrgam on ile B ayreuth “ eşzam anlıdır” . Burada belirleyici vc farkiı olan, “pitoresk” karşılıkların ya da anekdotvari oyunların söz konusu olm am asıdır, önem li olan her ça­ ğın en derin ve en içsel sem boliğine ifade kazandırm ış olan yapı vc oluşum ların yaratıcı bir biçim de kavranm asıdır. Fakat bu tür karşılaştırm alar ne kadar aydınlatıcı ve parlak da olsalar sonuçta birer benzetm edirler, hatta sözcük anlam ıyla algılanam ayacak birer m ecazdırlar, çünkü h er eğretilem e, doğru anlaşıldığında, açıklam aya ve gösterm eye yarayan, kendisini asla saklayam ayan ve zaten saklam am ası da gereken bir “ fig ü r ’dür sadece. Z aten bir im genin faydalı olm asının nedeni, m eselenin kendisi olm am ası değil mi? B undan sonrası için de her şeyi her şeyle kıyaslam a hakkını m uhafaza edip bir portre çizm em ize yardım cı olm asını umut edeceğiz ve şim dilik Y unan tarihinin dört ana parçadan oluştu­ ğunu tespit etm ekle yetineceğiz. Dönem yılları şunlardır: 480 (Salam is ve H i m era), 404 (Peloponnesos savaşının sonu) ve 323 (Büyük İskender’in ölüm ü). Pers savaşı ve İskender’in se­ feri genellikle dönüm n o k talan olarak kabul edilirken, bu ikisi arasındaki dönem de çoğunlukla bir bütün olarak algılanır. Fa­ kat dördüncü yüzyılın H elleniyle beşinci yüzyılın Hellenı ara­ sında dağlar kadar fark vardır; Peloponnesos savaşı. Otu/. Yıl savaşlarınm kiııe benzer b ir devrim e yol açm ıştır. Aşağı yukarı “geç klasik dönem ” diye adlandırabileceğim iz bu gelişim aşa­ m asını sınırlandırm a konusunda W inckelm am ı’m yüce him aye­ si altındayız. W inckeltnann b u dönem i evrelere ayırırken, “ daha eski” ve “ daha yüksek” üslubun karşısına “daha güzel” olanını, yani Praksiteles ile L ysippos’u n üslubunu koyar: “Bu dönem le birlikte Y unan istan ’daki büy ü k adam ların son çağı b aşlar.” YunaH ellas geç eskiçağda bile ilginç b ir harabeden başka bir şey ni.stan’ın değildi artık. Y oksullaşm a ve fiziksel zayıflam anın bir sonucu Kelleniş- olarak Y unan evliliklerinin verim sizliği Polybios zam anında s ..;;k y ö -çoktan gerçek olm uştu. O vidius, adından başka bir şeyi kalm arası Ta m i^ A tin a’yı boş b ir kent, çağdaşı Strabon da T hebai’yi köy rihi c^-vc il)tc'er Y üz yıl sonra Plutarkhos, R om a İm paratorluğunda özellikle de Yunan halkının geri kaldığından yakınır: Terk


İONYA BAHARI

87

edilm iş evler, sürülerin otladığı pazar yerleri, başsız m erm er heykellerin yükseldiği tarlalar... K entlerin asıl gelir kaynağı, ticaretten, vatandaşlık haklarının ya da rahiplik payelerinin ve­ rilm esinden ve kam u heykellerinin yapım ından elde edilen ge­ lirlerden ibaretti. M om m sen bu durum u yerinde bir benzet­ m eyle, çok küçük prensliklerin unvan ve asalet ticaretiyle kı­ yaslar. R om a’da G raeculi denen bir grup vardı, bunlar satılık asalaklar diye horlanan Y unanlı yazar bozuntuları ve retorikçilerdi - yine de onlarsız olm uyordu. Yapı ve anıtların çoğu he­ nüz ayaktaydı; zengin kitaplıklar ve ünlü bilginler ülkeye çok sayıda yabancı çekiyordu, ayrıca kaplıcalar da hac yerleriydi, zira antik düşünüşte din ve tıp birbirinden ayrılm am ıştı. B irçok insan R om a istilasına bir şans gözüyle bakıyor, “Eğer bu kadar çabuk kaybetm eseydik, işim iz bitikti,” diye dü­ şünüyordu. G erçekten de, o tarihten itibaren barış hüküm sürdü, çünkü Rom alıların Y unan topraklarında yaptığı iç savaşlar hal­ kı hiç etkilem edi. D aha sonra B izans egem enliğine giren Y una­ nistan değişik halkların istilasına açık önem siz bir eyalet haline geldi. G otlar gelm iş, gitm iş, tekrar gelm işti. G otları Vatıdallar, H unlar ve A varlar izledi. Sekizinci yüzyılın ortalarından itiba­ ren Y unanistan’a o kadar çok Slav yerleşti ki, geçtiğim iz yüz­ yılda Fallm erayer günüm üz Y unanlılarının eski Heilenlerle hiçbir ilgisinin olm adığına dair bir kuram oluşturabildi ve bu kuram çok da ilgi gördü. A çıkçası, abartılm ış bir kuram dır bu, m odern Y unanistan’da Slavca olan bir yığın bölge adı varsa da, gerçekten H ellence adların sayısı bunları kat kat aşar ve antik m itolojinin çok sayıda tasarım ı halk arasında halen varlığını korur, sözgelim i L am ia’dan, en az Flesiodos zam anındaki kadar korkm aya devam edilir. G ünüm üz Y unanlılarına yakıştırılan olum suz özelliklere üç aşağı beş yukarı ataları da sahipti zaten, hem de aynı yoğunlukta. Fakat E rnst C urtius’un Peloponnesos’a dair söyledikleri bütün Y unanistan için geçerlidir: “Bu toprakların yazgısına şöyle bir göz attığım ızda, Peloponn esos’un ancak Flellen kavim leri zam anında, bu topraklarda sadık bir araştırm ayla iz sürm em izi hak eden bir tarihe sahip olduğunu görürüz.” B u sözler A tina için de geçerlidir; bir Bi­ zans epigram m da A tina için şöyle denir: “Ö lülerin m ezarların­ dan ve bilgelerin gölgelerinden başka bir şey kalm am ış artık.” D ahası bu tarih, Y unan nehirleri m isali kısm en yeraltında akıp


88

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

gider. Y unan kültüründen geriye kalanlar B izan s’ta yaşam aya devam etti. Siyasi ağırlık noktası, vaktiyle barbar olan kuzeye kaydı. B ugün yeni, büyük b ir Y unan devletinin m erkezi Atina değil, ancak K onstantinopolis olabilir. O nikinci yüzyılın ortasından itibaren Frank fatihler çıktı sahneye. Prensler ve baronlar haçlarını akropollere diktiler; H ıristiyan T em plier Tarikatı şövalyeleri pagan tapınakları dol­ durdu; bakire A thena tapm akları bakire M eryem tasvirleriyle süslendi. O ndördüncü yüzyılda A rnavutlar, onbeşinci yüzyılın ortasında da T ürkler geldi, Parthenon cam iye dönüştü. Y unan­ lılar A vrupa ordularında “ S tratiotlar”, A vrupa saraylarında “H ellenistler”, İstanbul’da ise vezir ve yeniçeri olarak hizmet ettiler. O nyedinci yüzyıl dönüm üne doğru M ora’da -P eloponn eso s’un yeni adı buydu a rtık - yaklaşık çeyrek asır boyunca V enedik havası esti. O ndokuzuncu yüzyılın otuzlu yıllarındaki Y unan kurtuluş savaşı bütün A vrupa tarafından büyük bir he­ yecanla ve hem en her yerde sem patiyle izlendi. Bu m eyanda, R usların Balkan politikası İngilizlerin liberalizm politikasıyla örtüştüğü için, T ürkler için bu savaş başından beri um utsuz bir savaştı. Y eni krallık 1864 yılında İonya adalarını, 1878’de T esalya’yı, B alkan savaşlarında Girit, Epeiros, Güney M ake­ donya ile Ege adalarının bir bölüm ünü, dünya savaşında gü­ neybatı T rakya’yı ele geçirdi; D oğu T rakya ile İzm ir sonra ye­ niden Türklerin eline geçti. B ugünkü Y unanistan’da, dünyanın başka hiçbir halkında görülm eyen çok garip bir durum yaşanır: “D iglossi”, yani çift dillilik. G ündelik yaşam da çağdaş Y unancaya tekâbül eden “halk dili” kullanılırken, edebiyatta ve sosyetede, kilisede ve resm i dairelerde “arı dil” dedikleri dili kullanarak, İÖ 4. yüzyılda A ttikalı hatiplerin kullandığı eski Yunancayı taklit etm eye çalışırlar; çocuklar okullarda eski Y unancayı bir yabancı dil gibi öğrenm ek zorundadır elbette. Yine de, önde gefen m odern şairler, şiirlerini halk dilinde yaza­ cak kadar aklı başındalar. Yunan H er ne olursa olsun, Y unan tarihi A v ru p a’da en uzun sür­ Kavim- m üş tarihtir; aralıksız dört bin yıl boyunca uzanır. Fakat “tarih­ leri sel” zam anın başlangıcı, daha çok İÖ 750 senesine dayandırılır. H ıristiyanlıktan önceki ikinci bin yılın m uhtem elen son iki yüzyılını kapsam ış olan Ege göçleri nedeniyle büyük çaplı de­ ğişiklikler m eydana gelm iştir. O rta H ellas’tan sürülen D orlar


İONYA BAHARI

89

güneye kayarak, M egara boğazıyla birlikte P eloponnesos’un dört yarım adasını, ayrıca G irit'i, büyük R odos adası dahil A na­ dolu’nun batı yakasının güneyini işgal etm işlerdir. A ttika ve E uboia’da yaşayan İonyalılar ise K ykladlara ve kalabalık adala­ rıyla A nadolu sahillerinin orta kesim lerine yayılm ışlardır. A ioller kavram ının içeriği biraz güç ve anlaşılm azdır. Bunlar arasına Tesalyalılar, B oiotialılar ve ilkin P eloponnesos’ta yerle­ şik olan, daha sonra D o r istilası nedeniyle kısm en L esbos’a ve karşı yakanın kuzeyine göç etm eye zorlanan “A khaialılar” dahil değildi yalnızca; b ir süredir topluca “ K uzeybatı Y unanlıları” diye nitelenen A kam ania, A itolia, Lokris, Phokis, E lis ve A khaia sakinleri de A ioilerden sayılırdı. A rkadialılar da A khaialıların torunlarıydı. H erhalde işin en kolayı, ne Dor ne de İonyalı olan kavim lere kısaca A iol dem ek olurdu. Diğer yandan, kuzeybatı Y unanlıları için “K uzey D orları” diyenler de var ki, işin içinden çıkabilene aşkolsun. Yunan koloniciliği en yoğun dönem ini 750-550 yılları arasın­ Yunan da yaşamıştır. Sinir düğüm leri m isali dört bir yana uzanan mer­ Koloni­ kezler Dorların elindeki Korinthos, M egara ve Aiginia; İonyalıla- leri rın elindeki Euboia’daki K halkis, Eretria ve A nadolu’daki M ıletos ile Phokaia’dır; son ikisi hem deniz kıyısında hem de büyük nehirlerin ağzında olm ası nedeniyle hâkim bir konumdadır (M iletos Büyük M enderes’in epeyce yakınında, Phokaia da G e­ diz havzasmdadır). Yeni koloniler öncelikle tarım yerleşimleri olduğu için bereketli topraklar üzerinde- kurulm alarına dikkat edilirdi; elbette liman koşullarının elverişli olup olm adığına da bakılırdı. Böylece Y unan kolonileri iki asır içinde Akdeniz hav­ zasının tam am ına yayıldılar (“tıpkı bir yelpaze gibi” der Burckhardt), hatta A kdeniz’in de ötesine geçip K aradeniz’in çevresinde yoğun bir halka oluşturdular. Fakat Yunan koloniciliğini İngiliz örneğindeki gibi m odem bir söm ürgecilikle karıştırm am ak gere­ kir, çünkü kardeş kentler siyasi açıdan bütünüyle bağımsızdı ve ana polis ile aralarındaki bağlar kuvvetli duygusal bağlardı. Kuzeydeki M akedonya ve T rakya sahillerine genellikle Eretria ve K halkis’ten gelinm iştir, K halkidike yarım adası da ismini oradan alır. K orinthos’tan denize doğru uzanan üç kısta­ ğın en batıdakinde P oteidaia kurulm uştur: K orinthos’un m in­ yatürü olan bu kent de iki körfez arasında yer alır. Eskiden akseinos, konuksever olm ayan diye tabir edilen Pontos, çevre­


90

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

sinde tek başına doksan koloni kuran M iletos sayesinde eukseinos, konuksever oluverm iştir; M egarahlar ise kardeş kentler K alkhedon [Kadıköy] ve B yzantion [İstanbul] sayesinde boğazı ellerinde tutuyorlardı. Ç anakkale boğazından Tuna ağıziarına, K afkasya sahilinden K ırım yarım adasına varıncaya dek her yer Y unanlıların elindeydi. İo n y a’nm m alları K iev’e gidiyor, Y unanistan’a da G üney R u sy a’nın bitm ek tükenm ek bilm eyen zengin bölgelerinden yün ve odun, hayvan ve tahıl akın ediyordu. H ellenler güneyde K uzey A frika sahillerine ka­ dar ulaşmıştır. B urada D orlar, K yrene diyarında birkaç parlak kent kurm uştur. A ltıncı yüzyılın ortalarına ait ünlü A rkesilas kadehi, şilp h io n’un yüklenip boşaltılışım izleyen Kyrene kralı II. A rkesilas’ı tasvir eder. İÖ 3. yüzyılın en ünlü şairi Kallimakhos ve en nüfuzlu bilgini E ratosthenes K yreneliydi. L ibya’nın ötesine yayılm alarını, batıda K artaca, doğuda ise M ısır engelli­ yordu, buna rağm en H ellen tüccarların bir N il kenti olan N auk ratis’teki konum ları H ansa birliğine m ensup tüccarların L ondra’daki konum una benziyordu. Phokaialılar, F ransa’nın güney sahilinde M assalia’yı, bu­ günkü adıyla M arsilya’yı kurdular; ticari m allarla yüklü gem i­ ler M arsilya’dan yola çıkıyor, Rhöne ve Loire üzerinden Atlas O kyanusu’na ulaşıyordu. A ntibes ve N ice adları, antik A ntipolis ve N ik aia’yı anım satır hâlâ. Fakat en önemli koloniler yedinci yüzyılın başında G üney İtalya ve Sicilya’da kuruldu. B uralarda bakir topraklar göz alabildiğine uzanıyordu; asıl yerleşim ciler ise A khalılar idi. Bu bölgelerde yaşanan olağa­ nüstü gelişm e, buralara verilen “B üyük H ellas” adında ifadesini bulur. N apoli ve Taranto, A grigentum ve Syrakusai dünya tari­ hinde yankı yapm ış isim lerdir. A rm aları bir başak olan M etapontum lularm zenginliği, El çalıların diyalektik zarafeti ve Sybarislilerin incelm iş yaşam duyguları kadar nam salmıştı etrafa. Sicilya bilim sel ahçılık sanatının vatanıydı. Dünyanın en iyi hekim leri K roton’dan çıkıyordu. A kragaslılar için şu sözler sarf edilirdi: Hiç ölm eyecekm iş gibi bina inşa ediyor, yarın öle­ cekm iş gibi yem ek yiyorlar. Kentlerini, Y unan üslubuyla ilgisi olmayan devasa boyutlarda tapınaklar, pahalı anıtmezarlar -y arış atları için b ile-, çok katlı şarap mahzenleri, dört buçuk kilometre uzunluğunda yapay bir balık gölü, üç yüz doru attan oluşan süva­ ri alayı ve altın aksesuarlı ham am lar süslüyordu.


İONYA BAHARI

91

İtaly a’nın bütün kültürü Y unan kökenlidir: A lfabeleri, za ­ naatları, edebiyatın tam am ı, h a tta sonraki dinleri bile. Bütün bunlar R o m a’da Y unan ö rneklerine göre gelişti. Tekniğin her dalı da aynı biçim de Y unan kökenlidir; L atincede gündelik şeyler için bile b u kadar y abancı sözcük olm asının nedeni budur. B unun sonucunda, R om alılar k endilerine özgü tinsel bir yaşam a asla kavuşam am ış, en lüksü ve en pahalısı da olsa daim a yabancı bir giysi taşım ışlardır. R om a ruhu diye bir şey yoktur. İşte, ürkütücü bir tarih gösterisi yaşanm ış, R om a bü­ tün dünyaya sahip olm uştur da k endisine asla sahip olam a­ m ıştır. H ellen bereket boynuzunun laneti ve inayeti yalnızca kuzeye fazla bulaşm adı; eskiçağ d a horlanan bu bölge, sonra­ dan devlet ve kültür gücünün kaynağı oldu. B arbar V enetlerle L igu rlan n torunları denizin iki ecesi V enedik ile C enova’nın gücünü yaratm ışlardır; F lo ran sa’d a R önesans, P iem o n te’de birliği sağlayan R isorgim ento doğm uş, fakat faşizm de kuzey­ den çıkm ıştır. Altıncı yüzyılın ortalarına doğru kolonileşm e hareketi za­ yıflar. Y epyeni büyük devletler çıkar ortaya: D oğuda, kısa sü­ rede M ısır’a da el koyan Persler, batıda Etrüsklerle Fenikeliler. Buna karşın, bu dönem de A tin a’nın yükselişi başlar. A ttika’nın nüfusu, altıncı yüzyılda yaklaşık yüz binken, beşinci yüzyılda çeyrek m ilyona ulaştı, bu sayının aşağı yukarı yarısı, hatta belki de üçte ikisi köle ya da yerleşik yabancılardan oluşuyordu. Ö n­ celeri Ege dünyasının en önem li ticaret m erkezi A iginia idi: Küçük, verim siz bir kayalıktan ibaret bu ada, m ükem m el ko­ num u ve güçlü filosu sayesinde geniş bir ticaret ağına, büyük çaplı bir köle ticaretini başlatm asına ram ak kalm ış hareketli bir endüstriye ve kayda değer oranda serm aye gücüne sahipti ve ünlü “m i!yoner”lerinin sayısı da hayli kabarıktı. A ttika’nm se­ ram ikleri altıncı yüzyıl boyunca dünya pazarını elinde tuttu. Y edinci yüzyılın ilk yarısında Kral G y g es’in idaresinde mu- Kroisos azzam bir güce erişm iş olan L idya krallığı başlangıçta A nadolu Y unanlıları için büyük tehdit oluşturuyordu. Krallık, daha G yges’in torunu A lyattes idaresi altındayken, H ellen sahil kentleri hariç Batı A nadolu’nun tam am ına yayılm ıştı, A lyat­ te s’in oğlu K roisos ise Hellen sahillerini birbiri ardına Lidya krallığına kattı; sadece M iletos hâlâ direniyordu. Fakat asla bir barbar hüküm ranlığı değildi Lidya krallığı. K roisos, adlarına


92

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

m uhteşem tapm aklar kurdurup adaklar sunduğu Yunan tanrıla­ rının ve hâzinesinin her kuruşuyla teşvik ettiği Yunan kültürü­ nün hayranıydı. Ö te yandan, adaları ve A vrupa Yunanistanını da egem enliği altına alm ayı planlıyordu. B ir rivayete göre, filo­ nun inşası devam ederken 546 yılında K yros’un saldırısına ye­ nik düşer. Perslerin zaferi develer sayesinde gerçekleşir (1 3 8 9 ’da A m selfeld’deki savaşta da develer önem li bir rol oy­ nam ıştı). Sardeis zapt edilir, K roisos esir düşer, fakat Kyros kendisine hürm et eder ve onu danışm an olarak sarayına alır. Ü nlü “Kroisos ile Solon” efsanesi tarihsel olarak pek de im kân­ sız gözükm üyor, biri tahta çıktığında diğeri henüz yaşıyordu. Efsanenin anlatm ak istediği, kibrin helaka yol açtığı, hatta belki de aile bedduasının ne denli etkili olabileceğidir, çünkü Gyges sinsi bir cinayet sayesinde tahta çıkabilm işti. Efsanenin ikinci versiyonuna göre, K roisos’u ateşten kurtaran “ Solon!” feryadı değil, A po llo n ’un yangını söndüren yağm urudur, ki bunun D elphoi kehanet m erkezinin o ünlü, hayli sinsi sözlerinin yol açtığı zararı bir dereceye kadar tazm in ettiği düşünülebilir. Yine de bu öykü, zirvenin parıltısının ne denli geçici olduğunu hoş bir biçim de sim geler. M onarD aha kolonicilik dönem inin başlarında Y unan monarşisi yeşinin rinî aristokrasiye bırakm ıştı. Zaten daha önce de bir tür ordu Çöküşü krallığıydı, sadece tam anlam ıyla m eşru değildi. Vergi, bağış biçim indeydi: H esiodos kral için “bağış oburu” der, fakat kral­ lığın asıl gelir kaynağı herhalde talanlardan payına düşen gani­ m etlerdi. O dysseus A gam em non’un gölgesine, şehrin önündeki savaşta mı yoksa “sığır ve koyun çalarken” mi öldüğünü sorar, dem ek ki her ikisi de eşit saygınlıkta davranışlardandı ve görü­ nüşe göre biri diğerinin benzeriydi. A lkinoos Phaiaklarm kralı­ dır, fakat kendisiyle eşit haklara sahip, öm ür boyu krallığa se­ çilm iş olan on iki “kral” daha yanında yer alırı hani, “düka” da diyebiliriz bunlara. “T alipler” ise, krallığın düşeceği günü bek­ leyen küçük bir aristokrat topluluğudur. K rallık hem en her yer­ de barışçıl yollarla ortadan kalkm ış olsa gerektir, çünkü kurulan yeni m akam lar “k ral” unvanının içini boşaltm ıştır: A tina’nın en nüfuzlu sivil m em uru arklıon’du; başkom utan, yani polem arkhos orduları yönetiyordu; th esm o th es'ler, yani hukukçular yargıyı oluşturuyordu. N ihayet b a sileu s’un üstüne vazife olan tek iş, kam u kurbanının verilm esini sağlam aktı, çünkü eski ina-


İONYA BAHARI

93

nışa göre bu işi ancak bir kral ifa edebiliyordu. M utlakiyetçi yönetim biçim leri yaklaşık 750 yılından bu yana H ellen dünya­ sının yalnızca uzak köşelerinde vardır: Epeiros, M akedonya ve K ıbrıs’ta. Soylu “şövalyeler” askeri hizm etlerinden ötürü çok önem- Drakon liydiler. A slında bunlara şövalye dem ek doğru olmaz, çünkü çoğunlukla atsız savaşıyorlardı. Fakat ağır bir savaş teçhizatı edinm ek için gerekli im kânlara yalnızca onlar sahipti. Zam anla bu teçhizatın m asrafı azalm ış, ortalam a zenginlikteki bir vatan­ daş bile silah ve zırh satın alabilir hale gelm işti. Bunun yanı sıra, halktan oluşan h o p lif lerin safları savaş taktiklerinde gide­ rek daha belirleyici bir rol oynam aya başladı. Başta köylü taba­ kası olm ak üzere orta sınıf, haklı olarak, hiç m em nun değildi. Soylular rejim i yanlı bir adalet sergiliyor, insanlar yanlış ka­ rarlardan yakınıyorlardı. M iras oğullar arasında eşit m iktarlarda paylaşıldığından cüce ekonom iler çıkm ıştı ortaya ve gelişem e­ dikleri için de ayakta kalam am ışlardı. A ncak yüksek faiz karşı­ lığında borç para alınabiliyordu. B ütün tarlalarda ipotek taşları yükseliyor, borçlarını ödeyem eyenler borçlarından dolayı köle oluyorlardı. Y edinci yüzyılın sonuna doğru işler öyle bir aşa­ m aya gelm işti ki, toprak üç beş soylunun m ülkiyetindeydi. K a­ pıya dayanan devrim , önce yargı sistem i reform uyla engellen­ meye çalışıldı. D rakon A tin a’da ağır ceza yasasını çıkardı. “ K anla yazılm ış” yasalarının am acı, her yerde hâlâ yaygın olan kan davasının öfke ve keyfiyetine son verm ekti. Nefsi müdafaa, zina ve m ülkiyete tecavüz gibi durum larda cezası olmayan öl­ dürm e vakaları ile cezası sürgün olan kasıtlı adam yaralam a gibi suçlan birbirinden ayırdı, cinayet işleyenler, tıpkı hırsızlar gibi ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suça teşvik eden, suç işle­ miş sayılıyordu. N eticede, yeni kanunlar geç dönem Y unanlıla­ rın nezdinde acım asız da olsalar eski koşullara bakıldığında yum uşak ve ilericiydi. H ukukun b ir kitapta toplanm ası, Y una­ nistan’ın dört bir yanında efsanevi şahsiyetlere atfedilir ve bi­ lim bu şahsiyetlerin hepsini birden efsanevi ilan etm ekte aceleci davranm ıştır. G üya D rakon, adı “ejderha” anlam ına geldiği için, yılan tanrısından başkası değilm iş; L ykurgos, “ ışık geti­ ren”, Zaleukos, “göz alıcı” , , güneş tanrısıym ış. Fakat insan isim lerinin neredeyse tam am ı sem boliktir ve bu isim lerin taşı­ yıcıları, aksi kanıtlanm adığı sürece, insanlaştırılm ış birer tanrı


94

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

yerine koyulabilir. Bu yöntem le her şey kanıtlanabilir zaten. Ö rneğin, A m erikalı araştırm acı B enjam in Smith, İbranice kö­ keni itibariyle N asıralı sözcüğünün “koruyucu” anlam ına geldi­ ğini, dolayısıyla N asıra adında, asla var olm am ış bir kente işa­ ret etm ediğini, basitçe bir tarikatın adı olduğunu ve İsa’nın da bir Yahudi kült-tanrısından başka bir şey olm adığını söyler. Bu yöntem in ne kadar geçerli olabileceğini, m odern bir örnekte tartışabiliriz. Bilindiği gibi, kendisine “H erm hutlular” diyen bir tarikat vardır. M uhtem elen iki bin yıl sonra, Smith gibi eğitimli boş kafalılar m ütebessim bir yüz ifadesi takınarak, [“Efendi” ve “K oruyucu” isim lerinden oluşan] bu adın “Efendinin Koruyucu­ ları” dem ek olduğunu söyleyeceklerdir, çünkü bugün haritada nasıl N asıra diye bir yer yoksa, o gün geldiğinde de Herrnhut diye bir kent olm ayacaktır. Solon A tinablar 594 yılında sınırsız yetkeye sahip yasa koyucusu ve “uzlaştırıcı” olarak, çok eski bir krallık soyundan gelen ve uzak bölgelere yaptığı ticari seyahatler sayesinde yeni zam anın ruhunu çok iyi kavrayabilm iş olan S o lo n ’u seçm işlerdir. Solon zaten daha önce de, yazdığı ateşli şiirleriyle vatandaşlarını Salam is’in fethine ikna etm eyi başarm ıştı. Solon gerçekçi ve keskin siyasi bakışı sayesinde A ttika deniz hâkim iyetinin önün­ deki tek engelin Salam is olduğunu fark etmişti. Bazı şiirlerinde de, toplum sal huzursuzlukların er ya da geç uğursuzluk yarata­ cağına dikkat çekerek insanları uyarıyordu. A tm alıların devlet işlerini yoluna koym ası için bir şairi seçm iş olm aları şaşırtıcı­ dır, am a belki de S olon’un şiirleri o dönem in siyasi yazıları tarzm daydı. S olon’un yaptığı ilk şey, seisakhtheia, yani borçla­ rın affedildiğini ilan etm ek oldu; bütün alacaklar tahsil edildi, yurtdışm a kaçan tüm borç kölelerinin borçları iptal edildi, yasa geçen dönem i de kapsadığı için devlet tarafından bu köleler geri satın alındı. Solon geleceği de düşünerek, insanın bedeni karşılığında borçlanm asını ve belli bir m iktarın üzerinde toprak satın alınm asını yasakladı, buna karşılık A ttika topraklarının baştan sona yeniden pay edilm esi yönündeki radikal isteği de geri çevirdi. A yrıca, vasiyetnam e hakkı, yem inli m ahkem eler ve iltizam dan elde edilen gelire göre kurulm uş olan sınıfa da­ yalı seçim sistem i de onun eserleridir. K endisinin de övündüğü gibi, eseri tam ortayı tutturm uştu: N e tam am en kabul gördü ne de reddedildi, işte tam da bu yüzden uzun vadeli olabildi, am a


İONYA BAHARI 9 5

uzun vadede kim seyi tatm in de edem edi diyebiliriz. Eserini tam am ladığında, tüm yetkilerinden kendi rızasıyla vazgeçerek nüfuz alanını terk etti; böylece, eskiler tarafından haklı olarak yedi bilgeler arasında sayıldığını kanıtladı. Şiirsel fragm anları da bilge ve aydınlık bir dünya görüşüne sahip olduğunu göste­ rir, fakat bu anlayış, kötülüğü salt kötü sonuçlarından dolayı reddeden pratik bir ahlaktan öteye geçem ez. Solon’un gerçekçi ve pratik düşünceli olduğunu kanıtlayan bir başka konu ise, T hespis’in buluşunu* avcû(peX,pç v|/Eu5oloyia, “gereksiz saçm a­ lık” diye reddetm esidir. S olon’un erkeksi asalete sahip olgun dizeleri asırlarca okullarda çocuklara ezberletilm iş, hatiplerin ve devlet adam larının dilinden düşm em iştir. Toplum sal değişim lerle birlikte ekonom i ve ekonom ik uy- Yunan gulam alarda da değişiklikler yaşandı. Y edinci yüzyılın başla- Parası rm da A n ad o lu ’nun İonya sahillerindeki kentlerde para kulla­ nılm aya başlandı. O zam ana dek gündelik ticarette ince bakır çubuklarla ödem e yapılıyordu ve biçim lerinden dolayı bu çu­ bukların adı “ şişler” (oboloi) idi. B u şişlerin altısına drakhm e, yani “bir avuç dolusu” denirdi (tutm ak anlam ına gelen drattom ai sözcüğünden). Sonradan düşük değerli Y unan parala­ rına bu isim verildi. Z am anla ağırlık ve ayarları devlet m üh­ rüyle garanti altına alm an paralar basılm aya başlandı; bu para­ lar, her işe sanatı da katan bir halkın elinde kısa sürede türlü türlü ilginç biçim lere büründü. M aden olarak altın ile gümüş alaşımı olan elektrum kullanılıyordu, fakat ayarı bölgeden böl­ geye değişiyordu. K roisos s a f altın ve s a f güm üş paralar bastı­ rarak bu karm aşıklığa bir son verdi. P ara kullanım ı altıncı yüz­ yılın ortalarına dek A nadolu ve O rta Y unanistan’ın ana ticaret bölgeleriyle sınırlıydı, ancak o tarihten sonra yayılm aya başla­ dı. Y unanlıların en yüksek para birim i talant idi. Bir talant, altm ış m in a ’ya, bir m ina da yüz d ra k h m e 'ye eşitti, bir drakhm e de altı o b o lo s'a. Bunun dışında, iki, üç ve dört o b o lo s'luk, iki ve dört drakhm e'Yık sikkeler vardı: D iobolos, triobolos ve tetrabolos, stater ve tetra d ra kh m e'ler. Bir d ra kh m e’nin 80 ila 90 pfennig ettiğinden yola çıkarak b ir m in a ’yı da 80-90 marka, b ir talant’i ise 4800 ila 5400 m arka çevirm ek yanıltıcı olabilir, * T rag e d y a şairi T h e sp is (ÎÖ 6. y ü zy ıl) A tin a g e le n ek le rin e g ö re tra g e d y a n ın ve o y u n c u lu k m esleğ in in y a ra tıc ısıd ır. M ask e k u lla n m a âdetini d e ilk o çıkarm ıştır, ( e n .)


96

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİH!

çünkü bu hesapta m adenin bugünkü değeri baz alınır. Solon zam anında orta büyüklükteki bir öküzün beş drakhm e, bir m edim nos (52.5 litre) buğdayın da bir d ra kh m e, ettiğini ve Perikles dönem inde bir ailenin günlük asgari ihtiyaçlarının bir dra kh m e'nin üçte biriyle, dördüncü yüzyılın sonuna doğru da bir d ra kh m e'yle karşılandığını düşünürsek, alım gücüne dair bir fikir edinebiliriz - Y unan tarihi boyunca alım gücünde de deği­ şiklikler olm uştur elbette. A ynı dönem de, bir m etretes şarap (yaklaşık 40 litre, herhalde sıradan sofra şarabıdır bu) için altı ila sekiz drakhm e arasında bir para ödenm ekteydi; bir kölenin yem ek parası iki obolos idi, bu parayla sade am a doyurucu bir yem ek yiyebiliyordu. Ü ç ta lant'\ olan her kişi zengin sayılıyor­ du (bu arada, faiz oranları yüzde on iki idi). D olayısıyla, yuka­ rıdaki verileri en az on m isline çıkartsak ve bir dio b o lo s'u bir taler, b ir dra kh m e’yi on m ark, bir sta ter’ı yirm i mark, bir m in a ’yı bin m ark, bir tala n t'i da bir tom ar hisse senedi biçi­ m inde düşünsek abartm ış olm ayız. Bazı Sofist ve heykeltıraşla­ rın verdikleri ders için (am a bu ders birkaç yıl, hatta senelerce sürerdi) talep ettikleri ücretin asla bir ta la n ı'ın altına düşmediği söylenir, bu da onların şöhretlerinin m uazzam bir para ettiğini kanıtlar. Epikuros, ders verm ek üzere 306 senesinde satın aldığı o m anzaralı geniş ve güzel bahçe için 80 mina ödem işti; aşağı yukarı aynı dönem de, orta halli bir kâgir evin fiyatı 300 ila 700, lüks bir villanın fiyatı ise 5000 ila 10 000 drakhm e arasında değişiyordu. A ntik Y unan’ın V anderbilt’i denebilecek, zengin­ liği dillere destan büyük arazi sahibi K allias, 200 talant’lık bir servete sahipti. Bu meblağı 5000 m arkla çarptığım ızda bir m il­ yon m ark eder, eskiçağda henüz V anderbilt yoktu desek bile hiç de öyle m uazzam bir servet değildir bu. Pön savaşlarının ilkini sona erdiren barış antlaşm asında K artacalılar Rom alılara yirm i üç yıllık savaşın tazm inatı olarak 3200 talant ödem işler­ dir; bu parayı kabaca 16 m ilyon m arka çevirdiğim izde, ortaya tam anlam ıyla gülünç bir m eblağ çıkm ış olur. A m a bu rakamı on ya da on ikiyle çarptığım ızda, olası değerine daha çok yak­ laşmış oluruz (elbette yalnızca takriben). İşte o zam an, “eski güzel günlerde” bir öküzün fiyatı 50 m ark, sonraları yaşam ın artık pahahlaştığı dönem de ise, bir günlük m utfak gideri aşağı yukarı bir taler olur; bir litre şarabın fiyatı bir buçuk ila iki m ark arasında değişir; küçük bir evin fiyatı ortalam a 5000


İONYA BAHARI

97

mark, bir m alikânenin bedeli de en az 50 000 m ark olurdu. Z enginliğin en alt sınırı yılda yaklaşık 20 000 m arklık bir ge­ lirle başlar, en üst sınırı ise ayda 120 000 m arklık bir gelir olur­ du. Elbette gem icilik alanında da büyük bir atılım gerçekleşti- Sparta rilm işti. D ört bir yanda gösterişli dış lim anlar, rıhtım lar, tersane ve doklar yükseliyordu. M al nakliyatı için hacim li geniş gem i­ ler, deniz savaşları içinse ince, hızlı gem iler inşa ediliyordu: Pruvaları tunçtan bir m ahm uzla (em bolon) -m u h tem elen Feni­ ke ic a d ı- son bulan “uzun” gem iler. Y unanhların klasik savaş gem isi, üç sıra kürekli gem ilerdi (trie re s'ler); kürekçiler üç sıra halinde üst üste oturduğu için bu ismi alm ışlardı. Donanm anın büyük bölüm ünü bu gem iler oluştururdu, çünkü antikçağda deniz savaşları çevik m anevralardan ibaretti; bu savaşlarda aslolan ya düşm an gem isinin yanından hizla geçerek kürekleri parçalam aktı ya da gem inin karnında kargılarla yarık açmaktı. U staca yediriien bir m ahm uz darbesi gem iyi düpedüz yarardı. Bunu başarm ak m üm kün olm am ışsa, tayfaların yanı sıra az sayıdaki deniz erlerinin de katıldığı b ir kapışm a başlardı gü­ verteden güverteye. Demiri elde etm ekle kalm ayıp sertleştirm eyi de öğrendikleri için, bronz silahların yerini yavaş yavaş dem ir silahlar alm aya başladı. Bu durum koruyucu zırhların güçlendirilm esini gerek­ tirdi: B ronzla işlenm iş deri kalkan, göğüs zırhı, tunç bacak zır­ hı, dallarla bezenm iş, yanaklıklı bronz m iğfer. Y üzün büyük bir bölüm ünü kapatan, “K orinthos” icadı siperli m iğferler de vardı. Savaş arabasının yerini savaş atı aldı, fakat diğeri gibi daha çok sevkiyatta kullanılıyordu. D üzenli bir süvari sınıfına yal­ nızca Tesalyalılar sahipti, ordunun büyük bölüm ünü her yerde genellikle h o p lif ler (ağır teçhizattı piyadeler) oluşturuyordu. Bunların dışında yük arabacıları ve silah taşıyıcıları sıfatıyla ikmal birliği; okçu, m ancınıkçı sıfatıyla da bir tür avcı birliği m eydana getiren ve “çıplaklar” (v|/ü,oı, yupvoı) denen h afif teç­ hizattı askerler vardı. H om eros, M yrm idonların M ikenli ol­ m aktan çok “m odern” olan savaş saflarını (phalanks), duvarda­ ki taşlara benzetir. H erhalde H om eros bu benzetm eyi yaparken, daha o dönem de bile en büyük askeri güç olan Spartalıları dü­ şünm üştü. Fakat bunun dışında Spartalıların H ellas’taki konu­ m u çok özel bir konum du. Bunlar, birincisi sekizinci yüzyılın


98

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ikinci yarısında İthom e’nin zapt edilişiyle zaferle sonuçlanm ış olan M essenia savaşları sırasında sivrilm işlerdi, M ağlup edilen M essenİaiılar savaş esirleri (heilotes) olm uşlardı. H e ilo f lar topraklarım bağım sız bir biçim de işletm e hakkına sahip olsalar da, gelirin sabit bir kısm ını intifa hakkına sahip kişilere ödem ek ve savaş kulu olarak savaşa katılm ak zorunda olan toprak kö­ leleriydi. D evletin m alıydılar ve onları satm ak ya da azat etmek de yalnızca devletin tasarrufundaydı. Y edinci yüzyılın ortasına doğru A rgoslular ve A rkadialılarla birlik olup Spartalıların bo­ yunduruğundan kurtulm aya teşebbüs ettiklerinde, Spartalılar zorlu ve kanlı yollara başvurarak her defasında üstün gelmeyi başardılar. S parta’nın bütün devlet düzeni M essenia tehdidi üzerine kurulm uştu. Birkaç bin fatih, sayıca kendilerinden kat be kat üstün olm akla birlikte köleleştirilen ve söm ürülen yerli­ lere hükm etm ekteydi. Böylesi bir iktidar, ancak sıkı bir işbiriiğiyle, sürekli savaşa hazır olm akla ve dış ülkelere kendini ta­ m am en kapalı tutm akla korunabilirdi. Savaş esirlerini gözetm e görevini bir tür jandarm a olan korkunç K rypteia yerine getiri­ yordu: Şüpheliler, yargılanm aksızm derhal öldürülüyorlardı. Spartalılar arasında m ülkiyet eşit paylara bölünm üştü (en azın­ dan kuram sal olarak) ve kendilerine de “E şitler” (öpoıoı) di­ yorlardı. Fakat hem A g iad ’lar hem de E urypontid’ler ezelden beri tahta çıkm a hakkına sahip olduklarından, her iki hanedanın da ülkenin başına geçm esinde karar kılınm ıştı. O lsa olsa Rom a konsüllüğüyle kıyaslayabileceğim iz ve çok kendine özgü bir kurum olan bu birbirine rakip çifte-krallığın otokrasiyi engel­ lemesi bekleniyordu. A yrıca her yıl devletin esas gücünü temsil eden ve beş kişiden oluşan epheros’lar seçiliyordu. Bunlar, kralların huzurunda ayağa kalkm azlardı, en ufak işaretlerinde herkes “derhal yanlarına koşm ak” zorundaydı. K senophon, Platon ve A ristoteles, eph ero s’lanrı sahip olduğu iktidarı tiranlarınkine benzetir. G örev alanlarında -d ışişleri, emniyet işleri, yabancılar polisi, talim ve terbiye, m a liy e - tam .yetkiye sahiptiler, fakat haleflerine hesap verm ek zorundaydılar. Seneler, epheros liderine göre adlandırılırdı. Onların yanında krallar, şeref mev­ kiine oturma, çift porsiyon yem e ve devlet m atemini ilan etme hakkına sahip olan ve şüpheyle denetlenen devlet başkanmdan başka bir şey değildi. Bunların anayasaya bağlılık yeminini her ay tekrarlam ak zorunda olm aları doğrusu kayda değerdir.


İONYA BAHARI

99

Plutarkhos, L akedaim on’un (S parta’nın) kam u yaşam ım ÂoyiKÖv Kaı tcoâitikov apfjvoç, m antığa ve devletçiliğe dayalı bir arı kovanı olarak nitelendirm iş, A ristoteles ise şöyle dem iş­ tir: “ Şayet Sparta bir savaş karargâhı olsaydı, anayasası kusur­ suz olurdu.” Ç ocuklar yedi yaşm a girer girm ez annelerinden alınır, “sürü”lere bölünür ve başlı başına bir savaş hazırlığı olan son derece katı bir devlet eğitim ine tabi tutulurlardı. Yetişkin erkekler bile hep toplu halde yaşıyorlardı; ortak yenen yem ek­ lere, syssiticTlara, herkesin katkıda bulunm ası gerekiyordu ve eğer bir erkek bunu yapabilecek durum da değilse, o zam an va­ tandaşlar topluluğundan ihraç ediliyordu. K ızlar bile erkek çocuklarınınkine benzer bir beden eğitim inden geçiriliyordu, işte bu nedenle Spartalı kadınlar H ellas’ın en güzel ve en sağlıklı kadınları diye bilinir. Ev ve saray işlerinin tam am ından onlar sorum lu olduğu için, diğer kadınlara nazaran daha özgür ve daha saygın bir konum daydılar. Bu şartlar altında evlilik yaşa­ m ının farklı bir çerçevede seyretm iş olm ası norm aldir. K adınla­ rın değiş tokuş edilm esi hiç de ender değildi; genellikle, yoksul kardeşlerin ortak bir karısı olurdu; koca kendi yerine yedek koca koyabilirdi (zaten çocuğu olm uyorsa bunu yapm ak zorun­ daydı). K senophon, savaş sanatı bakım ından Spartalılar ile diğer Y unanlılar arasındaki farkın, sanatçı ile acem i arasındaki farka benzediğini söyler. Jim nastik anlayışları, spordan çok idm an ve egzersizden ibaretti, bu yüzden O lym pia’da pek galip gelemiyorlardı; m üzik ve şiirleri ise esasen m arş söyleyen korolar, savaş şarkıları ve yurtsever danslardan ibaretti. O ğlancılığı bile ordunun hizm etine sunm uşlardı. Platon diyor ki: “Baştan sona sevgililerden kurulu bir devlet ya da bir ordugâhtan daha iyisi olam az. O zam an insanlar birbirlerini sürekli kollar ve kötü­ lükten uzak durur, sürekli hoş bir rekabet halinde olurlardı. A zınlıkta bile olsalar, savaşta yenem eyecekleri düşm an olm az­ dı. Ç ünkü bir âşık sevgilisine rezil olm aktansa dünyaya rezil olmayı tercih eder. H iç kim se E ro s’un cesaret verem eyeceği kadar bayağı olam az.” G erçekten de Spartalılar savaştan önce E ro s’a kurban sunarlardı. Ticaret ve ulaşım p erio iko s’lann, yani yönetim de söz sahibi Lakoolm ayan sınır sakinlerinin elindeydi. Ü lkede yalnızca değersiz nizm dem ir paralar vardı ve yurtdışında hiçbir geçerliliği yoktu bu


100

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

paraların. Y abancı ülkelere seyahat etm ek yasaktı. Tarla hır­ sızları ancak yakalandıklarında ayıplanırdı. L akedaim on’a dair söylenm iş olan ve günüm üzde bile her okul çocuğunun bildiği pek çok şeyin nedeni, gündelik yaşam ı işleyen geç dönem Y u­ nanlı ressam ların tiplem e hevesinin yanı sıra Spartalıların da hava atm aya pek m eraklı olm alarıdır. Ö rneğin, daha sonra pej­ m ürde kılıklı filozofların da caka satm akta kullandıkları aşırı sade bir pelerin olan tribon tam bir kostüm dü. D iğer Y unanlılar gibi Spartalılar da giysilerini büyük bir zevkle kırm ızla boylı­ yorlardı, fakat kahram an pozlarına girerek, bunu giysinin üze­ rindeki kan lekeleri görünm esin diye yaptıklarını söylüyorlardı. Lykurgos yakışık alm ayan bu lüksü yasaklam ış, insanlar da erguvan! giysiler giym eye başlam ışlardır. B ir Sybarisli meşhur “kara çorba”yla ilgili olarak, Spartalıların ölüm e neden koşar adım gittiklerini bu çorbayı tattıktan sonra anladığını söylem iş­ tir, am a bu hoş bir iatifeden başka bir şey değildir. Gerçekte, besin değeri yüksek, çok lezzetli bir yem ekti “kara çorba” . Y e­ m eğin tarifini alabilm iş yabancılar bu çorbanın leziz bir spesyalite olduğunu söylüyorlardı; kan sucuğu, dom uz eti, sirke ve baharatlarla yapılan bu çorba sonraki dönem lerde tıpkı M arsilyalıların balık çorbası “B ouiliabaisse” gibi ihraç bile edil­ miştir. K urban yem eklerinde birbirinden güzel pastalar, sert şaraplar, nefis beyaz peynirler ve yağlı dana eti konurdu sofra­ ya. Syssitia’ lar şüphesiz daha basitti ve sarhoşluk cezalandırı­ lırdı, fakat av eti hiç eksik olm azdı. B ilindiği üzere Spartalılar sloganvari konuşm alardan çok hoşlanırlardı: Bu kısa am a “öz” sözler hayal güçlerinin zayıflığını gösterse de, bazen sahiden çok vurucudurlar. “E ğer şehrinizi ele geçirirsem , yerle bir ede­ ceğim ,” diye tehdit eden düşm ana verdikleri karşılık şuydu: “Eğer!” U zun konuşm alar yapan Sami elçilere de şöyle diyor­ lardı: “ Söylediklerinizin sonunu anlam adık, çünkü başını çok­ tan unuttuk.” E skiçağda ortada bolca dolaşan bu özlü sözlerin bazıları çok geçm eden fıkraya dönüşüyor, am a bunlar da aynı kurulukta oluyordu. Spartalılar tescilli erdem p a th o s’lm na. ka­ pıldıklarında hiç çekilm iyorlardı; nihayet Spartalılar zevksiz olmayı başarabilm iş tek H ellenlerdir. Spartalıların eskiçağda dillere destan olan para hırsı, (pûoyprpitm a, geleneksel im ajlarıyla pek örtüşm ez. y p ijp a ıa Xpf|pax’ âvıjp, “para, yalnızca paradır erkeği erkek yapan” .


İONYA BAHARI

10 î

A lkaio s’un bu ünlü sözü söylettiği kişi Spartalı değil Peloponnesosludur. D elphoi kehanet m erkezinin bile kınadığı bu bayağı para hırsını E uripides de yerden yere vurur. A ltın ve güm üş bulundurm ak yasak da olsa, bu yasağın da rahatlıkla üstesinden geliyorlardı, örneğin ya yurtdışm a kaçırıyor, ya p erioiko s’lara hayalen devrediyor ya d a gayrim enkul ve hayvan sürüsü satın alıyorlardı. A ntikçağ insanının ana serm ayesi olan kölelerin sayısında herhangi bir sınırlam a yoktu. Syssitia’lara bulunulan katkı da eşitti, dolayısıyla adaletsizdi, çünkü çok ço­ cuklu hanelerin üzerindeki ağır yüke aldırış edilm ezdi, hem sonra bu haneler m iras paylaşım ı nedeniyle sürekli küçük eko­ nom ilere bölünüyorlardı. B öylece, bir yandan tam vatandaşlık hakkının azalm ası ve yitirilm esi sonucu bir lüm pen proleterliğinin ya da daha ziyade bir lüm pen aristokrasisinin ortaya çık­ ması, diğer yandan da bir plutokrasinin_doğm ası kaçınılm azdı. H enüz altıncı yüzyılda zenginlikleriyle nam salm ış Spartalı para babaları vardı. Paragözlük konusunda düşünüldüğünden daha kötü olsalar da, bazı konularda sanıldığından daha iyiydiler. Ö rneğin, bütün Y unanistan’ı dize getirm ekten başka bir şey düşünm edikleri iddiası, can düşm anlan A tinalIların iftirasından başka bir şey değildir. A slında P eloponnesos’un genel siyasetini benim se­ mişler, dış ülkelerle tem as etm ekten ve “devrim ci” bir düşün­ cenin kendilerine bulaşm asından korktukları için İsthm os sı­ nırlarının dışına yayılm am aya çalışm ışlardır. S parta’nm kurdu­ ğu yegâne koloni olan ve Y unan endüstrisinin, bilim in ve ya­ şam a sanatının başkenti olan T arentum ’un Spartalı hiçbir yanı yoktu. H ellas’ta sahip olm ak istedikleri tek şey ahlaki egem en­ likti. M essenia’yı alt edeli kendilerini doym uş sayıyorlardı, tıpkı S ilezya’nın ele geçirilm esinden sonra Friedrich Prusyası’nın, N ikolsburg ve Frankfurt barış anlaşm alarının ar­ dından B ism arck A lm anyası’nm doym ası gibi. Fakat işin en tu h a f yanı, “m ilitarist” diye bilinen devletlerin neredeyse hiç saldırgan olm am asıdır. Y unan dünyasında m üziğe en uzak m illet Spartalılardı de­ m ek doğru olm az, ne de olsa onlar da H ellendi. Ö rneğin, II. M essenia savaşını T yrtaios’un ağıtları sayesinde kazanm ış ol­ m aları önem lidir. A teşli şarkıları, bütün H ellas’ta asırlar bo­ yunca dilden dile dolaşm ış olan b u şair, gerçekte bir generaldi.


102

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

H ayli m üzikal bir m illetti Spartalılar, ayrıca Yunan tapm ağı da onların eseridir. Ç okça yerilm iş olan Prusya K ant ve Kleist gibi adlarla kendine özgü güçlü bir kültür m eydana getirdiyse, D or kültürü de m im ari ve m üzikte benzer zirvelere ulaştı. Girit D orların ikinci büyük yerleşim alanı G irit idi. Homeros, farklı halklarla dolup taşan bu adanın güzelliğini ve bereketini över ve onu, EKmöpjcoLıç, yüz-kentli diye niteler. Buranın fa­ tihleri L akonia’da yaptıkları gibi toprağı parsellem ek yerine, toprağın büyük bir bölüm ünü kam u arazisi ilan ettiler. Syssitia’l m n devlet tarafından finanse edilm esi bir yana, ka­ dınların, çocukların ve kölelerin yem ekleri de devlet tarafından karşılanıyordu. Spartalılarınkinden çok daha kapsam lı olan bu kolektivizm sürekliliğini koruyam am ış, sonunda ayrılıklar ve ayrıcalıklar ortaya çıkm ış, G iritlilerin çoğu dışarıya göç etm iş­ lerdir. Savaş hünerlerinden dolayı tüm A kd en iz’de paralı asker olarak ünlenm elerinin yanı sıra, P olybios’un dediği gibi, arsızca kazanç hırslarıyla da tanınıyorlardı. İonya K olonileşm e dönem i boyunca kültürel ağırlık noktası henüz Kenti doğuda, İonya’daydı, am a A n ad o lu ’daki küçük bir Yunan ken­ tinde yaşam , klasik çağın geç dönem ine kıyasla bazı bakım lar­ dan daha renkli ve daha görkem liydi. Çiftlikler, m eyve bahçele­ ri, zanaatçı dükkânları ve kerpiçten evlerle taşra havasındaki tozlu sokaklar, iyi kötü her şeyin yaşandığı “toplanm a m eyda­ n ı” ag o ra ’ya ya da her zam an seyirlik bir şeylerin bulunduğu lim ana seğirten insanlarla dolar taşardı: Sakalları örgülü, üst dudakları tıraşlı, saç örgülerine altından ağustosböcekleri tuttu­ rulm uş, yeşil ve kırm ızı nakışlı kolalı giysiler giym iş, bilezik, kolye ve nişanlarla (farklı tarzlardaki çiçek taçlarının böyle bir anlam ı vardı) bezenm iş erkekler; m erhem kokulu lüleleri, peş­ leri sıra yerleri süpüren giysileri, çiçeklerle süsledikleri adam boyunda bastonları ve küpeleriyle züppeler; halhalları, altın yaldızlı, sivri burunlu pabuçları, m uazzam topuz ve alın bağlan ya da bantlı boneleri, m inik ceketleri ve z a rif kıvrım lı etekleri, peçe ve şem siyeleri (güzellik ideali k ar gibi bir ten gerektiri­ yordu), kem erlerinde oval saplı tüy yelpazeleri, sapında fildi­ şinden oym a A phrodite resm i olan m adeni aynaları, kurşun karbonatı ve sülüğenle boyalı yüzleriyle kadınlar; bronz tenli M ısırlılar ve bakır tenli Fenikeliler; pantolonlu ve püsküllü kasketli Frigler; kürk şapkaları ve kolsuz kaba yün elbiseleriyle


İONYA BAHARI

103

zanaatkârlar; kayışlarında kurtboğanlarla sıra sıra ephebos'Ydi [delikanlılar]; kulplu sepetlerinin içinde kitap ruloları, başların­ da eğitm enleri okula giden oğlanlar; topraktan oyuncak atları ve deriden yapılm ış küçük gem ileri, halka ve topaçlarıyla et­ rafta fır dönen çocuklar; görkem li tahtırevanlarına kurulm uş, asalaklarla çevrelenm iş kalantorlar; uçuşan beyaz pelerinleri ve m odaya uygun uzun konçlu çizm eleriyle, K yrene’den getirtil­ m iş ve ustaca tıraş edilm iş atların üzerinde yükselen sülün gibi biniciler; üç ayaklı koca kazanlar, defne dalları, tanrı heykel­ cikleri ve çelenkli altın boynuzlu boğalarıyla, buhur tüten kur­ ban alayları; yüksek bir sedyeye konm uş ve kırm ızı örtülere sarılm ış ölüye m ezar bağışları ve hatıra am foralarıyla, defin ya da yakm a töreni için flütlerle eşlik edenlerden, savaş arabaları­ na kurulm uş, siyah m atem giysileri içindeki insanlardan oluşan cenaze alayları... B ütün bunlara bir de ortalıkta cirit atan yanke­ sici ve falcıları, dilenci ve sakaları, bakkal çakkal ve pezevenkler sürüsünü eklediğim izde, oryantal renklere bürünm üş bir m anzara çıkar karşım ıza. A ltıncı yüzyılda başlayıp ikinci yarısında doruk noktasına Tiranlık ulaşan tiranlar dönem inin barok, zengin ve şatafatlı yaşam bi­ çimi de İonya zevkini yansıtır. Tiranların neredeyse tüm ü soylu bir kökene sahiptiler, fakat sınıfdaşlarıyla ihtilafa düşm üş, hü­ küm et darbesi yapıp kentin başına geçm iş huzursuz kitlenin idaresini ele alm ışlardı. Tyrannos, resm i bir unvan olm ayıp ba­ sitçe hüküm darı tanım layan yabancı bir sözcüktür (m uhtem elen Lidya dilindedir). B aşlangıçta bu sözcüğün sonraki Y unanlılar­ da ve günüm üzde olduğu gibi olum suz bir anlamı yoktu. T ra­ gedya yazarları sözcüğü henüz nesnel anlam da kullansalar da, aşağılayıcı bir tını oluşm aya başlam ıştır. P lato n ’a göre, basileia ile tyrannis'i gönüllülük ve zorunluluk ya da yasallık ve yasadışılık biçim inde birbirinden ayırm ak gerekir. N itekim , ti­ ranların iktidarı giderek yasadışı olm aya, her yönden tehdit edilm eleri nedeniyle, bir tür askeri diktaya dönüşm eye başladı. A yrıca, R om alılarda da “kral gibi (regie) davranm ak” despot ve zorba olm ak dem ekti. D em ek ki R om alıların rex ’İ de Y unanlı­ ların tyrannos kavram ı gibi anlam değişim ine uğramıştır. Tiranlar güçlü ve başına buyruk şahsiyetlerdi elbette, fakat hepsi olm asa da çoğu m ükem m el birer idareciydi. Y oksullarla zenginler, soylularla avam arasındaki eşitsizliği bilfiil ortadan


10 4

ANTİK YUNAN'İN KÜLTÜR TARİHİ

kaldıranlar da onlardı. A ynı zam anda, kültür ve m edeniyetin ileri seviyelere taşınm ası için de azim le çaba sa rf eder, başarılı da olurlardı; sanayi ve ticaret, sanat ve bilim onların idaresi altında yeşerdi. K endi aralarında, evlilik bağlarıyla pekiştirm e­ ye çalıştıkları bir tür dayanışm a içindeydiler. Bunun dışında, dış politikaları yayılm acı, iç politikaları ise dinciydi, tabii eğer bu iki tabiri Y unanlılar için kullanabilirsek. Bu açıdan, aşırı dindar Püritenlere bel bağlayan C rom w ell ya da tacını papanın giydirdiği I. N apolyon ya da kiliseyi korum uş olan III. Napolyon m isali m odem zorbaları andırırlar, ki her üçünün de hedefi yayılm acı “oyalam a savaşları” idi. B enzerlikleri ise, ekonom ik refahın tiranlar zam anında büyük bir atılım da bulunm uş olması, fakat sistem lerinin bu refahla baş edem em iş olm asıdır. Y alnız­ ca kişisel yeteneklere dayanan iktidarlarını sürekli kılm ayı on­ lar da becerem em işlerdir. Bu iktidar en fazla bir nesil ayakta kalabiliyordu. E ğer D elphoi’ye V atikan, İsthm os’a Süveyş, Parthenon’a da D ünya Fuarı dem e cesaretini gösterebilseydik, daha başka benzerlikler de görürdük. A m a tiranlar en çok da R önesans prenslerine benzerler. B ilinen ilk büyük tiran, İÖ 600 civarında iktidara gelen M iletoslu Thrasybulos idi. M ileto s’un Batı A nadolu’nun nere­ deyse tam am ını elinde bulunduran Lidyalılardan bağım sızlığını ilan etm esini ve onlarla yararlı bir ittifak kurm asını sağlayan da Thrasybulos idi. O nun idaresi altındayken M iletosluların ticari ilişkileri, R usya’nın güneyinden N il havzasına ve F ırat’tan E truria’ya dek uzanıyordu. Periandros kendisine bir elçi gönde­ rerek bir ülkenin en iyi nasıl idare edildiğini sordurduğunda, Thrasybulos bu elçiyi bir buğday tarlasına götürür ve hiçbir şey söylem eden, buğdayların arasında düzensizce sivrilen başakları kesip atar. M uhtem elen yalnızca bir anekdot da olsa, hayli açıklayıcı bir anekdot. Tiranlık, genellikle İonya sahilleriyle, adaların bir kısm ıyla ve O rta Y unanistan’ın tinsel açıdan en canlı kentleriyle sınırlı kaldı. Büyük Y unanistan’d a ise ancak 500 dolaylarında büyük çaplı bir yayılım kaydetti ve sürekli kötüye gitse de, başka yer­ de olduğundan daha uzun süre ayakta kalabildi. İsthm os’taki Sikyon kenti K leisthenes’in iktidarı sırasında bir daha asla ya­ kalayam adığı bir güce ulaşm ış, K orinthos Periandros dönem in­ de hafızalardan asırlarca silinm eyecek görkem li günler yaşa-


İONYA BAHARI

105

m ıştır. Thrasybulos, Lidya kralı A lyattes ve M ısır kralı A m asis ile ittifak kuran Periandros, bir tür “Ege birliği” sağladı ve kap­ samlı politikası sayesinde bütün H ellas’m hâkim iyetini ele ge­ çirerek, K orinthos’u A k d en iz’in ticaret m erkezi haline getirdi. K orinthos işi vazolar ve dithyro m b o s’lar (D ionysos onuruna söylenen türküler) bütün dünyaya yayıldı. Fakat Y unanlıların hayal gücünü en çok m eşgul eden kişi, Periandros’un 537’deki ölüm ünden sonra S am os’u neredeyse elli yıl boyunca yönetm iş olan P olykrates’tir. E ge D enizim de bir tür korsan havası estirm esini, ganim etler ve him aye gelirle­ rinden oluşan büyük bir hâzineye kavuşm asını sağlayan m ü­ kem m el gem ilere ve denizden çok iyi anlayan tayfalara sahipti. K yklad’ları, S porad’ları ve nice sahil kentini dize getirm iş, A ti­ na ve M ısır’la ittifak kurm uştu. B undan kısa süre önce gün ışı­ ğına çıkan kalıntılarına bakılırsa, P olykrates’in yaptırdığı Hera tapınağı dönem in H ellas’ınm m eydana getirdiği en sanatsal ve en m uhteşem eserdir. D ağ pınarlarından beslenen basınçlı bir su hattı başkentin bütün çeşm e ve banyolarını, m utfak ve kanalla­ rını dolduruyor, yaz aylarında üzerlerinden sular akan m erm er m erdivenler serinlik veriyordu. D evasa kütüphane binası, Y u­ nan, Babil ve M ısır kitap rulolarıyla, saray bahçeleri egzotik çiçeklerle dolup taşıyordu. En güzel oğlanlar, en ünlü döküm cü ve m im arlar, astrolog ve ozanlar tiranın etrafını sarıyordu. Polykrates en leziz şaraplardan içiyor, en güzel giysileri giyi­ yor, en pahalı halılarda geziniyordu. Taş kesm e sanatının en usta örneği olan yüzüğü S chiller’den önce de çok m eşhurdu. Fakat hüküm darın zirvede olduğu 530 senesinde büyük Pythagoras kendisini terk etti: Bir filo zo f bağım lılığın ve kuş­ kunun zehirleyici havasını daha fazla soluyam azdı. Sekiz yıl sonra Sardeis satrabı, bu hüküm darı yeni ve m uazzam zengin­ likler vaadiyle ayartarak yanm a çağırttı ve vaat edilm iş hâzine­ lerin tam ortasında, harabeleri bile C alig u la’nın ağzını sulandı­ ran o m uhteşem ada kalesinin önünde çarm ıha gerdirdi. O nu bu kadar güçlü kılan altın, m ahvına sebep oldu. Elbette Sparta bunların dışındaydı. Sparta, A rgos dışında yanm adadaki bütün devletlerin bağlı olduğu bir tü r askeri konvansiyon diyebileceğim iz Peloponnesos B irliğ i’ni kurdu ve aristokratları elinden geldiği kadar destekledi. Kral Kleom enes aristokrasiyi eski haline getirdiğinde A tin a’nın da S parta’nın

Polykrates

Peisistratos


J06

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

etkisi altına gireceğini um ut ediyordu. Kökleri N esto r’a kadar uzanan son derece seçkin b ir soyun m ensubu olan Peisistratos 560 dolaylarında iktidarı ele geçirm eyi başardı. H ellespontos’ta önem li bir yere sahip olan S ig eio n ’u işgal ederek Pontos böl­ gelerinden yapılan tahıl sevkıyatını güvence altına aldı, bir sa­ vaş filosu kurdu, tarım cılığı ve yol yapım ını teşvik etti, kenti görkem li tapm ak ve yapılarla donattı, koro ve diyaloglarla B ü­ yük D ionysia şenliklerini başlatarak A ttika tragedyasının tem e­ lini attı. Kentin tanrıçası A th en a’nın kültü, ilkin onun dönem in­ de büyük bir önem e kavuştu. PeisistratosYm , başta Eleusisli D em eter olm ak üzere, çoktandır ihmal edilen tanrıları eski say­ gınlıklarına kavuşturm ası halkın neye ihtiyaç duyduğunu çok iyi bildiğini gösterir. Sağlam bir kale ve güçlü bir m uhafız or­ dusuyla korunan Peisistratos, A ristoteles’in belirttiği gibi, va­ tandaşın kendi işine bakması ve devlet işlerini ona bırakması gerektiği görüşündeydi; Peisistratos ülkeyi aydınlanm acı bir m utlakiyetçilikle yönetti. A ristoteles tipik bir tiran tablosu çiz­ m eyi de denem iş, bunu yaparken de büyük bir olasılıkla Peisistratos’u düşünm üştü. B öyle birinin m utlak hüküm darlığı­ nı elinde tutm asına yarayan araçları şöyle sıralar Aristoteles: G üçlüleri zayıflatm ak, kişilikli insanları ezm ek, çeşitli yaşam belirtilerini, hatta bilim sel tartışm aları bile denetlem ek, sürekli bir baskı havası yaratm ak, ortalığa ajan salm ak, kışkırtm ak, savaş açmak. Öte yandan, devlet servetini artırm ak, kült m er­ kezlerine ve şehrin dış görünüşüne önem verm ek, liyakati yü­ celtm ek de başarılı bir tiranın özellikleri arasında sayılır (fakat bütün bunların am acı g ö z boyam aktır). A ristoteles son olarak, bu kişinin illa bir alçak olm ası gerekm ediğini belirtiyor am a bu tasvirin hoş olduğu söylenem ez. Peisistratos 527 yılında ölünce, oğulları Hipparkhos ile H ippias herhangi bir engelle karşılaşm adan idareyi ele aldılar ve öyle görünüyor ki, ülkeyi birlikte idare ettiler. Fakat H ipparkhos on üç yıl sonra H arm odios ile A ristogeiton tarafın­ dan öldürüldü, elbette bu ikisi hem en ortadan kaldırıldı: Biri derhal bıçaklandı, diğerinin ölüm ü ise celladın elinden oldu. A ynı gün H ip p ias’a karşı düzenlenen bir suikast başarısızlıkla sonuçlandı, o da bütün bu gelişm elerin sonucunda gerçek bir tiran olup çıktı. A rdından, sahneye bir de K leom enes çıktı: Peloponnesos birlik ordusuyla birlikte İsth m o s’tan geçerek


İONYA BAHARI

10 7

H ippias’ı A kropolis’te kuşatm a altına aldı, bunun üzerine H ippias da savaştan çekilerek hâkim iyetini ona teslim etti ve 510 yılında Sigeion’a gitti. K ökleri çok eskiye uzanan A lkm aionidT er ailesinden gelen K leisthenes devletin başına geçti. Fakat S parta’nın siyasi hesaplarında büyük bir hata yap­ tığı ortaya çıktı, çünkü K leisthenes sınıfdaşlarım çiğneyerek d em o s’un avukatlığına soyundu. A tin a ’ya, tem elde S olon’un yasaları çizgisinde olan ve halkın egem enliğine, sınıfların seç­ me hakkına dayanan bir anayasa verdi. K leom enes bu durum a defalarca m üdahale ettiyse de, ancak kısa süreli başarılar elde etti ve en sonunda kendi yönetim ortağı bile ona m uhalefet edince ordusu dağıldı. D em okrasi kurtarılm ıştı. Bu arada, sonraki dönem lerin aşırı dem okrasisi bile (aşırı, Polis çünkü K leisthenes’inki henüz çok ılım lı idi) oligarşiden, tiranlıktan ve diğer Y unan idare biçim lerinden ilke olarak değil, salt derece olarak farklıydı, çünkü burada bir polis, yani yalnızca bir Y unanlının devlet anlayışına sığan o tem el yapı söz konu­ suydu. B ir p o lis daim a sy n o ikism o s'la, yani m evcut köy cem a­ atlerinin birleşm esiyle oluşur. K ent deyince akla sur ya da kale gelm ek zorunda değildi. Sparta, askeri kam pa benzeyen köyler­ den oluşan bir kom pleks de olsa, tam anlam ıyla bir p o lis’ti. B una karşılık her kentte bir prytaneion, bir buleuterion [meclis binası], bir pazar yeri bulunurdu, daha sonra bunlara tiyatro ve gynınasion da eklendi. K ent devletinin özelliği, belirli bir m e­ kânla sınırlı kalm asıdır. A sgari bir boyutunun olması gerektiği gibi, belli bir büyüklüğü de aşm am alıdır. A ristoteles, on kişilik bir p o lis ne kadar im kânsızsa, yüz bin kişilik bir polis de o kadpr im kânsızdır, der. Fazla küçük olduğunda varlığını sürdüre­ mez, fazla büyük olduğunda p o lis olm aktan çıkar. Bir bakışta her tarafı görülebilm eli (eûouvo7cxoç), tüm vatandaşlar birbirini tanım alıdır. B ir p o lis’ten beklenen tem el özellikler şunlardır: Eleutheria (bağım sızlık), autonom ia (özerklik) ve autarkeia (kendine ye­ terlik); fakat bu sonuncusu idealist b ir talepten öteye gitmez, çünkü büyükçe kentler eskiden beri ithalat yapm aya m ecbur­ dular. K apalı ve başına buyruk bir p o lis vatandaş için her şey P ry ta n e io n , p h y le ’ie n (k a b ile le ri) tem sil etm e k ü zere seç ilip sıra y la işb aşın a geçeıı p r y ta n ’l m n (elli ü y e n in ) v e m a srafla rı d e v le t ta ra fın d a n ö d e n en d iğer kişilerin ye m e k y ed ik leri, iş g ö rd ü k le ri v e h a tta g ecey i g e çird ik le ri resm i b ir binadır. (F .D .)


108

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

dem ekti. nokııedeoBaı, “devlet işlerinde yer alm ak, vatandaşlık haklarından yararlanm ak” dem ektir, fakat basitçe “yaşam ak” anlam ına da gelir, çünkü p o lis dışında bir yaşam düşünülem ez­ di. D ünya tarihinde gerçek bir devlet yaşam ı kurabilm iş yegâne m illet Y unanlılardı dersek abartm ış olm ayız; m odern kültür dillerinin tam am ında bulunan “politika” sözcüğü de zaten polis m enşelidir. Fakat polis de p o lis ’ten gelir. İnsanlar hücreler, p o ­ lis ise organizm adır, dolayısıyla hücrelerden oluşsa bile polis onlardan daha fazlasıdır. Fler türlü varoluş salt onunla anlam kazanır, insani değerler onunla tam am lanır. Fler kültürün, her etiğin, hatta her dinin taşıyıcısı odur. V e bütün bunların ötesin­ de bir sanat eseridir de aynı zam anda; nom os hem yasa dem ek­ tir hem de m elodi; bugün bizim bunu anlam am ız çok zordur. Y unan yurtseverliği o kadar güçlüydü ki, sınırları bile aşmıştı: Polis taşınabilirdi; vatandaşlar nereye yerleşirse, orada yeniden oluşabilirdi, çünkü zam anın ve m ekânın ötesinde bir id ea 'ydı o. Y unanlının bu kadar kolay göç etm esinin nedeni işte budur. Y unanlının “m em leket” kavram ı hiç mi hiç rom antik değildi. K entin eşdeğer karşıtı olan m odern “taşra” kavram ını da bilm ezdi Yunanlı. T aşra siyasi açıdan m evcut değildi, ko m e’ler, yani köyler yalnızca tali, yerel m eselelerde karar alm a hakkına sahiptiler. V atandaş dem ek kentli, polites, dem ektir. Politika da işte ancak kentte yapılır. D üşm an ekhthros’tur, yani “yabancı” : K entten olm ayan biri sırf bu yüzden düşm andır. Ö te yandan kseinos sözcüğü, hem yabancıyı hem de konuk hamisini be­ tim ler. K onuk, Zeus K senios tarafından korunduğu için ona karşı zor kullanm ak tanrılara karşı gelm ek dem ektir, çünkü di­ lenci bile “Z eus tarafından gönderilm iştir” . Bu nedenle, H ellenler son derece konuksever diye bilinir. Fakat işin aslı şu ki, konuksever olm ak zorunda idiler, yoksa yaşam iyice çekil­ m ez bir hal alırdı, çünkü devletler hukuku ve uluslararası ya­ bancılar güvenliği gibi şeyler olm adığı gibi, lokanta ve oteller de yoktu. KalokaElbette herkes askerlik yapm ak zorundaydı, fakat p o lis ’teki gathia m ilitarizm günüm üz m ilitarizm inden çok farklıydı. Y unan or­ duları re d if taburlarından kuruluydu; sürekli ordu yerine bir tür hazırlık hizm eti vardı. A tin a’da askerlik süresi iki yıl, S parta’da öm ür boyuydu diyebiliriz. Fakat m odern anlam da bir askerlik m esleği S parta’d a bile yoktu. G enelkurm ay, subaylar heyeti,


İONYA BAHARI

109

harp okulu, öncü birliği gibi şeyler bilinm ezdi. M iitiades, Them istokles, A lkibiades gibi büyük kom utanların hepsi sivil­ di. S parta’da genellikle başkom utanlığın ihtilafa düşen iki kra­ lın elinde olm ası son derece ilginçtir. Fakat daha da ilginci, Atinalıların savaşta kom utayı her gün birbirlerine devreden on stratej seçm eleridir. M akedonyalI Philippos bu konuda AtinalI­ ları kıskanm adan edem ediğini söyler, çünkü kendisi tüm yaşa­ mı boyunca bir tek P arm enion’u bulm uştur. ITellenlere göre, iyi bir vatandaş her şeyi yapabilm eliydi, ka lokagathia'sı bununla ölçülürdü. Bu sözcüğü çevirm ek m üm kün değildir, çünkü koca bir dünya görüşünü, yaşam biçim ini tem sil eder. Bedensel, ekonom ik, sportif ve etik bir ideal olan kalokagathia doğuştan soyluların şövalye ortam ında doğm uştur: G üzellik, ekonom ik bağım sızlık, çalışkanlık ve tam anlam ıyla iyi bir ahlak. Belki bizdeki centilm enlikle kıyaslayabiliriz bunu, am a bu sefer de estetik yönü çok zay ıf kalır. W erner Jager, kalokagathia ile aşağı yukarı aynı şeyleri tanım layan arete'y i ortaçağa özgü “erdem ” ile aynı kefeye koyar; gerçekten de arete kibarlık ile kahram anlığı birleştirm esi bakım ından benzer bir anlam taşır. Fakat arete ile “erdem ” arasında H ıristiyanlık durur. O ysa Yu­ nanlı için estetik ile etik henüz bir bütündü; “güzel” ile “iyi” aynıydı, birbirinden ayrılm az iki parça, insan varoluşunun ön ve arka yüzleriydi. A ntikçağ sonrası insan için imkânsız, hayal bile edilem eyen bir şeydir bu. Ö zürlü doğan çocukların terk edilm esinin bütün Y unanistan’da olağan, S parta’da ise devlet yasası olm asının nedeni, bedenin çok önem senm esidir. Aynı sistem bizde de uygulansaydı, örneğin bodur K ant ile V oltaire, topal Byron ile W eber ve A vrupa kültürünün daha pek çok bü­ yüğü bu sistem e kurban giderdi. Dahası, Y unanlılar yaratıcı­ lıkla bedensel kusur arasında çoğu zam an gizemli bir ittifak kurulduğunu sezm iş olm alılar ki, O lym pos’un zanaatçı tanrısı H ephaistos’un bir kötürüm olduğunu düşünm üşlerdir. Ama belki de onu çirkin bir am ele diye nitelem ek istem işlerdir. Barış dönem lerinde bütün ilgi spora adanırdı, bunun yanı s ı-Spor ra vakitlerini biraz m üzik ve falcılıkla, ilahi ve yasaları ezber­ lemekle geçirirlerdi. İlk sırayı O lym pia’daki oyunlar alırdı; bi­ lindiği gibi, bu oyunlar tarih hesaplam alarında bile kullanılırdı. İki oyun arasındaki dört yıllık süreye yarışın galibinin adı veri­ lirdi. B undan daha onur verici bir şey olam azdı: B u ödülü ka-


1 1 O ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

zanan kişi, Pindaros’un dediği gibi, “ H erakles sütunlarına ulaşm ış” sayılırdı. Y unanlıların diğer oyunları, D elphoi’de yine dört yılda bir düzenlenen Pythia oyunlarıyla, iki yılda bir dü­ zenlenen İsthm os ve N em ea oyunlarıydı. B ütün Y unanistan buralarda buluşurdu, tıpkı Paris ve Londra cam iasının galalarda ya da sergi açılışlarında buluştuğu gibi. H ellen dünyasında ha­ tipliği ya da ozanlığıyla şöhret olm ak isteyenler de orada boy gösterm ek zorundaydılar. Fakat bu oyunların önemli bir farkı vardı: K adınlar eksikti. Beş dalda yapılan bir yarışm a olan pentathlon, koşu, uzun atlam a, güreş, disk ve m ızrak âtm aktan oluşuyordu. Bunun yanı sıra güreş ve döğüş karışım ı pankreas güreşinin yapıldığı pankration yarışm aları, katırların da kullanıldığı at arabalı bir yarış düzenlenirdi. Y unan deyişlerinden biri şöyleydi: “Bir atlet kadar onurlu.” G alipler şölenlerde şe re f koltuğuna oturtulur, kendisine p ryta n eio n’da ziyafet çekilir, en iyi şairler tarafından övülür, onuruna bronz ve m erm er anıtlar dikilirdi -g a lip gelen atlarla arabaların heykelleri de bronz ve m erm erd i- çünkü onunla birlikte m em leketi de kendini yücelm iş hissederdi. Öte yandan, çökm üş bir burun, ezilm iş bir kulak, pankreas güreşçi­ sinin tipik özellikleriydi. Bu kişi yaşlandığında, bizim göklere çıkarılan sanatçılarım ızla aynı hüzünlü akıbeti paylaşırdı; fakat yenilm iş bir oyuncunun hali, günüm üzde çaptan düşm üş bir spor yıldızının halinden çok daha beterdi. A ncak, bu yarışların abartılm am ası gerektiğine dikkat çeken m üstesna insanlar da olm uştur. F ilo zo f K senophanes şöyle der: “Bütün kent yarışın galibini göklere çıkarıp hediyelere boğu­ yor; gelgelelim bu kişi bütün bunları benim kadar hak etmez, çünkü bilgeliğin gücü insanların ve atların gücünden çok daha büyüktür! G aliplere böyle davranm am ız yanlış bir gelenektir. Evlatlarından birinin yarıştaki başarısı o şehre ne fayda sağlar ki?” Y edi bilgenin dünyaca ünlü sözleri de para etm em iş olsa gerek: A şırıya kaçm a, kendini bil, öfkene hâkim ol, orta yolcu ol, ne oldum deme! Bize son derece doğal gelse de, bu gerçek­ leri H ellenlere sık sık hatırlatm ak ş a rttı! OğlanG erek kalokagathia gerekse agon Y unan eşcinselliğiyle yacılık kından ilgilidir. G ym nazem , beden eğitim i yapm ak, kelim enin tam m anasıyla “çıplak olm ak” dem ektir. naıSepaoınjç, “ oğlan­ cı”, naıSopavfjç, “oğlan delisi”, naı5o7ti7tT)ç, “oğlan düşkünü”


İONYA BAHARI

11]

gibi sözcüklerin bizdeki karşılıkları sırasıyla, “kadıncı”, “kadın delisi” ve “zam para” olurdu. Bizde kızlar için geçerli olan Y u­ nanistan’daki delikanlılar için de geçerliydi, buluğa erdikten sonra aşk nesnesi olm alarında bir sakınca yoktu. Fakat küçük yaştaki oğlanlarla cinsel ilişkide bulunm ak ırz düşm anlığı de­ mekti. H etaireia sözcüğü ilginç bir anlam değişim i geçirm iştir. Esasen, basitçe ahbaplık anlam ına geliyordu; daha sonra ço­ ğunlukla siyasi nitelikler arz eden bir soylular kulübüne, son olarak d a fahişeliğe dönüştü, üstelik de daha çok erkek fahişeli­ ğine. ‘E ıaıp eîv genel olarak “kendini para karşılığında sunm ak" dem ektir ve ancak v\ ercupa yüksek fahişedir - sözcük m odern dillerde bu anlam ıyla yaşam aya devam etm ektedir. Eski Y u­ nanlıların “güzel cins” diye yalnızca erkekleri nitelem iş olduk­ ları kesindir. Sparta’daki oğlancılığın resmi karşılığının ne ol­ duğunu az önce öğrendik. Belli bir yaşa gelm iş genç delikanlı­ lar hâlâ birer sevgili bulam am ışlarsa, düpedüz ayıplanırlar, “evde kalm ış” kızlara benzediklerdi. A ristoteles’in iddiasına göre, Girid'e oğlancılığı M inos ithal etm iş (sanki böylesi bir şey ithal edilebilirm iş gibi), üstelik de toplum sal nedenlerden ötürü: Aşırı nüfusu engellem ek için! G erçekte - b ir önceki ciltte de anlatıldığı g ib i- M inos kültürü oğlancılık kültürünün tam zıddıydı. A ncak şu kadarı doğru ki, erotizm in erkekte odaklaşm ası Dorlardan edinilm iş bir alışkanlıktı. İonya’da daha çok Şark etkisi hüküm sürm üş olsa gerek. Y unan tarihinin hangi sayfasına bakarsanız bakın, oğlancı­ lıkla karşılaşırsınız. Ü nlülerin tam am ı oğlancıydı: Lykurgos, Solon, Them istokles, E pam einondas, A iskhylos, Sophokles, Platon, A ristoteles, Philippos, İskender, hatta kusursuz A risteides bile. B ir tek Sokrates bu konuda da Y unanlıların bü­ yük istisnasıydı: O yalnızca “platonik” seviyordu. Tanrılar da farklı değildir: Zeus G anym edes’i sever, A pollon Hyakinthos’u, Poseidon P elops’u, H ephaistos P eleu s’u. Sütun ve am fo­ ralara, kalkan ve disklere, sehpa ve sandıklara, kâse ve tulum la­ ra, kısacası buldukları her yere sevgililerinin adlarını yazarlar­ dı; hatta Pheidias eseri “ O lym pialı Z eus”un parm aklarından birine “güzel Pantarkes” yazm ış, öte yandan bazı eserlerinin altına bir başka dostunun, heykeltıraş A gorakritos’un imzasını attırarak onu m eşhur etm iştir (en azından chronique scandaleuse böyle iddia eder). Bu konularda en çok da sanat


1 12

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

aydınlatıcıdır. Pers öncesi dönem deki kadın heykellerine baktı­ ğım ızda, yapısı ve hatlarıyla Y unan delikanlılarına benzedikle­ rini ve dişi cinsel organların hiç vurgulanm adığını görürüz; be­ şinci yüzyılın sonlarına dek çıplak kadın heykelciliğine pek rastlanm az. Y unan lirizmi büsbütün değilse bile belirgin bir tercihle eşcinsel düzlem de yer alır ve ancak o zam an gerçekten tutkuludur. İbykos’un en oğlan delisi Yunanlı olduğu düşünü­ lürdü; İbykos eskiçağda epeyce ünlüydü, günüm üzdeyse daha çok turnalarıyla bilinir. Erkeklerle oğlanlar arasındaki sevginin sık sık en soylu duyguların çanağı olm ası, her şeyden önce P lato rf un daha önce de naklettiğim iz sözlerinden anlaşılır: H e­ pim izin bildiği gibi, P lato n ’a göre felsefe bile eşcinsel E ros’un işidir. Bu platonik erotizm , tıpkı T ristan ’ın ya da R om eo’nun aşkları kadar şehvete uzaktı, am a en az bunlar kadar en yüksek idealizm e açıktı, hatta bu noktada, Y unan tarihinde boşuna ara­ dığım ız duygusallığa kapıldığı bile olurdu. Fakat salt zihinsel bir erotizm ilkin H ıristiyan kültüründen doğm uştur: “ Platonik” bir aşk, platonik değildi aslında. Amelelik H ellenlerin spor düşkünlüklerinin yanı sıra ikinci bir temel Nefreti özellikleri daha vardır: A m elelikten nefret ederler. Y unanlının am elelik anlayışını ta rif etm ek kolay değil. B unun karşıtı ne kafa işçisidir (yoksa laboratuvar ve arşivlerinde ter döken ay­ dınlarım ız am ele sayılırdı) ne de “serbest m eslektir” (çünkü sanatçıların çoğu öyle addedilirdi); am elelik dendiğinde, bir amacı olan, para için yapılan, yapılm ası gereken, deform e eden, aşırı çaba gerektiren şeyler akla gelir. Şu halde, ister köylü ol­ sun isterse zanaatkâr, öncelikle ücretli işçiler am ele sayılır. Treitschke, Politik [Siyaset] adlı eserinde aristokrat G üney Am erika eyaletlerini işlediği bölüm de şöyle der: “Ç oğunluğun özgür olm adığı bir yerde, çalışm ak da onur kırıcıdır; böylesi bir ortam da özgür işçi bile saygıyı hak etm eyen biri olarak görü­ lür.” Ö te yandan Perikles m eşhur cenaze söylevinde şöyle der: “A yıpladığım ız yoksulluk değil, alın teriyle yükselem em em izdir.” H esiodos’un alnının teriyle çalışm ayı ne kadar yücelttiğini biliyoruz. Y unanistan’ın ulusal kahram anı H erakles bile çabalar ve güçlüklerle dolu bir yaşam sürdürüyordu. Y unanlıların ehlik ey if bir halk olduğu görüşü banal bir düşüncedir. Tarihteki gelişm iş her toplum da olduğu gibi, onlarda da nüfusun çoğun­ luğu ticaretle uğraşan bir ortadirekten ve beden gücüyle çalışan


İONYA BAHARI

1 13

dördüncü direkten oluşuyordu. K öleler de bundan nasiplerini alırlardı. “A ylaklar”, yani filozoflar, atletler, şarlatanlar ve kal­ dırım m ühendisleri azınlıktaydı gerçi, am a en çok da bunlar hakkında konuşulurdu; sıradan Y unanlının da böyle yaşadığı yolundaki sam işte buradan kaynaklanır. G erçekten de soylular dönem inde efendiler züm resi avlanm a, savaş, yarışlar ve zengin sofralarda k e y if çatıyordu, sonraki dönem de ise am eleliğin eleştirilm esi lafu güzaftı ve -k o m ile rin ve küçük burjuvaların bile kendilerim centilm enden saydığı ondokuzuncu yüzyıldaki centilm enlik g ib i- içerikten yoksun tarihi bir anıdan ibaretti. Fakat bu kuram ın tutarsız yanları da olsa tutm uştu. Para babala­ rıyla girişim cilerin neden am eleden sayılm adıklarını, gerçekte hiç çalışm ıyor olm alarıyla açıklayabiliriz sanırım. Lange, G eschichte d e r M aterialism us [M ateryalizm in Tarihi] adlı ese­ rinde sofistlerin yandaşlarının bile onlara, günüm üzde ünlü bir operete davranıldığından farklı davranm adıklarım yazar: “Çoğu kişi hem onlara hayranlık duyar hem de onlar gibi olm aktan utanırdı.” Lirikçiler zafer şarkılarını para karşılığında yazm ış­ larsa -h e m de zengin bir at çiftliği sahibinin siparişi üzerin eve para veren kişiye m ethiyeler düzm üşlerse de (biz olsak son derece bayağı bulurduk bunu) am ele diye dam galanm am ışlardı. Fakat yükselm iş olanları, günüm üz bankacıları misali o kadar çok para kazanırlardı ki, herkes onlara saygı duyardı. Oysa heykeltıraşlara fazla değer verilm ezdi, çünkü yaptıkları işin yorucu bir iş olduğu düşünülürdü. Eğer pdv au ao ç sözcüğü esa­ sen dem irci ocağının başın d a oturan biri anlam ına geliyorsa, dem ek ki döküm cü ve taş ustası da tipik birer ameledir. Plutarkhos, sanat eserinden sanatçının yaptığının aynısını yap­ m a gereğini duym adan da de zevk alınabileceğini söyler: “G ü­ zel kokuları ve erguvan rengini severiz, fakat esans ve boya im alatçılarının am ele olduğunu düşünürüz.” D em ek ki Plutarkhos, bir kum aşçı ya da esans im alatçısı ile bir tapınağın ya da heykelin yaratıcısı arasında fark gözetm ez. H atta ona gö­ re, güzel delikanlıların hiçbiri, sözgelim i bir Pheidias ya da bir Polykleitos, bir A nakreon ya da bir A rkhilokhos olmayı iste­ mez. A ncak şunu da unutm am alıyız: D ah a bir buçuk iki asır öncesine kadar “toplum ”un hiçbir üyesi, bir “ edebiyatçı”yı kendisiyle aynı seviyede görm ezdi ve örneğin Lessing ile R ousseau’ya bile hayranlık ve küçüm sem e karışım ı bir gözle


I 14

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bakılırdı. G örünüşe göre ressam lar, b u hükm ün hep dışında tutulm uşlardır - ya yüksek ücret aldıkları ya da yaptıklarına iş gözüyle bakılm adığı için. Vazo Y ine de rekor kıran koşucular, okçular, atçılar ve boksörlerRessam- den oluşan o halk, am eleler tarafından bütün öteki oyunculuklabg' rı süre bakım ından aşan eserlerle, yırtılm ası olanaksız bir re­ simli kitap gibi ebedileştirilm em iş olsaydı, bugün hiç kimse tarafından hatırlanm azdı. Y unan sanatı nasıl Y unan halkından sonra da yaşam aya devam etm işse, b u halk doğm adan önce de m evcuttu. H ellenler henüz tarihi bir halk olm adan çok önce de kendilerine özgü bir seram ik sanatına sahiplerdi. K uşkusuz bu onların ilk sanatıydı ve hem ressam lığı hem de heykeltıraşlığı Butades adında bir çöm lekçinin icat ettiğini söylerlerdi. G er­ çekten de m aden döküm cülüğünü bir seram ik tekniği olmadan düşünem eyiz ve vazo ressam lığının duvar ressam lığının anası olduğunu P om peii’ye bakarak görebiliriz. O dönem lerde envai çeşit kap vardı: Y iyeceklerin depolandığı çift kulplu am foralar, su çekm ekte kullanılan üç kulplu su testileri (hydria), şarapla suyun karıştırıldığı kaplar (krater), soğutm a kapları (psykter), boynuz kadehleri (rhyton), yağ şişeleri (lekythos), m erhem ku­ tuları (alabastron), çeşitli kupa ve güğüm ler, çanak, kadeh, tas ve tabaklar, huni ve kepçelere varıncaya kadar akla gelebilecek her şey m evcuttu. Erken dönem Yunan vazo ressam lığının ne bir “üslup taşıdığı” söylenebilir ne de “üsluplaşm aya başladı­ ğ ı”; vazo ressam lığı daha çok sade yapısı, m atem atiksel netliği ve kesinliğiyle başlangıçtan son dönem lere dek yalnızca Y u­ nanlılara özgüdür. H einrich B runn haklı olarak, seram ik res­ sam lığını resim yazısı diye niteler: A sıl önem li olan düşüncedir, biçim ise bu düşünceyi dile getirm e aracıdır sadece. Yunan ya­ şam ının nabzı bariz bir biçim de burada atar. O ysa heykelcilik, yaratıcının nefesinin daha yeni dokunduğu bir toprak parçası gibi yarı ölüdür henüz. H er şey resm ediim iştir: Tarım cılık, de­ niz yolculukları, zanaat, ticaret, savaşlar, ibadet, okullar, spor, yollar, ham am lar, za rif m ekânlar, çocuk odaları, evlilik, şölen, aşk, ölüm , ayrıca söylenin ve destanın bütün o renkli ve karan­ lık yaratıkları. O nuncu ila sekizinci ya da yedinci yüzyıllara ait olan ve çok eski çağlardaki örm e, dokum a ve kabartm a üsluplarından esin­ lenm iş olan geom etrik desenli kaplarda bile ilginç bir müzi-


İONYA BAHARI

1 15

kalite vardır. Bu kapların en ünlüleri D ipylon vazolarıdır ve A tina’daki çifte kapı D ipylon’un önündeki m ezarlıkta bulun­ dukları için böyle adlandırılm ışlardır. A tina, ülkenin başka hiç­ bir yerinde olm ayan ince bir toprağa sahip olduğu için başından beri seram ik endüstrisinin m erkeziydi. K apların başlıca süsü, uzam ı hüküm ran bir güç ve zarafetle bölüp dolduran çem ber ve haçlar, şim şekler ve sivri köşeli kom binasyonlardı. İnsanlar, atlar ve gem iler çocuk elinden çıkm ış gibidir; am a en güzel süslem elerin yanında duvar kâğıdı desenlerine benzer ilkel ka­ lıpların kullanılm ası kasıtlıdır belki de, ne de olsa tekstil m o­ tifleri taklit edilm ekteydi. T asvirlerdeki erkekler G irit usulü bağlarlar bellerini. Eh sevilen tem alar koro, cenaze alayları, araba ve deniz savaşlarıydı. A şağı yukarı altıncı yüzyılda seram iklerde siyah figürler kullanılm aya başlandı. Ö zellikle de A tm alılar sim siyah verniğe enfes bir m etal parlaklığı katm ayı başarırlar. B u türün en gözde örneklerinden biri dünyaca ünlü François vazosudur; 1845 yı­ lında François’nm bulduğu bu vazo Floransa m üzesindedir. Ayrı ayrı altı tasvir bulunur bu vazoda: K alydon dom uz avı; Patroklos’un cenaze töreni; T h etis’in düğününe katılan tanrılar alayı; A khilleus ve Troilos; değişik hayvan m ücadeleleri ve (vazonun ayağında) Pigm elerle turnalar arasında cereyan eden tu h a f bir savaş. Ç izim ler hayran kalınacak ölçüde zariftir. Silphion ticaretinin resm edildiği A rkesilas kadehinden daha önce de söz etmiştik. B urada da her şey doğaya sadıktır: Sivri şapkası, ucu sivri ve kalkık pabucuyla m ağrur kral; çalışkan ölçücü ve yükleyiciler; selviçe ve terazi; tasviri süsleyen hay­ vanlar: Panter, balıkçıl, m aym un ve kertenkele. Koşan, bağı­ ran, el kol hareketleri yapan son derece kibirli K yreneliler kuşu andıran sivri yüzleriyle karikatürleri anım satırlar, belki de A fri­ kalıların egzotik tarafı gösterilm ek istenm iştir - her iki durum ­ da d a çarpıcı bir gözlem söz konusudur. K ısm en ustaca olan bu m inyatürlerin her birinde M ısır sanatının etkisi gözden kaçacak gibi değildir; bu sanatın adeta tüm özellikleri mevcuttur: “R öntgen görüntüsü” ; nesnelerin betim leyici bir biçim de sıra­ lanması; “çarpık görüntü” ; süslem elerin bir parçası olan açıkla­ yıcı m etin; perspektifin g ö z ardı edilm esi; m odellerin çizim inde gölge ve ışık tekniklerinin kullanılm am ası; kalıplaşm ış ibareler kullanm aya düşkün gelenekçilik. K adınları (bir de atları) beya-


*1 1 6

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

za boyam a alışkanlığı bile M ısırlılardan olduğu gibi devralın­ mış b ir renk sem boliğidir, çünkü M ısırlılarda kadınlarla erkek­ ler kıyafet, figür ve çehre bakım ından neredeyse ayırt edilem e­ yecek derecede birbirine benzerdi, fakat Y unanlılarda böyle bir şey söz konusu değildi. A ltıncı yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkan kırmızı figürlü vazo ressam lığı, figürleri kilin renginde bırakm ası, figürlerin dışındaki alanı siyaha boyam ası bakım ından eski geleneği ters­ yüz etm iş, bu sayede figürleri çok daha ince bir biçim de boya­ m a imkânı doğm uştur. Ö rnek olarak iki ayrı tasviri ele alalım: “Sosias K âsesi”nde A khilleus P atroklos’un yaralarını sarm ak­ tadır: H em bu zorlu işi büyük bir dikkatle yapan A khilleus’un sıkıntısı hem de P atroklos’un çektiği bedensel acılar eşsiz bir biçim de yansıtılm ıştır: Patroklos başını çevirm iş, bir bacağını uzatm ıştır, hatta acısından gülüm sem ektedir - hayli ince bir gözlem . “C aeretana H ydria” ise, H erakles’in kendisini kurban etm ek isteyen M ısırlılara direnişini m izah dolu bir havada tas­ vir eder: B ir ham lede en az altı M ısırlıyı öldürm eyi başarır: İkisini tekm eleyerek, birini sol ayağıyla yere sererek, birini sağ ayağıyla, ikisini de dirseğiyle boğarak - enfes bir Baron M ünchhausen hikâyesi. Bu üsluptaki vazoları süsleyen son de­ rece narin yapılı, neredeyse kırılgan kişiler bu güç gösterilerine ancak m izahla yaklaşabiliyorlardı belli ki. G oblen dokum acılık sanatı da önem li bir seviyeye ulaşm ışa benzer. H ah dokuyucuları A kesas ile H elikon’un itibarı öylesi­ ne artm ıştı ki, bir şey özellikle övülm ek istendiğinde şöyle de­ nirdi: “A kesas ve H elikon’un elinden çıkm ış gibi.” Altıncı yüz­ yılda pinakes, kil tabletler de biliniyordu; bunlarda ağırlıklı olarak kahverengi, siyah ve lal gibi koyu renkler kullanılırdı; çizim ler ise tem iz ve düzgün, fakat sert hatlı olurdu; gözler pro­ filde bile önden görüldüğü gibi çizilirdi. Perspektifi küçültül­ müş resim ler çizen ilk kişinin P eloponnesos’tan Kleonaili Kim on olduğu söylenir. Heykelİlk zam anlar heykellerde yalnızca yum uşak m alzem e kuliatıraşlık nılırdı: T ahta ve kireç taşı. Y edinci yüzyılda m erm er kullanıl­ m aya başlandı; bronz döküm cülüğü ancak altıncı yüzyılın so­ nuna doğru Sam iler tarafından bulunm uştur. Bilindiği gibi, ilk Yunanlı heykeltıraş A tinalı D aidalos’tur; daha sonrakiler uzun bir süre onun okuluna m ensup olm akla yetinm iş ve tıpkı destan


İO NYA BAHARI

1J7

ozanlarının kendilerine H om erosoğulları dem eleri gibi bunlar da kendilerine D aidalosoğulları dem işlerdir. E skiden figürler bir blok halinde yapılırdı, fakat D aidalos k o llan bedenden ayırm ış ve bacakların arasım açm ıştır. B u yenilik heykellere do­ ğallık katm ası bakım ından kendi dönem inde epeyce yankı uyandırm ış, hikâyelere konu olm uştur. Ö rneğin, H erakles kendi portresine bir taş fırlatm ıştır. D aha sonra D aidalos hareket ettirilebilen bir A phrodite heykeli de yapm ıştır; bunun için ağaçtan oyulm uş büyük bir heykelin içine cıva koyduğu söylenir - adeta balm um u m üzesine yaraşır bir heykel. A po llo n ’un heykelleri olduğu düşünüldüğü için önceleri “A pollines” denen heykeller, altıncı yüzyıl kaynaklıdır. Bunlara günüm üzde daha çok kuroi, yani delikanlılar denir, çünkü bun­ lar ölm üş kişilerin m ezar anıtlarıydı. K orinthos’taki ünlü T enealı A pollon heykeli baştan sona cephe yasasına göre ya­ pılm ıştır: H afifçe öne eğilm iş sol bacağı hariç, her iki yarısı da tam am ıyla sim etriktir. Figürlerin genelde genç oluşu, heybetli duruşları, peruğu andıran saçları, birer yum ruk gibi duran elleri, gülüm seyen yüz ifadesi, hatta bir ayağın daha önde durm ası bile M ısırlılara özgüdür. M ısırlıların bunun için neden özellikle sol ayağı seçtiklerini Y unanlılar elbette bilm iyorlardı. Fakat heykellerin çıplaklığı tam am en yeni bir şeydi. Ö zellikle de ayaklar, bacaklar, dizler çok iyi verilm iştir, fakat gövde için aynı şey söylenem ez. Perslerin A tina A kropolis’ini iki kez (480 ve 479) yerle bir etm elerinin ardından Y unanlılar burayı yeniden inşa ederken harabeden yararlanm ışlardır. Ö nceki yüzyılın sonuna doğru, bu “Pers harabesi”nde erken dönem A ttika sanatına ait ilginç ör­ nekler bulunm uştur. Y üz ayak uzunluğunda olması nedeniyle H ekatom pedon denen eski A thena tapm ağı sarı-gri kireç taşı poros'tan yapılm ış, üzerine m erm er sıvası çekilm iş ve kuvvetli renklerle boyanm ıştır. F igürler sanki ağaçtan oyulm uş gibidir, resim lerin renkleri ise gayet keyfi, çoğunlukla m avi ve kırm ızı­ dır, bu renkler bugün bile oyuncakların vazgeçilm ez renkleri­ dir. G enelde kalıplaşm ış yüz ifadeleri kullanılır, örneğin yılan gövdesinin üzerinde üç insan kafası bulunan korkunç canavar Typhon, kendisini yıldırım kam asıyla öldürm ek isteyen Z eu s’a dostça sırıtır. H ekatom pedon civarında ortaya çıkartılan ve en az yarım asır daha yeni olan Parthenoi [bakireler] ve Korai


t 18

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

[genç kızlar] büyük bir ilerlem e kaydedildiğini gösterir. Bunlar m uhtem elen hizm etçi kadınları, daha doğrusu kent tanrıçasının cariyelerini tem sil eden on dört m erm er figürdür: Bu heykeller olabildiğince z a rif işlenip boyanm ış, beyaz m erm er yüzeylerin­ de yer yer etkili kontrastlar bırakılm ış, saç şekilleri ve elbisele­ rinin kıvrım larına da sanatsal bir zenginlik katılm ıştır, buna rağm en orantılı oldukları söylenem ez. Elbiseler, ayakkabılar, saç tuvaleti ve m ücevherlere büyük bir ustalıkla, m uhtem elen son m odaya uygun olarak şekil verilm iştir. Bu m üstehcen ve müstehzi, kaprisli ve fingirdek taş küm elerin soğuk asaletinde, İonya’nm kıym etli am a bir parça dekadan şıklığı, kısacası Yunan rokokosu dile gelir. Seksenli yıllarda kazı çalışm alarına katılmış genç A lm an sanatçılar, kuşkusuz biraz yapm acık olan bu genç hanım lara “teyzeler” adını verm iş, kızıl saçlı, yeşil gözlü, özel­ likle m ütebessim birine de “neşeli E m m a” demişlerdir. İlk A ııtenor 510 senesinden hem en sonra H arm odios ve Anıt A ristogeiton heykellerini yarattı. O tuz yıl sonra Kserkses bu heykelleri alıp S u sa’ya taşıdı, ancak B üyük İskender bunları ait oldukları yere geri götürdü. Fakat kısa süre sonra A tm alılar Kritios ve N esiotes’e iki heykel daha yaptırdılar. Bunların bir kopyası İm parator Fladrianus’un T iv o li’deki villasında bulun­ m uştur. Bu kopya m erm erdendir: A ristogeiton’un kafası antik­ tir am a heykele ait değildir. K ent tanrıçasını gösteren A tina kökenli bir övgü vazosundan da anlaşılacağı üzere, bu heykel vaktiyle epeyce popüler olm uştur: V azonun üzerinde çifte hey­ kelin bir kopyası vardır. Y unanlıların söz konusu heykel aracı­ lığıyla ebedileştirm eyi um dukları bu tarihi olay hakkında an­ lattıkları şeyler dikkatle ele alınm alıdır, çünkü “Tiranın öldü­ rülüşü” geleneksel bir klişeydi. R ivayete göre, H arm odios’un dostluğunu kazanm ak için boşu boşuna uğraştığını anlayan H ipparkhos intikam alm ak am acıyla H an n o d io s’un kızkardeşini Panathenaia şenliklerinden dışlar. H arm odios buna o kadar üzülür ki, şafak vakti sevgilisi A ristogeiton’la birlikte tiranı öldürür. Şayet bu yorum doğruysa, cinayetin nedeni kişi­ sel bir intikam dı, o halde bu çift de böyle kutlanm ayı hiç hak etm iyordu. Fakat büyük olasılıkla, bu ikisi cinayeti planlayan m uhalif bir soylular kulübüne üyeydi ve gerisi art niyetli bir dedikodudan ibaretti. Plinius, birbirlerine pek benzeyen bu iki heykel grubunun bir halkın diktiği ilk kam usal anıt olduğunu


İONYA BAHARI

1 19

söyler; gerçekten de bütün “anıtlar” onlardan türem iştir. Bu heykellerde, daha çok gelişim in yalın düşüncesi, yani eylem in kendisi değil, kahram anın eylem istenci tasvir edilm iştir. Her iki figür de çıplaktır (bu bile idealize eden bir m otiftir); H arm odios kılıcını çıkarır, A ristogeiton ise onu kolundaki har­ m anisiyle örter ve ilk darbenin boşa gitm esi ihtim alini göz önünde bulundurarak kendi kılıcını da kaldırır. H arm odios sev­ gili tiplem esidir: Saçları özenle yapılm ıştır, vücut hatları yum u­ şak, biraz abartılıdır; A ristogeiton ise, erkeklik gücünü sergile­ yen kaslı âşıktır; heykele saldırgan am a soylu bir devinim hâ­ kim dir. Bu heykel Y unanlıların iki sabit fikri olan özgürlük ve oğlancılığın m uhteşem bir anıtıdır. H eykeltıraşlık gibi m im aride de hızlı bir gelişim yaşandı. Tapm ak 600 yılından önce büyük taş yapılar yoktu. G irit-M iken kültü­ ründe bulunm ayan tapm ak, saray bünyesindeki şapelden gelişti­ rilm iştir. Zam anla tanrılar için de evler yapılm aya başlandı; başlangıçta bu evler insanlarm kinden pek farklı olm asa gerek: Sütunlu bir avlusu bulunan, ahşap ya da yarım kâgirden inşa edilm iş dört köşeli bir m egaron. B ilinen en eski Yunan tapm ağı olan O lym pia’daki H eraion, ahşap kasnak ve kerpiç tuğlalardan ibaret basit bir yapıydı. A ncak kısa süre sonra yapıların görü­ nüm ü kireçle ve boyalı kil plakalarla güzelleştirilm eye çalışıldı. Fakat taş m im arinin kökeninin ahşap m im ariye dayandığı yad­ sınam az: Sütunlar ve tavan kirişleri ağaç gövdelerini, sütun başlığı ise ahşap oym acılığı anım satır. Sunak dışarıda, tapınağın önünde yer alır; tapm ağın kendisi ise tanrı heykelinin evinden başk a bir şey değildir. Hıristiyan kiliselerinin yapısından çok farklı olan tapm ağın bütün düzeni buna göredir. Tapınanları içine alm ası gerekm ediği için büyük olm ası da gerekm ez. Y apının çekirdeğini Y unan evinin ana m ekânına tekabül eden naos oluşturur. A yrıca, klasik tapm ak biçim lerinde tapınağın etrafını bir sütun galerisi (peripteros) çevreler; bazen de tapm ağın bir veya iki kenarında sıra sütun, yani p rostylos veya am phiprostylos yer alır. B undan daha kar­ m aşık yapılara pek rastlanm az. D or üslubu altıncı yüzyılda olgunlaşm ıştır. Tepelerini renkli halkalı, ince hatlı bir sütun başlığı çanağı (ekhinos) ile dört kö­ şeli düz bir başlık tablasının (abakos) taçlandırdığı oluklu kai­ desiz sütunlar arşitravı (epistylion) taşırlar; bunun üzerinde oka


120

ANTİK Y U N A N ’,'N KÜLTÜR TARİHİ

benzeyen iiçüzyiv (triglyph) ya da rölyeflerle süslü m etoplarm sıralandığı friz yükselir. Y apının üst kısm ını uzunca bir çıkıntı teşkil eden saçak kornişi (geiso n ), büyük plastik kom pozisyon­ ların bulunduğu alınlık tablası (tym panon) ve başlı başına bir sanat eseri olan zengin desenli yağm ur oluğu (sim a) ve üçgen çatı oluşturur. Bu rengârenk tabloyu üçüzyivlerin altındaki guttae, g eiso n 'u n alt kısm ındaki friz ve akroterler tamam larlar. Ü çüzyivler, guttae ve geison erguvani renkte, arşitravla friz, frizle geison arasındaki çizgiler kirem it kırm ızısı bir renkte ci­ lalanm ış, dam lalar yaldızlanm ıştı; fakat bütün bunların yanı sıra sayısız burm a ve palm iye süsleri de rengârenk tutulm uş, hey­ kellerse parlak renklere boyanm ıştı. B oyam a düzenleyici oldu­ ğu için yapıcı bir öğe, yapı parçalarının biçim i ve düzenidir ve Y unan m im arisinden ayrı düşünülem ez. N itekim , bir Hellen bizim “klasik” olduğunu sandığım ız can sıkıcı gri meclis bina­ larım ızı görseydi tüyleri diken diken olurdu. Rengin salt “pito­ resk” bir öğe olm adığını harita çizim lerinde ve benzeri bilimsel araçlarda da (örneğin, Eski A h it’in m etin katlarını gökkuşağı renklerinde veren “G ökkuşağı İncili”) görebiliriz. N e yazık ki, en iyi harita ressam ları bile gelişm iş bir renk anlayışından yok­ sundurlar ve çoğunlukla ya göz boyarlar ya da -d a h a da kötü­ s ü - yanıltırlar, örneğin turuncu ile zincifre ya da erguvan ile deniz m avisi gibi akraba renklerin yeterince kontrast oluştur­ m adığına hiç dikkat etm ezler. Sütun Yüzeysel karşı akım ları saym azsak, Y unan m imari fikri Re­ form hareketinden bu yana A v ru p a’ya hâkim olan burjuva klasisizm ine tam am en ters bir fikirdir. O nda herhangi bir gizleme, değiştirm e.ve farklı kılm a isteği yoktur; her şeyi ideal çıplaklığı içinde sunm a hırsıyla, iskeletini, kaslarını ve gücünü gösterme, uzuvların işlevlerini açık seçik yerine getirm esi arzusuyla dolup taşar. O ysa A lm anya’nın iktisadi gelişim yıllarındaki mimarisi ne kadar farklıdır: H erhangi b ir yapının ya da yapı unsurunun kendini olduğu gibi dile getirm esinden öylesine utanırdı ki, açıkçası böyle bir şeyi uygunsuz, hatta şoke edici bulurdu. Y a­ van bir oyun sergileyen barok da sanat duyarlılığından ne kadar yoksun olduğunu, çıtkırıldım sütunları ve bölünm üş duvar ke­ m erleri, yapıştırılm ış cepheleri ve boyalı tonozları, sahte m er­ diven sahanlıkları ve hiçbir şey taşım ayıp sadece figüranlık yapan kirişleriyle yeterince belli eder.


İONYA BAHARI

12 1

Sütunu icat etm iş olan M ısır’da da sütunların herhangi bir çatıyı desteklediği yoktu, desteklem esi de gerekmiyordu: Nii sakininin aşkın dünya duygusu p ek gerçekçi sayılm azdı. Buna karşılık, Y unan sütununun binayı taşım ası düşüncesi, en ince ayrıntısına varıncaya dek hesap edilm işti. D esteğin gücünü artı­ ran olukların yüksekliği, çapı ve dağılım ı bakım ından sütunun gövdesi tam da kendilerinden bekleneni yerine getirirler; tıpkı boyundaki daralm a gibi, entasis, yani sütun karnı da aynı am a­ ca hizm et eder. M ısır sütun başlıkları sayısız çeşitlem eleriyle birer biçim oyunu ya da dini sem bol iken, Yunan sütun başlık­ ları insan m antığının en yüksek ürünüdür: M atem atiksel bir sadelikte olan fakat işte tam da bu yüzden ekhinos ve a b akos’a indirgenen D or sütunu; süslü b aşlığıyla esnek bir yay tertibatı gibi rahat ve güvenle taşıyan am a buna karşılık zengin sütun kaidesinin ağırlığına ihtiyaç duyan İonya sütunu. O lukları, yum urta-ok desenleri, palm iyeleri, sarm aşıkları ve bütün o diğer bezem e ve incelikleriyle İonya sütununun, eşsiz bir heybet ve dürüstlükle yalnızca gerekli olanı söyleyen sade D or sütununun yanındaki etkisi, şık giyim li P arthenoi’nin çıplak A pollines’in yanındaki etkisi gibidir: Kadınsı ve m onden, geveze ve süs düşkünü, narin ve zeki, tabii biraz da hafifm eşrep. İonya Y unan lirizm inin de vatanıdır. H ellenler ince sezgileri Müzik sayesinde lirik türlerin term inolojisini çok erkenden oluştur­ m uşlardır. T anrılara resm i yoldan seslenm enin adı hym nos idi; D ionysos’a hitaben seslendiklerinde dithyram bos, A pollon’a yakardıklarında ise paian. Threnoi, ölm üş kişilere düzülen övgü dolu şarkılar ve ağıtlardı; epin ikio n ’lar yarışlarda galip gelenleri öven şarkılardı, fakat sipariş üzerine yazıldıkları için başarılı kişilerden ziyade, zengin araba ve at sahipleri göklere çıkarılır­ dı. D üğün gecesi yeni evliler için söylenen epithalam ios, yani serenat ve ziyafet sırasında söylenen skolion daha neşeli şarkı­ lardı. A şk şiirleri büyük ölçüde eşcinsel erotizm e adanm ış, an­ cak H ellenistik dönem de daha çok kadını ele alm ış, fakat çok geçm eden pornografiye dönüşm üştü. Lirik şairler kelim enin tam m anasıyla birer bestekârdı, çünkü şair ile besteci (çoğu zam an şarkıcı da) aynı kişiydi; bir şair her koşulda bir m üzis­ yendi, dahası Y unanlılar salt enstrüm ental eserleri bile şiirden sayardı. Ü çüncü kardeş ise danstır: Khoros, öncelikle dans yeri, sonra dans edenler ve şarkıcılar dem ektir; şu halde koro aslında


122

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHÎ

dans m üziğiydi ve H ellas’ta belli bir dereceye kadar da öyle olm aya devam etti. Y aklaşık 600 yılından itibaren icra edilen başlıca sanat m üziktir. Bu dönem de k ith ara’nın tel sayısı artırı­ lır, flüt ve nota yazısı icat edilir. A nakreon ya da Pindaros gibi şairler için m etnin Richard W agner için oynadığı rolden daha önem li olm adığı kesindir, bu nedenle onların sanatı üzerine fazlaca bir yargıda bulunam ayız: elim izde yalnızca TristarC ı ya da M e iste rsin g e f i kalm ış b ir W agner hakkında ne düşünebilir­ dik ki? Y unanlıların ulusal çalgıları lir, kithara ve arp gibi telli çal­ gılardı. D aha sonra, üç nefesli çalgı eklendi bunlara: Syrinks, aulos ve salpinks. İlki bizdeki çoban kavalına, İkincisi de aşağı yukarı klarnete tekabül eder; üçüncüsü, trom pet, yalnızca sinyal amaçlı kullanılırdı. K itharodia ve aulodia vardı: A rp ya da flüt eşliğinde şarkılardı bunlar. A m a kitharistik ve aulistik de vardı, yani telli ve nefesli enstrüm anlarla yapılan sözsüz müzik. Şar­ kılar ya bir solistin m o n o d ia ’siydi ya da tek sesli ve basit ok­ tavlarda şarkı söyleyen erkek, oğlan ve genç kızların khoro d ia ’sı. Ç algılar da tek sesliydi ve birkaç basit nota figürü, bir giriş taksim i ve bir de ara taksim iyle şarkının melodisini izlerlerdi. İkinci ses, akor, kontrpuan ve çok sesli orkestra ben­ zeri şeyler henüz bilinm iyordu. Belki de biliniyordu da Y unan­ lılar bunları istem iyordu, tıpkı ara renkleri reddetm iş, perspek­ tiften uzun süre kaçınm ış olm aları gibi. O nların ahenk kavram ­ ları bizim kinden çok farklıydı: O nlara göre ahenk, daha çok “oran” dediğim iz şeydi: Parçaların bütünle ve kendi ölçüsüyle uyum lu olm ası. Fakat ahenk kavram ları öylesine güçlüydü ki, baştan sona koca bir dünya görüşüne hâkim di. Bu anlam da “ahenk” evrensel ve m atem atiksel, m im ari ve fizyolojik, politik ve etik bir kavram dı. M üziğin Y unanlıların yaşam ında ne kadar önem li bir rol oynadığı tahm in bile edilem ez. Y unanlıların ses­ lerin gücüne yatkınlığı ve duyarlılığı, bizim kavrayışım ıza kı­ yasla patolojikti diyebiliriz. M im arileri akan m üzikti, hitabetleri ise dile gelm iş m üzik. M üzikle başarıya ulaşm ış tedaviler hak­ kında o kadar çok şey anlatılır ki, bunların salt şiirsel birer ef­ sane olm adığı kesindir. Y unanlıların II. M essenia savaşını T yrtaios’un şarkılarıyla kazandığını daha önce belirtm iştik; kara ve deniz savaşlarının kaderini zam an zam an borazanlar birliğinin tayin ettiği de rivayetler arasındadır. K ulak tırm alayı-


İONYA BAHARI

I 23

cı, sinir ve ahlak bozucu “kötü” m elodiler tam anlam ıyla vatana ihanet dem ekti. K ahram anlık eylem lerini coşturan, ruhsal den­ geyi kuran ve ruh bedenden ayrılıp tanrıyla birleşinceye kadar esriten o üç tarz bile tonlara ne denli önem verildiğini kanıtlar. Y unanlılar atları bile m üzikle, “at çifleşm esi m elodisi” (vöpoç ijnrödopoç) denen m üzik eşliğinde çiftleştirirdi: Bu sayede bir­ birinden güzel tayların doğacağına inanırlardı. Y unan m üzik tarihine dam gasını vuran kişi Paroslu ArkhiA rkhilokhos idi: Canlı tem ponun ve antik heterophonia'nın, lokhos yani ezginin değişik figürlerle zenginleştirilm esinin ve bir tür m elodram atik konuşm a olan pa ra ka ta lo g e’nin m ucidi diye bi­ linirdi. A rkhilokhos soylu bir baba ile köle bir annenin yoksul çocuğuydu. Y edinci yüzyılın ortalarında yaşam ış olm alı, çünkü astronom inin de tespit ettiği, N isan 6 4 8 ’deki bir güneş tutulm a­ sını betim lem işti. K endisinden geriye tam am ı yüz elli dizeden ibaret birkaç şiir m üsveddesi kalm ıştır. A yrıca, A ristoteles’in deyişiyle p sıp o v ÂEKTiKdııaıov, “ifadenin en iyi ölçüsü” iam bos’un da m ucididir. G erçekten de, esnek iam bos'tan ve eskilerin “ ia m b o g ra frd e n saydığı biraz daha uyuşuk karşıtı trokhaios’tan daha doğal ve şiirsel bir hece ölçüsü yoktur. A s­ lında “o k ” dem ek olan iam bos ilk zam anlar yalnızca polem ik yapm ak için kullanılırdı. A rkhilo k h o s’u bilen bütün çağlar, sö­ zün keskin gücünü, ani fikrin parıltısını ve im gelerin canlılığını ,ona dayandırır, adını H om eros’la birlikte anarlardı. Dahası, A rkhilokhos oklarını kinizm in zehrine ve edepsizliğin çam uru­ na banm aktan da geri durm am ıştı; alaycılığı öyle korkunçm uş ki, kurbanlarını ölüm e sürüklerm iş. A ttika kom edyası öğren­ diklerinin çoğunu A rkhilokhos’a borçludur; H oratius ve Catullus onu taklit ettiklerini açıkça itira f ederler. Takriben 6 0 0 ’den önce yaşam ış olan Sardeisü A lkm an’a ait Alkımın çok az fragm ana sahibiz. B unlardan biri “Ü ber ailen G ipfeln ist R uh” [Tüm D orukların Ü zerinde H uzur V arj şiirini hatırlatan niteliktedir: “D ağlar uykuya dalm ış: Yarlar, şahikalar ve uçu­ rum lar, ağaçlar ve hayvanlar, orm andaki yaban, arılar, denizin erguvanı derinliğindeki canavarlar ve hafifm eşrep kuş sürüleri, onlar da uykuya dalm ış!” S parta’nın dans eden bakireleri için Lakonia lehçesinde p a rth en eio n ’lar söylem iştir. Bu şairin başlı­ ca özelliği, p athos ve poz nedir bilm eyen ferahlatıcı bir doğal­ lığa ve kendisiyle alay etm eyi de unutm ayan güleryüzlü bir


124

Klegeia

Alkaios be Sappho

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

espri anlayışına sahip olm asıdır. A rtık yaşlandığını hissettiğin­ de, genç dişi kuşların kanatlarında taşm an bir yalıçapkını olm a­ yı diler. “A lkm an oburunun sevdiği g ib i” bir üçayaklı kazan dolusu bezelye ezm esinden hayranlıkla söz eder; m evsim ler için, “ Üç tane yaratm ıştır tanrı: Y azı, kışı ve güzü; dördüncü olarak da baharı yaratm ıştır, gerçi baharda ortalık yem yeşildir, am a yeterince yiyecek yoktur,” der ve K uzen H agesikhora’yı şöyle över: “Saçları altın sarısıdır, ışıl ışıl, gümüşi çehresi de öyledir - adam sen de, tutm uş ne diyorum ? İşte orada duruyor ya H agesikhoram ız!” A lkm an koral lirizm in de babası diye ge­ çerdi, en önem li halefi, 600 senesi civarında Sicilya Himerası’nda âşık çoban D aphnis figürünü yaratm ış olan Stesikhoros idi. Bu lirik figür barok şiire kadar yaşam aya devam etti, oysa S tesikhoros’un kendisi eskiçağların sonlarına doğru unutulup gitti. A şağı yukarı aynı dönem lerde A n ad o lu ’da K olophonlu M im nerm os şiir yazıyordu. Istırap dolu aşk şiirlerinde, kocayan şaire flütüyle eşlik eden Lidyalı güzel N a n n o ’yu överdi. Şiirle­ rinin ana m otifi, gençlikle birlikte neşenin de sona ermesidir: “Neye yarar artık yaşam ak ve talih, güzelim sevgi uçup gittik­ ten sonra?” Y alnızca bir süreliğine çiçek açar, sonra er geç ölüm ün kucağına düşeriz ya da türlü kusurlar ve beyhude öz­ lem lerle dolu, “oğlanların reddettiği, kızların kaçtığı” içi geç­ miş bir ihtiyara döneriz, “ işte, tanrı yaşlılıların sırtına böylesine ağır bir yük bindirir.” B öylece M im nerm os elegeia’nın yaratı­ cısı olm uştur. E leg eia ’nın biçim i daktylik bir heksam etre ile daktylik bir pentam etreden oluşan d istikh o n ’dur: “Heksam etrede fıskiyenin su sütunu yükselir, pentam etre ise m elodiyle dökülür.” Fakat eskiçağda eleg eia ’lar her zam an “hazin” değil­ di: Savaş şarkısı ve m eyhane türküsü, iğnelem e ve yakarış, si­ yasi ve felsefi bir taşlam a, her türlü düşünce ve görüşün, m uha­ kem e ve duygunun konduğu bir kaptı. Ü zerinde bir büst yer alan kilom etre taşı “Flerm es”in ön yüzüne yerin adı heksam etreyle yazılır, arka yüzünde ise elegeia biçim inde bir özlü söz yer alırdı. İonya’da 600 civarında m elos ortaya çıkar. B ununla elegeia ve iam bografi’nin henüz bilm ediği strophe form unda ustalıklı şarkı anlaşılır; elbette m elo s’& daha zengin bir enstrüm antasyon ve karm aşık bir m üzik bilgisi eşlik ederdi. A lkaios, dört dizelik


İONYA BAHARI

125

A lkaios stro p h e’sinden oluşan o d e ’yi bulm uştur. S appho’ya verdiği şiiri “sapphik” hece ölçüsünde yazar, o da ona “alkaik” dizelerle bir şiir yazarak karşılık verir - adeta karşılıklı ziya­ rette bulunan hüküm darların birbirlerinin üniform alarını giy­ m eleri geleneğini anım satan bir nezaket örneği. A lkaios, L esbos’taki M ytilene’de yerleşik eski bir soydan gelir. Bu ada­ nın bile paçayı kurtaram adığı iç savaşlarda büyük bir şevkle soyluların yanında yer alm ıştır. L esbos’un Solon’u olan P ittak o s’u “düztabanlı b ir yağ tulum u” ve “palavracı bir çap­ kın” diye tanım lar, oysa P ittakos yedi bilgeden biriydi ve onu bağışlam ıştı, daha sonra sikkeler üzerinde birlikte yer alm ışlar­ dır. A lkaios tutkulu genç asilzade kişiliğine sahipti; ana tem ala­ rı spor, içki, parti kavgası ile kulüp yaşam ıydı, özellikle de şa­ raptan aldığı h az şarkılarını bir renk cüm büşüne boğar. A lkaios o d e’lerinden birinde S appho’nun aşkı için yalvarır: “Siyah lüleli, gül yüzlü Sappho, sana bir şey söylem ek istiyo­ rum, îakin utanıyorum , söyleyem iyorum .” Sappho ise şöyle karşılık verir: “Erdem i sevseydin ve de soylu bir niyetin olsay­ dı, dilinin ucundaki sözlerden utanıp gözlerini yere indirmezdin.” Gelm iş geçm iş en şık red cevaplarından biridir bu. Sappho’nun kalbi hem cinslerine aitti. O ğlan sevgisini haykıran ozanlarda boş yere aradığım ız o duygusal derinlik Sappho’nun aşk şiirlerinde fazlasıyla m evcuttu. D ünya edebiyatının ilk ka­ dın şairi, aynı zam anda da en büyük kadın şairidir o. Vezin sa­ natı bakım ından onun dizeleri A lk aio s’un dizelerinden üstün­ dür, yum uşaklık ve yarattığı atm osferin sihri bakım ından da ancak yeniçağ lirizm inin sonlarına doğru aşılabilm iştir. Öte yandan, gemi azıya alm ış tutkusu ve dobralığı sanatına eril bir hava katar. E ro s’un gücünü, m eşe ağaçlarını sarsan bir fırtına­ ya, tatlı dilli bir yılana benzetir. G eç eskiçağ S appho’nun güzel oğlan Phaon’a duyduğu m utsuz aşktan dolayı kendisini Leukas kayalıklarından aşağı attığı efsanesini uydurm uştur. G rillparzer daha sonra b u efsaneyi bir V iyana varoş tragedyasına dönüştür­ dü: Ü nlü bir opera yıldızı delikanlının birine âşık olur am a de­ likanlı “cici k ız” M elitta’yı tercih eder. B ununla beraber, ka­ dında şehveti ruhsallıktan ayrı düşünm ek erkeğe nazaran daha zordur. O vidius, S appho’nun şiirlerinden daha duyusal bir şeyin olm adığını ileri sürm üş ve R om alı genç hanım lara bunları hara­ retle tavsiye etm iştir. Tabii O vidius bu şairin bütün eserlerini


I 26

Anakreon

Theogn*s

ANTİK Y UNAN'İN KÜLTÜR TARİHİ

okum a şansına sahipti, ancak S appho’nun erotizm inin incelikle­ rini bütünüyle kavradığı söylenem ez. E skiler Sappho’yu Sokrates’le kıyaslam aya bayılırdı; bizler de benzer bir biçim de, S appho’yla kız öğrencileri arasındaki ilişkiyi Sokrates’le çö­ m ezleri arasındaki ilişkiye benzetebiliriz: Eros, bedensel güzel­ liğin görünüm üyle ateşlenm iş, fakat bir şairin erişebileceği en yüksek tinsellik ve ancak bir kadında olabilecek derin hassasi­ yetle aydınlanm ıştır. Bu konuyu daha fazla deşm ek, örneğin G oethe’nin F riederike’sini ve diğer şairlerin aşklarını didik di­ dik eden sayısız araştırm a kadar ahm akça ve kabacadır. Bu noktada dünyayı ilgilendirebilecek tek şey, gerek G oethe ge­ rekse de Sappho’da şairin bir kadına yönelen duygu dünyasıdır; gerisi özel yaşam la ilgilidir. B u arada, insanların güya onurları­ nı kurtarm ayı am açlayan savunm aların (profesörlerin bundan anladıkları, ilişkilerin aslında platonik olduğunu, kanıtlam aya çalışm aktır) en az skandal öyküleri k adar bayağı ve banal oldu­ ğunu belirtelim . Flerhangi bir ölüm lünün, zevk sahibi her insan kadar devletin de reddettiği bu başbelalarına yakayı kaptırm ası için ne kadar ünlü olm ası gerektiğini tespit etm ek, çalışkan edebiyat tarihçileri için bitm ez tükenm ez bir konudur. S appho’dan geriye daha fazla eser kalm ış olsaydı, eskiler gibi biz de kendisine “onuncu M usa” gözüyle bakabilirdik. O y­ sa, ince ruhlu bir zevk düşkünü ve gösteri m eraklısı olan Teosiu A nakreon’un toplu eserleri bizleri büyük bir ihtim alle hayal kırıklığına uğratırdı. B u ünlü şair kendisini süs diye tutan Polykrates’in sarayında yaşıyor ve heyecanlı, fakat biraz yü­ zeysel şiirlerinde altın lüleli kızları ve kara gözlü oğlanları, m uhabbetin eğlencelerini ve anın nim etlerini yum uşak zengin m elodiler eşliğinde övüyordu - fazla yum uşak olm aları nede­ niyle bu dizeler okullarda okutulm uyordu. A nakreon, Y unanlı­ lara bir tü r gençlik şarkıları kitabı bahşetm iştir. E phesoslu H ipponaks beş iam bos'ta n ve bir trokhaios’tan oluşan özgün kholiam bos’u ya da hin kia m b o s'u yaratır - adeta şeytani bir hece ölçüsüdür bu. W ilhelm Schlegel şöyle der: “Ö yle görünüyor ki, kholiam bos habire bilgelik taslayan sanat yargıçlarına hitap eden bir şiirdir, am a hiçbir şey bilm ediklerini anlasınlar artık.” Fakat daha son ra sanat önderliği anavatana geçer. D or kökenli soylu şair T heognis 500 civarında yaşam ış­ tır. D evrim nedeniyle vatanı M eg ara’dan sürüldüğü için, öfke


İONYA BAHARI

127

oklarını devrim den yararlanıp “soyluluk” tahtını ele geçiren “soysuzların” üzerine yağdırır. G erçi aristokratlar sonunda geri dönm eyi başarır, ancak talihsizlik onu büsbütün aydın ve ılımlı biri yapar; um utsuz bilgeliği ise şu sözlerden ibaretti: “B ir tek kişi bile am acına erişem ez, çünkü tanrılar kafalarına estiği gibi tayin eder sonum uzu.” O ndan geriye uzun bir gnom oloji -a ğ ıt­ larından derlenm iş bir deyişler a n to lo jisi- kalm ıştır; fakat der­ leme olduğu için bu zatın özgünlüğünü yeterince belli etmez, ayrıca araya başka şairlerin dizeleri de karışm ıştır. Theognis baştan ayağa eski bir aristokrattır; ahiakı sın ıf ahlakıdır, deyiş­ ler derlem esi ise soylulara hitap eden katolik bir dua kitabıdır G erçek bir D or olarak yalnızca oğlancılığa ilgi duyar: Ö ğretile­ rini sevgilisi K yrnos’a ith af eder. K aranlık bilgeliği m uştulayan ilk kişi odur: A sla doğm am ış olm ak en iyisidir; am a işte bir kez doğduktan sonra derhal yeraltım n kapılarını zorlam ak, üzerinde bir yığın toprakla orada yatm ak gerekir. Yeni bir çağın başladığını T heo g n is’in çağdaşı olan ve SimoKyklad adalarının en kuzeyindeki ada olan A ttika’nın güney- nides doğusundaki K eos adasından gelen Sim onides m uştular. D ü­ şünce yüklü, im gelerle dolu epin ikio n’ları ve nükteli, sivri epigram ları için bedelini ödeyen herkesin -ö v ü lm ey i hak etm e­ diği h a ld e - bunları sipariş edebileceği söylenir. Şarkılarında neden tanrıları değil de hep insanları övdüğü sorulduğunda, “T anrılardan para gelm iyor da ondan,” dem iş ve bilgelik mi yoksa zenginlik mi daha evladır sorusuna şöyle karşılık vermiş: “Bilem iyorum . B ildiğim tek şey, bilgelerin zenginlerin kapısını aşındırdıkları.” Fakat olanca kinizm ine rağm en, etkileyici ve önem li bir şahsiyettir. L essing onu V oltaire’e benzetir. Fakat unuttuğum uz bir şey var: G öze hiç çarpm adığı halde, Aisopos insanlık için İonya ve A iolia lirlerinin bütün ezgilerinden belki çok daha önem li olan bir Şark arm ağanı: A iso p o s’un masalları. A isopos, yedi bilgenin zam anında yaşam ış Frigyalı bir köleydi, çirkin ve kam bur, hatta önceleri dilsizdi - Flephaistos örneğindekine benzer bir sem bolik görebiliriz bunda. O bir tür Yunanlı E ulenspiegel idi, fakat E u lenspiegei’den çok daha soylu ve de­ rindi. Sağduyusu ve insan sarraflığı sayesinde her durum un üstesinden gelm eyi başardığı, sade ve sam im i yaşam anlayı­ şıyla yeryüzünün büyük insanlarını utandırm ayı bildiği sayısız anekdot ve efsaneyle çevrilidir hayatı. H ayvanlar kralı ve Av-


128

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

rupa versiyonunda tilkiye dönüşm üş olan kurnaz çakal vezir tiplem eleri ona aittir. Ö yküleri dünyayı fetheden bir sadelik ve kısalıktadır, sözgelim i: “ K urdun biri, çadırlarında kuzu yiyen çobanlara, ‘Sizin bu yaptığınızı ben yapsaydım dünyayı ayağa kaldırırdınız!’ dem iş.” A tm alılar onun adına bir heykel dikmiş ve fabllarını okullarda okutm uşlardır. M asallarını K allim akhos hinkiam bos'lara, İm parator A u g u stu s’un azatlısı Phaedrus da fevkalade güzellikte L atince iam bos’lara uyarlam ıştır. Sonraki çağlarda bütün dünya tarafından taklit edilm iştir: Luther, R eineke V os, Lafontaine ve L am otte’dan tutunuz, Gellert, Lessing ve G o eth e’ye kadar. Dor Epikharm os altıncı yüzyılın sonuna doğru Y unan dünyasıKomed- n ın karşı kıyısı S yrakusai’de D or kom edyasını yaratır. Daha yası sonra A ttika kom edyası tarafından gölgede bırakıldığı için on­ dan geriye sadece kırıntılar kalm ıştır. Epikharm os selefleri gibi sıradan bir şaklaban değildir, az çok filozoftur ve zarif bir ha­ tiptir. Sonradan Y unan kom edyasında önem li bir yer edinecek olan asalak tipini sahneye koyan ilk odur. Platon ona çok değer verir, am a m im o s üstadı S ophron’u da önem serdi. M im os, sahne kullanm adan solo ve grup gösterileriyle gündelik yaşam ın pa­ rodisini yapan -ü s te lik nesirle, ki bu o zam anlar için olağanüstü bir cesaret ö rn e ğ i- yine S yrakusai’de ortaya çıkm ış yeni bir türdü. B iz olsak buna kabare derdik, nitekim P laton’un bazı diyalogları da bu türe dahil edilebilir. G örünüşe göre Epikharm os’un asıl gücü, oyuncularına söylettiği özlü sözlerdir ve bazıları N estro y ’u anım satan niteliktedir, zira onda da ben­ zer bir durum söz konusuydu, hem sonra o da lehçeli yazıyordu (elbette bu özelliği çeviride korum ak im kânsızdır): “B irbiri­ m izden hoşlanm am ıza ve birbirim izi güzel buluyor olm am ıza şaşm am ak lazım: Ö küz öküzü, eşek eşeği, dom uz dom uzu çok beğenir” ; “İnsan dediğin nedir ki: Şişirilm iş tulum ” ; “Aklı ba­ şında ol ve kuşku duy: İşte tinin kolları” ; “Elbisenin kuyruğu uzun olsun ki seni bir şey sansınlar”; “Ö lm ek istem iyorum , ama ölü olm ak - bence bir sakıncası yok.” H erakleitos’la ilgili ola­ rak, borçlarım ızı ödem em iz gerekm ediğini, çünkü bu borçları alan kişinin artık aynı kişi olm adığını, ayrıca herhangi bir da­ veti kabul etm em iz gerekm ediğini çünkü bu daveti alan kişinin ertesi gün aynı kişi olm adığım söyler. Z aten çağdaşı olan düşü­ nürlerle ilişki içinde olm uşa benzer, ne de olsa Y unan felsefesi


İONYA BAHARI

î 29

altıncı yüzyılda altın çağm a, hatta belki de doruk noktasına ulaşm ıştı. H egel felsefe tarihi kavram ını, en azından Y unan felsefesi Thales tarihini “felsefe dizgelerinin tarihteki ardıllığının, fikirdeki kav­ ram tanım ının m antıksal doğrultudaki ardıllığıyla aynı olduğu” ilkesi üzerine kurdu: D üşüncenin gelişim inde ebedi olan gerekli anlar, felsefe tarihinde zam ansal olan gerekli dizgelerdir. “Her felsefe,” der H egel konuşm alarında, “zorunlu olarak vardı ve hiçbiri geçerliliğini yitirm edi” - son derece felsefi, tarihsel, derin ve doğru bir düşünce. N e var ki, uygulam ada gerek felse­ feye gerekse tarihe kötülüğü dokunm uş, kalıp ve klişe haline gelm iştir. B una göre İonyalı doğa filozoflarının ilkin dünyanın özdeğini, Pythagorasçılarm ise dünyanın biçim ini sorgulam aları gerekm işti; bu ikisinden de, özdek ile biçim in uyum una dair üçüncü bir soru, dünya sürecine dair soru ortaya çıkm ıştır. Bu sorulara H erakleitosçularla E leacılar farklı yanıtlar verm işlerdi: H erakleitosçulara göre hiçbir şey süreç değildir, bütün oluş gö­ rünüştür; diğerlerine göreyse her şey süreçtir, oluş dünya ilke­ sidir. Yani her felsefe okuluna ders kitabının içinden, üzerinde çalışacakları bir p arag raf verilir. Ders, geç dönem Y unan felse­ fesi, Hıristiyan ve yakınçağ felsefesiyle devam eder ve H egel’le son bulur: Hadem e zili çalm ış, ders bitm iştir. G erçekte, Yunan düşüncesinin uyanışı pek böyle değildir, daha çok safdil ve şai­ rane bir biçim de oluşm uştur. Y unanlılara göre felsefenin babası, yedi bilgenin önderi M iletoslu Thales idi. İnsanların altın çağı olduğu düşünülen kırkıncı yaşm a bastığında İÖ 585 yılıydı. O nun hakkındaki anekdotlar ilk batılı düşünür olm asının yanı sıra filozof kim liği­ ne de işaret eder. R ivayete göre, yıldızları gözlem lerken kuyuya düştüğü için Trakyalı bir hizm etçi kız tarafından alaya alınır: G ökte neler olup bittiğini biliyordur da, burnunun dibindeki şeylerin farkında değildir. Platon bu alayın, felsefede yaşayan herkese uyarlanabileceğin!, H egel ise, diğerlerinin çukura düş­ mesi diye bir şeyin söz konusu olam ayacağını, çünkü çukurdan hiç çıkm adıklarım söylem iştir. G erçekten de, gökyüzüne bakan insanlar yeryüzünde hep düşm üştür. Onun hakkında anlatılan şu öykü de önem lidir: Thales, m eteorolojik gözlem leri sonu­ cunda olağanüstü zengin bir zeytin hasadının yaklaştığını fark eder ve piyasadaki bütün zeytin preslerini satın alır, daha sonra


130

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bu presleri kiraya vererek büyük bir kazanç elde eder. Söylen­ diğine göre Thales bunu, bir bilim adam ının isterse bilimi ra­ hatlıkla kazanca dönüştürebileceğini kanıtlam ak için yapmıştır. H em sonra bir filo zo f ne diye beceriksiz olsun ki? Dünya işle­ rini en az başkaları kadar kotarm asını o da bilir, am a bunu istem iyordur, o kadar. D ahası Thales çok basit bir yöntem le pi­ ram itlerin yüksekliğini belirlem iştir: Piram itlerin gölgesini, insanın gölgesinin uzunluğu boyuyla aynı olduğunda ölçmüş. K olom b’un yum urtası: F ilozof olarak nitelendirilm eyi hak eden bütün filozofların alanı budur işte. Thales, Y unanlıların elektron dedikleri m anyetit cevherine ve kehribara bir ruh isnat etm iştir, böylece m anyetizm ayı ve elektriği önceden sezm iştir diyebiliriz. Bütün her şeyin tanrı­ larla dolu 7U/vto. 7i/.fjpT] 0eG5v olduğunu belirtm iştir, bu da açıkçası genel bir dirim selciliği varsaydığının imgesel bir ifade­ sidir. A ristoteles’in dediğine göre, var olan her şeyin aslının su olduğunu söylem iştir. Ç oğum uzun sandığı gibi kuru bir genel­ leme değildi bu elbette, uzunca bir araştırm a ve düşünm enin sonucuydu. A ristoteles’e göre, Thales bu ilkeye hayvanların ya­ şamının kanda, bitkilerin ise suda olduğunu gözlem leyerek var­ mıştır; gerçekten de ölüm birinin susuzluktan kurumasıyla, diğe­ rinin ise kan kaybetm esiyle gerçekleşir ve her ikisi de ancak de­ vamlı bir su buharı banyosuyla var olabilir. Hayvanların büyük bir bölüm ü öm ür boyu suda yaşar; karadakilerin bir kısmı ise daha yavru iken (larva, iribaş vb.), bir kısmı da en azından do­ ğumdan önce (ana rahmindeki suda ve yum urtanın sarısında) ve doğum dan sonra suyun yakınında yaşar. Su, kütle bakımından da bitki ve hayvan bünyesinin tem el unsurudur. Y er kabuğunun m aruz kaldığı bütün değişim leri suyun etkisine bağlayan neptünizm , onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında hayli revaçtaydı. H örbiger’in sıkça sözünü ettiğim iz buz devri kozm ogonisinde de dünyanın en önemli yapı taşı buzdur. D em ek ki Thales’in felse­ fesi, tarihçilerin uzun süre iddia ettiği gibi çocuksu değildi. AnakT h ales’ten yaklaşık yarım asır sonra yıldızı parlam ış olan simand- M iletoslu A naksim andros’un durum u da T hales’ten farksızdır. ros D ünyanın ilkesinin (ap%f|) sınırsızlık (aîteıpov) olduğunu söy­ lediği D oğa (jıepı (pbasraç) adında bir eser yazm ıştır, fakat bu eser m aalesef kaybolm uştur. Sınırsızlık her şeyi kapsam akta ve her şeye hükm etm ektedir, ebedi ve yok edilem ez olması nede-


İONYA BAHARI

13 J

niyle tanrılara eştir. A naksim andros bu gizem li apeiron ile am ­ pirik özdeklerden birini değil -ç ü n k ü bunların hiçbiri sonsuz d e ğ ild ir- dünyanın deneye tabi tutulam ayan, ancak kavram dü­ zeyinde bilinebilen öğesini kasteder. A naksim andros, batı dün­ yasının ilk m etafızikçisidir. Fakat işin tu h a f yanı, bir tür N ew toncu ve D arw inci olm asıdır. Y erkürenin uzayda serbest dolaştığını, dünyanın sonlarındaki eşit m esafeler sayesinde dengede tutulduğunu, karadaki hayvanların başlangıçta yeryüzü henüz sıvı haldeyken suda yaşadıklarını, insanın da ilkin balığa benzer bir yaratık olduğunu öğretir. Darwinci öğreti de uçan canlıların sudaki canlılardan m eydana geldiğini söyler ve bu görüşü dünyada ilk önce yalnızca sudaki yaşam ı müm kün kıl­ mış olan yaşam koşullarıyla, suda yaşayan organizm alarının basit yapılarıyla ve suda teneffüsten havada teneffüs etmeye giden m etam orfozun hâlâ sürm esiyle (balık ve yusufçuk ör­ neklerindeki gibi) tem ellendirir. E n m odem Darvvincilerden biri olan E dgar D acque insanın, hayvanların tarihsel gelişim inde bütün büyük hayvan fam ilyalarına eşlik ettiği, dolayısıyla ilk insanın da m uhtem elen am fıbik bir yaratık ya da bir balık insan olduğu görüşünden yola çıkar. A naksim andros’tan özgün haliyle geriye yalnızca bir frag­ man kalm ıştır, fakat bu m etin koca bir felsefe kitabına denktir: “ Şeyler, zam anın düzenine yaptıkları haksızlığın bedelini öde­ m ek ve oluştukları şeylerin içinde yok olm ak zorundadırlar, öyle de olması gerekir.” G elm iş geçm iş en derin düşüncelerden biridir bu: Bireysellik bir suçtur, ebedi kökenden bir kopuştur, cezası ise dünya ruhunun evrenine geri dönüştür. A şağı yukarı aynı dönem lerdeki B udizm ’in hâkim düşüncesi de böyledir. Kendisini her şeyin ilkesi a tm a n ’ la bir sayan ve kendi ruhunu bir yanılsam a olarak gören herkesin eseri alev almış bir saman çöpü gibi yanıp tutuşur ve m üstakbel eseri ise lotus çiçeğinin yaprağında asla tutunam ayan dam lalar gibidir. Fakat Anaksim andros’un yukarıdaki cüm lesinin son zam anlarda farklı bir okunuşu tespit edilm iştir: B una göre “SıSövcu y a p a û ı â 8ıjcr|v Kai rioıv xfjç aöııclaç, haksızlığın cezasını ve bedelini ödem ek” sözlerinden sonra bir de “akkf|koıç, birbirlerine” vardır. Yeni okum a doğru bile olsa eski m etnin dışına çıkm ayı pek istem e­ yiz, çünkü anlam epeyce kayar. Bu sözlerin anlam ı daha çok şöyledir: V ar olanlar ebediyen sürüp giden düzen nedeniyle


132

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

birbirlerine karşı suçludurlar ve zam anın acım asız gidişatı ve hükm ü gereğince her haksızlığın sonucu ceza ve çöküştür. Bu bile derin ve güzel bir düşüncedir. İlki bir Y unanlı için nere­ deyse fazla derinken, İkincisi tam Y unanlıya özgü bir düşünce­ dir. Dünya, yüke karşı gücün, tabana karşı da sütunun harfiyen ölçülüp biçildiği bir tapınaktır; bu tekilde derhal fark edilm i­ yorsa da, bir adım geri atıp bakan kişiye görünür. E m erson’ın com pensation'd a en sevdiği düşünce şudur: “İyilik etm ek do­ ğanın son am acıdır. Fakat bizim gördüğüm üz iyilikler, yeniden başkasına aktarılm alıdır, dirhem dirhem , birer birer, sonuna kadar... D ünya bir çarpım tablosuna ya da bir m atem atik denk­ lem ine benzer, nasıl kullandığım ız fark etm ez, o kendi kendini dengede tutar. Y aptığım ız her şeyin üzerinde suskun, tarafsız bir m erci vardır, görünm ez.” Ü çüncü bir M iletoslu ise A naksim andros’tan yaklaşık yirmi yaş daha genç A naksim enes’tir. O na göre dünyanın temel öğe­ si havadır, hem “her yerde” hem de yaşam ın koşulu olduğu için. E serlerinden geriye kalan tek bölüm şöyledir: “Nasıl ki bizi hava olan p sy k h e ’n â z bir arada tutuyorsa, pneutna [nefes, soluk] ve hava da bütün evreni sarıp sarm alar.” G ök cisim leri­ nin yaratılışı konusunda K ant-Laplace kuram ına benzer bir ku­ ramı vardı: O na göre bu cisim ler, yoğunlaşm a ve artan soğu­ m ayla m eydana gelm iş ve üzerinde yaşanılır kılınm ıştır. Evre­ nin havayla değil de, aith er'le dolu olduğunu bilm iyordu el­ bette. B una karşılık biz de a ith er'in ne olduğunu bilmiyoruz. Ö zetle diyebiliriz ki: M odern kavram larla ifade edecek olursak, M iletoslular düşünüyor olsalar da, basitçe birer doğa araştırmacısıydılar. Bugün Laplace, Lam arck, D arw in ve D acque gibi bilginleri de filozoftan saym ıyoruz. Bu nedenle, “İonyalı doğa filozofları” biçim indeki alışıldık tabir yanıltıcıdır. Y unanlılar bunlara “fizyolog” dem işlerdir, ki bu zaten doğa araştırm acısı dem ektir. B ununla beraber, bu insanlar esenlik dolu bir birliğin hüküm sürdüğü, spekülasyon ve deneyin, m etafizik ve gözle­ min henüz branşlaşm adığı bir çağda yaşıyorlardı. PythaPythagoras’ı sınıflandırm ak daha zordur. Platon onun için goras şöyle der: “Bu kadar çok yüceltilm esinin nedeni, yaşam biçim i­ nin belirli bir yol gösterm iş olm asıdır” ; onun özelliğinin çekir­ deği de bu olsa gerek: Pythagoras, daha yüksek bir varoluş bi­ çimi arayanların önderi ve tim saliydi. H ayatının en verimli dö­


İONYA BAHARI

133

nem inde m em leketi Sam os’u terk edip A şağı İtalya’ya yerleşir. O radaki K roton’da yarı dini yarı siyasi bir okul kurar. O kulun üst derecelerinde belli başlı çetin kurallar hüküm sürm ekteydi: Evlenm em ek, her gün kendini denetlem ek, yıllarca susmak, keten giysiler giym ek, yalnızca kanlı kurban eti, et ve yum urta perhizi değil, fasulye perhizi de yapm ak - fasulyeye neden kar­ şı oldukları bilinm iyor. P ythagoras’ın A p o llo n ’un oğullarından biri olduğu, Babil, İran ve M ısır’a dek uzanan yolculuklara çık­ tığı, hatta bir keresinde H ades’e bile yolculuk ettiği ve evren­ deki uyum u duyabildiği söylenir (sonuncusu daha çok bir anekdottur, fakat yanlış da sayılm az, çünkü devinim deki denge bir m üziktir sonuçta ve ancak hassas bir kulak tarafından algı­ lanabilir). O nunla ilgili anlatılan hayvan öyküleri A ziz Francesco’yu çağrıştırır: Bir balık sürüsünü satın alıp serbest bırakm ış; bir kartal yanm a konm uş ve kendisini ona okşattır­ mış; dişi bir ayıyı sakinleştirm iş, karnını doyurm uş ve bir daha canlılara saldırm am ayı öğretm iş. Pythagoras beşinci yüzyılın başında ileri bir yaşta M etapontum ’da öldü; m uhtem elen oraya dem okrasi hareketinden kaçıp gelm işti, çünkü düpedüz aristok­ rat bir okulu vardı. H içbir şey yazm am ıştır, am a sözleri öğren­ cileri tarafından özenle ezberlenm iştir; bir iddianın sonuna “a u ıö ç ecpa, bunu bizzat o söyledi” sözü eklendiği zam an bu iddianın doğrulundan şüphe duyulm azdı artık. O na atfedilen deyişlerde gerçek bir dindarlık, dünyanın değersiz görülmesi, yüksek bir hakikat duygusu ve uhreviyet, kısacası Y unanlı ol­ m ayan bir sürü özellik vardır; buna rağm en H ellen dünyasında bir tür peygam ber ve m uhalif rolü oynam ıştır. H erakleitos onun bilim sel etkinliğini kastederek, insanlar sı­ rasında en çok araştırm a yapan kişinin Pythagoras olduğunu söyler, fakat bunu ukalalığa ve kitsch ’e vardırdığını da ekler, çünkü H erakleitos kendisi dışındakileri kale almaz. Pythagorasçıların tem el dersleri jim nastik, tıp ve m atem atikti; m atem a­ tiğe, aritm etik, geom etri, astronom i ve m üzik de dahildi. Bu bölüm lem e eskiçağ boyunca bir düstur olm ayı sürdürmüştür, Pythagorasçıların belki de en büyük özelliği, astronom i ve mü­ ziği bir tür uygulam alı m atem atik diye ele alm ış olmalarıdır. Çeyrek, beşli ve oktav gibi ses aralıklarının basitçe 3:4, 2:3 ve 1:2 biçim indeki rakam sal ilişkilerle ifade edilebildiğini keşfet­ miş, buradan hareketle antikçağın sonlarına doğru bile anlaşı­


134

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

lam am ış olan derin bir bilgiye ulaşm ışlardır: H er şey müzik, uyum ve rakam lardan ibarettir. D ünyayı tek ve çift rakam lar ilkesine göre sınıflandırdıkları bir tür tabio çizm işlerdir. Buna göre, 1 rakamı tek ve çift rakam lar dizisini m eydana getiren asli rakam dır. T ek sayı sınırlı olandır, çift sayı ise sınırsız (çünkü sonsuza bölünebilir). B u arada, asıl Y unan yorum una göre sı­ nırlı olan daha m ükem m el olandır ve bu düalizm e evrendeki karşıtlar denk gelir: Tekil ve çoğul, sağ ve sol, erkek ve dişi, aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü, vs. D ahası, “nokta” birliğin ilkesidir; “çizgi” (iki nokta tarafından belirlendiği için) ikili li­ gin; “yüzey” üçlülüğün; “vücut” ise dörtlülüğün ilkesidir: 1, 2, 3 ve 4 ’ün bütün cisim ler dünyasını oluşturm asının yanı sıra rakam lar dünyası da bu sayılardan ibarettir, çünkü 1+2+3+4=10 ve diğer sayıların tam am ı, bu ilk dizinin yalnızca birer tekrarı­ dır. T ek rakam ların tam am lanm ış birer rakam olduğu gerçeği bunların karelerin farklarından m eydana gelm iş olm alarından da bellidir: 3= 22- l 2, 5= 32-22, 7= 42-32, 9= 52-42 ve ardışık tek sayıların toplam ı da daim a kareye eşittir: 1+3=2+ l+ 3+ 5= 3z, l+ 3+ 5+ 7= 42, l+3+5+ 7+9= 5 ta lCT’ye kadar. Bu birkaç örneğe bakarak Pythagorasçılığm esasen nereye varm ak istediğini üç aşağı beş yukarı tahm in edebiliriz. G erçekte tem el ilkesi G alileo ilkesinden farklı değildir: “ Evrenin kitabı, rakam larla yazılm ıştır” ; örneğin, aynı yapı taşlarından oluşan m addeler arasındaki değişikliği atom sayılarının farklı olm asına, renkle­ rin çeşitliliğini ise frekanslara dayandıran m odern doğabilim de aynı ilkeye dayanır. Fakat P ythagorasçılık bununla da kalm a­ m ış, m atem atikle m istisizm arasında bir ittifak kurm uştur. Bu bile ya ln ızca ilk bakışta çelişkilidir, çünkü yalnızca tem el m a­ tem atik rasyoneldir, oysa yüksek m atem atik bir tür sihir, m ut­ lak olana açılan bir tür kapıdır. Bu yüzden, A lm an m istiklerin önde gelenlerinden biri olan N ovafıs şöyle der: “G erçek sihir­ bazın asıl aracı m atem atiktir; en yüksek yaşam m atem atiktir; tanrıların yaşam ı m atem atiktir, din sa f m atem atiktir.” Ve ger­ çekten de Pythagorasçılık, O rphik dine çok yakındı: O da ruh göçüne inanıyordu. K adınların önem li bir rol oynam asının ne­ deni de buydu belki - Y unanlı olm ayan bir başka özellik daha. En özgün dogm alarından biri, m atem atik dünya görüşüne fazla uzak düşm eyen /u a ıy y E V E aı'a , yani bengi dönüş öğretişiydi. Sim plikios’un söylediğine göre, A ristotelesçi Eudem os bir ke-


İONYA BAHARI

135

resinde öğrencilerine şöyle dem iş: “H er şeyin geri döndüğünü söyleyen P ythagorasçdara inanacak olursak, o zam an bir gün yine benim karşım da oturacaksınız ve ben size yine ders anlatıp şu değneğim i sallayacağım ; diğer her şey de bundan farklı ol­ m ayacak.” Bilindiği gibi, N ietzsche bu düşünceyi felsefesinin sonuncu evresinde yeniden ele alm ıştır. N ietzsche şöyle der: “Enerjinin oluşm ası ilkesi, bengi dönüşü gerektirir” ; buradan da şu sonuç doğar: Dünya, “varoluşun büyük zar oyununda, kom bi­ nasyonların tamam ını hesaplam ak zorundadır. Sonsuz bir zaman diliminde, olanaklı her kom binasyon günün birinde mutlaka kay­ dedilir, dahası, sonsuz kereler kaydedilirdi.” “Ebediyen tekrar­ lanmak zorunda oluşunu kutsayan bir dünya”, “ebediyen kendi kendini yaratan, ebediyen kendi kendini yok eden D ionysosça bir dünya”, “çem berin m utluluğunda bir h ed ef yoksa eğer, başıboş­ tur” . Gelgelelim , N ietzsche’nin yepyeni değerler tablosu ve kuş­ kusuz “asla-olm am ış-olan” gelişim i temsil eden üst-insanıyla nasıl bağdaşır bu? Bu tür itirazlar N ietzsche’nin yanında sönük kalır, ne de olsa o bir doğa felsefesi dogm asının değil, ahlaki bir koyutun peşindeydi: “Düşüncelerin düşüncesini kendine ait kıl­ dığın zaman, o seni dönüştürür. Y apıp edeceklerini ilgilendiren en önemli soru: ‘A caba bunu sayısız kereler mi yapm ak istiyo­ rum ’ sorusudur.” Y alnızca en yüksek, en bilinçli töreler tarafın­ dan taşman felsefeler (belli ki Pythagorasçı felsefe de bunlara dahildi) bu düşünceyi kaldırabilecek güçtedir. Pythagoras’la aynı dönem i paylaşanlardan biri de Ksenop- Eleacıh anes’tir. “E leacılar” arasında sayılsa da Eleacı değildir, çünkü lar hem kökeni A nadolu’daki K olophon’dur, hem de (ki bu daha da önem lidir) felsefesi bir dizge olm aktan ziyade M iletosluların safdil gerçekçiliğine dayanan felsefi bir şiirdir ve çoktanrılı egem en dünya görüşüne karşı polem ik yaptığı için Eleacılığa olum suz bir yön çizer. K senophanes, m esleği icabı gezgin bir ozandı, fakat yoksulluğu ve pejm ürde görünüşüne rağm en, kim bilir belki de sırf bu yüzden, yüce düşünürlük m akam ında otur­ duğunun abartılı bir gururla farkındaydı. Evrenle ilgili görüşle­ rini, altılı hece ölçüsünde (heksam etre) yazdığı didaktik bir şi­ irde dile getirm iştir, fakat bu şiirin büyük bir bölüm ü kaybol­ muştur. “H om eros ve H esiodos, insanlığın yüz karası diye tabir ettikleri her şeyi tanrılara yüklem işlerdir: H ırsızlık, zina ve ya­ lan.” V e Feuerbach’ın “H om o hom ini deus” [İnsan insanın tan-


136

ANTİK YUNAN’:N KÜLTÜR TARİHİ

rısıdır] ilkesine çok önceden ulaşm ıştır: B ir EtiyopyalI tanrısını kara ve basık burunlu olarak düşünür, Trakyalı sarışın ve mavi gözlü, öküz ise m uhtem elen öküz, at da at olarak. Fakat Feuerbach’da kuru ve geç kalm ış bir anekdot olan her şey, kılı kırk yaran İonyalı K senophanes’te olağanüstü bir yenilik ve cesaret örneğidir. O nun için “ne cism en ne de fikren ölümlülere benzeyen” bir tanrı vardı yalnızca, “ salt göz, salt kulak, salt us” ve bu tanrı bütün evrenle özdeşti, e v k c u jrav, bir ve bütündü. Ksenophanes ilk panteist H ellendi, aynı zam anda da bütün bü­ yük şairler gibi bilinem ezciydi: Tanrı ve doğaya dair kesin bir bilgiye ne kim se ulaşm ıştır ne de ulaşacaktır, çünkü görünüş her şeyi kaplam ıştır. D ünyam ızın bir görüntü dünyası olduğu yönündeki bu dü­ şünce K senophanes’te yalnızca şairane bir genellem e iken, P lato n ’un tanım ıyla “B üyük P arm enides”te kapsam lı bir öğre­ tinin tem ei direği haline gelm iştir. Parm enides 500 senesi civa­ rında A şağı İtalya’nın batı sahilinde Phokaialılara ait bir koloni olan E lea’da parlar; bu koloniden geriye en ufak bir harabe bile kalm am ıştır. D idaktik şiirlerinden elim izde yaklaşık yüz elli dize vardır. Şiir iki bölüm den ibarettir: İlki gerçeği (âA-pOsıa), İkincisi ise sanıyı (8öÇa) ele alıyordu, ya da diyebiliriz ki, şiirde gerçek dünya ve duygu dünyası konu edilm işti; şiirin bütününe Schopenhauervari bir başlık atılabilir: V arlık ve Tasarım O larak D ünya. Parm enides şiire bir hayalle başlar: G üneş bakirelerinin sürdüğü bir araba kendisini gecenin koynundan alıp ışığın ku­ cağına bırakır; bu fantastik im ge yersiz de değildir hani, çünkü gerçekten de bir çakışta dünyanın görüngüselliğini aydınlatm ış olan şim şeği, insanüstü bir bilm enin kapılarını aralayan tanrısal bir aydınlanış ve çağrı diye algılam ış olm alıdır. Parm enides şunları d a söyler; “ Benim için bütün çıkış noktaları birdir, ne de olsa dönüp dolaşıp aynı yere varıyorum .” Sürekli tekrarlanan bu tem el düşünce, var olanın birliği, ebediliği ve özdenliğidir. O biriciktir, başı ve sonu yoktur, süreğendir (onvexâç). “ Vardı ya da olacak diye bir şey söyleyem eyiz, ancak şimdi var diye­ biliriz.” Fakat etrafım ızdaki doğa bu ifadeyi doğrulam az; aksi­ ne, doğa, çokluk, oluşum , çözülüş ve dönüşüm den başka bir şey sergilem ez. D em ek ki doğa haksızdır ve oluş dediğim iz şey, buna ilk varan için bir yanılsam a, sonsuz cüretkârlıkta bir so­ nuçtur! Fakat Parm enides onu diyalektik olarak da temellen-


İONYA BAHARI

137

dirmeye çalışır: V ar olan oluşm uş olam az, ne var olandan -ç ü n ­ kü zaten var olanın k en d isid ir- ne de v ar olm ayandan -ç ü n k ü var olm ayan zaten y o k tu r-; yok olam az da, aksi takdirde var olm ayana dönüşm esi gerekirdi, hatta sonsuz da olam az, aksi halde tam am lanm am ış, eksik olurdu. Bu düşünce, Pythagorasçılıktaki “çift”in değersizliği düşüncesi kadar tipik bir Yunan düşüncesidir ve çelişkili görünen şu düşünce daha da Y unana özgüdür: V arlık bir küredir! H er yana eşit ölçüde ya­ yılm ış, bütünüyle orantılı, yuvarlak ve kendi içinde kapalı: O na ebediyeti bahşeden de işte budur. Bu m utlak varlık sa f düşün­ ceyle kavranabilir, çünkü “düşünce ile düşüncenin nesnesi öz­ deştir,” der Parm enides. P lato n ’un idealar öğretisini, hatta D escartes’tan H eg el’e kadar bütün felsefeyi işte böyle muştulamıştır. Yine altıncı yüzyıl dönüm üne doğru H indistan’da, 447 yı- Diyaleklında N irvana’ya ulaşm ış olan G autam a - B u d d h a - çokluğun tik yalnızca bilm eyenler için söz konusu olduğunu öğretiyordu. Çokluğun yanılsam a olduğunu anlam ış birisi iflah olm uş de­ m ekti. Parm enîdes’in felsefesinin bu ikinci kısm ını, yani duyu­ lar dünyasının sahteliği öğretisini zekice geliştiren bir başka kişi Elealı Z en o n ’dur. Z enon, Parm enides’in öğrencisi ve (Plato n ’a göre) sevgilisidir, dem ek ki Y unanlılarda m etafizikte bile eşcinsellik vardı. A ristoteles Z enon için diyalektiğin mucidi dem iştir. Zenon, çıkış yolu bulm anın im kânsız olduğu aporia '\a n y\a (çıkm azlarıyla) ünlüydü. Sözgelim i, her cismin hem sonsuz derecede küçük, hem de büyük olduğunu ileri sü­ rer: Sonsuz derecede küçüktür, çünkü sınırsızca bölünebildiği için hep birlikte yine sonsuz derecede küçük b ir şey oluşturan sayısız parçanın toplam ından ibarettir; sonsuz derecede bü­ yüktür, çünkü söz konusu sınırsızca bölünm eyle sonsuza kadar büyütülebilecek sonsuz sayıda parça kalacaktır elimde, bu par­ çalarla cism i birleştirebilirim ve ne kadar kullanm ış olursam olayım , yine de elim de sayısız çoklukta parça kalacaktır. Bu düşünce zinciri -k a ste n ya da b ilm e d e n - yanlış yorum lanm ış olan sonsuzluk kavram ına dayanır. Cism i istediğim kadar parçalayayım , toplam ı daim a -^--x (ya da bunlar sonsuz sayıda parça ise ~ °o ), kısacası “ 1”, yani cism in kendisi olacaktır. Diğer üç aporia'sı ise, “ok”, “m edim nos” [bir hacim ölçüsü birim i] ve “phalakros” [kel] idi. Y aydan çıkan ok hareketsizdir, çünkü


138

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

zam anın en küçük birim i olan “şim d f’de, yalnızca bir yerde buiunur, yani sabit kalır ve işte katettiği zam an da böylesi an­ lardan oluştuğu için ok asla ileriye doğru hareket etmez. B ura­ daki hile “diferansiyeP’in o ’ya eşit olm asıdır. “ Şim di”ye, son­ suz küçük zam an birimi dediğim iz d f ye (f’nin diferansiyeli), sonsuz küçük yol dediğim iz ds aittir ve v - s / t form ülü gereğin­ ce, en ufak zam an birim indeki okun hızı d s /d f dir, o/o değil. M edim nos ya da arpa yığını şu paradoksa dayanır: Bir kova buğday yere döküldüğünde ses çıkar, am a bir buğday tanesi bu sesi çıkartm az, dolayısıyla ya toplam ses bir yanılsam adır ya da buğday tanelerinin sessizliği. Bu paradoksu, ilk Fechner’in keş­ fettiği algının eşik değeri yasasıyla rahatlıkla çözebiliriz. Her uyarı, ancak algı eşiğini aşabilecek güçteyse fark edilir. Buğday taneleri de ses çıkartır, fakat bunların yalnızca toplam ı eşik de­ ğerini geçebiliyordur. B unun için kaç tanenin gerektiğini ancak deneyle saptayabiliriz. O ysa “phalakros” sorusu çok daha kar­ m aşıktır: Kel olm ak için kaç saç telinin dökülm esi gerekir? Bu sürecin başlam ası için tek bir telin dökülm esi yeterlidir. M ese­ leyi genelleştirdiğim izde, çözülm esi çok zor bir düğüm le kar­ şılaşırız: K avram oluşturm aktaki keyfiliğim iz. Fakat bu izle­ nim lerim izden ziyade, P arm enides’in yegâne doğru dünya diye gördüğü idealar dünyasına bir itiraz anlam ına gelir (bu haliyle “phalakros” ilkin M iletoslu bir Sokratesçi olan E ubulides’te görülse de, Z en o n ’la ilkeleşir). A p o ria 'lar, K ant’ın “A ntinom ien der reinen V ernunft” [Saf aklın çatışkıları] dediği önerm elerin öncüleridir. Kant, evetlenm eleri kadar değillenm eleri de doğru ve kanıtlanabilir olan önerm eleri böyle adlandırır. Ö rneğin, dünya zam ansal açıdan sınırsız büyüklüktedir. A m a eğer zam an içinde bir başlangıcı yoksa, şu ana kadar çoktan sonsuz bir süre geçm iş olmalıdır; geçip gitm iş bir sonsuz süre ise anlam sızdır. Şu halde dünya, zam ansal açıdan sınırlı büyüklüktedir. A m a zam an içinde bir başlangıcı olsaydı, bu başlangıç zam anının öncesinde dünyanın, yani hiçbir şeyin henüz v ar olm adığı bir zam an olm alıydı, yani boş bir zam an ki, yine anlam sız. Sorunun çözüm ü, dünya bütü­ nünün verili b ir boyutta, bilgim izin ve ussal etkinliğim izin bir nesnesi olm am asında yatar. Bize göre dünya, bir “kendinde şey”dir, yani tasavvurum uzun ötesindedir. B u bakım dan, za­ m ansal olarak ne sınırlı olduğunu ne de sınırsız olduğunu söy-


İONYA BAHARI

13 9

leyebiliriz, çünkü zam an “kendinde şey” karşısında geçerliliği olm ayan, öznel, insani bir düşünce biçim idir. Parm enides’in tam tersini öğreten E phesoslu H erakleitos’un Herakyıldızı Parm enides’le aynı dönem de parlar. H erakleitos, Kral leitos K odros’un soyundandı ve kutsal görevlerle yüküm lüydü, ancak kendisini tam am ıyla felsefeye adayabilm ek için görevlerini kardeşine devretm işti. M em leketi için iyi şeyler düşünm ezdi: “Ephesoslulartn yapacağı en hayırlı iş, gidip kendilerini as­ m aktır.” Başka bir sefer de şöyle der: “D ilerim zenginliğiniz sizi hiç terk etm ez de, sefih yaşam ınız hep ortada olur.” Zaten kitleden nefret eden bir insandı. O na göre, kitle halk ozanlarının idaresindeydi ve çoğunluğun kötü, azınlığınsa iyi olduğunu bilm iyordu, “çoğu hayvanlar gibi tıkınm ış, öylece yatıyor.” Fakat kitleden farklı olanlar da yaranam ıyordu ona: “Çokbil­ m işlik tini geliştirm ez, aksi halde H esiodos’u, P ythagoras’ı, K senophanes’i ve H ekataios’u da aydınlatm ası gerekirdi.” H om eros ile A rkhilokhos’un dayaklık olduğunu söylerdi. “Ben kendim i aradım ” sözleriyle karakterize ettiği felsefesinin anla­ şılabileceğine inanm azdı. “ K öpekler, tanım adıkları herkese havlarlar, avam da kendisi için yeni olan her şeye saldırır” ; “ Hep m evcut olm uş olsa da, insanlarda logos duygusu diye bir şey yoktur, ne ondan haberdar olm alarından önce ne de haber­ dar olm alarından sonra” ; “Sağır gibiler, varken yoklar.” Eski­ çağ H erakleitos’a “K aranlık” (o GKoıeıvoç) adını verm iştir; Sokrates ise onun hakkında şöyie der: “A nladıklarım , yüksek bir tinin kanıtıdır, inanıyorum ki, anlam adıklarım da öyledir; fakat bunları anlam ak için D eloslu bir dalgıç olm ak lazım ,” (en usta dalgıçlar D elos’tan çıkardı). H erakleitos’un aforizm alarm da hüküm süren kasvetli ve ağır hava, kuşkusuz bilinçli bir üs­ lubun sonucudur ve kasten gizem lidir. D elphoi kehanet m erke­ zine ilişkin söyledikleri kendi aforizm aları için de geçerlidir: “N e söyler ne de gizler, sadece işaret eder.” K endisinden geriye bilm eceye benzeyen cüm le kırıntıları kalm ıştır, fakat eserinin, bir araya geldiklerinde görünm ez bir dizge oluşturan bu yapı taşlarından kurulduğu kuvvetli bir ihtim aldir, bu durum N ietzsche’nin “M orgenröte” [Tan K ızıllığı] adlı yazısında ya da orta dönem inde kalem e aldığı diğer yazılarında da görülür. B unlar bir jile t kadar keskin, ışıl ışıl ve heybetli m etinlerdir; bir elm as kadar sert ve göz kam aştırıcılardır: “Zam an, dam a taşla-


140

ANTİK YUNAN'İN KÜLTÜR TARİH!

rını süren, oyuna dalm ış bir çocuktur” ; “H er türlü yolu denesen bile ruhun özünü kavrayam azsın, o kadar derindir onun özü”; “İnsanın daim onu onun ei/ıav’ud ur” ; “K arışım çalkalanm azsa ayrışır” . H erakleitos’un ünlü “A ynı nehirlere hem gireriz hem gir­ m eyiz, hem biziz hem değiliz, aynı nehre iki kere girilm ez,” cüm lesi dünyevi olan her şeyin ebedi bir değişim e tabi olduğu­ nu, varoluşum uzun da böylesi bir nehre benzediğini anlatır. H erakleitosçu K ratylos ise aynı nehre girm enin bir kez bile m üm kün olm adığını söyleyerek işi daha da ileriye götürm üş ve bir yaştan sonra da konuşm ayı tam am en bırakarak ebedi akışa parm ağıyla işaret etm ekle yetinm iştir - onun kastettiği m uhte­ m elen şuydu: O luş öylesine uçucu ve kavram lam azdır ki, onu sözle sabitlem eye çalışm ak sahteleştirm ek dem ektir. Parm enides gibi H erakleitos da şeyleri, bize birbirine ters aldatm acalar sergilem ekle, bizi ısrarlı bir O lm ak’ları olduğu konusunda yanıltm akla suçlar. Israr, iki zıt kuvvet arasında bir denge kurulduğunda görülür. H er olay, çelişkiye düşm enin ve yeniden uzlaşm anın bir sonucudur, savaş şeylerin babası, Epıç tartışm adır, dünyanın nabzıdır. B ilindiği gibi, H egel’in felsefe­ sinin tem el düşüncesi dünya gelişim inin ardındaki itici gücün çelişki ve çelişkinin çözülm esi olduğudur. H eg el’de olduğu gibi H erakleitos’ta da her durum karşı durum a dönüşebilir, dolayı­ sıyla karşıtını kendinde taşır. “K itle,” der alayla, “H esiodos’la aydınlanm ayı um ar, en bilgili kişinin o olduğunu sanır; o ki daha gece ile gündüzü tanım az, çünkü her ikisinin bir olduğunu bilm ez.” G ece, gündüzü doğurur, gündüz de geceyi, o halde gece örtük gündüzdür, gündüz de potansiyel gece. Cansızdan canlı olur, canlıdan ölü; uyanıştan uyku olur, uykudan uyanış; yaz ve kış, açlık ve tokluk, yorulm a ve dinlenm e, sağlık ve hastalık, gençlik ve yaşlılık için de aynısı geçerlidir. E rkek ile dişi karşıt çiftinden yaşam , karşıt ünlülerle ünsüzlerden dil, yüksek ve alçak seslerden uyum m eydana gelir. Bu uyum her şeye hükm etm ektedir; bu uyum un algılanam ayacağını ileri sü­ renlere H erakleitos şöyle haykırır: “ap p o v ip âcpavıjç xqç (paveppç K p E İrto v , görünm eyen uyum , açığa çıkm ış uyumdan çok daha kuvvetlidir.” O nun derin anlam lı benzetm esi, Plato n ’un Sym posion’daki [Şölen] benzetm esiyle aynı yöndedir: “B irlik ikiliğe düşer, sonra da yay ile lir arasındaki uyum misali


İONYA BAHARI

141

kendisiyle yeniden barışır.” G enellikle bu söz yorum lanırken yay ve lirin iki kollu biçim i, elin tellerle m ücadelesi gibi şeyler düşünülm üştür. A m a büyük b ir olasılıkla burada kastedilen basitçe gerilim olgusuydu: H erakleitos’un dâhiyane bir biçim de sezdiği dünya gerçeği, elektrik, m anyetizm ve kim ya alanların­ d a yapılan m odem keşifler sayesinde bir im ge olm aktan çoktan çıkmıştır. B ütün bunlardan anladığım ız şey, tanrı karşısında her şeyin eşit ölçüde güzel, iyi ve haklı olduğudur, “Y alnızca insanlar birini haklı, diğerini haksız bulur.” E zelden beri var olan ve hep var olacak olan bu dünya “yerine göre parlayıp yerine göre kı­ sılan ebedi bir ateş”tir. Bu ateş T h ales’in suyu ya da A naksim andros’un havası gibi bir tem el öğe değil, her şeyde hüküm süren ve her şeyi ısıtan dünya ruhu, her şeyi aydınlatan dünya usudur. H erakleitos, her şeyin ateş olduğunu söylem ekle, her şey canlıdır dem ek ister. Y aşam ve ateş arasındaki sağın analojiyi -y a ln ız c a sem bolik analoji d e ğ il- m odern doğabilim açığa çıkartm ıştır. K arbon yüklü besin organizm anın içinde oksijenle yakılır ve ortaya karbondioksit çıkar. A teşte ise ke­ sintisiz, hızlı bir m adde alışverişi gerçekleşir, bu bile ateşi H erakleitosçuluğun nezdinde bir dünya öğesi yapm aya yetm iş­ tir ve bengi dönüş öğretisiyle çağdaş doğabilim in temel düşün­ celerinden birinin tem elini çok önceden atmıştır. Şöyle bir geriye dönüp baktığım ızda, neredeyse bütün batı Matefelsefesinin Sokrates öncesi filozoflar tarafından zaten ele a- matik im m iş olduğunu görürüz, dahası b u filozoflardan önce felsefe diye bir şey yoktu: Şaşırtıcı bir gerçek. M onistlerin tamamı Thales kökenlidir; deus sive n a tu ra 'nın bütün taraftarları Ksenophanes’e, olgucuların tam am ı P arm enides’e, coincidentia opposiîorum ’un bütün bilginleri H erakleitos’a dayanır. Enerji­ nin korunm ası yasası ile yerçekim i kuram ı henüz bir embriyo halinde olsa da A naksim andros’ta, izafiyet kuram ı ise Zenon’da görülür. Sağın bilim lerin tem eli biie o çağda atılmıştır. Thales geom etri alanında da önder olm uş, daireyi ikiye bölen çap, eşkenar üçgende kenar açılarının eşitliği, kenarlan ve açı­ ları eşit olan iki üçgenin eşitliği gibi önem li tem el ilkeler sap­ tamıştır. A stronom ik gözlem leri sonucunda 28 M ayıs 585 ta­ rihli güneş tutulm asını önceden hesaplam ıştır. A naksim enes A y ’ın ışığını güneşten aldığını biliyordu ve A y tutulm asının


142

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

dolunayın üzerine dünyanın gölgesinin düşm esinden kaynak­ landığını fark etmişti. A naksim andros’ta boşlukta yüzen bir silindir olan dünya, P ythagoras’ta bir küredir ve evrenin m erke­ zinde de değildir artık; evrenin m erkezinde ateş vardır ve gü­ neş, ay, dünya Pythagoras’ın varsaydığı bir karşı dünya ve yıl­ dızlar bu merkezi ateşin etrafında birer yörünge çizerler. Bu hareketi algılayam ayışım ızm nedeni, kürenin dış yüzeyinde yaşıyor olm am ızdır (dem ek ki, dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü henüz varsaym am ıştı), fakat bu hareket merkezi ateşin ışığını yansıtan güneşten bakıldığında pekâlâ fark edile­ bilir. “B ir dik üçgende kenarların karesinin toplam ı hipotenü­ sün karesine eşittir” biçim indeki ünlü “Pisagor denklem i”ni basit bir yapıyla bariz bir biçim de kanıtlam ıştır, keza iki sayı­ nın toplam ının karesini de: (a+b)2= a2+ 2ab+b . G erçekten de bu iki kuralın doğruluğunu görm ek için uygun şekli çizm ek yeterlidir. Pythagorasçılar, ikinci dereceden denklem ler de dahil pek çok soruyu çizgi ve alanlarla çözm üşlerdir; “geom etrik cebir” gerçek bir Y unan bilim idir ve gerçek bir barok dönem ürünü olan “analitik geom etri”nin de m ükem m el bir yansım asıdır. Fakat Pythagorasçıların en büyük başarısı, R om alılar gibi bizim de yanlış adlandırdığım ız “ irrasyonel sayılar”dır, oysa Y unan­ lılar bu sayılar için çok daha isabetli bir biçim de xö âpppTov, betim lenem eyen ya da ifade edilem eyen diyorlardı. İrrasyonel sayı, değeri yalnızca yaklaşık olarak ve küçük de olsa m utlaka bir hata payıyla ve sonsuz bir kesirle ifade edilebilen sayı ya da orandır. Bunun esas şekli V2’dir, B u da yine som ut bir biçim de gösterilebilir. V2, karenin köşegeninin diğer kenarlarla bağıntı­ sıdır: V ardır, am a rakam larla “ ifade edilem ez” . 4:1 oranında olan çevre ile kenar ilişkisinin aksine, karenin köşegeni ve kenarı ortak bir değerle ölçülem eyen birimlerdir. N e var ki, Pythagorasçılar bu buiuşu gizlem iş ve başkalarına aktaranları da suda boğarak öldürm üşlerdir. H aklıydılar, çünkü bu buluş Pythagorasçı dünya görüşünü - sayı her şeyin ölçüsü ve d üzenleyicisidir- tem elden sarsar. H istoria Pythagoras’ın daha genç çağdaşlarından biri de yine K roton’da yaşayan A lkm aion idi. B u zat, hayvanlar üzerindeki deneyleri ve beynin sarsıntılara m aruz kalm ış kısım larını göz­ lem lem esi sonucunda tinsel etkinliğin m erkezinin vücudun bu


İONYA BAHARI

I 43

kısm ında olduğunu fark etm iş ve kanal diye tabir ettiği sinir dam arlarını keşfetm iştir. “K rotonlular”, cerrah kim likleri nede­ niyle de çok itibar görm elerinin yanı sıra köprü, takm a diş ve altın dolgular konusunda ustalaşarak iyi birer diş hekim i ol­ duklarını kanıtlam ışlardır. O dönem de bir başka bilim dalı daha doğar: Y alnızca tarihi değil, aynı zam anda coğrafyayı, dolayı­ sıyla etnografı ve m itolojiyi de kapsayan to to p ıa , yani araştır­ ma. İlk Yunanlı tarihçiler logograf, yani vakanüvisti. Bunlar kendi halklarının efsanelerle örülü dünyasını H om eros’un anla­ tım tarzındaki heyecan dolu bir üslupla yeniden şekillendirm e­ ye çalışırlardı, üstelik de düz yazıyla ki bu büyük bir ilerleme dem ekti. İm parator A ugustus dönem inde yaşam ış olan H alikarnassoslu D ionysios bu kişileri hor görür, bunların hem Hellen hem de barbar tarihini kalem e aldıklarını ama birbiriyle ilişkilendirm ediklerini, genellikle kent ve halklara göre ayır­ dıklarını, üstelik günüm üz okurunun çocuksu bulduğu eski söylenleri de kattıklarını iddia eder. L ogograflardan sayılan H ekataios da aynı görüşteydi: TeverıkoYİcu [G eneelogiai, Soyağaçları] adlı eseri şu m ağrur sözlerle başlar: “ Böyle buyuru­ yor M iletoslu Hekataios! Ben bunu, doğru bildiğim gibi yazıyo­ rum. Y unanlıların sözleri, bana göre fazla uzun ve gülünçtür.” D iğer taraftan Strabon da H ekataios’un ve diğer tarihçilerin yazılarında asılsız pek çok şeyin bulunduğunu söyler, çünkü m itlere sıkı sıkıya bağlı yalancı bir dünyada büyümüşlerdir. Strabon H ekataios, H om eros ve A naksim andros’u ilk Yunanlı coğrafyacılar diye adlandırır: G em ilerin geceleyin yön belirle­ m ekte kullandığı bir yıldız haritasının yanı sıra ilk kara harita­ sının da ona ait olduğunu öğrendiğim izde A naksim andros’un evrenselliği konusunda bir fikir sahibi oluruz. H ekataios, basi­ reti, geniş bilgisi ve uyanık eleştirelliğiyle dönem inin dünya tablosunu tam am layıp düzeltm iştir; sık sık çıktığı uzak yolcu­ luklar da bu konuda ona çok yardım cı olm uştur. Altıncı yüzyı­ lın sonlarında tam am lanan Ffjç Tiepfoöoç [Ges P eriodos, Yer­ yüzünün Tasviri] adlı başyapıtı iki kitaba ayrılm ıştır: Enpcbm'i [Europe, A vrupa] ve Aoırj [Asie, A sya], Bu eserinde yalnızca dağları, nehirleri, bitkileri, hayvanları, iklim i ve yerleşim ko­ şullarını değil, görenek ve silahları, töre ve âdetleri, kurbanları ve tanrıları, kısacası “kültür tarihi”nin ondokuzuncu yüzyıla kadarki konularını ele alm ıştı. Ele aldığı dünya genellikle Ak-


144

Apenninler Yarımadası

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

deniz dünyasıdır, Libya ve Nii havzasını A sy a’ya dahil eder. H ekataios’un batıdaki ufku İspanya ve G alya’nın güney sahili­ ne dek uzanıyordu. İtalya, dönem in H ellenlerinin yalnızca güneyini değil -z ate n buraya kendileri y erleşm işti- kuzeyini de iyi tanıdıkları bir ülk eydi. Y unan yarım adasının tersine, A penninler yarım adası güçlü nehirler, geniş düzlükler, yem yeşil tepelere sahipti, zaten eskiden sık orm anlarla kaplıydı; artık tam am en karstlaşm ış olan A bruzzi ile Sicilya bile eskiçağda orm anlıktı. İtalya’da özellikle de kayın, m eşe ve çam ağaçları boldu; bugün kır m anzarasını tarlalar ve bahçe kültürleri süsler. Balkan yarım adasının aksine, doğu yakasının coğrafyası fazla renkli değildir, oysa batı sahili çok sayıda koy, liman ve açıkta konuşlanm ış adalarla bezelidir, am a yine de çehresi Yunanis­ tan ’ın Ege kıyısı kadar ince hatlı değildir. B ir başka kontrast ise, İtalya topraklarını köken, tarih ve dil bakımından birbirinden farklı çok sayıda ulusun m esken tutm uş olmasıdır, gerçi bunlar daha sonra R om a tarafından birleştirilmiştir. O ysa Yunanistan epeyce hom ojen bir nüfusa sahipti ve asla bir birleşme yaşamadı. İÖ 5. yüzyılın sonuna kadar çizm enin ucundan ve Apenninler yarım adasıyla Sicilya arasındaki köprüden oluşan Bruttium adın­ daki küçük yörenin sakinlerine “İtaller” ('k a k o i) denmekteydi. B ilinen en eski yerleşim birim lerinin tarihi bronz çağına da­ yanır. B unlar sabit zem in üzerindeki Terrem are, yani kazık tem elli evlerden oluşan köylerdir. D em ir çağını, adını Bologn a’daki bir nekropolden alan Villanova kültürü temsil eder. M inos dönem ine ait kültür ürünlerinin İtaly a’ya çok erken za­ m anlarda intikal ettiğini biliyoruz. S icilya’ya gelince: Ç ok da eski olm ayan bir zam ana kadar İtalya ile henüz birleşiktir. Yerli kavim ler -d o ğ u d ak i Sikeller ve batıdaki S ik an lar- Yunanlıların boyunduruğu altına girm iş ve tam am en H ellenleştirilm iştir. Yarım adayı baştan sona dolduran U m berler, Sabeller (bunlara Sabinler ve Sam nitler de denir) ve İapygler m uhtem elen akraba kavim lerdi, bu yüzden İtalikler adı altında anılırlar. Yukarı İtal­ y a’nın doğu sahilinde V enetler yerleşikti, batı sahilinde ise Ligurlar. İlkinden sadece yorum a kapalı yazıtlar mevcuttur, sonrakilerden geriye hiçbir şey kalm am ıştır. Yaşlı Cato bu halklar hakkında şunları söyler: “O nlar okum a yazması olm a­ yan yalancılardır ve gerçekler için bellekleri yoktur.”


İONYA BAHARI

145

İtalya tarihinin en görkem li halkı Etrüsklerdir. A na yerleşim Etrüskbölgeleri T iber ile A m us arasında ıızanan topraklardı, fakat ler yaşam alanlarının kuzeye ve güneyin uç kısım larına kadar ge­ nişlediği de olurdu. “E trüskler” [Etrusci] adını Latinler koy­ m uştur, onlar kendilerine R asenna derdi. H em dilleri hem de dış görünüşleri bakım ından tam am en farklıydılar. Son derece zengin, tüccar ve denizci bir halktılar (ram pa kancasını bul­ dukları ve korsan gem ilerinin denizcilerin korkulu rüyası oldu­ ğu söylenir; hatta “E trüskler” adı, handiyse “deniz korsanla­ r ı y l a eşanlam lı hale gelm işti). Ö te yandan, yum uşak, töresiz ve oburlardır. İsokrates’in öğrencilerinden K hioslu T heopom pos’a göre, aralarında cinsel kom ünizm , rasgele ve aleni çiftleşm eler hüküm sürerm iş. R obert von P öhlm ann’ın haklı olarak bir “seks cenneti” dediği bu tablo kuşkusuz abartılm ıştır ve ancak şu ka­ darı doğrudur: E trüsklerin erotizm anlayışı son derece özgürdü; olağanüstü bir kösnüllüğe ve genel bir çokeşlilik töresine sa­ hiplerdi. Phallos kültü - k i bu k an ıtlan m ıştır- penise ürem enin daim onu ve toprağın dölleyicisi gözüyle baktıkları için dinsel nitelikteydi, fakat olasılıkla sefahatla çevrelenm işti. Etrüsk tan­ rıları, dom uz kılından saçları, yarasa kulakları, gagaları ve ya­ ban dom uzu dişleriyle pek iğrenç bir görüntü sergilerler. G ü­ neyde cesetler yakılırdı, oysa kuzeyde altın, silah ve vazo gibi hediyelerin de konulduğu taş lahitlerle dolu büyük nekropolleri vardı. Ö zellikle de m ezar çizim leri ilginçtir. G örünüşe göre cenaze törenlerinin ana unsurunu teşkil eden lüks ziyafetleri büyük bir özenle resm edilm iştir: D ansçılar, ozanlar, çelenkçiler, kıyasıya içki içen erkek ve kadın m isafirler... A yrıca, M ısır m otiflerini ve G irit peyzajını anım satan ve tanrılarının sert, dolgun şekillerini güçlü bir anlatım la yeniden yansıtan sahneler de vardır: B alık ve kuş avı, hoplayıp zıplayan yunus balıkları­ nın eşliğinde deniz yolculuğu, yüzen kazlar, uçuşan kanatlılar... Hünerli de olsa, E trüsk sanatı ruhça barbardır ve kötücül vah­ şetinin yer yer cehennem si bir tarafı vardır, kısm en hayli başa­ rılı olan tü f taşından ve kilden heykeller düşünceden yoksun, şehvete dayalı bir m ateryalizm in ürpertici delilleridir (Etruria ’da m erm er ilkin R om alılar tarafından kırılm ıştı). B aşlangıç ve son adeta gizem li bir tem as halindedir: Zevksiz Etrüsk tipi, geç dönem in ruhsuz R om alısının ikizidir sanki. Etrüsklerin, dünyayı ve tanrıları “gizli tanrılar” ın yönettiği yönünde güzel


146

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİH!

ve gizli bir inanca bağlı oldukları aktarılm ıştır. Bu gizli tanrılar R om a tarihinde de hüküm sürm üştür, am a R om alılar onları asla fark etm em işlerdir: “Seviyesi düşük tanrılar”m Rom alının kal­ bine sapladıkları fetih çılgınlığıyla hepsinin gözü dönmüştür, oysa artık orbis terrarum ’a dönüşm üş a ger R om anus’un tanrı­ nın sözünün ekileceği bir tarla olm ası gibi bir yazgısının olduğu akıllarının ucundan bile geçm em iştir. Roma Ranke, R om a geleneğini, “anılardan ve siyasi görüşlerden oluşan bir karışım ” diye niteler. Şiir duyguları gelişm em iş, bi­ limsel alanda ise henüz tarih öncesi aşam ada kalm ış Rom alılar, burada da putlara uyguladıkları yöntem i uyguluyorlardı: Siyasi eylem leri, kurum ve kavram ları kişilere indirgiyorlardı. Bilinen erken tarihleri, kişiler halinde preslenen bölgesel, hukuksal ve anayasal gelişim den ibarettir. Ü nlü kuruluş efsanesine göre Rom ulus ile Rem us, M ars’ın ve Latin birliğinin efsanevi baş­ kenti A lba Longalı bir kral kızının oğullarıdır. B una göre, Rom a’nm adı pekâlâ R em a da olabilirdi. G elgelelim , Remus ta­ m am en arkaplanda kalır ve nihayet Rom ulus tarafından öldü­ rülür. R om a tarihinin kökeninde, ne anlam lıdır ki, bir kardeş katli vardır. D ahası bu efsane, R om a’nın işe bir tür suçlular kolonisi biçim inde başladığını açıkça beyan eder. A ralarında kadın bulunm adığı ve kom şu yörelerden de hiç kimse bu cani­ lere kadın verm ek istem ediği için iş Sabin kadınlarını kaçırm a­ ya kadar varır; bu kaçırm a olayları Rom alıların töresinde, en az keyfini sürdükleri ünleri kadar belirleyicidir. K rallık zam anında atılan başlıca adım lar şunlardır: C em iyetin kurulm ası ve nüfu­ sun sınıflandırılm ası, kentin etrafının surlarla çevrilm esi, ilk kam u binasının inşası, civar bölgelerin ve nihayet bütiin L atium ’un boyunduruk altına alınm ası. K rallık m odern anlam ­ da “yasal” değildi, bir soydan diğerine aktarılabilir, hatta ilke olarak, tam vatandaşlık hakkına sahip herhangi birine de geçe­ bilirdi. A m a bir kez kral seçildikten sonra, kralın hâkim iyeti de sınırsız olurdu. Kral başyargıç, başrahip ve başkom utandı; devletin üzerinde, tıpkı p a ter fa m ilia s ’m [aile babası] evdeki ağırlığına benzer m utlak bir ağırlığı olurdu. Senatus, “yaşlılar m eclisi”, kralın yanında anayasal açıdan tam am en etkisizdi, yine de kral önem li konuları göz ardı ettiği zam an görevi kötü­ ye kullanm ış sayılırdı. Çeşitli m em uriyetlere ve rahiplik m aka­ m ına ancak toprak sahibi soylular (patricii) gelebilirdi. Bunlar-


İONYA BAHARI

I 47

dan sonra, soylularla evlenm eleri yasak, siyasal haklardan m ah­ rum, fakat özgür olan avam , yani boyunduruk altına alınmış halkın evlatları (plebes) gelirdi. R om alıların devletçi, hatta özünde dünya siyasetçisi ruhu, m ağlup ettikleri insanları Spartalılarm yaptıkları gibi sertleştirm ek yerine toplum a k a­ zandırıyor olm alarıyla da belli eder kendini. B una rağm en, bi­ lindiği gibi tüm R om a tarihine dam gasını vuran p le b ’ler sorunu da buradan kaynaklanm ıştır. Ü çüncü bir konum daha vardır: C lientes [yanaşm alar]. B üyük toprak sahiplerinin m aiyeti olan clien s’ler kendilerini yasal him ayesi altına alm asının karşılığı olarak patronus, yani koruyucularına siyaseten eşlik eden ve belli bir vergi karşılığında toprağı işleyen, hür, çoğunlukla son­ radan yerleşm e köylüler, kesenekçiler ve küçük zanaatkârlardır. R om a İm paratorluğu dönem inde gündelik ve toplum sal yaşam ­ da belirleyici bir rol oynam ışlarsa da, koruyucularıyla araların­ daki ilişki değişim e uğrar. Sonraki clien s’ler için “asalak” dı­ şında bir sözcük kullanm am ız m üm kün değil. G örevleri, koru­ yucularının zenginlik ve itibarını pekiştirm ek ya da efendilerine -a s la hak etm ed ik leri- m uteber insan süsü verm ek için etrafla­ rında pervane olm aktı, tıpkı günüm üzde birinin benzer neden­ lerden ötürü bir hizm etçi ya da bir şoför tutm ası, sonra da bun­ ların maaşını ödeyem em esi gibi. B u asalaklara, yorucu görevle­ ri karşılığında kölelerin bile tenezzül etm eyeceği düşük bir günlük para ödenir ve birkaç eski elbise verilir, yem ekteyse ekşim iş şarap, bayat ekm ek, sulu m idye ve lam ba yağm a layık görülürlerdi. B ununla beraber, “ahçının başına üşüşm üş sinek m isali” çorbacılarının etrafında dört dönerler; elbette hep sırna­ şık, meraklı ve görgüsüzdürler; vazifeşinaslıkları ve dalkavuk­ lukları nedeniyle m ünasebetsiz insanlardır. Efsaneye göre R om ulus T iber nehrinin sol yakasında, deni- Krallar ze yaklaşık beş saatlik m esafedeki Palatinus tepesi üzerinde C apitolium kalesi ve kentin en z a rif tapınağı luppiter Capitolinus tapm ağı ile birlikte en eski R om a’yı, R om a quadrata’yı ve yüz patres senatosuyla p o p u lu s'u (cem aati) kurdu. Pöhlm ann, kutsal töreleri düzenlediği ve küçük köylüleri koru­ m ak am acıyla arazi sınırlarını belirlediği söylenen ikinci kral N um a Pom pilius hakkında “G racchusların efsanevi önderi” der. Halefi, T ullus H ostilius, A lba L onga’yı fethederek Albanları R om a vatandaşı yapar; A ncus M arcius Latinleri de nüfusa


148

Eski Romalllann Kişiuği

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

katar ve T iber’in denize döküldüğü O stia’da R om a’nın liman kentini kurar. Tarquinius Priscus (I. T arquinius, yani Yaşlı Tarquinius anlam ına gelir) arenayı ve kanalizasyon sistemini (cloaca) kurar; Servius Tullius vatandaşların zenginliklerini saptam ak am acıyla nüfusu sınıflara ayırır ve sınırlı askerlik hizm etine patricii ile mal m ülk sahibi herkesi dahil eder. Bu durum , onların bu görevlerinin yanı sıra hak da talep etm elerine yol açacaktır. Son kral “ K ibirli” T arquinius Superbus’tur. Adından da anlaşıldığı gibi, E trüsk kökenli bir soy olan Tarquinius’iarın soyuna m u h alif cum huriyetçilerle m illiyetçilerin başı çektiği çift yönlü bir saldırı sonucunda tahttan indirilmiştir. Efsaneye göre, Tarquinius epeyce saldırıya m aruz kalınca, oğullarından biri C ollatinus’un karısı L ucretia’yı iğfal eder, bu­ nun üzerine Brutus orduyu da y anına alarak gizli bir ayaklanm a tertipler. E trüsklerin yardım ettiği restorasyon girişim leri defa­ larca boşa çıkm ıştır. K ralların yerine, yılda bir seçilen iki kon­ sül getirilm iştir. Bu konsüller, biri diğerinin buyruklarını fes­ hetm ediği sürece sınırsız güçteydi. Savaş tehlikesinin hüküm sürdüğü dönem lerde başkom utanlık hakkı, altı ay sonra görevi terk etm esi beklenen diktatöre verilirdi. T arquinius’ların Peisistratos oğullarıyla aynı yıl içinde düşürüldüğü söylenir. Bunun bir tarih konstrüksiyonu olm asına gerek yok, çünkü dö­ nem in ruhu denen ve m edeni dünyanın üzerinde esip duran gi­ zem li bir şey var. Fakat o tarihten itibaren R o m a’da “kral” söz­ cüğünden nefret edildiği kesindir, bu unvan neredeyse küfret­ m eyle eşanlam lı bir hale gelm iştir, kısacası Y unanistan’daki “tiran” unvanıyla aynı akıbeti paylaşm ıştır. K rallık dönem inin R om alıları dünya tarihindeki savaşçı halk unvanını çoktan hak etm işlerdi bile. K endilerine Quirites, “mızraklılar” denen R om alılar, seçm e hakkına sahip yurttaş topluluğ u j|e savaşa giden askeri birim için tek ve aynı sözcüğü kulla­ nıyorlardı: C enturia. B una karşılık, o zam anlar denizci bir halk olm aktan henüz çok uzaktırlar: İlk başlarda bir deniz tanrıları yoktur ve denizcilik terim lerinin de neredeyse tam am ı Y unanca kökenlidir. A t ve araba sporuyla ilgili terim lerin çoğu Keltçedir. R om a’nın en geç altıncı yüzyılın başında tem as kurduğu G alyalılar, İtalik ırkın m elezleşm esinde İrlandalIların A nglo­ sakson ırkın m elezleşm esinde oynadığı role benzer bir rol oy­ nam ıştır. G alyalılar kişilik bakım ından R om alılara hiç benze-


İONYA BAHARI

149

m eşeler de, tinsel açıdan R om alılara kuşkusuz beş basarlardı: V ergilius, Catullus, Livius, Plinius ve Latin kültürünün daha nice tem silcisinin dam arlarında K elt kanı dolaşırdı. “İlk R om alılar” eli silah tutan köylülerden başka bir şey de­ ğildi. Ticareti bile hiç önem sem ezlerdi: O nlara göre ticaret yal­ nızca ülke içindeki ticaretten ibaretti, bu ise büyük şölenler m ünasebetiyle düzenlenen ve taşralıların m ütevazı ihtiyaçlarını gideren fuarlarla sınırlıydı. Y unanlı kom edya şairi H erm ippos, Peloponnesos savaşı zam anında bile İtaly a’nın ihraç ettiği tirünler arasında yalnızca kırm a ve öküz kaburgasını sayar. N um a, loncaların kurucusu addedilir. En önemli loncalar, de­ m irci, m arangoz, derici, boyacı, çöm lekçi ve kunduracı loncala­ rıdır, bir de flütçü loncası vardır. Ö teden beri pancar, fasulye, ayrıca darı, arpa ve delice eker, buğday yetiştirm eye ancak be­ şinci yüzyılın ortalarından itibaren başlarlar; üzüm , incir ve zeytincilik kültürü ise güç bela gelişir. B una karşılık, denize yakın düzlüklerde eskiden beri tu z çıkarılırdı. Ü lkenin başlıca zenginlik kaynağı büyükbaş hayvanlardı: pecus. P a ra y a pecunia denm esinden de anlaşılacağı üzere para ölçüsü bu hayvanlardı. Dil tarihinin bir başka belgesi olan dives ile divus arasındaki ilişki son derece şaşırtıcıdır: D ünyada zenginlik kavramını tan­ rısallıkla bağdaştıracak derecede kaba, daha doğrusu düşünce­ siz bir başka halk daha yoktur. Rom alılar, doğruluk ve dürüstlük hakkında Y unanlılardan daha çok kafa yorm uşa benzer. En fazla sunağa sahip soyut tanrılar Fides ve P ietas’tır: Fides “sadık” değil, yalnızca “an­ laşm aya sadık” anlam ındadır ve F id es’le akraba Pietas ise her­ kese, hatta daha alt seviyedekilere karşı bile sorum lulukların harfiyen yerine getirilm esi dem ektir. K ısacası, bizdeki içsel “dindarlık” kavram ıyla hiçbir biçim de örtüşm ez. Soğukkanlı da olsa güçlü bir hakkaniyet duygusu R om alılarda hep vardı. Tica­ ret ve siyaset alanlarında hilekârlık, hatta kurnazlık her Rom a­ lının nefret ettiği şeylerdi. R om alıların nezdinde bunlar köle­ lerle fahişelere özgü m eziyetlerdi, bilim ve sanatla ilgili her şeyi bir tür edepsizlik diye reddederlerdi. Latincede yalnızca scriba [yazar] sözcüğü vardır; poeta [şair] ödünç alınm ış bir kelim edir. Pratik am açlara hizm et etm eyen her türlü tinsel uğ­ raş, artes leviores [pek önem li olm ayan sanatlar] ve studia m inora [ikinci derecede uğraşlar] sayılırdı. İtalya topraklarında


I 50

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

doğan yegâne şairane eser, O sk kökenli olup 500 senesinden önce R om a’ya girm iş olan A te lla n a 'dır: M üstehcen sözleri, kabalıkları, içki ve kavga sahneleriyle, budala ihtiyar pappus, pisboğaz m accus, ahm ak buccııs gibi düz tiplem eleriyle düzey­ siz bir halk baladı. H ukukçu bir halktan bekleneceği üzere, Rom alıların ilk edebi anıtı özgün m etinden geriye yalnızca tek tük iktibasların kaldığı, veciz ve keskin olduğu kadar kaba ve yontulm am ış bir Latinceyle kalem e alınm ış, O n İki Levha Ka­ nunları’dır. “Si nox fu rtu m faxsit, si im occisit, itere caesus esto [Geceleyin (birisi) hırsızlık yapar, (m al sahibi de) onu öldürür­ se, ölm eyi hak etm iştir].” İşin ilginç yanı, çocukların en çok da “yargıççılık ” oynam ayı sevm eleridir. İtalya evinin aviu benzeri ana m ekânı, atrium , Yunan ınegaron’una tekabül eder. O da aynı biçim de karanlıktır ve ışıkla birlikte yağm ur da içeri girdiği için adına compluvium dedikleri tavan penceresiyle aydınlatılır; yağm ur bir havuzda (im pluvium ) toplanıyordu. A rka duvarda ocak vardı. A triu m 'un etrafında çeşitli odalar sıralanırdı: Sam anlık ve tahıllık, meyve ve sebze kileri, ot ve un deposu, m utfak ve banyo vazifesi de gören çam aşırhane, ahırlar ve arı kovanı bölm eleri. Pater fa m ilia s [aile babası], işleri bizzat idare eder, kendisi de çalışır­ dı. Patria potestas [baba otoritesi], kadın, çocuk ve hizm etçile­ rin yaşam ı ve ölüm ü üzerinde karar verm e yetkisini içeriyordu. Y etişkin oğul bile hukuksal işlerini ancak babasının onayıyla halledebilirdi. Rom alı p a ter [baba] sözcüğünün, diğer dillerde olm adığı kadar sert bir vurgusu vardı: B abalık hakkından ziya­ de hüküm ranlığı vurgular; senatonun p a ter' leri \p a t re s) toplu­ m un efendileridir, cliens’lerin efendileridir; patricii de efendiler sınıfını oluşturur. Ev kadınına sonsuz saygı duyulurdu am a iç­ ten bir saygı değildi: K oca ona yalnızca çocuklarının anası gö­ züyle bakardı. Latincede nikâhına alm ak dem ek in m atrim onium ducere dem ektir, yani anneliğe sevketm ek. Ro­ m alıların evin kızlarına ne kadar az önem verdikleri, erkek ve kız kardeşlere “kardeş” yerine fra tres, “biraderler” dem elerin­ den ve kız çocuklarına isim verm ek yerine çoğu zam an basitçe num ara koym alarından bellidir. R om alıların özel isim lerine bakarak hayal güçlerinin ne denli zay ıf olduğunu görebiliriz. Q uintus [beşinci], Sextus (altıncı) ve D ecim us (onuncu) gibi isim ler erkekler arasında da revaçtadır; ay adlarının yarısı nu­


İONYA BAHARI

15 1

m aralardan ibarettir: S eptem ber (septem ’den [yedi], eylül), O ctober (ocro’dan [sekiz], ekim ), N ovem ber (novem ’den [do­ kuz], kasım ), D ecem ber (decem ’den [on], aralık). Tem m uza karşılık kullandıkları Q uinctilis’i ancak Iulius C aesar’ın onuru­ na Iulius’a, ağustos için kullandıkları Sextilis’i ise A ugustus’un onuruna A ugustus’a dönüştürm üşlerdir. O ysa çeşitli Yunan kentlerinde beş yüze yakın ay adı kullanılıyordu ve zaten sayı­ sız isim vardı; geç dönem de bile yeni isim ler icat edilm işti. Eski R om alılar yazın gün doğm adan, kışın çok daha erken- Eski den ayağa kalkar, şafak tanrısı M atutinus’a kısa yollu dua edip Romagünbatım ına kadar çalışırlardı: K adınlar evde, erkekler tarlalar- hların da. P ater farnilias, oğullarına din, hukuk ve tarım derslerini aŞamı çoğunlukla kendisi verirdi; kız çocuklarına ise iplik eğirm ek dışında bir şey öğretilm ezdi. Ö ğünler, sabah kahvaltısı [prandium ) öğlen yem eği (cena) ve akşam yem eğinden (vesperna) ibaretti. Y alnızca c e n a ’da sofra kurulur, evcil hayvan eti de ancak m isafir yem eğinde (convivium ) yenirdi; ayrıca zaman zam an balık ya da av hayvanı, ham ur işi ve m evye ikram edi­ lirdi. Bu yem eklerin can sıkıcı bir havada geçtiğine şüphe yok; Yunanlıların zekâ tüten erotizm , kültürlü sohbetler ve eğlence dolu ziyafetlerini R om alılarda boş yere ararız. O nların olağan besini ham ur pideli bir tür kuş kuyruğu, lahana ve turşu, salata ve soğandı. Özel isim lerinden de anlaşılacağı üzere baklagillere düşkünlerdi: Ö rneğin, Fabius “fasulyeci” dem ektir, Lentulus lens’ten, yani m ercim ekten, C icero cicer, yani nohuttan gelir. D om uz adeta ulusal yem ekleridir: En seçkin soylardan olan PorciusT ar ile Suilius’lar adlarını dom uzdan alırlar ve dom uz etine caro suilla dem elerine bakılırsa, Latinler dom uz karşısın­ da şefkatten erir gibi olurlar. T avuk İtalya’ya ilkin Y unanlılar aracılığıyla gelm iştir. C um huriyetçiler zam anında tavuklardan faydalanan kehanet m erkezleri son derece yaygındı. Flayvanların iştahla yem esi hayra, tersi de şerre alam etti. I. K artaca sa­ vaşının başkom utanı P. C laudius î^ulcher, yem lere tenezzül etm eyen kutsal tavukları suya attırm ış ve şöyle dem işti, “Yem istem iyorlarsa, su içsinler.” Fakat tavuklar haklıydı, çünkü Pulcher’in filosu gerçekten de m ağlup oldu. Sofralarından eksik olm ayan kuru üzüm şarabı ya da şıra şu­ rubunun tadı iğrenç olsa gerek. Esritici içkiler içm ek kadınlara yasaktı. Parasına zar atm ak yalnızca cüm büşlerde, dans edip


152

ANTİK YUNAN IN KÜLTÜR TARİHİ

şarkı söylem ek ise yine son derece sıkıcı olan kültlerde serbest­ ti. Cicero bile şöyle der: “E ğer çıldırm am ışsa, aklı başında hiç kim se dans etm ez.” R om alılar “özlü” ve “s a f ’ bir m illet olduk­ larından değil, hayal gücünden yoksun oldukları için bu denli sade bir yaşam sürm üşlerdir. R enksiz bir yün göm lek olan tunik (tunica), Y unanlıların khitğ n ’ una benzer: E rkeklerde kolsuz ve diz üstü, kadınlarda ise kolludur ve ayak bileklerine kadar uzanır. Y alnızca konsüllerinki ve rahiplerinki h a fif süslem elerle bezeli kabarık toga beyaz yünlü kum aştan ö rtü - Y unanlıların h im ation’una eşittir. B unların yanı sıra, soğuk havalarda bir tür ekose şal olan pallium giyilir, yağm urlu havalarda ise hasır otundan örülmüş kukuleta takılırdı. K adınlar uzun saçlarını bir fileyle toplar ya da örer, erkekler sadece bıyıklarını tıraş ederdi; saçları henüz “R om a” tarzında kısa değildi: Saçını ve sakalını tıraş etm e âdeti ancak üçüncü yüzyılda başlar. O ysa E trüskler sakallarını öteden beri tıraş ederdi, bu âdetleri L atium ’da taklit edilm iş olsa gerek. R om alıların M iken kültür çevrelerinin tasvirlerindeki gibi “M iken” usulü sakal bıraktıkları da olurdu. Fakat M iken me­ zarlarından çıkan altın m asklarda yalnızca bıyık görülür; bu sonraki Y unanlılara tam am en yabancı da olsa Keltlere kadar ulaşm ıştır, belki Rom alılara da. K ısacası, M ucius Scaevola ile C orioianus’un gerçekten neye benzediğini bilm iyoruz. Latince L atince çok erken dönem lerden itibaren L atium ’un ortak dili haline gelm iş bir Rom a lehçesidir. Tıpkı Y unancada da olduğu gibi, asıl telaffuzu konusunda tam bir bilgi sahibi değiliz. Kuş­ kusuz, “i”den önceki “t” harfi “t” biçim inde okunuyordu, yoksa onu “z” diye okum a alışkanlığım ız İtalyanca kökenlidir; hatta, “e” ile “i”den önce gelen “c ” bile “z” değil, “k” idi; bunun böyle olduğu, hem L atince adların Y unancadaki yazılışından (ZıÇspûiv yerine Kucepoov), hem Y unancadaki “k ”nın Latincede açık ünsüzlerden önce bile daim a “e” harfi ile karşılanıyor ol­ m asından, hem de L atinceden ödünç alınm ış sözcüklerin A lm ancadaki biçim lerinden bellidir (örneğin, cista'dan Kiste, cellarium 'd a n K eller türem iştir); aksi takdirde Caesar sözcüğü Y unancada K aisar değil Z aisar olm alıydı, dolayısıyla bu en yüksek dünyevi m akam ın A lm ancadaki karşılığı da K aiser de­ ğil, Z a iser olurdu. Fakat “Cicero telaffuzu” dilim ize öylesine H im a tio n b ir tü r p e le rin , klıiton ise h im a tio n 'u n a ltın a g iy ilen b ir giysi. (F .D .)


İONYA BAHARI

\ 53

yerleşm iş ki, kolay kolay atm am ız m üm kün değil ve sokial, Nattion ve keterum kenseo dem eye de herhalde kim se yanaş­ m az artık. A yrıca, eski R om alılara herkesten daha yakın olması gereken İtalyanlar bile “Ç içero” diyerek en az bizim kadar yan lış telaffuz ediyorlar. Liselerde artık “C icero telaffuzu”nun şart koşuluyor olm ası, okul idaresinin çıkardığı zorluktan başka bir şey değildir, çünkü bu telaffuz, ne kadar doğru olursa olsun, öğrencinin hayatta hiçbir işine yaram ayacaktır. Latince aslen çok daha zengin bir dildi, gerek diftongları ge­ rekse ekleri ve biçim leri bakım ından. Ö rneğin, yedinci hal ola­ rak, hem düal (ikili) hem de lo k atif (-de hali) vardı, am a bunlar hakkında artık yalnızca düo ve am bo sözcükleri üstünkörü bir fikir verir, tıpkı karanlık eski çağlardan kalm a dev m ezar taşları gibi. Y unancadaki optatif’i (istek kipini) L atincede konyunktif, aorist’i (sınırsız bir zam an kipi) de perfekt tem sil etm ekteydi; m edyum (orta çatı) ise daralıp büzülerek, az sayıdaki neutrum passivum ’lara (edilgen fiillere) dönüşm üştür. Belli ki, nesnel ve hesaplı Rom alı bu tü r lüks biçim lerle pek ilgilenm em iş. Belirli artikellerin eksik olm ası da karakteristiktir: A dlarda artikellerin, fiillerde de şahıs zam irlerinin olm ayışı, edatların kıtlığı. Rom a­ lılar bu konuda bile siyasi, hukuki ve askeri bir hizm ette bu­ lunm uştur. Y unan lehçelerindeki anarşizm in aksine, Latincede birlik hüküm sürer, sıralı ve girişik cüm leleri askeri bir disiplin içindedir, unsurları birbirinden kesin oiarak ayrılm ıştır, bir ka­ nun kitabının rasyonelliğine sahiptir - sert yapılı ahenginde lejyonerlerin yürüyüşü yankılanır. Duvarları henüz sıvanmamış bir binanın soğukluğu ve kuruluğunun yanı sıra, şiddet ve duru­ luğuna da sahiptir. Subtilitate vincimur, demişti Quintilianus, valeamus ponderel Bu kısacık uyarı bile A im ancaya olduğu gibi çevirilemiyor. Yeryüzündeki bütün uluslar bir şeyi kısa ve öz bir ifadeyle anlatm ak istediklerinde Latinceye başvururlar. Latince, parola, şiddet, tahkir, kom uta ve m ezar kitabelerinin dilidir. B aşlangıçta R om a dininin Y unan diniyle ortak bir yanı yoktu. A ncak H ellenleşm eyle birlikte bu ikisi arasında ortak noktalar oluştu ve di indigetes, yerli tanrılar, ve di novensiles, “dışarıdan alınm ış” tanrılar diye bir ayrım yapıldı. Hege! ince­ likli bir biçim de, Iuppiter, Iuno ve M in erv a’nın sözlerini sanki daha önce tiyatroda işittiğim iz duygusuna kapıldığım ızı belirtir. R om a dini mi yoksa Y unan dini mi daha derindi sorusunu ya-

Romahların Din* -


I 54

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

m tlam ak güç, fakat R om alılarınkinin daha ciddi olduğu söyle­ nebilir. Sofuluğu ritüalizm le bir tutarsak diyebiliriz ki, Rom a­ lılar dünyanın en sofu insanlarıydı. Cicero religio’yu religare’ye dayandırır, fakat bununla tanrıya, Schleierm acher’in çok daha içkin bir biçim de yorum ladığı “m utlak bağlılık” anlamında bağlılığı değil, kutsal âdetleri ve bu âdetlerin harfiyen yerine ge­ tirilmesini kasteder. R eligio’yu, tanrı korkusu olarak da tanım la­ yabiliriz, elbette bizim için fazla yüzeysel bir anlamda. Religiosus sıfatı belki “tekinsiz” diye çevrilebilir: Loca religiosa, dies religiosi, tabu olan yerler ve günlerdir, örneğin, yıldırım düşmüş yerler ya da bir felaketin yaşandığı günler. Bu tür yerlere adım atılmaz ya da ancak törenle adım atılırdı ve böylesi günler­ de hiçbir şey yapılm az ya da en iyisi hiç sokağa çıkılmazdı. Romalının, Vedalarda, Genesis, E dda ve diğer efsanelerde, keza Y unanlılarda olduğu gibi kendine özgü biçimlerde gelişmiş zengin bir kozm ogonisi yoktur. O na göre gök ve yer, güneşin açması, yağm urun yağm ası, yeşerm ek ve meyve verm ek içindir, o kadar; nasıl m eydana geldikleri sorulmaz. Başlangıçta söylen ve put diye bir şey de yoktur, dolayısıyla tapınak da. Tem plum , arkaik dilde basitçe kutsal yer demektir. Sunak niyetine çayırlı bir tepe kullanılır, M ars’ı mızrakla, V esta’yı ocak ateşiyle, Iuppiter’i de çakıl taşıyla simgelerlerdi, luppiter’in ilk kil heyke­ lini C apitolium ’a koyanlar Tarquinius’Iardı. Tanrılar num ina’dır, yani iradenin taşıyıcıları; onlar soyut enerjilerdir, gerçek kişiler değil. Fakat tam da insan ötesi bir kılığa bürünm üş olmaları ne­ deniyledir ki, Yunan düş gücünün en harika eserlerinde bile gö­ rülmeyen bir azam et havası ve ürpertisi vardır onlarda. Bu ne­ denle, tapm an kişi kendi dini m izacı uyarınca, bu tanrılarda ya en ulvi ve en gizemli şeyleri ya da en boş ve en sıradan şeyleri gö­ rebilirdi. Oysa, dünya duygusunun derinliğine ancak tanrıların inkârıyla ulaşabilen Y unanlılar için bu kapı kapalıydı. N um en’in tinere’den geldiği söylenir, yani başın onaylayan hareketinden. Tanrıları Rom alılara ancak uzaktan baş sallarlardı. Rom alıların baştanrıları Iuppiter, M ars ve Ç uirinus idi, son ikisi aslen özdeş olsa gerek. M ars hem savaş tanrısıydı hem de tarım tanrısı. Y ılın baharda başlayan ilk ayı adını ondan alır; M ensis M artius. Iuppiter F ulgurator, Tonans, Pluvius ve Serenator’dur: Şim şekler çaktırıp gökleri güm bürdetir, yağm ur yağdırıp güneş açtırır. A rb o r Jovis Slavların, K eltlerin, Cermen


İONYA BAHARI

155

ve H ellen gibi diğer pek çok H int-A vrupa halklarının da kutsal saydığı bir m eşe ağacıdır. En eski Y unan tapm ağı olan D odona’da Z eu s’un m eşe ağacı dikiliydi; yapraklarının hışırtısı ve dallarında yuvalanm ış kutsal güvercinlerin uçuşu geleceğe dair haberler verirdi. Bunun dışındaysa, akla gelebilecek her türlü etkinlik ve olayın kendi tıum ina*sı vardı: Ö rneğin, tarlanın ilk sürülüşü için V ervactor, İkincisi için Redarator, üçüncüsü için İm porcitor; tahılın getirilişi için Convector, ambarlanışı için C onditor ve kullanım a sunulm ası için de Prom itor; O ssipago, çocukların kem iklerini sertleştiren tanrıdır; Statilinus, çocuklara ayakta durm ayı, Fabulinus da konuşm ayı öğre­ tir. V eba, açlık, hum m a, tarla yangını gibi belaların da özel tan­ rıları vardır. En önem li ahlaki ve siyasî kavram lar da aynı bi­ çim de kişileştirilm işlerdir: Spes ve Fides, Pietas ve A equitas, C oncordia ve C lem entia, Salus ve V ictoria. K öylüler için sınır taşlarının tanrısı olan T erm inus’un önem i büyüktür, bu tanrının onuruna her yıl bir şenlik, T erm inalia düzenlenirdi. Ekin tanrısı S aturnus’un onuruna bizdeki N oel kutlam alarına benzer Saturnalia şenlikleri yapılırdı. A ralık ayının ikinci yarısına rastlayan bu şenlikler zam anında insanlar bütün işlere ara verir, birbirlerine arm ağanlar dağıtıp “bona Saturnalia’l a r dilerlerdi, m um lar yakılır, şölen yem ekleri yenirdi. Dahası, efendilerin kölelerine hizm et etm eleri gibi güzel bir de töre vardı. Evin idaresi, kapıyı ve ocağı sim geleyen Ianus ve V esta’ya Roma ve genel olarak yılanın sim gelediği Penates, M anes, Lares ve Kültü G enius’a aitti. Y alnızca bireylerin değil, bütün yörelerin, ku­ ruluların ve tüm R om a halkının bir G en iu s’u, koruyucu bir ruhu vardı. G enius loci kavram ı, Y unanlılardaki karşılığından daha doğal ve canlıdır, bu kavram Y unanlılarda az çok mecazi bir anlam taşırdı. Ev sunuları çoğunlukla bitkiseldi: Süt, fasulye, pasta, hatta çelenk ve tütsü; devlet kurbanları hayvansaldı: Do­ muz, koyun, sığır, ki bunların üçü de suovetaurilia sözcüğünde toplanm ıştır (sus, ovis ve taurus). K urbanları taş veya bronz bıçaklarla keserlerdi; kaplar hâlâ eski çağlara özgü bir sadelik­ teydi; ateş, tahta çubukları birbirine sürtm ek suretiyle yakılırdı. İlahi yasanın koruyucusu, tanrılarla m ünasebetin en doğrusunu bilen rahipler (poııtifices) heyetiydi. K urbanlar, bugünü ve ge­ leceği pratik egem enlik altına alm aya yarayan zanaat tekniğin­ den başka bir şey olm adığı gibi, adak (votum ) teslim atta ödeme


156

ANTİK YUNAN'IN KÜLT ÜR TARİHİ

yapılan bir alışveriş, vadesiz bir akittir; kuşatm a altındaki kentten düşm an tanrının kovulm ası, evocatio, bize komik gelen hukuki bir süreçtir. A lam etlerle ilgili öğretinin kökeni E truria’dır. B ir alamet, alınacak kararı onaylayabilir ya da uyarıda bulunabilir, alınmış bir karardan sonra çıkış yolunu gösterebilir, herhangi bir yöne işaret etm eksizin yainızca “ihtar”da da bulunabilirdi. Kehanette bulunm ak için şim şeklerin biçim i, uzunluğu, yönü, konum u ve zam anı; kartal, akbaba, karga ve baykuşların ve bazen de bütün kuşların uçuşu, bunların yanı sıra olağanüstü doğa olayları da gözlem lenirdi: G üneş ve A y tutulm aları, gökkuşağı, kuyruklu yıldızlar, sakat doğum lar, aniden ortaya çıkan arı sürüleri ve benzeri şeyler. B ütün bunları adam akıllı yorum lam ayı yalnızca Etrüskler biliyordu, bu yüzden im paratorluk dönem ine kadar, augur'Yar -k u şla rın uçuşuna göre kehanette bulunan rab ip lerolarak onlar tercih edilm iştir. R om alıların, eğitim de başı çek­ tikleri ve günüm üze dek aktarılan bir hukuk pratiğine ve devlet örgütüne sahip oldukları altın çağlarında bile bu tür şeylere inandıkları kesindir. V o ltaire’in papazlara yönelik iğnelemeleri papazlara bakışı nasıl değiştirm ediyse, C ato ’nun kesilen kurba­ nın barsaklarına bakarak kehanette bulunan kâhinleri (haruspices) küçüm seyen sözleri de bir şey değiştirm edi. C astitas buyruğunun ahlaki hiçbir yanı yoktu; tam am en ra­ hibin, kurbanı adayanın ve kurbanın ritüel tem izliğine, yıkama, sulam a ve tütsülem eye dayanırdı. D uada en ufak bir hata, bir tek kelim enin bile unutulm ası, elin yanlış bir hareketi, flütün teklem esi, atların tepm esi veya dizginlerin yere düşürülm esi kurbanı geçersiz kılardı, zaten bunlar en az otuz kez tekrarla­ nırdı. A yinlerin baş belası sivri fare idi. B u farenin sırnaşık sesi eli kulağında hayırlı alam etlerin üzerine gölge düşürürdü. Kili­ se babası Tertullianus, çok sayıdaki katı team ülünden ötürü “N um a yasası”nı O n E m ir’e benzetir. V arro ise m ağrur bir edayla, R om alıların tanrılarını başlangıçta sine sim ulacro yü­ celttiklerini, ibadetlerinin daha arı olduğunu söyler: O nlara putları ithal edenler halkın yüreğinden tanrı korkusunu söküp atıp yerine sapık bir öğreti verm iştir. V arro ’nun bu yorum u (kendisi İsa’dan 27 yıl önce ölm üştür), o büyük çağ dönüm ü­ nün ruhunu önceden m uştulam ıştır diyebiliriz. İlk Rom alılıların bir putu bile yoktu.


İONYA BAHARI

T5 7

Varro Y ahudileri kastetm işti, fakat pekâlâ Persleri de kaste- Mecusidebilirdi, çünkü onlarda da put yoktu. G erçi P ersler asla katı bir ük tavır sergilem em iş, hiç olm azsa A huram azd a’nm bir tek im ge­ sine izin verm işlerdi: Güneşi tem sil eden kanatlı bir dairenin içinde sakallı ve uzun lüleli, sağ elini öğretici bir biçim de kal­ dırm ış, tacı ve krallık libasıyla tanrının resm i. Ö te yandan, on­ lar da tapm ak inşa etm eyerek Y alvaç M u sa ’nın öğretisinden daha tutarlı bir yol izlem işlerdir. “B ence bunun nedeni,” der H erodotos, “H ellenler gibi tanrılarının insanlara benzediğine inanm am alarıdır.” D ağların doruklarında güneşe ve A y’a, top­ rağa ve ateşe, suya ve rüzgâra yakarm akla yetiniyorlardı. İs­ kenderiyeli Clem ens, “O nlar tanrının ruhunu ne Y unanlılar gibi odun ve taşta ne de M ısırlılar gibi balıkçıl ve fıravunfaresinde görm üştür, filozoflar gibi onlar da tanrıların tezahürünü yalnız­ ca ateş ve suda bulm uştur,” der. İranlIların dini, H intlilerin V ed a’sına tekabül eden ve A vesta denen (aşağı yukarı, “bilm e” anlam ı taşır) kutsal m e­ tinlerde toplanm ıştı. A vesta, İran’ın eski dini dilinde, yani eski B aktria dilinde kalem e alınm ıştır. B u dilin eski Farsça karşısın­ daki durum u, aşağı yukarı eski yüksek A lm anca karşısında G otçanın durum una benzer; daha K yros zam anında, ortaçağ Latincesi ya da İsa M esih zam anındaki İbranice misali ölü bir dil haline gelm iştir. A v esta’dan günüm üze kalanlar, liturjik parçalardır. 1760 civarında A nquetil D uperron, B om bay civa­ rında yaşayan “ateşe tapanlar”ın elinde zengin bir m etin kolek­ siyonu olduğunu keşfeder, bunlar 1771 yılında Fransızcaya çevrilm iştir. Perslerin kendilerine ait bir dinlerinin olduğu ger­ çeği büsbütün unutulduğu için m alum çeviri insanları öylesine şaşırtm ıştı ki, çeviriden şüphe duyulm uştu. M ecusilik ya A hura M azda’nın adına göre M azdacılık diye tabir ediliyor ya da ku­ rucusuna göre Z erdüştlük diye adlandırılıyor. Y unanlıların de­ yişiyle Zoroastres (A vesta’daki özgün hali Zaratuştra), rivayete göre İÖ 660 yılında doğm uştur. D oğum u alam et ve m ucize yüklü olduğu için kara büyücüler onu öldürm eye çalışır. Yirmi yaşında inzivaya çekilir, otuzuna geldiğinde ise vahiy iner ve insanları irşad etm eye başlar, fakat önceleri başarılı olamaz. D üşm an rahipler tarafından hapse bile atılır, ancak kralın sev­ gili atını iyileştirdiği için kralın lütfuna m azhar olur. H üküm dar ile karısını b u yeni dinin saflarına çekm eyi başarır, artık önü


T58

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

iyice açılm ıştır. N e var ki, düşm anlar ve m ücadeleler başından eksik olm az. Z erdüşt m uhtem elen bu “cihadlar”dan birinde dü­ şer. Ö ldüğünde, altm ış yedi yaşındaym ış. Zerdüştlüğün en tem el özelliği sarsılm az düalizm idir. H aki­ kat ile yalan, iyi ile kötü, sonsuz ışık ile sınırsız karanlık gibi birbirine düşm an güçlerle O rom asdes (O rm azd, Ormuzd, A huram azda’nın Y unanca biçim i) ile A hrim an birbirlerinin tam zıddıdır. Y ine de burada bir tektanrıcılık söz konusudur, çünkü kavganın sonunda iyi kötüye galip gelecektir, A hura M azda (“bilgeliğin kendisi olan efendi”), dünyanın yaratıcısı, sahibi ve hâkim idir; iyiliği öğreten ve koruyandır; tahtı gökyüzü, cismi ise Pers im gelem inde ruhla aynı anlam a gelen sa f ateştir (M e­ cusilik, spenta m ainyu, yani kutsal ruh kavram ını bilir). O nun altında göksel hâkim lerden kurulu bir hiyerarşi vardır: En üstte altı “hayırsever aziz”, bir tü r başm elek yer alır; isimleri, “güzel düşünce”, “en iyi hakkaniyet”, “özlenen diyar”, “cöm ert özve­ ri”, “kurtuluş” ve “ölüm süzlük”tür. O rm uzd’la birlikte kutsal yedileri oluştururlar; bunları, sayısız basam aklar halinde Fravaşiier ya da koruyucu m elekler izler. O rm uzd her yerdedir ve her şeyi bilendir, fakat gücü mutlak değildir, çünkü karşısında, yeni Farsça adıyla A hrim an vardır (A vesta’daki adı, angra m ainyu, kötü ruhtur). Ö zellikleri, m u­ halefet, sıkıntı, darlık, alay ve bilum um kötülüklerdir. Ormuzd yaşam ı yarattığında, A hrim an da ölüm ü yaratm ıştır. Öğeleri, uyku, gece, ateşi bulandıran dum an, kış, çöl, hastalık, kirlilik ve kötülüğün iyiliğe üstün tutulm ası anlam ına gelen yalandır. A hrim an Z erd ü şt’ü de ayartm aya çalışır, tıpkı şeytanın M esih’i ayartm aya çalıştığı gibi, fakat başarısız olur. H izm etkârları, altı başdaim on ve D aevas birliğidir, bunlar eski halk inanışının do­ ğa tanrılarından başka bir şey değildir, am a H ıristiyanlıkta da olduğu gibi, bu yeni din tarafından şeytanca diye ilan edilm iş­ lerdir. H er kötülük, her fenalık, bir daim onun eseridir. ZerdüştN ietzsche, neden tam da Z erdüşt figürünü seçtiğini şöyle alüğün çıklar: “Zerdüşt, eşyayı devindiren çarkları iyinin ve kötünün savaşında bulm uştur. Zerdüşt, bu uğursuz yanılgıyı, ahlakı y a ­ ratm ıştır, dolayısıyla onu bilen ilk kişi de odur. Bu konuda her­ hangi bir düşünürden daha eski ve başarılı olm asının yanı sıra, Z erdüşt başka düşünürlerin hiç olm adığı kadar gerçektir. G er­ çekleri söylem ek ve oklarını isabet ettirm ek: İşte Pers erdemi,


İONYA BAHARI

159

Ahlakın, gerçek aşkı nedeniyle zorlanm ası, ahlakçının kendisini kendi karşıtına - bana- zorlam ası: İşte Z erdüşt adının bendeki karşılığı budur,” Bilindiği gibi, N ietzsche eski düalizm in yerine yenisini getirm iştir: “İyi”nin ve “k ö tü ”nün düalizm inî - tam anlam ıyla aristokrat olan Z erdüşt diniyle enikonu bağdaşan bir düalizm dir bu. H er b ir dini deha, ki N ietzsche de bunlardan biridir, zorunlu olarak düalist ve ahlakçıdır. Üst insanın başlıca erdem leri, ruhun cesurluğu, kalbin saflığı ve cöm ertliği, aydın­ lık hizm eti, ebediyet sorum luluğu bilinciyle hareket eden eylem gücüdür ve bütün bunlar yüceltilm iş birer A vesta erdem idir. Z erdüştlük dinini tüm kurum larıyla ele aldığım ızda, m ahşe­ re, cennet ve cehennem e inandığını görürüz; dahası, iyi ve kötü am ellerin eşitliği durum unda A ra f diye bir yerin olm ası gerek­ tiği düşüncesine çok önceden varm ıştır. O rm uzd’un yarattığı insan, doğası gereği iyinin evrenine aittir ve hayatının her evre­ sinde kendi başına karar verm e hakkına sahiptir. Y alnızca insa­ nın değil, dünyanın da kaderi bu seçim e bağlıdır, çünkü her iyi amel O rm uzd’un gücünü artırır, kötü amel ise A hrim an’m hâ­ kim iyet alanını genişletir, dolayısıyla ışığın nihai zaferi gecik­ miş olur. M elekler bu konuda olup biten her şeyin defterini tu­ tarlar. Z erdüşt ahlakının tem elinde şu kutsal üçlü yatar: İyi dü­ şünceler, iyi sözler, iyi eserler. Ç oğunlukla arılık talep edilir: Ruhsal ve bedensel arılık, içtenlik ve şefkat, tarım ın ve sığırla­ rın him ayesi (inek, A hu ram azd a’nın en sevdiği yaratıktır). Ateş en arı ve her şeyi arıtan, aynı zam anda da en fazla ışık veren olduğu için ululanır. Rahip, sunaklarda yanan ateşin kutsal alevlerine, onu kirletm em ek için ancak eldiven takarak ve ağzını örterek yaklaşabilir, ateşi karıştırm ak ve körüklem ek için takdis edilm iş dem ir ve devekuşu yelpazesi kullanılır. C esetler kirli oldukları için ne ateşe atılır ne de toprağa verilir, işte buradan şu eşsiz töre doğm uştur: Ö lüleri kurda kuşa yem olarak sun­ mak. A rılık yasası nedeniyle başka defin biçim leri de m evcuttu elbette: Ö lüler balm um uyla sıvanıp oturm a pozisyonunda gö­ m ülür ya da ölünün toprakla tem as etm esini engelleyen tabutla­ ra koyulurdu. K öpek ve horoz da kutsal hayvanlardandı. H oroz, özellikle de sabahın ve ışığın habercisi olduğu için kutsaldı. H oroza Y u­ nanistan’da uzun zam an “Pers kuşu” denm iştir. K öpeğin önüne, sanki şeref konuğuym uş gibi, en iyi yem ekler konurdu. Dört


16 0

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

gözlü bir köpek (alnında iki leke olan) bakışlarıyla şeytanı bile kovabilirdi. A t ve deveyi ne kadar takdir ettikleri, uştra (deve) ile aspa (at) takılarıyla oluşturulan eril isim lerden bellidir, ör­ neğin I. D areios’un babasının adı V iştaspa’dır (Yunancası H ystaspes). İki ırk atları vardı: G üneybatı kökenli, çok süratli A rap atları ve kuzeydoğu kökenli ağır, uzun öm ürlü atlar. Persler A rap atlarını özellikle de postacılıkta kullanır, diğerleri­ ni ise oraklı arabalara koşarlardı. A rışları ve tekerleri büyük oraklarla donatılan bu arabalara, baştan aşağı zırh kuşanm ış dört at koşulurdu, ilk zam anlar düşm anın korkulu rüyasıydı bu arabalar. B una karşılık, A h rim an ’ın yaratıkları ev ve tarla fare­ si, yılan ve kurbağa, yırtıcı hayvan ve böceklerdi. Bunları yok etm ek dini bir vecibeydi. M ecusilerin en büyük ödevi yalan söylem em ekti, bu yüzden borçlanm ak da yasaktı, çünkü borç insanı yalan söylem ek zo­ runda bırakabilirdi. Eski M ecusilerin tek gerçek halefleri olan B om bay’daki Parsilerde iş anlaşm asında el sıkışm ak halen daha yazılı sözleşm e kadar geçerlidir, cöm ertlikleri ise dillere des­ tandır. Perslerin, H ellenler üzerinde en az gerçeklik aşkları ka­ dar şaşırtıcı bir etki yaratan bir başka özellikleri de, düşm anla­ rına karşı kahram anca, m ağlup ettiklerine karşı da yum uşak davranm alarıydı. Tapm ak yakm ayı Y unanlılardan öğrendikleri­ ni söylerlerdi. D üşm anlarına bir ibret dersi verm eye ya da onla­ rın cesaretini kırm aya nadiren kalkışırlardı. A vesta’da oğlancı­ lık da yasaktır, am a belli bir cezası yoktur; şarap içm ek ilkin İslam iyetle yasak edilm iştir, oysa Perslerin başlıca zevkleri av­ lanm a, zar atm a ve yarışm a, bir de şarap içm ekti. H erodotos’un naklettiğine göre, sarhoşken birbirlerine danışır, ayıldıklarında ise aldıkları kararları yeniden gözden geçirirlerm iş - hiç fena bir yöntem değil. Ö zetle diyebiliriz ki, Zerdüştlük eskiçağda, H induizm dışındaki inançların tersine evrensel ve babacan bir dindir ve H induizm in aksine b ir eylem dinidir. H intlilerle İranlılar, aslen ortak bir halk, dar anlam da Ari bir topluluktur; sanki doğa iki ayrı dünya görüşü ve yaşam biçim inin aynı kökten nasıl doğabileceğini gösterm ek istem iştir. Persler, M edler ve Partlar İran soyunun yalnızca birer dalıydı, tıpkı günüm üzde Franklar, Suebyalılar ve B avyeralılar gibi. İran İran tipik bir dağlık bölgedir. En alçak vadiler bile deniz se­ viyesinden 1500 m etre yüksektedir; dağları çoğunlukla 5000


İONYA BAHARI

161

m etreyi zorlar, hatta bazen geçer de. O rta bölgesi, aşdm ası im­ kânsız büyük bir tuz çölüyle kaplıdır. O rm an da hem en hemen yok gibidir. Ü lkeyi süsleyen yegâne ağaçlar, tek tük kavak, çı­ nar, servi ve bodur hurm a ağaçlarıdır. Verim li vahalarına zen­ gin bir bitki örtüsü hâkim dir: H aşhaş, yasem in, m enekşe, nergiz, bodur m eyve ağaçları ve en önem lisi, anavatanı İran olan gül ağaçları; nitekim Y unanca rhodon [gül] sözcüğü İran kökenlidir. G ünüm üz TahranlIları bile güle karşı özel bir tutku besler, bahçe ve sarayları, ham am ve yem ek odalarını güllerle süslerler. İran’ın M ezopotam ya direyine benzer bir direyi var­ dır; bozkır kaplum bağası, son derece zehirli bir tahtakurusu türü ve tim sahtan sonraki en büyük keler olan kocam an, renkli bir kertenkele, yani çölvaranı İran’a özgü hayvanlardandır. İndus nehrinden E ge D en izi’ne kadar uzanan Akhaim enid Akhai diyarının toplam nüfusu takriben elli m ilyondu am a Persler bu menid nüfusun en fazla yüzde birini teşkil ediyordu. P ersis’in başkenti ler Persepolis im paratorluğun dış kenarında kurulm uştu, bu yüzden M edia’nın başkenti E kbatana ile Elam m etropolü Susa’nm önemi iyice artm ıştı: Susa Pers krallarının kışlık, diğeri ise yaz­ lık ikam etgâhıydı. M edia P ersis’le birlikte eskiden beri im pa­ ratorluğun en önemli eyaleti sayılıyordu, öyle ki batılı yazarlar Persler yerine M edler derlerdi ve Y unanlılar da Pers savaşlarını r a Mr|SiKcı diye adlandırırlardı. Fakat Babil, Ön A sya ticaretinip m erkezinde yer aldığı için eski önem inden hiçbir şey yitirmem işti; nüfusu ve m im ari yapıları hâlâ zengin, m ühendis ve yazarları, astronom ve büyücüleri hâlâ önem liydi. Kral, kullarının üzerinde ihtişam la yükselir, am a asla ilahlaşm am ıştır. O nun huzuruna çıkan, kendisini yerlere atar, onunla konuşan, ellerini giysisinin kollarında gizler, tahtının ar­ kasındaki yelpazeci ağızlık takar. Sarayın içinde dolaşacağı zam an kralın önüne halılar serilir, hiç kim se bu halılara basa­ m azdı, sokağa çıkacağı zam an sokak halka kapatılırdı; yüksek rütbeli “sofra arkadaşları” bile ancak kral dairesinin önündeki sofada yem ek yiyebilirlerdi. Z erdüştçe erdem lerle halka önder­ lik etm esi beklenirdi. Y alnızca başkadm lardan olm a oğulları m eşru sayılıyordu. A khaim enidlerin çoğu ya öz kızkardeşleriyle ya da üvey kızkardeşleriyle evlenirlerdi, hatta İkinci A rtakserkses, kızı A tossa ile evliydi: K ızkardeşle ya da anneyle evlenm ek M azda dininde serbestti. İm paratorluk yirmi


162

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

satraplığa bölünm üştü ve her birinin başında bir vali (kşatrapa} vardı. “K ralın gözleri ve kulakları” ortalığı yılda bir teftiş ederlerdi. Persler fethettikleri ülkelerde hem insanca hem de akıllı bir yönetim örneği sergilem iştir. B oyunduruk altına alman kavim lerin m ensupları sarayda olduğu kadar, ne töre ve kültür­ lerine ne de toplumsa! ve siyasi yapılarına ilişilen m em leketle­ rinde de en yüksek m evkilere gelebiliyor, göçebeler ve yarı barbarlar şeyhleriyle, Fenikeliler “y a rg ıç la rıy la , M ısırlılar eyalet prensleriyle, K ilikyalılar syen n esis’leriyle, Y ahudiler te­ okrasileriyle, Y unanlılar da p o lis’leriyle baş başa bırakılıyordu. Yine insancıl bir çerçeveye oturttukları yasalarında, cezanın geçm işteki yararlılıklar göz önünde bulundurularak hafifletilebiîeceği ya da tam am en kaldırılabileceği biçim inde şaşırtıcı bir iike bulunur, oysa A vrupa, güç bela iyi hal kavram ına erişebil­ miş, koca bir insan hayatını yargılarken de dengeleyici adaleti kavrayam am ıştır. D engeleyici adalet, iyi am ellere bu kadar özel ve önem li bir değer yükleyen bir M ecusi için son derece doğal bir şeydir. Persler sikke basm a konusunda örnek olm alarına rağmen, değişik kültürlere ev sahipliği yapan im paratorluklarında sağ­ lam bir para ekonom isi yürütebilecek durum da değildiler. Eya­ letlerden alm an haraçlar daha çok mal biçim indeydi: At, katır, giysi, hah, un, tuzlu et, ev eşyası ve benzeri şeyler. Para olarak alınan vergiler başkentlerin hâzinelerinde eritilip ihtiyaç halin­ de yeniden basılm ak üzere külçe, çubuk ve kap olarak korunu­ yordu. D evlet işlerindeki önem li kalem lerden biri de saray m e­ m uru olarak yetiştirilen ve atçılık, okçuluk, adalet ve din konu­ larında eğitim gören genç soyluların geçim lerini tem in etmekti (fakat “sarayın kapıları” yetenekli her gence açıktı). B unun yanı sıra düzenli bir ordunun geçindirilm esi gerekiyordu: Sayısı sü­ rekli artırılan on bin kişilik bir “Ö lüm süzler” ordusu ile, karar­ gâhları sarayın içinde bulunan ve bir binbaşının kom utasında olan kral korum aları “B inler” . K orum aların arm ası m ızrakların sapm a işlenen altın elm a idi. Pers ordusunun en seçkin sınıfı okçu sınıfıydı: O klarının dize getirem eyeceği düşm an yok gi­ biydi. O kçu sınıfı yine son derece yetenekli atlı sınıfıyla birlikte ordunun en yüksek m anevra kabiliyetine sahip kanadını oluştu­ ruyordu, çünkü miğfer, zırh ve dizlik yerine pantolon ve hafif giysiler giyer, kısa başlıklar (tiara) takarlardı, “uzun tiara” ya da


İONYA BAHARI

163

kidaris yalnızca kralın başını süsleyebilirdi. Filonun tayfasının hem en hem en tam am ı yabancılardan oluşuyordu; Yunanlılar, Kilikyalılar, özellikle de Fenikeliler. Deveci birliğiyle filler de Pers ordusuna özgü unsurlardandır. O raklı arabalar, daha Ksenophon zam anında korkunç olm aktan çıkmıştı, çünkü insanlar bu arabalardan kaçınm ayı ya da atları ürkütm eyi öğrenmişlerdi. Persler yol yapım ında da ustaydı: K ral yolu adındaki yollardan biri E phesos’tan Sardeis’e kadar uzanıyor, Lidya, Frigya, K apadokya ve Erm eni eli üzerinden S usa’ya varıyordu. Fakat Persler öncelikle postanın m ucididir. A n a yolların üzerinde dört beş p a ra sa n g 'lık (bir parasang yaklaşık altı kilom etreydi) m e­ safelerle kraliyet konak yerleri bulunurdu: G ece gündüz dem e­ den, hem atlar hem de kuryeler değiştirilirdi buralarda ve ulak­ lar “neredeyse turnalardan bile daha hızlı” yol alırdı. Ö ncelikle yönetim in haberleşm e trafiğine ve m em urların atanm asına ya­ rayan bu düzeni daha sonra hem Ptolem aiosY ar hem de R om a­ lılar devralm ıştır; özel postacılık ise ilkin yeniçağda gelişmiştir. D aha sonra Dareios, Firavun N ek ao ’nun başlattığı Süveyş Kanalı’nı tam am latm ıştır; “dört gün uzunluğunda, iki gemi geniş­ liğinde” olan bu kanal, H erodotos zam anında bile kullanılıyor­ du, am a sonra alüvyonlarla kaplanm ış ve ancak İkinci Ptolemaios tarafından yeniden açılm ıştır. B abil’irt aksine Pers diyarı, dağlardan sağladığı mermerimsi enfes kireç taşı sayesinde daim a yerli bir yapı m alzem esine sahipti. Işık dininin özgür ruhu kendisini sütunlu devasa yapı­ larda, dış cephenin duvar yerine perdelerle örtüidüğü saraylarda da belli eder. Halılar, süs hevenkleri, renkli nakışlar ve zengin duvar örtüleri odalara şenlikli bir hava katardı. Bu yapılarda Y unanlıların m im ari derinliğinden eser yoktu elbette: Aşırı ince ve yüksek sütunlarının orantısı tam am en keyfidir; sütun baş­ lıklarını oluşturan diz kırm ış atlar, aslanlar ve boğalar abartılı süslerden başka bir şey değildir. İran heykelciliği gerek ahenk ve biçim gerekse ifade zenginliği bakım ından Babil heykelcili­ ğinin yalnızca kuru bir tekrarıdır, yine de bu heykellerde A huram azda’nın cana can katan ateşten nefesi hissedilir. Sa­ rayların etrafı av hayvanlan ve havuzlarla dolu geniş bahçelerle çevrilidir, bu bahçelere eski Farsça adıyla paradeza (ya da buna benzer bir şey) denir. “ Seçkin bölge” anlam ına gelen bu sözcük Y unancada paradeisos olm uş ve bu haliyle daha sonra en eski

Pers Postacı-

Pers Sanatı


164

Miletos’un Düşüştt

Miltiades

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

T evrat m etni olan Septuaginta’da yer alm ıştır. B ir m anzara için (batı dillerinde) “cennet gibi” derken Farsça bir ifade kullandı­ ğını ve ilk insanların m eskeninin adını çok sanatkârane ve ya­ pay bir parktan aldığını bilenlerin sayısı çok az olsa gerek. Pers em peryalizm i elbette batıya yöneliyordu. Lidya topraklarının tam am ı A khaim enidlerin eline geçtikten ve hatta Mısır da fethedildikten sonra B alkan yarım adasına saldırmaları yalnızca an m eselesiydi. İonya Y unanlılarının üzerindeki baskı K roisos zam anındakinden daha fazla değildi: Persler, kendileri­ ne m innettar kalıp boyun eğeceklerini um dukları tiranları başa getirm ekle kalm ayıp kentleri de tam am en özgür bırakm ışlardı, hatta H ellenler için en önem li hak olan kendi aralarında savaş­ m a hakkını bile teslim etm işlerdi. A m a bu tiranlar, dünya hari­ tasına bakıp Perslere başkaldırının boşa çıkacağını ileri süren M iletoslu bilge Flekataios’un öğüdüne kulak asmamış, 499 yı­ lında patlak veren isyanı körüklem işlerdir. A tina da destek ge­ m ileri yollam ış, fakat Sparta ihtiyatlı davranıp hadiseden uzak durm uştu. Satrapiarın ikam etgâhı olan S ardeis’e yapılan baskın başarılı olm uştu, kent alevler içindeydi. Persler Y unan ordusu­ nu Ephesos civarında darm adağın ettiler. İsyancıların filosuna M iletos körfezindeki Lade adasında son darbeyi de indirdikten sonra, kenti hem karadan hem de denizden kuşatm a altına alıp 494 yılında ele geçirdiler. İsyanın çıktığı yer olduğu için kent tam am en yakıldı, halkı sürüldü, tıpkı bir asır önce K udüs’ün başına gelenler gibi. M iletos eskiçağda ikinci bir altın çağ daha yaşam ıştır, fakat bugün sivrisinek kaynayan yoksul bir köydür; üç dünyanın hâzinelerinin takas edildiği limanı bir zam anların m uhteşem Lade adasının karşısında b ir m ezarlık tepesi gibi yükselen tenha bir otlağa dönüşm üştür. D iğer kentler resm en Sardeis satrabının egem enliği altına girm iş, tiranlık yürüm ediği için dem okratik bir yönetim geti­ rilmişti. Y üce kralın olaylara karışan A tin a’yı cezasız bırakm a­ yacağı kesindi. A m a kralın ilk başlardaki niyeti A tina’yı A khaim enid İm paratorluğu’n a katıp H ip p ias’ı yeniden tahta getirm ekten ibaretti. B u kaçınılm az sonu kabullenm eyi öğütle­ yenler çıktıysa da, çoğunluk savunm a savaşında karar kılmıştı. G elgelelim , çoğunluk da ikiye bölünm üştü: Başını M iltiades’in çektiği birinci grubun bütün um udu A ttik a’nın hoplit'lenydi; diğer grup ise T hukydides’in deyişiyle, “AtinalIlara, denize


İONYA BAHARI

165

güvenm eleri gerektiğini söylem e cesaretini gösteren ilk kişi” olan T hem istokles’in yeni filo program ına bel bağlıyordu. Y al­ nızca strateji kuram ına değil, iç siyasete de ters düşüyordu bu: H oplit sınıfı m ülk sahibi ortadirekten geliyordu, gem i tayfası ise bir deniz ülkesinde önem li rol oynam aları kaçınılm az olan en alt sınıflardan. İlk önce, M iltiades’in iki anlam da da m uha­ fazakâr olan bakış açısı zafer kazandı. D areios Y unan kent ve adalarından, boyunduruk altına alınm alarının bir işareti olarak su ve toprak isteyince, bu isteği yerine getirildi, sadece A tina ve Sparta buna karşı çıktı, hatta ilişkileri iyice bozm ak için elçileri kuyuya attı. 492 başında filo destekli im paratorluk ordusu T rak y a’ya doğru yola koyuldu am a gem iler A th o s’ta karaya oturdu, büyük çoğunluğu da battı. Böylece sefer suya düştü. 490 tarihindeki ikinci seferde farklı bir yöntem izlendi: G em iler, orduyu S am os’tan A ttika’ya en kestirm e yoldan ulaştırm ak için yalnızca nakliyat am açlı kulla­ nıldı. Esasen bir başlarına kalan A tinalIların yardım ına sadece Plataiailılar koştu, Spartalılar ise geç kaldı. M iltiades güçlü ki­ şiliği sayesinde, yurttaşlarını düşm anı kent içinde ya da önünde beklem ek yerine, onların üzerine yürüm eye ikna edebildi. Silah gücü eşit değildi; A tinalIların gücü çoğunlukla sekiz adam dan, yer yer bunun iki üç katından oluşan et duvarı biçim indeki phalan ks birliğinden ibaretti: D onanım larının ağırlığı ve bir buçuk adam boyundaki m ızrakları sayesinde düşm anı ezip ge­ çebilirlerdi; tek z a y ıf tarafları, hareket kabiliyetlerinin düşük, et duvarının yan taraflarının z a y ıf olm asıydı. En büyük tehlike, düşm anın çevik okçu ve süvari birlikleri tarafından -P erslerin kuvvetli tarafı da b u y d u - kuşatılm ak ve yıpratılm aktı. Fakat merkezi olabildiğince ince tutup hattı genişleten ve savaş safla­ rını düşm an oklarına h e d e f olm am ak ve süvarilerin üzerine yü­ rüm ek için hızla hareket ettiren M iltiades’in taktik dehası bu tehlikelerle başa çıktı. P ersler kâh bataklıklara sürüldü, kâh sa­ vaşın devam ettiği gem ilere kaçtı. M arathon’da cereyan eden bu savaşın zaferle sonuçlanm asının bir başka nedeni de, savaş m eydanı olarak, iki tarafı dağlarla kaplı bir vadinin çıkışında yer alan ve Pers süvari birliğinin hareket kabiliyetini kısıtlayan bir alan seçilm iş olm asıdır. A tinahlar M iltiades’e karşı tam bir A tinalı tavrı sergiledi. Themis M iltiades bir yıl sonra P aro s’a tam am en başarısızlığa uğrayan tokles


166

ANTİK Y U N A N IM KÜLTÜR TARİHİ

bir saldırı düzenlediğinde A tm alılar onu “ih a n e f’le suçlayarak m uazzam bir para cezasına çarptırdılar (hatta idam kararı bile alındı); ne var ki, birkaç haftaya kalm adı, M iltiades savaşta aldığı bir yara yüzünden öldü. B öylece T hem istokles’in ve sa­ vaş gem isi planlarının önü açıldı, fakat darkafalı olduğu kadar dürüst de olan A risteides ona rakip çıktı. Gerçi A risteides m ah­ kem eleri gereksiz kılm ak gibi iyi b ir şöhrete sahipti -g ü y a onun yargısına herkes boyun e ğ e rd i- am a öte yandan, A tinalı eski m uhafazakâr kim liği nedeniyle, dünya siyasetinin büyük so­ runları konusunda ufku son derece dardı. N ihayet iş halk oyla­ m asına kadar vardı: A tin a halkı gelecekte karar kılarak A risteides’i A tina’dan sürdü. Them istokles, Laureion gümüş m a­ denlerinin soylular arasında paylaştırılm asına son vermiş, önde gelen zenginlerin gem ileri donatm asını öngören bir tür malvarlığı vergisi itrierarkhıa) koym uş, böylece birkaç yıl içinde, hareket kabiliyeti ve m ürettebat sayısı bakım ından eski gemilerden çok daha üstün, m odem ve büyük bir filo kurm uştur. KserkRivayete göre, Persler on yıl süreyle savaş hazırlığı yapmıştır, ses Şüphesiz Yunanlıların abartm asıdır bu; gerçekte daha önemli buldukları başka dertleri vardı: D areios’un ölüm ünün ardından M ısır ve Babil’de ortaya çıkan ayaklanm alar ve taht kavgaları. Yine de, Kserkses adıyla bildiğim iz yeni kral K hşayarşa Y una­ nistan’ın küçük bir seferle dize getirilem eyeceğinin farkındaydı. H erodotos’un verdiği rakam lar, kuşkusuz çok abartılıdır. H erodotos’un sözünü ettiği “dört m ilyon”luk ordu üç bin kilo­ m etre uzunluğunda bir kafile dem ek olurdu ki, kral yolundan bile daha uzundur bu. B u sonsuz asker kafilesinin Y unanistan’a nasıl girdiği hayal bile edilemez. Bunun yanı sıra, bir başka etmen daha vardır. B u tür konularda en büyük otorite diyebileceğimiz Clausewitz, “B ir m uharebenin kaderini tayin eden en önemli etm en sayısal üstünlüktür,” der ve sayının koşullarla baş edecek kadar büyük olması gerektiğini vurgular. “Stratejinin temel ilkesi budur. Buradaki genel haliyle bu ilke Y unanlılar ve Persler ya da İngilizlerle M ahratlar için olduğu kadar, Fransızlarla Alm anlar için de geçerlidir.” Şu halde, sayıca o kadar büyük bir güce sahip olsalardı, Perslerin m utlaka kazanm ası gerekirdi, ne de olsa onlar M ahrat değil, birbirinin dengi rakiplerdi. K serkses, 492 yılına ait planı uygulam aya karar vererek H ellespontos’un üzerine köprüler kurdurur, tehlike dolu A thos


İONYA BAHARI

16 7

yarım adasını delip T rakya’da lojistik destekler tesis eder. Bu arada K artacalılarla, batının en önem li askeri gücünü temsil eden Syrakusaili G elo n ’a karşı bir taarruz anlaşm ası im zalam ış, ortak saldırı tarihi olarak da 480 yılını belirlem iştir. D em ek ki, A kdeniz çerçevesinde ele alındığında, bir tür dünya savaşıydı bu: H ellas ile Şark arasında büyük bir çatışm aydı. En kuzeydeki savunm a hattı olan Tem pe geçidi, uzun vade- Leonide elde tutulam ayacağı için boşaltılm ıştı. B u sayede bütün das T esalya Perslerin savaş üssü haline geldi. Y unanlıların savaş planı, karşı yakadaki E u b o ia’nm A rtem ision burnundaki ku­ zeydoğu ucunda konuşlanm ış olan A tina filosu zafere ulaşınca­ ya kadar, L eonidas’m, aralarında üç yüz Spartahnm da bulun­ duğu yaklaşık yedi bin Peloponnesoslu askerle birlikte düşm anı Therm opylai geçidinde oyalam ası üzerine kurulm uştu. Fakat Persler kısa süre önce Sepias tepelerinin önünde kaza yapm aları nedeniyle gem ilerinin büyük b ir bölüm ünü kaybetm elerine rağm en, üç gün süren deniz savaşlarına dayanm ış ve ilk ikisi başarısızlıkla sonuçlanan cephe taarruzlarının sonunda L eonidas’m m evkiini ele geçirm işlerdir. M ükem m el bir dünya tarihi kalem e alan K ont Y ork von W artenburg, “Y unanlılar biraz da günüm üz Fransızları gibiydi diyebiliriz, Fransızlarda da her m ağlubiyetin ardında bir hain aram ak gerekir,” der. Son­ raki tarih araştırm acıları L eonidas’m em rindeki üç yüz Spartalı askeri te le f ettiğini ileri sürm üşlerdir, oysa Fleinrich Leo bu konuda isabetli ve akıllıca bir la f eder: “Eleştirm enler, Leonidas geri çekilm eliydi diyor; şu kadarı kesin ki, eleştirm enler olsa geri çekilirdi.” A m a bir de m anevi zafer diye bir şey var; hem sonra Spartalı askerlerin ölüm ü, H ans D elbrück’ün de özetledi­ ği gibi, stratejik önem i büyük bir olaydı: “Y alnızca kendini fe­ da etme ya da bir artçı savaş değil, aynı anda ikisi birden olan” bir ölüm dü bu, A rtem ision’daki deniz savaşı da boşa çıkmış bir harekât değildi. Bu savaş sayesinde T hem istokles açık deniz savaşlarından uzak durm ası, d ar alanlar seçm esi gerektiğini öğrendi. A rtem ision olm asaydı, Salam is de olm azdı. D ünya tarihinin belki de en düşündürücü savaşı iki ay sonra, Salamis 28 Eylül 480 tarihinde gerçekleşti, T herm opylai geçidinin düş­ m esiyle bütün O rta Y unanistan Perslerin eline geçm işti, ancak ne A tinalılar ne de Spartalılar teslim olm ayı düşünüyordu; beri­ kiler, İsthm os hattının gerisine çekildi, ötekiler de çoluğu çocu­


168

Dünya Tari­ hindeki Olaylar

ANTİK Y U NA N'IN KÜLTÜR TARİHİ

ğuyla kenti terk etti. D üşm an A ttik a’yı çöle çevirm iş, Akrop o lis’i yakıp yok etm işti. T hem istokles’in tek umudu, Kserkses’i Pers filosunun etkin olam ayacağı Salam is boğazında bir çarpışm anın içine çekm ekti. B u nedenle, K serkses’e bir mektup yazarak m üttefiklerin m orallerinin bozulduğunu ve aralarında anlaşm azlık çıktığını, eğer şim di saldırıya geçerse, savaşı bir çırpıda kazanabileceğini bildirdi. Y unan ilişkilerini bilen birisi için bu haberin ihtim al dışı bir yanı yoktu. Böylece yüce kral saldırm aya karar verdi. B irlikleri gözlerinin önünde savaştıkları için yiğitçe çarpıştılarsa da, savaşın seyri T hem istokles’in ön­ gördüğü biçim de gelişti. K alabalık Pers gem ileri birbirlerini öylesine engelliyorlardı ki, düzenli bir biçim de geri çekilm eyi bile becerem iyorlardı. Ç arpışm a sabahın erken saatlerinde baş­ lam ış, akşam a dek sürm üştü; günbatım ından iki saat sonra çı­ kan Ay, Perslerden arta kalan cesetleri, gem i harabelerini ve kaçışanları aydınlattı yalnızca. O günlerde, hatta Y unan kay­ naklarına göre aynı gün, G elon H im era nehrinde Kartacalıları m ağlup eder. B ir yıl sonra Eylül 4 7 9 ’da P lataiai’da Y unan-Pers kara savaşının kaderi belli olur. A razi koşulları, M aratho n ’dakine benziyordu: H o p lit birlikleri süvari birliklerinin saldırılarından dağ yam açları sayesinde korunuyordu. Pers ge­ nerali de tem kinliydi, böylece h er iki ordu da m evzilerini gün­ lerce terk etm edi. N ihayet, süvari ve okçu birlikleriyle girdikle­ ri h a fif çarpışm alardan iyiden iyiye zarar görm eye başlayan Y unanlıların akim a kurtuluşlarını m uştulayan bir fikir geldi: Filoları A sy a ’ya sevketm ek. B u Persler için son derece tehlikeli bir durum du ve M ardonios’un saldırıya geçm ekten başka çaresi kalm adı, fakat ordusunun en önem li kıtasıyla birlikte düştü. Perelerin harem , ahır, saray m utfağının yanı sıra, altın sikke­ lerle dolu yerleşik karargâhı ele geçirildi. M ızrak oka galip gelm işti. A sya seferi de başarılı oldu. Persler, Sam os’un karşısındaki M ykale tepelerinde, yine aynı gün içinde, hem denizde hem de karada bozguna uğratıldı. B ütün İonya şahlanm ıştı. Savaşın kaderi, resm en değilse bile, ilkede belli olm uştu. Bu zaferi T hem istokies’in dehasına borçluydular. Them istokles işin ba­ şından beri, etkili bir savunm anın ancak denizde yapılabilece­ ğini biliyordu. Y unanlılar karada uzun süre dayanam azdı. A m a galibiyeti denizde yakalam ış olm aları bir m ucizedir. Parlak bir


İONYA BAHARI

16 9

askeri yazar olan A. Koster, “Pers filosunu Sepias burnunda yakalayan fırtına on iki saat sonra çıksaydı, dünya tarihinin gi­ dişatı bam başka olurdu,” der. T am am en haklı, çünkü o zam an güçlü Pers filosu Y unan filosunu ezip geçer, P eloponnesos’u abluka altına alır, bütün H ellas bir satraplığa dönüşürdü. A m a dünya tarihinin derin anlam ı işte burada kendini belli eder, çarkları gizlice döner, ibresi bilinm eyen nedenlerden ötürü an­ sızın yavaşlar, hızlanır ya da durur, hatta tersine işler. N eden H unlar K atalonya düzlüklerinde yenildi, neden T ürkler Viyan a ’dan öteye geçem edi, neden A rm ada savaşm aksızm mağlup edildi ve neden M oğollar galip geldikleri halde Silezya’yı terk etti? B u gizem li dönüm noktaları olm asaydı A vrupa şimdi Hun, Türk, İspanyol ve M oğol olurdu. B izim tarihi neden sandığı­ mız, aslında sonuçtur: T arihin ötesindeki nedenlerin sonuçları. D ünyanın gerçek gidişatı olaylardan ibaret değildir.



II. BÖLÜM



Atina ’nın Dünya Günü

Sanatın p eçesin in ardından geçm iş çağları g örm eye çalışıyoruz. N eyse ki, san a t hakikati g iz­ lem esini hep bilmiştir. O SC A R W ILD E

İmdi, “klasik dönem ” dediğim iz ve m erm erden ve sözlerden Maske kurulu tam am en gerçekdışı bir dünyaya, Perikles ve P laton’un çağm a uzanıyoruz. D ünya ruhunun en canlı çehrelerinden biri, koskoca insanlığın belleğinde neden donuk, g ö isü z bir ölü m askından başka bir iz bırakm am ıştır? Belki bu soruya, yaşa­ yanların akıbeti ne yazık ki budur, diye bir yanıt verilebilir. Fakat tarih bu hüzünlü bilgeliği çürütür. G ünüm üze epeyce dram atik, canlı, hatta belki aslından çok daha renkli bir tablo bırakm ış sayısız dönem vardır. Y oksa m alum “yüksek okul”ların ve her m addeyi kurşuna dönüştüren gizem li sim yacılarının suçu m u bu? N itekim Y unan kültürünün altın çağı, bütün üs­ tatların gözbebeğidir ve bu çağ m üphem bir avantajın keyfini asırlardır sürm ektedir. Fakat nedeni bu da olam az, çünkü sol­ gun Y unanlılara tiyatrolarım ızın renkli dünyasında da rast­ lıyoruz. Sahnede de cisim siz b irer hayalet gibi dolaşıyorlar ve G oethe’nin İphigenia’sım ya da G rillparzer’in Sappho’sunu gerçek canlılar yerine koym ak kim senin akim ın ucundan bile geçm iyor.


174

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

Gerçek B elki de yalnızca bizim H ellen im gem izi değil, onların kenİnsan dileri hakkındaki im geyi de yaşam larıyla karıştırıyoruz: Eserle­ rini kişilikleriyle, gerçekliği keskinin ve sözün soyutlayıcılığıyla, m odeli stilize edilm iş portreyle. Ç ünkü genelgeçer ruhbilimsel bir olgu vardır: Sanatın her türlüsü, en natüralisti, en gerçekçisi bile stilize eder ve h er gerçek eylem - e n ideali, ger­ çeğe en uzak olanı b ile - gerçekleştiği anda natüralisttir. D üşük seviyeli bir sanatsal üretim bile gerçekliği değiştirir: Bir vesi­ kalık fo to ğ raf bile aslına bir üçgenin diğerine benzediği kadar “benzem ez”, çünkü bir insanı sıyırıp geçm iştir. Ve dünya tari­ hindeki en büyük kahram anlık bile gerçekten gerçekleştiğinde, stilize olm ayan ve gündelik olan sayısız andan oluşm uş “sıra­ dan” bir hadiseydi G erçek insan, günün ve gündelik yaşam ın insanıdır; küçük arzuların ve büyük sıkıntıların insanıdır; atölyede ve caddede, odada ve tarlada varlığını hissettirm eden eylem de bulunan in­ sandır; yolda bir arabadan kaçan, ahbabını selam layan ve hava durum unu gözleyen, az önce bir çiçeği koklayan, bir balığı te­ m izleyen ya da başına su döken, sözcük dağarcığı günde sonsuz kereler tekrarlanm ayı bekleyen basm akalıp sözcüklerle sınırlı olan, düzenli kalp atışlarının ritm iyle yükselip alçalan faaliyet­ leri topu topu on onbeş insan üzerinde etkili olsa da yalnızca kendisi için değil, bu ufacık yaşam kıpırtılarından oluşan kendi dönem inin kültürü için de nefes ve kan olan insandır. V aroluşu sayısız ruhsal m olekülün devinim inden oluşan bu biricik gerçek insanı betim lem eye sanatın gücü yetmez. Zaten sanatı böylesine büyük, varlığını da haklı kılan bunu yapam ıyor olm asıdır. B u durum kendini en som ut haliyle tiyatroda belli eder. Laube, oyuncunun geniş bir spektrum a sahip olması ge­ rektiğini, eğer böyle bir şeye sahip değilse, bunun yerini hiçbir yeteneğin dolduram ayacağını söyler. B u “geniş spektrum ” im­ geye yoğunlaşm aktır, ki bu özellik sanatta daim a vardır, ya­ şam da ise asla yoktur. G erçi bir oyuncunun “gerçekm iş gibi” oynadığını söyleyerek o oyuncuyu hakkıyla övdüğünü sanan pek çok insan var, fakat bütünüyle acem ice bir yargıdır bu. Eğer oyuncu gerçekten de yaşam daki gibi olsaydı, iyi veya kötü değil, yalnızca görünm ez olurdu. O yuncu, az önce sözünü etti­ ğim iz o gündelik edim lerden birini oynam ak istediğinde, bunu canlandırm ak zorundadır. B ir bakım a, havayı gözleyen, çiçeği


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

175

koklayan ya da balık tem izleyen insanın m onogram m ı yarat­ m alıdır. A ncak doğallık düşüncesini ruhu etkileyen bir biçim de ele aldığında doğaldır. B asitçe kendisini oynam ak istediğinde bile, sesini değiştirm eden, yani dünyadaki im gesine bürünm e­ den yapam az bunu. Fakat b u im geye kendisi bile yabancı oldu­ ğu için (kendi sesim ize ve yüzüm üze yabancı olm am ız gibi) insanın “kendisi” henüz hiçbir oyuncunun üstesinden gelem e­ diği yegâne roldür. B unun gibi, bir kültür dönem i de sanatı aracılığıyla kendi Ülkü suretini çıkartam az. B urada da oyuncuyla aynı kaderi paylaşır, yani en fazla kendi tüm leyenini, ruhsal tam am layıcısını, ülkü­ sünü, gerçek yaşam da hararetle am a boşuna aradığı platonik “öteki yarı”sım bulur. Sanatsal yaratıyı güçlü kılan işte bu öz­ lemdir. B unun en kaba örneği, “İktisadi G elişim Y ılları” dedi­ ğim iz A lm an-Fransız savaşı sonrası dönem dir. Bu dönem in sanatı, B öcklin’in gülünç m asai düşlem leri, R o din’in devasa sayıklam aları, W agner’in yitip gitm iş devlere ve savaşçılara yakarışları, Ibsen ’in karanlık hayalet dansları, Z erdüşt’ün yü­ celik sanrılarıyla dolup taşar. A nıtların hem çehreleri hem de giysileri kaskatı ve heybetli kırm alarla doludur. Kışla bir şato­ dur artık, borsa binası tapm ak, banka bir dükalık sarayı. Altın ve kadifeden bir ihtişam la sırıtan m ekânların içi aynalardan ve şam danlardan geçilm ez; salon bir arz odası, yem ek odası da derebeyi şatosudur. B ütün bunların arkasındaki gerçeklik ise, izbe büro ve m eyhanelere çöreklenm iş, adam boyunda gülünç bisikletlere, ev büyüklüğünde arabalara kurulm uş, gaz lambası, sigara dum anı ve şim endifer buharlarının boğucu havasını so­ luyan, karalara bürünm üş besili küçük burjuvaların hantal, te­ laşlı kalabalığıdır. Bizler, kendi anılarım ızda y er alm ayan her tarihi dönemi kendi sanatıyla ele alırız, örneğin R eform dönem inin insanını bir tür gravür şeklinde görürüz, çünkü o dönem in sanat eserleri gravürlerdir. İşte bu yüzden tarih bilim i, yalnızca stilize tablola­ ra sahiptir. Fakat H ellenlere dair im gem izin neden bu kadar soyut olduğu sorusu hâlâ yanıtlanam am ıştır, zira H ellen sanatı­ nı ışığa tuttuğum uzda, okullarda vaaz edilenin aksine hiç mi hiç idealist olm adığını görürüz. Şanlı A th en a’m n en ünlü tasvirler­ den birinde b ir şem siye tuttuğunu, P indaros’un coşkulu zafer türkülerini ücret karşılığında yazdığını, kom edyada m üstehcen-


17 6

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

lik için can atıldığını, bitlerin arandığını ve geğirildiğini (daha da beter seslerin adını anm aya lüzum yok), platonik Sokrates’in hem en hem en bütün örnek ve benzetm elerini sokaktan devşir­ diğini, bazı A phrodite heykellerinin kösnül bir parlaklıkta ol­ duğunu ve ten sıcaklığının neredeyse hissedildiğini, Thukydides’in politik, E u ripides’in de psikolojik analizlerindeki dobralığın halen daha aşılam adığını hatırlayalım . Ve bütün bunlar bizzat Y unanlıların “klasik ” diye nitelendirdiği başarı­ lardı. İkinci dereceden sanat eserlerine baktığım ızda, geleneksel sis perdesi aralanır: H ero n d as’ın bugün salaş bir barın ziyaret­ çilerine bile sert gelebilecek m im iam bosdan, T heophrastos’un hayat dolu karakterleri, karikatür derecesinde gerçekçi terrakottalar, Y unanlıların polem ik yeteneğini ve m izacım en ince ay­ rıntısına kadar açığa çıkaran hitabet ve yazıların bolluğu, son olarak da giysileri: D ünyanın en sade ve en doğal giysisidir bu ve diğer unsurlar gibi, sanatsal bir duyarlılığın ifadesidir. KızıldeŞu halde, biz neden bu kadar abartarak stilize ediyoruz? Arili Kö- çıkçası burada, genellikle göz ardı edilen bir olgu çıkar karşı­ ya m iza: Y unanlıların uzaklığı ve yabancılığı. B iz tem ası sam im i­ yetle, m alum atı da bilgiyle karıştırıyoruz. Y unanlılarla asırlar­ dır yakından ilgileniyoruz, fakat bir kez bile yakınlaşam adık onlarla. Bu açıdan bakıldığında, hep bir m uam m a olm aya m ah­ kûm tarihi şahsiyetleri andırırlar, tıpkı W allenstein gibi: Henüz hayattayken efsaneleşen W allenstein h er geçen gün biraz daha efsaneleşm iş, kapsam lı araştırm alarda bulunm asına rağm en onun hakkında hiçbir şey öğrenem eyen Schiller W allenstein'ı yeniden yaratm ak zorunda kalm ıştı. Fakat anlam adığım ız, y a­ dırgadığım ız, olm adığım ız h er şeyin bize stilize gelm esi, hatta ne kadar az içim izdeyse o kadar stilize gelm esi, psikolojik bir olgudur. B u yüzden, sel, deprem , kasırga, deniz fırtınası, hatta kar tipisi ve orm anın hışırtısı gibi d oğa olayları bize göre stilize birer görüngüdür hep. H ayvanat bahçesi, sera, kızılderili köyü de yine aynı sebepten ötürü öyledir. G ünüm üz batı kültürünün kökenleri daha çok H ellenlere dayansa da, bize göre onlar tam anlam ıyla egzotiktir, dahası m asal yaratıklarıdır. Bir Ç inli bir çocuğun kafasında ne kadar gerçekse, onlar da bizim için o ka­ dar gerçektir. Ç ocuklar Ç inlilerin adım sıkça duydukları, hatta zam an zam an onların düşünü kurdukları halde, Çinlilerin ger­ çekten de var olduklarına ciddi ciddi inanm azlar. Büyüleyici bir


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

177

biçim de çocuk ruhuna girm eyi başaran A nd ersen’in “B ülbül” adlı m asalı, şu sözlerle başlar: “B ilm elisin ki, Çin im paratoru bir Çinlidir, sarayında yaşayanlar da Ç inlidir.” G erçekten de bir çocuğa Ç in ’de bir im paratorun olduğu, bu im paratorun ve saray halkının Çinli olduğu gerçeği bile çok tu h a f geliyor olmalıdır, çünkü Ç in ’de hiçbir şey yoktur. İşte bizim için eski Y unanlılar da öyledir. Eski Y unaıı’da çakı, anahtar, tiyatro bileti, not defte­ ri, lazım lık ve tahtakurusu olm ası, öğrenci m eyhanelerinde an­ latılan bir fıkra gibi gelir bize. A radaki uçurum aşılm ayacak kadar derindir. B una rağm en, iki bin yıldır onları kavram aya çalışm akla kalm ayıp ısrarla onlara öykünüyor olm am ız, insan varoluşunu çekilir kılan o kökleşm iş çılgınlıklardan biridir. Perslerin uğradığı büyük yenilgi ile P eloponnesos savaşı Attika arasındaki dönem Y unanlıların tipik altın çağı diye bilinir ve Deniz ürkütücü “Pentekontaetia” [elli yıllık dönem ] adı verildiği için Birliği sınav ve m akale konusu olarak öğrencilerin korkulu rüyasıdır. Thukydides’in türettiği bu sözcük, aşağı yukarı elli yıl süren o dönem i niteler ve dilim izde bu sözcüğü karşılayan bir ifade bulunm adığı için en fazla “yarım asır” diye çevrilebilir. Eğer Persler galip gelseydi y a da tersi olsaydı ve savaşlar Hellen dünyasının kesin bir zaferiyle sonuçlansaydı, diğer bir deyişle, Y unanlılar arasında 1866 ve 1870’ten sonraki A lm an birliğine benzer bir birlik kurulabilseydi ne olurdu diye sorm adan ede­ miyoruz. Birinci olasılıkta, H ellen kültürü tıpkı A nadolu’daki gibi B alkan yarım adasında da yüce Pers kralının egem enliği altında sessiz sedasız gelişm eye devam edecekti, çünkü Perslerin en soylu özelliklerinden biri de, yabancı yaşam bi­ çim lerine karşı hoşgörülü olm alarıydı, ayrıca H ellen hayranı olm alarına ram ak kalm ıştı, çünkü Y unan sanatı ve bilim inin girdabına her halk kadar çaresiz onlar da kapılm ıştı. İkinci du­ rum da ise Perslerle H elienler arasında nihai bir saflaşm a mey­ dana gelirdi - ilk kez P hilippos’u n planlayıp İskender’in hayata geçirdiği g ib i- ve K artaca’y la bir ölüm kalım savaşm a gidilirdi - ilk kez İskender’in planlayıp R om alıların hayata geçirdiği gibi. H atta Y unanlılar dünyaya hâkim bile olurdu. Kısacası: İlkinde Y unanlılar R om a idaresi altındayken, diğerinde ise biz­ zat R om alıların oynadığı tarihi rolü oynam ış olurlardı. Fakat her iki durum da da Y unan kültürü olarak yaşam ış ve yaşaya-


178

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

gelm iş olan şey, yani tüm oluşum lara baştan sona hâkim o eşsiz özgürlükler gün ışığına çıkam azdı, çünkü hem kulluk hem de efendilik, ruhun gelişip serpilm esini engellerdi. Köle de tiran da aynı boğucu havayı solurdu ve ister bir dünya im paratorlu­ ğunun m erkezi olsun, ister bir Pers satraplığı, H ellas her iki durum da da sararıp solardı. Zaferin siyasi bir diğer sonucu da A tin a ’nın hızla yükselişi­ dir. A tina, 478 yılında A ttika D eniz B irliğ i’ni kurar, bu birliğe Delos D eniz B irliği de denirdi, çünkü federal m eclis Delos ada­ sında toplanıyor, federal hazine de orada tutuluyordu. Ege D e­ n izi’nin en büyük bölüm ünü, üç yüze yakın kenti kapsayan bu birlik Perslere karşı askeri bir ittifak (sym m akhia) olarak düşü­ nülm üş, her üyesinin özerklik ve eşit haklara sahip olması ön­ görülm üştü. G em i ya da asker verm ek istem eyen m üttefikler bu yüküm lülüklerini para ödeyerek yerine getiriyorlardı. Fakat çok geçm eden A tin a’nın Pers boyunduruğundan kurtulm a idealini yalnızca bahane ettiği, asıl am acının bütün İonyalıları zorba ve çıkarcı bir egem enliğin boyunduruğu altına alm ak olduğu anla­ şıldı. Söz konusu para A tin a ’nın kafasına estiği gibi harcadığı bir haraca dönüştü. B unun açık kanıtı, federal hâzinenin kurul­ duktan çeyrek asır sonra A kropolis’e taşınm ış olm asıdır. B irka­ çı hariç m üttefik kentlerin tam am ı resm en “tebaa” olarak ta­ nım lanıyordu. Ç oğuna A ttika garnizonları yerleştirilip yöne­ tim lerine de A ttikalı özel bir görevli atanm ıştı ve bunlar kentle­ rin içişlerine karışm adan edem iyorlardı. Fakat en can sıkıcı karar, m üttefikleri davalarını A tin a ’nın yem inli m ahkem elerin­ de görm ekle m ü k ellef kılan karardı. D roysen’in yerinde bir cüm leyle belirttiği gibi, yalnızca “dem okratik diye nitelenen kabine yasam ası” değil, m ahkem e m asrafları ve rüşvet parala­ rıyla beslenen avam ın tahta çıkartılm ası dem ekti bu; federal vergilerin büyük bir bölüm ü ise sadece A tin a’nın süslenip püslenm esine harcanıyordu. A tm alıların ilk baştaki m ücadele hedefini hâlâ ne kadar önem sedikleri, Perelerden daha çok çe­ kindikleri asi kentlerin surlarını yerle bir etm elerinden bellidir. K ısacası, P laton sym m akhia hakkında “bir tü r tiranlıktı” de­ m ekte tam am en haklıdır. Fakat A tin a’nın lehine küçük çapta bir tiranlıktı. M odern örneklerle kıyasladığım ızda “A ttika İm para­ torluğu” kapsam ı nedeniyle “im paratorluk” denm eyi hak etmez, hele hele örgütlenm esi bakım ından hiç hak etm ez, çünkü A tina


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

179

her zam an bir polis idi ve hep öyle kaldı. Zaten bir p o lis’in de ancak kendisiyle eşit haklara sahip olm ayan, ezip yağm aladığı dış bölgeleri olabilir. Atinalılar, M arathon zaferini borçlu oldukları kişi örneğinde Themis­ olduğu gibi, Salam is zaferini borçlu oldukları kişiye de iyilikle tokles ve karşılık verm ekte gecikm ezler. Them istokles, büyük A tina dev­ Kimon leti siyasetinin kararlı tem silcilerindendi, dolayısıyla onun için Spartalılarla hesaplaşm ak Perslerle savaşm aktan daha önemliydi. Yaklaşık on yıllık bir iktidarın ardından Them istokles, Sparta’yla düşüp kalkan Lakonialılarm, liderlik koltuğuna göz diken aris­ tokrasinin ve tiranlık koltuğuna oturm ak isteyen, bu yüzden de Them istokles’e bir tiran gözüyle bakan hür dem okrasinin aynı anda başlattığı ortak saldırı sonucu alaşağı edildi. Themistokles Pers sem patizanlığı anlam ına gelen M edism os ile suçlanıp dışla­ nınca yüce kral A rtakserkses’e sığındı. Böylece berikinin eline Perslerin dehanın değerini Y unanlılardan çok daha iyi bildiğini kanıtlam a fırsatı geçti. A rtakserkses bu zata hürm et etmekle kal­ madı, onu zenginlikle donatıp M agnesia prensi yaptı. Dahası, Them istokles’in adının geçtiği ostrakon'la r [Yunanlıların oy pu­ sulası olarak kullandığı çanak çöm lek parçaları] bulunm uştur ki, üzerinde biraz düşündüğüm üzde böylesi bir çanak parçasından koca bir tarih felsefesi çıkartabiliriz. Them istokles’in barış dönem indeki en büyük eseri, devasa silah ve m ühim m at depoları, gem i şirketleri ve tersaneleriyle Pire (Peiraieus) lim anı idi. G em ilerin sahilden bir buçuk saatlik “upuzun duvarlar” halinde sıralandığı bu lim an A tin a’yı bir deniz kalesine dönüştürm esinin yanı sıra, Y unanlıların en bü­ yük savaş lim anı ve A kdeniz dünyasının en önem li ticaret li­ m anıydı. B ölgenin kendisi, dönem in en büyük mimarı M iletoslu H ippodam os tarafından tam am en sim etrik inşa edil­ mişti: C addeler birbirine paraleldi ve düzaçılarla kesişiyordu. H ippodam os doğduğu şehri de aynı plana göre yeni baştan inşa etti. D aha sonra bu planı geleceği parlak iki kente, A şağı İtal­ y a ’daki T hurioi’ye ve R o d o s’a da uyguladı. B u mimari tarz hep revaçta kalm ış ve insanlar adeta “hippodam ik” kentlerden ko­ nuşur olm uştur. Y apay kentlerin en büyüğü olan İskenderiye’de de H ippodam os pianı uygulanm ıştır. Them istokles’in ardından M iltiades’in oğlu K im on idareyi ele alır. N e olursa olsun S parta’y la anlaşm aktan yanadır, çünkü


180

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ona göre Spartasız bir H ellas “kötürüm ”dür. A yrıca, Perslere karşı savaşın son sürat devam etm esinden yanadır, nitekim alt­ m ışlı yılların ortasında, A n ad o lu ’nun güneyindeki Eurym edon nehrinin denize döküldüğü yerde Perslere kesin darbeyi indir­ m eyi başarır. D üşm anın dev filosu hem kendi filolarından üs­ tündü, hem de Fenike kökenli seçkin tayfalara sahipti. Y ine de savaşın seyri S alam is’teki gibi gelişti: G em iler dar körfezde sıkışıp kaldı, tayfalar karaya kaçtı ve arkadan bastıran Y unan­ lılar tarafından Pers ordusuyla birlikte tam am en katledildi. M ız­ rak, bir kez daha oka galip geldi. Bu başarılar, kendi içişlerinde kötü talihin pençesinden bir türlü kurtulam ayan Spartalıların kıskançlığını uyandırdı. Büyük bir deprem , deprem in ardından da, Plataiai savaşının galibi olan ve devrim yoluyla e p h o r lu k kurum undan kurtulm ayı uman K ral Pausanias tarafından desteklenen bir h eilot ayaklanması S parta’yı yeterince uğraştırıyordu. A tin a ’nın anlaşm aya uygun olarak yolladığı destek birliği de işe yaram adı ve A tina’ya geri gönderildi. B u davranışı bir hakaret addeden A tina hem S parta’yla olan bağlarını koparttı, hem de K im on’u iktidardan ederek halk m ahkem esinde yargıladı. Sonra yeni bir stratejide karar kılındı: Perslere ve S partalılara karşı iki cepheli bir savaş başlatılacaktı, ancak daracık A ttika bölgesinde, hiç güven telkin etm eyen m üttefiklerle bu savaşa uzun süre dayanılam ayacağı kesindi. Seyri sürekli değişen bu savaşlarda kayda değer tek başarı, A ig in a’nın fethiydi. B u sayede, gerçi tehlikeli bir rakip bertaraf edildi am a m uhteşem A igina sanatı da tam yeşereceği sırada kurutuldu. N ihayet, yüzyılın ortalarına doğru her iki düşm anla da barış im zalandı: 4 4 8 ’de o anki coğrafyayı sessizce kabul ederek Perslerle, 4 4 6 ’da da S parta’yla. A yrıca taraflar, aralarındaki anlaşm azlıkları m ahkem ede çözüm e kavuşturm ak ve birbirlerinin m üttefiklerini kapm am akla yüküm lü kılındı. Böylelikle, kutuplaşm a resm en onaylandı. Fakat A tina’nın kur­ duğu m anevi hegem onyayı ortadan kaldırm aya kim senin gücü yetm iyordu. A tina bütün Y unanistan’da “eğitim m erkezi”, “bil­ geliğin yüksek okulu” ve eski tanım ıyla, “H ellas’ın H ellası” diye geçiyordu. YunanisÖ te yandan Y unanistan’ın batısı bir tür A m erika gibiydi: ta n ’ın ikinci el sanat ve kültürün, Y unanlı olm ayan bir “tem po” ve B a t a anh k etki tutkusunun, kalantorluk ve fil hastalığının (Seli-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

!

n u s’taki A pollon tapınağı ve sütun yivlerine bir insanın rahatça sığabileceği A grigentum ’daki Zeus tapm ağı), espri anlayışı (Sicilya kom edyası) ve okültizm e (Pythagorasçılık) koşulu bir alınyazısının hâkim olduğu fevkalade verim li topraklar üzerin­ de kurulu bir kolonistler dünyası, zenginlikler ve sınırsız im ­ kânlar ülkesi olarak “A vrupa y o rg u n la rrrn n akın ettikleri bir um ut diyarıydı. Elbette, antikçağın “Y eni D ünya”ya nazaran henüz çok körpe olduğunu ve B üyük Y unanistan’dakilerin de yine Yunanlı olduklarını, yaban ellere göçerken m izaç ve zevklerini de beraberlerinde götürdüklerini unutm am ak gerekir. Karşı kıyıdaki Tunus körfezinde “yeni kent” K artaca yer alı­ yordu: D aha o zam anlar önem li bir güç, büyük bir A frika im pa­ ratorluğunun m etropolü, Fenikelilerin anakenti T yros’u çoktan geride bırakm ış en zengin ticaret m erkezi ve İspanya, Sardinya ve Sicilya’nın büyük b ir bölüm ünün hâkim i, dolayısıyla ister Etrüsk olsun isterse Y unanlı veya R om alı, İtalya halklarının ezeli düşm anı. K artaca’nn kültürü ne barbar kültürüydü ne de kendi im kânlarıyla doğm uştu; sonradan R om a kültürü H ellen kültüründen ne kadar etkilenm işse, Kartaca d a H ellen kültürün­ den etkilenm işti. Yunan ulusu beşinci yüzyıl boyunca yoğunluk ve hız bakı- Toplumm ından tarihte eşi görülm em iş bir gelişim kaydeder. Bu zam an sal Gelidilim i içinde gün ışığına çıkarttığı tüm verim i ani ve şiddetli Sim patlam alarla ansızın ortaya çıkm ıştı, adeta tom urcuğun patlayıp çiçek açması gibi. H ellen bölgelerinin yanı sıra Lidya, Fenike ve M ısır gibi barbar ülkelerden de gelen göçm enler nedeniyle büyük kentlerin nüfusu hızla arttı. B eşinci yüzyılın ikinci yarı­ sında A tin a’nın nüfusu yüz bini aşm ıştı, yani 3 dönem indeki nüfustan beş misli daha fazlaydı. S yrakusai’nin nüfusu da he­ men hem en o kadardı. K orinthos’un nüfusu doksan bin, M iletos’unki yaklaşık altm ış bin, T h eb ai’ninki ise otuz bindi otuz bin nüfuslu kentler o zam anın ölçüsüyle büyük kent sayılı­ yordu. Elbette bu, işçi sınıfıyla ortadireğin de hızla büyüdüğü anlam ına gelir: O rtalık zanaatkâr ve yam aklardan, çerçi ve sey­ yar satıcılardan, denizci ve arabacılardan geçilm iyordu. Harıl harıl devam eden inşaatlar, özellikle de kam u inşaatları sayısız iş erbabına, örneğin ressam , boyacı, heykeltıraş, taş kesici, dö­ küm cü, kuyum cu, derici, fildişi tornacısı, dokum acı, iplikçi, işlem eci ve hakkaklara ekm ek kapısı oluyordu. İşbölüm ü dalla-


182

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bölüm ü dallanıp budaklanm ıştı: M ızrak, orak, tuğ, yanak ko­ rum alı K orinthos m iğferleri ve açılır kapanır favorili A ttika m iğferleri, erkek ve kadın ayakkabıları için ayrı ayrı ustalar vardı. Biri deriyi keserken diğeri dikiyordu. Elbiseler için de ayrı ayrı terziler vardı. Ö te yandan, aşırı nüfus ve deniz aşırı rekabet nedeniyle tarım geriliyordu. G erçi sebzeler ve bahçe bitkileri, zeytin ağacı ve asm a kültürleri epeyce ıslah edilmişti ve çok sayıda küçük arazi sahibini geçindiriyordu, fakat piya­ sadaki büyük fiyat dalgalanm aları, özellikle de savaşın yol açtı­ ğı yıkım lar çoğu zam an iflasa sürüklüyordu. D aha önce de be­ lirtildiği gibi, Y unanlıların, sırf kötülük olsun diye düşm an top­ raklarını çoraklaştırm ak, orm anları yakıp yok etm ek, tarlaları kurutm ak, m eyve ağaçlarını kesm ek gibi barbarca bir âdetleri vardı. Ve işte en değerli bitkiler de çok yavaş büyüyüp olgun­ laştığı için (zeytin ağacının ilk m eyvelerini verm esi on altı, on sekiz yıl ahr) sonuç tam bir felaketti. Bu felaketin faydasını gören tek taraf, değeri düşm üş to p rak lan çok ucuza satın alıp sonra da bunları yavaş yavaş ıslah eden büyük spekülatörlerdi. Fabrikatör, işadam ı ve toprak ağalarına ait büyük çaplı köle işletm eleri ortaya çıktı: A ntik ölçülerde bir kapitalizm . M andı­ ra, fırın, m arangozhane, çöm lekhane m etal ve tekstil endüstri­ sinin ürünleri kısm en bu yoldan üretiliyordu artık. Girişim ci ve teknik idareci ayrım ı biie vardı. D üşük köle fiyatları işçi ücret­ lerini aşağıya çekiyor, hatta bu yüzden yer yer grevlere bile gidiliyordu, fakat ticari savaşın bu silahı, günüm üzdeki gibi bir başarı elde edem iyordu, çünkü işgücünün büyük bir bölümü, yani köle sınıfı, örgütlenebilecek yapıda değildi. Zengin ve yoksul ayrım ı Solon öncesi dönem dekinden fark­ sızdı, am a artık kim se bunu doğal karşılam ıyordu. Bir yanda “hali vakti yerinde insaniar”, “para babaları”, yani “besili” gü­ ruh, diğer yanda, m alının geliriyle geçinem eyen ve çoğunlukta olan “m uhtaçlar” . M uhtaçlara “çoğunluk”, “kitle”, “dem os” deniyordu. Y ani dem okrasi basitçe yoksulların egem enliğidir, zaten A ristoteles de dem okrasiyi böyle tanım lar, oysa oligarşiyi m üreffeh insanları tatm in eden bir yönetim sistemi olarak gö­ rür. Z engin olm ak, servet sahibinin “halk düşm anı” diye iian ve dava edilm esine yetiyordu, zaten halk m ahkem eleri genelde sın ıf hukuku uyguluyor, d em o s’a faydalı olacağını düşündüğü oranda da servete el koyuyordu. Bu tezatlar yalnızca iç siya­


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

183

setle ilgili değildi. A tin a’da ve diğer dem okrasilerde zenginler Sparta’yı tutuyordu, üstelik b unda herhangi bir vatan hainliği de görm üyorlardı. Euripides yalnızca orta sınıfı gerçek yurttaş­ lardan sayar. O na göre, zenginler işe yaram azdır ve açgözlüdür. Y oksulları ise kaba ve kıskanç bulur: K ıskançlıklarının okları “onları ayartan kışkırtıcıların salyasının zehirine bulanm ıştır.” A ntik dünya kredi kavram ım , en azından m odem ticaret anlam ında bir kredi kavram ını bilm ediği için, yatırım serm ayesi tem elde gayrim enkulîere bakıyordu. H isse ve tahvillerin yerini köleler dolduruyordu, zaten köleler kâr-zarar riski aşağı yukarı eşit birer m enkul kıym et ve düzenli gelir dem ekti. B una karşı­ lık, bankalar vardı am a bir m enkul değerler kurum u değil, depo olarak hizm et veriyorlardı. N akit değerler buralara da yatırılıyorsa da, kutsal olm aları nedeniyle güvenli sayılan tapm aklar tercih ediliyordu. K ölelerden sonraki en önemli ithal malları odun, buğday, sığır, koyun, bakır ve çinko idi. İhraç m alları daha çok sanayi ürünleriydi: D ünyaca ünlü toprak m am üllerin ve silahların yanı sıra narin dokum a işleri, hırdavat ve incik boncuk. Bal, incir, üzüm ve zeytin ihracatı asla önem li olm am ı­ şa benziyor. K ocam an pazar yerleri ve satış haberinin olduğu Peiraieus’ta dünyanın dört bir yanından gelen ürünler satılıyor­ du: Pahalı m erhem ler ve silphion sapları, M ısır papirüsü ve buhuru, N ubia abanozu ve fildişi, Suriye hurm ası ve kuru üzü­ mü, Paphlagonia badem i ve kestanesi, Fenike haiısı ve yastığı, ender balıklar, incecik kum aşlar, egzotik baharatlar ve uzak diyarlardan getirilen daha nice mal. Fakat nakliyat işi daim a çok riskliydi, çünkü deniz ikrazlarının faizi serm ayenin ortala­ m a üçte biri kadardı. G erçekten de her navlun kaza, soygun ve bizzat tayfa tarafından yağm alanm ak gibi üçlü bir tehditle karşı karşıyaydı. Ticari yaşam günden güne hareketlendiği halde beşinci yüz­ Yaşam yıldaki yaşam standardı eskisine göre daha düşüktü. Bugün biz Stano ortam ı görseydik, en çok da, bir ortadirek evinden bile eksik dartı olm ayan kalabalık hizm etçi grupları dikkatim izi çekerdi. Fakat eskiçağda lüks sayılm azdı bu. B una karşılık, yalnızca en gerekli eşyayla döşenm iş beyaza boyalı evlerini epeyce yoksul bulur­ duk. Kentin eski bölgesinde evlerin neredeyse tam am ı yarım kâgirdi. T ek tük zenginin taşrada nispeten daha güzel ve daha konforlu bir köşkü vardı. İki katlı bir ev sıradışı bir şeydi.


184

ANTİK S İN A N 'IN KÜLTÜR TARİHİ

A lkibiades evinin odalarını bir perspektife sahip duvar resim le­ riyle süslettiğinde, hem alışılm adık hem de çok m odern olan bu süslem eler sayesinde tam istediği gibi çifte bir saygınlık elde etmişti. H ayvanlar genellikle evin içinde tutuluyor; akşam leyin çöpler herkesin duym aktan korktuğu “yoldan çekilin” bağırtı­ sıyla yola fırlatılıyordu. K ötü havalarda uzun deri çizm eler gi­ yilm eden adım atılm azdı sokaklara, o zam anlar yollar taş kaplı değildi. G erçi sonraları A tin a’da caddelerin tem izliğinden so­ rum lu devlet m em urları (astynom oii) ortaya çıktı; hodopoioi (yol yapım ında çalışanlar) kam u köleleriyle birlikte kamusal yollardan, “kuyucular” ise su tesislerinin bakım ından sorum ­ luydu, çöplerin sokaklardan toplanm ası işini özel girişim ciler hallediyordu. H ijyenik koşullar ortaçağdakinden daha iyi değil­ di. Tapm ak, belediye binası, tiyatro, gym nasion, pazar yeri ve stoa gibi kent tesislerinin görkem i ise, yine ortaçağdaki gibi bu hijyenik koşullara tezat oluşturuyordu. Sonraki dönem lerin zengin süslem eli ılıcaları henüz yoktu. Um um i ham am larda yalnızca soğuk su vardı. G irit ve M iken dönem inde yaygın olan özel banyo odaları çok az sayıdaydı. G ünde yalnızca bir kez doğru düzgün bir yem ek yeniyordu, üstelik de yatm adan önce. Sefa ve k ey if anlayışları kom edyada şöyle dile getirilir: A tlı­ la r’da “Yaşlı D em os”a bundan böyle kendisine fırından yeni çıkm ış taze çörek, sıcak köfte ve et kızartm ası ikram edileceği sözü verilir. K adınlar M eclisi’nin yeni kurulan yönetim inde balık, tavşan, pasta ve kestaneler taze pişm iş bir halde ocağın üstünde durur. Sefa cennetini tasvir eden bir başka eserde, P herekrates’in P ersler’inde ise sokaklardan et suyu ve dom uz yağı püresi dereleri akar, çatı oluklarından üzüm ve ballı kura­ biye, m ercim ek ezm esi ve sim it taşar, ağaçlar salkım salkım sucuk ve m orina yüklüdür. B ütün b unlar burjuva yiyecekleridir. K ılık kıyafette ise büyük bir sadeleşm e yaşanır. Fransız devrimini izleyen yılları çağrıştıran bir gelişim dir bu, nitekim devrim sonrasında burjuvazinin m ütevazı giysileri revaçtaydı. Fakat giysi Y unanlılarda güzelleşm e anlam ına gelirken, bizde aşırı derecede çirkinleşm eyi, silindir şapka, redingot ve uzun panto­ lonlar gibi kaba ve çarpık sistem lerin zaferini niteliyordu. G oethe, antik giysinin insan suretinin binlerce yankısı olduğu şeklinde güzel bir söz etm iştir. A ntik giysi, bir kem er ya da çengelli iğneyle tutturulan ve renkli bir bordürü dışında beyaz


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

185

olan kısa ve kolsuz bir göm leğe benzeyen khiton -m o d ern “koton” [pam uklu bez] sözcüğü buradan tü re d i- ve yalnızca kıvrım larının süslediği, şenliklerde yine beyaz olm ası tercih edilen bir parça dörtgen bezden, him a tio n ’dan ibaretti. En zarif rengin beyaz olduğu düşünülür, fakat safran sarısı, parlak kızıl, m enekşe m avisi gibi canlı renkler de sevilirdi. B unların dışında bir de khlam ys giyilirdi: Y ağm urlu havalarda, savaşta, at sırtın­ da ya da seyahatlerde giyilen, yine tek parça kum aştan oluşan bir m anto, bir tür pelerin. G enelde ya yalnızca khiton ya da him ation giyilirdi, örneğin Sokrates h im a tio n ’dan başka bir şey giym ezdi. Fakat ne tuhaftır ki, kh ito n 'u gecelik olarak da kul­ lanm ayı hiç düşünm em işlerdir: Y unanlılar çırılçıplak uyurlardı. Düğm e ve çanta gibi şeyleri bilm ezlerdi. U fak tefek kullanım eşyasını elbisenin bir kıvrım ında saklarlardı. Başlar genellikle açık olur, yalnızca köylüler, çobanlar, ulaklar, arabacılar, sey­ yahlar ve tiyatro seyircileri keçe şapkalar veya kukuleta takar­ lardı. A ğır donanım lı h o p lif lerin tersine, deriden veya içi as­ tarlı ketenden h a fif bir yelek, küçük bir kalkan ve birkaç kısa kargıyla kuşanan p e lta st’larda şapka üniform anın bir parçasıy­ dı. A lkibiades, ressam A pollodoros ve m ilyoner K allias yüksek bir başlık (tiara) takarlardı, fakat bu başlık fıyakalılık ve rü­ küşlükle kınanırdı. K adınların giysisi erkeklerinkine çok ben­ zerdi. Peplos, aşağı yukarı him ation gibiydi ve kadın hizm et­ çiler, sporcu ve dansçılar, hem A m azonların hem avcı tanrıça A rtem is’in hem de tanrı ulağı İris’in tipik giysisi sayılan p e p lo s’la yetinirlerdi. Spartalı kadınlar kısa spor etekler giym e­ yi severler, p e p lo s’un bir ucunu bellerine sıkıştırdıkları için A tina’da “bacak teşhircileri” diye kınanırlardı. Saçlara her biri ayrı güzellikte türlü türlü şekiller verilirdi. E rkeklerin saçları, her ne kadar sonraki R om alılar gibi tıraşlı değilse de, genellikle kısaydı (kıyafetleri gibi bu özellikleri de küçük adam ın ege­ m enliğini dile getirir). G österişli bir aslan yelesiyle dikkatleri üzerine çekm eyi am açlayan kişi yine A lkibiades’tir, öbür züp­ peler kendisine öykünm üş olsa gerek. Aynı biçim de yarı uzun­ luktaki sakalın yerini bıyık aldı, am a eski kafalı Lakedaim onlular bıyıklarını kesm ekten vazgeçm em işti. D ördüncü yüz­ yıldan itibaren başın ortasının tıraş edildiği “yuvarlak tıraş” * P e p lo s, bir tür kolsuz ya da düşük kollu elbise. Bu elbise dikişsiz bir kumaşın vücuda sarılıp iğnelerle tutturuimasıyla oluşuyor. (F.D.)


î 86

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

hayli m oda oldu ve m uhtem elen oligarşiden yana olm ak anla­ m ına geliyordu. Yaşam D önem e hâkim psikoloji tek kelim eyle ifade edilecekse, Biçimi Y unanlıların pleoneksia sözcüğünü kullanm ak gerekir, yani “hep daha fazlasını istem ek” , açgözlülük ve kibir, iktidar hırsı ve bencillik. Bu özellikler neredeyse isterik bir yenilik m era­ kıyla belli ederdi kendini. D iğer pek çok konuda olduğu gibi, bunun en iyi tem silcisi tabii ki yine A tin a ’dır, “çünkü A tina’da ilerlem e, yenilem e ve eskileri horlam a gerçek ve yegâne bilge­ lik diye görülür,” der A ristophanes. A tin a ’nın bu yönü özellikle de T hukydides’in eserlerinde ayyuka çıkar: K orinthosIular Lakedaim onlular’a, A tm alıların ne kendilerine ne de başkaları­ na rahat verm ek için doğduklarını söyler. Kleon ise, yine T hukydides’te, A tinalIların suratına şöyle haykırır: “ Sıradışılığın kölesi olm uşsunuz, sıradan şeyleri hor görüyorsunuz; yaşadıklarınızla yetinm iyor, farklı şeyler peşinde koşturup du­ ruyorsunuz.” B ir başka yerde de A tm alıların dur durak nedir bilm edikleri, m ülklerini çoğaltm ak için hep kent dışında ol­ dukları, sürekli yeni işler peşinde koştuklarından kazançlarının tadını çıkaram adıkları anlatılır, “çünkü para kazanm ak onlar için araç değil, am açtır” . B ütün bunlar A m erikalıları anım satır ve “antibanausia” kavram ına özel bir açıdan ışık tutar. Y akın­ dan baktığım ızda, hem en her kent halkı gibi onlar da çığırt­ kanlar, kan em iciler ve spekülatörlerden ibaret azgın bir karınca sürüsüne benzerlerdi. B una rağm en, Jean Paul eskiçağ hayran­ larıyla aynı görüşü paylaşarak antikçağı incelem enin “yüce za­ m anın ve insanların sessiz tapınağından, sonraki zam anların pazar m eydanına geçm ek” olduğunu söyler. K lasisizm in temel hatası buydu işte. K lasisizm , Y unan heykellerinin renklerini sildiği gibi Y unan yaşam ının renklerini de silm iştir. Elinde ka­ lan tek şey, soluk ve sahte bir m odeldir artık. Fakat insan te­ zatlarla doludur ve o çağdaki yaşam ın belki de bir daha eşini benzerini yakalayam ayacağım ız bir incelikte ve zariflikte oldu­ ğunu teslim etm ek durum undadır. A steios unvanını hak eden insan ideal insan sayılırdı. “N azik, zevkli, ince” sözcükleriyle karşılayabileceğim iz bu sözcük, aşağı yukarı onsekizinci yüz­ yıldaki “hüm anist” gibi bir m oda sözcük ve onur unvanı halini alır. Toplum sal davranışlardaki o nezaket ve ustalık ise ne ba­ rok ve rokokonun kibarlıklarıyla -ç ü n k ü etiket nedir bilmez-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

187

le rd i- ne de ondokuzuncu yüzyıl burjuvazisiyle -ç ü n k ü her türlü duygusallıktan y o k su n d u - akrabaydı. Y unanlıların anıt­ m ezarları bile hüzün verm ez insana, ölüler geride bıraktıkla­ rıyla birlikte yaşam aya, yaşayanlarla incelik alışverişinde bu­ lunm aya devam ederler. Perikles A tina devletinin düm enini 450 senesi civarında eli- Perikles ne aldı ve yirm i yıl iktidarda kaldı. B aba tarafı Heraklesoğuiları’na, anne tarafı da A lkm aionid’lere dayanır, ayrıca K leisthenes’in büyük kuzenidir. Tam bir aristokrat olm asına rağm en K leisthenes gibi o da dem okratlığı seçm iş ve bazı ba­ kım lardan, yüzünün bariz bir biçim de benzediği söylenen Peisistratos’un geleneğine bağlı kalm ıştır. Thukydides, adına bakılacak olursa bir halk egem enliği olduğunu, gerçekte ise tek adam ın hâkim iyetine dayandığını söyleyerek bu yönetim biçi­ mine kesin bir tanım lam a getirm iştir. Perikles, kara ve deniz kuvvetleri kom utanı, devlet ve hüküm et başkanı vasıflarını kendi bünyesinde toplayan bir stratejdi; ayrıca, m aliye ve ba­ yındırlık işlerini de o yönetirdi. D ünyaca ünlü büstünde bir m iğfer taşım ası, kötü niyetli insanların sandığı gibi soğan kafa­ sını saklam ak için değil, gücünü açıkça vurgulam ak içindir. Sonraki Y unanlılar tarafından dem okrasinin yaratıcısı sayılır, zaten önde gelen toplum sa! önlem lerin bir kısm ı gerçekten de ona dayanır, örneğin m ahkem eye katılm ak için ücret ödenm esi, askerlik hizm eti ve şûra toplantısı, tiyatro tem sillerinin ve diğer şenliklerin para karşılığında izlenm esi -D e m a d e s bunları “de­ m okrasinin m ayası” diye n ite le m işti- yoksulların ve çocukların düzenli bakım ı ve P lu tark h o s’un deyişiyle, “kenti hem güzel­ leştiren hem de besleyen” geniş kapsam lı binaların inşası. B ü­ tün bunlara rağm en, özellikle de halk partisi Perikles yaşadığı sürece ona düşm an kesilm iştir. A ncak, kendisine sataşm aya cesaret edem edikleri için yakınlarını karalayarak onu vurm aya çalışm ışlardır. G üzellik ve zekâ tim sali hayat arkadaşı M iletoslu hetaira A spasia ile olan ilişkisinden ötürü kılıbık di­ ye alaya alınm ıştı, ilişkisinin H era ile Zeus ya da O m phale ile Herakles arasındaki ilişkiye benzetilm esi yine de m asum ane sayılır, çünkü sonuçta başarılı olam asalar da, A spasia hakkında tanrıtanım az ve çöpçatan diye sahte ihbarlarda bulunulm uştu. Perikles’in dostu ve öğretm eni filo zo f A naksagoras güneşin kızgın bir taş olduğunu söylediği için sapkınlıkla suçlanan ki-


188

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

şiler arasındaydı ve H ellespontos’un A sya yakasındaki bir İonya kolonisi olan L am psakos’a kaçarak idam edilm ekten kurtulm uştu. A naksagoras m üthiş bir ilgiyle karşılandığı L am psakos’ta sürgünün acısını espirili sözlerle hafifletm eye çalışm ıştır. K endisine, “A tm alıları kaybettin,” denildiğinde, “Ben onları değil, onlar beni kaybetti,” der; vatanından uzakta öleceği hatırlatıldığında, “H ad es’in yolu birdir,” diye karşılık verir; “V atanını hiç özlem iyor m usun?” diye sorulduğunda gökyüzünü işaret ederek, “H em de çok!” der. Fakat en büyük alçaklık, Perikles m im arisinin sanat önderi Pheidias’a karşı açılan, bütünüyle haksız davaydı. Bu davada Pheidias, pahalı yapı m alzem elerini zim m etine geçirm ekle suçlanıyordu. G ö­ zaltına alındığı hapishanede mi, y oksa kaçtığı rivayet edilen E lis’te m i öldüğü bilinm iyor; üçüncü bir rivayete göre, A tm a­ lılar P heidias’ı zehirlem iştir. P erikles’in en kuvvetli yanı hatipliğidir. Rivayete göre, her hitabetin öncesinde, boş la f etm ekten kendisini korusun diye Z eu s’a dua ederm iş. H alka hitap ederken paltosuna bürünür, kıpırdam adan durur, ne coşar ne de sesiyle oynarm ış. Buna rağm en, Z eus gibi fırtınalar kopartabilm esiyle övülm üştür, de­ m ek ki hiç kıpırdam ayan bir tanrının soğuk şim şek ve gürül­ tüyle her şeyi sarsm ası söz konusuydu ya da kısaca söyleyecek olursak, bir P heidias O lym poslusu. Plutarkhos onun konuşm a­ larını “fizyolojiyle renklendirdiğini” söyler, bununla doğabilimsei benzetm e ve im geler kullanm ayı pek sevdiğini kastetm iş olsa gerek. O dönem in diğer hatipleri de yine gösterişsiz ama güçlü diksiyonlarındaki “sadelik” (â(?f./xıa) ve “zayıflık” ( İ o ' / u ö t t i ç ) -b u ra d a zayıflıktan kasıt, âcizlik değil, bir sporcu­ nun kaslı vücudunun y ağ sızlığ ıd ır- nedeniyle övülürdü. Sofist­ ler de fikirlerini en kısa yoldan ifade etm e sanatına sahip ol­ m akla gurur duyarlardı. G enç nesilden sayılan A ntiphon ve Lysias sade ve açık olan hitabetleriyle ün yapm ışlardı. P erikles’in B ritish M useum ’daki m erm er H erm es heykeli - b e ­ şinci yüzyıla ait orijinal eserin iyi b ir k o p y a sı- günüm üz anla­ m ında bir portre değildir (örneğin, burun gerçekçi değildir, ke­ m ersiz bir “Y unan b u m u ”dur), idealize edilm iştir fakat öyle bireyseldir ki, A tm alılar bu heykele baktıklarında hüküm darla­ rım hem en tanıyabilirlerdi. B akım lı sakalı ve başın nazik duru­ şu şık bir centilm eni çağrıştırır. Y um uşak ve z arif dudakları


ATİNA’NIN DÜNYA G Ü N Ü

î 89

belagata, kıvrım lı kaşlarla örtülü derin gözler düşünce zenginli­ ği ve basirete işaret eder. Sevecen ve içine kapanık bu aristok­ ratın kayıp bronz heykeli çok daha güçlü bir etkiye sahip olmuş olsa gerek. G örünüşe bakılırsa Perikles, H ellas üzerinde gerçek bir A ti- Peloponna hegem onyası kurulm adan Perslerin tam anlam ıyla m ağlup nesos edilem eyeceğine, dolayısıyla ilk önce Sparta ile hesaplaşm ak Savaşı ya da Prusya dilinde söylersek, F ran sa’dan önce A vusturya’ya savaş açm ak gerektiğine inanıyor, kısacası akıllı bir dış siyaset yürütüyordu. Fakat Perikies B ism arck kadar katı bir m onarşist değildi, bu yüzden dem okrasiyi iradesine rağm en zafere taşım a gücünden yoksundu. Savaşın hem en başında ölm üş olm ası A ti­ na için büyük bir talihsizlikti. K uvvet dağılım ı farklıysa da, üç aşağı beş yukarı dengeliydi. S parta’nm m üttefikleri en iyileriy­ di: Peloponnesos B irliği’nin bütün üyelerini kendi safına çek­ m ekle kalm am ış, konum ları itibariyle daha önemli bölgeler olan M egara, Phokis ve L ok ris’in yanı sıra A tin a’nın ticari ra­ kipleri K orinthos ve Thebai de S parta’ya bağlılıklarını bildir­ mişti. Y alnızca Plataiai, Tesalya, tabii bir de M essenia A ti­ n a ’nın tarafındaydı. S parta’nm eski düşm anı A rgos, başlangıçta Persler gibi tarafsız kaldı. Ö te yandan, Peloponnesos B irliği’nin üyeleri savaş serm ayesinden yoksunken, A tin a’nın maddi im­ kânları çok fazlaydı. L akedaim onlularm karada çok güçlü ol­ duklarını bilen A tm alılar bu yüzden büyük çaplı m eydan m uha­ rebelerine girm ekten kaçınm ış, sadece arada bir süvari ve p elta st birlikleriyle korunan hoplit saflarıyla çatışm ışlardır. Atin a’nm m uazzam surlarını aşm ak m üm kün değildi, çünkü dar anlam da bir m akine kuşatm ası henüz yoktu. B u nedenle, bir kenti ele geçirm enin tek yolu, kentin açlıkla yüz yüze kalm ası ya da kente baskın düzenlem ekti, am a bunlara bel bağlanam az­ dı, çünkü surlar sıkı bir korum a altındaydı ve A ttika filosunun denetim indeki deniz yoluyla erzak tem in ediliyordu. A ttika fi­ losuyla başa çıkabilecek güçte ikinci bir filo daha yoktu. P erikles’in geliştirdiği türden dikkatli ve kontrollü bir savaş stratejisiyle düşm anın er ya da geç im ha edilm esi işten bile de­ ğildi, çünkü düşm an zaten m ali açıdan çökm üş, kara gücünün cesareti kırılm ış, sahilden saldıran düşm an gem ileri tarafından yıpratılm ış ve siniri bozulan m üttefikler tarafından terk edil­ mişti; kısacası m evcut toprak konum u üzerinden kendi isteğiyle


190

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

barış teklifinde bulunm am ası için hiçbir neden yoktu. Barış, görünürde berabere bitm iş, gerçekte ise P rusya’nın ahlaki zafe­ riyle sonuçlanarak hâkim iyetine zem in hazırlam ış olan Yedi Yıl Savaşı’nın B üyük Friedrich için taşıdığı önem den daha önem siz sayılm azdı. Jakobenliğin Fransız devrim i boyunca, III. Napoly o n ’un yetm işli yıl savaşıyla, R us grandüklerinin de dünya sa­ vaşı sırasında yaptıkları gibi, P erik les’in de sırf konum u sarsıl­ dığı için yerli hasım larm m gücünü kırm ak am acıyla bu savaşa kasten girm iş olm ası diye b ir şey söz konusu değildir. Bu ve benzeri durum ların hiçbirinde savaşın failleri am acına ulaşa­ m am ış, aksine kendi kuyularını kazm ışlardır. “O yalam a savaş­ ları” yalnızca havailik değil, budalalıktır da ve Perikles gibi bir adam ne havaidir ne de budala. Perikles, m eseleyi halletm ek için bir hakem ler kurulunun oluşturulm asını te k lif eder, am a Spartalılar bu teklife yanaşm az. Fakat Perikles savaşm anın ka­ çınılm azlığını görm üş olm alı ki, B ism arck gibi o da tüm bağları koparm ak yerine en uygun zam anı kollam ıştır. Devlet kasası dolm uş, kent ve filo güçlenm iş, halk savaşm aya ve ölm eye ha­ zır hale gelm iştir. Ö te yandan, durum Spartalılarm da lehineydi, çünkü A ttika D eniz B irliği’nin haksızlığını ileri sürerek “H ellenlerin K urtuluşu” sloganıyla öne çıkabilirlerdi (oysa bu S parta’nm hegem onyası dem ekti). Y ine de, geleneksel m uhafa­ zakârlığı nedeniyle Sparta bile savaşa istem eye istem eye, sırf K orinthos yüzünden girm iştir. Sonuçta çarpışm ayı başlatan örtük nedenler yargım ız açısından önem li değildir. Bir kez ok yaydan çıkm ışsa, artık her şey bir “savaş nedeni”dir. AlkibiaSavaşın 431 ’den 4 2 1 ’e dek süren ve dönem in Sparta kralına des göre adına A rkhidam os savaşı denen ilk bölüm ü, Perikles’in yıpratm a stratejisinin bir parçasıydı. T aşradaki A ttika halkı kente kaçtı, Spartalılar düşm an bölgelerine her geçen yıl biraz daha sokuldu (askeri operasyonlara kışın ara verilirdi). Fakat ne Spartalılarm ortalığı kundaklayıp suları kurutm ası bir işe yara­ mış ne de fazla iç içe yaşanm ası ve içm e sularının kirlenm esi nedeniyle ortaya çıkan ve nüfusun, Perikles dahil, dörtte birini tele f eden veba bir karara varılm asını sağlam ıştı. Spartalılarm kayda değer tek başarısı P lataiai’nin fethiydi, zaten bu nedenle barış teklifinde bulundular. Fakat radikal dem okrasinin önderi ve tipik bir siyasi sem patizan K leo n ’un kışkırttığı A tm alılar bu öneriyi geri çevirecek kadar körleşm işti. A ncak daha sonra,


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

191

savaşın karada cereyan ettiği tek y er olan D elion yenilgisi ve önem li bir kilit nokta olan A m phipolis’in düşüşü A tina’nın tu­ tum unu değiştirdi. Bu arada K leon da öldüğü için ihtiyatlı N ikias kendi adının verildiği p ek insaflı bir barış antlaşm asını im zalam ayı başardı, am a buna bir ateşkes bile denem ez. Thukydides bu vesileyle şöyle dem iştir: “Barış zam anını sa­ vaştan saym ayan birisi, koşulları hakkıyla değerlendirm iş sa­ yılm az.” Z ira çok geçm em iş, tehlikelerle dolu Sicilya m acera­ sına atılm ışlardı. E şsiz olduğu kadar da düşsel olan bu plan A lkibiades’in başının altından çıkm ıştı. S icilya’nın ve Aşağı İtalya’nın kendi aralarında bir birlik olam ayan, lüks yaşam la gevşeyen ve askeri açıdan çağın gerisinde kalm ış Y unanlıları boyunduruk altına alınacak, onların yardım ıyla K artaca’nm kapıları zorlanacak ve bu sayede A kdeniz egem enliği kurula­ caktı. Böylece, ne şekilde olursa olsun, A lkibiades’in krallığı kurulacaktı. İlk önceleri halk b u m uazzam vaadlerle iktidar hülyalarına kapıldı. A ncak sefer başlam adan kısa süre önce bir sabah uyanıldığında, A tin a’daki H erm es heykellerinin kafaları­ nın kırılm ış olduğu görüldü. Bu belki de çakırkeyif jeunesse doree 'nin belki de H ellen “satanistleri”nin m arifetiydi am a so­ nuçta halk bu olayı çok ciddiye alm ış ve A lkibiades’ten şüphelenm işti. N itekim A lkibiades bunu yapabilecek kapasitede bi­ riydi ve zaten tiranlık hayalleri kuruyordu. H alk A lkibiades’i, her ne kadar anlatacak fazla bir şey olm asa da, Eleusis gizem le­ rini ifşa etm ekle suçluyordu. N ihayet davayı A lkibiades’in dö­ neceği güne ertelem eye karar verdiler. Filo yola çıktı. Fakat her nedense aniden dava açıldı ve A lkibiades in contum aciam [gı­ yaben] ölüm e m ahkûm edildi. Fakat A lkibiades “hâlâ hayatta olduğum uzu kanıtlayacağız,” diyerek S parta’ya gitti. A tm alıla­ rın batıda elde edecekleri bir zaferin P eloponnesos’un abluka altına alınm ası ve L akedaim on egem enliğinin sona erm esi an­ lam ına geleceğini söyleyerek Sparta yönetim ini uyardı, savaşın yeniden başlam asını sağladı, bununla da yetinm edi, bağım sızlık savaşlarının öncesinde Perslerin boyunduruğu altında bulunan Yunan kentlerinin kendisine bırakılm ası karşılığında S parta’ya iane ödeyen Sardeis satrabı T issaphernes ile de bir ittifak kurdu (bunun m odem karşılığı, A vusturya ile III. N apolyon arasında 12 H aziran 1866 tarihinde im zalanan ve N apolyon’a, Prusya Silezyası’nın geri alınm ası “karşılığında” R en nehrinin sol ya­


192

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

kasım veren antlaşm adır). B u arada, vaatlerle dolu ilk başarıla­ rın ardından Sicilya seferi tam am en suya düştü: A tina filosu Syrakusai lim anında hezim ete uğradı, geri çekilen kara birlikle­ ri kısm en yok edildi, kısm en de esir alındı. Söz konusu girişim tam anlam ıyla yayılm acı olduğu için bir p o lis’in başarabileceği bir şey değildi, oysa tarihi gelişim in bir asır önünde giden ve diadokhların hanedanlığa dayalı dünya egem enliğini daha o zam andan tem sil eden A lk ib iad es’in dehası bunu pekâlâ başa­ rabilirdi. A rdından, Spartalılar A ttik a’ya düzenledikleri yağ­ m alam a seferleriyle yetinm ek yerine D ekeleia tabyalarına yer­ leştiği için D ekeleia savaşı (413-404) da denen savaş başladı. D ekeleia’ya yerleşilm esi son derece hassas bir durum du ve A ttik a’nın ticari yaşam ı tüm den tıkandı; bunun gibi, son derece isabetli yer seçim i de yine A lkibiades’in başının altından çık­ mıştı. Fakat Sparta toprakları A lkibiades için de tehlikeli ol­ m aya başlam ıştı, çünkü K ral A g is’in siyasi rakibi olm akla kal­ m ıyor, kralın evliliği için de başarılı bir rakip oluşturuyordu. B öylece T issaphernes’le yakınlaştı. Sardeis satrabına, Persler için en iyisinin akıllıca bir “yanaşm a siyaseti” yürüterek Yunan güçlerinin hiçbirinin sivrilm em esini sağlam ak olduğunu telkin etti: A tin a’ya dönm eyi sağlam a alm aya çalıştığı ustaca bir ham le. N itekim 411 yılında geri çağırıldı, kısa süre sonra da K yzikos’taki savaşı kazandı. Sparta, statükonun korunm ası kar­ şılığında barış im zalam aya hazırdı. Fakat bel bağladığı hedefle­ rine ancak savaş yoluyla ulaşabileceğini düşünen A lkibiades, ikinci bir K leon diyebileceğim iz lir fabrikatörü K leophon’un da desteğiyle birleşm eyi engelledi. T ahta çıkm asına ram ak kal­ m ıştı. Fakat tam o sırada Spartalılarda da Lysandros adında bir adam sahneye çıktı. L ysandros’un deha olarak değilse bile, şid­ det, acım asızlık ve başvurduğu yöntem ler konusunda A lkibiades’ten geri kalır yanı yoktu. 407 yılında N o tio n ’daki savaşı kazanm ası, yenilgide bir hatası bulunm ayan A lki­ b iades’in sonu oldu. E rtesi yıl A rginusai adalarında cereyan eden deniz savaşı, Y unanlılar arasında yaşanan gelm iş geçm iş en şiddetli deniz savaşıdır. Savaşın galibi A tina da olsa, am i­ raller kazazedeleri kurtarm ayı ihm al ettikleri gerekçesiyle idam edildiler. Ö te yandan Sparta, K yzikos’taki hüküm leri koruyarak barış teklifinde bulundu, am a K leophon bu teklife yine kulak asm adı. A ttika filosunun T rakya yarım adasından denize dökü­


ATİNA’NIN DÜNYA G U N U

193

len küçük nehir A igospotam oi civarında tam am en yok edilm e­ si, deniz kuvvetlerini yitiren A tin a’nın açlıktan kırılm am ak için kayıtsız şartsız teslim olm asına yol açtı. Ezeli düşm anları K orinthos ve Thebai, A tin a’nın otlağa dönüşm esini istiyorlardı. Fakat Spartalılar bu isteğe kulak asm ayacak kadar onurluydu. Lysandros ile Sparta yönetim i arasındaki kısa m esajlar şöyleydj: “A tina ele geçti.” - “Bu kadarı yeter.” K senophon’un dedi­ ğine göre, “H ellas’ı vaktiyle dardan kurtarm ış olan bir Yunan kenti yok edilem ez,” şeklindeki soylu görüş savunuluyordu. A yrıca, kültür m erkezi olm ası nedeniyle A tin a’ya saygı duyu­ luyordu. Y ine de, bu seçeneğin tartışılm ış olması bile Hellen ruhunun ürkünç uçurum larını görm em izi sağlar. Her halükârda “uzun surlar” yıkıldı ve her türlü yabancı mal varlığına el ko­ yuldu. Lysandros 404 N isanında Peiraieus’a yerleştiğinde, yal­ nızca kurtarılm ış m üttefikler tarafından değil, çoğu Atinalı tara­ fından da alkışlandı, çünkü dem okrasinin son yıllardaki seyri tam bir kâbustu. Fakat bu büyük savaşın kaderini yurtdışı tayin etmişti. A tin a’yla karadan baş edilecek gibi değildi. Spartalılarm A ttika filosuna denk bir filo kurm ası ancak Pere­ lerin para yardım ı sayesinde oldu. Z aten bu savaştan en kârlı çıkan taraf, Pers ülkesiydi. B uradaki durum A lm anların iki bü­ yük kardeş savaşm a, yani gerçek galibi Fransa olan O tuz Yıl savaşları ile tek galibi İngiltere olan Y edi Yıl savaşındaki du­ rum a benzer. Fakat D ekeleia savaşm a üç cephede de A lkibiades kom uta etm işti. A lkibiades barışın ilk yılında, Spartalılarm kış­ kırttığı Frigya satrabı Pharnabazos tarafından alçakça öldürül­ dü. D ünya tarihinin en ilginç ve en gizem li şahsiyetlerinden biri olan A lkibiades dünyayı parm ağında oynatıyordu, çünkü kimse onun etkisine karşı koyam ıyordu. H er iki cins de um utsuzca âşık oluyordu ona, çünkü eşsiz derecede güzel ve zarif olmanın yanı sıra, on parm ağında on m arifet olan bir insandı. Ustalar ustası bir binici ve sporcu, içkici ve hatip, m üzisyen ve diyalektikçi, stratej ve diplom at, kısacası karşı konulm az biriydi. A m a en önem li özelliği kusursuz bir oyuncu olm asıydı. G ere­ kirse, Spartalılardan daha Lakonialı, Pers soylularından daha Şarklıydı, fakat özü A tina ruhunun en güçlü özütüydü. Bütün varoluşunu parlak bir skandallar zincirine dönüştürm ek, ya da şöyle de diyebiliriz, yaşam ını şiir kılm ak gibi bir yeteneği var­ dı. Biyografisi destansıdır: K ahram anlıklarla dolu eski destanla-


194

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

rın dokunaklı üslubunda değilse de, şim şek gibi bir düğüm noktasından diğerine koşan, bukalem un gibi renk değiştiren “ lanet h e r if ’in rom anıdır. D ördüncü yüzyıl retoriği ondan güç alm ış, bir dâhi mi, yoksa cani m i olduğu, m em leketinin onu kovm akla iyi mi ettiği, yoksa onu kovarak kendi sonunu mu hazırladığı konusunda ateşli tartışm alarda bulunulm uştur. Etik açıdan sorulduğunda, bütün bu sorular yersizdir: A lkibiades ahlak çerçevesinde değerlendirilem ez, o bir m aceraperestti, zaten H ellenlerin toplum sal iktidar biçim i de öyleydi. Siyasi açıdan ise soruyu şu çerçevede ele alm ak gerekir: İşler A lkibiades’in eline bırakılsaydı, İskender çağını önceden baş­ latm ış, dolayısıyla R om a’nın gelişim ini baltalam ış olur muydu? O zam an A kd en iz’de bir H ellen egem enliğinin kurulm ası ve Latin egem enliğinin kökünün kurutulm ası işten bile değildi. Bu durum Y unan kültürü için ne tür sonuçlar doğururdu bilinmez. Belki “dünya İskenderciliği” bir asır önce ortaya çıkardı, ama zaten yeterince erken olm am ış mıydı bu? Atina Y unan dem okrasisini kötülesek bile, Y unan ruhunu yeşertip Demok- eşSjz bjr görkem e kavuşturan bu şaşırtıcı yapıdır. Y ahudiler rasisi y aSalarım nasıl M u sa’ya atfederse, A tm alılar da bu devlet biçi­ mini ulusal kahram anlan T heseu s’a dayandırırdı. Devlet, in­ sanların yasalar karşısında eşitliği (isonom ia), herkesin her m a­ kam a gelebilm e hakkı (isotim ia) ve konuşm a özgürlüğü (isegoria) ilkelerine göre kurulm uştu; bir başka deyişle, her yurttaş aynı kaderi paylaşır, h er m evkiye gelebilir ve herkesin her zam an söz hakkı bulunurdu. K senophon’un aynı anda böğüren sarhoşlara benzettiği son ilke, özellikle de vatandaşlık hak­ kının en önem li tem inatı diye geçer, dem okrasiyle bir tutulurdu. K onuşm aların yapıldığı ana m ekânlar herkesin katılabildiği halk m eclisleri ve halk m ahkem eleriydi. H er oy eşit sayıldığı için basitçe salt çoğunluğun hükm ünün geçtiği kent meclisi oturum da adı çağrılanların, ekkletoi, toplam ı anlam ına gelen ekklesia idi; bu isim katılım cıların bir ulakla çağrıldığı dönem in anısına verilm işti. Y oklam a için işaretler kullanılıyordu. O yla­ m a el kaldırarak ya da çakıl taşı, m idye ve fasulye taneleriyle yapılıyordu. G ök gürlediğinde, deprem olduğunda, güneş tutul­ duğunda, hatta yağm ur yağdığında toplantı derhal ertelenirdi, çünkü bunlar “Z e u s’un işaretleri” idi. D evletin önem li sorunları hakkında burada karar alındığı için kurum un faaliyeti halkın


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

195

kararlarının görüşülm esi ve uygulanm asıyla sınırlıydı. M ahke­ m e oturum u için kurayla altı bin jü ri üyesi seçilirdi, bunların tam am ı nadiren toplanıyor olsa gerek. K arar en yüksek merci olan halk tarafından alındığı için tem yiz edilem ez, derhal uy­ gulanırdı. A lm an kararın ne kadar tarafsız olduğunu tahm in etm ek zor değil, zira düz bir sın ıf hukukunun uygulanm ası bir yana, dem agojik kışkırtm alar, avukatlık hileleri ve anlık ruh halleriyle iradesizce sürüklenen sorum suz, galeyana gelm iş bir kitle söz konusuydu. Platon, m ahkem eleri adil olm ayan her p o lis'm apol'ıs olduğunu söyler, A tina dem okrasisi de böyleydi diyebiliriz. En yüksek bayındırlık merci de yine halk m eclisiydi. M i­ marları belirler, projeleri denetlerdi. İnsan şaşırm adan edem i­ yor: N e kadar yetenekli bir halktı ki bu böyle, bildiğim iz A ti­ n a ’yı m eydana getiren im ar planlarını önceden denetleyip dü­ zeltiyordu! M eclis ayda en fazla üç kez toplanırdı, bu nedenle rutin işler aksam asın diye birtakım m em uriyetlere ihtiyaç vardı ve daha önce de belirtildiği gibi buralara h er vatandaş atanabi­ lirdi. B aşına buyruk bir bürokrasi gelişm esin diye m em urlar bir yıl ya da daha kısa bir süre görevde tutulur, aynı kişi en fazla iki kez aynı göreve gelebilirdi. Belli bir teknik bilgi gerektiren görevler hariç m em urlar kurayla belirlenirdi. G örev süresi do­ lan her m em ur hesap verm ekle yüküm lüydü. E sasen yolsuzluğu önlem e am acı taşıyan bu uygulam a zorluk çıkartm ak isteyen kötü niyetli avam ın elinde giderek b ir oyuncağa dönüşmüş, yanlı bir takibata dönüşm üştür. Y ine de bütün bu kurum lar toplum un her kesim inin devlet idaresiyle yakından ilgilenm esi­ ni gerektirm iş, hatta bu konuda belli bir yeteneğin gelişmesini de sağlam ış olm alıdır. B u sistem in dem okratik anayasalar dahil m odern anayasalardan tem el farkı, günüm üz parlam ento ve m illetvekillerinin, m evki ve m akam ların dayandığı temsili de­ m okrasi sistem ine sahip olm ayışıdır. Y unanlılarda halk, yani A ristophanes’in açgözlü, şım arık, öfkeli ve sokm a arzusuyla gözü dönm üş eşekarısı sürüsü ile P lato n ’un tehlikelerle dolu “büyük hayvan” ı daim a bütünüyle m evcuttur. A tina bütçesinin başlıca gelir kaynakları, L aureion’daki Atina güm üş ocakları ve civar kentlerden elde edilen gelirler, malın Devlet değerinin ellide biri tutarındaki ithalat ve ihracat vergileri, pa- Bütçesi zar ücretleri, köle harçlarıdır. A yrıca, dolaylı vergileri en yük­


î 96

ANTİK YUNAN IN KÜLTÜR TARİHİ

sek teklifte bulunan kişiye iltizam etm ek gibi sorunlu bir sistem uygulanıyordu. B u sistem B ourbon Fransası’nda da uygulan­ mıştı ve Fransız devrim inin başlıca nedenlerinden biriydi. A n­ tikçağda güm rük m em urlarından ölesiye nefret edilirdi. In­ cil'd e n de bildiğim iz “güm rükçüler ve günahkârlar” ifadesin­ deki m em urları günüm üzün güm rük m em urlarıyla karıştırm a­ m ak lazım. B urada daha çok, tam bir özel girişim ci olan kan emici bir güm rük kesenekçisi söz konusudur. T ek amacı, işe yatırdığı serm ayeyi çıkartm ak ve olabildiğince kâr etmektir. D evletin başkaca gelir kaynakları şunlardı: M üttefiklerden alı­ nan m alum haraç ve m ahkem e harçları, “vatana ihanet” duru­ m unda kesilen para cezası -m u h b irliğ i teşvik eden, ahlakın bo­ zulm asına yol açan bir başka e tm e n - ve el koyulan servetlerdir. D evletin tem el giderleri ise, pek çok kişiye ödenen yevm iye ve m aaşlar; yabancı paralı askerlere, yabancı garnizonlara ve de­ niz polisine ödenen ücretler; yolların ve su tesislerinin yapım ve bakım ına, tersanelere, silah ve m ühim m at depolarına, tapınak ve m eclislere ve diğer bütün kam u tesislerine ayrılan ödenek; şenlikler, adaklar, kam u kurbanları ve kült için yapılan m uaz­ zam harcam alar. Ç alışacak durum da olm ayanların, dulların, yetim ve öksüz çocukların bakım ı da devlete aitti. Fakat bütün bu giderleri karşılam ak her zam an m üm kün olm azdı, o zam an da toplum un önde gelen zenginlerinden olağandışı bir servet vergisi (e’ıcKpopd) alınırdı. Fakat doğrudan vergi alm ak antide­ m okratik sayılıp tiranlıkla bir tutulduğu için, varlıklı insanlara bir yüküm lülük getiren leiturgia'l&r, yani “halka hizm et” tercih edilirdi. B unların en önem lisi, zenginleri bir savaş gem isi inşa etm ekle yüküm lü kılan trierarkhia idi. Elbette günüm üzdeki kadar büyük bir harcam a değildi bu: B u gem iler açık deniz ge­ m ileri değildi. A ğ ır hava koşullarına ve azgın denize dayana­ m ayan h a fif yapılı ahşap gem ilerdi. Ü stelik hayli küçük olduk­ ları için gem i m ürettebatı uyum ak ve yem ek yem ek için karaya çıkm ak zorundaydı. F ırtınalar ya d a deniz savaşları koca filoları yok edebiliyordu am a birkaç aya kalm ıyor, yerine hem en yeni­ leri yapılıyordu. Y apım işinde kullanılan araçları ve gem inin iskeletini çoğunlukla devlet tem in ediyor, triarkhos’a ise gem i­ yi tam am lam ak, tayfayı bulup geçim ini sağlam ak kalıyordu; am a bunun karşılığında gem iyi bizzat kom uta etme onuruna kavuşuyordu - bu lafta kalsa bile. Ö zellikle de sonraki çağlarda


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

I 97

gem inin asıl kom utam bir uzm an denizciydi, “düm enci” ya da kybernetes. T ragedya ve kom edya korolarının donatılm ası, ça­ lıştırılm ası ve m aliyetin karşılanm ası dem ek olan kh o reg ia 'da, genelde koronun ünü kh o reg o s'a ait olur, işin cerem esini ise çok daha az övgü alan teknisyen, özellikle de koro şairi çekerdi. G ym nasiarkhos, bir A tina buluşu olan o görkem li m eşale koşu­ su başta olm ak üzere çeşitli spor faaliyetlerini finanse etmek durum undaydı. K endisine bir kam u hizm eti çıktığı halde, bu hizm etin bir başkasına devredilm esini isteyen kişi, gerekçesinin kam u tarafından sınanm asını talep edebilir, haklı olduğu anla­ şılırsa bu yüküm lülükten kurtulurdu. Davalı ise servetini dava­ cının servetiyle takas etm eye hazır olduğunu bildirerek savuna­ bilirdi kendisini: H er iki halde de nazik bir durum, fakat leiturgia’yla sonuçlanm ası kaçınılm azdı. B u durum a, “servet değişim i” ya da antidosis denirdi. B ir de epidosis vardı: Bir vatandaşın “devleti kurtarm ak için” halk kararıyla gönüllü ba­ ğışta bulunm aya davet edilm esi. İlgili şahıs bağışta bulunursa onurlandırılır, bulunm azsa eziyet görürdü. Serveti üç talandı aşan herkes kam u hizm etiyle m ükellefti. Bir k h o regia'nın m as­ raflarının 1200 ila 3000 drakhm e (ta la n t'm beşte biri veya yarı­ sı) arasında değiştiğini düşünürsek iflasa yol açan bu yöntem için Y unancada neden iki ayrı fiil bulunduğunu anlarız: KaTaZeiToupyeîv ve Kaxaxoprıyeîv, leiturgia ve khoregia yü­ zünden m ahvolm ak. A tina devletinin en ciddi sorunlarından biri, halka ekmeklik hububat sağlam aktı. Bir buğday siyasetinin varlığından bile söz edilebilir. D ışarıya dönük girişim lerin tam am ı bu yöndeydi. A ttika önce K ıbrıs ve M ısır’ı, sonra Sicilya’yı, son olarak da Trakya ve Pontos civarındaki bölgeleri fethetm eye çalışmıştı. H ellespontos en az Süveyş K analı kadar önem liydi. H ububat ihracatı esasen yasaktı. A goranom oi ürünlerin saflığını ve taze­ liğini, m etronom oi ağırlığı, sitophylakes de fiyatları denetliyor­ du, am a gene de fiyatlar her yıl, hatta aynı gün içinde bile beşte bir ila üçte bir oranında değişiyordu. B unun nedeni, ithalatçı ya da alıcıların spekülasyonlarıydı: Y ok boğazlar kapalıym ış, yok düşm anlık yeniden nüksetm iş, ufukta büyük bir sevkiyat varmış y a da sevkiyat gem isi batm ış, vs. D urum u iyi olan pazar m e­ m urlarının k u r farklarını kendi ceplerinden ödem ek zorunda kalm aları ender bir durum değildi.


19 8

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

Sözünü ettiğim iz bütün h ak ve avantajlar sadece tam vatan­ daşlar için m evcuttu, yani devletin erkek ve kadın vatandaşları­ nın m eşru evliliklerinden olm a insanlar için. Şu halde, köle bir anneden ya da b ir m etoikos’tan, yani özgür bir yabancı kadın­ dan olm a kişiler vatandaşlık haklarından m ahrum du. Evlat edi­ nilm ek de bir şey değiştirm iyordu. Y ine de, devlet için büyük yararlılıklar gösteren kişilere halk kararıyla vatandaşlık hakkı veriliyordu. V atandaş olm ayanlar m ülk sahibi olam ıyor, geçerli bir evlilik yapam ıyor, davalarını ancak bir hami aracılığıyla yürütebiliyor, devlet kültlerinin yalnızca bir kısm ına katılabili­ yorlardı. Bu statünün en önem li grubunu, fabrikatör ya da top­ tancı tüccarı, arm atör ve bankacı olarak kayda değer oranda servet edindikleri sıkça görülen, hırdavatçı, zanaatkâr, denizci ve lim an işçisi olarak küçük işletm elerde önem li bir rol oyna­ yan m etoikos, “yabancılar” ya da sığınm acılar oluştururdu. Bu insanlar A tin a’da on iki d ra kh m e’lik bir korunm a parası öder, yasal sınırlam alar dışında, nüfuâun geri kalanıyla aynı hakları paylaşırdı. Fakat vatandaşlık hakkı iptal de edilebilirdi, ya sür­ günle y a da vatandaşlıktan çıkarılan kişinin m em lekette barın­ m asına ses çıkarm ayan onursuzluk (atim ia) ilanıyla. A tim ia ’yla cezalandırılan tem el suçlar şunlardı: K am unun parasını zim ­ m ete geçirm ek, rüşvet, alçaklık, üç kez yalancı şahitlik yapmak. Basitçe “aylaklık edenler” in bile bu cezadan nasibini alıyor olm ası, aslında sevilm eyen ya da istenm eyen kişilerin hedef­ lendiğini gösterir. H alk kararlarını feshetm eye ya da değiştir­ m eye kalkanların derhal a tim ia ’yla tehdit edilm esi ise bu ceza­ nın siyasi niteliğini yeterince açığa vurur. KadınD em ek ki, dem okrasilerin en aşırısı diyebileceğim iz A tina Ia r dem okrasisi aslında egem en partinin uyguladığı oligarşik bir düzendi ve ne “ insan hakları” ne de kadın-erkek eşitliği bilirdi. K adınlar ne seçebilir ne de m em ur olabilir, ne siyasi toplantı­ larda ne de şenliklerde yer alabilir, hatta spor etkinliklerine bile ancak S parta’da katılabilirdi. K adınlar hayatları boyunca baş­ kalarının velayeti altındaydılar, örneğin babanın, erkek karde­ şin, kocanın, yetişkin oğulun. B una karşılık, kocanın yalnızca kullanm a hakkına sahip olduğu bir drahom aları vardı. Ev ka­ dınları asla toplum sal faaliyetlerde bulunam azdı; bunlara ancak dansözler, flütçü kızlar, kadın düşünürler ve hetaira’lar katıla­ bilirdi. H eta ira’lar ve kadın düşünürler aynı kefeye konurdu,


ATİNA'NİN DÜNYA G Ü N Ü

199

çünkü hetaira’Vdf çoğunlukla akıllı ve eğitim li olurlar, kadın düşünürlerse, en azından dışarıdan bakıldığında, son derece özgür bir yaşam sürerlerdi. T h ukydides’in eserinde Perikles şöyle der: “E n saygın kadın, erkeklerin ne övgüsüne ne de söv­ güsüne h ed ef olan kadındır.” Ö zellikle de üst tabakalara m en­ sup onurlu kadınlar harem yaşam ı sürerlerdi. Sokağa yalnızca yaşlı bir kölenin, gynaikonom os'u n (kadınlardan sorum lu gö­ revli) eşliğinde çıkabilir, çarşıda görülm ezlerdi bile. O ysa yok­ sul kadınlar çarşıda sıkça görülürdü, hem m üşteri hem de tez­ gâhtar olarak, fakat onlar bile fabrikalarda çalışam azlardı. Ka­ dına toplum içinde, bir kadının hizm etini gerektiren bir kurban ayininde rahibe olarak ya da bir şenlik aiayı sırasında figüran olarak yer verilirdi, bunun dışında hayattaki asıl görevi evliliğe önce para sonra da çocuk verm ekti. W inckelm ann’ın ifadesiyle, “A tinalIların tam bir özgürlü- Sykopğün tadını çıkarm asını sağlayan aklın aydınlanış!,” Perikles’in hantes ölüm ünden sonra parlak bir anarşiden, yani kargaşa dolu bir avam egem enliğinden ve - b in başlı hâkim iyet satın alınabildiği iç in - arsız bir plutokrasiden farksız değildi diyebiliriz. G etirdi­ ği anayasayla bu anarşinin tem elini atan P erikles’ten başkası değidi. Y asalar, beleş yoldan siftah etm ek için toplanan jüri üyesi bir proletaryanın eiindeydi. M akam lar ahlaksız ve ruhsuz her alçağa açıktı ve rüşvete olanak tanıyan özelliklerinden do­ layı da cazipti, yoksa kim se aldığı düşük m aaşa bayılm ıyordu. İnsanlar birbirinin ayağını kaydırm a derdîndeydi, am a yerden göğe kadar da haklıydılar bunda; toplum un içinde bulunduğu durum u B urckhardt enfes bir biçim de özetlem iştir. O na göre, A tinalılar sanki kendilerinden bir şey çalınm ış gibi bir ruh hali içindeydiler. S ykophantes’Yığın zehirli m eyvelerini yeşerten zem in işte böyle bir zem indi. Sykophantes aslen “incirlerin giz­ lice ihracatını haber veren kişi” dem ektir (bu etim oloji tartış­ m alıdır), fakat daha sonra genel olarak casusluğu ve jurnalciliği anlatır olm uştur. Y akalanm ak ve halkın huzurunda teşhir edil­ m ek suçsuz kişilerin bile gözünü korkutan bir tehditti: Birincisi, halkın huzuruna çıkarılm ak çok utanç verici bir durum du; İkin­ cisi, tanrıtanım azlık, devlet m alını çalıp çırpm ak, vergileri ödem em ek, baba m alını israf etm ek gibi alanı giderek genişleyen suçlam alarla karşı karşıya kalınabilirdi; üçüncüsü, insanlar biri­ ni sudan bahanelerle suçlam aktan çekinm iyordu, nitekim


200

Platon’un KarşıDevletı

Köleler

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

“ sykophantes” zam an içinde “haksız dava” ile özdeş hale gel­ miştir; kitlenin ahlakını ve ekonom ik durum unu da hesaba ka­ tarsak, yalancı şahitler bulup suçu kesinleştirm ek çocuk oyun­ cağıydı diyebiliriz. Y ani her halükârda sykophantes’in çenesini kapatm ak gerekiyordu. Ö zetle, sykophantes şantaj, intikam ve sahte tutku karışım ı yapıları, sus payı ve satılık fikirlerle sür­ dürdükleri varoluşları itibariyle bizim sansasyon peşinde koşan gazetecilerim ize benzerler. T ek fark, toplum da oynadıkları ro­ lün çok daha önemli olm asıydı. Sahtekâr avukatlarım ızla da kıyaslayabiliriz onları, yalnızca dalaverecilik ve küstahlıkları nedeniyle değil, bazı zenginler sürekli bir K arşı-Sykophantes tuttuğu için. A tina dem okrasisine getirilen en acım asız eleştiri, Plato n ’un, A tina devletinin bütünüyle karşıtını tem sil eden ideal devletidir. Platon insanların kişisel yetenekleri, uzm anlık alanja n ye farp|, ahlaki yapıları nedeniyle, belirli bir işbölüm üne dayalı istikrarlı bir m em urluk sistem inin geliştirilm esini öngö­ rür. K am u görevinde çalışan erkeklerin kesinlikle özel serveti olm am alıdır. A ncak, hüküm et “devletin içine yoksulluk veya zenginlik girm esin” diye diğer vatandaşlara göz kulak olm alı­ dır. K adınlar, yetişm e ve yaşam biçim i bakım ından erkeklerle eşit olm alı ve her türlü m esleği icra edebilm elidirler. Kadınlar ve çocuklar kam unun malı olm alıdırlar (m uhtem elen evlilik ve m iras yoluyla m al-m ülk hırsını ve çıkarcılığı engellem ek için). Devlet, toplum a tüccar ruhu ve kazanç hırsı aşılayan, halkı hilekâr ve güvenilm ez kılan denizden uzakta bir yerde kurulm alı­ dır. Şehvet duygularına yol açan, sadece gösterişe yarayan ya da kötü örnek olan her şey sanattan m en edilm elidir (bu yüz­ den, hem tanrılar hakkm daki yakışıksız düşüncelerinden ötürü hem de eserinde kötü insanlara yer verdiği için H om eros da m en edilm elidir). A ristoteles, P lato n ’un bütün vatandaşları kap­ sayan “senfoni”sinin m onotoni olduğunu söylem ekte haklıdır. G erçek, tek sesli bir m üzikten başka bir şey değildir artık. Siya­ setçinin adı “h atip ”, m ahkem edeki duruşm anın adı ise “agon”dur. Sürekli bir tiyatro tem silidir bu; üstelik bu oyun dünyanın her şey için en iyi seyircisi olan A tina halkının önün­ de oynanır. O çağın filozofları köleliği bir sorun olarak görm üyorlardı. Genel kanının aksine, kölelik yakın zam anlara dek sürm üştür;


ATİNA'N IN DÜNYA G Ü N Ü

201

ortaçağ boyunca, Slav savaşlarında esir düşen herkese Sklave [köle] deniyor olm ası bunu yeterince kanıtlar. 1857 yılm a dek P rusy a’daki A m erikan vatandaşları yanlarında getirdikleri kö­ lelerinin devlet tarafından kabul edilm esini talep edebiliyorlar­ dı. Siyahiler İngiliz söm ürgelerinde ilkin 1833’de, Fransız sö­ m ürgelerinde 1848’de, K uzey A m erik a’da 1865’te, B rezilya’da ise 1888’de özgürlüklerine kavuştular. B ugün bile, D oğu A s­ y a’daki Kuli ticareti ile G üney D en izi’ndeki K anak ticareti bir kölelik biçim idir (fakat süresi sınırlıdır). Yunan kölelerinde kökenler bile sın ıf düşüren bir etkendi, çünkü bu kölelerin bü­ yük bir bölüm ü barbar ülkelerdendi: Lidya, Frigya, Suriye, Libya, T rakya ve Pontus gibi; özellikle de Paphlagonialılarm hiçbir değeri yoktu. P ratikte h er Flellenin savaş, deniz korsanla­ rı ya da borç yüzünden köle olm a ihtim ali vardı, örneğin Platon ve D iogenes bile bir süre köle olm uşlardı. D ahası A tina’da ba­ banın evlatlıktan reddettiği kızını köle olarak satm asına izin veren bir yasa vardı, am a b u yasa herhalde daha çok kâğıt üs­ tündeydi. K öleler, isim lerinden de anlaşılacağı üzere birer nes­ neden farksızdı: o copa âvSpeîov, yovaiKSÎov, eril, dişi savaş ganim eti ve avöpdjroöa, yani insan ayakları; bu sonuncu ta­ nım dan köleleri, KapıaiTroöa, güçlü ayak, diye betim ledikleri büyükbaş hayvanlarla bir tuttukları anlaşılır. N e var ki, efendi­ nin kölesini öldürm eye hakkı yoktu, hatta bir kölenin kazara öldürülm esi bile öldürm eyle bir tutulur, gereğince cezalandırı­ lırdı. Y ok eğer kasten öldürülm üşse, cinayet işlenm iş sayılırdı. Tapm aklar, kötü m uam ele gören kölelere bir tür iltica hakkı tanıyordu. B ir köle gaddar efendisini kendisini satılığa çıkar­ ması için yasal yollardan zorlayabilirdi am a hak ve yüküm lülük sahibi olm adığı için ne davalara katılabilir ne de sözleşm eler im zalayabilirdi. Y ine de, efendisinin tem silcisi sıfatıyla servet edinm e im kânına sahipti. K utsal görülen spor hariç, kamusal etkinliklerin birçoğuna katılabilirdi. D ış görünüşünün özgür insanlarınkinden tek farkı kısa kesim li saçlarıydı. Platon, köle­ ye iyi m uam ele etm enin herkesin yararına olacağını, am a onunla fazla sam im i olm am ayı, halkların fazla karışm am asını öğütler. E lbette taşradaki durum erken çağdaki gibi ataerkildi. Kentte ise evden eve değişirdi. Ç iftlik kâhyası, önem li konum ­ da işletm eci, saygın vekilharç, sırdaş oda hizm etçisi, katı peda­ gog, kibirli kütüphane m em uru, usta heykeltıraş, at terbiyecisi,


202

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

m üneccim , ahçıbaşı, berber olan köleler de vardı ve daha nice m eslekte uzm anlaşm ışlardı. D em osioi, yani kam u köleleri de­ nen özel bir köle sınıfı vardı ve bunların bir kısmı hiç de önem ­ siz olm ayan m akam larda görev yapardı: M ahkem ede kâtip, m âliyede m uhasebeci, belediyede m utem et ve polis olarak; po­ lis köleler m em leketlerine göre Skythcû (İskitler) ya da taşı­ dıkları silaha göre toksotai (okçular) diye adlandırılırlardı. Efendileri adına yürüttükleri özel işlerden para biriktirebilen kö­ leler özgürlüklerini satın alabilirlerdi, fakat efendinin kölesini azat ettiğine de sıkça rastîanırdı: O zam an köle artık bir m etoikos olurdu. K öle fiyatları ortalam a üç yüz d ra kh m e’ydi, yani fiyatlar yüksek değildi am a (savaşlardan sonra iyice yükselen) arza, cinsiyete (kadınların fiyatı biraz daha yüksekti), kökene (Y u­ nanlı köleler pek pahalıydı) ve tabii bir de kölenin yeteneğine göre değişiyordu. Bazı özellikler (örneğin, köle kaliteli par­ füm ler üretebiiiyorsa ya da H o m ero s’u ezbere biliyorsa) altınla tartılırdı. A tina, K orinthos, Syrakusai ve (fethedilinceye dek) A igina, sanayi m erkezleri olm aları nedeniyle köle m erkezleriy­ di. Fakat sanayi işletm eleri günüm üze kıyasla epeyce mütevazıydı. D em osthenes’in devraldığı silah fabrikasında 33 kılıç işçisi çalışıyordu ve sayıları yüzü geçen diğer personel ise hiç­ b ir iş yapm ıyordu. Y ine de işçi sorununu ele alm aya yetmişti bu. P erik les’in yevm iye uygulam ası, bir tür işsizlik parasıydı aslında. AtinalıG eçen bölüm de de vurguladığım ız gibi, H ellenleri yalnızca nın Bir güzelliğin ve anın tadını çıkaran rom antik bir halk olarak düGiinu şünm ek yanlışsa da, Perikles dönem inden itibaren avare bir kentli takım ının ortaya çıktığını ve eskiçağda günüm üze göre çok daha az çalışıldığını kabul etm eliyiz. G üneyde bugün de sıkça görüldüğü gibi, daha çok m evsim lik işler yapılır, yılın pek çok günü boş geçerdi. A tinalı, akşam dan kalm a da olsa genel­ likle sabahın köründe kalkardı. Ç abucak giyinir, şaraba bandığı bir iki dilim ekm ekten ibaret kahvaltısı kısa sürerdi. Birkaç m etelik alırdı yanm a, daha doğrusu ağzına atardı (çünkü onun para kesesi yanaklarıydı) ve halkın arasına karışırdı: Ö nce be­ lediye m eclisine, duruşm aya, sonra g ym nasion’a, askeri eğitim alanına ya da bir hatibi dinlem eye giderdi. H içbir yerde hiçbir şeye sessiz kalm azdı, çünkü her lafa karışm ak gibi bir huyu


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

203

vardı. Sonra, eğer iş sahibiyse, dükkânını teftiş ederdi, bu da son kertede yine gevezelik etm ek dem ekti. E n sonunda da tam bir seyir yeri olan lim ana giderdi. Y unanlı aylak aylak dolaş­ m ak için özel bir ifade kullanırdı: agorazeirı. Yunanlı için bu sözcük, düz karşılığı olan “pazar yerinde dolaşm ak” değil, de­ dikodu ve fuar ziyareti, geyik ve spor m uhabbeti, m askaralık ve felsefeden oluşan arom atik bir karışım dır. “ Şarapsız şölenler” de denen bu m uhabbet kötü havalarda dükkân ve tezgâhlara taşınırdı: M erhem ciye, tüccara, berbere, kunduracıya, heykel atölyesine. Kışın ise sıcacık olm aları nedeniyle dem irci dük­ kânları tercih edilirdi. Y em ek m eselesi çok önem senm ezdi: Seyyar sucuk ekm ekçiler, satıcının ayaküstü kızarttığı birkaç balık ve bir avuç incir açlığı giderm eye yetiyordu. İsokrates’in, eskiden, yani esenliklerle dolu P erikles zam anında durum u iyi bir kölenin bile m eyhaneye gitm ediğini söylem esi, her şeyi ol­ duğundan daha iyi gösterm e çabasından başka bir şey değildir. M eyhanede zar da atılır, hafifm eşrep kadınlarla, yani “flütçü kızlarla” kadeh tokuşturulurdu. Fakat içki âlem leri genellikle geceleri yapılırdı. H afif bir yem eğin, el yıkam a ritüeiinin ve tanrılara içki sunulm asının ardından üniversite öğrencilerinin devam ettiği m eyhanelerdekini andıran bir içki âlemi başlardı. Fakat asıl m eselenin içki olm adığını P la to n ’un Sytnposiori’undan biliriz, gerçi bu bir edebiyat eseridir ve gerçeği an­ cak Schiller’in W allensteins L a g e r’ı kadar yansıtır. Bilm ece, açık saçık fıkra, alıntı ve benzeri sıkıcı şeylerle eğlenilm esi an­ cak daha sonraki yozlaşm alardır. Eğlenceyi çoğunlukla kom os izlerdi; kom os, şarap, şarkı, erotizm ve her tür densizlik eşliğin­ de bir gece alayıydı. Sicilya seferinden önce H erm es heykelle­ rinin kafaları böylesi bir kortejde kurban gitm iş de olabilir. K om os töresi sonraki çağlarda öğrenciler tarafından devralın­ mış, fakat yeniçağda öylesine bayağılaşm ıştı ki, yalnızca vahşi kavgalar değil, alenen işem ek de (üstelik de sevgililerin kapısı önünde) âdetten olm uştu. N e de o lsa eskiçağda gece bekçilerine yakalanm ak söz konusu değildi, çünkü onlar güneş batar bat­ m az görevi bırakırdı. A tinalm m yaşam ını ele alırken, sanatla iç içe kent m anzara- “Katı sını göz önünde bulundurm ak gerekir. Tapınaklar, bahçeler, Üslup” revaklı avlular, haller, tiyatro, gym nasion ve stadyum lar, kutsal Sanatı m ağara ve korular, kısacası dört bir yan tanrıların, kahram anla-


204

ANT'İK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

rın, savaş kahram anlarının, devlet adam larının, şair, filozof, konuşm acı ve atletlerin, hatta ünlü hetaira ve yarış atlarının heykelleriyle doluydu. Fakat klasik başyapıtlarla dolu bir müze gelm esin akla. Ö zellikle de adaklık sunuların tam am ı büyük birer sanat eseri olm uş olam az, nasıl ki kiliselerim izde de öyle değilse. Fakat zam anla korkunç bir heykel yığılm ası yaşanmış olm alıdır. Sözgelim i altın, yaldız ve parlak renkli resimlerin birbiriyle rekabet ettiği A k ro p o lis’in insanın üzerinde bıraktığı etki, dev bir oyuncakçı dükkânının bıraktığı etkiden daha farklı olm asa gerek. H eykellerin saçı, dudağı, kaşı gözü boyanmış, m erm er kim yasal bir işlem den geçirilerek tenin ve giysilerin rengi en azından hissettirilm iş, m iğfer ve kalkanlar, çelenk ve alın bantları, silah ve m ücevherat ise parlak m etalden yapılm ış­ tı. Belki de bu renk cüm büşü bununla da kalm ıyordu: M imari unsur görevi gören heykeller büyük bir ihtim alle boyanm ıştı. B ronz heykeller bile bronzun ve pasın değişik tonları nedeniyle bir renk paletini andırıyordu. “Katı üslup” denen üslubun erken klasik dönem i 480-460 yıllarına tekabül eder. B u üslubun tem el özelliği, kendisini hatların sertliği ve hareketlerin keskinliğiyle belli eden bilinçli bir tutum luluk ve köşeliliğe varan net çizgilerden oluşan körpe bir gençliktir. Ruhsal ifade yüzeye çıkm aya henüz cesaret ede­ m iyordun H eykeller kukla gibidir. B u gelişim aşam asının do­ ruğunu, 1811 yılında bulunduklarında m uazzam bir ilgi uyan­ dırm ış olan “A igina heykelleri” oluşturuyor olmalı. Vaktiyle alınlığını süsledikleri tapm ak, Saron körfezinin üzerinde yük­ seliyor ve ta S alam is’ten görülebilen nefis b ir m anzara sunu­ yordu. Salam is’teki savaşı yüceltm esi düşünülm üş olan savaş sahneleri, o dönem in iffetli sanat anlayışına uygun olarak Troya efsanesinden alınm ıştı. Savaşçıların çıplak tasvir edilm esi, H om eros’tan da gerilere uzanan şiirsel bir stilizasyondur. Sa­ natçılar anatom i konusunda artık öyle yetkindir ki, anatom inin etkisinde biraz fazla kalm ış oldukları bile söylenebilir. H ey­ kellerin arkalarının bile özenle işlenm iş olm ası son derece dik­ kat çekicidir. İzleyeni aldatm ak, gözünü boyam ak, tiyatro gös­ terisi yapm ak bu sanatın defterinde yoktur. Batı alınlığı tam a­ m en arkaik bir etkiye sahiptir; doğu alınlığı ise ondan bir sanat dönem i daha gençtir adeta, oysa hem en hem en aynı dönem de yapılm ışlardır. H ellenler alınlık kom pozisyonlarını kanatlarını


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

205

germ iş bir kartala benzetirlerdi; gerçekten de bunlara soylu bir ritim hâkim dir, fakat üçgenlerin içi hünerle doldurulduğu halde, basm akalıp ve donuk bir sim etri de yok değildir hani. H einrich B runn isabetli bir biçim de, “ asker duruşu gibi” der. Ü nlü “A igina gülüm sem esi” de bu bağlam da ele alınm alıdır. Bunun, kahram anın ölüm kalım m ücadelesinde bile durum a nasıl hâ­ kim olduğunu anlatan bir tasvir olduğu sanılırdı - bir kızılderili öyküsü gibi. Fakat ifade gücünün halen sınırlı olduğu bir dö­ nem de ağzın kenarlarının yukarıya kıvrılm ası pekâlâ acı anla­ m ına da gelebilir, nitekim erken R önesans dönem ine ait defin sahnelerinde en büyük acının ifadesidir bu. G ülüm sem e basitçe M ısırlılardan devralınm ıştı dem em iz akia daha yatkındır; bir önceki ciltte de anlatıldığı gibi, gülüm sem e M ısırlılarda ilkellik anlam ına gelirdi, 18 7 0 ’li yılların ikinci yarısında O lym pia’daki kazılarda gün ışığına çıkan Zeus tapm ağındaki m etopların eril güzellikleri daha da ilginçtir. Bu yapı öğelerini epigram larla karşılaştırabili­ riz: B ütün tapınaklarda benzer tem aları işleseler de, kendilerini asla tekrarlam azlar, örneğin K entaur tem ası zekice çeşitlem e­ lerle yeniler kendini. Ü zerinde özenle sarınılm ış, neredeyse pilili bir khiton olan D elphoili bir arabacının bronz heykeli, gözlerin korunm uş olm ası bakım ından ilginçtir (gözün akı, be­ yaz; iris, kahverengi; gözbebeği, siyah; kirpikler, ince bronz çubuklar); bu' sayede baş inanılm az bir canlılıktadır. Diken çı­ karan adam heykeli de dolaysız bir anlatım ve canlılığa sahiptir, hatta belki de antikçağın en popüler heykelidir ve sayısız kez taklit edilm iştir. Bir yarışın galibini böylesine gündelik bir işi yaparken ebedileştirm e düşüncesi fevkalade özgündür. Sonraki Y unanlılar artık yalnızca bu tarza bağlı kalm ış, za rif delikanlı­ dan bir sokak çocuğu yapm ışlardı. Ç ıplak kadın figüründe de başarılı olduklarını, kaçarken A p o llo n ’un acım asız oku tarafın­ dan vurularak yere yıkılan m erm er bir N iobis heykelinden anla­ rız. B ir keskinin yarattığı en güzel kadın heykellerinden biridir bu. D uruşu biraz fazla sakin olsa da, eşsiz derecede soyludur: D öküm lü elbisesi olağanüstü zariftir, yine de, tıpkı arabacı heykeli gibi henüz basm akalıptır. İnsan vücudunu betim lem ede atılan en büyük adım lardan biri, yine beşinci yüzyılın ilk yarı­ sına tekabül eder. Bu adım , vücudun bütün ağırlığının verildiği bacak ile vücudu hafifçe destekleyen bacak arasındaki karşıtlı-


206

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ğın keşfidir. A rtık ağırlık bacaklara eşit ölçüde dağıtılm ıyor, biri diğerinden biraz daha gevşek duruyordu, ki doğrusu da budur zaten: A ntikçağda ancak Y unanlıların başarabileceği bir özgürleşm e. D or tapm ağının en m ükem m el örneğini teşkil eden Parthen o n ’un inşasına Pers savaşlarından bir yıl sonra, 447 yılında başlanm ış, Peloponnesos savaşı patlak verm eden bir yıl önce, 432 yılında da tam am lanm ıştır. B u eserin plastik kısım larının tasarım , boyam a ve düzenlem esinin P heid ias’a ait olması kuv­ vetli bir olasılıktır. T apınağın h er tarafı aynı kalitede değildir. İç kısm ında bakire A thena heykeli duruyordu, am a şimdi bu heykelin yerinde yeller esiyor. B atı alınlığı, A thena’nın A ttik a’ya sahip olm ak için P o seidon’la kavgasını, doğu alınlığı ise A thena’nm Z eu s’tan doğuşunu anlatıyordu. Tapm ağı kuşa­ tan friz, dört yılda bir tekrarlanan ve A tinahlar tarafından Panathenaia şenliklerinde A th en a’nm onuruna düzenlenen ve tanrıçaya yeni bir giysinin ve arm ağanların sunulm asıyla sona eren dini alayı betim liyordu. M etoplarda tanrılar, devler, L apith’ler ve K entaurlar arasında geçen savaş sahneleri tasvir ediliyordu. Lord Elgin bu heykellerin az çok sağlam kalmış olan büyük bir bölüm ünü önceki yüzyılın başında L ondra’ya taşım ıştır; bu eser halen daha British M useum ’u en çok gurur­ landıran eserler arasındadır. K urban alayındaki öküz ve koyunlara yalnızca sanat erbabı değil, hayvan yetiştiricileri de hayran kalm ıştı. Ö rneğin, bir İngiliz binicilik hocası ideal oturm a pozisyonunu A tinalı süvarilerin gösteri yürüyüşünü te­ mel alarak öğretiyordu. G oethe ise doğu alınlığındaki at kafa­ sında “ilk at”ı görm üştü. Yunan Parthenon dışında, E rekhtheion ve Propylaia gibi heybetli Tiyatro- yapıların inşasına da girişildiği halde, o dönem de taştan bir tisu yatro inşa etm ek düşünülm em iş, iğreti ahşap yapılarla yetinilmiştir. Asıl tem siller baharda “büyük D ionysos şenliklerinde” verilir, üç gün süreyle, günde dört eser oynanırdı. A tina’nın en parlak dönem inde bu tem sillere yaklaşık otuz bin insan katılm ış olsa gerek. G österi esnasında tribünlerin çökm esi ender bir du­ rum sayılm azdı. Fakat sonraki dönem e özgü taş basam akların rahat olm am ası bir yana, izleyiciler yerlerinden kalkıp biraz dinlenm ek ya da bir şeyler atıştırm ak im kânına da sahip değil­ di, tiyatroda sabahtan akşam a kadar otururlardı; dahası, yılın bu


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

207

m evsim i çok sıcak geçerdi. Y unanlı tüm bu koşullara güneylile­ re özgü bir rahatlıkla katlanıyordu. Bu ağır şartlara dayanm aları şüphesiz güç olan kadınlarla çocukların tem sillere katılm asına kesinlikle izin verilm ezdi. Ö te yandan, etkisini halen daha öl­ çebildiğim iz akustik, tiyatronun her köşesinde mükem m eldi. Bugün bile bu antik sahnelerde tiyatro gösterileri yapılır. Parisli gruplar “C ezayir’in P om peii’si” T im g ad ’da zam an zam an tiyat­ ro tem silleri düzenler, seyirciler P a ris’ten yataklı trenlerle ge­ lirler. Sahne dekoru, özellikle de gün ışığı nedeniyle herhangi bir yanılsam aya im kân tanım am ış olsa gerek. Bunun yerine gönderm eler yapılırdı, örneğin kirişli birkaç sütun bir sarayı, birkaç ağaç dağlık bir orm anı, birkaç çadır da koca karargâhı sim gelerdi. Bizdeki m odem tiyatro dekoru da ancak m anzara ve perspektif ressam lığı iyice oturduktan sonra gelişebilm iştir. B eşinci yüzyılın ortalarına doğru bir tü r perspektif etkisini ilk kez denem iş olan A gatharkhos’a bundan ötürü “skenograph” denm iştir. Şüphesiz pek sade eklem elerdi bunlar. Resim li bir arkaplan ile “periaktos”tan, yani bir tür döner sahneden ibaretti. Oyun, ilk önceleri açık havada oynanıyordu. Sözgelimi bir evin içi mi gösterilecek, o zam an bunu bölünen arkaplandan çıkan bir arabayla, ekkyklem a'y la sahneye taşırlardı. Tem elde, önceki ciltte M ısırlılarda gördüğüm üz “röntgen resm i” ilkesinden baş­ ka bir şey değildir bu: C ephe basitçe saydam laşır. Deııs ex m ach in a 'm n uçm a aygıtını, ölülerin ruhları için sahne tabanının hareketli bölüm ünü (K haron patikası), şim şek ve gökgürültüsü efektleri için kullanılan aletleri en ilkel biçim leriyle düşünm ek lazım. Bütün bu donanım aşağı yukarı bizdeki gezici tiyatrola­ rın donanım ına benziyordu. Bize son derece gülünç gelebilecek bir başka unsur ise oyuncuların dış görünüşüdür: Adım atmayı olanaksız kılacak kadar m antar tabanlı, yüksek topuklu ayakka­ bılar, dev saç topuzu “onkos”la taçlanan donuk m askeler, bütün vücudun, hatta parm akların, bezlere sarıp kalınlaştırm ak sure­ tiyle devasa boyutlara getirilm esi, elbiselerin dalgalanan kolla­ rının ve eteklerinin acayip görkem i. O yuncuların hareketleri coşkulu anlarda bile rahip edasm daydı herhalde, sanki ağır çekim de oynanıyorm uş gibi yavaştı, bu tarz aşağı yukarı R ichard W agner’in tarzını andırıyordu. Y ankıyı çoğaltm ak am acıyla m aske takm ış olm aları ihtim al dışı, çünkü akustik zaten m ükem m eldi. A ktörün hem çok sayıda karakteri hem de


208

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

kadın rollerini oynadığı için m aske taktığını düşünm ek de yan­ lış olur, çünkü bunun çaresine bakm anın başka yolları vardı. Bu figürler insanları tem sil etm iyordu, onlar, birer “görüntü” , sim­ ge, benzetm e, m aske ve gölgeydi. Bu yüzden eski m oda barbar giysilerine bürünm üşlerdir, aşırı büyük, ifadesiz ve kuklam sıdırlar. T ragedyada olay bir gizem dir, dolayısıyla gerçeğin ka­ lıplarına sokulm am alıdır. İşte bu yüzden her gerçek eylem, ölüm , cinnet ve kavga gibi h er güçlü aksiyon arkaplanda oyna­ nır. Bunun nedeni, seyirciyi üzm em ek değildi, ne de olsa Hellen seyircisi her şeyi kaldırabilirdi, zaten gerçek yaşam da da kanlı ceset görm eye pek bayılır, şiddet olaylarını abartarak an­ latırlardı. Fakat olayın kendisini tem sil etm ek, haksız bir nes­ nellik olurdu. Aynı biçim de karakter gelişim i diye bir şey de yoktu, çünkü ruhsal bir değişim geçirm ek dünyalılara ve yaşa­ yanlara özgüdür, tanrılarla ölülerin biyografisi yoktur. Bütün bunlar oynanan bir rölyeftir. Kom edyanın kostüm leri çok daha farklıdır. A lçak topuklu ayakkabılar, trikolar, halk giysileri; sadece göbek ve kıç gülünç derecede büyüktür. Kırmızı deriden yapılm ış olan, gereğinden fazla büyük phallos da m üstehcen bulunm uyordu muhtemelen, çünkü phallos D ionysos’u ve bereketi sim geliyordu. Phallos dişi karakterlerin de aksesuarıydı. Bulutları, eşekarılarını, kuşlan, kurbağaları ve tu h af düşse! yaratıkları canlandıran dansçılar bizdekî revü kızlarıyla hem en hem en aynı işlevi görüyorlardı. Bura­ da maske vardı am a m aske kentteki ünlüleri çağrıştırırdı: Kleon, Sokrates ve Euripides gibi. Sahne unsurları da nispeten daha ger­ çekçiydi: Çok katlı evler, hareketli dekor parçalan, tuhaf imitasyonlar, vb. O yunların iki kom şu bina, alt kat iie üst kat ya da dünya ile O lym pos arasında geçm esine özen gösterilirdi. B aşlangıçta yazar hem koro şefi hem de oyuncuydu ve yaz­ ması istenen üç tragedya, gerçek bir üçlü (trilogia) oluşturur­ du; daha sonra bu talepten vazgeçilm iştir. A yrıca, mutlu son için bir satir dram ı yazm ası gerekiyordu: K ahram anın insani tarafının gösterildiği, şiddetli ve ani trajik heyecanın alaycılıkla bittiği bir tür deşarjdı bu. Sözgelim i bir Shakespeare ile bir Ibsen’in p ersp ek tif sanatı derinlik etkisini tek bir im geyle verir­ ken, burada iki ayrı türe ayrılm ıştı. T ragedyada mizah anlayışı ilkin, fani olan her şeyi yalnızca bir benzetm e olarak gören H ı­ ristiyan dünya görüşüyle ortaya çıkabildi.


ATİNA'NIN DÜNYA G U N U

209

H angi oyunların tem sil edileceğine, tragedya yarışm asına (agon) sunulan eserler arasında bir seçim yapan arkhon karar verirdi. Bu noktada, yanıtlam ası güç bazı sorular çıkar karşım ı­ za. arkhon, dini ve siyasi açıdan yargılayan bir tür sansürcü m üydü? Fakat eldeki kom edyalar A tin a ’da hem en her şeye izin verildiğini gösteriyor. E ğer sanat açısından bir değerlendirm ede bulunuyorduysa, buna nasıl m uktedir olabilirdi ki, nihayet o da, çoğu A tinalı m em ur gibi, kurayla seçilm iş bir acemiydi, sanat uzm anı değil! H em sonra neden bu iş üç rakip şair arasından birini seçecek olan jüriye bırakılm ıyordu? N e de olsa oyunu kabul etm ek veya reddetm ek de bir o kadar önemliydi. Peki, arz fazlalığı diye bir şey var m ıydı ki? A m atörler ya da değeri bilinm em iş dehalar? Sadece, konu ya da yorum beğenilm ediği için çıkan tiyatro skandallarm dan haberdarız, reddedilen oyun­ lardan hiç söz edilmez. İon, A gathon ve K ritias gibi, eserleri daha sonra “ikinci dereceden” kabul edildiği için unutulup gi­ den şairler sanırım harika birer sanatçıydı. Zengin veya nüfuz sahibi beceriksiz tiplem esini (örneğin, oyunun bütün masrafını üstlenen kişi, kendi veya gözdelerinin eserlerini sahneye koydurabilirdi pekâlâ) ya da hiç sahnelenm eyen bir oyunu (sahnede oynanan dramı biliyorlardı, am a sadece kitap olarak yayım la­ nan dramı bilm iyorlardı belli ki) insan aram adan edemiyor. Şayet bu tiplem eler olsaydı, kom edya bunlardan nasiplenir, T heophrastos’un karakterlerine az da olsa yansırlardı. Belki de bir dram aturgtan beklenen teknik donanım öylesine büyüktü ki, ancak küçük bir insan grubu tarafından yerine getirilebiliyordu, çünkü dram aturg, dizelerin tüm üne hâkim olm ak bir yana, hem müziği hem de dansları tek başına yaratm ak zorundaydı. Bugün bile pek az insan başarır bunu. Belki de, şu bizim yalnızca bir­ kaç kişinin başvurduğu bilim sel yarışm alardakine benzer bir durum söz konusuydu. Bu arada, resim ve heykel alanında da ne idüğü belirsiz am atörlerin adına rastlanm az. Elbette bir yığın basm akalıp eser, zanaat anlayışıyla üretilm iş çalışm alar da yok değildi. Fakat genel olarak, birinin becerem ediği bir işe kalkış­ m ası gibi bir bayağılık ancak sonradan görm e R om a kültüründe gelişip serpilm işe benziyor. A ntik tragedya belli bir epik karakterin dışına hiçbir zam an Koro çıkam am ıştır, fakat bu bile onun gerçekdışılığınm bir parçasıdır. E sasen tragedya, şairin koroyla bir diyalog kurm asından


210

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

ibaretti. B ilindiği gibi, daha sonra A iskhylos ikinci oyuncu, Sophokles de üçüncü oyuncu geleneğini başlatm ıştır. Bu saye­ de rollerin sayısı rahatlıkla yarım düzineye çıkartılabiliyordu. E uripides’te rol sayısı daha çok sekizdir, hatta Phoinissaı de [Fenikeli K adınlar] on birdir. B una rağm en diyalog biçimi hep korunm uştur. Ü çlü konuşm alara hem en hem en hiç rastlanmaz. Bu üslupla ilgili bir ilke olsa gerek. B unlara düet dem ek belki daha doğrudur, çünkü hitabet de bir tü r şarkıydı. Fakat eserin kahram anı aslında korodur, eserin sıkiıkla ona göre adlandırıl­ m asının nedeni budur. En azından tinsel kristalleşm e noktasıdır koro, zaten genelde en çok buna dikkat edilir. Yeni bir traged­ yadan “yeni k oro” diye söz edilirdi. D ram ın ve yaşam ın anlamı ondadır. B u dem okratik bir şeydir, çünkü gerçekten de, eski söylenin kadrosunu oluşturan “K ahram anlar” ın hybris’ini [aşı­ rılık, küstahlık] kıyasıya eleştiren vox p o p u li'yi [halkın sesi] tem sil ederdi. K am uoyunun sesi olduğu için bilgedir, am a ey­ lemi gerçekleştirenlere kıyasla banaldir. O lup bitenleri yansıtan bir yankı olarak, yüzeydeki epik sürecin karşısındaki üçüncü boyutu tem sil eder, epik süreci tinsel alana yayıp çizgisel diyaloga derinlik katar. K oronun bu ruhsal sem boliğine artık inanm ayan Euripides, buna karşılık onu ciddiye alır, onu eyle­ me dahil eder, sırdaşı yapar ve ağzını sıkı tutm asını tem bihler. A gathon’da ise koro m üzikal bir interm ezzoya dönüşür. So­ nunda koro yalnızca m olalarda söyler olur ve o andan itibaren tragedya şairlerinin adına bir daha rastlanm az. Şüphesiz traged­ ya yazanlar vardı hâlâ, fakat bu sanat biçim i m iadını doldur­ muştu. K oroyla birlikte tragedya da çöktü, çünkü onlar özdeşti, K atA ristoteles’in ünlü tanımı, ancak son kısm ında, bir dizi doharsis ğal gerekleri sıraladıktan sonra ilginçleşir. B una göre tragedya, m erham et ve korku duyguları uyandırarak insanın bu ve buna benzer duygulanım lardan arınm asını sağlar. G oethe bu ifadeyi eylem de bulunan kişilerin duygulanım larıyla ilişkilendirir, oysa hiç kuşkusuz A ristoteles seyircileri kastediyordu; Lessing’in iddia ettiği gibi, ahlaki bir arınm ayı düşünm üş olması ihtimal dışıdır, çünkü böylesi bir arınm adan îtaıSEia, eğitici etki, diye başka yerde söz eder. Jakob B ernays’m tu h a f am a epeyce yankı uyandırm ış olan görüşüne göre A ristoteles, birikm iş duygula­ nım ların, zararlı sıvıların bedenden atılm asına benzer bir tür tıbbi arınm ayı düşünm üştür. Şu halde, tragedyada katharsis


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

2 11

[arınm a], m erham et ve korku yüzünden kendini yiyip bitiren insanlığın ruhunun ilacıdır. Şöyle bir yorum belki daha isabetli­ dir: T ragedya aracılığıyla insani duygulanım ları daha özgür bir biçim de izleriz, böylece kendi duygulanım larım ız m erham et ve korku anlam ına gelen birer sim geye dönüşür. Tragedyada sym patheia (duygudaşlık) her ne kadar bizi gerçekm iş gibi sarssa da, ruhum uzu arındıran fe lse fi bir duygulanım dır. T ra­ gedyanın gidişatı ve sonu m itolojiden bilindiği için, m erham et ve korku asla o yoğunlukta duyulam az diyenlere, asıl dram atik öğenin konunun gerilim inde yatm adığı belirtilerek karşı çıkılabilir, aksi takdirde, okulda öğrendiğim iz klasik bir oyun ya da çok sayıda sözlü ve yazılı m alum attan bildiğim iz başarılı bir yenilik bizi gene de etkileyebilir m iydi? Tersine, bir eser, içeri­ ği çok iyi bilindiğinde ya da defalarca seyredildiğinde genel­ likle daha da ilginçleşir. H albuki A tin a’da yeni bir tragedya sadece bir kez sahnelenirdi, çünkü zaten kentin tam am ı orada olurdu (oyunların tekrar edilm esi gerilem e dönem inde âdet ha­ line geldi). Fakat kom edyanın uzak geçm işteki eserlere bile gönderm ede bulunm ası ve her vesileyle eski oyunlardan alıntı yapm ası, m evcut oyunlar hakkında bilgi sahibi olunduğu anla­ m ına gelir. K om edyalar da sürekli okunm uş olsa gerek, çünkü daim a birbirlerine gönderm ede bulunurlar. Y unan tragedyasında gün, m evsim , hava durum u, kır m an­ zarası, “burası” diye bir şey yoktur: işte o ünlü m ekân birliği budıır. Zam an birliği ise, ruhsal yaşam ın gelişim , eylem ve ara eylem den yoksun olm asıdır. D enebilir ki, bütün bunlar tiyatro­ nun yapısından kaynaklanır. Zaten psikolojik sorun da Y unan­ lının böylesi bir sahneye katlanabiliyor olm asıdır. Yunanlı ışık değişim ine gerek duym uyordu, çünkü Y unan tragedyasına H om eros’un hiç değişm eyen güneşi hâkim dir. Perdeye de ihti­ yacı yoktu, çünkü söylen, “bir varm ış bir yokm uş” idi, yani tasavvur edilem eyeck kadar uzak bir geçm işteki gerçekdışı bir evrende olup bitiyordu, yani asla gerçekleşm iyordu; am a aynı zam anda şimdi olup bitiyordu, hem en şim di, hem de araya set çekilm esine izin verm eyen ürkütücü bir yakınlıkta. Hem sonra, hangi kısım ları ayıracaktı ki perde? Sahnelenen şey, işin başın­ dan beri m evcut olan “m askeli bir felakettir”. Ö nce ve sonra diye bir şey yoktur. Felaket, ağır adım larla boylu boyunca dola­ şılan bir kabartm ayı beller gibi bellenirdi. Şimdi de Hıristiyan

Antik Drama ve Hı­ ristiyan Draması


212

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

dram asm a bir göz atalım! Shakespeare’in bütün eserleri ortadan başlar: M acbeth, H am let ve K ral L e a r’m öncesinde ruh tarihi olarak (O idipus’taki gibi, geriye dönük bir kehanet olarak de­ ğil) ne vardır? Ibsen ’de ise “ön m asalın” bir türlü görem ediği­ m iz kişileri kahram anların kendileridir, ayrıca dram ları bir türlü bitm ek bilmez! B ayan A lv in g ’in asıl trajedisi H o rtla kla r m ancak son sahnesinde başlar; Yaban Ö rdeği' nin sonu ikinci bir H jalm ar kom edyasına giriştir ve H elm er’in perdeyi indiren “H arika olan m ı?” sorusu yeni bir oyunu başlatır. O ysa antik tiyatro figürlerinin geçm iş yaşam ı yoktur (O idipus bir istisna, dediğim gibi, kendiliğinden çözülen bir bulm acadır; parçaları elim izde bulunan planim etrik bir konstrüksiyon ödevidir). Keza düğüm noktaları da yoktur; kendilerini değiştirem ez ve “arınam azlar” . G o eth e’nin katharsis yorum u sırf bundan ötürü yan­ lıştır işte. H er bir Y unan tragedyasının içeriğini plastik bir grupla sergilem ek m üm kün. A treusoğuiları’nm aile laneti tar­ tışm aya yer bırakm ayan bir olgudur, A lvingler’in aile laneti ise nedeni anlaşılm ayan bir sorundur. Bu m eyanda hem Oresteia hem de H ortlaklar, kahram anın cinnetinde doruk noktasına ulaşır, fakat ilkinde m itolojik bir an söz konusudur, ötekindeyse A vrupa toplum tarihinin bir parçasının son öğesi. Ve O restes ile H am let’in cinayetlerinde de benzer bir durum vardır. Biri der­ hal gerçekleşirken, diğeri aslında hiç gerçekleşm ez (cinayet son kısm a sanki iliştirilm iş gibidir ve bütün dram cinayetin engel­ lenm esinin hikâyesidir), çünkü gerçekleştiği yer, H am let’in beynidir. AiskhyA iskhylos’un yaşlı çağdaşı P hrynikhos’un neredeyse tamalos men kaybolm uş tragedyaları salt öyküleyici ve liriktir, aşağı yukarı bizdeki oratoryoları andırırlar. Bu tragedyalar günün tem alarını da konu alırlardı, fakat bu tarz daha sonra gözden düştü. Phrynikhos 492 yılında, yani olaydan kısa bir süre sonra M ile to s ’un Z a p tı'm sahneler. O zam anlar arkhon olan Them istokles bu eseri propaganda am acıyla sahneletm iş olm alıdır. A n­ cak A tinalılar bu zevksiz güncelliğe dayanam am ıştır; gerçi fazlasıyla gözyaşı dökm üşler, am a şairi para cezasına çarptır­ m aktan da geri durm am ışlardır. Y ıllar sonra koro kurm a sırası T hem istokles’e geldiğinde, T hem istokles Salam is’te kazandığı zaferi Phrynikhos aracılığıyla F enikeli K adınlar'da defalarca kutlam ıştır. Aynı konuyu işlediğini bildiğim iz üçüncü bir tarihi


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

21 3

eser daha vardır: A iskhylos’un P e rsle r'i. Sanatçı üzerine düşen zorlu görevi bu eserle ustalıkla yerine getirm iştir: Savaşa bizzat katılm ış olan şair, en ufak bir şovenizm belirtisi gösterm eden, hatta Y unanlı bir tek kahram anın adını bile anm adan Perslerin uğradığı felaketi betim ler ve bu felakete K serkses’in kibrinin yol açtığını vurgular: “K ibir başaklarını büyütür: Suç. Ve sen bundan ektiğini biçersin: G özyaşları.” B u yorum u daha sonra H erodotos devralır ve dünya tarihine m al eder: B urada bir şai­ rin bir tarihçiyi bilgilendirdiğini görürüz. A iskhylos tragedya yarışm asına ilk kez 500 senesinde, aşağı yukarı yirm i beş yaşındayken katılır, fakat hem en başarıya ula­ şamaz. İlk başarısını kırkm a geldiğinde elde eder. Y aklaşık on yıl sonra Syrakusai tiranı H iero n ’un çağrısına uyarak Sicilya’ya gider. Son başarısının ardından yine S icilya’ya gider ve 456 yılında orada ölür. A şağı yukarı doksan tragedya yazm ıştır, yani iki yılda bir ortalam a dört tragedya sahnelem iştir. T raged­ yalarının yedisi ve bir üçlem e (trilogia) olan O resteia eksiksiz bir biçim de elim ize ulaşabilm iştir. Ç evrim in başını Yalvarıcı K ızlar, sonunu T h e b a i’y e Karşı Yediler, ortasını da Persler oluşturur. Fakat Zincire Vurulmuş P rom etheus'un yazarının A iskhylos olup olm adığı konusunda kuşkular var. Eğer A iskhylos’a ait değilse, o zam an çok daha büyük bir şair tara­ fından yazılm ış olm alıdır, çünkü dünyanın gidişatı konusundaki son sözün O lym pos’tan çıkm adığı yönündeki o karanlık duygu antikçağda ilk kez bu eserde ortaya çıkar. Prom etheus acı çek­ m elidir, “çünkü insanlığı fazla sevm iştir”. B ir tür kurtarıcıdır, fakat tanrıya karşı. O da çarm ıha gerilir, fakat tanrı tarafından. Z eu s’un insanların gerçek babası olam ayacağı sonucuna elbette A iskhylos varm am ıştır. A iskhylos kendi dram a eserlerini H o m ero s’un büyük sofra­ sından düşen kırıntılar diye adlandırır. Z aten H om eros da antik anlam da bir dram a yazarıdır: D okunaklı grupların ve kahra­ m anca tutkuların yaratıcısı. A isk h y lo s’un diyaloglarının özü H om eros’un diyalogları kadar ölçülü ve kontrollü, konuları ise sade ve düzdür. Buna karşılık bam başka bir dili vardır: İnce işli bir gerdanlık yerine, Shakespeare’i andırır bir imge kovaiamacası hâkim dir. Y er yer sahnenin üzerine çöreklenen sihirli hava da tam am en m oderndir ve neredeyse Y unanlılara özgü değildir. O resteia 'nın başlangıç sahnesindeki cinayet kokusu


21 4

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

M acbeth’i hatırlatır. A iskhylos’un susm anın dram atik etkisinden haberdar oluşu da handiyse akıl alm az bir şeydir. Klytaimnestra cinayeti susarak işler; K assandra A gam em non’un arabasında suskun suskun oturur; A gam em non’un öldürülüşü sırasındaysa sahne bomboştur. Bu bağlam da A iskhylos’u Ibsen ve Maeterlinck’ten önce kıyaslayabileceğim iz kim se yoktur. A iskhylos’un dünya görüşünün m erkezinde Z eu s’un bakire kızı, gizem li hüküm ranlığından herkesin nasibini aldığı adalet tanrıçası D ike durur. Y oksulların katran karası kulübelerini ay­ dınlatırken, eli kire bulanan zenginlerin züm rüt saraylarına sırt çevirir. K im ini yaşam ın baharında yakalar, kim ini yaşlılığın sonbaharında, hatta kim ilerini ancak ölüm den sonra. Orphik dindeki m ahşere bir gönderm edir bu, am a daha çok, suçun ge­ lecek nesillerde yaşam aya devam ettiği ima edilir. A iskhy­ lo s’un bu düşüncesi tam am en Eski A hit çerçevesinde bir dü­ şüncedir. O na göre Zeus da öncelikle öfkeli ve cezalandıran bir güç, korkunç bir tanrıdır, u v | / i o t o ç cpöpoç (en yüce korku). A iskhylos’un karanlık O lym pos’u da hiç H om erosça değildir. N esilden nesile geçen suç ile kişisel sorum luluk arasındaki sınır ise epeyce bulanıktır. Kızını kurban eden A gam em non, kocasını öldüren K lytaim nestra ve annesini öldüren Orestes: B unların üçü de A treusoğulları’nın laneti altında olm asına rağm en eylem lerini özgür iradeleriyle gerçekleştirir. A gam em ­ non, görevini yerine getirm iş bir kral, K lytaim nestra, intikam alm ış bir anne, O restes ise intikam alm ış bir oğuldur. A m a gene de O restes özgür iradesiyle hareket etm ez, çünkü A pollon’un oyuncağıdır, böylece işler biraz daha karm aşıklaşır. Fiiliyatta, kana kan, dişe diş söz konusudur. Belki de şairin gizli düşünce­ si, failin daim a haksız olduğudur, fakat A iskhylos’taki bu iki­ lem ler tam am en kasıtlıdır, çünkü net bir m o tif dram atik havayı bozm akla kalm az, tragedyanın dini duyarlılığına da aykırı dü­ şerdi. İlla klişeleştirm ek gerekirse, diyebiliriz ki: A ilenin geç­ mişten devraldığı eski bir günah kötülük düşüncesini besleyip kötülüğe teşvik eder, işte onun laneti de budur, am a aynı za­ m anda kişiyi de sorum lu kılar. “K alıtım sal m iras”, “psişik da­ m arlar” ve benzeri “bilim sel” kavram larla bizim vardığım ız nokta da zaten bu paradokstan öteye geçm ez. PindaPindaros A iskhylos’un hem çağdaşıdır hem de akrabası. İkiros sinin ortak yanı, dillerinin m uazzam yoğunluğu ve kehanetimsi


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

215

şiddeti, düşünce dünyalarının yedi kat uzak göğü, iz sürüşlerin­ deki eskil yüceliktir. B ütün bunlar P in d aro s’ta öyle güçlüdür ki, yer yer sanki zorlanm ış ve kasıtlı gibidir. K endisi Thebailidir, am a zafer şarkılarında Y unanistan’ın spor galibiyetlerini öv­ müştür. Bu m etinlerin büyük bir bölüm ü elim izde mevcut, fakat dini şarkıları, belki de ağır içeriklerinden ötürü unutulm aya yüz tutm uştu. T ragedya gibi onun da eserleri “toplu eserler” idi. Bunlar hakkında bir yargıya varm ak m üm kün değildir, çünkü P indaros’u ünlü kılan, sürekli yeni m elodi ve dans adımları bulm aktaki ustalığıdır. R ivayete göre, çocukken uykusunda arılar dudaklarına petek yapm ış. K endisini bir kartala, diğer ozanları da gaklayan kargalara benzetirdi. Efsane, yaşamını kötüm ser bir sonla noktalar: D elp h o i’deki tanrıya, insan için en hayırlı şeyin ne olduğunu sorar. T anrının verdiği karşılık ise, onu sevgilisinin kollarında usul usul ölüm uykusuna daldır­ m aktır. Pindaros dünya görüşü bakım ından, Pers öncesi zam a­ nın tipik bir tem silcisidir: B oiotia yurtseveri, dem okrasi düş­ manı, kulam paracı soyluluk taraftarı, dindar. O na göre tanrılar, iyilik ve vefanın, adalet ve kutsallığın ahlaki tim salleridir. Tum turaklı ifadeleri, düşünceden kaçm aya varan imge bolluğu, olağandışılığa duyduğu inatçı sevgi ve pedala basm aktan hiç yorulm am ası okunm asını zorlaştıran öğelerdir. H oratius onun m etinlerini, yağm ur sularıyla kabaran ve dağdan aşağı boşalan orm an selinin çağıltısına benzetir. Ö lüm ünden bir asır sonra m odası geçti, fakat İskender T h eb ai’yi yerle bir ederken tapı­ naklar dışında bir de P indaros’un evine dokunm adı. Herkes gibi İskenderiyeliler de onun tarzına, R om alılar ise sanatının kek­ remsi tadına ve eril gücüne hayranlık duym uştur. Princeps lyricorum [lirik şairlerin en yetkini] derlerdi R om alılar onun için. B una karşılık V oltaire “galim atias pindarique” [Pindaros zırvalığı] diye bir ifade kullanır. H erder ve H um boldt açım laya­ rak, H ölderlin ve Platen ise uyarlayarak ona yeniden hayat verm eye çalışm ışlardır. A iskhylos’un resim deki karşılığı Polygnotos’tur, Başyapıtı, Poly450 senesi civarında tam am ladığı, A tin a ’daki “renkli salon”dur. gnotos Bu duvar resm i H ellen tarihinin doruk noktalarını, örneğin T heseus’un A m azonlarla savaşını, T ro y a’nın fethini ve Marath o n ’daki çarpışm ayı tasvir ediyordu. Fakat daha nice fresk yapm ıştır. M odeilem e, gölge oyunu ve p ersp ek tif benzeri şeyle-


2i6

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ri bilm ezdi, paleti ise yalnızca dört renkten ibaretti: Beyaz, kır­ mızı, toprak sarısı ve gri m avi. Figürleri, tıpkı A iskhylos’unkiler gibi heybetli ve renkliydi. O da b ir dereceye kadar “sahte saydam lık” ilkesine bağlı kalıyordu: N ehirlere bakıldığında zem in, elbiselere bakıldığında ten görülüyordu. A rka arkaya dizilm iş küm eleri çizgiler halinde üst üste yerleştirirdi; Goetlıe bunlara “katlar” derdi. B ununla beraber, kısa tutulm uş zem in ve kesişm elerle derinlik etkisi yaratm ayı daha o zam andan başar­ mıştı. O rtam ı, tragedya sahnesinde de olduğu gibi sadece anıştırırdı: Bir ağaç ya da bir kayalıkla, bir fundalık ya da bir sazlık­ la, T ro y a’yı sem bolize eden bir parça kent suruyla ya da Yunan filosunu sem bolize eden bir gem iyle. N eredeyse bir yazıt niteli­ ğindeki bu dekorlar bir çevrenin, bir m ekânın varlığına işaret eden birer am blem , adeta renkli bir hiyeroglifti. Bu anlayışın aksine, barok resm i derinlik duygusunu öyle güçlü hissetm iştir ki, perspektif bakışı ve m anzaranın algılanm asını hani neredey­ se zorlam ak için yakın plandaki nesneleri uzaktakilere göre aşırı derecede büyütm üştür. Sanat yazarlarının anlattıklarından ve onun öteki sanatlar üzerindeki etkisinden yola çıkarak Polygnotos hakkında yürü­ teceğim iz tüm tahm inler z a y ıf ve şüpheli çıkarsam alardan öteye geçm ez. Parthenon’daki heykellerin dam arında onun tekniği ve ruhu dolaşır. A m a en çok da vazo ressam lığını etkilem iştir. Bu resim türü, figür ve elbise m otifleri, m im ik ve jest, duruş ve ilişkiler repertuarını, kom pozisyon ile ruhsal nüanslar konusun­ daki hem en hem en her yeni inceliği ona borçludur. Bir zam an­ lar güneş gibi parlayan Y unan resm inin yanında vazoların ay ışığı kadar sönük kaldığı söylenm iştir. Gerçi bu güneş artık bi­ zim için de batm ıştır, am a gene de bu m ehtap onun ışığının kı­ zıdır! Y ansıttığı ışık hâlâ aynı ışıktır ve güneşin yüceliği ve görkem i hakkında bize bir fikir verir. Polygnotos’un resimleri, buluşlarının kapsam ı ve zenginliği bakım ından m ucizevi olsa gerekti. A iskhylos’un üçlem esine benzeyen bir yapıları vardı: Yükselen, doruğa ulaşan ve alçalan. Ö rneğin, M arathon çar­ pışm ası, savaşın başlangıcını, kader anını ve gem ilere kaçışı tasvir ediyordu. A iskhylos gibi Polygnotos da basit araçlar kullanarak atm osfer yaratm a konusunda ustaydı: G övdeyi ha­ fifçe eğer ya da bir eli kaldırırdı. “ Polyksena”sm ın koskoca Troya savaşını gözler önüne serdiği söylenir. Beşinci yüzyılın


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

217

ortalarına ait “O rpheus ile T rakyalılar” adlı vazo resmi bu ko­ nuda yeterince fikir verir. D alıp gitm iş olan O rpheus lirinin gücüyle dört barbarı etkisiz haie getirir: Birincisi, derin düşün­ celere dalmış, ozana bakm aktadır, sanki m üziğin sırrını keşfet­ meye çalışıyordur; İkincisi, öne eğilm iş, ezgiyi dinlem eye ver­ m iştir kendini; tam am en eriyip bitm iş haldeki iiçüncüsü ise m üthiş bir duygulanm ayla gözlerini kapam ış olan dördüncüsü­ ne yaslanm ıştır - tepkinin dört aşam ası ve duyguyu dışa vur­ manın dört ayrı biçim i. A ristoteles’in P oetika’smda neden şunları söylediğini anlayabiliyor insan: “Polygnotos iyi bir ethosgraph'tır, fakat Z euksis’in ressam lığının ethos'u yoktur.” Y unanca ethos sözcüğü aşağı yukarı, “karakter, kişilik, ruh” ile karşılanabilir, fakat günüm üzdeki “ahlak ” kavram ı da sözcüğün anlam ları arasındadır. B ütün bunları sanata yansıtm ak konu­ sunda kim se Polygnotos’la boy ölçüşem em işe benziyor. H ellen kültürü hakkında bildiklerim izin ne kadar aşınmış, parçalanm ış ve harabeye dönm üş olduğunu bir kez daha hatır­ lamanın şim di tam yeridir. Plastik sanatlarda başı çektiği haide, büyük Y unan resm inden geriye bir fırça darbesi bile kalm am ış­ tır. Y azarlar heykelden ve m im ariden çok resim den söz ederler ki, zaten öyle olm ası gerekir: M odern sanat tarihinin büyük dönüm noktalarına baktığım ızda, resim sanatının baskın oldu­ ğunu görürüz. Gerçi Zeuksis ve A peiles gibi adları anm aya ba­ yılıyoruz am a bunlar bizim için artık G arrick ve T alm a’dan daha gerçek olm ayan, hem yüce hem de içleri boşalm ış kav­ ram lardır; kuru birer söylenti, alıntı ve anekdotturlar. Bu arada, resim , heykel, şiir ve yaşam dahil h er şeyin içine işleyip ruh katan m erkezi sanatın m üzik olduğunu da eklem eliyiz. Yunan kültürünün yüceliğini ve yoğunluğunu ancak ortada olmayan bir şeyle ölçebiliriz. M ozart, B eethoven ve W eber’den geriye tek bir notanın kalm adığını düşünün. O zam an rokoko, im pa­ ratorluk ve B iederm eier dönem lerinin derinlik boyutu diye bir şey kalm az, bize bir yüzeye yansıtılm ış gibi gelirlerdi. Poiygnotos’un Stoa P oik ile’deki [Resim lerle Bezeli Stoa] üç Heroresm inin ana konusu, H ellenlerle barbarlar arasındaki çatış- dotos maydı. A iskhylos’un P ersler'i de benzer bir üçlem enin m erke­ zini teşkil eder: Birinci dram a A rgonautların seferini, üçüncüsü de m uhtem elen H im era’daki çarpışm ayı işliyordu. Aynı büyük çelişkiye yaşam ını adayanlardan biri de, “tarihin babası”


218

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

H erodotos’tur. 445 yılında A tm alılara eserinin bir bölüm ünü okuduğunda, A tinalılar öyle etkilenm işlerdi ki, H erodotos’u on talant gibi yüklü bir ödüle boğm uşlardı. Y azılarının üslubu ta­ m am en destansıdır, çünkü hedefi dinleyici kitlesidir. Mısır, K yrene, B abil ve İskit diyarına bulunduğu büyük yolculuklara safdil ve heyecanlı olduğu kadar eleştiren ve çözüm leyen bir gözlem ci sıfatıyla çıkm ıştır. G erçek bir H ellen olarak, gittiği her yerde benzerlikler aram ış am a yabancı özellikleri asla göz ardı etm em iştir. B öylece karşılaştırm alı tarihin kurucusu ol­ m uştur. Tarih, coğrafya ve etnografyayı sınıflandırıp sınırlan­ dırm aya kalkm am ıştır. E gzotik şeyleri yorum lam am ış, sadece nakletm iştir. Bunları sirkteki bir çocuğun hayranlığıyla ya da zoolojik bir örneğe bakan bilim adam ının soğukkanlılığıyla izler, bu iki ruh hali onda iç içe geçer. Eseri roman, anekdot, acayiplikler, anlık resim ler ve karakterlerden oluşan ışıl ışıl bir inci gerdanlıktır; kısacası, H om eros’un, tragedyanın ve Polygnotos’un rö ly ef tekniği onda da vardır. T ezatlar yok de­ ğildir am a bunun nedeni, savsaklam aktan ziyade epik nesnel­ liktir. H erodotos’un ruhbilim sel öğeler katm aktan, olası m otif ve ruhsal kıpırdam aları kendi düş gücüyle tam am lam aktan çekinm eyip, bilakis bu hakkı kendinde görm esi kadar, kesinlikle ilkellik değil, bir üslup, bir bakım a arkaikleştiren bir “A igina gülüm sem esi” olan anlatım sadeliği de epiktir. Bir yerde şöyle der: “Söyleni yeniden söylem e m ecburiyeti duyuyorum (âyco 5e 6(peiA,co keyeıv r a Âsyopcva).” Bütün yaptığı bundan ibaretti işte. A m a söyleni nasıl da doğal ve insanca, zarif ve rahat, renkli ve ahenkli bir biçim de söylem iştir! Ü stelik de gösterişe kaçm ayan tinsel bir üstünlükle; zira iyi niyetli anlatım çoşkusuna hoş bir “on d it” [derler ki] edası eşlik eder; derken bir de bakm ışsınız ki, A sya ile A vrupa arasındaki savaş destanı, dünyada olup biten her şeyin trajik bir ironisi olmuş. Yine de, tanrıların hükm üne çocuksu bir şair ruhuyla inanm aya devam eder. Dini dünya imgesi şiirinkiyle örtüşür: H om eros ve traged­ ya yazarlarında da olduğu gibi, tanrılar insanların yazgısına karışm akta, her şey O lym pos ile dünya arasında olup bitm ekte­ dir. Tanrıların kıskançlığına inanm asıyla H om eros’a, her şeyi dengeleyen D ike im gesiyle de A iskhylos’a benzer, fakat o bu iki düşünceyi de birleştirir: Aşırı m utluluğun adilce dengelen­ m esini, Z eus’un şim şeğinin en çok yüksek zirveleri seviyor, o


ATİNA’NIN DÜNYA G Ü N Ü

219

zam an suçsuzlara da isabet ediyor olm asında görür. Y unanlılar ne onulm az kötüm serler olm alı ki, böylesine parlak ve aydın bir insanın bile vardığı son bilgelik durağı budur! G öğün yolladığı karanlık alam etlere, kehanet ve düşlere kulak verildiğinde, N em esis’in elinden kurtulunabilir elbette, gelin görün ki, kimse bunu yapmaz. H erodotos’ta sa lt tarihi güç ve m otif rollerini işte bu alam etler üstlenir -sa d e c e bize tuh af gelen fakat tam antikçağa özgü bir tavır. Teolojik sorun, H erodotos’un dostu Sophokles’te biraz daha Sophokkarm aşıktır: 441 yılında sahnelenen A nt ig o n e 'd e H erodotos’a les yapılan gönderm e, o sıralar H ero d o to s’un ne kadar ünlü oldu­ ğunun bir göstergesidir. B u şair, O lym pos sakinlerinin kıskanç­ lığını hissetm ek şöyle dursun, onların sevgilisi gibidir. Şaşılası derecede zarif ve yakışıklı (P olygnotos’a m odellik yapardı), kithara çalm a ve top oyunundaki ustalığıyla etrafa nam salmış bir delikanlı olan Sophokles, ilk başarısını henüz yirm i sekiz yaşındayken kaydeder. D aha sonra bunu, gelm iş geçm iş bütün tragedya yazarlarını geride bırakm asını sağlayan yirmi üç başa­ rı izler. Y üksek m akam lara gelm iştir, herkesin gıpta ettiği se­ vimli, neşeli, alçakgönüllü ve seçkin kişiliğiyle doksan yılı aş­ kın bir öm rü olm uştur. İhtiyarlığında bile, ünlü hetaira’\&r\n aşkını tattığı söylenir. Ö ldükten sonra A tin a’da, her yıl kurban adanacak kahram anlardan biri ilan edilerek seçilm iş kişilerin arasında yerini alm ıştır. Kendisi A iskhylos’tan bir insan ömrü kadar daha gençti ve yıldızı parladığında A iskhylos yeni öl­ müştü. Sophokles’ten geriye sadece yedi eser kalm ıştır: Aias, A ntigone, Trakhisli K adınlar, Elektra, Philoktetes, Kral O idipus ve O idipus K o lo n o s’îa. 1912 yılında İkhneutai [İz Sü­ renler] adında bir satir dram ının aşağı yukarı yarısı bulunm uş­ tur. Eserde, A pollon’un, H erm es’in çaldığı sığırlarının izini satyr’lere nasıl sürdürdüğü etkileyici bir m izahla anlatılır. H erodotos’taki trajik ironi S ophokles’te doruk noktasına uiaşmıştır. Bu ironi, insanın özgür iradesiyle eylem de bulundu­ ğunu sandığı, am a karanlık güçlerin elinde bir oyuncak olduğu, kendisini suçtan arınm ış gördüğü, am a kendisine de geçen bir lanetin ağırlığı altında yaşadığı düşüncesinde yoğunlaşır. Bu paradoksun klasik biçim i, m ükem m elleşm iş haliyle asırdan aşıra geçen O id ip u s’tur: Kendi suçunun peşine düşm üş sorgu yargıcı, başka bir açıdan ışık tutulsa kom edyaya sıçram ası işten


220

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

bile olm ayan bir tiplem e (işin en sarsıcı yanı da budur). Sophokles’in sahneleri de çoğunlukla polisiyem si bir havada­ dır. Sürüncem ede bırakıp şaşırtm ayı, bulandırıp aniden aydın­ latm ayı sever, keza yolunu kaybettirm eyi, sahte gerilim ler ya­ ratm ayı, “fırtına öncesi sessizliği” de öyle. Bu incelikleri A iskhylos bilm ez. B una rağm en, bu teknik m odern teknikten çok farklıdır. A iskhylos ile Shakespeare, Sophokles ile Schiller, Euripides ile Ibsen arasındaki ilişki, Pythagoras ile Descartes, sentetik geom etri ile analitik geom etri, görü ile hesap, statik ile dinam ik arasındaki ilişkiye benzer. A ntik edebiyat, m erm er heykellerden oluşan bir orm andır. O ysa H ıristiyan edebiyatı, titreşen hayaletlerin kol gezdiği sihirii bir orm ana, bir yaz gece­ si rüyasına benzer. S ophokles’in Schiller’i anım satan başlıca özellikleri şunlar­ dır: Felsefi derinliği soylu bir popülariteyle birleştirm esi, geri­ limi yüksek bir dram aturgluğu rahatça kıvırm ası, dilinin gümüş gibi parıldayan duruluğu, dünya literatürünü etkileyecek ka-, rakterler ve dilden dile dolaşacak özlü sözler bulm aktaki m aha­ reti. Bunların en ünlüsü olan “N efret etm eye değil, sevmeye geldim ben,” sözü eskiçağda henüz derin bir anlam taşım ıyor­ du, çünkü herhangi bir dünya görüşü bilgisi içerm ediği gibi, A ntigone’nin, insanlar nefret etse de kardeşi olduğu için Polyneikes’i sevm esi gerektiğine dair düz bir açıklamaydı. Sophokles daha sonra sanıldığı kadar H ıristiyanca düşünm ü­ yordu, düşünem ezdi de. Fakat tanrılarla ilişkisi, bu tür anakro­ nik haksızlıklar yapılm adan da, yeterince tem iz ve iffetlidir. G öksel varlıklar insanlara elçiler, kehanet m erkezleri ve gi­ zemli sesler aracılığıyla seslenm eye bayılıyordur, am a kendileri yaklaşılam az ve bilinem ezdir. O nlar insani ölçülere sığm ayacak büyüklüktedir ve E yüp’ün kitabının yaratıcısı gibi, şair de ya­ ratılm ış güzellikleri, tanrılarla boy ölçüşm ek isteyen ölüm lüler­ den esirger. Tanrıların, bazen adaletsiz bir kader gibi tezahür eden gücünü övm ek ve bu güce kayıtsız şartsız teslim olmak dışında yapabileceğim iz hiçbir şey yoktur. Akıl sır erdirem edi­ ğim iz gizli bir düzen hüküm sürüyordur. Zam an zam an suçsuz insanların da acı çektiği doğrudur, am a tanrıların hep doğru olanı yaptığından kuşkulanılam az. H em sonra, neyin doğru ne­ yin yanlış olduğu nasıl bilinebilir? Sofistler de aynı soruyu sorm uş ve bununla etik bir relativizm e varm ışlardır: İyi, tek tek


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

221

kişilere göre iyi olan şeydir. D indar Sophokles ise tam tersi bir sonuca varır: İnsan, şeylerin ölçütü değildir, dünyanın düzenin­ de akıldışı ya da ahlakdışı bir durum varsa bile, bu dünyanın düzeninin değil, insan m antığı ve ahlakının yanlışlığını gösterir Nasıl ki S ophokles’te konu karakterlerle gelişiyorsa, hey­ Pheikeltıraş M yron’un heykellerinin hareketi de kendi biçim lerin­ dias den doğar. Polykleitos gibi Sophokles de katı bir orantı ilkesini esas alır, fakat O lypm pia’daki Zeus ve üç A thena heykeliyle nam salm ış olan P heid ias’a daha yakındır. B ronz “A thena Prom akhos” [Ö ncü Savaşçı] heykeli A kropolis’te yer alıyordu. Heykel aşağı yukarı yedi m etre boyundaydı ve denizden bakıl­ dığında bile m iğferindeki altın tüyü görm ek m üm kündü. Biraz uzağında ise, yine bronz bir heykel olan “A thena Lem nia” [Lem noslu A thena] duruyordu. L em n o s’a yerleşen A tm alılar tarafından yapıldığı için kendisine bu ad verilm işti. Y üksekliği­ nin dokuz ila yirmi m etre arasında değiştiği sanılır (“B avaria” heykeli on dokuz m etre yüksekliğindedir). M iğferi başında de­ ğil, öne uzanan sağ elindeydi. H eykelin başı cazibeyi enerjiyle, sevecenliği akıllılıkla büyüleyici bir biçim de birleştirm işti (ta­ bii eğer Furtvvângler’in bulduğu heykel orijinalin bir kopyası ise). A yrıca saçı, bilge ve savaşçı tanrıçanın erkeksi yanı vur­ gulansın diye kısacıktır ki, antik heykellerde buna pek rastlan­ maz. A ltın ve fildişiyle çalışılm ış “A thena Parthenos” [Bakire Athena] ise yaklaşık on iki m etre boyundaydı ve Parthenon’da yer alıyordu. G örünüşü son derece cafcaflı ve göz kam aştırıcı olm alı, çünkü fildişi büyük bir ihtim alle boyanm ış, çeşitli renklerde altın kullanılm ış, gözleri ışıl ışıl elm aslardan yapıl­ mış, bol m ücevheratla bezem ekten kaçınılm am ıştı. Bir tondan fazla sa f altınla işledikleri elbisesi çıkarılabiliyordu ve savaş hâzinesi işlevi görüyordu. A tinalılar bankerliği bile sanatçı eda­ sıyla icra ederlerdi, zaten devlet anlaşm alarına bile özgün birer m erm er rö ly ef şekli verm eye bayılırlardı. O lym pia tapm ağında yer alan ve m alzem esi ve ebadı bakım ından “A thena Parthenos”un bir eşi diyebileceğim iz Zeus heykeli dünyanın yedi harikasından biri sayılır. P ausanias’ın ifadesiyle, “altın, elm as, abanoz ve fildişiyle rengârenk” Zeus, başında zeytin dallarından bir taç, sağında N ike, solunda asası, tahtında dim dik oturuyordu. Fakat insanda, ayağa kalktığında tapınağın tavanını devirecekm iş korkusu uyandıran bütün azam etine rağm en, şim­


222

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

şekler çaktırıp gökleri güm bürdeten Z e u s’a değil, ölçülü yum u­ şaklığıyla tanrı-babaya benziyordu, hem de Y ehova’dan bile daha çok. Tahtı göz kam aştırıcı zenginlikte süslem elerle beze­ liydi. Tahtın dışına irili ufaklı sayısız figür ve çiçek işlenmişti, hatta ayak taburesine bir A m azon savaşı nakşedilm işti. Pheidias zanaatçılıkta da ustaydı. M artialis onun elinden çıkan ve dev heykelleri kadar ünlü olan eserler arasında metal oym a balık­ lar, bir cırcırböceği, bir arı ve bir sinek sayar. A ntikçağda oriji­ nal haliyle bilinen fakat bizim yalnızca sikkelerden tanıdığım ız Zeus heykelinin her tür kedere ve aşk acısına deva olduğuna, bu heykeli görm em iş birinin yaşam ış sayılam ayacağına, H om e­ ro s’un Z eu s’unun onda vücut bulduğuna, hatta bu heykelin içinde olduğuna inanılıyordu. D ion K hrysostom os şöyle der: “P heidias’ın Z e u s’unu bir kez gören, bir daha başka bir heyke­ lin adını anm az. İşte onu büyük kılan budur.” G erçekten de, Zeus ilk ve son kez bu heykelde vücut bulm uştur, üstelik öyle kişilikli, aynı zam anda da öyle tipik bir surettir ki, o gün bu gündür genelgeçer bir Zeus imgesi haline gelm iştir - tıpkı bir N apolyon ya da G oethe im gesi gibi. B ir epigram a göre, P raksiteles’in K nidos’taki A phrodite’sini gören kişi, P aris’in kararını onaylar, am a bir de P heidias’m A then a’sına baktığında, P aris’i sığır çobanı yerine koyar. P heidias’ın eserindeki güzellik tinsel bir güzellikti. İşte, yarattı­ ğı tanrı heykellerinin kusursuzluğu, onun bu tanrıların üzerinde durduğunu kanıtlar. W inckelm ann b u heykelleri, “sa f tinsel ve göksel ruhlar” diye adlandırır ve hepsinde “aynı kan dolaşır” der. Şüphesiz bu biraz abartılıdır ve tekrar belirtelim ki, klasisizm in tipik yanılgısıdır, çünkü klasisizm Y unan sanat eserle­ riyle karşılaştığında, b u eserlerin boyası zam anın sularıyla çoktan akıp gitm işti. B u solgun yüzlü heykeller bom boş göz çukurlarının ardından bakıyordu sonraki dünyaya, böylece çok farklı bir izlenim uyandırıyorlardı. Y ine de, (Y unan sanatının bu kısa süreli doruğunda) hem P h eid ias’m hem de Sophokles’in eserlerinde O lym pia’ya özgü bir dinginlik vardır: H er ikisinde de, hem ısıtan hem de uzaklara götüren gizem li bir altın zemin, tatlı am a hep keskin bir ezgi, güneşin vurduğu derin denizlerin yüzeyi gibi yansıtan düm düz bir yüzey söz konusudur. H er iki sanatçı da kadın ruhuna hassasiyetle yaklaşm ıştır, fakat o henüz peçesini kaldırm am ıştır, uzak ve suskundur, tıpkı L eonardo’da


ATİNA’NIN DÜNYA G Ü N Ü

223

olduğu gibi. Fakat burada, bir karşılaştırm a yapm ak için pek tercih edilen, perdahlanm ış tasasız Raffaello akla gelm em elidir, çünkü buradaki tek ortak nokta, biçim lerin kristal duruluğu ve teknik ustalıktır, yani tam am en yüzeydedir. Yunan sanatı soyluluğun bütün özelliklerini taşır: Hâkim iyetteki rahatlık, hükm edişteki doğallık, heybetteki güleryüzlülük, m esafelilikteki kibirsizlik, dingin kanaatkârlık, devinim ­ lerdeki ateşlilik, kanında olan zevk. G ene de aristokrat değildir ama. E şsiz bir şeydir bu. P erikles’in A tin a’sındaki görüntüler dem okrasilerde bir daha hiç görülm em iştir. Sanat bir daha ne zam an böylesine seçkin, bir o kadar da kam usal olabilm iştir? Kılık kıyafet ne zam an hem halka özgü olabilm iş hem de böy­ lesine soylu kalabilm iştir? B ourgeois gentilhom m e tipi, XIV. Louis dönem inin haklı olarak gördüğü gibi bir karikatür değil de, Perikles’te ve onun önder çağdaşlarında vücut bulduğu gibi, başarılı bir sentez olabilm iş m idir bir daha? Parthenon heykel­ leri birer idealdir, am a küçük bir üst tabakanın değil, bütün bir kentin idealleridir. Bu süvari ve bakireler saraylardan değil, sokaktan alınmıştır. Y unanlılar gerçekten de tu h a f bir halk olsa gerek. M yron P heidias’tan biraz daha yaşlıydı. Sadece bronzla ça- Myron lışirdı. “A thena ve M arsyas” İkilisinin R om a taklitleri m evcut­ tur. H enüz çocuk yaştaki tanrıça A thena, kavalı yeni icat etm iş­ tir, fakat kaval çalarken derenin suyuna yansıyan yüzünün nasıl buruşup çirkinleştiğini fark eder ve öfkelenip kavalı atar - ço­ cuk da olsa tam kadınca bir davranış. K avalı yerde gören M arsyas onu alm ak için koşup gelir, fakat tanrı kızının bir ha­ reketi onu durdurur. İşte bu an, etkileyici olduğu kadar da zeki bir biçim de dondurulm uştur. A th en a’nın büyüleyici bir güzelli­ ği vardır, gerçi P heidias’taki gibi olanca canlılığığıyla ifade edilm em iştir, fakat yeni yeni tom urcuklanan haline ne güzel uyar bu! M yron’un, daha H ellenler dönem inde eleştiri yağm u­ runa tutulan “D isk A tan A tlet” heykelindeki “ifadesizlik” de aynı biçim de karakteristiktir: A tışın hem en öncesindeki m uaz­ zam gerginlik ve yoğunlaşm a, heykelin çehresine boş bir ifade verm iştir. Flareket ilk k ez bu heykelde vücut bulm uştur, üstelik de fevkalade bir ustalıkla, atış için harekete geçm eyen tek bir kas yoktur. Sanatçı, A rnold von S alis’in güzel ifadesiyle, “anlık hareketi rüzgârdaki alev gibi titretir durur.” K endinde olan ha-


224

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

rekettir bu, hatta hareketin felsefesidir ve m esele öyle zekice çözülm üştür ki, sanki bir konstrüksiyonun sonucudur. Fakat anlatılanlara bakacak olursak, M y ro n ’un en büyük eseri, galibi­ yete eriştiği an çatlayıp ölen koşucu “L adas” idi: Som utlaşan nefes nefeselik, yalnızca M yron’un başarabileceği, hatta yal­ nızca M yron’un akıl edebileceği bir konudur. “İnek” adlı hey­ kelini de ancak eski m etinlerden biliyoruz. Y unanlılar bu hey­ kel için çıldırırm ış. H eykeli anlatan en az otuz altı epigram var­ dı. R ivayete göre, boğanın biri bu heykeli aşm ak, bir dana sü­ tünden içm ek, bir çoban onu sürm ek, köylünün biri çifte koş­ mak, bir hırsız çalm ak, sinekler sokm ak, aslan parçalamak, hatta M y ro n ’un kendisi de bir keresinde sağm ak istemiş. Şayet bu anekdotların am acı M yron’u aşırı bir natüralist diye övm ek­ se, o zam an iki anlam lı bir övgüdür bu. Fakat deniz ejderhaları gibi m asal yaratıklarının heykellerini bile ne kusursuzlukta yaptığını işittiğim izde, bu anekdotlarla ne dem ek istendiğini daha iyi anlarız: H er yaratığa dair fikri heykele dönüştürm e yeteneğine sahipti, öyle ki bu heykellere bakan herkes o anda hayal gücünü neyin harekete geçirdiğini görebilirdi. PolykPolykleitos M y ro n ’dan yarım insan öm rü kadar daha gençti, leitos “D oryphoros”, yani m ızrakçı, galibiyet bandını takan “Diadum enos” ve “Y aralı A m azon” heykellerinin ancak cılız taklitleri günüm üze ulaşabilm iştir. Bunların üçü de ‘vücudu hafifçe des­ tekleyen b acak ’ tekniğinin verim ini inatçılığa dayanan bir enerjiyle tem sil ederler ve en ideal anlam da öğreticidirler. N ite­ kim sonraki asrın Y unanlı sanatçıları insan anatom isini yorum ­ lamayı hep Polykleitos’tan öğrenm iştir. D oğduğu Sikyon’dan ayrılıp A rg o s’a yerleşen Polykleitos D or kökenini yadsımaz: H eykelleri, sert orantıları, duru hatları ve coşkularının sade ama heybetli erillikleriyle hep bir D or tapm ağını andırırlar. Eserleri konu itibariyle birer ja n r figürüdür am a kim senin aklına onları böyle adlandırm ak gelm ez. İnsan bu heykellere bakıp anatomi öğrenebilir. “D oryphoros”ta her kas klasik form üle oturtul­ m uştur; göğüs kafesi bir köprü kem eridir; ağırlığın verildiği bacak esas duruşta iken, kısm en yüklenilen bacak rahattır. Bu m odeller, ebediyetin, aynı zam anda da dünyada geçerli para­ digm aların gerçeklerden uzak m odelleridir. Polykleitos’un hey­ kelleri antikçağda bile “hem en hepsi aynı kalıba göre” diye eleştirilm iştir. B unlardan biri (m uhtem elen D oryphoros), o ünlü


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

225

“K anon” idi. Polykieitos aynı adı taşıyan bir de yazı kalem e almıştır. B u yazıda parm ağın parm akla, parm akların elin yüze­ yiyle, elin yüzeyinin bilekle, bileğin dirsekle, dirseğin kolla, kısacası her bir uzvun diğeriyle orantılarını rakam larla sapta­ mış, insan bedeninin m etriğini oluşturm uştur. Biçim in rakam a vurulm ası Pythagorasça bir girişim dir, hatta Eleacı da diyebili­ riz, çünkü burada gerçek varlık olarak geçen şey, anlık görün­ gülerin değişkenliği değil, bu görüngülerin tem elinde yatan ve ancak s a f düşünm e ve soyutlam ayla kavranabilen değişm ez aynılıktır. Parm enides gibi Polykieitos için de hareket görüntü­ dür: Y ürüyen bu figürler hiçbir zam an öne doğru adım atm aya­ caktır. Fakat çağdaş felsefe bam başka m esafeler katetm işti. 430 yı­ lında (aşağı yukarı P olykieitos’un yıldızının parladığı dönem ­ de) ölen E m pedokles hâlâ yarı arkaik bir izlenim uyandırsa da, ilginç ve acayip bir yaratık gibi de duruyordur. A grigentum ’da, limanı hâlâ “Porto E m pedocle” adını taşıyan şimdiki Girgenti’de devlet adam ı, doktor ve m ucizeler yaratan adam sıfat­ larıyla efsanelerle örülü bir yaşam sürm üştür (bir fragm anda, hem şerilerine şöyle der: “A rtık aranızda bir dünyalı olarak de­ ğil, ölüm süz bir tanrı olarak dolaşıyorum ben”). Hayatı, kim ine göre göksel varlıklara karışm asıyla, kim ine göreyse Etna ya­ nardağının içine atlam asıyla son buldu. Renkli biyografisi son­ raki dünyayı uzun süre m eşgul etti. H ölderlin, E m pedokles’in Ö lüm ü adında, yarım kalm ış bir tragedya yazm ıştır: D oğanın gizem ini çözen Em pedokles, bu nedenle kendisini doğadan üs­ tün görür ve tanrılığını ilan eder, am a işte b ir kurum lanm adır bu. Sonunda “yalnızlığa” katlanam az suçunun cezasını intihar ederek öder. M ietzsche 1870/71 kışında E m pedokles adında bir dram tasarlar: “Din, sanat ve bilim gibi bütün aşam aları zorla­ yıp sonuncusunu da çözdükten sonra kendisine uygulayan Em pedokles”. K uşkusuz N ietzsche de Z erdüşt için Em pe­ dokles’inkine benzer bir son düşünm üştür: “Bağışlayan ölüm ” . N ietzseh e’nin aklını yitirm esi de aslında “E tn a’ya kaçış”tan başka bir şey değildi, Z erd ü şt’ün buyurduğu anlam da: “Ben, gelecektekileri haklı çıkarıp geçm iştekileri kurtaranı severim , çünkü o, şim di’de m ahvolm ak ister.” Em pedokles felsefesinde İonyalı fizyologların yarı mitolojik yarı alegorik açıklam a tarzını benim ser. G erçekten var olan

Empe­ dokles ve Anaksagoras


226

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

hiçbir şeyin ne m eydana gelebileceği ne de yok olabileceği ko­ nusunda Parm enidesTe aynı görüştedir. Şeylerin değişkenliğini ise sabit birtakım yapı parçalarının karışm ası ya da ayrışm asına dayandırır, “am a insanlar buna oluş der”. D eğişm eyenler, dört tanedir: Toprak, su, hava ve ateş. Böylelikle Em pedokies dört unsur öğretisinin kurucusu olur. A ristoteles ona dayanarak, yal­ nızca dört durum olabileceğini söylem iştir: Soğuk ve ıslak du­ rum: Su; soğuk ve kuru durum : Toprak; sıcak ve ıslak durum: Hava; sıcak ve kuru durum : A teş. B unlar, ortaçağda büyük bir rol oynayan peripatetik unsurlardır. A rap doğa filozofları dört tem el unsur saptam ışlardır: M adeni öz, yanabilirlik, mineral öz ve çözülebilirlik. B unların sim geleri şunlardır: Civa, kükürt, toprak ve tuz. Fakat bunlar am pirik m addelerle özdeş değil, tinsel özlerdir: “Felsefi” bir tuz ve civa, felsefi bir toprak ve açıkçası en tartışılm az olanı da b u d u r- felsefi bir kükürt vardır. D ört m izaç da E m pedokles’e dayanır: Ö fke ateşe, sıcakkanlılık havaya, hüzün toprağa, uyuşukluk da suya dayandırılm ıştır (uyuşukluğu toprakla, hüznü de suyla bağdaştırm ak belki daha isabetli olurdu). E m pedokles’e göre karışım ve ayrışm ayı m ey­ dana getiren şey, şıAva (sevgi) ile veîKoç’tu r (çatışm a). Philia, farklı olanı bağlar, neikos da ayırır. “U nsurların sevmesi ve nefret etm esi”ne dair bu tasarım günüm üze dek korunageimiştir. B ilim deki karşılığı “kim yasal b a ğ la n tf’dır ve yoğunlaş­ m a ile incelm eyi, birleşm e ile kopm ayı, çekm e iie itmeyi atom ların istek ve isteksizliği, sem pati ve antipatisiyle açıklayan H ackel’in tem el ilkelerinden birini oluşturur, ki bu yüzden W undt, m onizm “m etafiziğin şiirsel devresi”ne özgüdür, de­ miştir, haklıdır da. A yrıca E m pedokies’in D anvinizm i Anaksim andros’a kıyasia çok daha belirgindir. B una göre doğa, ilk iş olarak yapı öğelerini birer birer m eydana getirm iştir; başıboş dolaşan ve yaşam gücünden yoksun olan bu öğeler daha sonra devasa yapılara, yani gene herhangi bir m evcudiyeti olmayan çift yüzlülere, herm afroditlere, öküz-insaniara dönüşm üş ve en sonunda şim diki hallerini alm ışlardır. B aşka bir ifadeyle: Doğa, deneye tabi tutar, işine yarayanlar kalır, yaram ayanlar yok olur. Ö te yandan, A naksim andros’un sezdiği “m addenin korunm ası yasası”nı A naksagoras daha açık ifade etm iştir: “Bilinm eli ki, m evcut olan ne azalabilir ne de çoğalabilir, çünkü m evcut olan­ dan daha fazlasının olabileceği düşünülem ez, m evcut olan her


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

227

şey her şeydedir.” Sm yrna civarındaki K lazom enai’de doğan A naksagoras, 460 yılında A tin a’ya yerleşti ve bu kentin bin yıldan fazla sürecek olan felsefesinin tem ellerini attı. Başına gelen son olayları daha önce görm üştük. Tanrıtanım azlıkla suçlanm asına yol açan eseri, Y unanlılarda açıklayıcı çizim ler, “diyagram lar” içeren ilk kitaptı. K itapta hem çok hoş hem de çok ince çizim lerin yer aldığı ■'söylenir. A lgılam ayı, kontrast yasasıyla açıklar: Aynı olan, “aynı olanı duyam az” ; bu yüzden ışığı algılayabilm esi için gözün karanlık, ısınabilmesi için de bedenin soğuk olm ası gerekir. B itkilere, duyarlılığın yanı sıra yön bulm a yeteneğini, arzulam a ve acı çekm e yetilerini yakıştırm ıştır. M eyve oluşum unu ürem eye, y apraklan da tüylere benzetirdi. İnsanın entelektüel üstünlüğünü, bir ele sahip olm a­ sına dayandırm ıştı. B u ve buna benzer gözlem lerin ne kadar dâhiyane olduğunu kavrayabilm ek için A naksagoras’ın bu gözlem leri yapan ilk kişi olduğunu göz önünde bulundurm ak gerekir. A naksagoras da oluşu yadsır: “H ellenler, oluşu ve yok oluşu varsaym akla yanılıyorlar.” H er türlü değişimi ise karışm a ve çözülm eyle açıklardı, ancak kendileri de birer karışım olan o dört öğenin karışm ası ve çözülm esiyle değil, sayısız ilkel m ad­ delerin, yani “sperm ata”nın [tohum ların] ya da A ristoteles’in deyişiyle, opoıopepfj, “ benzer parçalardan oluşan” temel mad­ delerin karışm ası ve çözülm esiyle. Bu m addeler m odern kim ­ yadaki elem entlerdir. Sayılarının doksan iki olduğu biliniyor, fakat şu ana kadar henüz doksanı saptanabildi [bu sayı şimdi 109’dur], A naksagoras ayrıca, hoınoiom eros’\ann [benzer par­ ça] yalnızca bir kısm ının insan vücudunu oluşturduğunu vur­ gulam ıştır: Bunları “kap parçacıkları”, “ ilik parçacıkları”, “ke­ mik parçacıkları” vb. diye adlandırır. M odern bilim bunu da doğrulam ıştır: Elem entlerin sadece on ikisi canlıların temel yapı taşını m eydana getirir, halbuki diğer elem entler hücrelerde ya hiç yoktur ya da çok azdır. D em ek ki A naksagoras’ın tasa­ rımları tam am en bilim seldi. A ncak D eussen’ın, eşsiz derecede didaktik olduğu kadar bir o kadar da dar kafalı olan Geschichte d er Philosophie [Felsefe Tarihi] adlı ders kitabındaki “Anaksagoras’a kalsaydı, aldığım ız besin, örneğin, bebeğin içtiği süt, sadece kanı değil, aynı zam anda kem iği, eti, iliği, saçı, tırnakla­ rı, kısacası vücudu oluşturan her şeyi içerm eliydi,” biçim indeki eleştirisine karşılık olarak, anne sütünün gerçekten de vücudu


228

ANTİK YUNAN'IN KÜL TÜR TARİHİ

oluşturan bütün yapı taşlarını içerdiği, dilediği kadar çeşitli gö­ rünsün, yetişkinlerin besininin sadece yağ, protein, nişasta, tuzlar ve sudan ibaret olduğu, yani b ir bakım a et ve sebzelere dağılm ış süt olduğu söylenebilir. Sofistler A naksagoras natüralist çizgisini no us [akıl] öğretisinde de sürdürür. N ous, sperm ata’nm henüz karm aşakarışık durduğu ka o s’tan ko sm o s’u yaratıp her şeyi akıllıca ve gereğince düzene sokan evren zekâsıdır. N ous basitçe “tin ”Ie bir tutulduğu için A naksagoras ilk büyük düalist diye kutlanm ıştır, fakat bu bir yanlış anlam adır. Ç ünkü A n aksagoras’ın her şeyi salt mekanik nedenlerle açıklam ası bir yana, nous tam am en maddi bir ilke­ dir. A naksagoras no u s’m ilk m addeler arasındaki en h afif ve en sa f m adde olduğunu kesin bir dille söyler; bilinen tek öğrencisi A rkhelaos’un n o u s’a getirdiği açıklam a ise “hava”dır. A naksa­ g o ras’m evren zekâsıyla kastettiği şey belki de, her oluşun özünde yatan ereksellik ilkesiydi ve gerçek bir Yunanlı olarak da bu ilkeyi sonsuz incelikte bir beden şeklinde düşünüyordu, yani büyük bir ihtim alle son derece tutarlı bir m onist idi. Bu durum ise onun hem kendi ruhuna, hem de bugün “bilim sel dünya gö­ rüşü” diyebileceğim iz şeyin peşinden koşan çağm a uygun dü­ şer. H ellen ruhunun krizi anlam ına gelen sofizm den söz ediyo­ ruz. İşte Y unan felsefesi o ana kadarki gelişim ini, hiç farkına varm adan, böyleşine tehlikeli bir zirveye taşım ıştı. Sokrates öncesi felsefenin tam am ı, bir sistem in diğerini ortadan kaldır­ ması nedeniyle çoktan diyalektikti. A yrıca ya gerçekten nihilist olan ya da böyle yorum lanabilen bir noktaya varıyordu. H erakleİtos’a göre h er şey bir nehir, uçucu bir andır, dolayısıyla nesnel bilgi başından beri söz konusu olam az. “İnsanlar,” der H erakleitos görkem li karanlık ifadelerinden birinde, “barbar ruhlara sahiptir,” yanı insanlar doğanın dilinden anlam az. Buna karşılık Parm enides doğrunun değişm ez oluş olduğunu ileri sürm üşse de, duyularım ızla algıladığım ız dünyanın, yani bildi­ ğim iz tek dünyanın bir aldatm aca ve görüntü olduğunu söyle­ miştir. Sofistler de bundan fazlasını iddia etm ezlerdi. Gorgias’ın eserlerinden biri şu başlığı taşır: H içlik ve D oğa Üzeri­ ne. A naksagoras ile E m pedokles de kararlı birer bilinem ezciy­ di. Ö nceki, hakikatin ne göz ve kulakla ne de akılla kavranabi­ leceğim söyler. D iğerinden ise A ristoteles tam am en sofistçe bir ifade nakleder: G erçeklik, kişiden kişiye değişir.


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

229

“Sofist” sözcüğünün ilginç bir tarihi vardır. SocpvGTijç, as­ lında basitçe “bilge” dem ektir. H erodotos’ta “sofistler” Solon, Pythagoras ve O rphiklerdir; A rrian o s’ta ise Hintli brahm anlardır, o bunları “gym nosofıstler”, yani çıplak bilgeler diye ad­ landırır. Y edi bilgenin adı, oi i m a oocpıoıat'dır. A iskhylos Prom etheus’u bir sofist, yani “tini güçlü” olarak görür. Sophizein, bilge kılm ak dem ektir ve öğrencilerine bilgeliği vaat ettikleri için sofistler kendilerine “bilgeleştirenler” derlerdi. D em ek ki bu, sözcüğün türetilm iş ikincil anlam ıdır. O ysa Pla­ ton sofistin zengin delikanlıları avlam aya çalışan bir avcı, bilgi ticareti yapan bir hırdavatçı olduğunu söyler ve sofistliği bir yanılsam a sanatına, gerçek düşünürün etkinliğiyle, jim nastiğin kozm etikle olduğu kadar bir ilgisi olan göz boyam a sanatına benzetir. A ristoteles de sofizm için “sudan işler bilim i, sözde bilgelik” der. Sofistliğin günüm üze dek süregelen üçüncü an­ lamı budur. Sokrates ve öğrencileri bu gruptan ayrı tutulm ak için kendilerine philosophos, yani bilgiyi sevenler derler. Fakat o kötü şöhretli isim den kaçınm ak isteyen herkes kendisine philosophos dem eye başlar. H atta çifte bir ironi Örneği de yaşa­ nır ve Platon, İsokrates ve G org ias’ın öğrencileri olan diğer rakipleri tarafından sofist olm akla suçlanır. H albuki hatipler öyle adlandırılm aktan hep onur duyarlardı ve im paratorluk dö­ nem indeki bir okul da kendisini gururla ikinci sofistler ilan et­ mişti. Dönem in önde gelen sofistleri A tin a ’yı m esken edinm işti Protaam a bunların hem en hepsi yabancıydı. Ö rneğin, “Tanrılara Da- goras ir” adlı yazısından dolayı tanrıtanım azlıkla suçlanıp A tin a’dan kovulan Protagoras A bderalıydı. Y azısı şu sözlerle başlar: “Tanrılara dair hiçbir şey bilinem ez, ne var oldukları ne de yok oldukları, zira bu bilgiyi bizden esirgeyen çok şey vardır: Hem m eselenin kendisi karanlıktır hem de insan öm rü bunu anlam a­ ya yetm ez.” B ir başka yazısı, “ V urucu S özler” (insana “Çekiçle nasıl felsefe yapılır?” başlığını hatırlatıyor), şu ünlü ilkeyle açı­ lış yapar: “İnsan, her şeyin ölçüsüdür: H em olanların, oldukları için, hem olm ayanların, olm adıkları için.” G oethe bunu şöyle yorum lam ıştır: “Doğayı ister gözlem leyelim , ister ölçüp biçe­ lim, ister hesaplayıp tartalım , nihayet doğa yalnızca bizim ölçü ve ağırlığım ız değil m idir, tıpkı her şeyin ölçüsünün insan ol­ duğu gibi,” ya da başka bir yerde dediği gibi: “İnsan, ne kadar


230

ANTİK Y UNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

antropom orfik olduğunu bir türlü kavrayam ıyor.” Genel olarak bakıldığında, m alum ilkenin itiraz kabul eden bir yanı yok gibi­ dir. Fakat Protagoras herhalde işi daha da ileriye götürm ek is­ tem iştir, çünkü ancak tekil izlenim in ölçü olabileceğini söyler. P lato n ’un bu söze itiraz ederek, o zam an m aym un ve dom uzun da h er şeyin ölçüsü olduğunu söylem esi, aslında bir itiraz sa­ yılm az, çünkü Protagoras tam. da bunu kasteder. Örneğin, m aym un insandan daha çabuk üşür, dolayısıyla soğuğa karşı ayrı bir ölçüsü vardır, am a insanların da üşüm e ölçüleri farklı­ dır, üstelik bu ölçü h er gün değişir. P rotagoras’a göre herhangi bir algı, algılanan ile algıyanda olup biten bağım sız iki hareke­ tin buluşm asından doğar, yani tam am en rastlantısaldır ve bu yüzden doğal olarak nesnel bilgi diye bir şey de yoktur. Bu bağlam da Protagoras, doğada bulunm ayan düm düz çizgiler, yusyuvarlak daireler ve benzeri şeylerle çalışan geom etrinin ilkelerini de kuşkuyla karşılar. D em ek bu tasarım ların birer kurgu olduğunu daha o zam andan biliyordu. Bu da el atmayı zorlaştıran bir durum dur. M atem atiğin doğruluğunu korum anın tek yolu. P lato n ’un durduğu noktadır: İdeal çem ber, hakikaten gerçek olan çem berdir; am pirik çem ber ise ideal çem berin ku­ surlu suretinden başka bir şey değildir. B ununla beraber, Protagoras birbirini karşıtlayan iki ilkeden yalnızca birinin de­ ğil, her ikisinin de doğru olduğunu söylem ekle Hegelci diya­ lektiği çok önceden dillendirm iştir. “Z ay ıf şeyi güçlü hale ge­ tirm ek” şeklindeki ünlü sözü de m antık kalpazanlığı değil, şeyleri bir de tersinden kavram aya davet eden ruhbilim sel bir ödevdir. İlk bakışta yıkıcı gibi görünen bütün bu sorunsallar aracılığıyla sık sık olum lu sonuçlara ulaşm ıştır. Ö rneğin, dilin doğruluğu üzerine yaptığı araştırm alar sayesinde bilim sel gra­ m erin kurucusu olm uştur: G enera [cinsler], tem p om [zamanlar] ve m odus [kipler] ayrım ını yapan ilk kişi odur. Gorgias Sicilya’nın Leontinoi kentinden olan G orgias, verdiği ders­ ler sayesinde Y unanistan’ın yalnızca en ünlü adam larından biri değil, aynı zam anda en zenginlerinden biri olm uştur. Erguvan rengi giysiler giyip altın alınlıklar takarak çıkardı halkın içine, ayrıca D elphoi’ye altın heykelini diktirm işti. Felsefesinin üç tem el aksiyom u şunlardı: H içbir şey yoktur; olsaydı bile tasav­ vur edilem ezdi; olsa ve tasavvur edilebilse bile ifade edilem ez­ di. Bu ilkelerin en dikkat çekicisi, üçüncü ilkedir, zira Gor-


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

23 I

gias’a göre ifade araçları, yani sözler tasavvurların salt birer im idir (opsTav), halbuki im ve im lenen birbirinden hep farklı­ dır. Skolastik de son dem lerinde aynı sonuca ulaşm ıştı, yani no­ m inalizm e [adcılık]. B una göre sözcükler kuru birer sign u m ’dur, şeyleri yalnızca im lerler, tıpkı dum anın ateşi, inleye­ nin de acıyı im lediği gibi, am a bu yüzden im ledikleri şeye ben­ zem eleri gerekm ez. A yrıca, onlar da sofistler gibi tanrının bilinebilirliğini, dünyada olup bitenlerin zorunluluğunu, etik norm ların genelgeçerliliğini yadsım ıştır. Sofizm , belli bir geli­ şim sürecinde m ecburen ortaya çıkan felsefi bir aşam a olmalı: H int ve A rap felsefelerinde de sofizm e rastlarız. Çağdaşları tarafından hitabetlerinin görkem i, ağırbaşlılığı ve zarafetiyle övülen G orgias, şiire yaklaşm asını talep ettiği A ttika düzyazı sanatının da kurucusudur. Şiire yaklaşm aktan anladığı şey, yazının retorik öğelerle bezenm esidir, fakat salt şiir diline ait cesur eğretilem e ve terim ler kullanm am alı, sıradışı ifadeler içerm em elidir; ayrıca ritm ik olm alıdır, m etrik değil. Y unanlının puSiiöç, yani ritim anlayışına gelince: D uyularla algıladıkları­ m ızın hoş bir düzene girm esi, parçaların güzel bir biçim de uyuşm ası, hem öz itibariyle hem de anlam olarak kulağa güze! gelm esi. E urhythm ia dilde uzun ve kısa seslerin ritm ik hareketi dem ektir; heykelde ise parçalar arasındaki ince orantı anlam ına gelir. B una karşılık m etrik diziliş ve yapılanışta katı bir ilkeselliktir ve dile dize, heykele de sim etri olarak yansır, yani her iki durum da da rakam larla ifade edilebilir. G orgias, cüm lelerin özellikle de sonunun ritm ik olm asını isterdi, hatta bazen kafiye kullandığı bile olurdu. B u çok tuhaf. H ellenler kafiyeyi bilseler de tercih etm ezlerdi, tıpkı pantolon, cam , tereyağı ve birayı hor görm eleri gibi. Belli bir açıdan bakıldığında, bütün bunların gerçekten de bayağı bir tarafı vardır. Elisli H ippias ile Koslu Prodikos da m ükem m el birer sofist­ P rodi­ tiler. H ippias bütün bilim leri öğrenm ekle kalm am ış, arkeoloji kos ve ve m nem otekni gibi yeni bilim ler de icat etm iştir. Prodikos’un Kritias kavuştuğu ünün büyüklüğünü Y unanlıların şu sözünden kesti­ rebiliriz: npoSiKou Gocpdbrepoç, P rodikos’tan daha bilge. Etik sorunlar hakkında, düzeyliliği herkes tarafından takdir edilen yazılar kalem e almış ve eşanlam lı sözcüklerin farklılığına dair yazılar yazarak eşanlam lı sözcükler bilim inin kurucusu olm uş­ tur. Ö lüm e dair söylediği şu söz, antikçağda uzun süre dilden


232

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

düşm em iştir: “Ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri, yaşayanları hâlâ yaşadıkları için, ölüleri ise artık yaşam adıkları İçin ilgilendirm ez.” B unun dışında, dinle ilgili akılcı bir kuram geliştirm iştir: B aşlangıçta insanlar hayatta faydalı buldukları şeyleri tanrısal addetm iş; böylelikle ekm ekten Dem eter, şarap­ tan D ionysos, sudan Poseidon ve ateşten H ephaistos çıkmış. B enzer bir felsefeyi K ritias Sisyphos adlı satir dram ında ileri sürer: A kıllı bir adam , kim se gizlice suç işlem esin diye, her şeyi gören ve işiten tanrıları icat eder, sonra da bunları gökyü­ züne koyar, ne de olsa orası gökgürültüsü ile şim şeğin öteden beri korku saldığı bir yerdir. Şu sarsıcı ifade de K ritîas’a aittir: “ İnsan hayatında ölüm ve delilikten daha güvenli bir yer yok­ tur.” Z engin ve çok yönlü yeteneklerle dolu bir insandı Kritias. Tragedyacı kim liğiyle E u ripides’in, düşünür kim liğiyle Protagoras’m, siyasetçi kim liğiyle de L y sandros’un hem en ardında yer alırdı. Y eğeni Platon, onun soylu bir Sokrates havarisi ol­ duğunu söyleyerek onu açıkça idealize eder. A cım asız tepkiciliği yüzünden kötü ün yapm ış olm ası Platoncuların hatırlam ak istem edikleri bir gerçekti. Ç ünkü sofistlik ve tepkicilik, ne ga­ riptir ki, çok iyi uyuyordu birbirine. A şırı m uhafazakâr Ksenophon bile, bütün o kem ikleşm iş ritüelizm i ve afişe olm uş lakonizm ine rağm en, başarı vaat eden yararcı ahlakıyla bir sofistti. S otizm Sofistleri yargılam adan önce unutm am alıyız ki, kendilerinSonrası den geriye hem en hem en hiçbir şey kalm am ış, fakat acım asız rakipleri P lato n ’un neredeyse bütün eserleri korunm uştur. Sırf para için m üphem sanatlar öğreten birer şarlatan ve pazarcı ol­ dukları iddiası kötü niyetli bir karikatürdür yalnızca. Aldıkları yüksek ücretler kendilerine çoğunlukla zorla kabul ettirilirdi. Ö ğrettikleri retorik ise istism ar edilm eye diğerlerinden daha yatkındı. B eşinci yüzyıla ait “İkili K onuşm alar” adlı bir sofist m etni, bir m eseleyi nasıl “her iki açıdan da ele alabiliriz”, hem savunup hem nasıl saldırabiliriz sorusunu ele alır. Polem iğe giriş niteliğinde bir alıştırm a kitabıdır bu. Y üksek okullarım ız­ daki tartışm a alıştırm aları, akadem ik çevrelerdeki tartışm alar, savunm a avukatlığı ve iddia m akam ı, parlam ento ve basındaki m uhalefet: B ütün bunların kökeni sofizm dir, aynı biçimde, Thukydides’in diplom asi ve içişleri sorunlarıyla ilgili söz dü­ elloları, ünlü “an tilogia’lar” da sofizm e dayanır. Thukydides hayran kalınası derecede ustalaştığı “akribologia”yı, yani tam


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

233

ve kesin ifadeyi de sofistlerden öğrenm iştir. Sofistlerin, çokanlam lılık ve anlam kaym ası, sözcüklerin dar ve geniş, asıl ve yan anlam larına ilişkin araştırm alarından hem dil eleştirisi hem de didişim cilik yararlanıyordu. B ütün bu araç ve bilgilere sahip olan kimi kişilerin zam an zam an şarlatanlığa ve şaklabanlığa, sivriliğe ve aşık atm aya özenm iş olm ası son derece doğaldır; nitekim diyalektik felsefe konusunda atılan büyük adımların sonu hep böyle olm uştur. Skolastik ve H egelcilik de sonunda böyle yozlaşm ıştır. Ö rneğin, Euthydem os şunu öğretiyordu: H er şey hakkında her şey söylenebileceği için her şey doğrudur, dolayısıyla kim se yanılam az. Bu iddianın tem elinde koşaç kav­ ram ının kötüye kullanılm ası yatar, şöyle ki, “karanlıktır gece” dediğim de, am acım “-dır” ile bir olguyu saptam aktır; oysa “si­ yah, beyazdır” dediğim de, “-dır” yalnızca gram atik bir bağlantı işlevi görür. K endisini bu tür ahm aklıklara kaptıran sofistlerin sayısı azım sanm ayacak kadar çoktu, fakat daha sonra Eleacılar örneğinde de görüldüğü gibi Y unanlıların zevkine hitap edi­ yorlardı. Belli başlı ilkel psikanaliz tekniklerine de yabancı ol­ m asalar gerek; yoksa, A ntiphon’un üzüntülü insanlar kederleri­ ni dile getirsinler diye K orinthos’ta açtığı teselli tezgâhım baş­ ka türlü açıklam ak zor. Ö te yandan, insanın eğitilebilirliğine inanır, tutkulu bir eğitm e isteğiyle dolup taşarlardı. O nlara göre erdem (arete) çalışkan bir vatandaş olm ak dem ekti ve öğretile­ bilirdi, bu tam am en Sokratesçe bir yaklaşım dır. Temel pedago­ jik noktalar olarak şunları kabul ederlerdi: D oğuştan yapının, p h ysis’in doğru tespiti; m athesis, öğrenm e ve askesis, öğreni­ lenlerin doğal refleks haline getirilm esi. H erhalde sofistlerin konum unu en nesnel biçim de ıralayan kişi, “Sofistler adeta Y u­ nan ahlakının öğretm enleridir, üstelik kendi zam anlarında ge­ çerli olan ölçünün ne üzerinde ne de altındadırlar,” diyen G rote’dir. Belki de H eg el’in şu sözünde sofistlerin özü daha çok dile geliyordur: “D üşünm eye sevkedebilm esi için felsefe­ nin öncelikle bir şa şkınlık yaratm ası gerekir. H er şeyden kuşku duym ak, bütün önkoşulları bir kenara bırakm ak gerekir.” İşte bu anlamlı görevi sofistler üstlenm işti. Sofistlik kuşkunun tari­ hinde bir doruk noktasıdır, fakat doğası gereği ancak bir geçiş aşam ası olabilirdi. Sofizm , izafiyetçi nitelikler taşıyan kuşkuculuk, Epikurosçuluk ve stoacılık üzerinde teorik açıdan, SicilyalI tiranlar ve


234

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİH!

H ellenistik diadokhlar üzerinde ise pratik açıdan etkili olm uş­ tur. A ntikçağdaki hatipler de hem teknikleri hem yaşam biçim ­ leri bakım ından sofistlerin varisidir: B ir tü r m anevi condottieri. Fakat R önesans’ın gerçek condottieri’leri de öyledir: M achiavelli’nin ideal, am a yaşam dan soyutlanm ış tiplem esi principe, kendi gücünün ve talihinin efendisidir; iktidarın yum uşak fakat şiddet dolu âşığıdır; kendisinden ve iktidar hırsından başkasını tanım ayan bir bireycidir ve büsbütün ilkesizdir, daha doğrusu her şeyi ilkesizlik ilkesi altında toplam ıştır. H ıristiyanlık çerçe­ vesindeki bir sofizm in paradoksal versiyonunu ortaçağın sonu­ na doğru ortaya çıkan “Ö zgür R uhun K ardeşleri” tem sil eder. Öğretileri arasında şunlar vardır: K ardeş ve kızkardeşlerin ah­ laklı bulduğu her şey ahlaklıdır; “ruh” kural tanım az, o halde günahı da tanım az; gerçek M esih, özgür insan b en’idir, vs. Fa­ kat özellikle de hüm anistler, dünya görüşleri, hatta davranışları itibariyle sofistlerin ikizidir: Çeşitli virtüozlukları, tu h af boyut­ lara ulaşan benlik duyguları, bilim i sanayileştirm eleri ve zehir kusan rekabetleriyle. Y akın dönem de ise Stirner sofizm in bazı görüşlerini insana tu h a f gelen bir ısrarla savunm uştur. B ir ke­ tesinde yerinde bir ifadeyle, “ Sofist eğitim , insanın artık hiçbir şeye şaşırm am asını sağlam ıştır,” der. Ö yle laflar eder ki, pekâlâ sofist m etinlerde de geçebilir bunlar: “Ü lkesinin ahlak ve töre­ lerine uym ak dem ek, o ülkede ahlaklı olmak dem ektir” ; “N ero, yalnızca ‘iyilerin’ gözünde ‘k ö tü ’dür, am a benim gözümde, tıpkı iyiler gibi o da sadece bir çılgındır." D ahası, “ahlaka inanm ak, din inancı kadar tutucudur” dem ekle kalm az, çok da­ ha sarsıcı bir sonuca varır: “ Salt m antık sorunları, teolojik so­ runlardır.” D em ek istediği, insan m antığı üstü kapalı bir teolo­ jid ir ve çelişkiye düşm eden düşünm e isteği tanrıcılıkla sonuçla­ nır. N ihilizm bundan daha uç noktaya götürülem ez. A ncak in­ san dilini istem li bir görenek, gram eri de önyargı yerine koyan G orgias’ın yazılarında benzer düşüncelerin yer aldığını söy­ leyebiliriz. Fakat sofizm in en son ve en yüksek ürünü, N ietzsche’nin kendi yasasını kendisi koyan üst insanıdır. Jenseits von G ut und Böse [İyinin ve K ötünün Ö tesinde] başlığı sofistçe bir başlıktır. Z aten N ietzsch e’nin orta dönem indeki ahlak eleştirisinin tam am ı sofisttir. Şüphesiz sofistler de putları yıkm ıştır; şüphesiz o zam an da putların alacakaranlığı yeni de­ ğerlerin şafak söküm üydü ve şüphesiz onların da arasında, tıpkı


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

235

N ietzschecilerin arasında olduğu gibi, snop ve boş kafalı in­ sanlar vardı. A iskhines bir hitabetinde, “E y A tm alılar, siz sofist Sokrates’i öldürdünüz,” dediğinde Sokrates öleli yarım asırdan fazla olm uştu. Sokrates özellikle de yazm ak yerine konuşm ayı, hem tartışm ayı hem de ikna etm eyi tercih etm esi bakım ından tipik bir sofisttir. P lato n ’un Sokrates’i, S hakespeare’in T im on’u gibi şiirsel bir yüceltm edir, am a gerçeğe daha yakın K senopbon’un Sokrates’i, derinin altına inmeyi becerem eyen natüralistin ne kadar zay ıf bir portre ressam ı olduğunun kanıtıdır. Aristophanes Sokrates’i bulut seyircisi diye tabir eder, ki kesinlikle böyle birisi değildir; ve bir geveze diye, ki bir bakım a öyledir; am a Sokrates’in ateist olduğunu da söyler ki, hani düpedüz ifti­ radır bu, çünkü A ristophanes b una gerçekten inanacak kadar görgüsüz ve peşin hüküm lü olam az. Fakat yaklaşık çeyrek asır sonra davanın görülm esine yol açan tem el nedenlerden biri tam da buydu. Ö teki iki neden, Sokrates’in K ritias ile A lkibiades gibi baş belası iki öğrencisinin olm ası ve bir sofist yerine koyulm asıydı. Sofistler yabancı kökenliydi, yenilikçilerdi, kül­ türlü aristokrasinin ve jeu n esse d o ree’nin öğretm enleriydi, kı­ sacası d em o s’un nezdinde şüpheli durum a düşm elerine yol açan bir yığın özeilikieri vardı. Fakat eğer Sokrates bu cezaya adeta davetiye çıkarm asaydı, iş ölüm cezasına kadar varm azdı her­ halde. Duruşm ayı yürüten beş yüz yem inlinin huzuruna alaycı bir kibirle çıkm ış, onları kim b ilir nasıl tahrik etmişti. E n bü­ yük hayranları bile kullandığı dilin “aşırı m ağrur” olduğunu kabul eder. A m a daha sonra da dostlarının kaçm ası için önerdi­ ği yardım ı reddetm iştir - kaçm ası herhalde yönetim in de işine gelirdi. D em ek ki, A tina dem okrasisinin absürdlüğü ebediyen sergilensin diye kendi kendisini ölüm e m ahkûm etmiştir. Bu ölüm, onun yaşam biçim inin bir parçasıdır ve S okrates’in alay­ cılığının doruk noktasını tem sil eder. Sokrates A tinalIların en A tinalısıydı ve V iyanalıların en Viyanalısı N estroy gibi o da bu derin bağlılığından dolayı anavatanının en acım asız eleştirm eniydi. B u benzersiz iki şahsiyeti rahatlıkla birbirieriyle kıyaslayabiliriz. İkisi de ölüm süz birer halk filozofuydu, ikisi de yaratıcı nüktenin ve sivri diyalektiğin ustasıydı, ikisi de insanlığın foyasını ortaya çıkarm a üstadı, soytarılık kisvesi altında birer hakikat öğretm eniydi. A lkibiades

Sokrates I)avası

Sokrates’in Felsefesi


236

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

Şym posiori’da Sokrates için, “Y aşayanlar arasında oyalanm a­ masını dilem işim dir hep; am a gene de biliyorum ki, aram ızda olm am ası bana daha fazla acı verirdi. Y ani bu insan hakkında ne diyeceğim i bilem iyorum ,” diyerek kendi kararsızlığından ziyade, bütün kentin bu soytarı hakkındaki düşüncelerini dile getirir. Sokrates A tm alıları büyülüyordu am a bir o kadar da dam arlarına basıyordu. H ayatını “insanı sm am a”ya adamıştı, yani etrafta dolaşıp insanlara hiçbir şeyden anlam adıklarını, üstelik tam da uzm an oldukları alanda hiçbir şey bilm ediklerini gösterirdi. B u sayede insanların sevgisini kazanıyor değildi el­ bette; “alaycı” oklarını kullandığı oranda nefret uyandırıyordu. Sanki bilm eyen kişi kendisiym iş de öğrenm ek istiyorm uş gibi yapıyor, kurbanlarını öyle bir soru yağm uruna tutuyordu ki (eironeia [ironi], erom ai’dan gelir ve ‘bilm ezlikten gelm e’ de­ mektir), sonunda hepsi rezil oluyordu. M aieutike ya da ebelik sanatı dediği yöntem buna benzem ekle beraber biraz daha cid­ didir. Zekice sorulm uş sorularla öğrencilerin hem kendilerini hem dünyayı tanım alarını sağlar. Fakat alaycılığının oklarını dönüp dolaşıp kendisine saplam ası son derece filozofça ve sanatkâraneydi, yoksa sürgit tanım ları ve aşağılam aları çekilm ez olurdu. Kendi kendisini bile ciddiye alm am aktaki dâhiyane ye­ teneğiyle Shaw ’u hatırlatır, çünkü Shaw da ahlak eğitimi konu­ sunda aynı dolaylı yöntem i izler ve beyinsiz insanlar tarafından rahatlıkla kinik ve yıkıcı, hilekâr ve değerlerle oynayan birisi yerine koyulabilir. B u iki düşünürün ortak zaafı etik akılcılıkla­ rıdır, yalnız Sokrates bu işi Shavv’dan daha aşırı bir uca götür­ m üştür; kendisi bu konuda da sofisttir. Sokrates’e göre bir şey­ den “anlam ak”, bu şeyi içgüdüsel olarak bilm ek değil, o konuda net bir fikre sahip olm aktır. O na göre erdem li olm ak dem ek, net bilinen kavram lar doğrultusunda hareket etm ektir. H er türlü erdem öğretilebilir ve öğrenilebilir, çünkü erdem bir bilgidir, yalnızca basiret ve adalet değil, hatta iyilik ve yiğitlik de. Fakat gerçekte bunun tam tersi olduğunu söylem eye gerek yok her­ halde: Uzun uzadıya düşünm eden iyilikte bulunan kişi, sahiden iyidir ve fazla tereddüt etm eden tehlikeye atılan kişi sahiden cesurdur. A ncak, kendi kendim ize gözlem leyip başkalarına uyarlam ak zorunda kaldığım ız ölçüye dair kuru bilgi bizi basi­ retli ve adil yapm aya yetm ez. Bu yüzden Sokrates’in ahlak öğ­ retisi, dünyayı daim a etkilem işse de, kısır kalm aya mahkûm -


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

237

dur. P lato n ’un Sokrates’i bu gerçeği, sınırlarının nasıl da bilin­ cinde olduğunu gösteren güzel bir sözle şöyle ifade eder: “Tanrı bana ebelik etm eyi em retti am a doğurm ayı yasakladı.” D oğanın yapısı ve anlam ı üzerine kafa yoran filozoflardan sonra S okrates’in vardığı sonuç, dünyanın ilkesini araştırm anın boşuna ve zaten önem siz olduğu, felsefenin asıl görevinin b en’in aydınlanm ası ile istencin arınm ası, yani b en ’in ve iyinin bilgisi olduğudur. B unun anlam ı, dine yönelm ekti. İmdi bu noktada, ölü m askı, Sokrates’in yüzüyle bariz benzerlikler taşı­ yan D ostoyevski gelir akla. Bu baş, aziz ilan edilen suçlunun başıdır. B ir keresinde Zopyros adında biri Sokrates’e, dış görü­ nüşünün seviye düşüklüğüne ve bayağı ihtiraslara işaret ettiğini söylem iş. Etraftaki insanlar besbelli yanlış olan bu teşhise gü­ lerken, Sokrates, bu kötü özelliklere gerçekten de sahip oldu­ ğunu, am a bunları terbiye ettiğini belirterek adam ı savunmuş. Sokrates’in sofizm le ilişkisi neyse, D ostoyevski’nin bolşevizm le ilişkisi de odur. A deta ölüm kalım savaşına girer bolşevizm le, sanki can düşm anı ve şeytandır, oysa savaştığı tek düşm an kendisidir, içinde taşıdığı bir parça bolşevizm dir. Hem sonra, D ostoyevski de az kalsın idam ediliyordu, hem de bolşe- & vik diye. M eseleleri konuşarak halletm e konusundaki patolojik hırsı da bize Sokrates’i anım satır. A m a en çok da uyurgezerlik, esrim e ve şizofreni alam etleri taşıyan m istik bir paydada bulu­ şurlar. H erkesin bildiği E cinniler hiç kuşku yok ki, sanrısal özellikler taşıyan son derece gizem li bir çalışm adır. Şu kadarı kesindir-ki, Sokrates, onsekizinci yüzyılın A ydınlanm a çağının ve ondokuzuncu yüzyılın liberalizm inin sandığı kadar rahat biri değildi. H ellenlerin oyun düşkünlüğü S okrates’in zatında baş döndü­ rücü bir doruğa ulaşır. B ir öm ür boyunca felsefe adlı kom edya­ yı oynam ış ve sonunda bilinçli ve hüküm ran bir edayla Sokrates tragedyasını sahnelem iştir. B iyografisi yaşam a veda ettiği ana kadar ustaca kurulm uş sahneler ve m ükem m el yon­ tulm uş fikirlerden oluşan bir zincirdir. A nlam ı, biçimi, doruk noktası ve arkaplam yla bütün bir varoluşun çözülüp gürültülü bir tem sile dönüşm esi elbette dünya tarihine m al olacaktı. Y u­ nan tiyatrosu öyle bir sanat biçim iydi ki, şair kanının son dam lasını esirgerdi. Euripides bu biçim le kanlı bir dövüşe gi­ rişti, fakat yenildi. Y unan tragedyasının doruğu Sokrates’tir. Bu


238

Demokritos’un

Atomcııluğu

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

yüzden ebedi b ir figürdür o, H ellenlerin F aust’udur. Faııst ka­ dar filozof, Faust kadar dindar; am a o kadar, daha fazlası değil. Sokrates bir yaşam şairi ve tanrı arayıcısıydı, sistem ya da din kurucusu değil. Sokrates’i öyle görm ek isteyenler onu yücelt­ m iş olm az, aksine ası! değerini ıskaladıkları için indirgem iş olurlar. D em okritos’un Sokrates’le aynı dönem de yaşadığını bilm ek doğrusu biraz tuhaf, zira D em okritos çok farklı bir felsefeyi tem sil ediyordu. O da Protagoras gibi A bderalıydı, am a Atin a ’ y a yaim zca bir kez gitm işti. A tin a’da onu tanım azlardı, ama herhalde o da A tinalIlarla tanışm ak için en ufak bir çaba sarf etmedi, çünkü sofistlerin fiyakacı lığına, hatta Sokrates’in tekin­ siz diyalektiğine pek ısınam am ıştı. Eldeki fragm anlar onun parlak üslubu, fiziği ve etiği hakkında fikir verir sadece. Bu­ nunla beraber, m atem atik ve astronom i, coğrafya ve mineroloji, zooloji ve botanik, m üzik ve resim , şiir ve dilbilim , hatta ve hatta tarım ve savaş bilim i, m eteoroloji ve tıp gibi uzmanlık dallarında yazıları m evcuttur. Sağın doğabilim iyle ilgili dünya görüşünün kurucusu odur. O na göre evrenin tamamı boş bir uzay, özdek ve yerçekim inden oluşur. B acon’ın övdüğü, A ris­ to teles’in eleştirdiği ereksel nedenleri yadsır; ona göre, meka­ nik zorunluluk (ananke) dışında hiçbir şey yoktur. Fakat özdek, atom lardan m eydana geliyordur, yani niteliksiz ve duyarsız olan ve sadece boyut, biçim, düzenleniş ve konum ları itibariyle birbirinden ayrılan en küçük birim lerden, “bölünem ez”leıden. D ünyadaki çeşitliliğin nedeni, dengesiz dağılım dır; değişim le­ rin nedeni ise, sayıları sınırsız, devinim leri sonsuz olan bu atom ların uyguladığı basınç ve itm elerdir. Bu devinim in sebe­ bini araştırm ak, aslanın neden et yediğini sorm ak kadar ahm ak­ çadır. B u devinim baştan verili bir şeydir, hep olm uştur ve hep olacaktır. B öylece bütün görüngüler atom ların mekaniğine, bütün nitel ayrım lar da nicel ayrım lara indirgenir. Bu öğreti, D em okritos’un doğa öğretisini tekrarlayan Epikuro s’tan sonra onyedinci yüzyılın ortalarına doğru, özellikle de E pik u ro s’la m eşgul olan Pierre G assendi tarafından yenilenir. Aynı zahıanda D igne başrahibi olan G assendi m esleği için ödün vererek, atom ları tanrının yarattığını söylem iştir; zaten bu noktadan sonra her şeye çok m ekanik yaklaşır. G assendi, D escartesçı felsefenin en çetin ve en akıllı m uhalifleri arasında


ATİNA’NIN DÜNYA G Ü N Ü

239

yer alsa da, bir cism in yalnızca bulunduğu yerde etkili olabile­ ceği, gök cisim lerinin hareketi, yerçekim i ve m anyetizm gibi uzak etkileri ise en küçük birim lerin sürekli ittirm esine dayan­ dırm ak gerektiği konusunda D escartes ile hem fikirdir. Bütün bunlardan çıkardığı sonuç ise boşluk diye bir şey olm adığıdır. O nsekizinci yüzyılın ortalarına doğru Cizvit Boscovich atom la­ rı uzayda belirli, am a genişlem eyen noktalar diye açıklam ıştır. D evrim niteliğindeki bu yorum a başlangıçta kim se kulak as­ m am ış, ancak asıl çalışm alarını 1830’lu yıllarda yürüten Faraday, geliştirdiği benzer bir kuram la atom ların kuvvet merkezi içerdiğini söylem iştir. Fakat daha önce D alton 1807 yılında önem li bir gelişim kaydetm işti: B ir elem entin atom kütlesi ile en h a fif elem ent olan hidrojenin atom kütlesi arasındaki ilişkiyi belirlem iş, yani elem entlerin atom ağırlıklarım saptam ıştı. H id­ rojenin ağırlığını 1 olarak kabul ettiğim iz zam an, örneğin oksi­ je n atom unun ağırlığı 16, platinin ağırlığı ise 207 olur. D em ek ki, yalnızca oranlar saptanabiliyor, am a bu bile değerli bir bul­ gudur. A tom ların başka elem entlerin atom larıyla daim a sabit oranlarda bağ kurm a ilişkisini tanım layan valens’in keşfi de bu bulguya dayanır. Y eniden hidrojeni baz alırsak, o zam an daim a bir hidrojen atom uyla birleşen tek değerli elem entlere (tipik öm ek: K lorür asitteki klorür, HC1), iki hidrojenle birleşen çift değerlilere (su, H 20 ) , üç değerlilere (am onyak, NFf3), dört de­ ğerlilere (m etan, C H 4) vb. ulaşırız. Berzelius, kim yasal bile­ şimleri tam am en aynı olan farklı sayıdaki atom ların, hatta deği­ şik m iktarlardaki aynı atom ların bile ortaya farklı m addeler çıkartabildiğim saptam ıştır - D em okritos’un tem el görüşünü kanıtlayan bir yığın deney yani. B una karşılık, atom ların pekâlâ bölünebildiğini bugün artık herkes bilir. Sözgelim i, en küçük atom ların dört binde biri oranındaki elektrik birimleri, yani elektronlar son yapı parçaları olarak görülür. Bohr K uram ı’na göre atom , elektronların (görece) uzaklıktaki, (atom hacm ine oranla) ufacık bir çekirdeğin etrafında yörünge çizdikleri bir güneş sistem i gibidir. Ö te yandan çekirdek de başka parçalar­ dan oluşm aktadır ve bunun araştırılm ası özel bir bilim in, tem e­ lini R utherford’un attığı nükleer fiziğin konusudur. Fakat ato­ m un kütlesi doğrudan doğruya elektrik yüklü çekirdeğinin, yani m addedışı bir şeyin sonucudur, başka bir deyişle, sözde bir kütle, bir m anyetik alanın düğüm noktasıdır. A tom un bir mik-


240

Demokritos’un Algılama Ku« ram ı

ANTİK Y UNA N’IN KÜLTÜR TARİHİ

rokosm os olduğu düşüncesini D em okritos da kabul ederdi; ama bunun m addi bir cisim değil de, salt bir enerji m erkezi olduğu­ nu duysa, bu fikri çok çılgınca bulurdu. D em okritos’un algılam a kuram ı en iyi onun atom kuram ına uyar. O na göre atom kom pleksleri nesnelerden çözülür ve duyu organlarım ıza sıçrar. B u açıdan N ew to n ’un em ilim kuramını hatırlatm ası dikkat çekicidir, ki bu kuram a göre ışık, ışık kaynağından saniyede 300 000 kilom etre hızla fırlatılan en küçük birim lerden, yani partiküllerden oluşur. Partiküllerin en küçüğü m or rengi m eydana getirir; sonra sırasıyla m avi, yeşil, sarı ve kırm ızı gelir. N ew ton bu kuram ı yalnızca bir hipotez olarak ileri sürdüyse de kuram öğrencileri tarafından dogm alaştırılarak onsekizinci yüzyıl boyunca hâkim düşünce olm uş ve ancak yüzyıl dönüm üne doğru yerini D alga K uram ı’na bırakmıştır. N e var ki, D em okritos’un şu sözü daha da ilginçtir: “Tatlı ile acı, sıcak ile soğuk ve renk sadece düşüncededir, çünkü ger­ çekte yalnızca atom lar ve boş bir uzay vardır.” D em ek istediği, algılarım ızı çeşitli kılan atom kom plekslerinin özel bileşim idir, am a algının kendisi yalnızca öznede vardır ve nesneler kendi başlarına tatlı veya acı, sıcak veya soğuk değil, atomlardan oluştukları için en az atom lar kadar niteliksizdirler. Kurucusu yine D em okritos olan duyurucu şüphecilik ancak iki bin yıl son­ ra, yani 1623 yılında G alileo tarafından “II saggiatore” [Deney­ ci] adlı polem ik yazısında yeniden ele alınarak adam akıllı ge­ nişletilm iştir. G alileo bu yazısında bütün niteliklerin öznel ol­ duğunu ve nicel farklılıklara dayandırılabileceğini kanıtlar; tat, koku ve renk, kuru birer isim den başka bir şey değildir, non sieno altro che p u ri nom i. D escartes 1644 yılında Principia P hilosophiae'yi [Felsefenin Tem elleri] yayım latır. Şöyle der kitapta: Şeylerin olduğu gibi algılandığı düşüncesi duyularım ı­ zın önyargısıdır; renk, ton ve koku, özü ancak uzaydan ileri gelen özdeğe ait değildir; kum a dönüşen taş, evet hâlâ taştır, am a artık sert değildir; taşın özünde renk de yoktur, çünkü say­ dam taşlar vardır; hatta ağırlık bile özdeksel değildir, çünkü ağırlığı olm ayan cisim ler vardır, örneğin ateş; dem ek geriye yalnızca uzay kalır... T oplu eserleri 1660 yılında Latince olarak yayım lanan, kim yanın büyük reform cusu R obert Böyle ilk kez “birincil ve ikincil nitelikler” tanım ını kullanır. D aha sonra Locke bu tanım ı felsefeye taşım ıştır. Locke, 1690’da yayım la-


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

241

nan Ü ber den m enschlichen Verstand [İnsan A nlığı Ü zerine] adlı ünlü eserinde birincil ve ikincil nitelikler ayrım ını, nesnele­ re ilişkin tasarım larım ızdan hareket ederek şöyle yapar: Boyut ve yoğunluk, devinim ve dinginlik, sayı ve figür birincil nite­ liklerdir ki, bunlar fiziksel varlıkların gerçek suretleridir ve eş­ yadan ayrı düşünülem ezler. Sert, yum uşak, sıcak, soğuk, renk­ li, sesli, kokulu ve tatlı ikincil niteliklerdir ki, bunlar da şeylerin sureti değil, salt etki biçim leridir; “sarı”, “sıcak”, “tatlı” ve “baharatlı” gibi durum lar cisim lerin, bizlerin algılayam ayacağı en küçük parçalarının, içim izde algı yaratan devinim durum la­ rıdır sadece. O tarihten yirm i yıl sonra Berke ley’in başyapıtı yayım lanır. K itabın ana düşüncesini şu şekilde özetlem ek m üm kün: B irincil nitelikler de ikincildir; “nüfuz edilem ezlik”, direnç duygusundan başka bir şey değildir; boyut, m esafe ve devinim duyum bile değillerdir, düşüncem izin algım ıza ilettiği ilişkilerdir; cisim , fikirlerin toplam ıdır, a collection o f ideas... Bu düşünceye son noktayı K ant’ın, tasavvur gücüm üzün ilkbiçim lerinin, zam anın ve m ekânın öznel olduğunu kanıtlayan Kritik der reinen V em u n ft [S af A klın Eleştirisi] adlı eseri ko­ yar. D em okritos’a göre ruh da atom lardan m eydana gelir: Ateş Demokatom ları diye tabir ettiği en ince ve en hareketli atom lardan, ritos’un D uygu ve arzu diye tanım ladığım ız şeyler, ateş atom larının E t'ğ ‘ devinim leridir. N e var ki, D em okritos bu katı özdekçi ruhbili­ m in zem ininde tam anlam ıyla idealist bir etik geliştirm iştir: O na göre, izlenim ler doğru bilgi için ne anlam a geliyorsa, du­ yusal hazlar da doğru etik davranış için o anlam a gelir; m utlu­ luk ve m utsuzluk dış etm enlere değil, göğsüm üzdeki ifrite bağ­ lıdır; tanrılar insanlara iyilik dışında bir şey verm ez, fakat in­ sanlar ahm aklıkları yüzünden bu iyilikleri kötülüğe dönüştürür. D em okritos asıl m utluluğu kanaatkârlıkta, edim in ve zihniyetin saflığında, “m utluluğum uzda bir hazine, m utsuzluğum uzda bir sığınak” olan tinin gelişim inde görür, am a en çok da, galene diye güzel bir sözcükle ifade ettiği, sütlim an denize benzettiği keyifli sükunet hali olduğunu düşünür m utluluğun. Bunun dı­ şında, haksızlık etm enin haksızlığa m aruz kalm aktan daha m ut­ suz kıldığını; kötülük etm ek bir yana, kötülük düşüncesini bile akla getirm em ek gerektiğini öğretir; insan kendisinden, başka­ larından utandığından daha fazla utanm alı ve başkaları bilsin


242

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

veya bilm esin, haksızlığı engellem elidir, neredeyse K antça bir düşüncedir bu. Ö zetle diyebiliriz ki, D em okritos gerçi teoride m ateryalistti, am a pratikte öyle değildi; keza sistem i de m ater­ yalistti, am a asla gerçekçi değildi. A m a bu kavram lar sık sık birbiriyle karıştırılır, çünkü yeni felsefede çoğunlukla örtüşürler. İşte bu yüzden sözgelim i E pikurosçu denince akla sade­ ce D em okritos atom culuğunun taraftan değil, hazcılığın savu­ nucusu da gelir. O ysa bu tanım ın E pik u ro s’la ilgisi yoktur. İkinci noktadaki yanlış anlam alar daha da fazladır. Bir insan m ateryalist olabilir, yani m adde dışındaki hiçbir şeyin varlığını kabul etm eyebilir, am a bu yüzden görüngüler dünyasının ger­ çekliğine inanm ası gerekm ez. Bu düşüncesiz yüzeysellik m a­ teryalizm in yalnızca belli bir kısm ına, yani m odern m aterya­ lizm e özgüdür ve en iyi bildiğim iz bu olduğu için, tek m aterya­ lizm in bu olduğunu sanırız. Bunun en iyi karşı örneği, D em okritos’un kendisidir. O nun tek gerçekleri olan atom lar ve boş uzay asla algılanam az. Zaten üstüne basa basa şöyle der: “ i ö 5 ev oû u ö â â o v e o t î t) t ö ppSev, varlık (atom dünyası), asla hiçlikten (boş uzay) daha fazla m evcut değildir”, “gerçekte hiç­ bir şey bilm eyiz, çünkü hakikat derinlerde gizlidir.” D em ek ki, az önce de belirttiğim iz gibi yalnızca bir görüngücü değil, aynı zam anda bilinem ezci ve - b ir m ateryalistte en çok şaşırtan da b u d u r- anti-am piristtir. G erçek bilgiye (yvpoırı yvcoprı) ger­ çekten saptıran izlenim ler yoluyla değil, ancak düşünm e yo­ luyla ulaşıldığım vurgular. Sağın bilim in halen daha dayandığı dünya kavram ının deneyci yoldan değil, salt kurgul yoldan bu­ lunduğunu göz önünde bulundurm ak çok önem lidir. A tom lar düşüncelerdir ve D em okritos fiziği de en az Platon’unki ve A ristoteles’inki kadar m etafiziktir. Platon D em okritos’tan hiç söz etm ez, A ristoteles ise onun adını yalnızca onu paylam ak için ağzına alır. B ir rivayete göre, Platon D em okritos’un bütün yazılarını satın alıp yakm ak iste­ miş. B u söylenti şu kadarıyla gerçektir: Sahiden de Platonculuk satanist bir m ezhebi yutar gibi yutm uştur D em okritosçuluğu, zira hoşgörüsüzlük konusunda felsefenin kiliseden aşağı kalır yanı yoktur. A ntikçağdaki kayıplar arasında belki de en acısı budur, çünkü D em okritos hiç şüphesiz P lato n ’un ayarında bir düşünürdü, hatta Cicero onun üslup olarak da P laton’la aynı m ertebeyi paylaştığını iddia eder. B izler neredeyse inanılm az


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

243

olan bu olgunun silik hatlarıyla yetinm ek zorundayız: Bu kutlu dönem in tutarlı bir bütün olan yegâne iki felsefe sistem i olan idealizm ve m ateryalizm , iki ayrı dâhi tarafından neredeyse aynı anda öyle sağlam ve g ö z kam aştırıcı bir biçim de oluştu­ rulm uştur ki, insan düşüncesinin göğünde bugün bile aşılam a­ dan parlarlar: Biri, bize yakın, bildik bir güneştir, diğeriyse, uzakta parlayan ebedi ışığı dışında görülm eyen bir yıldızdır. A naksagoras ile D em okritos deyince aklım ıza gerçek bil- Hippokginler gelm elidir, zaten Perikles dönem i tam bir bilim çağıydı, rates İnsanlar çok zor sorunlar üzerinde k afa yorm aya başlam ışlardı. Ö rneğin, S okrates’in çağdaşı sofist A ntiphon, daireyi sonsuz sayıda köşeli bir çokgen olarak kavram ış ve bunu Y unanlılara özgü, göze hitap eden örneklerle kanıtlam ıştı: D airenin içine bir kare, karenin kenarlarına da birer eşkenar üçgen çizm iş, sonra tekrar üçgenlerin kenarları üzerine yenilerini çizm iş ve böylece devam etm işti. A ristophanes dairenin karesinin bile peşine düşm üş, bu yüzden epeyi kınanm ıştı. Tıp ahlakının ne kadar yüksek bir düzeyde olduğunu “H ippokrates yem ini”nden anla­ yabiliriz. B una göre hekim ler isteyenlere bile zehir verm em ek, kadınların düşük yapm asına yol açan ilaçlar kullanm am ak, yal­ nızca yem inli öğrencilere ders verm ek ve yoksulları parasız tedavi etm ekle yüküm lüydüler. Y ine de kendilerine çok yüksek ücretler teklif edilebiliyordu, zaten m eslekleri de bu durum un yadırganm adığı tek m eslekti. B unların dışında bir de halk he­ kim leri vardı, am a devlet sınavı ve denetim i diye bir şey yoktu, zira bu işlere m uhtem elen loncalar bakıyordu. Sağlık ocakları bile eksik değildi, sözgelim i A rg o lis’in doğu sahilinde büyüle­ yici bir çam orm anının ve şifalı kaplıcaların tam ortasında, de­ niz esintisine açık, am a rüzgârdan korunaklı bir yere ünlü Epidauros sanatoryum u kurulm uştu ve bu tesiste bir kaplıca oteli, bir tiyatro ve bir koşu pisti ve A sklepieion tapınağı yer alırdı. B u tapm akta hasta öykülerini, m ucizevi tedavileri ve iyileşen hastaların A sklep io s’a şükranını dile getiren sayısız yazıt vardı. K os O kulu’nun kurucusu büyük H ippokrates, D e­ m okritos’un akranı sayılır. Ö ğretisine göre, en önemli faktör doğanın şifa gücüdür; bir hekim in görevi bu gücü destekle­ m ektir; hastalık ahengin (,harmorıia) bozulm ası dem ektir, o za­ man ahenk kendi kendisini yeniden oluşturm aya çalışır; sağlık ise karşıtların dengede olm asıdır. K ısacası, tam anlam ıyla Yu-


244

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

nanlı diyebileceğim iz bu düşünceye göre insan bedeni bir tapı­ nak, tıp da gerçek bir şifa sanatı, yani estetiğin bir sorunudur. M evcut bilgilere dayanarak, H ippokrates’in koyduğu teşhislerin şaşırtıcı derecede doğru olduğunu söyleyebiliriz. H ippokra­ te s ’in kafadaki yaralarla ilgili yazıları halen daha bir başyapıt­ tır. A yrıca hastalığı sem ptom lardan ayırt edebiliyor, acının iyi­ leştirilm esiyle dindirilm esi arasındaki farkı biliyordu. Perhiz, jim nastik, hava, güneş ve su tedavilerine çok önem verirdi. N arkoz m addelerini bilirdi gerçi, am a kullanm am aya özen gösterirdi. M üshil, kusturucu, idrar söktürücü ilaç ve hacamatı hararetle tavsiye ederdi: B unlar, günüm üzde değeri yeniden anlaşılan yöntem lerdir. H ippokrates’in adı öyle büyüktü ki, tıbbi eserlerin neredeyse tam am ı ona atfedilirdi. Antik “H ippokrates yazıları”nın şevkle okunduğu daha önce de Kitap belirtildi. Y alnızca bunlar okunm uyordu am a, toplumsa! ya­ şam da kitap da rol oynam aya başlam ıştı. A ntik kitap M ısır kaynaklı buluntulardan, yani önceki yüzyıldan beri biliniyor. A na kaynak, m um yaların sarıldığı kullanılm ış papirüs yaprakla­ rıdır. Bu yoldan sayısız yeni m etin çıkm ıştır gün yüzüne: Tyrtaios, A rkhilokhos, Pindaros, Sophokles, Euripides ve Epikharm os’a ait fragm anlar, A ristoteles’in “A tinalılarm D evleti” adlı m etni, “renkli yazı”nın m ucidi F avorinus’un çalışmaları, özellikle de M enandros ve H ero n d as’m oyunlarından sahneler. Y unanlıların bilinen en eski papirüsü İÖ 4. yüzyıla aittir ve bir m ezarda bulunm uştur: T im otheos’un 400 senesi civarında, ana­ vatanı M ileto s’taki bir şenlik alayı için yazdığı “ Persler” adın­ daki d ithyram bos'unun son bölüm üdür bu. A ntikçağ boyunca kitaplar rulo biçim indeydi, günüm üzde rulo geleneği artık yal­ nızca M usevilerin Tora rulolarında, doktorluk diplom ası rulo­ sunda devam eder. T ora rulosu deriden yapıldığı için eskiçağla­ ra özgü karakterini korum uştur. H ellas ve İran’da da en eski yazı m alzem esi deriydi; İÖ 3. yüzyılda papirüse rakip çıkan parşöm enin m alzem esi ince işlenm iş hayvan derişiydi. Fakat papirüsün pabucunu dam a atan, İsa ’dan sonra 800 yılında A ra­ bistan’a, buradan da batıya ulaşan Ç in icadı kâğıt oldu; bundan sonra artık M ısır’da bile papirüs yetiştirilm edi. Belli başlı A v­ rupa dillerinde papirüsün aziz hatırasını korum ak amacıyla, A lm an, Fransız ve İngilizler yeni yazı m alzem esi kâğıda papi­ rüsün adını verm işler (yalnızca İtalyanlar papirüse papiro, kâ-


ATİNA’NIN DÜN YA G Ü N Ü

245

ğıda da carta derler), R uslar ise sigaraya p a pirosa dem işlerdir. Okul ödevleri, karalam a ve kısa notlar için, üzeri koyu bir balm um uyla kaplanm ış ahşap veya fildişi tabletler kullanılırdı. B alm um unu yeniden düzleyebilm ek için tepesi kürek şeklinde olan bir m etal kalem kullanılıyordu, o yüzden “kalem i çevir­ m ek”, “silm ek” ya da “sil baştan yazm ak” dem ekti. İki veya daha fazla sayıda tablet birbirine bağlandığında -tabletlerin yüksek kenarları yazının silinm esini en g elliy o rd u - ortaya diptykhon, yani “çift k at” çıkardı; diptykhon yalnızca not ve kayıt defterlerim izin değil, m odem kitapların da atasıdır. Papi­ rüsün üzerine, ucu tüy kalem ler gibi kesilen kam ışlarla (,kalam os) yazılırdı (bu yüzden küçük bıçaklar dem irbaş eşyay­ dı) ve m ürekkebe xö pekav, kara, denirdi. Ö zellikle başlıklarda kırm ızı m ürekkep de kullanılıyordu, bizdeki “R ubrum ” [kısa başlık; asıl anlam ı kırm ızı] sözcüğü de oradan gelir. B aşlık bö­ lüm sonlarına yazılırdı, kitabın adı da eserin sonuna. A ncak, başa yazılsaydı bile, antik kitapların biçim ini düşünürsek, yön bulm aya yaram azdı. Bu yüzden rulolar raflarda yan yana dizilir ya da kiste veya teukhos denen taş, kil veya ağaç m ahfazalara konurdu (pentateukhos, “beş kaplık” eser dem ektir, bize göre, beş ciltlik) ve içeriğini anlam ak için rulolara eserin adının yazılı olduğu bir şerit asılırdı - bugün bile resm i arşivlerde kullanılan “dosya kuyruğu”dur bu. A ntik kitapların ebadı çeşit çeşitti ve 5 ila 40 santim etre arasında değişiyordu, fakat ortalam a ebat biz­ deki gibi 20-30 santim etreydi. Sütun ile kenar arasındaki oran da kitaplardaki oranla aynıydı: 2 ’ye 3 veya 3 ’e 4. El yazısıyla yazılan satırlar m ükem m el bir düzgünlükte değildi elbette. H a­ cim günüm üze göre daha sınırlı tutulurdu: B ir rulo, aşağı yukarı bizdeki bir bölüm e eşitti, gerçi biz de hacimli kitapları “cilt”lere böleriz ya. O kuyup bitirilm iş bölüm ler bir çubuğa dolanır, okunm am ış bölüm ler başk a bir çubuğa sarılm ış halde dururdu, yani tıpkı şim diki gibi, hep bir sayfa açılm ış olurdu. Kitap bitince, kitabın tam am ı sol eldeki çubuğa sarılm ış olurdu ve düzen m eraklısı biri ruloyu yeniden başa sarm ak zorunda kalırdı. “Sayfa atlam ak” ve “geriye dönm ek” de zahmetli bir işti. Sık sık sarm ak zorunda kaldıkları için kitaplar çok çabuk yıpranıyordu. B una karşılık, ayraç kullanm aya gerek kalm ıyor­ du, “her iki ucundan da sarılan” kitabı alır öylece rafa koyarlar­ dı. A ntikçağda kitap düzeltm eni en az günüm üz düzeltm eni


246

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

kadar önem li bir şahsiyetti, bizim kilerden tek farkı, adı sanı duyulm ayan biri olarak kalm ak yerine, herkesin gözü önünde olm asıydı. B ir nüsha, düzeltildiği oranda kıym etlenirdi, düzel­ tiler güzellik kusurlarıydı. Fakat hata içerm eyen kapsam lı bir esere bugüne kadar rastlanm am ıştır, bu durum u G utenberg’in icadı bile değiştirem em iştir. D ağıtım kısm en özel -ö d ü n ç kitap alm ak dem ek, bu kitabın bir kopyasını çıkarm ak d em ek ti- kıs­ m en de ticari yollarla yapılıyordu: K itap satılan dükkânlardan daha beşinci yüzyıla ait kom edyalarda bile söz edilir. B ununla beraber, te lif hakkı diye bir şey yoktu, dolayısıyla yazarlık üc­ reti de. Y azarlık ücretinden söz ediliyorsa, ya bir kentin ya da bir sanatseverin bulunduğu bağışlar kastediliyordur. Nüshanın güzelliği, düzeltilerin itinası ve görünüm ündeki zarafet fiyatı belirleyen unsurlardı. U cuz baskılarda, bir yüzü yazılı olan eski sayfalar kullanılırdı, bu nedenle, örneğin P indaros’un p a ia n ’ları eski bir hesap cetveliyle aynı ruloda buluşabilirdi. A naksagoras’m eserleri A tina pazarında bir drakhm e’ye satılır­ dı, yani ucuza giderdi. Y ine de, A naksagoras Perikles dönem i­ nin en çok okunan ve en etkileyici yazarlarından biriydi. ThukyA naksagoras, A tin a’da kom utan ve devlet adamı olan fakat dides 424 yılında A m phipolis’in kapitülasyonu nedeniyle kendi rıza­ sıyla sürgüne gidip ancak yirm i yıl sonra geri dönen Thukydides’in yaşam biçim ini ve dünya görüşünü belirlem iştir. K alem e aldığı Peloponnesos savaşı tarihi yirmi yılı kapsar ve 411 senesine dek uzanır. B u savaşın önem ini daha başında kav­ radığı için savaşı yaşayarak anlatm aya karar verir. Tasvirleri ilke olarak baştan sona tanıklığa dayanır: K endi yaşadıklarına, tanıkların verdikleri bilgiye ve savaş m eydanlarındaki gözlem ­ lerine. A tina devlet arşivindeki m alzem elerden de bol bol ya­ rarlanm ış, fakat bunları kendi tarzında sunm uştur. Thukydides, bugüne dek aşılam am ış örnek bir nesnelliğe sahiptir. Eserlerini okurken, onun A tinalIların tarafında savaştığı aklım ızın ucun­ dan bile geçm ez. Perikles’in cenaze töreninde yaptığı ünlü ko­ nuşm a “dem okrasi ilahisi” diye geçse de, m em leketinin yöne­ tim biçim inin yol açtığı zararları öyle acım asız bir üslupta göz­ ler önüne serm iştir ki, vatandaşlarını dem okrasiden vazgeçir­ m ek isteyen m uhafazakâr H obbes bile bu konuşm ayı İngiliz­ c e ’ye çevirm iştir. Fakat T hukydides’in iç siyasete olan ilgisi, ' P aia n , T an rı A p o llo n ’un o n u ru n a sö y len e n şarkı. (F .D .)


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

247

ancak savaş tarihi ve diplom asi tarihiyle sınırlıydı. Esasen yal­ nızca askeri hadiselerde ayrıntıya girer, dış siyaset ilişkilerini anlattığı kısım lar bile yer y er boşluklarla doludur. Olayları kro­ nolojik olarak sıralayan vakanüvisliği tarihi bir rölyefe benzer, yani burada da tragedyadaki iki boyutlulukla karşılaşırız. K o­ nuya ruhbilim sel b ir derinlik katan üçüncü boyut görevini ise, tragedyada korolar, burada ise m etindeki konuşm alar yerine getirir. Tem elde Thukydides, gelm iş geçm iş en büyük vakanüvistti ve onu dönüp dolaşıp pragm atik tarihyazım ım n kurucusu diye kutlam ak çok da doğru değildir belki. Olguları betim lem esi bakım ından T hukydides ancak P olybios’un yer­ leştirdiği pragm atik sözcüğünün antik anlam ıyla pragnıatikti, am a dünyanın seyrindeki gizli düğüm leri, uzak etkileri, arkaplanları ifşa etm eye çalışan m odern anlam da bir pragm atist değildi. Tarih yorum uyla eskiçağı derinden etkilem iş olan P olybios’ta bile her şeyin idaresi T y k h e’nin, Fortuna’nın elin­ dedir, kî eskiler onların idaresini “kader”, bizlerse konum u­ m uzdan ötürü, haklı olarak “te s a d ü f’ diye adlandırırız. Pragm atik tarih, am biyans ve kontrpuanm duygu dünyası üze­ rine kurulu birer “konser” olan tiyatrom uz, tıpkı resm im iz, fizik ve siyasetim iz gibi, antikçağa özgü değildir. Bu nedenle Yunan kim yası, hatta Y unan rom anı diye bir şey yoktur. Böyle adlan­ dırdığım ız şey ilintisiz m aceralardan oluşan bir kaleydoskoptan, cansız renkli taşlardan ibaret bir m ozaikten, keyfi, gürültücü bir kom edyanın büyüsünden başka bir şey değildir. Thukydides, hazır karakterler ve m evcut durum ların heykeltıraşıdır: Yunan bakışı için başka türlüsü tecrübe edilem ezdi zaten. Senfoni ola­ rak tarih, süreç olarak tarih onun için bir sorun bile değildi, an­ latım aracı hiç değildi. Fakat onun tarihi, son zam anlarda ilgili sözcüğe atfedilen “Tarih, erdem in ve kötülüklerin aynasıdır,” anlam ında da pragm atik değildi. Ç ünkü Thukydides asla ahlak çerçevesinde bakm az. Ö nünde sergilenen oyuna bir erkek gibi bakar: A cım az, gurur da duym az, neredeyse bir tanrı gibidir: O lym pos’a özgü erdenlik ve saf theoria (tem aşa) içinde. Onun eseri, Parthenon heykellerindeki yüce soğukluktur, sözleriyse m erm erdir. H er şeyi akla gelebilecek en yoğun haliyle söyler, ayrıca her şeyi de söylem ez, hatta çok şey bile söylemez. Anîikçağ boyunca, aepvörnç, yani yoğun içeriğin ve ağır düşün­ celerin, m aiestas ve g ra vita s’ın üstadı diye tanınm ıştır. Elbette


248

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

bu özellikler onun zam an zam an karanlık ve yapay olm asına yol açm ıyor değildi, zaten Y unanlılar da yakınırdı bundan. T hukydides kendi kişiliğini bir k enara atarak, karınca sürüsünü ya da arı kovanını betim leyen b ir böcekbilim ciyi andıran doğabilim sel soğukkanlılığıyla F lau b ert’e benzer; yaratılm ış her şeyde az çok güç istenci olduğunu söyleyen gerçekçi bakı­ şıyla M achiavelli’yi anım satır, en bayağı şeyleri bile hayatın ateşli renkleriyle çizebilm ek gibi gizem li yeteneğiyle Shakesp eare’le akrabadır. Flani neredeyse bir kötülük uzm anıdır o. Tekniği bütünüyle dram atiktir ve şim diki zamanı betim ler; ya eylem leri o an gerçekleştirir ya da eylem de bulunan kişileri konuşturur. Bunlar, o ünlü konuşm alardır; gerçekte izleyicilere yönelik birer m onologturlar ve koro işlevi görürler. Bu konuş­ m alar, yazarın dram atik illüzyonu yok edecek olan m üdahalesi­ ni engelleyip olayların felsefesini konuşturan ustaca girişim ­ lerdir. Y akınçağ tarihçilerinin “karakter resim leri”ne tekabül eden bu şaşırtıcı portrelem e aracından antikçağdaki her tarihçi yararlanm ıştır. Fakat Y unanlı ressam değil, heykeltıraştı. H ita­ betler ideal birer heykeldir ve sanatçının ethos ve p a th o s’unu dile getiren aynı stilize kalıptan çıkm adır - birbirlerine bu kadar çok benzem elerinin nedeni işte budur. A yrıca Sophokles gibi T hukydides de eylem leri karakterlerle açıklar. Fakat Sophokles’in içini dolduran sıcak inanç, onda eriyip kaybolm uştur. G erçi tanrıların dünyasını yadsım az, hatta bu dünya saygı ve özlem in nesnesidir, fakat tarihçiyi hiç ilgilendirm ediği o kadar bellidir ki. O nun tanrılarla ilişkisi, Rarıke’nın Hıristiyanlığa karşı takındığı ilgisiz am a saygılı tavıra benzer. Kader, insandır. Tam E uripides’e özgü bir bakıştır bu. EuriA ntikçağın bütün eğilim leri en etkileyici bir biçim de Euripipides d e s'te görülür. S ophokles’ten yarım insan öm rü kadar daha gençti, am a ondan yaklaşık bir yıl önce öldü. Sophokles arala­ rındaki rekabeti öyle büyük bir incelikle yaşam ıştı ki, onun ölüm haberini aldığında m atem elbisesi giym işti. E uripides’in ilk kez sahnelenişi A iskhylos’un ölüm yılına rastlar, bu da anlamlı bir tesadüftür. Y alnızca dört-beş kez ödüle layık görülm esine rağm en, üç tragedya yazarı arasında en popüleri Euripides olsa gerek. R ivayete göre, Sicilya felaketinde esir düşen A tm alıların bir kısm ı E uripides’in tragedyalarını ezbere bildiği için özgür bırakılm ıştı. E lim izde ona ait on sekiz adet eksiksiz eser ve sa­


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

249

yısız fragm an bulunur, başka hiçbir şairden bu kadar eser ulaş­ m am ıştır bize; bunlar tüm eserlerinin neredeyse dörtte biridir. E uripides’in en güçlü yanı besteciliği olsa gerek. Ezgiyi düşün­ ceyle yoğuran» eski ritim leri çözen, m akam ları soğukkanlılıkla değiştiren, daha güçlü gezinim ve vurgular kullanarak yeni efektler elde eden de yine odur. K om edyanın saldırıları her şeyden önce, onun gereksiz süsler ve ses titreşim leri, rulat ve durgularla bezeli m odem m üziğini h e d e f alıyordu. A rya, düet ve koroları bağım sız birer solo eser olarak da izlenebiliyordu, oysa A iskhylos ile Sophokles’te böyle bir şey söz konusu de­ ğildir. Zam anın bestecileri program m üziğini de biliyor olm a­ lılar: E nstrüm anlarla gökgürültüsünü, hayvan seslerini, nehrin uğultusunu ve insanda baş ağrısına yol açan “karınca sürüleri­ ni” taklit ediyorlardı. H er yeni m üzik için söylendiği gibi, onla­ rın sanatı da boş ve yapm acık, ukalaca ve iddialı, kakafonik ve coşkusuz olm akla eleştirilm iştir. T ragedyanın üç yazarını daha önce Shakespeare, Schiller ve Ib sen ’le kıyaslam ıştık. A m a oratoryoyu operayla kıyaslam ak ve A iskhylos’ta B ach’ı, S ophokles’te G lu ck ’u, E urip id es’te de W ag n er’i akla getirm ek belki daha isabetli olur. Euripides ve W agner’de aynı “tutku özgürlüğü”, tanrılar dünyasının aynı biçim de ruhbilim selleştirilm esi, felsefeyle aynı iç içelik ve çokrenklilik göze çarpar. E uripides’in m üziği de sanatsal açıdan bir yozlaşm a ve zevk­ sizlik örneği addedilm iş, insanlar aradıkları eth o s’a onda bula­ m am ıştır, halbuki daha sonra tam da yoğun etik içeriği nede­ niyle övülm üştür. B unun dışında, E u ripides’in sahne dekoruna ağırlık verdiği görülür, örneğin Troyalı K a d ın la r m İlion yan­ gınıyla biten son sahnesi tam am en görseldir, am a burada, söz­ gelim i 1848 M art Devrim i öncesi banliyö tiyatrolarının büyüle­ yici etkisinden daha fazlası beklenm em elidir. Euripides, büyü, m ucize ve hayalet öğelerine dindar Sophokles’ten daha çok başvurur, am a salt rom antik ve teatral bir etki yaratm ak için. Bu tutum u, rasyonalist Ibsen’in okültizm ine benzer. Y unan tiyatrosu E uripides’le “ ilginçleşir”. H er şeyden önce kadın ruhunun ve erotik tragedyanın kâşifidir o (ilk antik aşk tragedyası, Sophokles’in kayıp P h a id ra ’sidir, am a onu biraz farklı şekilde düşünm ek gerekir). A iskhylos, K urbağalar’da E uripides’e m ağrur bir edayla şöyle der: “T ek bir âşık kadın tiplem esi yarattığım ı kim se söyleyem ez.” Böyle dediğine şaş­


250

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

m am ak lazım, ne de olsa oğlancılığın hüküm sürdüğü eski de­ virde yaşıyordu. H ellenlerin bakış açısıyla bakıldığında, A ristophanes’in düşüncesi hiç de yanlış sayılm az: Böylesine derin bir sorunsala ve hassas araçlara rağm en bir bakım a “bü­ yük şeylerin in s a n lığ ın d a n düşüş başlam ıştır. Euripides dünya literatürüne, A n drom eda’daki Perseus aracılığıyla za rif kahra­ m an ve şövalye tiplem esini kazandırm ıştır. A ncak erkeklerin aşk acılarını işlem eye o d a cesaret edem em iştir. Tersine, er­ kekler garip bir biçim de soğuktur ve spor adam ının frijitliğini ince bir gözlem e dayanan m otiflerle veren H ippolytos’a varana kadar, elde edilm eye çalışılan taraftır. B unun dışında da kahra­ m anları edilgen olm aktan hoşlanırlar, hatta artık kahram an bile değil, Ibsen’deki gibi tipikleşm iş alelade insanlardır. Örneğin İason, korkak ahlakçılığı ve bencil anlayışsızlığıyla Puppenheim 'â a kı [Bebek Evi] H elm er’e (O restes'teki M enelaos) ben­ zer bir bakım a: A rt niyetli nam uslu adam , bir tür Konsül B ernick’tir, fakat am calık itibarını da korur; E llida W angel’i anım satan Phaidra, isteri üzerine bir çalışm adır; şairin, üzerinde en ufak bir oynam ada bulunulm asına im kân tanım ayacak kadar ustalıkla çizdiği M edeia figürü ise karanlık ve baş döndürücü derinliğine rağm en insanlar için kavranabilir olm aya devam eden H edda G abler’in izlerini taşır. Tıpkı Ibsen’inkiler gibi, E uripides’in en sıradan tiplem eleri bile ebedidir. O nlardan dü­ zinelerce olduğu halde, yine de sıradan değildirler, doğanın yaratıklarına benzerler: Çiçekler, ağaçlar, m idyeler ve böcekler, fabrikasyon da olsalar, gizem li bir şiirsellikle çevrilidirler. Bu­ nu nasıl başardıkları ise büyük şairlerin sırrıdır. E u ripides’in bir başka özelliği de, birilerinin onurunu kur­ tarm aya pek m eraklı oluşudur: Ö rneğin, K lytaim nestra’yı uslu bir ev kadını, H elen a’yı da vefalı bir eş yapar. Tam am en sofist­ çe bir yaklaşım dır bu: Zayıfı güçlü kılm ak. Fakat ne tuhaftır ki, H elena daha sonra O restes'te karşım ıza yine kurnaz ve kalpsiz bir yosm a olarak çıkar. H em sonra E u ripides’in de apayrı ka­ rakterlerde iki P haidra tiplem esi vardır, deyim yerindeyse, iki­ sini tercihe sunm uştur. Sophokles de ondan farklı davranm a­ mıştır: O dysseus A ia s’ta. b ir centilm en iken, P h ilo ktetes'tt bir nam ussuzdur; K reon K ral O idipus’Va nam uslu iken, Antig o n e ’de bir tirandır; A ntigone ise başkahram an olarak Oidipus K o lo n o s’ta 'dakine göre çok daha farklı bir karakterdir. Karakte-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

251

rin tutarlı olm asına gerek yoktur, çünkü zaten anlık yaşıyordur. Heykeltıraşın elinden çıkan çeşit çeşit A phroditeler misali Phaidraların da birbirine benzem esi gerekm ez. D enizden Gelen Kadın ve M im ar Solness’teki H ilde W angel’a bir bakalım: Her ikisinde de hem aynı figürdür hem de ruhen - b u iki eser arasında geçen süre k a d a r- yaşlanm ıştır. Fakat Y unan tragedyasının fi­ gürleri dram içinde gelişm ediği için dram dışında da gelişemez. E uripides’in ikide bir eleştirildiği deus ex m achina’ya gelin­ ce (ki Sophokles’in P hiloktetes’inde de görülür bu ve Hom ero s’ta adeta sürekli bir aksesuardır): Bu onun teknik açıdan ko­ laya kaçtığını ya da beceriksiz olduğum ) değil, aksine tiyatro m akinesini, bu m akineyi küçüm seyecek kadar büyük bir usta­ lıkla kullandığını gösterir. B u noktada Euripides, dram aturjik beklentilere gülüp geçtiği için başlangıçta kaba saba m elod­ ram larla karıştırılm ış olan S h aw ’u anım satır. A m a aynı zam an­ da bir tür havailik de vardır işin içinde, keza söylenin işlenişin­ de de aynı durum söz konusudur. Söylen tragedyanın dem irba­ şıydı, fakat E uripides onu daha o zam andan A ydınlanm a’nın gözleriyle gördüğü için burjuvalaştırm ıştı. Ibsen’in elindeki tek öznenin İncil m eselleri ve aziz efsaneleri olduğunu düşünün. D indarlık felsefede ayrışırdı. E u ripides’in söyleniyle sofizm arasındaki ilişki, W agner’in söyleniyle Darvvinizm arasındaki ilişkiye benzer: B u tanrıların hepsi de Protagoras okumuştur. E uripides’te artık yalnızca insanlar vardır. D erin karam sarlığı bu yüzdendir. Fakat sıcaklığı ve yakınlığı da bu yüzdendir. Y ü­ reğinin ve çağının en heyecanlı sorunları onun figürlerinde ete ve kem iğe bürünür. A ristoteles, tanrıların ne A iskhylos’un tunçtan şiddetini ne de S ophokles’in güm üş parıltısını bahşetti­ ği bu dertli taklitçiyi, belki de bu yüzden zpayiK önam ç, “içle­ rinde en trajik olanı” diye adlandırm ıştır. E uripides’in tragedyası aynı zam anda kom edya özellikleri Komedde taşır. Fakat bu özellikler öne çıkm akta zorlanır, çünkü ya H ellenlerin hiç mi hiç izlenim ci olm ayan gözü renk karışım la­ rını üslupsuzluk diye algılıyordu. Ö rneğin, bir Calderon ile bir Shakespeare’in trajik espri anlayışını ya da bir Ibsen ile bir Shaw ’un trajikom ik parıltısını antik tragedyada boşuna ararız. A hlaki yerginin tek m eskeni kom edyaydı. Bu sanat biçimini bugünkü kom edyayla kıyaslayıp akla töre kom edyasını, güldü­ rüyü ya da kaba kom edyayı getirm ek onu yanlış anlam am ıza


252

ANTİK Y U NAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

yol açar, çünkü günüm üz kom edyasıyla adından başka hiçbir ortak yanı yoktur. B eşinci yüzyıldaki “eski kom edya” basitçe bizdeki karikatür dergilerine karşılık gelir. O ynanan, şarkısı söylenen ve dans edilen bir hakarettir kom edya; amacı salt ken­ disi olan bir hakarettir ve en ufak bir hırs veya dram atik bir olay geliştirm ez, ne bir karakter yaratır ne de şiirsel bir düşün­ ceyi tem sil eder. D ahası, öyle alçakça, öyle şiddetli ve öyle iftira dolu bir hakarettir ki, hiçbir literatürde eşine rastlanm az. A nlayacağınız, Y unanlılar her alanda rekor kırıyorlardı. Kur­ banların nasıl olup da bütün bu hakaretleri kaldırabildikleri, H ellenlere özgü hastalık derecesindeki şöhret düşkünlüğüyle açıklanabilir ancak, zira herkesin önünde hakarete uğram ak bile başlı başına bir reklam dı. A sla norm al bir tiyatro etkisi yaratm a am acında olunm am ası, özellikle de, kom edyanın tüm illüzyon­ ları kasten yok etm eye çalışm asından bellidir: Seyirciler, yazar veya eski eserler oyuna dahil ediliyor, seyircinin arasında bulu­ nan ünlü kişilere gönderm e yapılıyor ya da buna benzer şeylerle sahne çerçevesinin dışına çıkılıyordu. Ö rneğin, Bulutlar' da haksız söz haklı söze şöyle der: “G ünüm üzde nam ussuz olmak utanç verici değil artık! Etrafına bir bak! N e görüyorsun? M arathon savaşçılarını mı yoksa nam ussuzları m ı?” - “N ere­ deyse sadece nam ussuzlar görüyorum ,” diye boynunu büker haklı söz, “yenildim !” B a rış'ta ise, Trygaios bokböceğinin sır­ tında göğe çıkarken şöyle haykırır: “ Sevgili m akineci, aman dikkat et de düşm eyeyim !” ; D ionysos H ades yolculuğunda zor durum a düştüğünde, onur koltuğunda oturan rahibinden kendisi için dua etm esini ister (tanrılara karşı nasıl davrandıklarının da bir kanıtıdır bu). K oronun m askeleri indirip seyirciye yazarın niyetini anlattığı ve akla gelebilecek her şey hakkında polem ik yaptığı şarkının (parabasis) sürekli dahil edilm esi, özel alana geçişti. R aim und’un tiyatrosunu kötüleyen N estroy gibi A ristophanes de E uripides’inkini kötüler: Bokböceğinin sırtın­ daki Trygaios, P egasus’u süren B ellerophontes’i alaya almak, B u lu tla r m ortalığın alevlere boğulm asıyla sona ermesi ise Troyalı K adınlar’m son sahnesiyle dalg a geçm ek içindir. B un­ lara bir de “kordaks” katılır, şüphesiz bir tür aşırı m üstehcen kankan. B u dansta yalnızca bacaklar değil, kol, gövde, kafa ve kıç da özel bir ritim le sallanırdı ki, kom edya şairinin görevle­ rinden biri de bu ritim leri bulm aktı.


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

253

Eserlerini yüzyılın ortasında kalem e alan K ratinos siyasi kom edyanın kurucusu ve kom edyanın A iskhylos’u olm akla tanınırdı. A deta D ionysosça bir esriklikle yazm ası övülürdü, nitekim öyle olsa gerek, çünkü rakipleri kendisini şaraba fazla düşkün olm akla suçlarlardı. 423 yılında B u lu tla r'ı gölgede bı­ rakan Şişe adlı son kom edyasında kendisiyle keyifli keyifli dal­ ga geçerek susuzluğunu savunur: K arısı K om edya ile sarhoşlu­ ğu ya da sert içkiyi sim geleyen sevgilisi M eth e’nin m utlaka anlaşm ası gerekm ektedir, zira “yalnızca su içen biri hiçbir şeyin hakkını verem ez”. D aum ier’nin L ouis P h ilip p e’in arm utkafasıyla, K ladd era d a tsch 'm da B ism arck’ın üç saç teliyle uğraş­ ması gibi, o da hiç üşenm eden P erik les’in soğan kafasıyla uğra­ şıp dururdu - K ratinos’un hicvi hakkında bildiklerim iz bundan öteye geçm ez. G enç m eslektaşı Eupolis, aşağı yukarı 425 yılın­ da şiirle uğraşm aya başlam ış, ancak daha 411 yılında bir deniz savaşında ölm üştür. D ili o kadar sivriym iş ki, güya A lkibiades onu intikam için denize atmış. D alkavuklar adlı eseri zengin K allias’ı; H erm afroditler “jeu n esse doree”nin efem ineleşm esini; P o le is'i [Kentler] de federal kentlerin söm ürülm esini eleş­ tiriyordu. B aşlangıçta A ristophanes’le birlikte çalışm ış, am a ortaklar arasında hep olageldiği gibi, daha sonra araları açılmış ve birbirlerini fikir hırsızlığıyla suçlam ışlardır. Kratinos, A ristophanes’in E upolis’in yanında topaldan farksız olduğunu söyler. B unu sırf gıcıklık olsun diye söylem ediği, A ristopha­ n es’in bu söz üzerine küplere binm iş olm asından değil (daha sonra A tlıla r’da K ratinos’u ayyaş ve yaşlı bir budala yerine koyarak intikam ını alm ıştır), eskilerin de E upolis’in en az A ristophanes kadar önem li olduğunu söylem elerinden bellidir. A ristophanes’e gelince: Sonraki dünyanın kendisine bu kadar değer verm esinin (ve de abartm asının) nedeni, günüm üze çok sayıda eseri ulaşan tek kom edya yazarı olm asıdır (toplam kırk eserinden on bir eser, yani E urip id es’inkiler gibi toplam eserle­ rinin yaklaşık dörtte biri). K anım ca K ratinos’un özgünlüğü da­ ha çarpıcı, E uripides’in sanatçılığı daha inceydi. A ristopha­ n e s’in kendi çağını eleştirm e biçim i, günüm üzde bir kom edya yazarından bekleyem eyeceğim iz kadar farklıydı. B izdeki hiciv hep “ilerlem eci” ve devrim ci iken, eski A tin a’da tepkici ve m u­ hafazakâr idi. G eçm işteki her şey iyi, yeniliklerse kötü addedi­ lirdi. A ristophanes’in eski m utlu zam anların altım çizip şimdiki


254

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

zam anı yerm e tarzı öyle sam im iyetsiz, öyle yapm acıktır ki, bizi ikna etm ekten çok uzaktır. K endi seyircisini ikna edip etmediği de şüpheli. H erhalde seyirciler onun polem ik taşkınlıklarına daha çok karnaval gürültüsü, kendi adilik ve kötülüklerinden arındıkları bir tü r “kom ik K atharsis” gözüyle bakıyorlardı. K lasisist önyargılara kapılm adan baktığım ızda diyebiliriz ki, A ristophanes dünya literatürünün gelm iş geçm iş en büyük ba­ sın avcısıydı. Pek çok hicivci gibi o da, tersine işleyen alam et­ lerle dolu bir darkafalı, korkak bir m uhbir ve ahlak hocalığına soyunm uş ahlaksız bir şahsiyetti. E serindeki şairane kısım ların genellikle m üthiş bir güzellikte olduğu sık sık (ve de haklı ola­ rak) söylenir. Z aten hicivci güçlü şahsiyetlerin aynı zam anda lirik yeteneklerle de donatılm ış olm asına sık sık rastlanır - her ne kadar bu iki özelliğin birbirini dışlayacağı düşünülse de. B unun m odern örnekleri, H einrich H eine ve Kari K raus’tur. ResK om edya büyük ressam ve heykeltıraşları rahat bırakm ıştır, sam lar am a bunun nedeni onlara saygı duym ası değil, onları adam ye­ rine koym am asıdır. “ S k e n o g ra f ’ A gatharkhos’tan daha önce de söz etm iştik: Sahne dekorları ve freskler yapardı, am a bu göz­ bağcılığı birçok insanın gözünde ancak cahillere layık onursuz bir sanattı. “G ölge ressam ı” A pollo d o ro s’tan da bahsetm iştik B u tanım da aşağılayıcı bir sıfattı ve onun buluşu olan “azalan ışık ve renk tonları” m uhafazakâr çevrelerde rezil bir aldatm aca gibi görülürdü; Platon bu buluşları sofizm le kıyaslar. Apollodoros’un bulduğu iki büyük yenilik daha vardır: Boyalan yum urta akı, kauçuk veya zam kla ya da incir balıyla karıştırıp çok daha parlak renkler elde etm ek suretiyle, sulu boya res­ sam lığının yerine tem pera tekniğini getirm iş, duvar resim leri yapm ak yerine alçıyla sıvanm ış ağaç tabletler üzerine resim ler yaparak m im ariden bağım sızlığım ilan etm iştir. Bunun yanı sıra eskiçağda özellikle de anıtlarda, tıraşlanm ış m erm er tabletler bulunur, fakat tuval hem en hem en hiç yoktur. A pollodoros’un kendisinin önem inin pekâlâ farkında olduğunu şu sözünden anlarız: “Ö teki ressam lar benim açtığım kapıdan giriyor.” Zeuksis A pollodoros’tan biraz daha gençtir. O sadece büyük ebatta sahneler resm ederdi. M itolojik olayları kısm en insanileştirdiği, kısm en de ja n r ressam lığına dönüştürdüğü söylenir, belki de A ristoteles onun bir ethos'u olduğunu bu yüzden red­ detm iştir. Lukianos, Z eu k sis’in sürekli yeni şeyler icat etm eye


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

255

çalıştığını söyler. Bu yanıyla E urip id es’i andırır. K adını resm e­ den ilk büyük ressam da yine odur. G örm ek isteyenlerden ücret talep ettiği çıplak H elena portresi hakkında, tek tek kadınların sahip olduğu tüm cazibeleri bünyesinde topladığı söylenir. N a­ sıl ki -N ie tz se h e ’nin d ey işiy le- E uripides tiyatro izleyicisini sahneye çıkarm ıştır, antik kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, Zeuksis de resim izleyicisini tuvale taşım ıştır. En büyük rakip­ leri, Parrhasios ve Tim anthes idi. P arrh asio s’un, O dysseus’un sahte cinnetini ve “A ttika D em osu”nu çizdiğini biliyoruz - son derece zorlu iki kom pozisyon, çünkü birinde ince zekâ ve sözde aptallık arasındaki tezat aynı yüzde yeniden verilecekti, diğe­ rindeyse, olm ayan biri çizilecekti. Parrhasios gibi birinin sıkıcı, klasisist bir alegoriyle yetindiğini düşünm em eliyiz; Parrhasios A tina halkının akıl ve yozluk, zehir ve bal karışım ı benzersiz ruhunu resm etm iş olsa gerek. Plinius Tim anthes hakkında şöyle der: “Eserlerinin en büyük özelliği, resim lerinde m evcut olan­ dan daha fazlasının görülm esidir,” bundan daha büyük bir övgü olam az. “İphigeneia’nın K urban E dilişi” adlı tablosunun doruk noktası, A gam em non’un üzeri örtülm üş gövdesiydi; bundan daha sanatsal bir yorum düşünülem ez. A ntikçağda kısm en bu sanatçıların dehşetli özgüveninden, kısm en de eserlerinin m uazzam etkisinden söz eden çok sayıda anekdot vardır: Zeuksis, paha biçilm ez olduğuna inandığı için resim lerinin tam am ını hediye etm iş ve adının altın harflerle işlendiği bir giysiyle O lym pia’da görünm üş. Ö lüm üne ise, yap­ tığı bir resim deki yaşlı bir kadına bakıp çatlayıncaya dek güle­ rek kendisi sebep olm uş. R ivayete göre Parrhasios, tacından sandaletinin bağlarına varıncaya kadar altınlarla bezenirm iş ve kendi otoportresine “Tanrı H erm es” adını verm iş. Z euksis’in “Ü züm Y iyen D elikanlı” resm iyle kuşları, Parrhasios’un bir perde resm iyle bizzat Z eu k sis’i yanılttığı o ünlü anekdotun z a rif bir de devam ı vardır: Z euksis bir m üddet düşündükten sonra yalnızca üzüm lerin iyi çizildiğini itiraf ederek, aslında kuşları resim deki delikanlının ürkütm esi gerektiğini söylemiş. A ntik resim lerin gerçeğe ne kadar benzediğine dair anlatılan harika öyküleri anım sadığım ızda, bu öykülerin de gerçeğe yaklaşm a konusunda yalnızca görece bir ilerlem ede bulunduk­ larını kabul etm eliyiz. Işık dünyasını gerçekten de yansıtm ış olam azlar ama. Paletleri daha parlak ve zengin olsa da, vurgu-


256

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİH!

lam a ve gölgelem e resim de değil de, daha çok plastikte, yani rö ly e f ressam lığında gerçekleşiyordu. Şüphesiz, figürleri Polygnotos’un figürleri gibi kesip çıkartm ak m üm kündü. Bu ressam lar E uripides’ten ne daha fazla gerçekçiydi ne de daha az. Savaş B eşinci yüzyılı özetleyen gözlem lerim izi burada noktalayaSonrası ıım Ve dördüncü yüzyıla bir göz atalım . Savaşlar hiç eksik olDönem m am ışsa da, bu dönem tam anlam ıyla bir savaş sonrası dönem ­ di, Y unan dehası bazı dallarda en parlak dönem ini daha yeni yeni yaşarken, bir yandan da yeniden çiçeğe duruyordu. K senophon büyük m ücadeleleri izleyen yılları akrisia, yani başıboş bir kaos dönem i diye niteler. G erçi Sparta hâkimiyeti ele geçirm işti, am a bir p o lis olduğu için, A tina gibi o da bunun üstesinden gelem em iş, gücünü kötüye kullanm ıştı. Birçok kente Sparta garnizonları yerleştirilm iş, başlarına da birer harmostos, genel vali tayin edilm işti. A yrıca, kendi çıkarları için Sparta’nın başındakileri destekleyen zenginlerin oligarşisi kurulm uştu her yerde. Yargı, on üyeden oluşan bir idare heyeti olan, kötü şöh­ retli d eka rkia’nın elindeydi; halkın her türlü yaşam ve m ülkiyet hakkı bütünüyle bu züm renin tasarrufundaydı. Y üksek aristok­ rat çevrelerde bile tasvip edilm eyen bir tür Jakoben hüküm ran­ lığıydı bu. G ünün adamı Lysandros idi. “A slan postu işe yara­ m ıyorsa, tilki kürküne bürünelim ” ve “O ğlanları zarla, erkekleri yem inle kandırırlar” gibi yaşam ilkeleri, ister bunları gerçekten dile getirm iş, isterse sadece düşünm üş olsun, onu isabetli bir biçim de karakterize eder. H ellen ırkının örtük ateizm i ve ahlak­ sızlığı L ysandros’ta insanı etkileyen bir vahşette patlak verir. Tanrılığını ilan eden ilk Y unanlı da oydu zaten: E phesos’ta, S am os’ta ve daha başka yörelerde onun adına kurbanlar adanı­ yordu. A lkibiades bile böylesi bir şeye kalkışm am ıştı. Fakat tanrılık gerekçesi m antıksız sayılm az: “T anrılar insansa eğer, o zam an insanlar da birer tanrıdır” ya da H ippokrates’in bir yazı­ sında dendiği gibi: “H er şey tanrısaldır ve her şey insanidir.” En vahim durum daki kent A tin a’ydı. “O tuzlar”ın başına ge­ çen K ritias öyle gaddar bir yönetim örneği sergiliyordu ki, ri­ vayete göre, bu yönetim e kurban giden A tinalı sayısı Peloponnesos savaşında ölenlerin sayısını kat kat aşm ıştı. Ilımlı aristokrasinin tem silcisi T heram enes (ki o da acım asız, fena bir adam dır) K ritias’a karşı çıktığında yargılanm adan idam edil-


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

257

miştir. A lkibiades’i katlettiren de m uhtem elen Kritias idi. Fakat göçm enlerin başındaki T hrasybulos A tin a’nın üzerine yürür; Kritias sokak kavgasında ölür, “O tu z la r’ın egem enliği bozulur ve A tina barış anlaşm asının üzerinden bir yıl sonra yeniden dem okrasiye kavuşur. Sparta kralı Pausanias, gerçekçi siyaset açısından anlaşılm ası zor soylu b ir hoşgörüyle, içişlerini yeni­ den düzenlem e konusunda A ttika cum huriyetini tam am en ser­ best bırakm ış, bu sayede yeniden güçlenm esine im kân tanım ış­ tır. G aliba işin içinde haşm etli L y sandros’a karşı rekabet de vardı, nitekim L ysandros’un konum u o andan itibaren sarsıl­ m aya başladı. G erçi devrilm em işti am a bencil ve zorba entri­ kaları işe yaram ıyordu artık. N ihayet 395 yılında Boiotialılarla girdiği savaşta öldü. O dönem de Lysandros ve A lkibiades çapında, hatta çok da- Dionyha keskin karakterde tiranlar S icilya’da da türem işti. Dionysios, sioslar adanın üçte ikisinden fazlasını elinde bulunduran can düşm anı K artaca’yla beşinci yüzyılın sonuna doğru girdiği savaşta Syrakusai krallığına yükselm işti. Fakat o kendisine kral dem ez­ di hiç, daha çok aTpaxr|YÖç aÛTOKpâtütp. yani yetkisi sınırsız başkom utan derdi; cum huriyetçi yönetim biçim ini de görüntüde korudu zaten. H âkim iyetini, toprak dağıttığı yoksullar, geri ça­ ğırdığı sürgünler, vatandaşlık hakkı tanıdığı yabancılar ve azad ettiği kölelerle, özellikle de C am panialılar, K eltler ve İberler gibi yabancı kökenli paralı askerlerden oluşan am a H ellen su­ bayların kom uta ettiği bir m uhafız kıtasıyla sağlam a almıştı. A skeri m onarşilerin çoğu gibi onun yönetim i de katı ve kuşku­ cu bir polis sistem iyle ve kurnaz olduğu kadar da baskıcı mali yöntem lerle iş görüyordu. Y ine de bu kuşkulu yöntem lerle çok iş başardı. Syrakusai onun elinde yalnızca Y unan dünyasının değil, antikçağın da en büyük kenti haline geldi: İm paratorluk Rom asm m bir buçuk misli büyüklüğündeydi ve surları 2.75 kilom etre daha genişletilm işti. Savunm ayı eşsiz bir güce ulaş­ tırm ak için devasa kaleler kurm akla kalm am ış, topçu sınıfını ve yepyeni iki savaş gem isi olan tetreres ile p e n te re s’i de icat et­ m iştir. B unlar birbirine bağlıdır. K ule ve toplar için daha güçlü ve daha büyük gem ilere ihtiyaç vardı, bu gem iler daha yavaş, daha hantaldı ve zor idare ediliyordu, am a taşım a ve direnm e kapasiteleri yüksekti. B öylece, tıpkı ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında benzer nedenlerden ötürü zırhlı fırkata ve mo-


258

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

nitörün icat edildiği gibi, büyük gem i ve zırhlı gem iler ortaya çıktı. T ekerlekler üzerinde hareket ettirilen çok katlı kuleler karada da kullanılıyordu. Ü st katlardan kurşun eriyiği dökülü­ yor, ok ve taş gülleler fırlatılıyor, alt katta ise dem ir başlıklı güçlü bir kalas olan koç, Kpıoç, yer alıyordu. H areket etmelerini sağlayan gücü esnek hayvan sinirleriyle elde ediyorlardı. Bun­ lar iki kalas arasına geriliyor ve uçları ters yönlere çevrildiğinde hayli büyük bir gerilim üretiyorlardı. B u burm a toplar 400 se­ nesi civarında Syrakusai’de icat edildi. A slında bizim barut toplarım ızdan farklı değillerdi, dik açılı ateş bile açabiliyorlar­ dı. Büyük İskender’in, hatta kısm en babasının kuşatm alarda kullandığı katapult, m ancınık, m erdiven, seyyar köprü, koçbaşı ve yürüyen kuleler Sicilya kökenli savaş araçlarının yalın birer taklidiydi ve Ege Y unanlıları bunlardan önce ateşli silah nedir bilm ezlerdi. Y edi yıllık silahlanm a ve altı yıllık savaşın ardından D ionysios K artacahları tam am en alt edem ese de, adanın altıda beşini dize getirm eyi başarır. K artaca’ya karşı girdiği ikinci bir savaşta K ronion’da kesin bir yenilgiye uğram ıştır, am a genel­ likle direnm eyi, hatta A şağı İtalya’da bir yer edinm eyi bile ba­ şarır. E gem enliğinin son yılları, otokratlara özgü insan korku­ su ve yalnızlık dışında huzur ve barış doluydu ve “D am okles’in K ılıcı”yla ölüm süz bir sem bole dönüştü, S chiller’in Biirgsch a ft’ıyla [G üvence], am a en çok da Philipp [Philippos] adlı eseriyle etkileyici bir kim lik kazandı. Platon bu tiranı ziyaret ettiğinde tiran m uhalifi bir rol oynam ak zorunda kaldı, zaten bu yüzden ölüm le burun buruna geldi. D ionysios altm ış üç yaşında öldüğünde, Sicilya H ellen dünyasının en güçlü devleti, Syrakusai de A kd en iz’in başkentiydi. Ö lüm nedeninin, A ti­ n a ’nın dram a yarışm ası a g o n ’da b ir zaferini kutlam ak üzere düzenlediği aşırıya kaçan içki şölenleri olduğu söylenir: İşin içinde biraz da hekim parm ağı olduğu ileri sürülen şiddetli bir ateşe kurban gitm iş. H er ne kadar pratik m izacından beklenm e­ se de gerçek bir şairdi ve tragedyalarında E uripides’e öykünürdü. K işiliği hakkında anlatılanlar onun zeki ve sıradışı, hatta aslında sevgi dolu bir insan olduğunu gösteriyor. Elbette o da diğer tiranlar gibi acım asız bir zorbaydı, am a dünya tarihinde Sicilya’yı K artaca kıskacından da ancak böylesi bir çelik irade kurtarabilirdi. O olm asaydı R om alılar tarih sahnesine daha geç


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

259

çıkarlardı belki de. Y unanlılar geleneksel tiran nefretleri nede­ niyle onun hatırasına biraz fazla k ara çalm ışlardır. Yaşiı Scipio, tarihi şahsiyetlerin en cesur ve en kararlısının D ionysios oldu­ ğunu söyler. Ö zetle, siyasi alandaki ilk H ellenist oydu. İskende­ riye dönem inin başına buyruk yöneticileri devlet yönetim inin en önem li noktalarında onun halefi ve ikizleridir. D ionysos ölünce yerine aynı adı taşıyan oğlu geçer - adeta bir veliaht gibi, hiçbir itirazla karşılaşm adan. Fakat asla babası kadar önem li ve etkin olam am ıştır. O rjiler, insanları m utlu etme hayalleri, m egalom ani ve felsefe arasında gidip gelen ölçüsüz bir dekadandı o. İktidarı süresince kayda değer tek olay, Pla­ tom un kendisini iki kez ziyaret etm iş olm asıdır. Platon, genç hüküm darla ve hüküm darın trajikom ik bir ideolog olan dayısı D ion’ia birlikte “ ideal devleti” gerçekleştirm ek istem iş, fakat çabaları elbette boşa çıkm ıştır. B öylece, Eduard Schw artz’ın, “ Siyaset profesör için fazla ağır, profesör de siyaset için fazla iyi” sözü bir kez daha kanıtlanm ıştır. Sonunda II. D ionysios Tim oleon tarafından devrilm iş ve bir “akıl hocası” olarak daha tehlikesiz ve dünya tarihi açısından daha önem siz bir tiranlık hayatı sürdürerek uzun süre K orinthos’ta yaşam ıştır. Peloponnesos savaşının hem en ardından doğuda da önemli Anagelişm eler yaşanır. Barış im zalandığı yıl II. Dareios ölür, basis D areios’a “N othos” (piç) lakabının takılm asından da anlaşıla­ cağı üzere Pers tahtının varislerinin yasadığı çoktan sarsılm ış­ tır. D areios’un yerine oğlu II. A rtakserkses geçer. A m a o iki kadın arasında, eşi Stateira^ile annesi Parysatis arasında kalmış bir korkaktır. A nnesinin bütün derdi, gözde oğlu K yros’u başa getirm ektir. Parlak bir kişilik olan ve pek çok bakım dan adaşı Büyük K yros’a benzeyen K yros, örnek bir biçim de yönettiği A nadolu’nun satrabı iken, bütün Y unanistan’dan paralı asker toplayıp kardeşini büyük bir saldırıyla devirm eye kalkışır, nite­ kim başarılı da olur. O rdularını en ufak bir direnişle karşılaş­ m adan Babil kapılarına kadar getirir ve 401 senesinde K unaksa m eydan savaşı başlar. C esur bir aptallıkla ön saflarda savaşan Kyros bir m ızrak darbesiyle ölünce, sayıca üstün olan Pers or­ dusunun alelacele oluşturulm uş sol kanadı zayıflar. Aklı başın­ da bir asker olan başkom utan K learkhos onu dikkatli olması için uyardığında, K y ro s’un şunları söylediği rivayet edilir: “Taht için savaştığım şu günde ona layık olm am am ı mı istiyor­


260

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

sun?” Savaş m eydanını liderleri düştükten sonra da savunan am a artık kim uğruna savaştıklarını bilm eden savaşm aya devam eden on bin Y unanlı askerin o m eşhur geri çekilişi, Ekim 4 0 1 ’den M art 400 senesine kadar sürm üş, sonunda Yunan or­ dusu K senophon’un önderliğinde K aradeniz kıyısındaki T rapezunt’a varm ıştır. K senophon’un bu konuda anlattıkları ciddiye alınabilir, çünkü dar ufkuna ve görüşlerinin sıradanlığın a rağm en T hukydides’in özelliklerine sahiptir, yani ne kendi­ sini ne de başkalarını aldatır. B ütün bu hadisenin en önemli yanı, Y unanlıların kraliyet sarayındaki ilişkilerin ne kadar yoz­ laşm ış, Pers ordusunun ne kadar çağdışı kalm ış olduğuna dair ilk defa net bir fikir edinebilm iş ve yurtlarına bu bilgiyle dön­ m üş olm alarıdır. İskender’in seferi ikinci ve daha talihli bir A nabasis idi. A m a eğer K yros düşm eseydi, im paratorluğunun iktidar araçlarını Y unanlıların silah gücü ve zekâsıyla birleşti­ rir, buna bir de kendi enerjisini ve örgütlenm e yeteneğini kata­ rak A kdeniz üzerinde hâkim iyet kurardı. K serkses’in savaşında olduğu gibi burada da gizem li bir ruh batı kültürünün kurtuluşu adına tarihe yön verm iştir. K yros ile ittifak kuran A nadolu Y unan kentleri, Artakserkses tarafından tehdit edildikleri için Sparta’dan yardım isterler, fakat Sparta bu kentleri panhellenist nedenlerden ziya­ de, kendi çıkarları için him aye eder. A m a bu arada anavatanda da siyasi bir gruplaşm a olm uştur. O ana kadar A tina’nın en acım asız rakibi olan Thebai, en büyük tehlikenin Sparta hege­ m onyası olduğunu fark ederek eslçi can düşm anıyla birleşir, K orinthos ve A rgos da bu birliğe katılm akta gecikm ez. Böyle­ ce, bir tarafta Peloponnesos B irliğ i’yle, diğer tarafta da Persler ve O rta Y unanistan’la savaşa girm ek zorunda kalınır. Fakat kim in tavrının daha haince olduğu bilinm iyor: Spartalılarm , Peloponnesos zaferini borçlu oldukları P erslere karşı tavrı mı, A tinalılarm , kendilerini şim diki m üttefikleri Thebai ile Korintho s’un elinden daha önce kurtarm ış olan S parta’ya karşı tavrı mı, yoksa bu kardeş kavgası yüzünden Persleri kendilerine gül­ düren H ellenlerin kendi aralarındaki tavrı mı? G erçekten de bu dokuz yıllık savaş yüce Pers kralının hakem lik ve garantörlüğü altında 386 yılında im zalanan “K ral B a rış f’yla sona erm iştir B una göre A n ad o lu ’daki koloniler kesin olarak Perslere bıra­ kılm ış, kalan Y unan kentleriyse özerk ilan edilm iş, başka bir


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

26 !

deyişle, güçsüzlüğe m ahkûm edilm işlerdi. B u durum haklı ola­ rak, I. N apolyon zam anında A lm anların durum uyla kıyaslanmıştır. Kral Barışı da gerçek bir barış değildi elbette ve rekabet Epameikavgaları gün geçtikçe kızışıyordu. Sürekli değişen federasyon nondas ve ittifakların, zafer ve m ağlubiyetlerin hüküm sürdüğü bir or­ tam da, T hebaililerin Spartalılarm yenilem ez olduğu efsanesine son verdiği Leuktra savaşı (371) tam bir kilom etre taşıdır. Thebai bu başarısını, “eğri savaş düzeni”nin mucidi Epam einond as’ın dehasına borçluydu. G eleneksel savaş düzeninde hoplit saflarının sağ kanadı hep daha saldırgan ve daha güçlü olan kanattı, çünkü m ızraklar gayri ihtiyari sağa çekerdi. İşte bu özelliğinden dolayı savaşın kaderini daim a sağ kanat belir­ liyordu. Sağ kanat düşm an ordusunun sol kanadını kırmayı ba­ şarm ışsa, düşm an ordusu kendiliğinden deliniyor ve savaşın sonucu belli oluyordu. E pam einondas basit, am a son derece parlak bir fikir geliştirdi ve sol kanadı kam a şeklinde derinleş­ tirm ek suretiyle daha güçlü hale getirdi. A m a bu sefer de, sağ kanadı kısaltm ak zorunda kaldığı için düşm an kanadının daha baskın çıkm a tehlikesi vardı. B u yüzden, kanadın her iki tarafı­ na da süvari birlikleri yerleştirdi. Sol kanat, adeta “rakibini ezip geçen bir kadırga gibi” (K senophon’un yerinde benzetm esi) öne ham le edebilirdi artık. A slına bakılırsa, “eğri savaş düzeni” tabiri biraz yanıltıcıdır, çünkü sağ kanadın daim a öne çıkması bakım ından geleneksel düzen de eğriydi. Fakat Epam einondas’ın düzeni, safların derinliğindeki eşitsizlikten dolayı daha da eğriydi. Ç ünkü onun savaş düzeninde ağırlık noktalarının yeri değiştirilm işti, bu yüzden buna “ters savaş düzeni” demeyi tercih edenler vardır. İmdi, bu parlak fikrin başarısının şaşırtm a anına bağlı olduğu, dolayısıyla sadece bir defa işe yarayacağı söylenebilir; am a gelin görün ki, aynı şey dokuz yıl sonra M antineia’da tekrarlandı. Peki neydi bunun nedeni? Spartalıların ağırkanlı m uhafazakârlığı m ı? Y oksa Boiotialılar ezelden beri iyi süvarilerken, Spartalılarm bu yeni taktiğe direnecek kadar iyi binici olm am ası m ıydı? Y oksa Epam einondas, ki bu daha m uhtem eldir, bir sistem e bağlı kalm ak yerine sürekli deği­ şiklik yaparak şaşırtm asını bilen askeri bir dâhi m iydi? Çünkü onun savaş düzeninin en önem li tarafı, “tersinelik” değil, yeni bir anlam daki “eğrilik” idi, yani o zam ana kadar cepheden sal-


262

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

dırm ak olağanken, Epam einondas vurucu darbeyi bir noktada yoğunlaştırm ıştır. Ö zetle bu, paralel savaştan kanat savaşına geçiş çığır açan bir gelişm e dem ekti. H ücum kanadı ezici bir üstünlükle saldırıya geçiyor, savunm a kanadı ise sonraki saldı­ rılarla düşm anı kuşatıp zaferi garantilem ek üzere ilk etapta kasten geride duruyordu. Eski savaş düzeninin gerçek anlam da bir kanat savaşm a im kân tanım adığı kesin, çünkü sol kanadın nizam i bir biçim de savunm ada kalm ası bile kendi özgür irade­ siyle değil, zorunlu ve m ekanik olarak, adeta yerçekim i yasası­ na boyun eğer gibi gerçekleşirdi. H em sonra “eğri savaş düzeni”nde hücum kanadı illa sol kanat olm alıdır diye bir kural da yoktur, aksine saldırı herhangi bir noktada odaklanabilir, yeter ki şaşırtıcı ve ezici olsun. A rşim et itm esini bulm ak ise kom u­ tanın hıziı düşünm e ve güçlü içgüdü karışım ı dehasına kalmış bir şeydir. İlk etapta tem astan kaçm an o “ itici” kanat da bu ara­ da ihtiyat görevini üstlenir ki, bunun m ucidi gerçekten de E pam einondas’tır. İhtiyat, kanat operasyonu, kanat değiştirm e ve kuşatm a benzeri kavram lar bir yığın düşüncedir. Bu neden­ le, P lato n ’un çağdaşı olan bu zatın başlangıçta siyaset ve stra­ tejiyle değil, sanat ve felsefeyle ilgilendiğini öğrendiğim izde şaşırm ayız. K om utanlık sanatı da bir düşünce dünyasıdır. Tinin her eylem i felsefedir. E pam einondas, L euktra’daki felaketin ardından, tıpkı İngil­ tere gibi topraklarında hiç düşm an yüzü görm em iş olan L akonia’ya girdi. Fakat Sparta savunm adayken bile alt edile­ medi. K ent surlarla çevrili olm adığı halde, Epam einondas kenti bir türlü ele geçirem edi. B unun üzerine M essenia’ya gitti ve heilotes denen Spartalı köleleri kurtardı, ki bundan böyle İthom e dağının eteklerine kurulm uş başkentleriyle bağım sız bir devlet oldular. S parta’nın yiyebileceği en korkunç darbeydi bu: H egem onyası artık tam am en yıkılm ıştı. E pam einondas, Heilas üzerinde bir Thebai egem enliği kurm ak üzere ileriye dönük planlar yaptı. D işe dokunur tek rakibi, eski gücüne yeniden ka­ vuşm uş ve yeni bir deniz ittifakı kurm uş olan A tina’dır. Boiotialılar bir deniz savaşıyla başa çıkam ayacakları için E pam einondas Perslerle tem asa geçer. Fakat daha 362 yılında, M antineia’daki savaşta ölünce Thebai de gerisin geri arkaplana itiiir. B ütün bunlar dâhiyane bir başrol oyuncusuyla başlayıp on yıl bile sürm eden biten bir epizottu. B ir siyasetçi olarak


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

263

Epam einondas A tinalı ve Spartalı öncülerinin ne üzerinde ne de altındaydı. H er ne kadar geç dönem rom antizm i onu bir “kurta­ rıcı” diye yüceltm işse de, ötekiler gibi o da kendisini panhellenist olarak görm ez, bizzat kendi p o lis ’inin yüksek diktasından başkasını tanım azdı. H ellenin düşünm e ve yaşam a biçim i agon idi, alt etm e ve “önde olm a” . E şitlik ve birlik, Y unanlılara özgü kavram lar değildir ve evrensel oldukları an Y unan tarihi de sona erm iştir. B u sona ulaşılm asına az kalm ıştı. Ciddi bir öne­ me sahip yegâne iki güç, Siciiya ve Sparta, yerde baygın yatı­ yordu. D oğuda ve batıda çözülm eler başlam ıştı. Buna karşılık, beşinci ve dördüncü yüzyıllarda Rom a devleti ağır ağır da olsa giderek güçlenir. K rallığın devrilip yerine iki konsülün getirilm esinin ardından patricii ile plebes arasında ortaya çıkan toplum sal çatışm alar tribunatus m akam ının kurulm asına yol açtı. Tribunus kutsal ve dokunulm azdır, kendisi­ ne bağlı clientes konum undaki p le b e s’in patrorıus’u (koruyucu­ su) gibidir; gerek bir R om a m em urunun her türlü eylem ini ge­ çersiz kılabildiği veto hakkıyla, gerekse her an toplantıya ça­ ğırm a yetkisiyle daimi bir devrim niteliğindedir, am a aynı za­ m anda yasallaşm ış, sağı solu kırpılm ış bir devrim niteliği de taşır. Beşinci yüzyılın ortalarına doğru, on kişilik bir kom isyon (decem viri) kent yasalarını saptam ak ve bunları on iki bronz tablete yazm akla görevlendirilir. A rdından plebes, patricii ile evlenebilm e hakkını - O n İki Levha K anunları’na göre bu ya­ sa k tı- elde ederler. Fakat konsüllük m akam larından birine düzenii olarak sahip olm aları bir asır daha sürecektir. B ununla beraber, olaylar hâlâ söylenin sisiyle kaplıdır. Y ine de, hayal meyal bildiğim iz bu kişilerde insanı etkileyen ve ruha işleyen bir şeyler vardır: Elini ateşe sokan M ucius Seaevola, Tiber nehrinin üzerinde atıyla duran C loelia, köprüyü tek başına sa­ vunan H oratius C ocles, diktatörlüğe seçildiğini m üjdelem ek için gelenlerin kendisini tarlada çalışırken bulduğu Cincinnatus, iğfal edildiği için kendisini ölüm ün kollarına bırakan Lucretia. Bütün bu kişiler eski aziz tasvirleri gibidir, kabaca yontulm uş­ lardır am a yine de bir büyüyle çevrilidirler. B azen de gerçekler yüzeye çıkar. Ö rneğin, geç dönem deki efsanenin nedense ulusal kahram an ilan ettiği C oriolanus, yurdunu önce V olsclara sat­ mış, sonra da bunlara ihanet etm iş olan nam ussuzun tekidir. Patricius M enenius A grip p a’nm , p le b s ’leri nasıl yatıştırdığına

Romahlarııı

t?rtaça S1


264

ANTİK YUNAN TN KÜLTÜR TARİHİ

dair ünlü hikâye de safdil bir açıkyürekliliğe sahiptir: Kendi sınıfını m ideye benzetir; m ide gibi sınıfının da tek yaptığı ye­ m ek ve sindirm ektir, am a yine de elzem dir işte - sınıfını kalbe, beyne ya da en azından akciğere benzetm ek aklının ucundan bile geçm em iştir. G enel olarak, R om a iç siyasetinin Y unan iç siyasetine oranla çok daha ucuz ve kurnaz olduğunu söyleyebi­ liriz: O ligarşi terörü ya da m egalom anyak dem okrasi olmadığı gibi, haklardan m ahrum p e rio ik o s’lar, köleleştirilm iş heilot'Yar, kam em ilm iş federal kentler de yoktu. Bu sayede hem siyasi hem de askeri açıdan halkın gücünden, kişi, parti ya da bir kent tiranlığı dışında başka bir yönetim biçim i geliştirem eyen Hellen p o lis’lerine göre çok daha fazla yararlanabilm iştir. Keltler R om a ortaçağının dış siyasetindeki en önemli olay, 390 (ya da 384) tarihli G alya istilasıdır. Y unanlıların K skıoı (Keltler) ya da F a M ıa ı (G alatlar) dediği bu büyük kavim 400 civarında “ K elt G öçü” denen göçü başlatm ış, A lm anya ve Fransa’dan başlayarak İspanya, İngiltere ve Y ukarı İtalya’ya sel gibi ak­ m ıştır. Torunları İrlandalIlardır; dillerine İngilizcede halen daha G alce denir. Keltler, tam bir çoban m illetti ve toprağı işlemeyi özgür bir erkeğe yakıştırm azlardı. Po düzlüklerindeki zengin m eşe orm anlarında bol m iktarda dom uz yetiştirirlerdi. Farklı görünüşleri A kdeniz halklarına tekinsiz ve korkutucu gelirdi. R om alılar bıyıklarını hep tıraş ederken, K eltler gür ve uzun bir bıyık bırakırdı; uzun kızıl saçları om uzlarına dökülür, boyunla­ rını kaim bir altın halkayla, atlarım ise öldürdükleri düşm anın kellesiyle süslerlerdi. B elden üstü çıplak gezer, koruyucu zırh kullanm azlardı. A yrıca, savaş yöntem lerine, hatta ok ve m ızra­ ğa bile tenezzül etm ezlerdi; etkisini saldırı anındaki barbarca coşkularıyla gösteren, alışılm adık olduğu kadar da vahşi bir savaşm a tarzları vardı. G üçlerini tam da bu ilkellikten alıyor­ lardı ve düzenli ordularla çarpışm aya girdiklerinde yine bu il­ kellik sayesinde, Fransız devrim orduları kadar karşı konulm az bir rakip kesiliyorlardı; başlangıçta Fransız devrim orduları da kitle, çığlık ve saldırı taktiğinden başka bir taktik uygulam az, disiplinli düşm an ordularının akıllı m anevralarını basitçe ezip geçerlerdi. K eitlerde m ilitarist ruh R om alılara göre daha fazla gelişm işti, hatta yaşam larının tek anlam ı savaştı. A yrıca, C ato ’nun nitelem esine göre, ikinci bir tutkuları daha vardı: argute loqui (nükteli konuşm ak). M om m sen bu enfes ifadeyi


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

265

espri sözcüğüyle karşılar. Espri, İngilizlerde bulunm ayan bir özelliktir ve A nglosakson literatürde espriyle karşılaşıldığında, işin içinde hem en her zam an bir İrlandalI vardır. Belki Fransız esprisi bile K elt kökenlidir. G alyalıların, R om alılıkla ilgisi ol­ m ayan böbürlenm e hevesleri de R om an halklara özgüdür (daha fazla caka satabilm ek için savaşta aldıkları yaraları iyice deşip büyüttükleri söylenir); eskiçağda bilinm eyen düello âdeti de onlara aitti. G eniş bir düş gücüne sahip olduklarını m itolojik ve tarihi kahram anların, sihirli boğa ve dom uzların, geyik ve yı­ lanların cirit attığı, renkli olaylarla örülü zengin efsanelerinden anlarız. T anrılarının neredeyse tam am ı doğa tanrılarıydı: A ğaç ve tepelerin, nehir ve yıldızların tanrıları. Son derece kutsal sayılan m eşe ağacı bütün orm anlarda ilahlaştırılıyor, gövdesi kurbanların kanıyla boyanıyordu. H ayvanlar kefaret, korunm a ve şükran için kurban ediliyordu, am a en etkili kurbanın insan kurbanı olduğuna inanıyorlardı, özellikle de savaştan önce. Asiına bakılırsa, zam an zam an din adına yam yam lık yaşanm ışa benziyor. Y az gündönüm ünde şükran ateşleri yakılır, ateşin üzerinden atlanırdı. D ru id dedikleri rahipler, devleti bile idare eden çok güçlii bir züm reydi. D ru, “ço k ” dem ektir, uid ise, “görm ek” : D em ek ki rahipler, çok iyi görebilen insanlardı, yani birer kâhin. B unlar yağm ur duasına da çıkar, hekim lik de ya­ parlardı. Sihirli sözleriyle insanları dönüştürdüklerine, görün­ m ez kıldıklarına, ölüleri diriltebildiklerine inanılırdı. Çok kap­ sam lı gizli öğretileri yazıya dökülm ez, sözlü olarak aktardırdı. Bunların dışında bir de kâhin sınıfı vardı: Uâtis (Latincede de aynen böyle geçer). U âtis bulutlara, barsaklara, kuş seslerine, hayvanların uçuş ve yürüyüşlerine, ateşin dum anına bakarak kehanette bulunurdu. Ö len savaşçılar, yüzleri düşm an bölgesine dönük, tüm askeri donanım larıyla birlikte bir odun yığınında yakılırlardı; hatta sevdiği her şey, caniılar bile onunla birlikte yakılırdı. K eltler, ölüm den sonra m addi bir yaşam a inanırlardı, ister yeni bir bedende isterse de tanrıların uygun gördüğü aynı bedende. Ö bür dünyada geri ödem ek üzere birbirlerine ödünç para verdikleri bile olurdu. Rom alılar kentte karargâh kurm ak yerine, G alyalıların üze­ rine yürüm ek gibi bir hata yaptılar. A llia nehrinde, Rom alıların feci yenilgisiyle son bulan bir savaş cereyan etti. 18 Tem m uz günü sonraki dönem de bile dies ater (uğursuz gün) diye anılır.


266

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİH!

Fakat m üstahkem m evkiler de savunulm am ış, düşm an param ­ parça ettiği R om a ordusunun direnişiyle karşılaşm adan ortalığı yakıp yağm alam ıştı. R om alılar kadınlarla çocukları son anda kom şu kentlere götürüp koruyabildiler. Fakat C apitolium ’daki birlikler hâlâ duruyordu ve hezim ete uğrayan birlikler de V eii’de yeniden toplanm aya başlam ıştı, B öylece, R om a’yı sü­ rekli m esken edinm eyi asla düşünm em iş olan galip taraf, beş yüz kilo altından oluşan bir fidye karşılığında kenti terk etmeye razı oldu. K orkunç bir epizottur bu, am a yalnızca bir epizottur işte. Sürekli bir tehdit oluşturan G alya istilasının en önemli so­ nuçlarından biri de R om a, Sam nit ve C am pania birliğidir, bu­ nun sonucunda Latin birliği O rta İtaly a’nın büyük bölüm üne hâkim olm uştur. MakeTarihte çok daha önem li bir rol oynayan bir başka kuzeyli donyalı- barbar kavim daha vardır: M akedonyalIlar. Fakat bunları barlar bardan saym ak ne kadar doğrudur, bilinm ez. M akedonya ism i­ nin kökeni paKeSvöç’dur ve epik dilde paKpöç büyük, yüce an­ lam ına gelir. Flellenler M akedonyalIlara ısrarla barbar derken onların kültür seviyesini kastediyorlardı, zaten onlar katışıksız birer H ellen olan A itolialıları da barbar olarak görürlerdi. Fakat M akedonyalIların dam arlarında biraz T rakya kanı da dolaşıyor­ du. D illerinden geriye yalnızca kırıntılar kalm ıştır, çünkü yazı dilleri Y unancaydı, hatta anıt ve resmi belgelerde bile; ayrıca Philippos’un kalem odasında yazılan diplom atik notların ince üslubu pek övülürdü. M uhtem elen M akedon dili H ellenlerin kaba bulduğu bir Y unan lehçesiydi. N efesli ünsüzler, bunlara karşılık gelen nefessiz ünsüzler gibi telaffuz edilirdi, örneğin theta, delta gibi, p h i de beta gibi. Y alnızca İskender (Aleksandros) ve P hilippos’un değil, ünlü olan M akedonyalIların hepsinin, ünlü olm ayanların, zam an zam an adı geçen subayla­ rın, askerlerin, elçilerin, ulakların ve zevcelerin hem en hepsinin adı Y unan adıydı. M uhtem elen bütün bunların yanıtı, M ake­ donyalIların, H ellenlerin kuzeydeki topraklarda kalan ataları olduğudur. D iğer Y unanlıların yoğunluk ve hız bakım ından tarihte eşsiz olan gelişim sürecinde yer alm ak yerine, pek çok konuda eski geleneği korudukları için geri kalm ışlardı. M iken tarzında güçlü ve savaşçı bir krallık yalnızca M akedonyalIlarda yaşam aya devam etm işti; A khilleus’ıın etrafındaki yoldaşlardan kurulu bir m uhafız kıtası, H om eros’taki gibi bir siyasi organ,


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

267

vb. Ç oğunlukla özgür köylülerden oluşan az sayıdaki nüfus henüz kent kavram ına yabancıydı. 413 yılında tahta çıkan Kral A rkhelaos ilk kez yollar ve kaleler inşa ettirdi, orduyu ıslah etti, spor m üsabakaları düzenledi ve aralarında kraliyet sarayını fresklerle süsleyen Zeuksis ve kraliyet sarayında vefat eden E uripides’in de bulunduğu Y unanlı sanatçıları sarayına davet etti. Sokrates’i bile çağırdı; Sokrates bu vesileyle iyi birkaç esp­ ri yapm ış olsa gerek. Sokrates’le aynı yıl öldürülen Arkhelaos’un yerine, kırk yıl süren taht kavgalarının ardından Phiiippos geçti. D roysen, pek yerinde bir ifadeyle Philippos hakkında şöyle Philipder: “O nun kişiliği, bir kişiliğe değil, am açlara sahip olm aktır.” pos O laylara hâkim olan, içyüzünü gören, her şeyi kavrayan ve hizm etini esirgem eyen Philippos Y unanlılıkla hiçbir ilgisi bu­ lunm ayan bin gözlü eylem adam ı tipinin som ut örneğidir. Y u­ nan düşlem i ideaların evreninden ayrılm azken, onunki hep ger­ çeklerle iç içedir. Fakat norm al ölçülerin kat kat üzerindeki is­ tem e ve başarm a yeteneği bir yana, görünüşü itibariyle bile sıradışıdır: Tek gözlüdür ve bunu defne tacıyla gizlem eye çalı­ şır; kaslı, fakat tıknazdır; toplum sal ilişkilerinde N apolyon’u çağrıştıran şeytani bir am iyaneliğe sahiptir, şam atacı ve zekidir, ayrıca kültür ve sanattan anlam adığı söylenem ez, zira hem oğ­ luna öğretm en olarak A ristoteles’i seçm iş hem de A pelles’i P ella’daki sarayına davet etm iştir. Savaş tarihindeki yeri ve önem iyle G ustav A d o lf u hatırlatır, nitekim o da başarısını şu üç olguya borçluydu: G erçek bir ulusal orduya sahip olm ak, bu orduyu m onarşiyle, üstelik ender görülen bir kom utanlık deha­ sıyla idare etm ek ve süvari birliklerini asıl silah haline getir­ mek. M akedonya ile T esalya’nın süvari birlikleri benzerlerin­ den hem sayıca üstündü hem de daha nitelikliydi ve salt bir destek kıtası olm aktan çıkarılm ış, ilk kez taktik organ haline getirilm işti. Philippos hareketli süvari birliğinin hücum gücüyle ağır zırhlı piyade alayının savunm a gücünü birleştirerek ulaştığı bu yepyeni yöntem le h er iki kanadın denetim ini de aynı anda sağlam a alm ıştır ki, attığı bu adım la E pam einondas’ı da geride bırakm ıştır. Süvari birliğinin kendisine sağladığı bir başka yarar da, düşm anı sonuna kadar kovalayıp zaferi bütünüyle kendi lehine çevirm esini olanaklı kılm asıdır. B öylece Philippos yok etm e stratejisinin de mucidi olm uştur. M evsim e ve gece çöken


268

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

karanlığa aldırm adan harekâta devam etm esi, m akineyi savaş aracı olarak kullanm ası, sözde geri çekilm e, gizlenm e, sürpriz saldırı ve ansızın çark etm e kabilinden m anevralarda inanıim az derecede ustalaşm ış olm ası Y unaniıları şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklüyordu. Phiiippos toprak soylularını yakın çevresine katarak onları saray soylularına çevirdi. K im ini hetairoi (arkadaşlar) ve p h ilo i’nm (dostlar) m uhafızı, kim ini refakatçi ve arkadaş, kim i­ ni de sofrada kendisine hizm et eden, yatağını hazırlayıp gece başında nöbet tutan bir hizm etli ordusuna dönüştürdü - bu ya­ nıyla XIV. L o u is’yi çağrıştırır. E debiyatın çoktandır m uştuladı­ ğı m onarşiye artık H ellas da hazırdır. Ö rneğin, K senophon’un, K yros’un gençliğiyle ilgili m onarşist tezli rom anının büyük bir okur kitlesi vardır, her ne kadar B elo ch ’un tabiriyle, “itici dere­ cede cansıkıcı” olsa da: U zm an kişinin önyargıdan uzak kale­ m inden çıktığında insanı iki misli rahatlatan bir eleştiri. W ilam ow itz K senophon’u düpedüz “em ekli binbaşı” diye ni­ teler. G erçekten de K senophon ancak çiftçi, at terbiyecisi ve kıdem li subay oim ası nedeniyle okunm aya değerdir; siyaseti ve felsefesi de entelektüel geyik m uhabbetinden öteye geçmez. K endisi P hilippos’un yalnızca ilk zam anlarına tanık oldu, ama İsokrates onda, birleşm iş H ellenlere, can düşm anlarına karşı yürütecekleri savaşta önderlik edecek yeni bir A gam em non görm üştü; onun için (m uhtem elen Phiiippos için de) en önemli h e d e f A n ad o lu ’yu K ızılırm ak ’a, kadar fethetm ekti. H enüz Eg e ’ye özgü bir düşüncedir bu. İskender’in ordusunun yaratıcısı ve tüm zam anların en büyük stratejlerinden biri olan Philip­ p o s’un eğer öm rü yetseydi, Persleri m utlaka yenerdi. A m a o zam an da İskender’in em peryalizm ine -b elli ki böyle bir şey ona çok u z a k tı- katılm ak zorunda kalm az m ıydı, diye sormadan edem iyor insan. Parm enion ile A ntipatros İskender’in seferleri başladığından beri Fırat nehrinde durm ak ve batılı bir siyaset gütm ekten yanadırlar. O nlar P h ilip p o s’un en gözde iki kom u­ tanıydı, hatta A ntipatros çok yetenekli bir devlet adam ıydı, fa­ kat uzakgörüşlülük ve çabuk karar verm e konusunda ikisi de krallarının ayarında değildi. K ısacası, net bir karara varm ak hayli güç. Phiiippos A iskhines’i de öyle altınla filan kazanm am ış, ki­ şiliğinin büyüsü ve ruhunun gücü sayesinde bu m uhalifi önce-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

269

den kendine taraftar kılm ıştır. D elp h o i’nin daim a yurtsever ol­ m asalar da hem en her zam an bilge ve uzakgörüşlü olan rahiple­ ri de ondan yanaydılar; D em osthenes bundan duyduğu rahat­ sızlığı şaka yollu “Pythia da P hilipposçu,” diyerek dile getir­ m iştir. Fakat nasıl ki G üney A lm anya bölgecileri P rusya’nın hegem onyası altına girm ektense F ran sa’ya dayanm ayı tercih etm işlerdir -fa k a t tıpkı A tinalılar gibi onların da asıl derdi ken­ di hegem onyalarını k u rm ak tı-, D em osthenes de Perslerle panhellenist bir ittifaka girip P hilippos’a karşı m ücadele etmeyi hepsine yeğlerdi. D em osthenes’in A tina siyasetinin eski liderle­ rinden tem el farkı şuydu: O nlar öncelikle birer stratejdi, D em osthenes ise askeri açıdan tam bir cahil, siyasi açıdan da bir çaylaktı. Tarihin gücü, dönem in ruhu ve çağın değişim i ko­ nusunda en ufak bir fikre bile sahip değilken, “barbar” ve “m a­ ceracı” gibi yakıştırm alarla Philippos gibi bir şahsiyeti safdışı bırakabileceğini sanıyordu. Siyaset adam ını siyaset adam ı ya­ pan m eziyet, yani olguları herkesten önce görebilm ek ve kavra­ yabilm ek için bu olgulara ayak uydurabilm e yeteneği, tüm dün­ yayı salt retorik bir sorun gibi gören bu doktrincide inanılm az derecede eksikti. Philippos süratli, fakat tem kinli adım larla ilerleyerek hare- Khairokât üssü olarak, paha biçilm ez at rezervleriyle önce T esalya’yı, neia sonra da sırf konum ları itibariyle bile tartışm asız bir önem e, zengin orm anlara ve m adenlere sahip T rakya’nın sahil kentleri­ ni ele geçirir. 338 güzünde A tina-T hebai m üttefik orduları M a­ kedonyalIların üstün disiplinine ve taktik gücüne yenik düşer. Savaşın kaderini İskender’in, T hebaililerin yenilm ez diye bili­ nen “kutsal ordusu”na karşı başlattığı süvari akm ları beiirler. K haironeia’da E pam einondas E pam einondas’ı yenm iştir diye­ biliriz. Savaş sanatı tarihinde sık rastlanan bir olaydır bu: B ü­ yük bir şahsiyet basit, am a yeni bir yöntem bulur ve bu yön­ tem le başarıdan başarıya koşar; sonra bu yenilik zam anla ru­ tinleşir ve nihayet akıl ve özgürlükle ona hükm edecek birinin eline geçer. II. F riedrich’in taktikleri N apolyon savaşlarında, N apolyon’un taktikleri de K öniggrâtz’te işte böyle fiyaskoyla sonuçlanm ıştı, çünkü “K ral K u ralları” diye bir şey yoktur, sa­ dece kural koyan krallar vardır. PrusyalIların K öniggrâtz’den sonra yaptığı gibi Philippos da dostluğunu kazanm ak istediği m ağlup düşm anını savaşın ardın-


270

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

dan -alışk an lığ ın ın a k sin e - takip etm ekten vazgeçm iş ve B ism arck gibi o da m ağlubiyetin ağırlığı karşısında h afif kalan şartlar öne sürm üştür: A tina, planlanan panhellenist birliğe ka­ tılm ası koşuluyla fidye bile ödem eden esirlerine ve özgürlüğü­ ne kavuşur. A tina bu hoşgörüden öyle etkilenir ve öyle m em ­ nun kalır ki, D em osthenesçe olm ayan bir davranış sergileyerek, Philippos ve İskender’e onursal vatandaşlık haklarını verir. P hilippos’un 337 yılında hayata geçirdiği “K orinthos B irliği” Sparta hariç tüm H ellen devletlerini kapsıyordu. İç işlerinde özerk olan bu devletler barış içinde yaşam ak ve aralarındaki anlaşm azlıkları “synhedrion”a, yani K orinthos’taki parlam en­ toya taşım ak ve ortak harekâtların em rine asker verm ekle yü­ küm lü kılınm ışlardı. B irliğin başkanı, “synhedrion”un başı ve H ellenlerin başkom utanı, yönetici ya da “hegem on” unvanına sahip P hilippos’tu; başına buyruk bir stratej olarak Perslere kar­ şı savaşın idaresinin tam yetkisi de yine ondaydı. Kısacası, Y u­ nan kentleri dış siyasette ve askeri konularda kendi kaderini tayin etm e hakkından ödün verm işlerdi. N e var ki, Philippos hazırlıkların son sürat devam ettiği 336 yazında, hayatının zir­ vesinde fakat yolun yarısındayken, soylu korum alarından biri tarafından özel bir m eseleden ötürü intikam için öldürüldü. Bu olay, o tarihten yirm i yıl önce, İskender’in doğduğu yılda E phesos’taki tapınakta gerçekleşen olayla karşılaştırılabilir, ancak bu olayın faili H erostratos kadar ünlü olam am ıştır. Oysa IV. H enry’nin katili R availlac’ı, L in co ln ’ün k atili,B o o th ’u bü­ tün dünya bilir, Cassius ile B rutus’un adını anm aya bile gerek yok. Fakat K erastos’un oğlu O restisli Pausanias’ın adını nere­ deyse hiç kim se bilmez. İskenBu suikastta büyük bir ihtim alle parm ağı olanlardan biri de d e r’in P hilippos’un eşi ve İskender’in annesi O lym pîas idi. Üstüne Sırrı ikinci bir m eşru eş alan krala karşı intikam yem ini etm işti, za­ ten hırs ve karanlık olaylarla örülü hayat hikâyesi, bu işte de parm ağının olabileceği şüphesini güçlendirir. Olym pias, M olossos kralının kızıydı, yani gizem li ve vahşi kültlere bağlı bir barbardı. Ilımlı Plutarkhos bile onu “ateşli ve öfkeli” diye niteler. O nun sayesinde oğlunun kişiliğine eşsiz bir öğe geç­ m iştir; bu öğe babasının kişilik özellikleriyle de birleşerek öyle bir şahsiyet m eydana getirm iştir ki, böylesini ancak efsaneler­ den biliriz. İskender’le birlikte batı tarihine Y unanlı olmayan


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

27 1

bir ruh girer, başka bir deyişle, yeni bir Y unan ruhu evresi baş­ lar: Y unan rom antizm i. İskender’in, örneğin H erodotos’un za­ rarsız m erakından çok farklı bir tutkuyla beslenen Şark hayran­ lığı, aslında dünyanın sonuna kadar ulaşm ak isteyen sınırsızlık m erakı, kozm opolitliği, dehanın m utlak gücüne olan inancı, A khilleus, H erakleitos ve D ionysos’Ia benzerliği, yani düşm ana dostça, kadınlara çok z a rif davranm ası, işte bütün bunlar ro­ m antiktir. İskender bir şövalyedir ve tem el p a th o s’u özlemdir. Dış görünüşündeki önem siz ayrıntılar bile yepyeni bir insanı m üjdeler, örneğin halktan farklı oiarak sakalsız olması. Caesar, A ugustus, N apolyon ve M ussolini’yi ancak tıraşsız düşünebili­ riz. İskender m odern teknolojinin em rindeki araçlarla bile tek­ rarlanam ayan ve savaşlarda elde ettiği zaferlerden çok daha fazla hayranlık uyandırm ış olan m üthiş bir perform ans sergile­ miştir. Türkistan, A fganistan ve B eluçistan’a, sıcaktan kavrulan çöller, azgın nehirler ve karlarla kaplı dağlar üzerinden P encap ’a düzenlediği seferleri bir düşünün. Y ine de, hatta belki de sırf bu yüzden, hep bir düş gezgini gibiydi. Y abancı bir gü­ cün etkisi altındaym ış gibi hareket ediyordu, iradesizce, am a doğru yönlendirilerek. Bu yüzden savaşlarda, çok zor durum ­ larda ya da içki âlem lerinde kişiliğini öyle cesurca ortaya koyu­ yordu ki, tavrına salt am pirik bir düzlem de bakm am ız gerekseydi, buna m antıksızlık dem em iz gerekirdi. Y anlışlıkla İsken­ d e r’in saray vakanüvisi K allisthenes’e atfedilen ve ortaçağda çok okunan İskender rom anında garip bir bölüm vardır: Brahm anlar İskender’e sorar: “N eden bu kadar çok savaşıyorsun? Eninde sonunda her şeyi başkalarına bırakm ayacak m ısın?” İskender şöyle cevap verir: “B u savaşlara bir son vermeyi ben de isterdim , am a ruhum un efendisi buna izin vermiyor. H epi­ miz aynı anlayışta olsaydık, dünya cansız bir yer olurdu.” Hem H erakleitosça hem de Sokratesçe bir düşünce: İskender de bir daim onion’un aracıydı, am a ona A tinalı bilgelere buyurulduğundan farklı şeyler buyuruluyordu. Aristoteles, iki durum da m onarşiyi aristokrasiye tercih eder: H alk kendi kendini yönetm ekten âcizse ve içlerinden birisi, halkın onda doğai krallarını görebileceği kadar üstünse. Böylesi adam lar devletin bir parçası değil, efendisi olabilirler ancak; insanlar arasında bir tanrı gibidirler. A ristoteles bunları söyler-


272

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

ken büyük bir ihtim alle öğrencisini düşünüyordu. D ünyanın en aşırı ve en tutarlı dem okrasisi, dünyanın en aşırı ve en tutarlı m onarşisini doğurm uştu: Tanrıkrallığını. B unun koşulu ya son derece safdil ya da tam am en ateist bir din tasarım ı olsa gerektir. A slında Y unanlılar bu konularda asla safdil olm am ışlardı, am a hurafelerden de hiçbir zam an tam am en kopam am ışlardı. H içbir şeyi ciddiye alm ayan düşlem leri, tam da bu yüzden her şeyi benim seyebiliyordu, hem sonra İskender O lym poslulardan daha değersiz değildi ya! İskender M ısır’da tam am en m eşru yollar­ dan tanrılaştırıldı, çünkü oranın devlet hukukuna göre firavun tanrı A m m on’dan türem işti ve Y unanlılar bu tanrıyı öteden beri Z eu s’la bir tutardı. İskender’in kendisinin bu konuda neler dü­ şünm üş olabileceği hakkında, N ap o ly o n ’un tacı giydikten sonra D ecres’ye söylediği şu söz bir fikir verebilir: “İtiraf etm eliyim ki, kariyerim fena değil, yolum u da buldum . Fakat eskiçağa göre ne kadar farklı her şey! İskender A sy a’yı fethettiğinde, ■kendisini Iuppiter’in oğlu ilan etm iş, O lym pias, A ristoteles ve A tinalı bazı m üşkülpesentler hariç tüm eskiçağ kendisine inan­ m ıştır. Şim di ben kendim i tanrının oğlu ilan etm eye kalkışsam , pazarcı kadınlar bile gülerdi bana. G ünüm üz halkları fazlasıyla aydınlanm ış ve artık yapacak bir şey yok.” İskender’in kendini tanrısallaştırm asm da, gerçek inanç (ya da batıl inanç), Şark top­ raklarının gücü, karanlık barbar kökenleri olan daim onizm , yü­ celiğin yalnızlığı, gerçekten de her şeye hâkim olm a duygusu ve aklı başında bir politika (H ellas ve A sya üzerindeki hâkim i­ yeti tanım layan başkaca bir resm i unvan yoktu) karışım ı bir şey yatar. Sonuç, kavranm ası im kânsız b ir şeydir. Y a da Helm ut B erve’nin özetiyle: “O nun çehresi, kavranam az dehanın çehresiydi.” B u nedenle, antikçağda güneş gibi parladığı halde kişiliğine İskender’in dair bildiklerim iz çok az ve çelişkilidir. A şk hayatına gelince: Ruhu A sy a’nın en güzel kadını olduğu söylenen ve soylu bir Pers olan eşi R o ksane’yi tutkulu bir aşkla sevdiği konusunda herkes hem fikirdir. A yrıca, pek çok Pers prensesiyle de evlenm işti. B unların arasında kral kızı Stateira da vardı, bu evliliği m uhte­ m elen siyasi nedenlerle, A khaim enidlerin m irasını bilfiil dev­ raldığını gösterm ek için yapm ıştı; bu evlilikten çocuğu olmadı. K adın cazibesine karşı dikkat çekici derecede duyarsız olduğu söylenir. Plutarkhos onun bu yönünü sofulukla, B erve ise hem-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

273

cinslerine düşkün olm asıyla açıklar. H ephaistion’a duyduğu eğilim B erve’yi haklı çıkarabilir belki, am a bu eğilim pekâlâ platonik de olm uş olabilir, çünkü ilişkilerine dair anlatılanlarda dostlukla açıklanam ayan hiçbir şey yoktur. Saray dedikodula­ rında İskender’in çevresindeki bütün delikanlıların onun zevk oğlanları diye geçm esi hiçbir k anıta dayanm az. Plutarkhos, İs­ k end er’in çok sayıdaki oğlancı teklifleri defalarca geri çevirdi­ ğini anlatır, fakat B erve bu durum un kralın cinsel tercihinden ziyade, insanların bu yolla onun gözüne girm ek istediğine işaret ettiğini söyler. E vet am a, antikçağda bu tür teklifler alm am ış biri var m ıdır? Z aten İskender’in hayatı boyunca av ve spora karşı doym ak bilm ez bir tutku beslediğini ve bunları seferleri sırasında bile ihm al etm ediğini ve kariyerinin, aşırıya kaçan m uazzam içki sofralarının zam an zam an sekteye uğratması dı­ şında, insanüstü çabalarla dolu olduğunu da hesaba katarsak, onun A phrodite ile A rtem is arasında, spor âşığı H ippolytos’unkine benzer bir seçim yaptığını varsaym am ız gerek. İskender engin bir bilgiye sahip oim uş olsa gerek. A ristote­ les kendisine zam anın tüm bilgisini aktarm ış, başka hocalarla birlikte m üzik ve retorik dersleri de verm iştir. K ralın hararetle öykündüğü ebedi ideali A khilleus’tu. Fakat A khilleus İskender gibi birinin yanında yiğit bir serseriden başka bir şey olmadığı için, İskender’in A khilleus’ta İlias’ın kahram anını bulduğunu ve hayranlık duyduğunu söyleyebiliriz; nitekim İskender A ris­ toteles’in tem in ettiği bir İlias nüshasını değerli bir kutuda m u­ hafaza eder, daim a yanında taşırdı. T ragedya yazarlarını da avucunun içi gibi bilir, her fırsatta bunlardan alıntı yapardı. G üzel sanatlara duyduğu ilgi snopluk derecesindeydi, zira res­ sam ve heykeltıraşların bile işine karışırdı, hatta bu yüzden bir keresinde L ysippos’tan okkalı bir la f işitm işti. Seferleri sırasın­ da sürekli bilim sel araştırm alar yaptırırdı. Ç eşitli siyasi, askeri ve idari olayları “K raliyet G ünlüğü” denen resm i günlüklere harfiyen yazan ve günlük jurn allere yol, zam an, bitey, direy, arazi ve yerleşim koşullarını kaydeden saray kâtibi de onun buluşuydu. SicilyalIların teknolojik gelişim ini yakından takip ettiğini daha önce belirtm iştik. Tyros önünde kullandığı helepotîş'fe r (“kent fatihleri”) gelm iş geçm iş en büyük kuşatm a kuleleriydi: H er biri yirm i katlıydı ve 53 m etre yüksek]iğindeydi. Zaten İskender’in anıtsal şeylere karşı bir eğilim i vardı fa-


274

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

kat, bunun nedeni d ar kafalı vakanüvisİerin iddia ettiği gibi m egalom anlık değildi (İskender gibi birinin hangi yönü m ega­ lom an bulunabilir ki?), H ellenizm çağının ötesindeki ruhuydu D iodoros’un naklettiği bir rivayete göre, babasına “piram it benzeri” bir anıtm ezar yaptırm ak niyetindeydi. İskenderiye’nin kurucusu D einokrates, H ephaistion’un naaşm ın yakılm ası için altın yaidızlı bin dev heykelle süslü, on bin talant tutarında (m uhtem elen abartılm ıştır bu) görkem li bir odun yığını hazır­ latm ıştır. A ynı D einokrates, koskoca A thos dağını İskender heykeline dönüştürm eyi bile planlam ıştı; heykelin sağ eiinde on bin kişilik bir kent yer alacak, sol elinde ise dağın akarsuları toplanacaktı. Zaten İskenderiye de eşsiz ve devasa bir eserdir. İskenİskender arkasını sağlam a alm ak için ilk önce asi Trakyalıd e rv e ların üzerine zorlu ve yıpratıcı bir sefer düzenlem ek zorunda K ader kaldı. Bu sefer sayesinde, hem tem kinli ve enerjik m anevra hem de araziyi hünerli ve akıllıca kullanm a sanatında babasıyla boy ölçüşebildiğini kanıtladı. A sya seferinde karşısına çıkacak Pers ordusunun kendi ordusuna sayıca ağır basacağını biliyor­ du, am a bunun tek sorum lusu Y unanlılardı, çünkü onları rahat­ latm ak için M akedon ordusunun yarısını ülkede bırakm ak zo­ runda kalm ıştı. Süvari birliği yaklaşık beş bin atlıdan, piyade birliği ise otuz bin, bazı bilgilere göre de kırk bin askerden olu­ şuyordu. İskender’in G ranikos nehrindeki savaşı kazanması üzerine, Perslerin belki de en yetenekli kom utanı Rodoslu M em non, A nadolu’daki bölgeleri kurutup çöle çevirm ek iste­ m işti. N iyeti, İskender’i levazım at kıtlığıyla karşı karşıya bıra­ kıp deniz savaşlarının içine çekm ekti, çünkü yüce Pers kralının sayıca üstün Fenike ve K ıbrıs donanm asıyla baş edem eyeceğini biliyordu. B ir yandan da, H ellenleri Pers altınlarıyla ayartarak ayaklandırm aya çalışıyordu. A ncak, kısm en kendi topraklarını korum ak, kısm en de Y unanlı m eslektaşlarına besledikleri düş­ m anlıktan dolayı satrapiar bu plana karşı çıktılar. Zaten M em non da kısa süre sonra hastalanarak öldü. İskender her­ hangi bir engelle karşılaşm adan ilerlem eye devam etti, fakat İssos’taki savaştan önce çok tehlikeli bir durum daydı. Eğer bu savaş m ağlubiyetle, hatta berabere bitm iş olsaydı, gerideki bağlantılarıyla irtibatı tam am en kopm uş olacaktı, çünkü düş­ m anın üstün deniz gücü karşısında ziyan olm asın diye donan­ m asını dağıtm ak zorunda kalacaktı. İskender İssos’tan sonra,


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

275

Fenike ve M ısır’ı da fethederek üssünü iyice sağlam a aldı, fakat düşm anı tam iki yıl boyunca kendi haline bıraktı, bu da çok riskli bir durum du. H er iki durum da da bir kum ardı bu, fakat şansı yaver gitti. G augam ela’da da işler bıçak sırtındaydı: M a­ kedonyalIlar iki kanattan da kuşatılm ıştı, buna rağm en İskender sağ kanadı kullanarak orduyu zafere taşıdı. O ysa P an n en io n ’un idaresindeki sol kanat epeyce zarar görm üştü am a Persler bu fırsattan yararlanm asını bilem ediler. B u arada İskender, Pers kralının ve m uhafız alayıyla Y unanlı paralı askerlerden oluşan seçkin birliklerin bulunduğu m erkez karargâhı da darm adağın etmişti. İskender, Perslerin dehşet saçan oraklı arabalarının üze­ rine arabacıları vuran okçu süvarileri sürdü. O günden sonra bu arabalara bir daha rastlanm adı. H ydaspes kıyısındaki savaşta kullanılan yepyeni bir silaha karşı verilen m ücadele de hem rom antik hem korkunç olsa gerek. B u silah, H int kralı P oros’un düşm anları çiğneyen, hortum larıyla havaya fırlatan ve dişleriyle parçalayan filleriydi. İmdi, İskender’in babasını nasıl geçm eye başladığını kabaca da olsa görebiliriz. N e A ristoteles ne de Parm enion onun dün­ yayı kapsayan dehasını takip edebilecek güçteydi, zira A risto­ teles bütün o geniş bilgisine rağm en hep bir H ellen olarak kal­ mıştı, Parm enion ise yalnızca “M akedonea” düşünebiliyordu. İssos’taki savaşın ardından yüce Pers kralının elçileri Tyros önlerine gelirler ve F ırat’ın batısında kalan bölgeleri vermeyi te k lif ederler. Parm enion teklifi kabul etm ekten yanadır, fakat İskender’in “Parm enion olsaydım , bunu ben de kabul ederdim ,” biçim indeki yanıtı, tüm karşıtlığı özetleyen niteliktedir. İsken­ der, G augam ela savaşından sonra “panhellenist intikam savaşı” ideolojisini bir yana bırakır ve kendisini A sya kralı ilan eder, bir yandan da kendisine dünya krallığını ihsan eden Babil baştanrısı M arduk’a kurban adayarak Pers İm paratorluğu’nun kendisine yetm ediğini bildirm iş olur. N itekim Pers ülkesini hâkim iyeti altına aldıktan sonra P en cap ’a girer ve Ganj diya­ rından haberdar olunca burasını da fethetm ek ister, hedefi O keanos’a ulaşm aktır, bu da antik dünyada şu anlam a gelir: Dünyayı fethetm ek. Fakat bitkin ordusu kendisine direnince geri dönm ek zorunda kalır. Ö m rü yetseydi, hiç şüphe yok ki, bu işe yeniden el atardı. Ö lm eden önce niyeti, A rabistan’ın etrafını gem iyle dolaşm aktı. A yrıca bütün batıyı ele geçirm ek istiyordu.


276

Yoksullaştna ve Plutokrası

ANTİK Y U N A N ’IN KÜLTÜR TARİH!

O ndan önce de, böylesi bir seferin hareket noktasının K artaca olm ası gerektiğini kavradığı için, A frik a’nın kuzey sahiline, bin gem ili dev b ir filoyla desteklenecek bir sefer düzenlem eyi planlıyordu. Ö lüm ünden kısa bir süre önce bu amacı adeta bir serap gibi önünde belirdi: B atının tüm kavim leri, Libyalılar, K artacalılar, K eltler ve İberler, hatta R om alılar elçiler yollaya­ rak kendisine biat ettiler. O nun im paratorluğu R om a İmparatorlu ğ u ’ndan çok daha büyük olabilirdi şüphesiz, çünkü Rom a­ lılar F ırat’tan öteye kalıcı bir biçim de geçem em işlerdi, hele hele Ffindistan gibi deniz seferleri onlara çok uzaktı. Ve İsken­ d er’in A m erika’yı keşfetm esine ne engel vardı ki? İskender öldüğü sırada, M assilialı Pytheas G ad es’ten yola çıktı, İspanya ve Fransa sahilleri boyunca ilerleyerek B ritanya’ya, İskoç ada­ larına ve büyük bir ihtim alle İzlanda olan Thule adasına ulaştı. İskender’in im paratorluğu H indistan’ın batısından doğusuna uzanan yeni bir A tlantis olacaktı belki de. D enizlerle birlikte düşünm esi, onu eşsiz ve bütünüyle antikçağötesi kılan bir özel­ liğiydi. Fakat bir de m adalyonun öbür yüzüne bakalım : Belki de erken ölüm ü, dünya tarihinin, anlam ını ancak sezinleyebile­ ceğim iz gizem li tesadüflerinden biriydi. İskender’in planı şuy­ du: B abil’i dünyanın m erkezi yapacak, ikinci ve çok daha hey­ betli bir İskenderiye’yle İran K örfezi dünya im paratorluğu ola­ caktı. İskender’in im paratorluğu A v ru p a’nın sonu olurdu. İskender’in yaptığı en hayırlı işlerden birinin, antik dünyayı H ellenleştirm ek olduğu sık sık söylense de, onun yaygınlaştırdığı Y unan yaşam tarzı, tıpkı onyedinci ve onsekizinci yüzyılp ransız yaşam tarzı gibi bir ciladan öteye gidem em iş, hiç» bir zam an derine işleyem em iştir. Y unanlılığı İskenderleştirerek dünya Y unanlılığı biçim inde hayatta tutm uştur dem ek daha doğru olur, zira ulusal H ellenlik daha dördüncü yüzyılda yoz­ laşmıştı. O rdunun yerini ölçüsüz paralı askerler almıştı. V arsıl­ lar kendi dertlerine düşm üş, proleterya herkes tarafından satın alınabilir hale gelm işti. B u güruh işsiz kaldığında yolunu bul­ m aya çalışır, haydut ve korsan çeteleri kurar ya da ister bir oli­ garşi yanlısı isterse bir dem okrat olsun, devrim heveslisi her­ hangi bir m aceracının hizm etine girerdi. M eslek subaylığı peydah olm uş, fakat Y unan savaş taktiği SicilyalIların ya da M akedonyalIların başarılarına ayak uyduram am ıştı. G erçi belli bir dereceye kadar kom bine silahlar kullanılıyordu, örneğin


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

277

h o p lif lerin yanı sıra g ym n et ve pelta st birlikleri vardı: Keşif, lojistik destek ve takipte kullanılan birlikler, yani “kalkanlı as­ kerler” h afif teçhizatlı birliklerdi; okçu, m ızrakçı ve sapancılardan oluşan “çıplaklar”, yani silahsız askerler ise diğerlerini ko­ ruyor ve akıncı işlevi görüyorlardı. A m a bütün bunlar daha yeni yeni oluşuyordu. B elirleyici düzen daim a pha la n ks idi. A yrıca Y unanlılar eskiden beri silahlara karşı önyargılıydı; onlara göre silahlar adil değildi. E u ripides’in H era kles’inde Lykos şöyie der: “H enüz hiçbir okçu yiğitlik örneği sergilem em iştir. O nun silahı korkak okudur, sanatıysa kaçm ak.” A m phitryon buna şöyle karşılık verir: “M ızrakçı da silahının kölesidir. M ızrağı­ nın ucu kırıldığında, savunm asız kalır. En yüksek savaş sanatı şudur: T esadüfe yer bırakm adan y ok etm ek.” Y unan ordusunun geri kaldığı bir başka husus, hantal lojistik birliklerinden bir türlü kurtulm ak istem em esiydi: B üyük seferlere, eskiçağda sa­ yıları hayli kabarık olan hizm etçilerin ve sonu gelmeyen levazım at katarının yanı sıra kurban rahipleri, kâhinler, karılar, çocuklar, h e ta ira 'lar, satılık oğlanlar, ganim etler için askerlerle pazarlık eden tüccarlar ve askerin parasını elinden alan ordu bakkalları da katılırdı. N eredeyse bütün yoksullaşm a dönem lerinde olduğu gibi ge­ niş bir plutokrasi sınıfı türem işti, fakat bu kesim hayatından m em nun değildi. “A tin a’da durum o kadar kötü ki şim di,” diye yazar İsokrates, “varsıllar yoksullardan daha çok sıkıntı çeki­ yorlar.” P erikles’in dem okrasisi, anlam sız tem el düşüncesini, yani hâkim iyete herkesi dahil etm e düşüncesini tutarlı bir bi­ çim de gerçekleştirm eye çalıştıkça kendi kendinin karikatürüne dönüştü. Ö te yandan, zenginlerde birlik ve dayanışm a duygusu diye bir şey kalm am ıştı. L ysias’m dediği gibi, yurtları deviet değil, kendi m ülkleriydi. G österişçilik ve anlam sız bir lüks düşkünlüğü had safhadaydı. H er kentin m utlaka görkemli bir tiyatrosu varken, en önem li kam u binaları berbat durum daydı. Tiyatro gösterilerinde göz kam aştırıcı dekorlara önem veriyor­ lardı. Sahneye koyuian bir Euripides tragedyasının tapm akların pro p yla ia 'sm d an daha pahalıya mal olduğu söylenir. K om ed­ yanın ve günlük yaşam ın başkahram aniarından biri de ahçıydı; özellikle de şarküteri işletiyor ve kibar evlere ziyarete gidiyor olması bakım ından pek saygındı: K endisinin bir sanatçı oldu* Gymner. Yalnızca kargı, yay ve sapanla dövüşen hafif teçhizatlı asker. (F.D.)


278

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

ğunu düşünüyor, H om eros’un benzetm eleriyle konuşuyor, ast­ rolojik tavırlar takınıp P ythagoras’ın uyum öğretisine göre ye­ m ek pişirdiğini iddia ediyor, hatta bazen bilim sel yem ek kitap­ ları yazıyordu - hem de heksam etreyle. A hçınm bir eşi de ot­ lakçılığı neredeyse bir sanata dönüştüren asalaktır. Spartalılar, ancak kölelere yakıştırdıkları şekerli yiyeceklere burun kıvırsalar da, en lezzetli kaz ciğerinin incirle sem irtilen kazınki olduğunu biliyorlardı. Kış uykusundan yeni uyanm ış, yani iyice yağ bağ­ lamış dağsıçanı da pek sevilirdi. En lezzetli kuş ardıçtı ve porsi­ yonu bir drakhm e idi. Tüccarlar kuşu daha besili gösterm ek için onu balon gibi şişirirlerdi. Balıkları herkes seviyordu, hatta m ide­ sine düşkün bazı insanlarda bu sevgi hastalık derecesindeydi ve kom edya yazarları böylelerine ix'ûuoknpaı, “balık canavarı” derlerdi. A grigentum ’un balık göleti, İX'önoıpocp£lov, görülmeye değer bir yerdi ve balıkçı kadınlar bugünkü ünlerinin keyfini da­ ha o zamandan sürm eye başlam ışlardı. G ökten yağdığına inan­ dıkları salyangozları (yağm urdan sonra ortaya çıktıkları için) sirke ve bala yatırır, hem afrodizyak niyetine hem de mideyi te­ mizlesin diye yerlerdi. Alt tabakalar karides tüketirdi am a kere­ vite rağbet yoktu (m uhtem elen leşle beslendiği için), buna karşın ıstakoz ve langust revaçtaydı. Philippos zam anında, Kallimedon adındaki bir hatibin göbek adı, bu lezzetli yiyeceğe çok düşkün olması nedeniyle karabos, yani langust idi. H afifçe kı­ zarttıkları m ürekkepbalığı da yaygın bir yem ekti; şaka yollu “zifitsıçan” dedikleri m ürekkepbaliğinin özsuyunun m ürekkep ve boya olarak kullanılm ası eskiçağın sonlarına rastlar. K uzey­ liler m ürekkepbalığına ilgi duym azdı desek yeridir, am a bilin­ diği gibi, İtalyanlar hazm ı zor kart etini zeytinyağına buladıkla­ rı m ürekkepbalığını tutkuyla tüketm eye devam ediyorlar. Hetaiİsokrates’in şu sözü dönem in ahlaki koşullarını gözler önürokrasi ne serer: “İnsanlar h er şeyi y a zevkperestlik ya kazanm a hırsı ya da şöhret düşkünlüğü nedeniyle yapıyor.” B aşka şeylerin lafı edilm ez. Ö rneğin, D em osthenes’in, babasının en iyi dostlan olan velileri tarafından utanm azca soyulm ası, tıpkı G ogol’ün D üzeltm en’indeki rüşvet olayı gibi sıradan olaylardandır ve doğal karşılanır (nam ussuzlar her dönem de her yerde vardı). Rüşvet de çok yaygındı. H em en hem en bütün kam u memurları rüşvet olaylarına karışm ıştı, D em osthenes bile. Z orla m irasa konm ak ya da sahte vasiyetnam e ve borç belgesi düzenlem ek,


ATİNA'NIN DÜNYA GÜNÜ

279

sahte varisler ayarlayarak, sözde evlatlıklarla m irasa konm aktan tutunuz, aleni soygun, tutuklam a, şantaj ve cinayete varıncaya değin her türlü suç altın çağını yaşıyordu. Cinsellikte tam an­ lam ıyla bir hetairokrasi çağından söz edebiliriz. Y alnızca top­ lumsal yaşam değil, sanat, siyaset, hatta din bile sevgililer etra­ fında dönüyordu. L ais’in göğüsleri bütün H ellas’a nam salmıştı. Hem güzel hem de akıllı olduğu, dönem in en özgün iki filozofu A ristippos ve D iogenes ile olan çifte ilişkisinden bellidir. A ristippos’un parasını yiyor, yoksul D io g en es’e kendini bedava sunuyordu. K yros’un sevgilisi K üçük A spasia, kuzini ve adaşı olan Büyük A sp asia’nın P erikles için oynadığı rolün aynısını Kyros için oynuyordu. K endisi K unaksa savaşında esir alınmış, fakat yüce Pers kralını bile büyülem işti. Phryne, A pelles ile P raksiteles’e m odellik eder, bir gece için yüz drakhm e istermiş (L aîs’in on bin drakhm e istediği söylenir); Phyrne, D elphoi’ye altın heykelini diktirm iş, üzerine adını yazm aları koşuluyla Thebai surlarının onarım m asraflarım karşılam ayı önermişti. Çıplak halde kim selere görünm ez, um um i ham am ları ziyaret etm ezdi, am a her yıl Poseidon şenliklerinde çırılçıplak suya girerdi. Bu yüzden m ahkem eye verildiği ve avukatı Hypereides’in m ahkem enin huzurunda göğüslerini açtırarak beraat et­ m esini sağladığına dair ünlü öykü, zam anın m ahkem elerini dü­ şündüğüm üzde pekâlâ doğru olabilir, zaten zevkperest Hypereides’ten böyle bir davranış beklenebilir, nitekim antikçağda bu öyküye inanm ayan yoktu. Bir içki âlem inde İskender’i ilk m e­ şaleyi fırlatm aya sevkettiği için P ersepolis’teki kraliyet sara­ yında yangın çıkm asına neden olan kişinin Thais olduğu söyle­ nir. Bu olay, onun İskender’i ne denli etkileyebildiğini gösterse de, aslında sarhoşlukla ilgiliydi, o kadar. K endisini yüce Pers kralının halefi ilan edip kral gibi hisseden, yüce kralın saray adabını koruyan ve kralın katillerini idam ettiren İskender, sa­ rayının yanm asına asla izin verm ezdi, zaten ayılır ayılmaz, yangının söndürülm esini em retm işti. T hais daha sonra I. Ptolem aios’la evlenm iş, M enandros’un kom edyalarından birinde de kadın kahram an olm uştur. Zaten geç dönem deki kom edya ge­ nellikle sonradan görm e zenginlerin dünyası etrafında dönü­ yordu. 1885-1898 tarihlerinde Berlin m üzeleri tarafından yürütülen Priene kazılarda gün ışığına çıkarılan ve M aiandros [Büyük M ende­


280

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

res] nehrinin ağzında yer alan Priene kenti, Y unanlıların dör­ düncü yüzyılın ikinci yarısında sürdürdüğü yaşam ın enfes bir tablosunu sunar. K entin nüfusu yaklaşık dört bindi. G enellikle tarım cılıkla uğraştlsa da, P rien e’nin resm i m ühürünü taşıyan bir ihraç malı ihracat yaptıklarını da gösterir. Sarp bir dağın tepe­ sinde kentin akropolisi yükseliyordu. B ir koruyucu orm an sı­ ğınm a kalesine m erdivenli bir yolla bağlanan aşağı kenti heye­ lanlardan koruyordu, lim ana bir m il m esafedeki kentin gör­ kemli bir deniz m anzarası vardı. M eydanlar, kem erli binalar, evlerin sıralandığı caddeler ve revaklı avlular çetin doğadan ustaca kazanılan arazi üzerine kurulm uştu ve doğanın kendi rölyefleriyle uyum lu bir bütündü. D ik açılarla kesişen düm düz caddeler “H ippodam os” tarzındaydı. T oprak boru hatları saye­ sinde bitişik nizam evlere bol m iktarda tatlı su verilebiliyordu. K entin üç kapısı vardı, batı kapısından başlayan ana cadde hafif yükselerek et ve balıkların m erm er m asalarda satışa sunulduğu pazar yerine ve dört bir yanı D or tarzında stoalarla çevrili, orta­ sında bir sunak bulunan büyük pazar m eydanına açılıyordu. Stoaların gerisinde dükkânlar yer alıyordu. G üçlü renklere bo­ yanm ış m erm er ve kısm en yaldızlanm ış olan değişik tonlarda çok sayıda bronz anıtın kaidesi caddelerdeki banklara arkalık görevi de görüyor; iç m ekânların duvarlarını renkli heykeller ve onur tacının verileceği kişilerin listeleri süslüyordu. İnsan, adeta her Prienelinin onurlandırıldığı izlenim ine kapılır; Hellen halkının şöhret düşkünlüğü, hayatının sonbaharında iyice karikatürieşm işti. K entin kuzeyinde, evleri kesm e taştan yapılm ış olan (öteki evler daha çok kerpiçti), küçük b ir tiyatroya sahip (erguvani ve açık mavi renkteki p roskenion ve su saati korun­ m uştur) sessiz ve sakin soylular m ahallesi yer alıyordu. G ym nasion'u n duvarları silm e öğrenci isim leriyle kaplıdır; ay­ rıca duvarlardan birinin üzerine Sparta arkh o n’larınm isimleri yazılm ıştır - m uhtem elen bunları ezberlem esi gereken bir öğ­ rencinin işi. H am am da, aslan kafalarının ağzından m erm er kü­ vetlerin içine buz gibi su akardı. Fakat kaplıcalar ilkin İsa’dan önce ikinci yüzyılda ortaya çıkm ıştır. Y arış pistinin uzunluğu 191 m etredir. E kklesiasterion, yani H alk M eclisi binası 640 kişiliktir, yani kent nüfusunun yarısının köle ve yabancılardan, diğer yarısının üçte ikisinin de kadın ve çocuklardan oluştuğu­ nu varsayarsak, ekklesiasterion oy kullanm a hakkına sahip tüm


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

281

vatandaşların sığabileceği kadar büyüktü diyebiliriz. İsken­ der’in kente bağışladığı ve anıtm ezarın m im arı P ythios’un yap­ tığı A thena tapınağı böyle küçük bir kent için biraz fazla gör­ kem liydi, am a geç antikçağda A sya-îonya tapınağının tim sali diye geçerdi. Evler ışığı pencerelerden değil, m erm er döşemeli iç avludan alırdı. O daların tabanı lim on küfü renginde bir ça­ m ur kaplam a ile döşenm iş, duvarlar kartonpiyer, resim ve kü­ çük heykelciklerle süslenm işti. Buradaki kazılarda şunlar da bulunm uştur: Boğa, K entaur ve A phrodite heykelleri, sakalının m odeliyle O tricoli’nin Z e u s’unu hatırlatan çok zarif bir D ionysos m askı, kızıl kahverengi saçlı, gizem li bakışlı genç ve narin bir kadın büstü - k i antikçağdaki toprak heykelciliğin en güzel örneklerinden sa y ılır- ve çok güzel bir Eros heykeli: Ç eh­ resiyle boynu pem be, harm anisinin astarı açık mavi, dışı koyu m avi ve kenarları yaldızlı, kolları turuncu, kanatları kısmen rengârenk, kısm en yaldızlıdır. B unların yanı sıra, hiç abartılı olm adığı için aslında son derece gerçekçi bir sanat eseri olan nefis bir “diken çıkaran adam ” karikatürü de bulunm uştur. Kendisinden geriye yalnızca kırıntılar kalm ış olan “orta” Hitabet kom edyanın çizdiği karikatür de o ana kadar olduğundan daha Sanatı yakındır hayata: Eski kom edyanın zengin düş gücünden vaz­ geçm iş, fakat öfke kusan iblisliği ve neşeli özgünlüğünden de çok şey yitirm iştir. A politikleştiği ve saldırm aktan vazgeçtiği için de giderek zararsız bir halk eğlencesine dönüşm üş, o gün bu gündür hep öyle kalm ıştır. K om edyanın en sevdiği konuiar, ünlü tragedyalar üzerine parodiler, alegorik m asallar, Hekim, Asalak, A sker, Berber, Kadın Şair, Flütçü Kız ve Pythagorasçı Kadın gibi başlıklardan da anlaşılacağı üzere gündelik hayattan sahnelerdir. İkizler, B enzerler ve A m phitryon örneklerinde gö­ rülebileceği gibi, ikiz m otifinin iyice suyu çıkm ıştır. T ragedya­ nın gelişim i konusunda A ristoteles P o etika ’da, eski tragedya ozanlarının kendi düşünüşlerini karakterlerin ethos’unan (yani bireyselliklerinin) ardına gizlediğini, oysa şim dikilerin ethos'un yerine retorik ve diyalektik uslam lam alar getirdiğini söyler. Öte yandan Y unanlıların ününü ve etkisini zam an ve m ekâna en çok da retorik, yani hitabet sanatı taşım ıştır. Y unan diyalektiği ve üslubu, Y unan sanatını hitabet sanatından ibaret sanan halk­ larda ve aslında her tü r sapkınlığı aşağılayan H ıristiyanlarda hayranlık uyandırıyordu. D ördüncü yüzyılda altın çağını yaşa-


282

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

yan hitabet sanatı, H ellenliğin özüne işlem işti. Resmi dil bile retorik bir etkiye ulaşm ak için çabalıyordu. K ym eli Ephoros şehit kahram anlara yapılan övgü konuşm asını (panegyrikos) tarihyazım m ın ana izleği haline getirdi. Philippos ve İsken­ der’in çağdaşı, İsokrates’in öğrencisi olan Kym eli Ephoros, göçlerle başlayıp kendi dönem ine dek uzanan süreyi anlattığı ilk Y unan dünya tarihinin yazarı ve eskiçağın en çok başvuru­ lan tarihçilerinden biridir. B üyük hatipler avukat, parlam enter ve hiciv yazarı karışım ı insanlardı, hem de en kusursuz örnekle­ riyle. Bir hatip daim a ezberinden konuşurdu (m etne bakarak konuşm ak, Y unanlılara göre salt taş kullanan bir mimari ya da m üziği önem sem eyen bir şiir kadar im kânsızdır). A yrıca bir hatipten yalnızca güzel söz değil, bir de hypokrisis, yani eylem beklenirdi, örneğin gövdesini ve elbisesini, sesini ve m im ikleri­ ni de konuşturabilm eliydi. Belli başlı üç hitabet türü vardı: Si­ yasi hitabet, adli hitabet ve tören hitabeti. A ristoteles bunların birincisinin gelecekle, İkincisinin geçm işle, sonuncusunun da şimdiki zam anla ilgili olduğunu söyler. En iyi siyasi hatipleri yetiştiren İngilizler ile en iyi adli hatipleri yetiştiren Fransızlar antikçağın hatiplerini örnek alm ışlardır. Ü çüncü tarzın m odern örneği, Fransız akadem isyenlerin “ övgü nutukları”, anm a ko­ nuşm aları, şölen nutukları ve özellikle de vaazlardır. A tina m ahkem elerinde davalı ya da davacı kendi davasını kendisi yürütürdü, yani insanlardan ortalam a bir hitabet yeteneğine sa­ hip olm aları beklenirdi. B ir de logograflar vardı, yani hitabet yazarları. B unlar, etkili bir savunm a m etni hazırlar ve bu m e­ tinleri m üşterilerine öğretirlerdi, am a bunu yapm adan önce m üşterinin karakterini, ufkunu ve ifade biçim ini iyice özüm se­ m eleri gerekirdi: K om edya şiiriyle akraba bir sanat. Logograflara yüksek ücretler ödenirdi. G ünüm üz avukatlarının her dava­ yı üstlendiği, bir davada savunduğu görüşe, başka bir davada karşı çıktığı çok düşündürücü bir durum da olsa, antikçağdaki m eslektaşları işi daha da ileri götürüyor, bazen aynı davada hem davalı hem de davacı için savunm a m etinleri yazıyorlardı. B u adli hitabetlerin bazıları tıpkı bizdeki aşk m ektubu ve kom plim an kitapları gibi örnek hitabetler olarak yayım lanırdı. Suçlam ayı reddetm e, bu m üm kün değilse kendini haklı çıkar­ m aya çalışm a, bu da m üm kün değilse, bilm eden yapılm ış önem siz bir şey gibi gösterm e şem ası bugün de kullanılm akta­


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

283

dır; Panegyrikos’un p rooem ium [giriş ya da önsöz], narratio [anlatı], argum entatio [ispat gösterm e], refutatio [yalanlama], sim ile [karşılaştırm a] ve exem plum [örnek] şeklindeki ana te­ m aları, iise öğrencilerinin korkulu rüyası “Ö zdeyişler”de (“K hreia”) yaşam aya devam eder. H itabet el kitapları olan tekhnai'n in en önem li özelliği, gülünç olabilecek ifadelerle baş etm eyi öğretm ekti. B unların son kalıntısı, A lm an okullarında okutulan ve ancak geçen yüzyılın sonunda m üfredattan çıkartı­ lan Latince kom pozisyon dersidir; bu derste konuşm ak, hem de düşünm eden iyi konuşm ak öğretilirdi. A ntikçağ hitabet sanatı­ nın bir eşi de gazetedeki başm akaledir. Başm akalelerde ifade konunun kendisinden önce vardır ve konunun ifadeye uydurul­ ması gerekir. T ören hitabetinin klasik tem silcisi, zekice bir kur­ gusu olan am a süslem elere kaçm ayan düzyazının üstadı İsokrates’tir. N eredeyse yüz y aşına kadar yaşam ış ve 338 yılın­ da, yaşam aktan artık bıktığı için yem ek yem eyi reddederek ha­ yatına son verm iştir. Siyasetçi olarak daim a bir panheilenist ve Pers düşm anı idi am a kurtarıcı uzlaşm anın başlangıçta Atina, sonra Dionysios, en sonunda da Phiiippos tarafından sağlanm a­ sını um ut etm iştir. H ayallerinin gerçekleştiği K haironeia sava­ şından kısa bir süre sonra intihar etm iş olm ası, artık hiçbir şeyi um ursam adığını gösterir. Phiiippos, isabetli bir benzetm eyle, İsokrates’in hitabetlerini seyirlik atletlerle, D em osthenes’inkileri de askerlerle kıyaslardı. G erçekte İsokrates’inkiler hitabet değil, birer edebi ürün ve siyasi broşürdü (doğuştan çekingen ve kısık sesli olduğu için kam unun huzuruna çıkmazdı). İsokrates ilk büyük gazeteci yazardır. Fakat en saygın yönü, yüksek çevrelerin ziyaretine akın akın geldiği bir konuşm a us­ tası olm asıydı: O kulu ilk büyük konservatuvardır. Zam anında D em osthenes ve A iskhines’ten, hatta kendisini hatiplerin filo­ zofu diye adlandıran P lato n ’dan bile daha büyük bir üne sahip­ ti. Siyasi hitabetin o iki ustasına gelince (adli hitabet alanındaki en büyük başarı, em pati konusundaki ustalığıyla L ysias’a ait­ tir): K iasisizm in siyah-beyaz bakış açışı A isk h in es’i Demosthen es’in iftiralarına göre, D em osthenes’i ise A tinalı bölgecilerin rom antik geleneğine göre yargılam ış, A iskhines’i gereğinden fazla küçüm sem iş, D em osthenes’i ise gereğinden fazla yüceltmiştir. G erçekte ahlak düzeyleri üç aşağı beş yukarı aynıydı: H er ikisi de en iyisini istiyordu ve ikisi de çok dürüst değildi,


284

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

zaten o zam anlar A tin a’da kim se dürüst değildi, daha doğrusu bir kişi hariç: Phokion. A risteides kadar dürüst olan, insanları en az Tim on kadar küçüm seyen Phokion kendi isteğiyle garip bir m arjinal olm uştur. A sla hizm etçi tutm am ış, hediye almamış, umumi ham am lara gitm em iştir; asla gülm em iş, ağlam am ış, konuşurken ellerini kullanm am ıştır (bir Y unanlı için düşünüle­ m eyecek bir sürü özellik), prensip olarak bütün bunlara karşıdır. Konuşm asını alkışladıklarında, “Yanlış bir şey mi söyledim ?” diye sorar ve bir keresinde kehanet m erkezi, bir kişi dışında bü­ tün AtinalIların hem fikir olduğunu bildirdiğinde, “Boşuna ara­ mayın! O kişi benim ,” der. H ellen ruhunun organik oyunculuğu en şiddetli haliyle tam da böylesi “ciddi” kişilerde belli eder ken­ disini. Bu sanatçılar dünyasında en soğukkanlı çileci bile renkli bir kom edya kahram anına, erdem nükteye dönüşür. AristipFilozoflar da özgün şahsiyetler arasında yer alır. Zengin ve pos haz düşkünü K yrene’den geldiği için okuluna K yrene Okulu denen A ristippos S okrates’in öğrencisiydi, fakat sürdüğü yaşam hiç de Sokratesçe değildi, zira dersleri fahiş ücretler karşılığın­ da veriyor ve baba oğul D ionysioslarm him ayesi altında olm a­ nın bütün nim etlerinden yararlanıyordu. B aba Dionysios, filo­ zoflar kralların yanm a geldiği halde, kralların neden filozofların yanm a gitm ediğini sorduğunda, A ristippos şu yanıtı vermiş: “Ç ünkü filozoflar neye ihtiyaçları olduğunu bilir am a krallar bilm ez.” Tem el öğretisi şuydu: A lgı bize içinde bulunduğum uz durum lar (jxdf>r|) hakkında bilgi verir, bu durum lara neden olan şeylere dair bir bilgi verm ez ( ı â 7iE7toıt|KÖxa x â Turâr]), bu yüz­ den yalnızca durum lar bilinebilir ve pratik felsefe de yalnızca onlarla uğraşm alıdır. Fakat yalnızca üç tane durum vardır: Haz veren durum lar (ıjöea), acı veren durum lar (ctkyEivd) ve haz ile acının olm adığı ara durum lar (x â p s ıa ç d ). Bu üçü arasında yal­ nızca haz, hedone, ulaşılm aya değerdir. Şeyler hakkm daki fik­ rim izin tekil özne için bile geçerli olm adığını ileri sürer am a bu aşırı duyum culuk kendi kendinin karşıtına dönüşür ve gerçekli­ ği tüm den yadsır. A ristippos’un hazcılığı için de aynı şey söz konusudur. O na göre en gerçek şey bazdır, bunun dışındaki her şey önyargıdır. A m a yalnızca var olan (7iapoüo<x), bedensel (öGü|iaxiKij) ve tekil h az gerçek hazdır, çünkü geçm işteki haz artık yoktur, gelecekteki belirsizdir, tinsel olanı ise hayalidir. “M utluluk” dediğim iz şey, haz anlarının toplam ıdır yalnızca.


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

285

Fakat gerçek haz, yani yaşam ı değerli kılan yegâne şey, ender bir durum dur ve çok zor -a c ı veren durum lar sınıfına giren zahm et (îtövoç) a racılığ ıy la- elde edilir. A ristippos bu nedenle idrak yeteneğine (<ppövr|0 tç) ve koşullara ayak uydurm asını bilen bilgece bir keyiflilik ve yüksek m orale (£Ûfh)püx) sahip olunm asını tavsiye eder, bu ise yine nötr olan üçüncü durum a yaklaşm ak dem ektir. B öylece hazcılık, pratikte kendi kendi­ siyle çelişir. K inikler (ya da K ynikler) Sokratesçi diye bilinirdi. KinikAntisthenes, Sokrates’in öğrencisi, D iogenes de A ntisthenes’in 1er öğrencisiydi. A ristippos h er şeyi nasıl hazza dayandınyorsa, A ntisthenes de “hiçbir şeye ihtiyaç duym am aya” (prjSevoç 5eToı3aı) dayandırırdı. Ç ok geçm eden felsefesi küçük bir tiyatro gösterisine dönüştü. Sürekli eski püskü bir giysiyle, yani Spartalılarm caka sattığı trib ü n ’la dolaşırdı, giysisi yırtık pırtık olurdu, öyle ki Sokrates, “bu deliklerden senin kendini beğen­ m işliğin görülüyor,” dem işti. A yrıca, içinde üç beş parça eşya­ sının bulunduğu bir sırt çantası ve yurtsuzluğu sim geleyen bir asa taşırdı. B ugün dilenci keşişlerin ya da gezici zanaatkâriarm A ntisthenes’in alışkanlıklarını sürdürdükleri kim senin aklının ucundan geçm ez herhalde. K inikler, aşağı yukarı “halk vaazı”, ya da bir edebiyat ürünü biçim indeyse “söyleşi” diye nitelendi­ rebileceğim iz d iatrib eTerin de m ucididir. B unlarda, gösterişsiz ve net cüm leler sıralanır, retorik sorular ve kasıtlı itirazlar, po­ püler örnek ve benzetm eler, vurucu nükte ve kelim e oyunları, kolay hatırlanabilen deyiş ve şakalardan yararlanılır, fakat dai­ m a toplum u eleştiren, kavgacı, yarı şaka yarı ciddi bir üslup (oaoDûaıoysÂotov) kullandırdı. Ö rneğin, D iogenes’in öğrencisi olan ve ahlak dersleriyle evlerin içine kadar girdiği için adı “Ç atkapı”ya çıkan Thebaili K rates’in konuşm aları gerçek birer halk vaazıydı. D iogenes’e gelince: O nun da m askara bir tarafı vardı; bu özelliği ölüm ünden sonra haddinden fazla abartıldı, çünkü her şey bir yana, gerçek b ir bilgedir o. Kendisine, ScDKpömıç pcuvöpEvoç, “ Sokrates’in deli hali” derlerdi, oysa doğru değildi bu, çünkü insan sarraflığıyla ve her türlü geleneği küçüm sem esiyle gerçek b ir Sokratesçiydi; fakat dar kafalı biri, Sokrates’in de üşütük olduğunu düşünebilir pekâlâ. D iogenes’e dünyadaki en güzel şey nedir diye sorulduğunda, şu cevabı ve­ rir: “D obra dobra konuşm ak.” D eniz korsanları tarafından esir


286

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

alınıp satılığa çıkartıldığında, “H angi işe yararsın?” sorusu üze­ rine, “İnsanları gütm eyi bilirim ,” dem işti - bu iki yanıtı pekâlâ Sokrates de verebilirdi. G üpegündüz elinde m eşaleyle insan aram aya çıkm ası, bu kadar etkileyici bir biçim de olm asa da, tem elde S okrates’in de yaptığı bir şeydir. K orinthos’ta bir fıçı­ nın içinde yaşam ası ve suyunu tahta bir kaptan içmesi, fakat bir çocuğun avcuyla su içtiğini görünce b u kabı da fırlatıp atm a­ sı... K ısacası bu ve buna benzer parodilerle kendi kendine ti­ yatro oynam ıştır - tıpkı hayatının son yıllarında T oistoy’un da köylü halkla oynam ası gibi. D aha sonra A tin a’da bu tür nüans­ lardan vazgeçti. K iniklerin yaşam tarzının ötesindeydi. Atinalı züppelerin giyim i hakkında “Bu sahtekârlık,” tribon için de “bu da ayrı bir sahtekârlık,” dem iştir. Y üzyılın en z arif yosm asıyla olan ilişkisinden daha önce de söz etm iştik, zaten hiçbir konuda Püriten değildi. D iogenes bir lokantada dört başı m am ur bir kahvaltı ederken yoldan geçen D em osthenes’i içeri çağırır, fakat D em osthenes edebinden ötürü bu teklifi geri çevirince şöyle der: “U tanm ana gerek yok, efendin her gün buraya geli­ yor.” E fendiden kastı d em o s'tur. D iogenes sağdan soldan aldığı borçlarla yaşıyordu. Zam an zam an heykellerden para dileniyor, bir şey alam am a egzersizi yaptığını söylüyordu. Y ine de, yoz­ laşm ış bir burjuvadan başka bir şey olm ayan m odern bohem den çok daha gururlu ve içtendi, parayı ödünç istem ez, “geri talep ederdi” . Y aşam biçim i baştan sona eski H ellenlerin antibanausos ilkesine göreydi; onlardan tek farkı, kom ik derecede abartılı olm asıydı ve dönem e uygun olarak proleterleşm esiydi. Bütün okula yansım ış olan göbek adı kyon [köpek], m uhtem e­ len köpeğin arsızlığı, saldırganlığı, otlakçılığı ve sokakta geçen hayatım im a etm ek içindi. A m a o kendisini kendi yarattığı kosm opolites, yani dünya vatandaşı sözcüğüyle nitelendiriyor­ du. İskender’le karşılaşm asına dair dünyaca ünlü öyküye itiraz edilm iş, onun o sırada K orinthos’ta bulunm adığı söylenm iştir. Fakat ya tarihler karıştırılıyor ya da bu öykü İskender’i fıçıyla buluşturm ak için kasten uydurulm uş olabilir, nitekim İsken­ der’in filozofu A tin a’da da ziyaret etm iş olabileceği iieri sürü­ lür. Fakat İskender o sıralar henüz B üyük İskender değildi, dolayısıyla bu olayın tarihi öne alınm ış olmalı. Hem sonra D iogenes’in neler olacağını önceden sezm iş olm ası, “B eni me­ zara yüzüstü yatırın, çünkü zaten yakında her şey tersine döne-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

287

cek,” dem esinden bellidir. H er halükârda, bütün dünyayı alt eden kahram an ile bütün dünyayı kendi altında gören bilgenin karşı karşıya getirilm esinde derin bir sim gesellik yatar. Dünyayı alt eden bu iki kişinin aynı gün öldükleri efsanesi de bunu doğrular. K inizm in aristokrat karşıtı, A tinalı olan Sokratesçi A ristok- İdealar les idi. B abasının soyağacını Kral K odros’a, annesininkini ise S olon’a dayandırır, geniş alnından ötürü P laton diye çağırılırdı. G erçekten de onunkisinden daha geniş bir alna bir daha rast­ lanm am ıştır. Seksen yıllık öm rünün yarısı (4 2 7 ’den 387’ye ka­ dar) eğitim ve gezginlik dönem iydi. O dönem de, m atem atik eğitim i aldığı K yrene’ye, gizli öğretilere bulaştığı M ısır’a ve Pythagorasçılığın sırlarını öğrendiği A şağı İtalya’ya, son olarak da Sicilya’ya, D ionysios’un yanm a gitti. D aha sonra Akadem os’a adanm ış g ym nasion’da kendi okulunu kurdu. D ersleri­ ni kısm en hitabet, kısm en de diyalog (biz buna sem iner çalış­ m ası deriz) biçim inde verir, syssitia ’larda. öğrencilerinin top­ lum la kaynaşm asını sağlardı. O nun eserlerinde Platon m istik ve rasyonalist, hem yapıcı bir şair hem de yıkıcı bir hicivci kim li­ ğiyle öne çıkar. P lato n ’un çizdiği Sokrates portresi en az Tasso, Teli, S baw ’un C aesar’ı ve Ibsen’in Ju lian ’ı kadar özgündür, yani üst anlam da da olsa gerçektir. O ysa K senophon’un Sokra­ tes’i en fazla bir fotoğraftır, yani rasgele bir resim dir, üstelik de bir am atörün çizdiği bir resim . H ellenlerin plastik dehası, Pla­ to n d a birlikte yepyeni bir alanda bir kez daha özgün bir doruğa ulaşır. G enellikle dolaysız ya da dolaylı “b en ” anlatım ından öteye geçem eyen felsefe onun seçtiği dram atik biçim sayesinde bir rö ly ef kom pozisyonu kadar nesnellik kazanır. A ristoteles’in kayıp diyalogları daha farklı olm uş olsa gerek, zira bu diyalog­ larda kişilerin bireysellikten yoksun olduğu ve A ristoteles’in söyleşinin idaresini hep elinde tuttuğu söylenir. D em ek ki, P laton ’un biçem ini hiç anlam am ıştı, oysa bu biçem i dâhiyane kılan özellik, düşüncelerin ete ve kem iğe bürünm esidir. H om e­ ros ve Pheidias gibi Platon da eserlerinin ardında kaybolur. P laton’un “idealari’ı da adeta bir heykeltıraşın tasarım ıdır. H eykelde olduğu gibi burada da görüngüler dünyasının hakiki gerçekliği, bütün tekil örnekleri özet halinde içeren sonsuz ilköm ekler biçim inde belirir. İde a (iSeTv) görm ek, sözcüğünden gelir, dolayısıyla soyut değil, gözle görülen bir şeyi tanımlar. İdealar, p a ra d eig m a ta 'dır, yani idealler ve m odeller; görüngü-


288

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

ler ise onların hom oiom ata’sı. suretleri, portreleri ya da m im em ata’sidir, yani taklitleri, kopyalarıdır ve tabii ilkörneğe benzedikleri oranda kusursuzdurlar. Platon idealarla neyi kas­ tettiğini ünlü m ağara benzetm esiyle etkileyici ve net bir biçim ­ de dile getirir: İnsanlar bir yeraltı m ağarasında zincire vurulm uş olan, başını bile kım ıldatam ayan tutsaklardır. A rkalarında bir ışık vardır; bu ışıkla sırtları arasından türlü türlü nesneler gelip geçer. T utsaklar ne ışığı ne nesneleri ne de kendilerini görebi­ lirler, görebildikleri tek şey, bu nesnelerin m ağara duvarına yansıyan gölgeleridir. B ütün doğa ideaların yansım asından iba­ ret olduğu için Platon sanatı ptpr|cnç pıptjoecoç, yani taklidin taklidi diye değersiz bulur. B u nedenle P laton sık sık sanat an­ layışı kıt olm akla suçlanm ıştır. A ksine, bu bakış gündelik de­ neyim i sanatsal bir eylem e dönüştüren ve sanatın zirvesinden bakan bir dünya görüşünün kabulüdür, fakat ancak felsefenin idare ettiği bir dünya görüşünün kabulü. Z ira P laton’da birbi­ rinden kesin olarak ayrılm ış iki dünya karşı karşıya gelir: O lu­ şan ve asla var olm ayan bir dünya ile var olan ve asla oluşm a­ yan bir dünya; cisim ler ve cisim siz biçim ler (d o c b u a ıa e’ı'Srj) dünyası; usa dayanm ayan duyusal algılam a (diaAriöiç) ve usla kavram a (vör)oıç), ki bu sonuncusu m antıksal bir soyutlam a değil, sanatsal, içgüdüsel bir sinopsistir. İdealar, kavram lar gibi tekil nesnelerin içinde değildir, tersine, idealar nesneleri içeri­ yordun D oğru bilgi ya da ideanın kavranm ası bir düş gücü m e­ selesidir. B u konuda Kant, düş gücünün hayalperest olm ak ye­ rine, aklın sıkı denetim i altında işlem esi gerektiğini söyler. B u­ nu arzulam ak, yani felsefe coşkusu, P ythia’nınkine eş bir çıl­ gınlıktır (p av ıa). A ntisthenes bir keresinde P laton’a, “Atı görü­ yorum , am a at ideasını görem iyorum ,” dediğinde, Platon şöyle karşılık verir: “Ç ünkü sende yalnızca atı görebilen bir göz var, at ideasını görebilen göze henüz sahip değilsin.” P laton’a göre “güzel”, doğm adan önce gördüğüm üz ilkörneğin, yitirilm iş bir cennetin anısıdır, m utlu bir sezgi, özlem dir (epcoç) m utsuz bir aşktır. Fakat idealar dünyasının doruğunu iöea to ü a y afto ü , “iyi” ideası oluşturur. Bu, m ağaradaki ışıktır ve tıpkı güneş gi­ bi, dünyevi şeyleri hem görünür kılan hem de besleyen neden­ dir. Fakat özdek, bilinem eyen ve var olm ayandır; beden ise ruhun m ezarı ve zindanıdır; ruh m antıksız öğelerini bedenle olan bağlantısına borçludur. Bu nedenle fiziksel olanda yalnız-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

ca bir görüş, en fazla bir

s îk ö t e ç

289

uüfioı, olası konuşm alar, var­

dır. N ihayet her doğru bilgi eski ve daha yüksek bir yaşam ın içim izde yeşerttiği ideaları hatırlam ak anlam ına geldiği için, ruhun ezeli ve ebedi olduğuna inanm ak gerekir. P lato n ’un hayli garip bir ölüm süzlük kanıtı daha vardır: H er varlığın kendine özgü bir kötü sonu vardır, örneğin tahıl küflenerek, odun çürü­ yerek, dem ir de paslanarak yok olur; insan ruhunun kötü sonu ise adaletsizliktir. Fakat ruh adaletsizlikten zarar göreceği yerde daha da canlılık kazandığı için, belli ki ruh yok olamıyordur. Bütün bunlar, dünyanın gidişatı ve dünyevi şeylerin temelden çürük olduğuna dair m uazzam bir ironi gibi geliyor kulağa. G er­ çekten de Platon doğayı kötülüğün evreni diye görür; ona göre filozofun görevi, doğadan kaçıp kutsallığa sığınmaktır. Pratiğe ve gerçekliğe dair bütün sorulara söyleyeceği son söz onun şu ifade­ sidir: “t a t c û v âvıfpcü7tcûv ırp a y p a ıa peydZrjç o ü k a fy a G7iou5f]ç, insanların m eseleleri üzerinde fazla durm aya değm ez.” D em osthenes’le aynı dönem i (384-322) paylaşan A ristote- İlk Proles’e, P lato n ’un devam ı, aynı zam anda da felsefedeki zıt kutbu- fesör dur dem ek, yalnızca özel ve dar anlam da m üm kündür. A risto­ teles P lato n ’u dinlem ek üzere A tin a’ya geldiğinde, Platon alt­ mış yaşındaydı. Ö ğretm enin öğrencisi hakkında söyledikleri bugüne dek aktarılagelm iştir ve bu sözler, birer anekdot olsun ya da olm asın, aralarındaki ilişkiye adam akıllı ışık tutar. Söz­ gelim i Platon A ristoteles’i “okulun m edarı iftiharı”, oturduğu evi de “okurun evi” diye adlandırm ış (bunları öğrencisini öv­ m ek için söylem iştir). H atta bir keresinde A ristoteles’i, sütünü içtikten sonra annesini tekm eleyen bir taya benzetm iş. Öte yan­ dan, A ristoteles gençlik yılları boyunca kendisini daim a Pla­ to n ’un çöm ezi olarak görm üş olsa gerek, çünkü Piaton hayat­ tayken kendi okulunu kurm adığı gibi, o öldükten sonra artık cazibesini yitirdi diye A tin a’yı derhal terk etm iştir. A ncak on iki yıl sonra, İskender fetihlerine başladığı zam an A tina’ya geri dönm üş ve on iki yıl süreyle benzer bir dünya fethine girişm iş­ tir: O zam anki bilginin tüm alanlarını inanılm az derecede geniş olan beynine katm ış ve bu alanları asırlarca örnek teşkil edecek bir şekilde yönetip geliştirm iştir. İskender’in ölüm ünden sonra A tina’nın başına M akedonya karşıtı bir partinin geçm esi üzeri­ ne, tanrıtanım azlık suçundan yargılanm asına ram ak kala A ti­ n a’dan kaçm ış, hem en ertesi yıl da ölm üştür. O ndan geriye ka-


290

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

lanların çoğu, yazarlık yeteneği hakkında yeterince fikir ver­ m eyen ders notlarından ibarettir. E duard Schw artz’ın P laton’u şaka yollu profesör diye nitelem esine karşılık, A ristoteles ger­ çekten de öyleydi, hatta dış görünüşüyle bile: A ristoteles, ince bacaklı, göbekli, kel ve m iyop birisi diye ta rif edilir; ayrıca öğ­ rencilerinin taklit ettiği (tıpkı bazı Platoncuların P laton’un kam bur duruşunu ve genç D ionysios’un dalkavuklarının onun m iyopluğunu taklit etm esi gibi) konuşm asının peltek peltek olduğundan da söz edilir. B u eşsiz şahsiyetin bile sıradan yön­ leri var gibidir. İddiaya göre, gösterişli giysilere ve leziz ye­ m eklere karşı özel bir zaafı varm ış; sıcak zeytinyağında banyo yapar, sonra da bu yağı satarm ış ve daha neler neler. Elbette, bu iddiaların bir kısm ını abartılı birer dedikodu olarak görm ek ge­ rekir, zaten H ellas’ta dedikodunun bini bir paraydı. A m a şu da bir gerçek ki, ateş olm ayan yerden dum an çıkm az. A ristoteles’in m etafiziği, tipik bir orta yol felsefesi, P latoncu bir am pirizm dir. îdeaları hem ikinci dereceden birer öz (Senıepav o û a ta ı) olarak görür hem de bağım sız bir varoluş sürdürdüklerini reddeder. O na göre idea, “kendinde” (a û ıö ) sözcüğünün eklenm esiyle ortaya çıkan gereksiz bir ikilem e, at ideası tüm atlardan soyutlanm ış “kendinde a f ’tır. (au ıö ü m )ç ). A ristoteles’e göre m utlak gerçeklik yalnızca tekil nesnelerde söz konusudur; genel, kendi başm a v ar olam az, çünkü tözsel bir şey değildir; öz, eşyanın dışında m evcut değildir, çünkü onların özüdür; idealar, görüngülerin nedeni olam az, çünkü itici güçten yoksundurlar. B unlar, m antıksal ve fiziksel düzlem de gelişti­ rilm iş b ir yığın argüm andır ve A ristoteles P lato n ’un idealarının asıl m ahiyetini y a anlam am ış ya da anlam ak istem em iştir. B u­ rada Platonculuğun deneybilim in verim li düzlüklerine düşüşü söz konusudur. A ristoteles özdek yorum unda da orta yolu izler. P lato n ’un aksine, A ristoteles’e göre özdek artık pp ov, m utlak var olm ayan, değil, Snvdpsı öv, olanağa göre var olandır, po­ tansiyel varlıktır. Ö zdeğin evepyria öv, gerçekte var olana, yani güncel varlığa dönüşm esi, bir bakım a idea rolünü üstlenm iş olan biçim , eidos, aracılığıyla olur ancak. B ütün gerçeklikler hem eidos’tur, çünkü biçim lenm iş olarak ortaya çıkarlar, hem de kendilerini biçim lendiren şey bakım ından hyle, yani özdektirler; sözgelim i, kalas, ağacın biçim i ve evin özdeğidir. H er tür


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

293

sızdı. D akika, hele hele saniye ve salise gibi kavram lar bilinm i­ yordu, dolayısıyla tepkim e süresi ve benzeri ölçülerle sağın bir deney yapılm ası im kânsızdı. A ntikçağda bizim kinden apayrı bir zam an duygusu olduğu ya da bizim kiyle kıyaslandığında, za­ man duygusunun olm adığı düşüncesine alışm ak gerekir. Bize göre, asla bir çanın çalm adığı, bir sarkacın tik tak etmediği, kim senin saat taşım adığı ve saatin kaç olduğunu bilm ediği kadransız bir dünya ürkütücü bir boşlukta yüzüyordur. A ristoteles’in klasik eserleri, hayvan anatom isi ve fizyoloji­ si, devlet biçim leri, şiir ve edebiyat türlerinin karşılaştırm alı incelem esinden ibaretti. Bütün bunlardan geriye kem ikleri ufa­ lanan bir iskelet kalm ıştır yalnızca, hatta çoğu zam an bu bile yoktur. A ristoteles pek çok bakım dan bilim sel olm am akla suç­ lanmıştır, ya öğrencilerinin aptallığının ve idraksizliğinin fatu­ rası haksız yere kendisine çıkarılm ıştır ya da eskiçağda bilin­ meyen şeyleri bilm esi beklenm iştir. Sıcaklık ile soğukluğu ta­ m am en m itolojik bir çerçevede karşıt ilkeler olarak yorum la­ m ası yeniçağa kadar aşılam am ıştır oysa. B unun dışında, yaşa­ mın başka etm enlerden bağım sız bir biçim de ansızın kendili­ ğinden türediğine inanıyor, sineklerin çiçeklerin üzerindeki çiyden, ahşabı delen kurtların ahşaptan, barsak kurtlarının da barsaktan türediğini sanıyordu. Fakat onyedinci yüzyılda bile, önde gelen doğa araştırm acıları kurbağaların çam urdan, yılanbalıklarının nehir suyundan, fare yavrularının da undan türedi­ ğini düşünüyorlardı. K endiliğinden türem e kuram ı, 186ö’da Pasteur ortaya çıkana kadar bütün bilim dünyası tarafından, bu kadar aşırı bir biçim de olm asa da, destekleniyordu. A ristote­ les’in aşıladığı diğer yanlışlar ya sadece ifade yönünden yanlış­ tır ya da gizli birer hakikat içerirler. Ö rneğin, dokunm a duyu­ sunun yalnızca hayvanlarda bulunduğunu söyler, oysa sürgün veren çiçeklerin çeşitli yönlere büyüm esi, köklerin “yön değiş­ tirm esi”, etobur bitkiler ve daha nice olgular buna ters düşer. A m a gene de bu söz derin bir bilgi içerir: G erçekten de dokun­ m a duyusu, daha yüksek duyulan doğurm uş olan ilk duyudur. K ökün bitkinin “üstü” olduğunu söylem esi, önce boş bir sko­ lastik alegori gibi gelir kulağa, fakat m odern botanikte bitkinin beyni kök ucudur, hem sonra A ristoteles bu lafı ederken kafayı ve ağzı da düşünm üş olabilir. Bitkim si hayvanlara getirdiği tanım günüm üzdeki tanım la pek örtüşm ese de, bu türün varlığı-

Aristotelesçiliğin Bilanço su


292

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

üslubunu kullanıp ağırlaştığı da ender değildir. Ü slubuyla ilgili yargılarda bulunurken, elim izde yalnızca öğrencilerine verdiği ve m uhtem elen b ir okur kitlesine yönelik olm ayan ders n o tları­ nın bulunduğunu unutm am alıyız. O ysa Cicero ve Q uintiiianus gibi söz sahibi eleştirm enler, tüm ü kaybolm uş olan erken dö­ nem yazılarındaki dilin yoğunluk ve inceliğini övm ekle bitire­ m ezler. Sanırım A ristoteles bu yönüyle K an t’a benziyordu. K ant da canlı ve akıcı bir anlatım yeteneğine fazlasıyla sahip olduğu halde, dizgesel başyapıtlarında b u yönünü kasten giz­ lerdi. Y ine de A ristoteles, nasıl ki estetik yargılarında son dere­ ce olgun ve ince bir duyarlılık göze çarptığı halde sanatçı ruhu­ n a sahip değilse, P laton’un, dokunduğu her şeyi yeşerten ve insan ruhunun girinti ve çıkıntılarını karış karış ölçen dâhiyane düş gücüne sahip olm uş olam az. A ristoteles büyük bir koleksi­ yoncu, eleştirm en, organizatör, her şeyden önce de -sözcüğün en genel an lam ıy la- bir d oğa araştırm acısıydı. Başarılarını ve başarısızlıklarım yargılam adan önce, m odem bilim in hizm etin­ deki araçlardan yoksun olduğunu hesaba katm ak gerekir. Eski­ çağda term om etre, barom etre, m ercek, dürbün, deney tüpü, hassas terazi olm am ası bir yana, doğru dürüst bir saat bile yoktu. Altı öğlen saati (gündoğum undan öğle vaktine kadar), altı ikindi saati (öğleden akşam a kadar) ve on iki akşam saati hesaplanırdı, yani bir saatin süresi her gün farklı bir uzunluk­ taydı ve en kısa saat ile en uzun saat arasındaki fark bir saatin neredeyse iki m isliydi. O ysa bizim dönence saatlerim iz hep aynıdır, ne var ki doğal değillerdir. A ntikçağda zam an belirt­ m ek için genel kavram larla yetindirdi: Sabah, öğle, akşam , çar­ şı vakti ve çarşı bitim i gibi. G üneş saati öteden beri vardı, kum saati henüz bilinm iyordu. D uruşm alarda, sözcünün konuşm a süresini belirleyen klepsydra, su saati, kullanılırdı. B u saatin yanında bir su bekçisi (6 eq>’ üScop) dikilirdi; belgelerin ve iddi­ aların okunacağı sırada konuşm acı, köleye “â m la p s xö üScap, suyu durdur,” diye seslenir ve saat durdurulurdu. D em ek ki, kendisine bir saatlik konuşm a süresi tanınan bir konuşm acı için bu süre haziranda neredeyse bir buçuk saati bulurken, aralıkta kırk beş dakikayı geçm iyordu. A radaki farkı dengelem ek için yıl çizelgeleri olm ası gerekirdi am a böyle bir şey yoktu. Bu şartlar altında asla tam vaktinde buluşulam ıyordu; okul, resmi daire ve işyerlerinin “askeri bir disiplin içinde” olm ası im kân­


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

293

sızdı. D akika, hele hele saniye ve salise gibi kavram lar bilinm i­ yordu, dolayısıyla tepkim e süresi ve benzeri ölçülerle sağın bir deney yapılm ası im kânsızdı. A ntikçağda bizim kinden apayrı bir zam an duygusu olduğu ya da bizim kiyle kıyaslandığında, za­ man duygusunun olm adığı düşüncesine alışm ak gerekir. Bize göre, asla bir çanın çalm adığı, bir sarkacın tik tak etmediği, kim senin saat taşım adığı ve saatin kaç olduğunu bilm ediği kadransız bir dünya ürkütücü bir boşlukta yüzüyordur. A ristoteles’in klasik eserleri, hayvan anatom isi ve fizyoloji­ si, devlet biçim leri, şiir ve edebiyat türlerinin karşılaştırm alı incelem esinden ibaretti. B ütün bunlardan geriye kem ikleri ufa­ lanan bir iskelet kalm ıştır yalnızca, hatta çoğu zam an bu bile yoktur. A ristoteles pek çok bakım dan bilim sel olm am akla suç­ lanm ıştır, ya öğrencilerinin aptallığının ve idraksizliğinin fatu­ rası haksız yere kendisine çıkarılm ıştır ya da eskiçağda bilin­ m eyen şeyleri bilmesi beklenm iştir. Sıcaklık ile soğukluğu ta­ m am en m itolojik bir çerçevede karşıt ilkeler olarak yorum la­ ması yeniçağa kadar aşılam am ıştır oysa. B unun dışında, yaşa­ mın başka etm enlerden bağım sız bir biçim de ansızın kendili­ ğinden türediğine inanıyor, sineklerin çiçeklerin üzerindeki çiyden, ahşabı delen kurtların ahşaptan, barsak kurtlarının da barsaktan türediğini sanıyordu. Fakat onyedinci yüzyılda bile, önde gelen doğa araştırm acıları kurbağaların çam urdan, yılanbalıklarının nehir suyundan, fare yavrularının da undan türedi­ ğini düşünüyorlardı. K endiliğinden türem e kuram ı, 1860’da Pasteur ortaya çıkana kadar bütün bilim dünyası tarafından, bu kadar aşırı bir biçim de olm asa da, destekleniyordu. A ristote­ les’in aşıladığı diğer yanlışlar ya sadece ifade yönünden yanlış­ tır ya da gizli birer hakikat içerirler. Ö rneğin, dokunm a duyu­ sunun yalnızca hayvanlarda bulunduğunu söyler, oysa sürgün veren çiçeklerin çeşitli yönlere büyüm esi, köklerin “yön değiş­ tirm esi”, etobur bitkiler ve daha nice olgular buna ters düşer. A m a gene de bu söz derin bir bilgi içerir: G erçekten de dokun­ m a duyusu, daha yüksek duyuları doğurm uş olan ilk duyudur. K ökün bitkinin “ üstü” olduğunu söylem esi, önce boş bir sko­ lastik alegori gibi gelir kulağa, fakat m odern botanikte bitkinin beyni kök ucudur, hem sonra A ristoteles bu lafı ederken kafayı ve ağzı da düşünm üş olabilir. B itkim si hayvanlara getirdiği tanım günüm üzdeki tanım la pek örtüşm ese de, bu türün varlığı-

Aristotelesçiliğin Bilanço­ su


294

Theophrastos ve- Karakterer

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

nı fark etm iş olm ası bile başlı başına ince bir gözlem yeteneği­ nin kanıtıdır. B ütün köpekbalıklarının yavrularının canlı doğ­ duğunu ileri sürerken de yalnızca bir üslup hatası yapmıştır, fakat k e şif hayret vericidir, çünkü harharyas gerçekten de canlı yavrular doğurur. B ütün bu anlatılanlardan sonra, çağlar boyunca A ristoteles hakkında neden bu kadar çok çeşitli ve çelişkili yargılarda bu­ lunulduğuna şaşm am ak gerek. A ristoteles ortaçağın en parlak dönem inde “praecursor Christi in rebııs naturalibııs” [doğa konusunda İsa’nın öncüsü] diye kabul edilirdi ve öğretilerine yönelik en ufak bir itiraz, kilise dogm alarından ayrılm ak kadar sapkınlık addedilirdi. Fakat yeniçağın gözleri açılm ış felsefesi ona sırt çevirdi Bacon, A ristoteles’in O rganon’unun yerine kendisininkini, A ristoteles m antığının yerine deneyi, A ristoteles deneyinin yerine m etodik deneyi koym uş ve kendi görüşlerini şu sözlerle özetlem iştir: “Sofizm in en büyük örneği A ristote­ le s’tir. D oğabilim i diyalektikle yozlaştırm ıştır o .” K eza Giordano Bruno da A ristoteles’in doğa! düşünceler bakım ından kısır olduğunu, yalnızca boş la f ve kibir üretm ek açısından verimli bir düş gücüne sahip olduğunu söyler. H üm anistler de Aristotelesçilikten ziyade P latonculuğa eğilim duyuyordu, hatta L uther A ristoteles’e “budala” bile dem işti. B una karşın Kant, m antığın A ristoteles’ten bu yana ne ilerlediğini ne de geriledi­ ğini belirtm iş, H egel ise şöyle dem iştir: “O, gelm iş geçm iş en zengin ve en derin bilim sel dehalardan biriydi, öyle bir adam ki, hiçbir çağ onun ayarında birini yetiştirem em iştir.” Oysa Schopenhauer A ristotelesçi m etafiziğin büyük ölçüde kendisin­ den önceki filozofların felsefeleri hakkında ileri geri konuş­ m aktan ibaret olduğunu söyler: “Bu yüzden onu okuyan birisi sık sık şöyle düşünür: Evet, işte şim di geliyor; oysa hiçbir şeyin geldiği yoktur.” A quinolu T hom as’ın sistem i ve K atolikliğin halen daha geçerli olan felsefesi özünde A ristotelesçi’dir. A ristoteles’in en önem li öğrencisi ve Peripatos O kulu’nun A ristoteles’ten sonraki başı, hocasının Theophrastos (tanrıdilli) acj,n) yerdiği L esboslu Tyrtam os idi. H ayattayken öğrencilerin ap ın ettiği, kralların göklere çıkardığı dünyaca ünlü bir şahsiyetti. K endisi m etafizikçi, etikçi, fizyolog, fizikçi, zoolog, bo­ tanikçi, vakanüvis ve coğrafyacı, ayrıca m ineroloji, bitki coğ­ rafyası ve hayvan psikolojisi dallarının kurucusudur. Ç ok sayı-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

295

daki eserlerinden geriye pek azı kalm ıştır; bunların arasında, otuz adet küçük portreden oluşan bir galeri vardır: K arakterler . B u eser günüm üze dağınık ve eksik bir kopya halinde uiaştığı halde, dünya edebiyatının en etkili m etinlerinden sayıiır. Yunan ve Latin kom edyasından tutunuz, H oratius ve E rasm us’tan L abruyere’e kadar bu karakterlerin etkisinin izini sürm ek m üm kün. L abruyere K a rakterler’i çevirm ekle kalm am ış, gün­ delik olaylara eleştirel yaklaşan C aracteres adlı eserinde taklit de etm iştir. L abruyere’in bu eseri onyedinci yüzyılın en çok okunan kitapları arasında yer alır ve şu sözlerle başlar: “Seyir­ cinin bana ödünç verdiklerini ona geri veriyorum .” Theophrastos, A tina topium unun bir tipolojisini çıkarm aya ça­ lışm ıştır. K arakterlerin her birini çok sayıda küçük m ozaik taş­ larından derler. Ö rneğin, “D alkavuk” velinim etine şöyle der: “ ...fark ın d a m ısın, herkes sana nasıl bakıyor? Bu kentte senden başkasına yapılm az b u ...” ve buna benzer başka şeyler söyler­ ken, bir yandan da karşısındakinin harm anisinden iplik koparır; soğuk bir şaka yaptığında da güler ve sanki gülm esini tutam ıyorm uş gibi, harm anisiyle ağzını örter; birlikte çedik alm aya gittiklerinde, ayaklarının çedikten daha biçim li olduğunu söy­ ler; çocuklarına elm a arm ut alıp getirir, onun gözü önünde verir ve çocukları “soylu baba yavrucukları” diye okşar. “M em nuni­ yetsiz” yolda bir kese bulsa, “hiçbir zam an bir hazine bulam a­ dım ki!” der. Satıcıya yalvara yakara ucuz bir köle alsa, “bu kadar ucuza sağlam bir şey aldıysam şaşarım ” der. “O ğlun ol­ du” diye m üjdeleyene de “m alının yarısı gitti diye eklersen, doğrusunu söylem iş olursun” der. Bir dava kazansa ve bütün oyları topiasa biie, konuşm ayı yazanı birçok haklı noktayı atla­ dı diye suçlar. “G österiş B udalası” kiralık evde oturduğu halde, durum u bilm eyenlere baba m irası olduğunu, am a konuk ağır­ lam aya küçük geldiği için satm ak istediğini söyler. “Fırsatçı” ham am da yağlanırken kölesine “bozuk yağ alm ışsın, evlat” der ve başkasının yağını kullanır. Ç ocukları hastalanıp okula git­ m edikleri zam an, hocanın ücretinden uygun bir m iktar keser. Fiizm et eden köleler alm asın diye sofradaki yarım kalm ış turp­ ların listesini çıkarır. D ostlarından biri evlenirken ya da kızını

* K arak terleri an la tan bu k ısm ın çev irisin d e y a ra rla n d ığ ım ız k ay nak; T heoplırastos, K a ra k te rler , Y u n a n ca d a n çeviren: C an d a n Ş en tu n a, D o st K itab ev i Y ayınları, 1998. (e n.)


296

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

evlendirirken, arm ağan gönderm em ek için, düğünden bir süre önce yola gider. T heophrastos bütün karakterleri kaba hatlarıyla değil, ince ayrıntılarla işler. Ö rneğin, bir yığın boş la f edip ko­ nudan konuya geçen “G eveze” ile herkesin sözünü kesen, her şeyi daha iyi bilen, çocuklarının bile kendisine “baba, bizimle çene çal da uykum uz gelsin” dediği “Ç alçene” ve her türlü söylentiyi abartıp büyük bir ciddiyetle etrafa yaydığı halde “am a aram ızda kalsın” diyen “Palavracı”yı birbirinden ayırır. R ahatsızlık veren kişiler olarak şunları sıralar: K urban ayinin­ de, kasapta, tiyatroda, ham am da, kısacası her yerde utanm azca çıkar sağlam aya çalışan “A rsız”; yem ek yerken, dışkısındaki safranın önündeki çorbadan daha koyu olduğunu anlatan “G ör­ güsüz”; başka görgüsüzlüklerin yanı sıra ham am da türkü çığır­ m a gibi alışkanlıkları da olan “K öylü”; hep olm adık işler ya­ pan, düğüne çağrıldığında kadın m illetini kötüleyen, birinin işi varken karşısına geçip dert anlatan, uzun bir yolculuktan daha yeni dönm üş olan birini gezintiye çağıran, insanların istem edi­ ği am a reddetm eye de çekindiği işlerle canla başla uğraşan “M ünasebetsiz”. “N am ussuzun Y ardakçısı” daha çok “D alka­ v u k l a akrabadır. D iğer karakterler şunlardır: K oltukçu, Beleş­ çi, Pinti, Edepsiz, İşgüzar, Şapşal, K endini B eğenm iş, Batıl İnançlı, G üvensiz, Ö zentili, H asis, G österiş Budalası, Kibirli, K orkak, Oligarşi Y anlısı, G eçkin, Fesat. Bir de çok tu h af ve neredeyse bilm eceye benzeyen bir karakter vardır: sipoıv, yani Sinsi. W ilhelm B inder bu sözcüğü, “art niyetli m uzip” ile kar­ şılar, fakat yalnızca Fransızca’daki “chicaneur”le bir dereceye kadar karşılandığını ekler. E iron, bilm iyorm uş gibi yapan, dü­ şündüğünden farklı şeyler söyleyen, insanların aklını karıştır­ m aktan zevk alan biridir. D üşm anlarıyla dostça konuşur, hak­ kında kötü konuşanları affeder ve öfkeden köpüren kim selerle sakin sakin konuşur. “Y aptığı işlerin hiçbirini açıklam az”, “bir şey duyunca duym adığını” söyler. Şöyle konuşm akta üstüne yoktur: “ İnanm ıyorum , sanm ıyorum , şaşırıp kaldım kardeş, söylediğin şey başka türlü oldu; aslında bana söyledikleri bun­ lar değil; bu iş bana ters geliyor, bunu başkasına anlat; sana mı inanm ayacağım , ona mı suç bulacağım , bilm iyorum .” A slında epeyce karm aşık bir karakterdir bu; artistik bir oyunculukla sahte tavır takınan, kendisini gizleyen ve olduğundan daha kötü gösteren biri. B u noktada insanın aklına H am ann’ın uyarısı ge-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

297

liyor: “İyiyi olabildiğince içerde tutm alı, kötüyü de dışa vur­ m alı,” bir de K ierkegaard’nun şu sözü: “B an a her şeyi sorabi­ lirsiniz, am a nedenlerini sorm ayın,” hatta Ibsen ’in bazı figürle­ ri. Theophrastos karakter tasvirlerine çok düşkün gibidir, örne­ ğin evlilik karşıtı bir fragm anda kadın gevezeliğini neredeyse dram atik bir biçim de aktarır: “F alanca kadının giysisi benim ­ kinden çok daha güzel; dün kadınlar toplantısında en altta oturm ak zorunda kaldım ; bugün kom şu k adına bakışın ne kadar tuhaftı öyle; hizm etçi kızla ne konuştun bakalım ; bana çarşıdan bir şey getirdin m i?” T heophrastos’un, şüphesiz başka eserle­ rinde de yer alan bu tasvirleri ve elim izdeki kısa m etinden çok daha zengin olm ası gereken K arakterler’i, öğrencilerinin önün­ de nasıl taklit ettiğini gözünüzün önüne getirin. Y unanistan’ın ilk üniversitesinin rektörü ve ordinaryüsü böyle şeylerle uğra­ şıyordu işte. T heophrastos’unki Platoncu b ir ruhbilim dir. Platon at veTheophbütün diğer şeylerin idealarıyla, T heophrastos ise örneğin ar- rastos’un sizlik, saçm alık ve kötülük idealarıyla uğraşır. F izik bilimi, bi * bilirer olgu olarak incelem ek üzere m anyetizm i, ağırlığı ve e sn e k -1111 liği nasıl ayrı ayrı ele alıyorsa, T heophrastos da gerçek yaşam ­ da asla arı halde bulunm ayan kendini beğenm işlik, arsızlık, kibirlilik ve fesatlık arazlarının özelliklerini ayrıştırır. D em ek ki, sanatsal olm aktan çok bilim sel bir yöntem dir bu, fakat sade­ ce antik kom edya yazarları değil (M enandros T heophrastos’un arkadaşıydı), com m edia d e li’a r te ’den başlayıp Holberg, Sheridan, G ellert ve Iffland’dan tutunuz, vodvillerin günlük korolarına varıncaya kadar sanatçı ve m odem yazarların çoğu bu yöntem i izlem iştir. G erçek sanatçıda bütün, parçalardan ön­ ce, karakterin vizyonu ise tek tek hatlardan önce var olm alıdır denebilir am a sanatta kural olm az. Ç ünkü M oliere, Nestroy, H ogarth ve D aum ier doldurulm uş şablon tekniğiyle ya da soyut tiplem eleri birleştiren m ozaik tekniğiyle ölüm süz karakterler yaratm ışlardır. M alade im aginaire hastalık ve kuruntudan, Knieriem ise alkol ve astrolojiden başka bir şey değildir. H ogarth, değişen erdem ve kötülüklerin resm ini çizerken, D aum ier, “Tem m uz A yının B ir K ahram anı” tem ası üzerine şem atik hiyeroglifler yaratır. S ihirbazın eli değdiğinde bir asa K nieriem : N e stro y ’un L u m p a zi V a g n b u n d u s adlı o y u n u n d a A y yaş A yakkabıcı karak teri, (e.n.)


298

ANTİK S U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

bile yeşerebilir, bir dehanın ellerinde duvar kâğıdı deseni dra­ m atik bir sahneye dönüşebilir. T h eophrastos’un bakışının hangi büyülü zirvelere ulaştığını A ndersen, ne kadar yavan ve sıradan olabileceğini ise dışavurum cuların şiirleri kanıtlar. EudokPlaton akadem isinin en önem li m atem atikçisi K nidoslu sos E udoksos’tu; 4 İ0 dolaylarında doğm uş olan E udoksos’un adı daha sonra E ndoksos (şanlı) şeklinde değiştirildi. Eratosthenes onu tanrısal diye niteler. Platon m atem atiği göklere çıkarm ış ve ders m üfredatına koym uştur, fakat bunu pratik nedenlerle değil, aksine, m atem atiğin ruhu tesadüfe dayalı som ut olanın üzerinde yükseltm esi, duyusal olandan olm ayana geçm esi ve saf biçim ­ lerde düşünm eye zorlam ası nedeniyle yapm ıştır. Eudoksos ben­ zerlik kuram ını geliştirm iş, P lato n ’un altın kesitle ilgili araştır­ m alarını tam am lam ış, piram idin, tabanı ve yüksekliği eşit bir prizm anın üçüncü bölüm ü olduğunu, aynı şeyin koni ve silindir için de geçerli olduğunu gösterm iş ve ilk stereom etri kitabını yazm ıştır. A ncak eserlerinden geriye yalnızca az sayıda frag­ m an kalm ıştır. Knidosiu Eudoksos m ükem m el bir astronom du. Arakhne (örüm cek) adım verdiği yeni bir güneş saati buldu ve büyük seyahatlerinden birinde, H eliopolis’te bir rasathane kur­ du. Sabit yıldızların dünyanın m erkezinde bulunan eşmerkezli kürelere bağlı olduğu varsayım ıyla, gök cisim lerinin hareketini Y unan bakışını tatm in eden bir biçim de açıkladı. O na göre ev­ renin m erkezi dünyaydı, fakat dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü biliyordu. Şu sözü, onun nasıl birisi olduğunu gös­ terir: “O nun büyüklüğünü ve yapısını öğrenm ek için güneşe ulaşm ak istiyorum , Phaethon gibi yanm am gerekse de!” Apelles A ntik ortaçağın sonuna doğru, bilim in yanı sıra yağlıboya ressam lığı da gelişti; A ristotelesçilik dönem inde de benzer bir teknik vardı. B urada sözü edilen şey enkaustike’dir, yani mum boyanın resim yapılacak zem inin üzerine kızgın bir çubukla yakılm ası. A rtık kullanılm ayan bu yöntem sayesinde yağlıboya resim deki renkler bir daha solm am acasm a sıcak, parlak ve da­ yanıklı olurdu. “A ldobrandini D üğünü” bu resim ler hakkında iyi bir fikir verir. D ördüncü yüzyıla ait orijinal resm in A ugustus dönem inde yapılm ış ve 1606’da bulunm uş bir kopyasıdır bu tablo. 1818 yılına kadar V illa A ldobrandini’de kalm ış bu re­ simde -a lç ı üzerine fresk renkleri k u llan ılm ış- bir düğün hazır­ lığı anlatılır: O rtada utanıp sıkılan gelin, gelini şefkatle ikna


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

299

etm eye çalışan A phrodite, onların yanında ateşli ateşli bakan bir delikanlı, yani düğün tanrısı H ym enaios, sağda şarkı söyle­ yip adak sunan kızlar; solda gelinin nedim elerle birlikte banyo­ yu hazırlayan annesi. A çık kahverengi, koyu yeşil, huz mavisi ve açık leylak rengi tonlar arasında nefis bir uyum vardır. Fır­ çanın kralının A pelles olduğu konusunda herkes hem fikirdi. 370 yılında doğan A pelles, Philippos ve İskender’in saray res­ samıydı. Ö zellikle de, İskender’i sağ elinde şim şekle Zeus ola­ rak tasvir ettiği resim , olağanüstü etkisi ve elin korkutucu dere­ cede doğal olm ası nedeniyle övgü toplam ıştır. A t süren kral resm i için, bu resm e bakan her atın kişnediği söylenir. Kos ada­ sındaki A sklepios tapm ağı için yaptığı, ıslak saçlarını eliyle sıkarak yakam ozlu denizden çıkan “A phrodite A nadyom ene” şiirlere konu olm uştu; gövdesinin alt kısm ının suda parıldadığı­ nı görm ek insanlar için ilginç ve pitoresk bir deneyim di; şim ­ şekli “ İskender” resm i ise yansım a tem asını işliyordu. Böylesi tem alar dönem e özgüydü olasılıkla. Ö rneğin, A pelles’in sınıf arkadaşı Pausias, soluğuyla ateşi canlandırm aya çalışan bir de­ likanlı çizm işti; üstadın rakibi A ntiphilos’un bir resm inde, içki içen kişinin yüzü kadehin cam ından görülebiliyordu. H eykel, o zam ana kadar uzak kaldığı resm e yaklaşm aya Praksibaşlam ıştı. Praksiteles heykellerini boyarken, en az kendisi ka- teles dar ünlü olan N ik ias’tan yararlanıyordu. G örünüşe bakılırsa, elbiselerin üzerine artık ışık geçirm eyen b oya vurulm uyor, uçuk tonlarla bezeniyordu; ten rengini elde etm ek için zeytinyağı ve sulu balm um u karışım ı ince bir boya kullanılıyordu; mineral ve m etallerle gözler ve saçlar büyük ustalıkla canlandırılıyordu. Bütün bunlarla bir yandan daha güçlü bir natüralizm e, diğer yandan da yüksek bir idealizm e, neredeyse dünyaüstü bir parıl­ tıya sahip zarif, uçucu ve sihirli bir etkiye ulaşm ış olmalılar, am a ne yazık ki bu etkiyi kestirebilecek örneklerden yoksunuz, çünkü günüm üzde hiç kim se b ir heykeli balm um u heykel m ü­ zesindeki heykellere benzetm eden boyayam az. Y unan heykel­ lerinden geriye kalan ham heykeller bile bize göre şaşılacak derecede kusursuzdur. Praksiteles m erm er heykelin etkisini yedi kat artıracağını düşünm eseydi “H erm es”ini boyatır mıydı hiç? Y unanlı sanatçıların, gerçekleştirm ek bir yana, tasavvur etm ekte bile zorlandığım ız şeyleri bildiklerini düşünm ekten başka bir şey gelm ez elim izden.


300

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

“O lym pialı H erm es” heykeli büyük bir Y unanlı sanatçının elinden çıkm ış olup şu ana dek bulunan tek orijinal eserdir. Bu heykelin eskiçağda pek ünlü olm am asından, P raksiteles’in di­ ğer çalışm alarının kim bilir ne m uhteşem olduğunu tahmin edebiliriz. G övde sanki nefes alır; tanrı H erm es’in yanında du­ ran ve ondan bağım sız işlenm iş olan elbiseye insanın dokunası gelir; çehresi zeki olduğu kadar hayat dolu bir insaniliğe sahip­ tir. B urada güç ahenkle, oraniar yoğunlukla öyle eşsiz bir bi­ çim de birleşm iştir ki, heykel her an kaidesinden fırlayacakm ış gibi durur. “A pollon S auroktonos” insani ölçülere H erm es’ten daha fazla yaklaşm ıştır (bu tanrıya tapm anın im kânsız olduğu­ nu söylem ekte haklıydılar): Şaşırtıcı derecede kadınsı, fakat asla bir eşcinselin gözüyle bakılm am ış, m odaya uygun bir saç kesimi olan şık ve z a rif bir delikanlı. Hiç kuşkusuz, Praksiteles’in en usta olduğu alan kadın heykeliydi. Plinius, K nidoslu A phrodite heykelinin yalnızca üstadın değil, vaktiyle dünyadaki bütün heykellerin en ünlüsü olduğunu söyler. B ithynia kralı N ikom edes K nidoslulara, bu heykeli kendisine verirlerse bütün devlet borçlarını sileceğini söylediğinde, K nidoslular bunu reddetm işlerdi; hatta delikanlının biri bu hey­ kele duyduğu aşk yüzünden helak olm uştu. Heykelin zayıf kopyasında bile saflık ile albeni, asalet ile içtenlik arasındaki eşsiz uyum u sezm ek m üm kün. B u tanrıçanın gözlerinde antikçağın öve öve bitirem ediği şey, gözlere tarifsiz bir hülya, bilm ecem si bir gizem katan nem li parıltı (üypöv) idi. Praksite­ les’in “en iyi eserim ” dediği Eros heykeli hakkında, tatlı hül­ yalara dalm ış yüz ifadesini gören herkesi tu h a f bir biçim de bü­ yülediği söylenir; özlem i ve örtük bir hazcılığı im leyen bu süz­ gün bakış İskender’de de varm ış. Sanırım , o çağa özgü bir ba­ kıştı bu. Praksiteles’in hatırası T anagra figürlerinde, yani terrakottalarında da yaşam aya devam eder - en güzelleri B oiotia’daki Ta­ nagra kentinde bulunduğu için onlara bu ad verilm iştir. Bu söz­ cük, 1871-73 iktisadi gelişim yıllarında yapılan zevksiz kopya­ lar ve kaba taklitler yüzünden neredeyse bir hakarete dönüştü, fakat orijinal eserler şirin görünüşleri ve ilham doiu canlılıkla­ rıyla, onsekizinci yüzyılın porselenleri ayarındaydı. M ezar eş­ yası, kadınların odalarını süsleyen aksesuarlar ve çocuk oyun­ cağı olarak seri halde üretilen eserler bile, kıvrak biçim leri, has-


ATİNA'NIN DÜNYA G Ü N Ü

301

sas renk seçim leri ve Y unanlıların gündelik yaşam ından en m iniature sahnelerle şaşırtıcıdır. D ördüncü yüzyıla ait vazolar da incelip genişleyen gövdeleri, kulplarının zarafeti ve m inör akortlarıyla yine P raksiteles’i anım satırlar. O nun el sanatlarını bu kadar etkileyebilm iş olm ası boşuna değildir, çünkü D iogenes ile A ristippos, hatta A ristoteles ile P hilippos’ta nasıl gündelik bir yan varsa, P rak siteles’in sanatı da öyleydi ve ro­ koko hatlara sahipti. Praksiteles şeylerin yalnızca yüzeyini ve­ rir, fakat bu yüzeyin altındaki her şeyi sezdirirdi. Bu noktada, Y unanlılar için “O nlar derin oldukları için yüzeyseldiler,” di­ yen N ietzsch e’yi ve “yaşam , renkli bir yansıdadır” diyen Faust’u hatırlam adan edem eyiz. M ozart gibi Praksiteles de bir sonsözdür ve nasıl ki eserin gücü zam an zam an sonsözde topla­ nıyorsa, Praksiteles de sonbahardaki hüzünlü vedanın ve son haşatın tatlılığıyla dolu eşsiz zenginlikte bir final bestelem iştir. P heidias’la M yron gibi, P raksiteles’in eşi de Skopas’tır. Praksiteles’e hem akraba hem de onun tam tersidir. O nun sanatı da bir sondur, üstelik çift anlam da. A ncak, Praksiteles her şeyi gümüşi bir uyum da birleştirirken, S kopas’ın çalışm alarına kışkırtıcı bir pathos, kıvılcım lar çakan bir esrim e ve vahşi bir uyum suzluk hâkim dir. O nda yaratıcı d eca dence’m iki biçimi söz konusudur. O nun sanatı D ionysosça’ydı, kaosun öfkeli özütüydü, Praksiteles’teki yum uşak coşkunun tersine, sarsıcı bir ölüm kalım savaşıydı. Bizim için artık karanlık ve titrek bir gölgeden başka bir şey olm ayan S kopas’a kıyasla Lysippos hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. Lysippos, K orinthos’a dört saatlik m esafedeki Sikyon’dan geliyordu. O ndokuzuncu yüz­ yılda M ünih, D üsseld o rf ve D arm stad f ın olduğu gibi, Sikyon da uzun süre bir sanat okulunun m erkeziydi. Ö ğretici unsurlar L ysippos’un eserlerinde hep vardı. Sikyonlu Polykleitos gibi o da bir asırdan daha uzun süre klasik diye tabir edilm iş olan orantı yasalarının (kanon) y aratıcısıydı. D ördüncü yüzyılın ikinci yarısına baştan aşağı hâkim olm uş, uzun bir öm ür sürmüş ve İskender henüz bir çocukken, onun bronzdan -ü stad ın en çok tercih ettiği m a lzem e- bir portresini yapm ıştır; İskender başka kim seye bronz heykelini yaptırm am ıştır. İskender’i işle­ diği en ünlü heykel olan “M ızraklı İskender”de, kral boğa enseli, aslan yeleli ve hayat dolu bir ağızla tasvir edilm iş, bakışla­ rı ufukta kaybolm uştu. Ö teki İskender heykellerinin de hülyalı

Skopas he Lysippos


302

ANTİK YUNAN'IN KÜLTÜR TARİHİ

gözleri olduğu söylenir. B u yalnızca L ysippos’un tarzı değil, İskender’in de bir özelliği o lsa gerek. G erçi Y unanlı sanatçıla­ rın hepsi çalışkandı, fakat en üretkenleri Lysippos idi. B in beş yüz adet çalışm ası olduğu söylenir, ancak bunların sadece bir kısmı ya z a y ıf kopyalar halinde günüm üze ulaşm ıştır ya da L ysippos’un elinden çıktıkları şüphelidir. E n karakteristik eseri, Polykleitos’unkiyle açıkça rekabet eden “A poksyom enos”tur [Kaşağı Tutan A tlet], B u eseri tanım ıyoruz, fakat “D oryphoros”la yapılacak bir kıyaslam a bile aradaki tezadı ve gelişmeyi kestirm ek için yeterlidir. Polykleitos’ta her şey heybetli, köşeli ve keskin hatlıdır, L ysippos’ta ise esnek ve yuvarlaktır, yum u­ şak bir akıcılığa sahiptir; birinde her şey ağır ve girifttir, diğe­ rinde uçucu ve inceltilm iştir. L ysippos’un kanonuna göre kafa gövdeye oranla küçük, bacaklarsa uzun tutulur. A yrıca bacak­ lar, başlı başına dâhiyane olan “tüm ağırlığın bacağa yüklenm e­ si” ile “ağırlığın bacağa kısm en yüklenm esi” ilkelerine uyarlanm am ıştır, tersine, olanca canlılığıyla tüy m isali süzülüyor gibidirler. “D oryphoros” durgundur ve kabartm a bir bakışı var­ dır, oysa “A poksyom enos” dinam iktir ve derin bakışlıdır, çün­ kü sağ kolunu, heykele bakan kişiye doğru uzatır. Polykleito s’un bakış açısının Parm enidesçi olduğunu söylem iştik: H er devinim yalnızca görüntüdür; fakat Lysippos tam da bu görün­ tüyü uçucu eşsizliği içinde bronzdan yaratm aya çalışm ıştır. A ristipposça bir düşünce: Y alnızca an haklıdır. Efekt L ysippos’a ya da en azından onun okuluna dayandırabileceSanatı ğim iz kopyalara baktığım ızda, fiziksel yorgunluğa özel bir ilgi duyulduğunu görürüz: Poseidon, bitkin bir halde çatalına yasla­ nır, H erm es dinlenir, H erakles tam am en tükenm iştir. Bir bakı­ m a Praksitelesçi b ir dinginliktir bu. Zam an duygusunun daha güçlü bir unsuru da karşı kutuptu: Skopasçı coşkunluğun abar­ tılm ası. N asıl ki İsokratesçilerde vakanüvislik, G orgiasçılarda felsefe, E uripidesçilerde tragedya asıl am açtır, Sikyon ve A tina okullarında da am aç retorik, dekorasyon, afekt [duygulanma] ve efekttir [etki]. Sütun başlıklarında akanthos motifini natüralizm e kaçacak şekilde kullanan K orinthos sütununun hüküm ­ ranlığı d a belirleyicidir. E skiçağda şifalı bitki, günüm üzde ise süs bitkisi olarak kullanılan hakiki ya da yum uşak yapraklı kenger, acanthus m ollis, derinlere gizlenm iş parlak yeşil dikenli yaprakların küçük ve narin saplarda sıralandığı gösterişli bir


ATİNA'NIN DÜN YA G Ü N Ü

303

bitkidir. Bu tu h a f dişli kalabalık yaprakların cöm ertçe kullanıl­ ması, sütun başlığına cakalı, lüks ve sefih bir hava katar, fakat geieneksel form lara kıyasla biraz da yapm acık, kışkırtıcı ve aşırı görkem li bir hava verir. B urada dile gelen şey, A ristipposçu hazcılıktır. İonya sütununun D or sütunu yanında kadınsı olduğunu söylem iştik. K orinthos sütununda ise hetaira havası vardır. H em en her yerde bol m iktarda sarm aşık motifleri ve iddialı süslem eler kullanılır. Eski M eandros m otifi geri dönm üştür, am a artık incecik işlenm ekte ve A m o s von Salis’in güzel ifadesiyle, “bitm ek bilm eyen kıvrım lara” dalıp kendinden geçm ektedir. 350 senesi civarında yüzyılı en iyi tem sil eden ve dünyanın yedi harikalarından biri olan bir yapı inşa edilir: H aiikarnassos A nıtm ezarı (“M ausoleion”). D evasa bir dikdört­ gen kaidenin üzerinde, çatı yerine çok basam akİı bir piram it taşıyan sütunlü bir İonya avlusu yükselir, bunun üzerinde de Krai M ausolos ile dul eşi A rtem isia’yı taşıyan dört atlı bir araba yer alır. A nıtların en görkem lisini yaptıran işte bu kadındı. B u­ nunla beraber, bu anıtın hem iktisadi gelişim yıllarına hem de A m erikanizm e özgü bir yanı olsa gerek. Y apının her tarafını göz kam aştırıcı frizler süslüyordu. K alıntılarında hâlâ göze çar­ pan coşkulu hareket, dönem in üslubuydu. Aynı üslup başka alanlarda da göze çarpar, örneğin dram atik devinim ler doğuran, çırpınıp uçuşan, bulutlanıp kabaran giysiler de bu tarzdadır ve zam an zam an barok heykelleri andırırlar. Eskiden bakire kızlar delikanlı gibiyken, bu kez delikanlılar genç kızlar gibidir. Her tarafından kuvvet fışkıran kahram anlar da yoktur artık: Ares biie gevşem iştir ve hüzünlüdür, H einrich B runn’un deyişiyle, “âşık teğm en”dir. Erkeksi kadınlar da yoktur: A m azonlar bile yum uşak huylu genç kızlara dönüşm üştür, yanına yaklaşılm az sert bakireler değildirler. A thena bile koketleşm iştir. Vahşice çiftleşm e yoktur: S atyr’ler bile edepli edepli kur yapıyordur artık. Zeus heykeli -b a ş ın R om a dönem inde yapılm ış iyi bir kopyası, onsekizinci yüzyılın sonunda R om a’nın kuzeydoğu­ sundaki bir taşra kenti olan O trico ü ’de b u lu n d u - dördüncü yüzyılın ikinci yarısında yaşam ış, adı sanı bilinm eyen bir usta­ nın elinden çıkm a devasa bir m erm er kült heykeliydi. Bu hey­ kel tam tam ına H om eros’un baştanrısıdır: Soylu, ılımlı, kudretli ve teseili doiu. Ö zellikle de aslan yelesi ve lüle sakallarının işçiliği görkem lidir. P heid ias’ın Zeus heykeliyle kıyasladığı­


304

Dünya Günü­ nün Sonu

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

m ızda, bu Zeus daha teatral, am a daha yum uşak ve daha sıcak, daha insani ve duygusal bir etkiye sahiptir. “Ç ok övülm üş, çok sövülm üş” “B elvedere A pollonu”, canlı, neredeyse uçucu devi­ nim i, güneş tanrısının ateşli ve sa f çehresiyle dal gibi bir deli­ kanlıdır; zengin, bağım sız bir süs gibi işlenm iş saçları, zarif kollar ve bacakları, m odaya uygun güzel saç kesimi ve olağa­ nüstü etkili, am a etkisinin de fazlaca farkında olan pozuyla bir bakım a m ağrur bir zevkperesti çağrıştırır. B urada Praksiteles’in yum uşak parıltısı iyice satenleşm iştir. T am dört nesil, W inckelmann, H erder ve G oethe öncülüğünde bu heykelin etkisinde kaldıktan sonra, ondokuzuncu yüzyıl dönüm üne doğru sanat eleştirm enleri çevresinde bu heykele bir terzi kuklası diye sırt çevirm ek m arifet sayılır olm uştu. Elbette haksız bir eleştiriydi bu, çünkü en üst düzeyde bir kaligrafi, teknik doyum denen bir şey vardır, işte sanat orada artık yalnızca güzelliği dile getirir. H angi alana bakarsak bakalım , ortak paydanın doym uşluk ve aşırı olgunluk olduğunu görürüz. H er yerde akşam güneşinin yorgun hüznü vardır: En çarpıcı anıtm ezarların bu yüzyılda ortaya çıkm ış olması te sa d ü f değildir. Y unanlılık, dünyanın yazgısı olm ak, kendi halkının ruhunu insanlığın ruhuna dönüş­ türm ek, ölüm süzleşm ek uğruna ölm ek için yola koyulm uştu: Tanrıların katına alınsın diye kendini ateşe atan Em pedokies’in gerçeğidir bu. İskender dünyayı fethetm ekle, H ellas’ı tarihin sunağında kurban etm iştir. A dını İskender’den alan İskenderiye dönem inde tarihi önem ini çoktan yitirm iş olan Y unan halkı yüce bir im ge olarak dünyevi gökte bir burç gibi parıldam aya devam eder.


D izin

A gatharkhos, 207; A gathon, 209-210. A gis, S p a rta k ralı 192. A g o ra k rito s, 111. A iskhines, 235, 268, 283. A iskhylos, 39, 62, 70, 111, 210, 217, 219-220, 229, 248-249, 253. A isopos, 42, 127. A kesas, 116. A iarich, V izigol kralı 76. A lkaios, 63, 101, 124, 125. A lkibiades, 41, 109, 184, 191, 253, 2 5 6 -2 5 7 . A lkm aion, 142. A lkm an, 123. A lyattes, L idya kralı 9 1 ,1 0 5 . A m asis, M ısır kralı 105. A m brosius, 58. A nakreon, 113, 122, 126. A naksagoras, 187, 226, 228, 246. “

212251,

235,

243,

A nak sim an d ro s, 130-132, 141, 143, 226. A n ak sim en es, 132, 141. A n cu s M arcius, R om a'nın 4. kralı 147. A ndersen, H ans C hristian 71, 177, 298. A n q u etil D uperron, A braham 157. A n tenor, 118. Antipatros, Philippos’un komutanı 268. A ntiphilos, 299. A n tiphon, 188, 233, 243. A ntisthenes, 285, 288. A pelles, 217, 267, 279, 299. A polSodoros, 1 8 5 ,2 5 4 . A ristarkhos, Sam othrakeli 66. A rk esileas, II. 9 0 , 115. A risteides, 55, 111, 166, 284. A ristippos, 279, 284-285, 301. A ristokles, bkz. Platon A ristophanes. 30, 63, 78, 186, 195, 2 3 5 ,2 4 3 ,2 5 0 ,2 5 2 -2 5 3 .


306

ANTİK Y U N A N IN KÜLTÜR TARİHİ

A ristoteles, 13, 29, 98-99, 106-107, 111, 123, 130, 137, 182, 200, 210, 217, 226, 228-229, 238, 242, 244, 251, 254, 267, 271, 273, 275, 281, 2 8 7 ,2 8 9 -2 9 1 ,2 9 3 -2 9 4 ,3 0 1 . A rkhelaos, filo zo f 228. A rkhelaos, M ak ed o n y a kralı 267. A rkhilokhos, 65, 113, 123, 139, 244. A rkhim edes, 32. A ırianos, 42, 229. A rtakserkses, 161, 1 7 9 ,2 5 9 -2 6 0 . A rtem isia, 303. A spasia, 187. A spasia, K üçük 279. A to ssa, 161. d ’A u b ig n ac, F ran ço is H ed efin 66. A ugustinus, 58. A ugustus, 128, 143, 151, 271, 298. B ach, Johaıın S eb astian 249. B acon, Francis 238, 294. B eethoven, L udw ig van 49, 217. B eloch, K ari Julius 268. B erkeley, G eorge 241, B em ay s, Jaco b 210. B erve, H elm ut 272. B erzelius, Jaco b 239. B inder, W ilh elm 296. B ism arck, O tto von 101, 189, 253, 270. B lass, Friedrich 62. B oolh, Jo h n W ilkes 270. B oscovich, R oger J o se f 239. B öyle, R oberl 240, B öcklin, A m o ld 175. B reysig, K urt 85. B runn, H ein rich 114, 205, 303. B runo, G iordano 294. B rutus L ucius lunius, 148. B ru tu s M arcu s lu n iu s, 270: B uckle, H en ry Tfıom as 14-15. B ud d h a 137. Burckhardt, Jakob 5 2 ,7 7 , 8 1 ,8 9 ,1 9 9 . B utades, 114. B yron, Lord G eorge 109. C aesar, 20, 1 5 1 -1 5 2 ,2 7 1 ,2 8 7 . C alderon d e la B arca, Pedro 68, 251. C aligula, 20, 105. C artesius, bkz. D escartes C assius, 270. C ato, Y aşlı 1 4 4 ,1 5 6 ,2 6 4 .

C atullus, 123, 149. C auer, Paul 59. C ellarius, C hristoph 84. C hlodw ig, F ran k kralı 84. C icero, 7 8 , 151-152, 154, 242, 292. C in cin n atu s, R o m a diktatörü 263. C laudius Pulcher, R om a konsülü 151. Clausevvitz, Kari v on 166. C lem ens, İskenderiyeli 157 C loelia, 263. C ollatinus, 148. C o riolanus, 152, 263. C rom w ell, O liv e r 104. C urtius, E m si 58, 87. D acq u e, E d g a r 131, 132. D aidalos, 116. D alton, Jo h n 239. D ante, 4 5 ,4 9 . D areios I., 160. D areios II., 259. D arw in, C harles 132. D aum ier, H onore 253, 297. D einokrates, 274. D elbrück, H ans 167. D em ades 187. D em etrios Poliorkhetes, M akedonya kralı 20. D em okritos, 4 9 , 77, 238, 240, 241, 242, 243. D em o sth en es, 202, 269, 278, 283, 286, 289. D escartes, R ene 137, 220, 239-240. D eussen, Paul 227. D iodoros, 274. D iogenes, 29, 201, 279, 285, 301. D io n K hrysostom os, 222. D ionysos I., Syrakusaili 259, 271, 301. D ionysos II., Syrakusaili 280. D ionysos, H alikam assoslu 143. D ostoyevski, F e d o r 49, 237. D rakon, 93. D roysen, Jo h an n G ustav 178, 267. E ck h ard t, U sta 60. E lgin, Lord T hom as 206. E m erso n , R alph W aldo 132. E m p ed o k les, 225, 228, 304. E p am ein o n d as, devlet adam ı ve Thebai k o m utanı 111, 261-262, 2 6 7 ,2 6 9 .


d iz i n

E phoros, 282. E pikharm o s, 63, 128, 244. E pıktet, 63. E pikuros, 29, 96, 238, 242. Erasm us, R otterdam lı 6 1 ,2 9 5 . E ratosthenes, 90, 298. Eubulides, M iletoslu 138. E udem os, 134. E udoksos (E ndoksos), 298. E upolis, 253. E uripides, 101, 176, 183, 208, 210, 220, 232, 237, 244, 248-251, 253, 255-256, 258, 267, 277. E uthydem os, sofist 233. Fallm erayer, Jak o b P hilipp 87. Faraday, M ichael 239. Favorinus, 244. Fechner, G ustav T h eo d o r 138. F euerbach, L udw ig 14, 135. Fischer, T h eo b ald 16. F laubert, G u stav e 248. F riedrieh, B üyük 24, 62, 66, 101, 190 ,2 6 9 . Furtw ângler, A d o lf 221. G ad, U rban 48. G alilei, G alileo 134, 240. G ardiner, Step h en 61. G arrick, D avid 217. G assendi, Pierre 238. G atterer, Jo h an n C hristoph 84. Gellert, Clıristian Fürchtegott 128,297. G elon, Syrakusaili 167-168. G luck, C hristoph W illibald 249 G oethe, Jo h an n W o lfgang v o n 15, 45, 49, 67, 68, 126, I2S, 173, 184, 206, 210, 212, 216, 222, 229, 304. G ogol, N ikolai 278. G orgias, 228-231, 234. G rillparzer, F ran z 125, 173. G rote, G eorge 49, 233. G ustav, II. A d o lf 267. G utenberg, Jo h an n 246. G yges, 91. H ackel, E m st 226. H adrianus, 118. H am ann, Jo h an n G eo rg 296. H arm odios 106, 118-119. H egel, G eo rg W ilhe!m Friedrieh 49, 86, 129, 137, 140, 1 5 3 ,2 3 3 ,2 9 4 .

H ehn, V ik to r 44-45. H eine, H ein rich 254. H ekataios, M iletoslu 39, 63, 139, 143, 164. H elikon, 20, 116. H ep h aistio n , 273-274. H erakleitos, 49, 63, 128, 133, 1391 4 1 ,2 2 8 ,2 7 1 . H erder, Jo h an n G ottfried 215, 304. H erm ip p o s, 149. H erodotos, 39, 53, 63, 66, 157, 160, .163, 1 6 6 ,2 1 3 ,2 1 8 -2 1 9 , 2 2 9 ,2 7 1 . H erondas. 176, 244. H erostratos, 270. H esiodos, 37, 4 2 , 50, 52-53, 63, 66, 72-73, 75, 8 7 ,9 2 , 112, 135, 139. H ieron, S yrakusaili 213. H ipparkhos, 106, 118. H ip p ias, 106, 164, 231. H ippias, Elisli, sofist 231. H ip p o d am o s, M iletoslu 179, 280. H ippokrates, K oslu 13, 25, 63, 243, 244, 256. H ipponaks, E phesoslu 39, 126. H obbes, T hom as 246. H ogarth, W illiam 297, H olberg, L udvig 297. H om eros, 18, 25, 27, 30-31, 37, 4041, 44 -4 5 , 4 7 . 53, 56, 63-64, 66, 68, 69 -7 3 , 75, 79, 82-83, 85, 97, 102. 123, 135, 139, 143, 200, 202, 204, 211, 213, 218, 222, 251, 266, 278, 2 8 7 ,3 0 3 . H oratius, 1 2 3 ,2 1 5 , 295. H oratius C ocles, 263. H ölderlin, F riedrieh 215, 225. H örbiger, H anns 130. H um boldt, W ilhelm von 215. H ypereides, 279. H ystaspes, I. D areios'un babası 160. Ibsen, 175. 208, 212, 214, 220, 2492 5 1 ,2 8 7 ,2 9 7 . Iffland, A ugust VVillheim 4 9 , 297. İon 63, 209, Iulius Nepos, son R om a imparatoru 84. İbykos, 112. İskender, B üyük 73, 86, 111, 118, 177, 194, 215, 258, 260, 266, 268276, 279, 281-282, 286, 289, 299301. 304.

307


308

ANTİK YUNAIN/YN KÜLTÜR TARİHİ

İsokrates, 145, 203, 229, 268, 277278, 282. Jâger, W ilh eim 109. Jean Paul, 186. K allias, 96, 1 8 5 ,2 5 3 . K ailim akhos, 90, 128. K allisthenes, 271. K ant, Im m an u el 13, 22, 102, 109, 1 3 8 ,2 4 1 ,2 8 8 ,2 9 2 , 294, K eller, G ottfried 68, 152. K ierkegaard, S ören 297. K im on, K ieonaili 116. K im on. 179-180. K learkhos, 259. K leist, H einrich von 102. K leisthenes, Sikyoıılu 104. K leisthenes. A tinalı d e v let adam ı 107. K leisthenes 1,, Sp arta kralı 187, K leon, 186, 1 9 0 ,2 0 8 . K leophon, 192. K onstantin, B üyük 84. K otzebue, A u g u st von 49. K oster, A d o lf 169. K rates, 285. K ratinos, 62, 253. K ratylos, 140. K raus, K ari 254. K ritias, 209, 232, 235, 256. K ritios, 118. K roisos, L idya kralı 9 1 ,9 5 ,1 6 4 . K senophanes, 110, 135-136, 139, 141. K senophon, 38, 41, 98-99, 163, 193, 194, 232, 235, 256, 260-261, 268, 287. K serkses, 34, 85, 118, 166, 168, 213, 260. Kyros, B ü y ü k 92, 2 59-260 K yros, K üçük, 279. Labruyere, Jean de 295. L achm ann, K ari 67. L afontaine, Jean d e 128. Lais, 279. Lam arck, Jean 132. Lam otte, A ntoin H o u d art d e 128. Lam precht, K ari 85. Lange, Friedrich A lbert 113. L aplace, Pierre Sim on d e 132.

Laube, H einrich 174. Leo, H ein rich 85, 167. L eo n ard o d a V inci 222. L eo n id as, 29, 167. L essing, G o tth o ld E p h raim 113, 127 128,'210. L ieb reich , O sk a r 35. L ivius, 149. L ocke, Jo h n 240. LucrcUu. 148, 263. L ouis, X IV . 223, 268. L ukianos, 70, 77, 254. L uther, M artin 128, 294. L ykurgos, 93, 100-111. L ysandros, 192, 232, 256-257. L ysias, 1 8 8 ,2 7 7 , 283. L ysippos, 36, 8 6 ,2 7 3 , 301-302. M achiavelli, N iccolo 234, 248. M aeterb n ck , M aurice 214. M ardonios, 168. M artialis, 222. M ausolos, 303. M em n o n , R odoslu, İskender’in k o ­ m utanı 274. M enandros, 244, 279, 297. M en en iu s A grippa, 263. M ich elan g elo B uonarroti 49. M iltiades, A tinalı kom utan 109, 164165, 179. M im n em ıo s, 124. M inos, 84, 111, 144. M oliere, 68, 297. M o m m sen , T h eo d o r 87, 264. M ozart, W o lfg an g A m adeus 86, 217, 301. M u ciu s Scaevola, 152,263. M usa, 20, 74, 126, 157, 194. M ussolini, B enito 271. M üller, Jo h an n es von 24. M yron, 2 2 1 ,2 2 3 ,2 2 4 , 301. N ap o ly o n , I. 104, 261. N apolyon, III. 104, 190-191. N ekao, firavun 163. N ero, 20. 234. N esiotes, 118. N estroy, Jo h an n 68, 128, 235, 252, 297. N ew ton, Isaac 13, 240. N ietzsche, Friedrich 48-49, 51, 5455, 135, 139, 158, 2 2 5 ,2 3 4 , 301.


DİZİN

N ikias, A tinalı d evlet adam ı 191. N ikias, ressam 299. N ikom ed es, B ith y n ia kralı 300. N ovalis, 134. N u m a Pom pilius, R o m a ’nın 2. kralı 147. O lym pias, İsk en d er’in annesi 270, 272. O vidius, 86, 125. P arm enides, 136-137, 139-141, 225226, 228. Parm enion, Phiiippos ve İsk en d er’in kom utanı 1 0 9 ,2 6 8 ,2 7 5 . Parrhasios, 255. Parysatis, 259. Pasteur, Louis 293. Pausanias, O restisli 270. Pausanias, Sparta kralı 1 8 0 ,2 5 7 . Pausanias, 221. P ausias, 299. P eisistratos, A tin a tiranı 63, 66, 107108, 148, 187. Periandros, 20, 104, 105 Perikles, 4 4 , 96, 112, 173, 187-190, 199, 202, 223, 243, 246, 253, 277, 279. Phaedrus, 128. Pham abazo s, Frigya satrapı 193. Pheidias, 86, 111, 113, 188, 206, 221-223, 2 8 7 ,3 0 1 ,3 0 3 . Pherekrates, 184. Phiiippos II., M ak ed o n y a kralı 85, 109, 111, 177, 259, 266-270, 278, 2 8 3 ,2 9 9 . P hokion, 284. Phryne, 279. Phrynikhos, 212. Pindaros, 30, 63, 110, 122, 175, 214, 244. Pittakos, 125. Platen, K ont A ugust von 215. Platon, 27. 29, 31, 60, 6 3-64, 86, 9899, 103, 111, 128-129, 132, 136137, 140, 173, 178, 195, 200-201, 203, 229-230, 232, 235, 237, 242, 254, 258-259, 262, 283. 287, 289290, 292, 297-298, Plinius, 118, 1 4 9 ,2 5 5 , 300. Plutarkhos, 66, 86, 99, 113, 187-188, 270, 272.

309

Polybios, 14, 86, 102, 247. P olygnoîos, 21 5 -2 1 7 , 219, 256. Polykletos 113, 221, 224-225, 302. Polykrates, 86, 105, 126. Pope, A lex an d er 66. P oros, H in t k ralı 275. P ö hlm ann, R o b e rtv o n 145, 147. P raksiteles, 86, 222, 279, 299-301, 304. Prodikos, 231. P roklos, 65. Protagoras, 2 2 9 , 232, 238, 251. Ptolem aios, I. 279. Ptolem aios, II. 163. Pythagoras, 6 3 , 86, 105, 132-133, 135, 139, 142, 220, 2 2 9 .2 7 8 . Pytheas, M assilialı 276. Q uintilianus, 153, 292. R affaello 223. R aim und, Ferdinand 71, 252. R anke, L eo p o ld von 146, 248. R atzel, Friedrich 24. R availlac, F rançois 270. R em b ran d t, 13. R em us, 146. R odin, A u g u ste 175. R ohde, E rw in 53. R oksane, İsk en d er’in karısı 272. R o m u lu s, R o m a ’nm kurucusu ve 1. kralı 146-147. R o m u lu s A ugustulus, R om a im para­ toru 84. R ousseau, Jean -Jacq ues 86, 113. R utherford, E m est 239. Salis, A m o ld von 223, 303. S appho, 3 0 ,6 3 , 125-126, 173. Schiller, Friedrich von 24, 55, 67, 105, 176, 203, 220, 249, 258. S chlegel, W ilhelm von 126. Sehleıerm acher, Friedrich E nıst D aniel 154. Schliem ann, H einrich 32. S ch openhauer, A rth u r 51, 294. Schw artz, E d u ard 259, 290. Scipio, Y aşlı 259. Servius T ullius, R o m a ’nın 6. kralı 148. Shakespeare, W illiam 13, 49, 68, 208, 212, 220, 235, 248-249, 251,


310

ANTİK YUNANTN KÜLTÜR TARİHİ

Shaw , G eorge B em ard 2 3 6 ,2 5 1 , 287. S heridan, R ichard B rinsley 297. Sim onides, K eoslu 127. S im plikios, 134. Skopas, 301. Sm ith, B en jam in 94. S okrates, 25, 2 9 ,4 4 , 51, 83, 86, 111, 126, 139, 141, 176, 185, 2 0 8 ,2 2 8 229, 232, 235, 2 3 7 -2 3 8 , 243, 267, 284-285, 287. Solon, 40, 92, 94, 96, 107, 111, 125, 182, 229, 287. Sophokles, 111, 210, 21 9 -2 2 2 , 244, 248, 249-251. Soph ro n , 128. Sosias, 116. S pengler, O sw ald 85. Stateira, II. A rtak serk ses’in karısı 259. Stateira, İsk en d er’in k arısı 272. Stesikhoros, 124. Stim er, M ax 234. Strabon, 8 6 ,1 4 3 . T acitus, 45. T alm a, François Jo sep h 217. T arqu in iu s P riscus, R o m a ’n ın 5. kralı 148. T arqu in iu s Su p erb u s, R o m a ’nın 7. ve son kralı 148 T ertu llian u s, kilise babası 156. Thais, 279. T hales, 129-130, 141. Them isto k les, A tinalı d evlet adam ı ve k o m u tan 44, 109, 111, 165-168, 1 7 9 ,2 1 2 . T heo d o rich , B üyük, O stro g o t kralı 84. T heognis, 126-127. T heo p h rasto s (T yrtam os), 176, 209, 29 4 -2 9 5 , 297.

T h eo p o m p o s, K hioslu 145 T heram en es, 256. T h o m as, A quinolu 294. T h rasy b u lo s, M iletos tiranı 104-105. T h rasy b u lo s, A tinalı kom utan 257. T h u k y d id es, 45, 164, 176-177, 186, 187, 191, 1 9 9 ,2 3 2 ,2 4 6 ,2 6 0 . T im an th es, 255. T im o leo n , 259. T im o th eo s, 244. T issap h em es, Sardeis satrapı 191. T o lsto y , L eo 286. T reitsch k e, H einrich von 112. T u llu s H ostilius, R o m a ’nın 3. kralı 147. T yrtaios, 101, 122, 244. V an d erb ilt, 96. V arro, 156-157. V erg iliu s, 70, 149. V e m e, Ju les 23. V oltaire, 109, 127, 156 ,2 1 5 . W ag n er, R ich ard 122, 175, 207, 249, 251. W allen stein , A lbrecht von 69, 86, 176. VVeber, C ari M aria von 109, 217. W ilam ow itz-M oellendorf, Ulrich von, 8 1 ,2 6 8 . W in ck elm an n , Johann Joachim 51, 8 6 ,1 9 9 ,2 2 2 ,3 0 4 . W o lf, F riedrich A ugust 66. Y ork von W artenburg, 167. Z aleu k o s, 93. Z en o n , Y aşlı 1 3 7 ,1 4 1 . Z e rd ü şt (Z oroaster), 158, 159, 175, 225. Z eu k sis, 2 1 7 ,2 5 4 ,2 5 5 , 267.


ANTİK YU NAN'İN KÜLTÜR TARİHİ Egon Friedell Türkçesi: Necati Aça

Lh go n Friedell'in ölüm ünden sonra 1950 yılında yayımla^ nan bu eseri yayımlandığı günd en itibaren okuyucuyu büyülemeye devam etti. Antik Yunan'ın Kültür Tarihi bu eşsiz tarih felsefecisinin olgunluk eseridir. Bu kitapla okuyucu antikçağa daha önce hiç bilmediği kapılardan girecek, hem eğlenip hem öğrenirken kafasındaki o mermer ve soluk im ge­ ler değişecek, "klasik" dünyanın "m odern" dünyayla nerelerde çakıştığını görecek. Friedell edebi, renkli üslubu ve o engin bilgisiyle hem kültür tarihi meraklılarına hem de yaşam ın geçmiş ve gelecek old u ğu n u bilenlere etkileyici bir insanlık destanı sunuyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.