ek, erat Özip B e v n a y hcup Etyen Ma ; r e l i ş ayri e Söyl aransu, H B t e m h e M r ma n slamoğlu, İdris, She a Mustafa İ n la v e M ncer, rak, , Alper Ge lu ğ o ş a , Mahir O b li ır n e K B a m b, Fat haib Web u S , n a m ; Devlet ve r a Teich l ı z a Y emir , Orhan D Ammar s r Ö t e m i Kurban d Ah im Ş O şaran, do ğ a n B a r r E a m e S Filiz Işıke Çocuk erarşisi
dere Hiy ı, ara-Ulu m r a M Kitaplığ i i, Bilinç r e Kılıç, Mav il r e Film Ön itaplığı, er Çocuk K ğrencil üman Ö 3. Müsl eri l Öneril Belgese tni aşma Me ı Ortakl s a m ş u l Bu
Arşiv;
Duyuru;
Asgari ücret köleliktir! Rahmân Ve Rahîm Allah’ın Adıyla HAMD, bütün âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. • O özünde merhametli, işinde merhametlidir. • O, Hesap Günü’nün hâkimidir. • (Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz! • Bizi yönelt Dosdoğru Yol’a; • Nimet verdiklerinin yoluna; • Gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil!
Hasat
Özgür Açılım Platformu 2012 Yıllığı
Mayıs 2008’de kurulan Platform’un 2009, 2010 ve 2011 Yıllıkları Çıkış, Kâim ve Mesel’in kardeşi. Bir yıllık müşterek amellerin derlemesi.
“Esirgeyen, bağışlayan Direnme’nin adıyla” Biz’e destek verenlerin dualarıyla, Katilleri Ankara’nın derin dehlizlerinde saklanan kurbanların anısına…
www.ozguracilim.net
Davut Yücel tarafından tasarlandı. (Workisnotover.com)
Mavi Ofset tarafından basıldı. +90 212 549 25 30 / www.maviofset.com / maviofset@maviofset.com
Şubat 2013’te 3000 adet yola çıktı! Mescitlerde, üniversitelerde, öğrenci evlerinde veya kültür sanat merkezi ve benzeri yerlerde karşınıza çıkar.
Hediye edilmek üzere infak edilmiştir. Ücretsizdir. Öneri, eleştiri ve gönderi talepleriniz için: hasat2012@gmail.com
6
Girizgâh Mehmet Ali Başaran
9
Dua Ali Şeriati
10
İstanbul’da Suriye Eylemi
16
Mazlumder’e Saldırı Vicdanlara Saldırıdır
18
Salih Mirzabeyoğlu ve Pınar Selek İçin De: Adalet!
22
Mavi Marmara Uludere Hiyerarşisi Filiz Işıker
28
Şahit Olan Göze Alandır Fuat Kına
33
3. Müslüman Öğrenciler Buluşması Ortaklaşma Metni
36
Ordu Peygamber Ocağı Değildir
40
O Şimdi Kurban Ammar Kılıç
42
Uyuyan Devi Uyandırın Fatma İlhan
46
Allah’ın Adıyla Muhammed Yücel
50
Çocuk Ve Devlet Sema Erdoğan Başaran
54
28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin
58
Emek Ve Sendika Meselesi Alp Çıracı
64
Kentsel Dönüşüm Hür Beyan
68
Ali Şeriati Sempozyumu Şihab
72
Fragmanlar
73
Hayat Vakfı
74
Bab-ı Alem
76
Yeryüzü Doktorları
78
Yedi Hilal Derneği
79
Kuran Araştırmaları Vakfı
80
Sosyal Doku Derneği
82
Hasta Hakları Aktivistleri Derneği
Aybüke Ekici Orada Bir Müze Var
84
Merve Yüce Şehrin Haylaz Çocuğu
90
Şeyma Olgaç Sevgili Seyirciler
96
Ahmet Kılıç Uzun Hikaye
103
Nebiye Arı Çelik Şairin Şehirle Savaşı
106
Huri Küçük Gülcan Tezcan’la Sinema Üzerine
112
Sinemahal Film Önerileri
114
Aliya İzzetbegoviç Tebaa ve İtizalciler
119
Yasemin Üstünsoy Belgesel Önerileri
120
Söyleşiler
126
Rüştü Hacıoğlu Etyen Mahcupyan ve Berat Özipek ile konuştu
126
Bülent Şahin Erdeğer Mustafa İslamoğlu ile konuştu
138
Mehmet Ali Başaran Mehmet Baransu ile konuştu
148
Emre Berber Hayri Kırbaşoğlu ile konuştu
160
Hamide Nur Mert Alper Gencer ile konuştu
166
Şeyma Çalışan Mevlana İdris ile konuştu
178
Şehadet Ekmen Sherman Teichman ile konuştu
182
Şehadet Ekmen Suhaib Webb ile konuştu
190
Mehmet Ali Başaran Fatma Benli ile konuştu
196
Muhammed Celep Mahir Orak ile konuştu
202
Emre Kaya Ahmet Örs ile konuştu
208
Cihad Kına Orhan Demir ile konuştu
214
30 Ayet
224
30 Hadis
226
30 Tavsiye
230
234
Kardeş Çalışmalar
234
Mavera Gençlik Hareketi
235
Genç Öncüler
236
Şihab Dergisi
238
Bilge Gençlik Merkezi
239
Âfâk Dergisi
240
Soruşturma “Türkiyeli Müslümanların Zaaf Ve İmkânları”
242
Abdullah Yıldız
242
Ahmet Mercan
243
Alev Erkilet
245
Ali Ayçil
245
Atasoy Müftüoğlu
246
Ayhan Bilgen
247
Burhan Kavuncu
249
Cahit Koytak
249
Celalettin Vatandaş
250
Cihan Aktaş
251
Fatma Barbarosoğlu
252
Hüseyin Akın
253
İlhami Güler
253
Kadrican Mendi
255
Mehmet Lütfi Arslan
256
Metin Önal Mengüşoğlu
257
Muharrem Balcı
259
Nazife Şişman
260
Asım Gültekin
261
Sabiha Ünlü
262
Selahaddin Eş Çakırgil
267
Sibel Eraslan
267
Ümit Aktaş
270
Yıldız Ramazanoğlu
271
Yusuf Kaplan
Kerem Gürel Seçilmiş Ümmetten Lanetlenmiş Kavme
274
Mehmet Ali Başaran Cezaevi’nde İnsanlar Var
280
Cezalara ‘Allah-u Ekber’li Tepki
284
Hucurat Suresi Meali
286
Ayşe Şener Gökçe Ahlak: Hucurat Suresi
288
Mansur Acuner 1. Dekalog
292
Selman Demirci Kimin İmtihanı
296
Kadir Bal Dal Rüzgârı Affetse De Kırılmıştır Bir Kere
298
Ümit Aksoy Futbol ve Ayak Oyunları
308
Safa Dallı Ruhta Yanan Ateşin İzleri
314
Muhammed Enes Uçar Ey Müslümanlar Neredesiniz!
316
Yıldız Ramazanoğlu İslamcılığın Eylemlilikle Yeniden İnşası
320
Seda Erdoğan Kartal AİHL Ziyareti
424
Tuba Metin Çocuk Kitaplığı
328
Ramazan Kayan Bilinç Kitaplığı
332
Abdurrahman Arslan Okuma Listesi
344
İki Güzel Adama Selam!
346
Fotoğraf Albümü
348
Kim Kimdir?
354
İsimler Sözlüğü
363
Çıkış Ve Kaim
366
Mesel Mükellefiyetlere Dikkat Çeken Bir Yıllık
370
Gerçek Hayat Hizayı Bozan Gençlik
372
Özgür Açılım’dan 4 Dilde “Çağrı”
376
Girizgâh Mehmet Ali Başaran
Özgür Açılım Platformu Sözcüsü
*Ragıp Duran, Burhan Kavuncu, Bülent Şahin Erdeğer, Rıdvan Kaya, Bahadır Kurbanoğlu, Abdurrahman Arslan, Enver Aydemir, Semih Kaplanoğlu, Yılmaz Çakır, Hayri Kırbaşoğlu, Hamza Türkmen, Sibel Eraslan, Ragıp Zarakolu, Yıldız Ramazanoğlu, Ali Mendillioğlu, Neslihan Akbulut, Esra Arsan, Mehmet Atak, Hilal Kaplan, Ferhat Kentel, Gülizar Tuncer, Ayten Zara, Fırat Erez, Hülya Şekerci, Adem Özköse, Bekir Berat Özipek, Ahmet Örs, Beytullah Emrah Önce, Mustafa Kıyak, Melek Aslanbenzer, Muharrem Balcı, Orhan Seyfi Güner, Sabiha Ünlü, Nezihe Erdoğdu, Ayşe Pamak, Kemal Özer, Gülcan Tezcan, Hüseyin Akın, Cüneyt Sarıyaşar, Nevzat Tarhan, Ayşe Şener, Mahir Orak, Uğur Zincir, Mine Çaha
8
Üniversite’de başlayan ve sonrasına uzanan beş yıllık, daha özelde bir yıllık emeğin Hasat’ıdır elinizdeki. Üniversite yılları heybemizi doldurduğumuz, yol yordam bilgisi edindiğimiz bir istasyon oldu her birimize. Hayatın içine buradan dağılacaktık. Ne var ki Ayette öğütlendiği gibi Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılmazsak hayat karşısında dağılacaktık! İslami mücadeleyi bir öğrencilik faaliyeti olmaktan öteye götüremedikten sonra asla başarılı sayılamayacağımızı kabul ederek yola çıktık. Zira İslam’ı bütüncül bir hayat nizamı olarak yaşamaktı asıl başarı. Biz buna taliptik. Son nefese dek uzanan bilinçli ve dirençli bir yaşama… Yaşamı, asli anlamını veren Aziz İslam ile anlama ve anlamlandırma gayreti ile okumaya koyulduk. Yazdıklarımız, Yaratan Rabbin Adıyla Oku’ma Notları’dır, naçizane. Birlikte okuma, birlikte algılama, birlikte yaşama… İslam bizim vatanımızdır. Biz bu anlamda vatanseveriz. Vatan sevgisini böylece imandan kabul ederiz. İktidardakiler kendilerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, Allah’ın kurduğu sistemden başkasına umut bağlamayı aklımızdan geçirecek değiliz. Sağcılık, milliyetçilik, muhafazakârlık veya ulus-devlet anlayışı ile malûl bir zihnin dünyaya
İslam’ın öngördüğü gibi duru, doğru ve evrensel bakamayacağı aşikârdır. Müslümanlığı sulandıran ve bulandıran bu ve benzeri algılar insanı sınırlandırıyor, sığlaştırıyor ve çelişkilere düşürüyor. Hesap Günü’nde biz Müslümanları zor durumlara düşürecek bu ve benzeri sapmaların yanı sıra “kariyerizm ve konformizm” gibi “yeni” tapmalara karşı da bilinçli olmalı, şeytan ve avanesine karşı formumuzu korumalıyız. Yeryüzünü ifsat eden sömürgeci küresel güçlerin değil Âlemlerin Rabbi Olan Allah’ın algı yönetimine biat etmekle kıymetleniriz. Yeni zamanları yeni imkânlarla karşılamanın, ‘eskimez olan’ı yenilenmiş dil ve vasıtalarla ortaya koymanın arayışı içindeyiz. Mehmet Akif’in ifade ettiği gibi: ‘Asrın İdrakine Söyletmeliyiz İslam’ı.” Elbette öncesinde, Kur’an’dan Almalı İlhamı. Kur’an’dan almaktan maksat, onu okumaktır. Onu okumaktan maksat anlamaktır. Anlamaktan maksat yaşamaktır. Amaç hâsıl olmadıktan sonra gerisi boştur. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye Müslümanları olarak ciddi bir muhasebeye ihtiyaç duyuyoruz. Müslümanlar ne yazık ki son 10 yılını ‘sinsi ayartıcı’nın da katkılarıyla “bizimkiler iktidarda” yanılgısı içinde adeta çarçur etmiştir. Epey bir birikimi eritmiş, 9
epey bir farzı ise ertelemiştir! Ne fena bir ticaret! Allah’ın plan ve programı dâhilinde hareket etmeye gayret eden ve hak ve hukuk mücadelesi yürüten Müslümanların çoğu her nasılsa başka programlara uyumlu ve ılımlı hareket etme, hatta sorumlulukları ufak ufak “yukardakilere” havale etme sürecine girmiştir. 28 Şubat Sürecinde hak ve hukuk mücadelesi yürüten “Muhafazakâr Medya” ve çevresi bu süreçte putları reddedip idealleri koruyacağına tam aksine hareket etmekte; utanılacak bir tablo resmetmektedir. Devlet “ele geçirildiği” için, dün Kur’an’dan başka peygamber ocağı tanımayacak bir basın organı “gelişmeler” karşısında -en iyimser teşhisle; akıl tutulmasına maruz kalmış- ve şöyle vebalı- veballi bir sözü manşete çekebilecek raddeye varmıştır: “Peygamber Ocağında Kur’an Dersi” Bugün başında kavak yelleri esen iktidar “yakınları” rüyalarında gördükleri zatları peygamber efendimize benzetip yanlışlıkla “İnşaat ya Resulallah” diyorlar mıdır bilinmez; ağızlarından çıkan iki laftan birinin (Adalet) üstünü çizerken, ötekinin (Kalkınma) ısrarla altını çiziyorlar! Biz Adalet’in altını çizelim ve söyleyelim: Beyler, bu ülkede kaç milyon işçi asgari ücretle çalışıyor, haberiniz var mı?
Asgari ücret köleliktir. Allah köleleştirilenleri özgürlüğüne kavuşturmamızı emrediyor. Rabbimizin Beled Suresi’nde bizden istediği gibi Sarp Yokuş’u tırmanmayı deneyelim. Birileri o kadar zenginleşirken “başka” birileri neden o kadar fakirleşiyor. Eskisi kadar çalışmadıkları için mi? Taşeron işçilerine, işçiliğin her alanına giderek yayılan taşeronlaştırmalara, “kaza ve kader” olarak lanse edilen işçi cinayetlerine karşı Türkiye Müslümanlarının söyleyeceği çok sözü olmalı. Zorunlu eğitim ve zorunlu askerlik dayatmalarına karşı alternatif eğitim metotlarının ve vicdani red hakkının çoktan gündemimizde olması gerekmez miydi mesela? Kendi haklarını elde etmenin bir yolu ve garantisi olarak “ötekinin” hakları için mücadele ediyor muyuz? Başörtüsüne her alanda sınırsız özgürlük talebimizi –inançlarımıza rağmen- rafa mı kaldırdık? Yoksa “beklemek” yeni bir mücadele yöntemi olarak mı belirlendi? Kim belirledi? Ezilenlerin, mazlumların en temel haklarının tanınması ve karşılanması göz göre göre uzun süren pazarlıkların konusu yapılıyorken kamuoyu önünde, Müslümanlara seyirci kalmak yakışıyor mu mesela?
Ne yazık ki örnekleri çoğaltmak mümkün. “Kendimize geliş” ve “temel değerlerimiz üzerinde yükseliş” için katkı olacağını umduğumuz bir Soruşturma Dosyası hazırladık. “Türkiyeli Müslümanların Zaaf Ve İmkânları” başlığı üzerinden yeni nesillere doğru ve bereketli bir aktarım gerçekleştirilebilir, katkılarla. Umutsuz veya karamsar olduğumuz sanılmasın. Aksine! Yerlerinde sabit duran, ganimete üşüşmeyip sözlerini tutan Uhud Okçusu ağabeylerimiz, ablalarımız var. Allah, temel kaynağımız Kur’an, Peygamberler, şehitler şahitler, âlimler var! Dualarımız var. “Rabbim, ilmimi arttır” diye dua eden, peygambere kardeş olabilmeyi dava ve sevda edinen, adını bilmediğimiz, yüzünü görmediğimiz ama varlığından haberdar olduğumuz kardeşlerimiz var. Allah yardımcımız olsun. Ayaklarımızı, nimet bahşettiklerinin yolunda sabit kılsın. (Amin!) Bir isim, bir vesile ile Rabbin rızasını kazanma muradı ile bir şekilde mücadele ile beş yılı geride bırakırken onlarca arkadaşlık, dostluk, kardeşlik tesis ettik; yüzlerce etkinlik, eylem gerçekleştirdik, anılar biriktirdik, sevindik, hüzünlendik, 10
öfkelendik, eleştiriler aldık, düştük, kalkık, şaştık kaldık… Buraya kadar gelirken çok kişinin az-çok demeden yaptığı maddi ve manevi katkıları oldu. Kınayıcının kınaması kadar değilse de epey dualar aldık. Tam da burada teşekkür etmeliyim kendi adıma ve Özgür Açılım adına. Beni Kur’an ile tanıştıran Kuran Nesli Dergisi yazarı Murat Kurtuldu’ya, Platform’u kurup bizleri mücadeleye davet eden Kevser Ç. Demir’e, Özgür Açılım’ı her zaman destekleyen, gençleri yüreklendiren genç Av. Muharrem Balcı’ya, Av. Önder Gümüş’e, Cavit Göveç’e, Bilgi ve Şehir Üniversitelerinden sonra geçici bir süre için bize salonlarını açmış Mazlumder İstanbul Şubesi’ne, akıl danıştığımız, bizimle istişare eden büyüklerimize, her dönem daha çok iş yüklenen sözcülerimize, İstişare Kurulumuzda yer alan kardeşlerimize, derslerimize katılan arkadaşlarımıza ve ilminden istifade ettiğimiz konuklarımıza* teşekkür ederim, teşekkür ederiz. Gayret Bizden, Başarı Allah’tandır.
Tasarım: Seyfullah Bayram
İstanbul’da Suriye Eylemi: “Son Sözü Müslüman Suriye Halkı Söyleyecek” Akmer, Birr Nesil-Der, Davet-Der, Eğitim-Der, HayDer, Kalem-Der, Kur’an Nesli Kültür Merkezi ve Özgür Açılım’dan oluşan ortak duyarlılığa sahip kuruluşların çağrısıyla Fatih Saraçhane’de bir araya gelen bir grup İstanbullu Müslüman, Suriye’deki Baas zulmünü telin ederek, Suriye halkının onur mücadelesine desteklerini deklare ettiler. Grup adına yapılan konuşmalarda ve okunan basın açıklamasında, Suriye’de ve tüm İslam coğrafyasında yegane istikamet ve çözüm yolunun İslam olduğu bilincinin kökleşmesi için çaba gösterilmesi gerektiği belirtilerek aksi yönelimlerin dünya ve ahirette kayıptan başka bir sonuç doğurmayacağı kaydedildi.
Akmer, Birr Nesil-Der, Davet-Der, Eğitim-Der, Hay-Der, Kalem-Der, Kur’an Nesli Kültür Merkezi ve Özgür Açılım’dan oluşan ortak duyarlılığa sahip kuruluşların çağrısıyla toplanan Müslümanlar Fatih Saraçhane’de bir araya geldi. 12
Daha sonra Kur’an Nesli Kültür Merkezi adına söz alan Şükrü Hüseyinoğlu ise, “Bizler Türkiyeli Müslümanlar olarak ‘Şehit Hama’ romanlarıyla büyüdük. Dolayısıyla Suriye’deki Baas zulmünün ne demek olduğunu ve Suriyeli kardeşlerimizin acılarını biliriz” sözleriyle başladığı konuşmasını şöyle sürdürdü: “Direniş cephesi gibi argümanlarla Baas diktasını mazur görmemiz düşünülemez. Bu despot, hak ve halk düşmanı rejim tarihin çöplüğündeki yerini almalıdır. Bizler Suriyeli kardeşlerimizin onur mücadelesini destekliyoruz. Bununla birlikte Libya ve Tunus’ta olduğu gibi Suriye’de de despotizm sonrası Batının zihinsel ve kültürel işgal aracı demokrasi putunu tazim riski bulunduğunu, despotların yerine Batı işbirlikçisi, NATO’yla işbirliğini savunan kişi ve çevrelerin hakim güç haline gelmesi gibi bir tehlikenin söz konusu olabileceğini görüyoruz. Daha geçtiğimiz günlerde emperyalizmin kıblesinden, New York’tan seslenen Ulusal Konsey üyelerinin sığınmacı, işbirlikçi sesini duyduk.”
Eylem, Birr Nesil-Der’den Mevlüt Akbal’ın selamlama konuşması ve Ramazan ayetlerini tilavetiyle başladı. Akbal, Suriye’de Baas rejiminin zulüm ve katliam politikalarıyla halkı yıldırmaya çalıştığını kaydederek, Ramazan ayının başında gerçekleştirilen bu dayanışma eylemini İslam kardeşliğinin bir gereği olarak gördüklerini belirtti. Davet-Der adına konuşan Asım Dündar, şu anda Suriye’de bir yangın bulunduğunu ve bu yangının söndürülmesinin esas olduğunu kaydederek şöyle dedi: “Yoksa Suriye insanının geleceği ile ilgili tercihine göre bu yangına su taşıyalım mı taşımayalım mı gibi bir duruşumuz olamaz. Her şeyden önce şu bilinmelidir aslında Suriye halkı bir tercih yapmıştır. Bu da daha özgür bir dünyada yaşamak ve erdemli bir hayata sahip olmaktır. Bize düşen bu tercihin gereği olan, onlara sahip çıkmaktır. Yangının söndürülmesinin ardından nasıl bir gelecek istedikleri hususu ise bizim yine onlara İslam’ın nizamını tercih etmeleri telkini olacaktır elbette.”
Hüseyinoğlu, konuşmasının devamında şunları söyledi: “Değerli kardeşlerim, bizler Müslümanız ve bizim yegane dayanak ve sığınağımız Alemlerin Rabbi Allah’tır. O’ndan başka dayanak aramak bize yakışmaz. Zalimlerden zalim, zulüm düzenlerinden zulüm düzeni beğenemeyiz. Onuru, izzeti ancak Allah’ın yanında aramalıyız. İslam’dan başka bir istikamete, hedefe razı olamayız. İktidar karşılığı da ilkelerimizden, iddialarımızdan vazgeçmeyi kabullenemeyiz. Bize yakışan bölgedeki gelişmelerin peşinde sürüklenmek değil, bu gelişmeleri doğru değerlendirerek bölge Müslümanlarının yanlış istikametlere yönelmelerine engel olmaya çalışmaktır. Bölge Müslümanlarına ve tabii ki Baas zulmüne karşı ayağa kalkmış bulunan Suriyeli Müslümanlara, İslam’dan başka çözüm yolu bulunmadığını hatırlatmalı, hakkı ve sabrı tavsiye etmekle mükellef olduğumuzu unutmamalıyız.”
Dündar’ın ardından söz alan Suriye Devrim Konseyi üyesi Fevzi Zakiroğlu ise, Baas diktasının yarım yüzyıldır Suriye halkına karşı suç işlemekte olduğunu kaydederek, Müslümanların Suriye halkına desteğinin sadece dualarla sınırlı kalmaması gerektiğini ifade etti. Suriye’de Müslümanların Allah’tan başka kimseden yardım beklemediklerini belirten Zakiroğlu dünya Müslümanlarından Suriye direnişe sahip çıkmalarını istedi. Suriye’deki kardeşler Baas rejiminin altında kalmayacaklarını canlarını vererek gösteriyor. Binlerce şehit ve onbinlerce tutuklu var. Bütün çocuklarını şehit vermeye razı olan anneler tekrar Baas rejiminin idaresini kabullenmek istemiyorlar. Suriye halkı özellikle komşu ülkelerden yardım istiyor. Suriye’de göçler başladı. Suriye’de halk Müslüman kardeşinden yardım bekliyor. Zakiroğlu, duyarlılıklarından ötürü dayanışma eylemini gerçekleştiren kuruluşlara teşekkür ederek konuşmasını tamamladı.
13
Konuşmasının sonunda Suriyeli Müslümanlara hatırlatmalarda bulunan Er şunları söyledi; “Ey ayaklanmak, kıyam etmek en doğal hakları olan Suriyeli kardeşlerimiz, siz büyük bir ibadeti ifa ediyorsunuz. Bu büyük ibadet zalim sultana zulmünü haykırmaktır. Ancak bu süreçte, Allah’ın hükmünün belirleyici olduğu, hakim olduğu toplum anlayışından vazgeçmiş kişilerin size abilik, rehberlik yapma yetki ve hakları kaybolmuştur. Ramazan ayının mübarekliğini bize bildiren bakara suresinin 185. ayetinde Allah(c) dosdoğru yola sevk eden hidayeti bize bildirmiş ve Kur’an’ın hadilik vasfına, furkan olduğuna işaret etmiştir. Laik, liberal demokratik modelleri orta doğuya ihraç etmeye kalkışanlar kendilerine itibar edilecekler olamazlar. Ayrıca ayaklanmalardan sonra nemalanmaya çalışan, fayda çıkarmaya uğraşan emperyalistlere de bir sözümüz olmalıdır. Sayelerinde 50 yıldır bölgeyi kontrol altında tuttuğunuz kukla, işbirlikçi kralları, liderleri alın ve gidin coğrafyamızdan. Başımıza bela ettiğiniz ama şimdi terk ettiğiniz alçak valilerinizle beraber düşün yakamızdan…”
Daha sonra söz alan yazar Hamza Er konuşmasına yarım asra yakındır azgın tağuti sistemlerin yönetimi altında ezilen orta doğu halklarının, bu sömürüye yeter diyerek ayaklanarak içlerindeki korku duvarını kırdıklarını dile getirerek başladı. Bu ayaklanmaların en kanlı bilançosunu Baas yönetiminin hakim olduğu Suriye’de görmekte olduğumuzu ifade eden Er, Suriye halkı inançları uğruna, insani değerleri uğruna 20 bin insanını kurban vermiştir dedi. Bu akan kanın Ramazan ayında da durmadığına işaret eden Er, bizler akşam iftar sofralarımızın dizaynını hesaplarken, Suriyeli bir annenin hesabı evladını, kardeşini havan topuna, tank mermisine kurban vermeden bir günü tamamlayabilmek olduğunu hatırlattı. Suriyeli mü’minlerin artık geriye dönmek istemediğini, “20 bin insanımızı feda ettik, gerekirse bir 20 bin kurban daha veririz ama bir daha asla geriye dönmeyiz” feryadlarındaki kararlılığı doğru okumak gerektiğini hatırlatan Hamza Er, uluslararası hesaplar yapanların, güvenlik kuşakları geliştirenlerin, stratejistlerin Suriyeli halkın derdini ve sıkıntısını anlayamayacaklarını söyledi.
Hamza Er, ne diktatörlerin tokadına, ne de emperyalistlerin hesaplarına tahammül edilemeyeceğini, son sözü kendilerine güvendiğimiz Müslüman Suriye halkının söyleyeceğine olan inancımızın büyük olduğunu belirterek sözlerine son verdi.
Hamza Er, evinden evladı alınan ve bir daha kendisinden haber alınamadığı için belirsizliklerle yaşayan annenin halini, 4 kişinin Şam meydanlarında bir araya gelememelerinin korkusunu, yerin derinliklerinde inşa edilen işgencehanelerde yaşanan zulümleri bu masa başı yazarçizerleri hissedemezler dedi.
Eylem boyunca “Diktatörler devrilecek, İslami direniş kazanacak”, “Baas çetesi Hesap Verecek”, “Yaşasın İslami direnişimiz”, “Katil ABD Ortadoğu’dan defol”, “Katil Rusya Suriye’den defol”, “Reddediyoruz tüm tahakkümü, Tek kabulümüz Allah’ın Hükmü”, “Lebbeyk Lebbeyk Lebbeyke Ya Allah” sloganlarını atan grup “Ne Baas Despotizmi Ne Demokrasi Putu!”, “Müslüman Bedenler Yaprak Gibi Düşerken Toprağa, Lokmalar Geçecek mi Kursaktan İftar Sofralarında” gibi pankartlar taşıdılar.
hayder.org
14
Müslüman Suriye Halkının Yanındayız AKMER BİRR NESİL DAVETDER EĞİTİMDER KALEMDER KUR’AN NESLİ HAYDER ÖZGÜR AÇILIM
BASIN AÇIKLAMASININ TAM METNİ:
15
50 yıldır Suriye’yi militarist jakoben politikalarla yöneten ve göz açtırmadığı Müslüman Suriye halkının bu duruma karşılık her türlü muhalefet girişimini kitlesel katliamlar yaparak cevaplayan laik tağuti Baas rejimi, son bir buçuk yıldır bir kez daha Suriye’yi kan gölüne çevirmiş bulunuyor. Geçtiğimiz yıl Mart ayında Der’a kentinde birkaç çocuğun duvarlara slogan yazmasına bile tahammül edemeyip adeta şartlı refleksle katliama başvuran zalim Baas rejimi karşısında Suriye halkı geri dönüşü olmayan bir onur mücadelesi başlatmış bulunuyor. Bölgede yaşanan ayaklanmaların da etkisiyle, 50 yıldır haklı olarak diş bilediği bu zalim rejime karşı ayağa kalkan Suriye’nin mazlum halkı, bu süre zarfında çok büyük bedeller ödedi ve ödemeye devam ediyor. Bir buçuk yıldır Suriye’den katliam haberi gelmeyen gün yok gibi. Ne yazık ki “Suriye’de ordu ve Şebbiha milislerinin bugünkü saldırılarında 50’den fazla kişi katledildi” türünden haberler artık bir tepki meydana getirmiyor. Ancak bu maalesef sıradanlaşmış katliam serileri içerisinde her ay birkaç defa yaşanan ve bir köy veya kasabanın topluca haritadan silinmesi, çoluk-çocuk denmeden vahşice katledilmesi haberleri kamuoyu vicdanında makes bulabiliyor. Son birkaç ay içerisinde İdlib’de, Hula’da, Duma’da ve son olarak “Şehit Hama”nın Tiremse kasabasında yaşanan toplu katliamlar Suriye’deki zulmü dünya kamuoyunun gündemine taşısa da, hak ve adaletin değil çıkarların ve çıkarların güdümündeki reel politikanın hâkim olduğu dünya konjonktüründe pratik bir sonuç doğurmuyor. Daha önce Sabra ve Şatilla’da, Halepçe’de, Cenin’de, Kana’da, Çeçenya’da, Doğu Türkistan’da, Srebrenitza’da, Irak’ta ve bugün Afganistan’da, Burma’da, Somali’de olduğu gibi Suriye’deki mazlumlara yönelik katliamları da insanlık seyretmekle yetiniyor. Bir tarafta ABD-İngiltere-İsrail ekseni ve bu eksenle paralel hareket eden NATO üyesi ülkeler Suriye’deki Baas rejiminin eleştirir gibi yaparak ve fakat perde arkasında Baas’ın kendileri için yeri doldurulmazlığının farkında olarak tıpkı Bosna’da olduğu gibi Suriye Müslümanlarının katliama maruz kalmasına pasif destek verirken, diğer yandan Çin, Rusya ve İran ekseninde “antiemperyalizm” adına Baas rejimine güçlü bir destek verildiği görülüyor.
16
Bu insanlık dışı reel politik denklem içerisinde, onur mücadelesini sürdürmekte kararlı olan Suriye halkı, kıt imkânlarla kendini savunmaya çalışıyor. Muhalefet ve direniş grupları arasında farklı sesler ve yaklaşımlar söz konusu olmakla ve Batılı emperyalist güçlerle dirsek temasında bulunanlar da söz konusu olmakla birlikte, Suriye’deki direniş içerisinde İslami duruş sahibi çevrelerin de giderek daha da artan oranda ciddi bir güç ve etkinliğe sahip olduğu görülüyor. Bizler Türkiyeli Müslümanlar olarak, Müslüman Suriye halkının, laik diktacı Baas rejimine karşı yürüttüğü onur mücadelesinin yanında olduğumuzu deklare etmek istiyoruz. Bir darbeyle kendisine biçilen Baas gömleğini üzerinden yırtıp atmak için mücadele veren Suriye halkının Rabbimizin yardımıyla bunu başaracağına inanıyor, bunun için dualarımızı ve yardımlarımızı eksik etmiyoruz. Ulusal politikalar ve örgütsel, bölgesel hesapları uğruna eli kanlı katillerden yana saf tutanların açıkça görüldüğü bu süreçte, zalimleri destekleyen ve onları ayakta tutmaya çalışan kesimlerin, on binleri katledenlerle aynı konumda olduklarını hatırlatmak istiyoruz. Bununla birlikte Suriye halkının Baas gömleği yerine, şimdilerde çoluk-çocuk katledilmelerini seyreden Batılı emperyalist merkezlerde biçilen laik demokratik gömleklere de itibar etmeyeceğine ve Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın boyasından başka boyalara rıza göstermeyeceğine inanıyoruz. Bu konuda Suriyeli kardeşlerimizi duyarlı ve uyanık olmaya davet ediyoruz. Zalim Baas rejimine karşı onur ve izzet mücadelesine kalkışan Müslüman Suriye halkının, izzetin ancak Yüce Allah’ın yanında olduğu bilinciyle hareket etmesini temenni ediyor, bu konuda Suriye’den ümit verici seslerin yükseldiğini sevinerek görüyoruz. Aylar önce Humus’ta binlerce Müslümanın “Zafer ne Obama’dan ne de Erdoğan’dandır. Zafer sadece Allah’tandır” nidalarında olduğu gibi, zaferi ve izzeti ancak Allah’ın yanında arama bilinciyle hareket edilmesi gerektiğini ifade ediyoruz. İzzeti yanlış yerde aramanın, hem bu dünyada hem de ahirette ziyan getireceği gerçeğini bilerek ancak İslami çözüme talip olunması gerektiğinin bir kere daha altını çiziyoruz. Yaşasın Müslüman Suriye halkının onurlu direnişi!
17
Mazlumder’e Saldırı Vicdanlara Saldırıdır! yaklaşık yarım asra yakın bir zamandır sürmekte olan ve insanımıza acı, kan ve üzüntü getirmekten, insanımızın canını, emeğini ve enerjisini yok etmekten başka sonuç vermeyen kanlı süreci durdurmak adına Mazlumder olaya müdahil olmaya devam etmektedir. Bu doğrultuda, dün akşam Fatih Camii avlusunda da bütünüyle İslami ve insani beraberlik ve kardeşlik mesajı içeren, toplumdaki birlikteliği vurgulama ve kardeşliğin gereğini yapma çağrısından başka bir gaye gütmeyen eylem öncesi gönüllülerimize; ellerinde döner bıçaklı, silahlı ve demir sopalı organize 6-7 kişilik bir grup tarafından küfürler, hakaretler ve tehditlerle saldırıda bulunulmuştur.
Kuruluşundaki felsefe ve yaklaşımındaki insani ve vicdani duruşundan herhangi bir sapma yaşamaksızın, bugün de inanç, dil, din, etnik, mezhepsel kökeni ne olursa olsun herkese adil ve eşit yaklaşıp, temeline insanı koyan bir kurum olarak, Mazlumder zor dönemlerde dahi herkese olan eşit mesafesini koruyarak adaleti ve insanı merkeze almaya devam etmektedir. Bu bağlamda, amaçlarından biri de vicdanları diriltmek olan oruç ayında, adalet duygu ve düşüncesinin toplumumuzda ve insanımızın kişiliğinde yer etmesine katkı sağlamak gayesi ile Anadolu Öğrenci Birliği, Genç Öncüler, Umut Gençliği, Gençlik Kültür Merkezi, Özgür Açılım, Minval, Suriye Devrimi, Suriye Gençlik Birliği, Yedi Hilal, Mavera Gençlik Hareketi ile beraber ADALET İÇİN İFTAR VAKTİ konseptiyle, birincisini geçen hafta SURİYE İÇİN ADALET, ikincisini de dün akşam ULUDERE (ROBOSKİ) İÇİN ADALET çağrısı gerçekleştirmiştir.
Eyleme henüz hazırlık safhasında iken, grup tarafından Uludere’de öldürülen gençlerin, çocukların yerdeki fotoğraflarına saldırılmış, beraberinde alanda bulunan pek çok el dövizinden biri olan, bir bütün olarak ümmetin farklı coğrafyalarının hepsini ve her etnik unsuru kapsadığı vurgusu yapan ve“Ümmetin Kurtuluşu Kürdistan’dan Geçer” ifadesi yer alan bir el dövizi bahane edilmek suretiyle ellerinde taşıdıkları silah, döner bıçağı ve sopalarla genç gönüllülerimize yürüyüş hazırlığında iken saldırılmıştır. Saldırı, genç gönüllülerimizin aklı selim davranışları ve teskin edici yaklaşımları ile vahim sonuçlara yol açmadan atlatılmıştır. Bu esnada, 3 gönüllümüz çeşitli yerlerinden darp edilmiş ve olay sonrasında gidilen Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden darp raporu alınmıştır. Olay
Geçtiğimiz yüzyılın başında bu topluma giydirilen deli gömleği ırkçı ideolojik devlet konseptinin ortaya çıkan sonuçlarından biri Müslüman Kimliğin imha ve ilgası sorunu bir diğeri de Kürt kimliğinin asimilasyonu sorunudur. Bu sorunun son dönemeçte
Kuruluşundaki felsefe ve yaklaşımındaki insani ve vicdani duruşundan herhangi bir sapma yaşamaksızın [...] zor dönemlerde dahi herkese olan eşit mesafesini koruyarak adaleti ve insanı merkeze almaya devam etmektedir. 18
sonrasında Fatih Şehit Tevfik Fikret Erciyes Polis Karakolu’na gidilip, saldırganlardan şikayetçi olunmuştur.
içeriğinin ve anlamının kuşatıcı ve ümmetçi bir dile sahip olduğu tarafımızca da tüm kuruluşlarla karşılıklı istişare edilerek benimsenmiştir.
Mazlumder olarak özellikle belirtmemiz gerekir ki el pankartındaki bu ifade ile kastedilen durum, İslam ümmetinin Patani’den Moro’ya ve Arakan’a, Afganistan’dan Irak ve Bosna’ya kadar olan kadim halkları, toplumları ve coğrafyalarının birinin sorununun, diğer bir coğrafyada acı ve sızı olarak yankılanması gereğidir. Ümmetin sızısının, bir bütün sızı olduğu düsturundan hareketle, Türkiye’de yaklaşık 35 yıldır süregelen bir sorunda, ümmetin her kesim ve coğrafyasının aynı tepki ile yekvücut olması gerekir. Buradan oluşacak bir tepkisizlik, kime olursa olsun, kabul edilemez. Kaldı ki, Kürdistan ifadesi Anadolu ve Mezopotamya topraklarının bir bölümünü içine alan coğrafyanın kadim ismidir.
Bu çerçevede, mahiyeti ve içeriği ne olduğu ile hiç ilgilenilmeden, bilinçli, kötü niyetli ve belirli bir maksada matuf şiddet içerikli bu saldırıyı kınıyoruz. Bununla birlikte, üzülerek belirtiyoruz ki bu saldırı, siyasetin ve farklı kanalların aşırı söylemlerinin toplumda huzursuzluk ve gerginlik şeklinde tetiklediği organize bir saldırıdır. Saldırı esnasında olay yerindeki sivil güvenlik görevlilerinin olay yerinden uzaklaşmaları ve/veya seyirci kalmaları, resmi üniformalı personelin ise uzakta konuşlanması çok düşündürücü ve tehlikelidir. Bu, yakın dönem siyasi tarihimizin karanlık bazı olaylarındaki provokasyon ve kanlı neticelenen şiddet olaylarını çok andıran ve düşündüren bir olaydır. Bu anlamda, dün yaşanan olayın da orada var olan herhangi bir pankart görülüp, onun neticesinde ani ve duygusal bir refleks olarak ortaya çıkan bir tepki olmadığı açıktır. Zira özellikle silahla, döner bıçaklarıyla tedarikli gelinmesi, sonradan olaya karışan ve olayı provoke eden kişilerin de böylesi bir pankartı hiç görmeden saldırmaları, olayın tamamıyla sistemli ve organize bir olay olduğunu göstermektedir. Buradan tüm kamuoyuna, tüm kesimlere Mazlumder’in geçmişte olduğu gibi bugün de tek derdinin, kökenine bakılmaksızın insan ve insana adalet olduğunu bir kere daha altını çizerek vurgulamak ihtiyacı hissediyoruz. Ne bugün, ne de başka bir zaman Mazlumder, sözleriyle ve yaptıklarıyla bir provokasyonun ya da şiddetin tarafı olmamıştır ve olmayacaktır. Belirtilmesi gereken önemli ve hayati bir diğer nokta da, Mazlumder olarak hiçbir şekilde ulusalcı, dini ve etnik kökenli, herhangi bir ideolojiye dayalı bir yaklaşım içinde olmayıp, Kürtçü ya da Türkçü nitelemesine muhatap ideolojik bakışların tümünün karşısında yer alınmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı’na yazmış olduğu mektupta da, Milli Mücadele döneminde de, Birinci Meclis’te kullanılan adlandırmada da hep bu şekildedir. Ne var ki, İttihatçı geleneğin tarihi gerçeklere aykırı olarak yürüttüğü yasağın ve olumsuz propagandanın, Müslüman insanların zihinlerini bulanıklaştırmasını ve bunun bu propagandalar neticesinde bu yönde bir algı ile kabullenilmesini ilkesel bir hata olarak okuyor; bir çeşit “içselleştirilmiş Kemalizm” durumuyla izah ediyoruz. Bu anlamda, resmi ideolojik tarih algısı ile bu coğrafyaya bakılmasının, tam da sorunun kaynağına su taşımak olacağını özellikle belirtmek isteriz. Beraberinde, eylemin içeriğine dair vurgulanması gereken önemli bir durum da, yürüyüşün ana konseptinin ve o konsept dahilindeki ana yürüyüş pankartlarının, “Adalet Her Zaman Her Yerde”, “Uludere-Roboski’ye Adalet Siyasete Kurban Edilemez”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” pankartları olduğudur. Grup, toplu olarak bu büyük pankartların arkasında yürüyüşünü gerçekleştirmiştir. Şayet yürüyüşün üzerine bina edileceği ve vurgu yapmak isteyeceği bir nokta varsa, o nokta, bu noktadır. Diğer pek çok el pankartı da eyleme katılan gönüllü kuruluşlarımızın hazırladıkları pankartlardır ve
Mazlumder’i ve Mazlumder’e gönül veren bu etkinliği birlikte gerçekleştirdiği yukarda adı geçen gençlik örgütlerini, adalet, merhamet ve vicdan sahibi insanları vicdanların ve insanlığın kabul ettiği adil bir dünya istek ve arayışından alıkoymayacaktır. Bilinmelidir ki bizler bu olayın gerek saldırganlar yönünden hukuki tüm takip ve yargılanma cezalandırmaların, gerekse de güvenlik görevlilerinin görev ihmalinden kaynaklı suçların sonuna kadar takipçisi olacağız. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
19
lih
lu
Mir zabeyoÄ&#x;
De
lek
nar
Salih Mirzabeyoğlu, 28 Aralık 1998’de Tuzla’da, ilkokula giden çocuğunu okuldan almak üzereyken bir anda gözaltına alındı. Gözaltına Tuzla’daki evinin yakınlarında alınmasına rağmen, basın bültenleri onun bir hücre baskınında ele geçirildiği haberleri yaptı. Günlerce süren işkenceden sonra saçları kazınmış, ağzı yüzü yaralı, mosmor ve şiş olduğu halde polislerin kollarında götürülürken, gazetelerin dalga geçerek “Yüzünü traş olurken kesti” manşetlerini attıklarını unutmak mümkün mü?
Özgür Açılım Platformu Tevhid ve Adalet!
İBDA-C ile örgüt liderliği ilişkisi ispatlanamadığı halde önce idam, sonra ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis’ alan gazeteci-yazar Salih Mirzabeyoğlu, 28 Şubat’ın kendi tabiriyle “itibarsızlaştırdığı” ve “aşağıladığı” bir kurban adeta. 14 yıllık cezaevi sürecinde son 10 yıldır tecritte ve “telegram” denen bir işkenceye maruz kalıyor. İşkenceciler ona, özellikle namaz kılarken ve Kur’an okurken sözlü tacizlerde bulunuyor. İşkence sonucunda oldukça bitkin düşen Mirzabeyoğlu, günlük 3 saatlik havalandırma “lütfu”na bile mazhar olamıyor! Zira son 4 yıldır yürümekten kesilmiş. Boş zamanlarında ya da ‘işkenceden arta kalan vakitlerde’ gücü olursa 6-7 saat yazı yazıyor. Onun için bir imza kampanyası var şu sıralar : https://www.change.org/tr/kampanyalar/t-ccumhurbaşkanı-abdullah-gül-salih-mirzabeyoğluna-adalet “Benim davam başı sonu belli olan bir tiyatroydu” diyor Salih Mirzabeyoğlu, egemenlerin sahte adalet oyununu fâş ederek. Pınar Selek ise hemen hemen aynı döneme denk
22
düşen bir tarihte, 14 yıl önce “Mısır Çarşısı Bombacısı” diye yargılanmaya başladı. Hakkında üç kez beraat çıkmasına rağmen, Yargıtay 22 Kasım 2012’de kararı tekrar bozdu. Sosyolog, antimilitarist, feminist ve masal kitapları yazan Pınar Selek, 14 yıllık tutukluluk, mahkeme ve sürgün süreci ve son olarak da hakkında verilen beraat kararının tekrar bozulmasıyla yeni bir şok yaşadı. Selek ve adaletten yana olan herkes bu karara çok şaşırdı. Onun yaptığı en güzel işlerden biri de sokak çocukları için kurduğu sanat atölyesiydi. Sloganları, “Sokak çocuğu değil, sokak sanatçısıyız!” idi. O, insanların sokak çocuklarını “çöp” ya da “dışkı” gibi algıladıklarını söylüyor ve “onlara bakınca çoğu insan yetimliği, öksüzlüğü değil, temizliği düşünüyor. Toplum onlara dışkısını görmüş gibi bakıyor.” şeklinde ifade ediyor. İşte bu hissiyatla harika bir atölye kurdu, ancak Mısır Çarşısının bombalanması olayı bu atölyeyi ve bu güzel işi tarumar etti. Berlin İşkence Mağdurları Merkezi tarafından 45 sayfalık bir raporda Selek’in 14 yıl boyunca türlü işkenceler sonucu ortaya çıkan birçok psikolojik hastalığı olduğu sonucuna varılmış. Pınar Selek’in 7 kişinin ölümünden sorumlu tutulması onu çok yaralıyor. Çünkü kendisi, şiddet karşıtı, anti-militarist bir aktivist. Şöyle söylüyor: “Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı
23
tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey.” Şimdi, Selek ve adaletten yana olan herkes gibi Biz de Özgür Açılım olarak, 22 Kasım’da bozulan kararın 24 Ocak’ta beraatla sonuçlanması gerektiğini savunuyoruz. Tabii bir daha bozulmamak kaydıyla! Biz, devletin mazlumların yakasından düşmesini istiyoruz. Bu ülkede binlerce Selek “dışarıda”, bir o kadar Mirzabeyoğlu “içeride”dir. Bu ülkede dışarıda olmakla içerde olmak bazen böylesine benzerlik göstermektedir! Mirzabeyoğlu ve Selek farklı arka planlara yaslanan ancak aynı zulme maruz kalan mağdurlardır. Hukuk’un adalete yönelmeyip, aksine zulme alet edildiği söz konusu süreç Yakup Köse gibi çocuklar da büyütmüştür! Tarih ve elbette Allah her şeye şahittir. Mirzabeyoğlu ve Selek’in artık simgeleşmiş davalarında müsbet adımlar atılamıyorsa, “28 Şubat’la Hesaplaşıyoruz” demenin ne kadar anlamlı olduğu da ayrıca tartışılmalıdır. 28 Şubat’la hesaplaşmak için 28 Şubat “siyasi” yargı kararlarının iptal edilmesi gerekir. İşinden, okulundan, hürriyetinden mahrum edilen insanların hakları geciktirilmeden ve ‘lütfa konu edilmeden’ iade edilmelidir.
Mavi Marmara Uludere hiyerarşisi Filiz Işıker
İslami kimlikte direkt olarak din referans alınırken, Kürt kimliği tanımlanırken din, öncelikli bir referans noktası olmuyor.
B
u yazıda, Türkiye’de son yıllarda meydana gelen iki önemli hadiseye Müslümanların verdikleri tepkiler, yeni sosyal hareketler bağlamında ele alınacaktır. Adalet mefhumunu tam olarak içselleştirememiş ya da sadece “kendine Müslüman” bir kitleye eleştirel bakılacaktır. 24
Ele alınacak ilk hadise, 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail devleti tarafından Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıdır. Saldırı sonrası süreçte, Müslümanların Mavi Marmara’yı ele alışları ve algılayış biçimleri irdelenecektir. Gazze’ye yardım götürmek üzere yola çıkan ve içerisinde birçok ülkeden farklı dinlere mensup gönüllülerin olduğu Mavi Marmara gemisi, uluslararası sularda İsrail ordusu tarafından işgal edilip 9 Türkiye vatandaşı öldürülmüş, sonrasında ise İsrail’in devam eden yıldırma politikaları neticesinde, gemiye el konmuş ve yardım malzemeleri Gazze’ye ulaşmamıştır. Gemidekiler de İsrail askerleri tarafından gözaltına alınmış ve psikolojik işkencelere maruz kalmışlardır. İsrail devleti, gemide silah olduğunu iddia etmiş ancak yapılan aramalar sonucunda gemide silaha rastlanmadığı ortaya çıkmıştır.
Ele alacağım ikinci hadise ise Uludere’de sivillere yönelik yapılan saldırıdır. 28 Aralık 2011 tarihinde, Şırnak’ın Uludere ilçesinde Türk uçakları, sınırdan geçmekte olan ve kaçakçılıkla geçimini sağlayan köylüleri PKK’lı/ li “zannedip” bombalamış ve bunun sonucunda 34 masum Türkiye vatandaşı öldürülmüştür. Bu olay sonrasında, birçok farklı kesim tarafından yapılan değerlendirmeler ve yorumlar can sıkıcı olduğu kadar, olayın çözümüne ne yazık ki katkı sağlamamış, ölenlerin yakınlarını ve vicdan sahibi insanları daha fazla üzmüştür. Bu iki hadise, yeni sosyal hareketler bağlamında analiz edilmeye çalışılacaktır. “Klasik sosyolojiye göre sosyal hareketler yapısal gerginliğe, ekonomik krize ve modernleşmeye tepki olarak ortaya çıkan olgulardır.” 1 Eski sosyal hareketler, tek bir sosyal sınıftan oluşup, ekonomik çıkarlar üzerine yoğunlaşmış siyasal gücü ele geçirmek üzere örgütlenmişlerdir. İşçi hareketi buna örnek olarak verilebilir. Bu hareket tarihsel bir zorunluluğu yerine getiriyormuşçasına aktör olmaktan uzak figürlerden oluşur. “Bu yüzden günümüz hareketleri, kendilerini devlet gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi başardıkları için yenidir.” 2
25
Touraine’e göre sosyal hareketler, toplumsal aktörlerin sivil toplumun yapısı üzerindeki mücadelesinden doğmaktadır. 3 Yeni sosyal hareketleri açıklamak için yeni teoriler ortaya çıkmıştır. Bu teorilerin bir kısmı, yaratılan çatışmanın ekonomik/politik, ikincisi ise kültürel yönünü anlatmaktadır. 4
Bu noktada, kamusal alanda kimlik eksenli yeni sosyal hareket olarak ortaya çıkan, İslami hareketler ve bu bağlamda eylemlilik süreçleri ve neye tekabül ettiği önemli bir mevzudur. Yani ‘İslami kimlikle kamusal alanda nelere tepki gösteriliyor ve hangi kriterler temel alınıyor?’ Mavi Marmara ve Uludere hadiselerini bu bağlamda ele alacak olursak; Mavi Marmara saldırısını kınayan bir Müslüman neden Uludere “Eski sosyal hareketler ekonomik olarak saldırısını kafasında soru işaretleri olmadan tanımlanan sınıf tabanına sahip iken, yeni hemen kınayamıyor ya da hiç kınamıyor? Bu hareketlerin toplumsal tabanı farklı sınıflardan noktada daha milliyetçi bir refleksle mi hareket oluşmaktadır. Eski hareketler girişimcileri, ediliyor? Adalet ve ahlak anlayışı salt dini işçileri ve orta sınıfı mobilize ederken, yeni öğretilere bağlı olmayıp gelenek, ulus devlet sosyal hareketler, yeni orta sınıftan ( genç ve milliyetçilik de işin içine giriyor mu? Bu nesil ve yüksek eğitim düzeyli gruplar) destek durumu anlayabilmek için belki de Türkiye’nin bulmaktadır. Bu yeni orta sınıf, hedefleri modernleşme sürecine bakmak gerekir. Her geleneksel sınıflardan daha genel olan modern ne kadar batılılaşmanın kökleri Cumhuriyet ve “sınıf farkındalığına sahip bir gruptur.” öncesine dayansa da, Cumhuriyet kurulduktan 5 “Sosyal hareketler kolektif davranışı sonra daha radikal değişiklikler meydana şekillendirme anlamında sınıf kavramını aşan gelmiştir. Harf inkılabı, kılık kıyafetin değişmesi ırk, toplumsal cinsiyet, etnisite vs. gibi terimlerle vb., Belki de en önemlisi ve tüm bu radikal tanımlanmalıdır. Diğer bir değişle kolektif değişiklikleri hareketi tanımlayan grup kimliklerinin, sınıf Müslümanlar için Uludere içine alan kavramından statü, ırk, toplumsal cinsiyet ve durum, yeni milliyete kaydığı ileri sürülmektedir.” 6 katliamı ve Mavi Marmara bir ulus baskını arasındaki fark yaratma Örgütsel yapılar yeni sosyal hareketleri çabasıdır. Bu nedir ki Mavi Marmara eskilerinden ayırır. Yeni sosyal hareketler bağlamda din adem-i merkeziyetçidir. Örgüte katılım baskınının hemen ve aidiyetler bireyin iradesi dâhilinde gerçekleşir. 7 sonrasında sokaklara meselesi önem Yeni sosyal hareketlerin temel çatışma arz etmektedir. alanlarından biri kimliğin kurgulanması dökülen ”dindar” halk Cumhuriyet sürecidir. 8 Uludere Katliamı sonrası kurulduktan adeta ölüm sessizliğine sonra laik “Kimlik ekseninde meydana gelen çatışma devlet ve ve kimliklerin yeniden kurgulanışı bir takım bürünebiliyor? seküler toplum yeni sosyal hareketler meydana getirdiği gibi yaratma aynı zamanda bu sosyal hareketlerden de çabaları başlamıştır. Cumhuriyet etkilenmiştir. Kadın hareketleri, İslami hareketler modernleşmesinin önde gelen düşünürleri gibi değişik akımların dışlanmış kimlikleri, tarafından din, bir vicdan meselesi olarak politik olarak görünür ve kamusal alanda kabul lanse edilmiş. Örneğin Ziya Gökalp ‘hars’ ve edilebilir kılmak için vermiş oldukları kimlik ‘medeniyet’ ayrımı yapmış ve dinin de ‘hars’ın eksenli mücadele yeni sosyal hareketleri meydana alanında olabileceğini söylemiştir. Yani din, daha getirdiği gibi, bu hareketlerin dinamizminden de kültürel olan alanda kendine yer bulmuştur. büyük ölçüde de etkilenmişlerdir.” 9 Bu bağlamda Müslüman ve Kürt kimliklerinin 26
nasıl bu kadar keskin ayrımlar yapılarak yayında Aidiyetler ve kendini tanımlandığı sorunsallaştırılabilir. Yani gösterildiği konumlandırış biçimlerinde, İslami kimlikte direkt olarak din referans andan itibaren mesela din gibi birleştirici alınırken, Kürt kimliği tanımlandığında büyük bir kitle din, öncelikli bir referans noktası olmuyor. gemidekiler bir unsur bazen Bu çok da anlaşılabilir bir durum olmasa için çok hızlı milliyetçilik engeline gerek. Örneğin, Said Nursi esasında Kürt’tür bir şekilde takılabiliyor. Üstelik ama o Müslüman bir alim ve modernleşme bir kamuoyu karşıtı olduğu için yıllarca yargılanmış, hapis oluşturup milliyetçilik, birçok yatmış ve sürgünler yaşamıştır. Ya da Şeyh sokaklara Müslümanın İslam’da Said için de aşağı yukarı aynı gerekçeler dökülmüş, kavmiyetçiliğin yasak sıralanabilir. Kürt kimliği değil, İslami ölüm haberleri kimliğiyle ön plandaydı. Said Nursi ve Şeyh gelince Taksim olduğunu bildiği halde Said’in yürüttüğü mücadele, daha önce de Meydanı yapılıyor. değindiğimiz eski sosyal hareketlere emsal hınca hınç teşkil edebilir. Yani sonuç olarak Kürtlüğün dolmuş, herkes ve Müslümanlığın kimlik olarak ayrıştırılması gemidekiler için dualar etmiştir. Öte yandan çok daha yeni bir durumdur. Bu da yeni sosyal Uludere saldırısı Türkiye’nin Güneydoğu’sunda hareketler bağlamında belki anlaşılabilir gerçekleştiğinde, aynı kitle “temkinli” bir duruş bir durum olarak karşımıza çıkar. Esasında, sergilemiş ve katledilen insanların masum Kürt denince akla İslami kimlik dışında bir olduğuna bir süre ikna olmamış ve tabii ki şey gelmesi biraz tuhaf, çünkü Kürtler ’in de meydanlara inmemiştir. Birkaç gün sonra ancak büyük bir çoğunluğu dindar Müslümanlardır. birkaç küçük İslami grup Fatih’te bir basın Ancak Kürt kimliğinin daha ön planda olması, açıklaması yapmış 10, sonrasında daha büyük sayılabilecek ve daha kurumsallaşmış olan yıllardır maruz kalınan mağduriyetler, anadilde İslami STK’lar ortak bir basın açıklaması için eğitim hakkının verilmemiş olması ve Kürtlerin bir araya gelmiştir. 11 STK’lar dışında İslami potansiyel suçlu olarak nitelendirilmesi camiadan az da olsa hakkaniyetli gazeteciKürt kimliğinin, İslami kimlikten daha ön yazarlar da tepkilerini dile getirmiştir. planda olmasına neden olmuştur. Mesela, başörtülü Kürt bir kadın, başörtülü olduğu için ayrımcılığa uğrayınca, bu durumda Kürt Mavi Marmara gemisinde, İsrail’in tacizci ve kimliği çok ön planda olmazken, aynı başörtülü tehditkâr tutumuyla birlikte bütün bir süreç Kürt kadın, devlet karşıtı bir eyleme katılınca gemiden canlı olarak belki de bütün dünyaya Kürt kimliğinden dolayı gözaltına alınabiliyor. duyuruldu ve İsrail’in sınır tanımaz şiddetinden Ancak daha geleneksel bir baş örtme biçimiyle gemidekiler de nasibini aldı ve o gecenin siyasal bir hareketin içinde Kürt kimliğinin ön sonunda 9 masum insan, İsrail askerlerinin planda olduğu bir eylemsellik sergileyebiliyor. kurşunlarına hedef olarak hayatını kaybetti. Yani günümüzde kimlikler çok iç içe geçmiş Uludere saldırısına bakacak olursak, olay yine ve tek bir tanım yapılamamaktadır. Bu bir gece operasyonuydu ve yine masum insanlar genel çerçeveden sonra, Müslüman ve Kürt ölmüştü. Bu iki olayın ortak noktası devlet terörü kimlikleri bağlamında Mavi Marmara hadisesi olarak nitelendirilebilir. Mavi Marmara saldırısı, ve Uludere saldırısını ele alacak olursak, faillerinin canlı yayında belli olduğu bir olaydı. Türkiye’de kendisini dindar ya da İslamcı olarak Katil İsrail devletiydi. Uludere’de ise failin kim nitelendiren kitlenin bu iki hadiseye verdiği olduğu hala belli değil. Devlet mi? Asker mi? tepkiler karşılaştırılabilir. Mavi Marmara’ya Amerika mı? İsrail mi? yapılan saldırıların yaşandığı o dakikalar canlı 27
Evet, 28 Aralık 2011 gecesi Uludere’de 34 sivil masum insanları katletmek her zaman İsrail’in işi “birileri” tarafından katledildi. Hâlâ resmi olabilirdi. Klasik bir komplo teorisi her zaman işe anlamda bu emri kimin verdiği tartışılsa da, yarıyor ve belki de asıl faillerin hep tali kalmasına devlet yetkilileri tarafından bir türlü neden olabiliyor. dilenmeyen özür ve devletin üst düzey İslami kesimin Uludere saldırısı temsilcilerinin bu konuyla ilgili yaptığı büyük çoğunluğu sonrasındaki saçma sapan açıklamalar hem ölenlerin Mavi Marmara’yı o ailelerini hem de vicdan sahibi insanları kadar içselleştirdi ki suskunluğun sebebi çileden çıkarmıştır. İçişleri Bakanı’nın Uludere hadisesinde Türk-İslam milliyetçiliği saldırıda ölenler için “Kaçakçılardı, zaten bile İsrail’in refleksinin dinin tutuklanacaklardı” sözlerini sarf etmesi bu parmağı olabilir olayın üstünün bir şekilde örtülmesi çabası diye düşünülüyor. vurguladığı adaletin olarak değerlendirilebilir. Yine, Başbakan bir Uludere saldırısıyla önüne geçmesi olarak kadın kongresinde yaptığı konuşmasında, ilgili ortada yorumlanabilir basın mensuplarına kızarken “Her kürtaj bir çok büyük bir Uludere’dir” şeklindeki açıklamasıyla yine “hata” vardı ama gündeme damgasını vuran sözler sarf ediyor. hatayı üstlenecek Herkes kürtajı tartışmaya başlıyor. Feministi, kimsecikler yoktu. Üstüne üstlük bu hatanın Müslümanı, solcusu, sağcısı, entelektüeli her üstünü örtmek için devletin üst düzey yetkilileri kesimden insanın gündemi oluveriyor. Aslında akla mantığa sığmayacak açıklamalar yapıyordu. tartışılan şey bir süre sonra ne Uludere ne de kürtaj oluyor. Devletin buyurgan tavrı ve Bütün dünyanın gözleri önünde Davos’ta “one muktedir kılığındaki Başbakan tartışılıyor. minute” sözleriyle İsrail’e meydan okuyan Uludere’de yaşanan acılar ise epey tâli kalıyor. Başbakan Erdoğan, aynı gece Türkiye’ye dönmüş Bir katliam sonrası iş bu duruma kadar gelip ve kalabalık kitleler tarafından havaalanında çirkinleşebiliyor. Neredeyse ölenlerin çoğunun bir kahraman gibi coşkuyla karşılanmıştı. Aynı çocuk olması kimseyi ilgilendirmiyor. Bu Başbakan bir kadın kongresinde konuşurken bağlamda Türkiyeli Müslümanların söylemine Uludere hadisesini kürtaja benzetmiş “her kürtaj bakarsak, az da olsa farklı sesler çıkıyor. Çok bir Uludere’dir” sözleriyle aslında Uludere küçük bir kitle Başbakanı bu işten sorumlu katliamını meşrulaştırmıştır. Ortadoğu’da tutup bu işin bir an önce aydınlatılmasından olanları kınarken kullandığı bir söz onu yana tavır koyarken 12 bir başka ve büyük bir kahraman yaparken Uludere hadisesiyle ilgili kitle ise Başbakan’ın kafasının karışık olduğunu yaptığı yorumlarla birçok insanın gözünde ve en doğru kararı vermek için onun süreye vasatın altında biri olarak algılanmasına ihtiyacının olduğunu savunuyor. 13 Peki, yol açmıştır. Ortadoğu’da özellikle “Kardeş Müslümanlar için Uludere katliamı ve Mavi Filistinli Müslümanlar” ın uğradığı zulme tepki Marmara baskını arasındaki fark nedir ki Mavi gösterirken daha İslami bir kimlik ve refleksle Marmara baskınının hemen sonrasında sokaklara karşımıza çıkan Başbakan imgesi, mevzu, dökülen ”dindar” halk Uludere Katliamı sonrası katledilen “kardeş Kürt halkı” olunca ibrenin adeta ölüm sessizliğine bürünebiliyor? Birkaç yönü epeyce şaşıyor. Bu bağlamda, İslami bir STK ve duyarlı gazeteciler dışında kimseden kimliği de olduğu bilinen Başbakan’ın bu tavrı, ses çıkmıyor. 14 Kurumsallaşmış köklü STK’lar aslında İslami kesimin gösterdiği tepkiden çok bile yaptıkları basın açıklamasında fikir birliğine da farklı olmuyor. Davos’ta bir devletin hem üst varamamış, bazıları Uludere hadisesinde İsrail’in düzey yöneticisi, hem de İslami hassasiyetlere parmağı olabileceğini söylemiştir. Öyle ya Mavi sahip bir kişi gibi tavır sergileyen Başbakan, Marmara’ya da İsrail devleti saldırmıştı ve Uludere hadisesinde neredeyse sadece Başbakan 28
kimliğinin ön planda olduğu açıklamalar ve yorumlar yapmıştır. Bu mevzuya, kimlikler bağlamında bakarsak aslında bunun ne kadar kaygan bir zemin olduğunu görürüz. Aidiyetler ve kendini konumlandırış biçimlerinde, mesela din gibi birleştirici bir unsur bazen milliyetçilik engeline takılabiliyor. Üstelik milliyetçilik, birçok Müslümanın İslam’da kavmiyetçiliğin yasak olduğunu bildiği halde yapılıyor. Müslümanların bu duruma kayıtsız kalışı bazı yazarçizerler tarafından “Türk milliyetçiliği” değil de “Türk İslamcılığı” olarak nitelendiriliyor. 15
1 Kenan Çayır, Yeni sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s. 7
2 Alaine Touraine, ‘Beyond Social Movements’ Theory, Culture and Society VOL. 52, 1992, 142-3: akt. Kenan Çayır, Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, İstanbul. 1999, s. 16 3 A.g.e. s.16 4 A.g.e. s.15 5 A.g.e. s.19 6 A.g.e. s.19 7 A.g.e. s.19 8 A.g.e. s.27 9 Mehmet Ali Özel, Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Açısından Türkiye’deki İslami Hareketlerin Sosyolojik Analizi, 1. Sayı, Ankara, 2007, s.65-66 10 http://ozguracilim.net/uludereye-agit/ 11 http://www.insanvakfi.org.tr/sivil-toplumkuruluslari-uludere-saldirisini-kinadi/ 12 http://t24.com.tr/haber/yeni-safak-1/204794 13 http://www.risalehaber.com/uludere-zulmegirmeden-netlestirilmeli-145710h.htm 14 http://uludereicinbulusankadinlar.blogspot.com/, http://www.uludereicinadalet.com/ 15 http://www.demokrathaber.net/medya/rasimozdenorene-acik-mektup-uludere-neredeustad-h8970.html 16 http://dunyagerceklerim.blogspot.com/2012/05/ uludere-icin-aktlan-gozyas-pkkya-can.html
Sonuç Bu yazıda, kendisini İslami kimlikle tanımlayan insanların Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisine yapılan saldırıyı kınama yöntem ve refleksleriyle, Uludere’de Irak’tan kaçaktan dönerken Türk jetlerinin hedefi olan 34 sivil (çoğunun çocuk olduğu) insanın ölümüne ver(me)dikleri tepki karşılaştırılmıştır. Çok küçük bir kitle dışında İslami kesim Uludere saldırısını Mavi Marmara baskını kadar sahiplenmemiştir. Hâlbuki iki olayda da siviller devlet terörü mağdurudur. Uludere saldırısını kınayan ve saldırının sorumlusunun devlet olduğunu düşünen İslami kuruluşlar hazırladıkları raporlar, başlattıkları imza kampanyaları dışında büyük kitleler halinde bir eylemsellik gerçekleştirememişlerdir. Ele alınan bir başka konu ise Uludere mevzusuyla ilgili devletin söylem ve tepkileridir. Bu bağlamda hükümet yanlısı 16 ve karşıtı olmak üzere iki tür söylemden bahsetmek mümkün ancak yine de muhalif sesler ya çok az çıkıyor ya da susturuluyor bu süreçte. Sonuç olarak söylenecek en önemli husus, Uludere saldırısı sonrasındaki suskunluğun sebebi Türk-İslam milliyetçiliği refleksinin dinin vurguladığı adaletin önüne geçmesi olarak yorumlanabilir.
Kenan Çayır, Yeni Sosyal Hareketler, Kaknüs Yayınları, İstanbul. 1999 Mehmet Ali Özel, Yeni Sosyal Hareketler Paradigması Açısından Türkiye’dekiİslami Hareketlerin Sosyolojik Analizi, 1. Sayı, Ankara, 2007 http://www.sosyolojinotlari. com/PDF/sosnot1.pdf Metin Karabaşoğlu, “Uludere zulme girmeden netleştirilmeli” http://www.risalehaber.com/uluderezulme-girmeden-netlestirilmeli-145710h.htm Mehmet Sait Çakar, Rasim Özdenören’e Açık mektup: “Uludere nerede üstad?” http://www.demokrathaber. net/medya/rasim-ozdenorene-acik-mektup-uluderenerede-ustad-h8970.html http://dunyagerceklerim.blogspot.com/2012/05/ uludere-icin-aktlan-gozyas-pkkya-can.html http://t24.com.tr/haber/yeni-safak-1/204794 http://ozguracilim.net/uludereye-agit/ http://www.insanvakfi.org.tr/sivil-toplumkuruluslari-uludere-saldirisini-kinadi/ http://www.uludereicinadalet.com/ http://uludereicinbulusankadinlar.blogspot.com/ 29
Şahit Olan Göze Alandır Fuat Kına
Hakikat zikredildiğinde acı verir, şahit olmaksa en ağır bedelleri göze almak demektir, tıpkı cennete talip olmanın kolay olmadığı gibi.
E
ğer bir coğrafyada sinirler bozulmuş, ayarlar gevşemiş, direnen mustazafın “Allah’ınız yok mu ulan?” feryadı kulakları kemirmiş ve bir takım gerçekler, bir takım enteresan hesapların alt kümesine ötelenmişken, bir başkası “her şeyin çok güzel gittiğini” ve “çok şeyin değiştiğini” kulaklara fısıldıyorsa; işte orada Hakk’a şahitlik niyetinde olan Müslümana çok şey düşüyor demektir. Nitekim şehadet, bedel ödemeyi gerektirir. 30
Aldanış konuşmayı değil, susmayı öğütlemektedir çoğu zaman. Sessiz kalmayı ve “olaylara karışmamayı” salık veren uykulu nefisler, uyuşukluğu ve “her şeyin rayında gittiğini” telkin edenler, bu gibi durumların pek çoğunda, başka şeylerin, yani içerisine sahtelik karıştırılmış hakikat parçacıklarının bekasına koşturanlardır. Çünkü “Evdeki hesabın, çarşıdakine uymadığı” bilgisi, ötelenen ve kulak ardı edilen bir geri kafalılık, ya da mevsimi olmadığı bahanesiyle akıl dolabının en ücra köşesine tıkıştırılan bir durum tespiti haline gelme potansiyeline haizdir. Bu durumdaysa haykırmak gerekir; “Be Heeeyy! Müslümanlar uyanın, evdeki hesap çarşıya uymuyor!”
Hakikatli olan sözün, yani Rabbe teslim olmanın, kulların her türlü faaliyet alanını kapsadığına inanan Müslümandan beklenen tavır, kuşkusuz zamanın ve mekânın eriştiği her koşulda, derdini taşıdığı hakikatleri insanlığa ulaştırmak ve Rabbinin hoşnutsuz olacağına hükmettiği sahteliklerle esaslı bir mücadele halinde olmaktır. Bu sebepten, “Ben Müslümanlardanım” (Fussilet/33) diyenin “Neler oluyor memlekette?” sorusunu sormasından doğal, anlamlandıramadığı bilinmezliklerin peşinden koşması kadar da yapay bir şey olamaz. Nebilerin ve öncü Müslüman şahsiyetlerin hayatlarında sıklıkla rastladığımız hakikat arayışı içerisinde olma hali, bu soruyu her mekan ve zamanda soruyor olmayı zorunlu kılmaktadır esasında. Hakikat arayışı imanın salahiyeti açısından pek mühimdir ve hakikat aranmadan bulunan bir şey değildir. Hakikati bulansa, bulduğuna şahitlik etme gayretinde olmadan, onu elinde muhafaza etmeyi bekliyorsa eğer, istikamette isabetin beyhude bekleyişlerle edinilmeyeceğini bilmelidir.
“Nerde zulüm görsek kıyam ederiz” diye bir nakarat takılıyor arada bir dilime. “Acaba eder miyiz sahiden, ediyor muyuz yani?” falan diye soru işaretleri zihnime dokunuyor. Sorsaydık mesela bundan yıllar evvel Müslümanların Türkiye’de iktidar olmasını isteyen bir müteahhide; “niye iktidar olalım?” diye. Tüm mücahit kimliğiyle derdi ki: ”zulmü bitirmek için, elbette.”
“Bedeli ne olursa olsun” demenin zorluğu karşısında, şahitliğin ve hiç ölmemek anlamına gelen, son söz şehadetin, Allah katında ne kadar kıymetli bir kulluk mertebesi olduğunu bizlere ulaştıran da Kelamullah’ın ta kendisidir. Bazen bedel ödemenin tüyler ürperten(!) korkutuculuğundan, bazense aslında bekasına uğraşılan şeylerin hakikate temas eder pek bir tarafının olmamasından ötürü, insan aldanır.
Hakikatin gerektirdiği emri yerine getirme gayretiyle kızını okula başörtülü götürdüğü için 2 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılan Güllü Çevik, bir takım sahteliklere tehlike oluşturduğu için, yani aslında zulmün hala devam ettiğini hatırlatma gayretinden ötürü, birileri tarafından yok edilmeye çalışılarak ödüllendirilen Mustazaf-der, poşu davası mağduru ve 11 yıl hükümlü Cihan Kırmızıgül, tek başına bir hayat dersi Roboski katliamı, sırf mücadele eden Müslümanlardan oldukları için müebbet yiyen mahkumlar ve daha bir çok ibretlik örnek, aslında müteahhit abimizin o samimi cevabının, içi pek de doldurulmamış bir iyi niyet göstergesi olarak tozlu raflardaki yerini alması anlamına geliyor.
31
Fakat bu mezkur haykırışın, zikredildiğinde insanın sol yanından parça koparmışcasına acıtan tarafları mevcut. Her dillendiriş, bir Güllü Çevik olma ihtimalini beraberinde taşımakta, her karşı duruş bir kapatma davası müsebbibi olmaya şiddetle aday. Neler olduğunu pek de iyi bilenlerin, “neler oluyor memlekette?” sorusuna alerjik olmasının kıymetli bir sebebi var, ödemekten çekindiğimiz bedellerimiz var.
“(Ama,) sizden önce gelip geçen (mümin)ler gibi sıkıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve kımıldatmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki; müminlerle birlikte Elçi de “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye feryad ediyordu. Gözünüzü açın, Allah’ın yardımı (daima) yakındır!” (Bakara/214) Bir zamanlar, mezkur sorunun Müslüman zihinlerde şimdiye oranla fazlaca dolaştığı aşikar ve aynı zamanlar Türkiye’deki zulüm çarkına çomak sokan inanmışların da sayıca pek fazla olduğu bilinen bir gerçek. Olan bitenden haberdar olma hali, emrin şerli olanına itiraz edebilme yetisini mümkünleştiriyor. Aksi de mümkün tabi, olan bitene dair hissizlik ve birilerinin bizim yerimize düşünüyor olması koyun sürüsü ile aramızdaki farkları fark edebilmeyi güçleştiriyor. “Neler oluyor?” diyenler sadece yukarda bahsettiğimiz “göze almış olanlar” değil aslında, Türkiye Cumhuriyeti hapishanelerinde yatmakta olan 10 bin kürt genci de soru soran, kahır çeken, ve itiraz üretenlerin ahval ve şeraitini, biz acısız gençliğe izah eder cinsten.
Oysa bu imtihan sahası yeni değil; “Allahu EHAD!” diye haykırmak bedellerin en büyüğünü gerektirirken, kızgın kumların üstünde, iri taşların altında, pek ehemmiyetli bir tercih yapmak yol ayrımında kalan Bilali Habeşi, İslam devletinde (!) kadı olmasını emreden Halifeyi (!) reddettiği için zindanlara atılan, ve ardından zehirlenen İmamı Azam, ve idamından hemen önce “Namazda Allah’ın birliğine şehadet eden parmağım, asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır” diyen Şehid Seyyid Kutup da Allah tarafından aynı imtihana muhatap kılınmış şahsiyetlerden. Bu anlamda; “Bu sarık ancak bu başla çıkar!” sözünün sahibi Said Nursi’nin, Afganistan şehidi Bilal’in ve Fatihli delikanlı Metin Yüksel’in, hakikate şahitliklerinden ve bu şahitlik için ödedikleri bedellerden talim edeceğimiz çok ders var.
32
Fark etsek de, etmesek de zulüm devam ediyor. Neler döndüğüne dair kurduğumuz her soru cümlesinin bizi kavuşturacağı gerçeklik; bu gidişata ses çıkarma zorunluluğumuz. Yanlışa yanlış demeyi beceremiyorsak eğer, failler ve mefuller değişince mücadelemiz pörsüyorsa, hürleştikçe zalimleşen nefsimize Hakk’a şahitlik zor geliyorsa, veya sürdürülebilir bir zulüm karşıtlığımız yokmuşsa zaten, o zaman İslam’ın gereklerini görmezden gelip, huzurlu konutlarımız içerisindeki sahte mutluluğumuzla baş başa kalabiliriz. Ancak bu da, Müslümana yakışmaz.
Aksi takdirde, her an unutabiliriz her eylemimizin ve eylemsizliğimizin Rabb katında bir imtihan olduğunu. İktidar “bizimkiler” de olsa zulme zulüm demektir boynumuza borç olan, en azından şahit olmak bu bedeli gerektirir. Zalimin karşısında hak sözü haykırmanın en faziletli cihad olduğunu unutmadan, ve şahitlik vazifesini başka nefislere tevdi etmeden Allah için yürüyenlerden olmak üzere sözleşenlerin ahitlerine biz de dahil olalım. Müslüman, etrafında nelerin döndüğünü ve neyin bekası için koşturduğunu her fırsatta kendisiyle istişare ediyorsa ve çekilmesi muhtemel sıkıntılara dair korkularından arındıysa, artık korkma sırası müstekbir otoritelere geçmiş demektir. Çünkü hiçbir dünyalık beklenti, bizleri Hakk’ın şahidi olmaktan alıkoyamayacaktır. Vazgeçemeyeceklerinin muhasebesini yapıp, ölümlü heveslerini bir bir ameliyat masasında bırakmak, Müslümanın günlük ritüellerindendir. Çünkü cennete talip olmak, bedel gerektirir.
O halde; hemen şurada, azcık berimizde onlarca insan katledildiğinde bizi susmaya, sessiz kalmaya iten çekincelerimizi yatırıp masaya, bir bir ameliyat edelim. Estetikle düzeltelim çirkin taraflarımızı ki, bir daha hakikate şahit olma vazifemizi bir takım otorite sahiplerine tevdi etmeyelim, bir daha haddi aşan hesapların peşinde koşup da ödenmemiş bedellerimizi meşrulaştırma yoluyla hakikatlerimize sahtelik bulaştırmayalım. Bir şeylerin kısmi değişikliğine aldanıp da, artık zulmün bittiğini gizli bir günahımızı itiraf edermiş gibi çekinerek bile olsa, dile getirmeye tenezzül etmeyelim. Bundan kelli bu coğrafyadaki şehadet vazifemizi Allah’tan gayrisine imtihan ettirmeyelim bu ameliyat sayesinde.
33
Ö z g ü r Aç ı l ı m P l at fo r m u, H ü r B e ya Ö n c ü l e r , F e l a h Ç a ğ r ı s ı v e M av e r a
Ö ğ r e n c i l e r B u lu ş m a s ı ” i ç i n 2 2 N i s a n
Ü n i v e r s i t e s i ’ n d e b i r a r aya g e l d i . “ V
d ı ğ ı b u lu ş m a n ı n i l k b ö lü m ü n d e S e m
H ü s e y i n Fat i h G ü n “ U lu s a l V e U lu s
da n i R e t ” ko n u lu b i r e r ko n u ş m a ya
m ü fo r u m ş e k l i n d e g e r ç e k l e ş t i r i l
g r u b u s e r b e st k ü r s ü d e ko n u y u ta r
d e b i r d ü n ya g ö r ü ş ü n ü pay l a ş a n g e
k ı s m ı n da “ v i c da n i r e t ” ko n u s u n da b
k a r a r ı a l d ı . B u k a r a r d o ğ r u lt u s u n
d ü r e n g e n ç l e r , 2 M ay ı s 2 0 1 2 ta r i h i n B e ya n H a r e k e t i , U m u t G e n ç l i ğ i , F e l
r e k e t i i m z a s ı i l e b i r o r ta k l a ş m a m
ya n H a r e k e t i , U m ut G e n ç l i ğ i , G e n ç
r a G e n ç l i k H a r e k e t i “ 3 . M ü s lü m a n
s a n 2 0 1 2 Pa z a r g ü n ü İ s ta n b u l Ş e h i r
. “ V i c da n i r e t ” ko n u s u n u n e l e a l ı n e m a B a ş a r a n “ İ s l a m v e V i c da n i R e t ” ,
lu s l a r A r a s ı H u k u k B a ğ l a m ı n da V i c ya pt ı l a r . B u lu ş m a n ı n i k i n c i b ö lü -
r i l d i . Ya k l a ş ı k 1 0 0 k i ş i l i k k at ı l ı m c ı
ta r t ı ş t ı . K u r a n v e S ü n n e t ç i z g i s i n -
g e n ç l e r b u lu ş m a n ı n ü ç ü n c ü v e s o n
da b i r o r ta k l a ş m a m e t n i yay ı m l a m a
s u n da ko n u y u i st i ş a r e e t m e y i s ü r h i n d e Öz g ü r Aç ı l ı m P l at fo r m u, H ü r
e l a h Ç a ğ r ı s ı3.vMüslüman e M av e r aBuluşması G e nOrtaklaşma ç l i k Metni HaÖğrenciler
a m e t n i yay ı m l a d ı .
Bismillahirrahmanirrahim
Özgür Açılım Platformu Hür Beyan Hareketi Umut Gençliği Felah Çağrısı Mavera Gençlik Hareketi
1.Laiklik temelinde inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti’nde askerlik, mesleklerden bir meslektir ve kimse bir mesleği yapmaya zorlanamaz. Askerlik dahil hiçbir meslek “vatan borcu” sayılarak insanlara dayatılamaz. 2.Halkı, başka hiçbir meslekten soğutmak suç olmadığı gibi askerlikten soğutmak da suç olamaz. ‘Halkı askerlikten soğutmak’ diye bir suç olacaksa, askerlik sırasında bu halkın çocuklarını aşağılayan Türk Silahlı Kuvvetleri seçkinlerinin tamamı söz konusu suç dolayısıyla yargılanmalı en başta. 3.Laik ve demokratik bir kimlik taşıdığını iddia eden cumhuriyetin askerlik kurumu, dini ve dinî kavramları bir meşruiyet zemini olarak kullanamaz. Dolayısıyla TSK’nın, ”Şehitlik”, ”Vatanın kutsallığı”, ”Peygamber Ocağı” gibi kavramları kullanarak İslami değerleri istismarına bir an önce son verilmelidir. 4.Müslüman, ancak Allah’ın rızasını gözeten bir orduya mensup olabilir. Müslüman bir şahsiyetin NATO gibi uluslar arası emperyalist bloğa dahil veya laik bir orduda kendi rızasıyla görev alması düşünülemez. 5.Kişinin dinî, ahlaki, siyasi ve sair nedenlerle herhangi bir orduda zorunlu olarak askerlik yapmayı reddetmesi demek olan Vicdani Ret, insani ve İslami bir haktır. 6.Dünyanın pek çok bölgesinde vicdani reddin bir hak olarak tanındığı ve fakat “vatanı düşmanlardan korumaya dair” bir sorun veya zaaf yaşanmadığı kamuoyunun dikkatinden kaçırılmamalıdır. 7.“Vatanı kimden koruduğumuz” ve “Kime karşı cihad ettiğimiz” sorularına Müslümanlar hiç şüphesiz vahyin ışığında yanıt bulmalılar. İki kardeş halkın çocukları, kirli bir ‘iç savaş’ın kurbanları oluyorken, devlet’ten veya kavim’den değil, yalnızca Hak’tan yana tavır almalılar! 8.Askerlik yapmakla erkeklik / erkek olmak arasında mantıklı, rasyonel bir ilişki bulunmamaktadır. Ancak resmi ideolojinin sponsorluğunda kof ve yoz bir “erkeklik edebiyatı” yapıla gelmektedir. Gayrıfıtrî bu erkeklik kurgusu, ‘askerlik yapmayanın erkekten sayılmayacağı’, ‘askere gidince adam olunacağı’ ve ‘askere gitmeyene kız verilmeyeceği’ gibi komik ve korkunç ‘batıl inançların yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. 9.Askerlik yapmayan veya yapamayan insanlara bir kurum tarafından “çürük” denmesi o insanların ruh veya beden sağlığı ile yahut karakterleri ile alakalı olmayan, söz konusu kurumun kendine ait teknik bir tabirden ibarettir. “Çürük”, dışlayıcı ve aşağılayıcı bir dilden dökülen kötü bir sözdür, kabul edilemez. 10.Tüm bunlar düşünülerek, ‘zorunlu askerlik’ ve ‘vicdani ret hakkı’nın hem toplumsal hem de siyasi düzlemde ciddi biçimde -itidal ve derinlik içinde- tartışmaya açılması gerekmektedir.
“Ordu peygamber ocağı değildir” Türkiye’de 1990’larda başlayan vicdani ret hareketi, son yıllarda ciddi tartışmaları tetikliyor. Hükümet, AİHM ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin kararlarına rağmen vicdani ret konusunda bir düzenleme yapmış değil. Düzenleme olmayınca askere gitmek istemeyenlerin başına neler geleceği de belirsiz. Tutuklamalar, işkence ve kötü muamele sürüyor. Türkiye’de şu anda 150’ye yakın kişi vicdani reddini açıkladı. Bu isimlerden Enver Aydemir, Muhammed Serdar Delice, İslami inançlarından ötürü askerlik yapmayı reddettiklerini açıkladılar.
Ermeni meselesinde Müslümanların, milliyetçi, Türk-İslam sentezci bakıştan kurtulup Kur’an temelli bir yoruma ihtiyacı var. 38
Zorunlu askerliğin devlet ideolojisine hizmet ettiği, evlatların pisipisine öldüğü bir noktadayız.
Müslüman öğrenci grupları da geçtiğimiz hafta vicdani retle ilgili bir bildiri yayınladı. Özgür Açılım Platformu, Hür Beyan Hareketi, Umut Gençliği, Felah Çağrısı ve Mavera Gençlik Hareketi’nin ortak olarak yayımladıkları metinde vicdani reddin insani ve İslami bir hak olduğu vurgusu yapılıyor. “Şehitlik”, “Peygamber Ocağı” gibi İslami değerlerin istismar edilmesinden rahatsızlıklarını dile getiren Müslüman gençler, zorunlu askerliğin tartışılması çağrısında bulundu.
Devam eden hukuksuzluklara karşı kör olmadıklarını belirten Kılıç, “Mesela Kürt meselesi çetrefilli bir noktaya geliyor, açılımla yeşeren ümitlerden çok uzaktayız maalesef. Uzlaşmacı bir tavır yok. Kürt hareketi gerektiği şekliyle muhatap alınmıyor. Sri Lanka modeli denilen yeni konsept için de sadece yazın değil kışın da operasyonlar yapılıyor. Uludere gibi bir katliamın yaşandığı bir döneme geldik. Her gün faili meçhullerin yaşandığı bir dönemde değiliz tamam ama daha sistemli bir kavganın sürdüğünü görmek mümkün. KCK adı altında binlerce usulsüz tutuklama var. Müslüman paydada buluşanların Kürt meselesindeki bakışlarının devletçi bir noktaya evrildiğini görmek bizi üzüyor.” diye konuştu.
Bildiriye imza atan Özgür Açılım Platformu’ndan Tuba Metin ve Ammar Kılıç ile vicdani ret ve Türkiye’deki son siyasi gelişmeleri konuştuk. Platform ve yaptıkları çalışmalar ile ilgili bilgi veren Ammar Kılıç, 2008’de Bilgi Üniversitesi’nde kurulan platformu kendisini “Hayata, en genel anlamıyla varoluşa hak ve adalet temelinde, toplumsal ve siyasal bir farkındalıkla bakan, başörtüsü meselesinin tetiklediği fakat onunla sınırlanamayacak kadar geniş bir sorumluluk alanına kendilerini ait hisseden öğrencilerin olduğu bir hareket” olarak tanımlıyor. Kılıç, öğrenciler ile başlayan platformun öğrenci olmayanların da katılımıyla geniş bir platform haline geldiğini söyledi.
Uludere katliamının zulüm olduğunu söyleyen Tuba Metin ise “Yeni iktidarla yaşanan rahatlamalara duyulan minnetten dolayı bir “görmezden gelme” durumu söz konusu ama böyle bir şey olamaz. Zulme karşı durmayı biz Kur’an-ı Kerim’den öğrendik.” diye konuştu.
Nasıl bir ihtiyaca karşılık geldikleri konusunda Kılıç, 28 Şubat’taki kırılmadan sonra AK Parti iktidarı ile Müslümanların sistemle barıştıklarını ancak ilerleyen süreçte yeni mağduriyetler yaratan bir durumla karşı karşıya kalındığını söyledi. Kılıç “Normalleşme diye adlandırılan yeni bir süreç var. Müslümanlar, muhafazakârlar bu süreçte daha fazla ve rahatlıkla söz sahibi oldular. Yozlaşma ve çözülme de bununla beraber geldi. İktidarla kurulan ilişkiden ötürü adalet gerektiren meseleler de sunuluyor. Bilhassa Müslüman gençlerin bu yeni süreçte aldıkları tavrı önemsiyoruz. Kuşatıcı bir adalet söylemini yükseltmek istiyoruz” dedi.
Ammar Kılıç, Enver Aydemir’in Müslüman inancından ötürü vicdani reddini açıklamasının İslami kamuoyunda heyecan yarattığını belirtiyor.
Ölmek şehadet değildir Ordunun “Peygamber ocağı” olarak adlandırılmasından rahatsız olduklarını dile getiren Kılıç, sıkıntıları şöyle dile getirdi: “Modern ulus devletin zorunlu askerliğini İslami kavramlarla bulayarak Türk- İslam sentezi gibi bir şey ortaya çıkardığınızda askerlik de bir cihad durumuna dönüşüyor. Ölmek bir şehadete dönüşüyor. Kışla peygamber ocağına dönüşüyor. Ben burada Türk inkılabının cidden başarıya ulaştığını düşünüyorum.
39
Solcusunun da muhafazakârının da kanına girerek askerliğin zararsız bir şey olduğunu, olması gerektiğini kanıksatmış. Biz Müslüman’ız ve elbette şehadete inanıyoruz. Tümüyle savaşmaya karşı çıkmıyoruz. Bir zulme karşı adilane bir müdahale yahut savunma, korunma amacıyla savaşılabilir diyoruz. Ancak, bu ülkede ne için savaştığımız, kime karşı savaştığımız, hangi anayasal temeller üstünde savaştığımız çok önemli. İşin içine Kürt meselesi de giriyor. Bizim kendi kutsallarımızın istismar edilmesi de giriyor. Hepsi birbiriyle bağlantılı. ”
Diyanet İşleri’nin vicdani reddin caiz olmadığı yönündeki fetvası, televizyon dizileri ve şehadet gibi kavramların kullanılmasının dini istismar olduğunu söyleyen Metin, “Ben kadınların vicdani reddini ilan etmesinin, zorla askere alınan erkeklere destek vermesi açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani her ne kadar kadın zorunlu askerlik kurumundan etkilenmiyor gibi görünse de bir ana, bir kardeş ve bir eş olarak etkileniyor. ‘Bir evladım olsa onu da veririm’ diyen anneler de var. Bu meseleyi belki ölen askerlerin annelerinin daha çok tartışması ve tabiri caizse “Oğlumu size vermem” demesi, feryat etmesi gerekir” diye konuştu.
AİHM ve uluslararası sözleşmelerin anayasa 90. Maddeye göre açıkça uygulanması gerektiğinin belirtildiğini aktaran Metin, yasal prosedürlerinden önce askerliğin meşruluğunu tartıştıklarını dile getirdi. Metin “Zorunlu askerliğin devlet ideolojisine hizmet ettiği, evlatların pisipisine öldüğü bir noktadayız. Başbakan bedelli tartışmalarında vicdani reddin kabul edilemez olduğunu söylemişti. Yine peygamber ocağı gibi söylemleri dile getiriyordu. Vicdani ret zaten Türkiye dışında tartışılıyor. Vicdani ret hakkını tanıyan ülkeler listesi uzun bir liste. AİHM Türkiye’yi bundan dolayı mahkûm etti” diye konuştu. Bu meselenin önümüzdeki yıllarda ciddiyetle tartışılacak bir konu haline geleceğine inandıklarını ifade eden Metin, “Ancak önemli olan zor zamanlarda konuşmaktır” dedi.
‘1915’İN FAİLLERİNİ ATALARIMIZ OLARAK GÖRMÜYORUZ’ Ermeni meselesi ile ilgili olarak okumalar yaptıklarını ve haftalık derslerinden bazılarını Ermeni meselesi ve Hrant Dink davasına ayırdıklarını söyleyen Metin, 1915’e ilişkin farklı bir bakışı dile getiriyor: “Bizim ağzımızı eğip bükmeye, soykırım mıydı, büyük acı mıydı diye işi speküle edecek sözleşmelere ihtiyacımız yok. Bizim, Müslümanlar olarak resmi ideolojiye, egemen güçlere, şu veya bu tarih tezine karşı herhangi bir sorumluluğumuz da yok. 1915, İttihat Terakki’nin ve milliyetçiliğin tavan yaptığı karanlık bir dönem. Türkçülük politikasının dışladığı milyonlarca Ermeni, büyük bir zulme uğradı. Ermeni meselesini Hrant Dink’in de ifade ettiği biçimiyle büyük bir yıkım olarak görüyoruz. Atalarımız bunu yapmaz gibi bir düşünceye sahip değiliz. Kaldı ki mahkûm ettiğimiz bir zihniyete sahip insanlar atalarımız mı? Bizce değil! Adalet duygusunun kalıtımsal bir mirasla geçtiğini düşünmüyoruz. Ermeni meselesinde Müslümanların, milliyetçi, Türk-İslam sentezci bakıştan kurtulup Kur’an temelli bir yoruma ihtiyacı var. ”
Bizim, Müslümanlar olarak resmi ideolojiye, egemen güçlere, şu veya bu tarih tezine karşı herhangi bir sorumluluğumuz da yok. Agos Gazetesi
40
O Şimdi Kurban Ammar Kılıç
TRT’nin iftar vakti okunan ezanın hemen arkasına servis ettiği ‘şehit’ haberleri eşliğinde iftarımızı açıyorken kimden durup düşünüp vicdanına danışmasını umabiliriz?
bir dizi manzara. Fotoğrafların ortasında kalan metindeyse klasik teraneler tekrarlanıyor hissî bir iştahla: “Son durakta parka, palaska, postal, silah, içtima ve tekmil bekliyor delikanlıyı, kendisi gibi ‘en büyük asker’lerden oluşan ordunun bir neferi olarak.” Zamanlama açısından iyi bir metin. Şemdinli’de ve Güneydoğunun bir çok bölgesinde çatışma haberleri artmışken, yeni kurban cesetleri yığılırken ve daha yenilerine ihtiyaç varken “Aman durun savaşmayın” denmesini kim bekliyor ki! TRT’nin iftar vakti okunan ezanın hemen arkasına servis ettiği ‘şehit’ haberleri eşliğinde iftarımızı açıyorken kimden durup düşünüp vicdanına danışmasını umabiliriz? İftar sinirini asker cesetleriyle, iftar açlığını da bombalanan gerilla bedenleriyle bastırırız olur biter. Çünkü on yıllardır tek bir dersin çıkartılmadığı bu Allah’ın belası savaşın tanrılarını beslemek için, daha fazla kan, daha fazla gözyaşı, daha fazla beden, daha fazla kurban gerekir. Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak (2008) kitabında genç erkeklerin askerlik serüveni başından sonuna anlatılır.
Z
aman gazetesinin bugünkü (11 Ağustos 2012) Cumartesi ekinde İsa Şimşek imzalı bir foto röportaj var (http://www.zaman.com. tr/haber.do?haberno=1331452&title=o-simdiasker#) Başlığı “O Şimdi Asker”. Zaman Cumartesi ekinin bir geleneği olan foto röportajların bu seferki konusu başlığından da anlaşılabileceği gibi askerlik; sayfayı kaplayan fotoğraflarda asker gönderme seremonilerine rastlıyoruz: Havalara fırlatılan asker adaylarından, sırtına pelerin gibi Türk bayrağı dolanan çocuklara, E-5’te arabalardan inerek halay çekmelere kadar 42
Anlatan erkeklerin hiçbiri bu serüveni güzelleyerek anlatmaz. Ya yenilen dayaklardan, ya şüpheli intiharlardan, ya savaş bölgelerindeki tecavüz vakalarından bahsederler. Askerlik, daha askere gitmeden başlar; gitmeyene ‘erkek’ demezler, delikanlı olamazsınız, kız vermezler. Askere gitmek, ailelerin yetiştiremediği, ihmal ettiği delikanlıların bir nevi ‘eğitim kampı’dır. ‘Askere gitsin bari biraz adam olur gelir’ denir. Tüm bu maskaralıklardan sonra askere giden adam askerliğin korkunç yüzüne şahit olur, döndüğünde komutanlarına küfreder, ama ne hikmetse hâlâ vatan millet Sakarya türküsüne devam eder. Militarizm damarlarımızda gezinir. Nadire Mater’in ‘TSK’ya hakaretten’ toplatılan eseri Mehmedin Kitabı‘nı (yeni baskı 2012), Funda Danışman ve Rojin Canan’ın 90’lı yıllarda Güneydoğuda çocukluğunu yaşamış insanların hikâyelerini derledikleri Bildiğin Gibi Değil (2012) ile birlikte okumak lazım. Söz konusu metinler, askere coşku ve iştahla giden askerlerin savaş bölgesinde nasıl psikopatlaşabildiklerini açıkça gösterir. 1994 yılında PKK tarafından esir alınan ve 1996 yılında serbest bırakılan eski asker İbrahim Yaylalı, Vicdani Ret Haftası’nda katıldığı bir programda, komando olarak dağda bulundukları sırada, komutanların gerilla cesetleri getirdiğini ve “Sizi şimdi motive edeceğiz” diyerek cesetleri kesip biçip parça parça ettiklerini anlatıyordu. Bu küçük hikâye arkasında benzer binlerce hikayeyi barındırıyor elbette, duyamadığımız, haberdar olamadığımız ne vahşi hikayeler var.
hiç ağlamamış gibi, verilen kurbanlar yetmezmiş gibi, TRT’nin, Samanyolu TV’nin, Zaman gazetesinin (ve sair tüm savaş çığırtkanlığı yapan gazete ve TV’nin) dalga geçercesine O Şimdi Asker haberleri yapmasına ne demeli? Bu savaş fetişizmine, kana susamışlığa, ölü seviciliğine ne demeli? ‘Şehit’ olan 20 askere karşı, 115 ‘terörist’i öldürmekten zevk duymak nasıl bir hedonizmdir? Ölümleri yarıştırmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Ölümlere sevinmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Muhafazakarlıktan, devletçilikten, militarizmden ne zaman vazgeçeceğiz? Haberde kullanılan bu dil, bu zalim klişeler, bu sahte imajlar; bunların hepsi, peygamberin (s.) ayaklar altına aldığı kavmiyetçiliğin cilalanması değildir de nedir? Zaman’ın foto röportajındaki o coşku dolu fotoğrafların yanına ben de bir kaç foto eklemek isterdim ama ne ahlak ne de vicdan kalırdı ortada, yalnızca silah, kan, kurban vs.
Askerliğin doğasına dair bir söyleve girişmeyeceğim. Laik bir orduda, özellikle de zorunlu askerlik yapmayı reddettiğimizi gerekçeleriyle birlikte 3. Müslüman Öğrenciler Buluşması’nda ilan etmiştik. Şimdi, sonuçsuz ve bol kıyımlı onlarca yıldan sonra, binlerce ölümden, sayısız gözyaşından sonra, yani sanki hiç asker ölmemiş, hiç köy yakılmamış, anneler 43
Uyuyan Devi Uyandırın Fatıma İlhan
Arkamıza yaslanalım, derin bir nefes alalım ve önce itiraf edelim ki biz bu emri es geçtik. Biz bu emrin dizi dibine çöküp toplumsal bunalımdan ümmet olma yoluna çıkmak için onu kendimize düstur edinmedik. İyilik deyince verdiğimiz üç beş sadakayı, yaptığımız ibadetleri, dile indirgediğimiz iyilik tekliflerini anladık sadece.
“
Emr-bi’l Maruf Nehy-an’il Munker” en yalın tabirle iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak anlamına gelir. Kur’an’da ve sünnette defalarca geçen bu emir toplum hayatında çok önemli bir yer teşkil eder…” Eğer yazıma böyle başlasaydım, teknik bilgilerle devam eder, bu emrin ne kadar önemli olduğundan bahseder ve öylece kalemimi kenara koyabilirdim. Böylece yazının devamını tahmin etmeniz çok da güç olmazdı. Bu sebeple kalem sahibi bu yazısında okuyucuyu biraz rahatsız etmeye, pencere değiştirmeye ve bu önemli emir karşısında durduğumuz yeri kendince göstermeye çalışacak.
Toplumsal bilinci ayağa kaldırmak ve ümmet olma yolunda ilerlemek için, bu emri kuşananlardan mı yoksa uyuyanlardan mıyız? Düşünmeye buradan başlayabiliriz. Yürüyorduk ya da yürüdüğümüzü zannediyorduk. Yolda olmak sanki hedefe varmanın garantisiymiş gibi, fakülte bahçelerinde hayallerimizi konuşuyorduk. Dahası çok çalışıyormuş gibi yeni ütopyalar kuruyorduk. Kaçırdığımız bazı şeylerin varlığı kesindi fakat neyi kaçırmıştık onun farkında değildik. Daha da önemlisi onu nasıl bulacağımızı bilmiyorduk. 44
Maruf iyi(lik), bilinen, benimsenen, güzel söz, Munker ise kötü/lük, beğenilmeyen, benimsenmeyen manalarına geliyor lügatlerde. Peki ya vicdanlarımızda, sözlerimizle eylemlerimizin birbirini tutmadığı hayatlarımızda nereye denk düşüyor bu kavramlar? “İyiliği emredin! Kötülükten sakındırın!” emri kursağımızdan aşağı inmekte neden bu kadar güçlük çekiyor? Kursağımızın darlığına mı yansak, yoksa ciddiye al(a)madığımız hayatın ince dehlizlerinde savrulduğumuza mı henüz karar verebilmiş değildik!
Sözüm kendini Akademya’nın soğuk duvarlarından kurtarmış, koridorda öğrencisiyle karşılaşabilen, kantinde onlarla çay içebilen ve dahi onlarla ders dışında etkinliklerde bulunabilen kıymetli hocalara. Sözüm, hayatı sadece makale yazmaktan ibaret olmayan, halka karışıp onlarla hemhal olabilen, sokakların nabzını tutabilen âlim/akademisyen hocalara ve onların üniversiteyi tabulaştırmayan, okula öğrenci gibi gelen, soru sorabilen ve bundan asla çekinmeyen hür üniversite talebelerine… Âl-i İmran sûresi 110. âyeti toplumsal bilinci oluşturmak ve farkındalık yaratmak için bir reçete sunuyor bizlere. Bu ayet çıkış noktamız, işaret taşımız, önce bunu kaydedelim. Peki, biz bunu ne zaman fark edeceğiz? Sonra kabul edelim biz önce güvenmeyi unuttuk… Yaşamak; aldığımız nefesin kadrini bilmek, güven duymak, ihlâsla, aşkla yürekten bağlanmak demek Allah’a. Teslim olmak mı demeliyim ya da? Bu ümmete ulaşmanın esaslı yollarından birisi hiç şüphesiz “Emr-bi’l Maruf Nehy-an’il Munkerden” geçiyor. Tabi hikmet ile bütünleşerek. Ne zamana kadar bunu itiraf etmekten kaçacağız? Kendi acılarımızda debelenmenin sonu gelmedi mi hala? Uyandırmalı biri hala yatmakta olan toplumsal bilinci, o harika mekanizmayı…
Bu emir öyle merkez bir yer teşkil ediyor ki içinde kamu vicdanını ayakta tutma mayasını barındırıyor. Harekete geçirici, yol gösterici bir misyonu var adeta. Kerîm olan kitap bize bildiriyor ki: “SİZ, insanlık adına çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyi ve doğru olanı teklif eder, kötü ve yanlış olandan sakındırırsınız; zira Allah’a güvenip inanırsınız. Eğer kitap ehli de güvenip inansaydı, haklarında hayırlı olurdu. Onlardan (Allah’a) güvenip inananlar varsa da çoğunluğu yoldan çıkmıştır” (Âl-i İmran 110) işte müjdeyi yakaladık. Demek Rabbimiz bizden ümidini kesmemiş, demek hala toplumsal bir değişim için çıkarılmış bir ümmet var. Yalnız bu ümmet nerede ve kimlerden müteşekkil? Daha da önemlisi bu ümmetin imamları neden sahnede değil? Tamam, burada duruyorum biraz. Önce “Fil Dişi” kulelerinden çıkmayan üniversite hocalarını, akademisyenlerini, öğretim görevlilerini, kitapların tozlu sayfalarında kaybolmuş filozofları ve kendini birazcık mürekkep yalamış sınıfından gören entel tipleri bu meclisten dışarı çıkarttığımı belirtmeliyim. Sözüm zaten onlara değil! Sözüm, fakülte kapısından girerken Paris moda haftasında boy gösterircesine edalı, sedalı ama zekâsız salınan kızcağızlara, onların eril versiyonu olan maço oğlancağızlara da değil tabi ki!
Bu mekanizmanın yeniden ayağa kalkabilmesi için önce evlerimizi karargâh edinmemiz gerekiyor. Evimiz: “İçinden aydınlanmayan dışını nasıl aydınlatabilir ki?” Evimiz; hayatın debdebesinden sakinliğe kavuştuğumuz, kendimizi bulduğumuz yer. O kadar dış odaklı olduk ki şehrin ışıkları altında kaybolduk… İşte bu sebeple önce kaybettiğimiz deruniliğimizi yeniden bulmalıyız. Haris El Muhasibi gibi aklı baş tacı edip iç zenginliği, İslam irfanını yakalamak… Marufu emretmek; içimizi inşa edip başka hayatların inşasında rol almak, değilse nedir?
45
İyiliği önermek, kötülükten sakındırmak!
almama” hastalığı. Ciddiye alınmamış bir hayat sahibi başkasının da hayatını ciddiye almıyor. Bu yüzden daha az düşünüyor, daha az dert ediniyor, daha az çabalıyor ve burnunun dibindeki acılar karşısında umursamaz olabiliyor. Unutmayalım kokuşma ne sadece şahsiyette, ne sadece ailede ne de sadece toplumda başlar. Kokuşma, marufun toplumsal bilinci ayağa kaldıramadığı her ortamda başlar! Eğer bir toplum kötülükleri kendi bünyesinde, kendi şahsiyetleri eliyle düzeltemiyorsa, birinin yaptığı kötülük yanına kâr kalıyorsa, nemelazımcılık kol geziyorsa o toplumda kokuşma başlamış demektir. O da ne, burnumuz tıkanmış, estetikli burunlarımız kokuya da duyarsız olmuş, koku alamaz olmuşuz! Ehl-i kitaptan mı dem vuruyordu kelimetullah? Onlar inanıp güvenmemişlerdi, Maruf-Munker mekanizmasını kurmamışlardı… Bizi onlardan ayıran nedir desek verilecek bir cevabımız olmayacak zannedersem? Bu ikazı görmek için gönül farlarımızı kaç voltla yakmamız gerekir acaba?
Arkamıza yaslanalım, derin bir nefes alalım ve önce itiraf edelim ki biz bu emri es geçtik. Biz bu emrin dizi dibine çöküp toplumsal bunalımdan ümmet olma yoluna çıkmak için onu kendimize düstur edinmedik. İyilik deyince verdiğimiz üç beş sadakayı, yaptığımız ibadetleri, dile indirgediğimiz iyilik tekliflerini anladık sadece. Yalnız dilimizden çıkanın muhatabımızda hayata dönüşmesini bekledik durduk. Söz nereden çıkarsa orada hayata dönüşür bilemedik. Kötülükten sakındırmada halimiz daha fenaydı. Toplumsal şuurun ayılması için çabalayan bu yazının yazıldığı yüzyılda kötülükler toplu kabuller görmeye başladı, buna nasıl dayandık? Çamur paçalarımızdan akmaya devam ededursun biz toplumsal duyarsızlığın revaç bulmasına kaşık sallamaya devam edelim… Birileri boş kâseye kaşık sallarken şehrin öteki ucunda yiğitler her zaman var ve olacak. Tarihin yenilmez yazgısı bu zannedersem… “Emr-bi’l Maruf Nehy-an’il Munker” Nereden başlamalı? El cevap: İç dünyamız. Peki ya sonra? İşte düğüm burada başlıyor. Bu kalem sahibi de dâhil olmak üzere genç olanlar ve genç kalanlar bu zamana kadar çoğunlukla soruna işaret ettiler. Peki ya çözüm? Kalem sahibinin bir fikri var aslında. Cemil Meriç üstad diyor ki “Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın…” Ne mi alaka? Çok alaka efendim. Bir çağın vicdanı olmak demek; iyiliğin yayıcısı olmak, kötülüğe tahammül edememek, hayatı yalnızca kendinden ibaret görmemek demek. Daha da önemlisi her çağın kendine münhasır problemler ürettiğini, her yüzyılın sorununun bir önce ki yüzyılla aynı olmadığını fark etmek demek. İşte iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın rolü de tam burada devreye giriyor…
Kalem çabaladı, sahibi yoruldu, güneş açtı, öğlen oldu… Dünya döndü, gece oldu, gündüz oldu… Mevsimler bahardan kışa döndü… İlk insandan bugüne varlık, Allah’ın yasalarında değişiklik olmadığına iman etti… “Bir kere kan düşen toprak doymadığı” gibi insan da yaşamanın özgül ağırlığını omuzlarında hissetmeye doymadı… Son tren henüz gelmedi, hala bir umut var ümmet olma yolunda… Önce besmele ve ardından marufun kıyamı… Gerisini mi sordunuz? Başlıkta yazdık ya… Yolda olmak sanki hedefe varmanın garantisiymiş gibi fakülte bahçelerinde hayallerimizi konuşuyorduk. Biz önce güvenmeyi unuttuk…
Bu sözün muhatabı olanların ilk yapması gereken bu çağın ortak sorununu bulmak ve ona eğilmek. O sorunun üzerine bu emirle gitmek. Mürekkebi bitmek üzere olan kalem sahibine göre bu çağın en büyük problemi “Hayatı ciddiye
Kokuşma, marufun toplumsal bilinci ayağa kaldıramadığı her ortamda başlar! Önce besmele ve ardından marufun kıyamı…
46
Tasar覺m: Taha Ovac覺
Allah’ın Adıyla Muhammed Yücel
Kurucular kurulundaki konuşmama BİSMİLLAH diyerek başladım. Bunu iki nedenle yaptım. Öncelikle, çok samimi bir biçimde Her şeye Kadir Olan’a, bize yardım etmesi için dua ediyordum; ikinci olarak da o, dini özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin açık bir işaretiydi. “Mektup Süleyman’dandır,
M
üslümanlar, her hayırlı işe besmele ile başlamayı şiar edinmişlerdir. Besmele; Allah’ın meşru kıldığı bir işe başlandığının, en azından meşru bir işe başlamaya niyet edildiğinin ifadesidir. Çünkü besmele “Bismillahirrahmanirrahim (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla)” demektir ve Allah’ın adı ancak meşru bir fiilin önüne gelebilir.
Rahmân ve Rahim Allah’ın adıyla (başlamakta)dır.” (27/Neml, 30)
48
Besmele; Musa(a.s)’nın karşısındaki sihirbazların Firavun’unu*, cahiliye Araplarının Lat ve Uzza’larını**, her tür tağut*** ve “izm”i reddetmek; âlemlerin Rabb’i olan Allah’ı tek dayanak ve hami olarak kabul etmektir. Dolayısıyla besmele batıla karşı Hakk’tan yana olmaktır. Besmele; tevhit bilincinin sembolleşmiş ifadesidir.
Besmeleyle birbirinden ayrılamayacak şekilde ifade edilen bir kavram vardır: İstiaze. İstiaze; görünen görünmeyen her tür kötülük odağından, olumsuz duygu ve düşüncelerden Allah’a sığınmaktır. Besmele ise; İstiaze ile her türlü şerden -şeytandan ve tağuttan- Allah’a sığınan/“hicret” eden insanın hayrı “fethediş” hareketidir.
Müslümanlar amellerinde “dini” ve “dünyevi” ayrımı yapmazlar. Çünkü İslam dini, insanların hem dünya hem de ahiretini güzelleştirmek için gönderilmiştir ve her iki âlemi kuşatıcıdır, böyle bir ayrımı kabul etmez. O, sadece insanların Allah ile olan manevi ilişkilerini değil; insanın insanla, insanın toplumla ve insanın tabiatla olan ilişkilerini düzenleyen aktif bir dindir, hiçbir şekilde hayattan ve toplumdan soyutlanamaz. İşte Müslümanların işlerine besmeleyle başlamaları, böyle bir ayrımı kabul etmediklerinin en bariz ifadesidir. Çünkü besmele yapılan işin meşruluğunun, şer’iliğinin yani İslam dairesinde olduğunun; hiçbir dünyevi iktidar adına değil; tek hükümran olan Allah adına yapıldığının ifadesidir. Dolayısıyla, Müslümanların işlerine besmeleyle başlamaları seküler ve laik mantığa bir karşı çıkış, bir protestodur.
Kur’an’ın bize bildirdiği ayetlerden anlaşılmaktadır ki, “istiaze ve besmele”; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed(s)’e kadar hak yolunda davette bulunmuş tüm İslam peygamberlerinin sembolüdür: “Musa dedi ki: ‘Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.’” (40/ Mü’min, 27) “Nuh dedi ki: “Ey Rabbim! Bilmediğim bir şeyi senden istemekten, yine sana sığınırım; eğer beni bağışlamaz ve merhamet etmezsen, herhalde kaybedenlerden olurum!” (11/Hûd, 47), “Gerçek şu ki; bu, Süleyman’dandır ve ‘Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla’ başlamaktadır.” (27/Neml, 30)
Bir mümin besmeleyle; giriştiği her işte Allah’ın yardımına muhtaç olduğunu ve işlerinde bu yardımı esirgememesini ister. Aslında bu bilince sahip bir müminin besmelesi, amellere başlama duasıdır. Rabb’i karşısında aciz olan biz kullara, Rahman ve Rahim sıfatlarıyla yani merhametle muamele edeceğini “vaad” ediyor Allah. Yapacağımız işleri O’nun adıyla, O’nun çizdiği kulluk sınırları dâhilinde ve yalnız O’ndan yardım dileyerek yapacağımıza dair verdiğimiz “sözdür” besmele. Bu açıdan, Allah ile biz kulları arasında yapılan, kulluk bilincini ifade eden bir sözleşmedir.
“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”(11/Hûd, 41) “Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.” (73/Müzzemmil, 8)
49
İslam’ı yaşama ve tebliğ ile yükümlü bulunan Müslümanlar, başka slogan ve sembollerle kendilerini tanımlamaktan vazgeçmelidir. İnsanları İslam’a davet vazifesini en iyi şekilde yerine getiren peygamberleri örnek almak zorundayız. Bu örnekliğe binaen istiaze ve besmeleyi, kulluk bilinci ile hayatımızın her anına ve alanına yerleştirmeliyiz. Bunu gerçekleştirebilirsek hiçbir tağuti iktidar yeryüzünde barınamaz. Sonuç olarak besmele; mümin kimseye kulluk bilinci kazandıran, her türlü tağuti düzene başkaldırışı ve batıl karşısında haktan yana oluşu simgeleyen anahtar bir sözdür. Besmeleyi en iyi şekilde anlamış, hayatının ve siyasi mücadelesinin sembolü kılmış Aliya İzzetbegoviç’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasının başlangıç sözleri, besmelenin hayatiyetini gösterir niteliktedir.
*
Kur’an-ı Kerim’de; Firavun kıssası haber verilirken, sihirbazların “Kaalû bi’izzeti Fir’avne” (Firavunun izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan edilir. Firavun, Mısır’ı “RA” ilahı adına yönetirdi. Tabii bu, bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı değildir. Dikkat edilirse sosyalist ülkelerin yöneticileri, başta Karl Marks olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına sistemi sürdürürler. Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel olarak her ülkede, iktidar durumunda olan ideoloji aynı metotla ayakta tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarurettir. Dolayısıyla Firavun’a bağlı sihirbazların kıssasında bu hususun beyan edilmesi, sürekliliğin bir belgesidir. (Yusuf Kerimoğlu, ‘Kelimeler ve Kavramlar’)
**
Araplar da işe daha kudretli birinin adıyla başlamak bir gelenekti. İslâm’dan önce Araplar, işlerine “bismi’l- Lât ve’l-Uzzâ” diye putlarının adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, “bismikellahümme” derlerdi. Bu açıdan Peygamberin işlerine “Bismillahirrahmanirrahim” ile başlaması önemli bir kırılmadır, bir karşı duruşun simgesidir.
***
Mevdudi Tağut’u şöyle tanımlamaktadır: Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse için kullanır. Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağuttur. Böyle bir kimse; şeytan, rahip, dinî veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe Allah’a inanmış sayılamaz. M. İslamoğlu Tağut’u şöyle tanımlamaktadır: Tağut bir semboldür; küfrün, zulmün, şerrin, haksızlığın, adaletsizliğin, putçuluğun, azgınlığın, sapkınlığın ve daha aklınıza gelen tüm kötülüklerin sembolü. Bu sembol, bazen kendini Firavun ilan eden antik ya da çağdaş bir yönetici, bazen cansız bir eşya, bazen bir ideoloji, bazen da şeytan, uğur, şans, talih gibi soyut şeylerdir. Tağut, insanoğlunun ilahlaştırdığı her şeydir. Yusuf el-Kardavi Tağut’u şöyle tanımlamaktadır: Allah’ın şeriatı ile çatışan bütün gelenekler, rejimler, zâtında güç görülen eşya, insan ve putlar tağuttur. Tağut, kulun haddi tecavüz ederek, ibadet ettiği, tâbi olduğu ve itaat ettiği şeydir. Her kavmin tağutu, kendisine hüküm götürdükleri, huzurunda muhakemeleştikleri, ibadet ettikleri, tâbi oldukları, yalnız Allah’a itaat edilmesi gerektiği yerde itaat ettikleri kimse veya varlıklardır. Bunların ve bunlarla ilişkisi olan insanların durumlarını düşündüğümüz zaman, insanların çoğunu Allah’a ibadet ve itaatten yüz çevirmiş, tağutlara ibadet ve itaat eder halde görürüz.
“Kurucular kurulundaki konuşmama BİSMİLLAH diyerek başladım. Bunu iki nedenle yaptım. Öncelikle, çok samimi bir biçimde Her şeye Kadir Olan’a, bize yardım etmesi için dua ediyordum; ikinci olarak da o, dini özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin açık bir işaretiydi.”
50
Mavi Marmara’ya Notlar, İHH Yayınları, 2012, s. 9
Çocuk ve devlet Psk. Sema Erdoğan Başaran
Bugün çocuk yetiştirme hususundaki en büyük yanılgı anne-babanın hayatını adadığı evlatlarını genellikle çok para kazanacağı iyi bir meslek sahibi olması adına okullara ve ‘uzmanlara’ teslim etmeleridir. “Öyle mahzun bakma çocuk ‘Devletin ve milletin bekâsı’ zedelenir”
Ç
ocukluk, insanın varoluş serüveninde en çok özlem duyduğu dönemdir. Bir filozofun ve bir şairin buluştuğu özdür. Onlar, devletlerin kendileri üzerinden çeşitli politikalar yürüttüğü ‘nesneler’ ya da bugün, ailelerin hayatının merkezine oturttuğu öznelerdir. Neslin devamlılığını sağladığı gibi aileyi bir arada tutan, insanı hayata bağlayan mucize, dünyanın en sınırsız ve en zengin kaynağıdır çocuk. 52
Tarih boyunca batı toplumlarında dikkate aileye, kadın ve erkeğin yapısal farklılıklarına alınmayan çocuk/luk, sanayi devrimi sırasında ve sosyal hayatlarına etkileri konuşulmaksızın iş gücü bakımından sömürülen çocuk işçilerle kadın hakları, çocuk hakları, aile içi şiddet gibi birlikte, üzerinde konuşulan ve düşünülen konular sosyal politikaların gelişme kaydettiği bir mesele halini aldı. Çocuğun alanlar olarak genişliyor. Devlet, eksik veya yarım insan olduğu gün geçtikçe ailenin alanına daha ‘Eti senin kemiği düşüncesinden, çocuk hakları çok müdahil oluyor. Ne var ki benim’ anlayışıyla sözleşmesinin imzalandığı ve bu çalışmalar devletin sunmaya küçük yaşlarda bu haklara ilişkin pek çok sivil çalıştığı birçok hizmet gibi toplum kuruluşunun çeşitli problemin nedeni üzerinden değil kreşlere, sonra çalışmalar yürüttüğü, anne ve sonucu üzerinden şekilleniyor. okullara ve babaların varlığını çocuklarına Hal böyle olunca da yamadan dershanelere armağan ettiği zamanlara geldik. öteye geçmeyen ‘çözümler’ Dünya genelinde çocuk hakları üretiliyor. Oysa sosyal hizmetlerin bırakılan çocuklar temelinde çocuklar ve çocukluk ve sivil toplum kuruluşlarının, ailenin değil olgusu konuşuladursun, çocuk ve aileye yönelik devletin çocuğu modernleşme yolunda çalışmaları yapılandırırken ilerleyen Türkiye’de bir öncelikle çocuğun gelişiminde olmak için dünyaya yandan aile ortamı en önemli iki etken olan aile ve getirilmiş gibidirler. olmayan kimsesiz eğitimi değerlendirmesi gerekir. çocukların çoğaldığını, bir yandan İnsanın ilk yıllarındaki ilişki dinamikleri ve da çocuklara yönelik yaşadığı ortam onun kişilik yapısını belirleyen sosyal hizmet alanında en önemli etkendir. Çocuğun gelişimindeki yapılan çalışmaların ilişki dinamiklerini ise öncelikle anne ve baba arttığını oluşturur. Bu gelişimde ailenin rolü her şeyin görüyoruz. üzerindedir. ‘İnsanın anayurdu çocukluğu’ ise Aile ve eğitimin anayurdu ailedir. Ancak ne yazık ki Sosyal modern hayatta ailenin çocuk üzerindeki rolü gün geçtikçe azalıyor. Bu gün çocuk yetiştirme hususundaki en büyük yanılgı anne-babanın hayatını adadığı evladını genellikle çok para kazanacağı iyi bir meslek sahibi olması adına okullara ve ‘uzmanlara’ teslim etmesidir. ‘Eti Politikalar senin kemiği benim’ anlayışıyla küçük yaşlarda Bakanlığı kreşlere, sonra okullara ve dershanelere bırakılan çeşitli sivil toplum çocuklar ailenin değil devletin çocuğu olmak için kuruluşlarıyla birlikte çocuğa ve kadına dair dünyaya getirilmiş gibidirler. çalışmalarını genişletiyor. Ancak bu çalışmalara rağmen çocuğun korunmaya muhtaç olan Gelecek kaygısına düşen anne-babalar, maddi varlığının dışında, bizatihi özünün değerli anlamda çocukların ihtiyaçlarını karşılamaya olduğu gelişim süreci ve toplumda nasıl bir çalışırken onları rakamlardan daha önemli yere sahip olması gerektiği konusunda genel olan sevgi, ilgi ve alakadan mahrum bir yaklaşım oluşturulamıyor. Modern hayatın bırakabiliyorlar. 53
Ailede verilmesi gereken eğitim kreşlere tevdi Bu gün sosyal sınıfına bakılmaksızın hangi edilince kadınlar anneliği erkekler babalığı çocuğa sorulursa sorulsun, okulun kendiliğinden unutur oldu. “Belli bir bozgun yaşamışız/ sevilen bir yer olmadığını görürüz. Her şeye ölüm dadanmış sanki/ Kadınlar ki anne olmamak için Çocuk eğitim hayatının ilk Daha öncesinde “hele direniyorlar/ Erkekler ki savaşmayı kademesinde okulu oyun ve bir mezun olayım”, tümden unutmuşlar/ Çocuklar arkadaş ortamı olarak görürken zaten hiç çocuk olmuyorlar”.. ergenlik döneminde okulun “hele bir işim olsun”, Akşama kadar kreşte olan çocuk önemi giderek azalır. Erken “hele bir evleneyim” eve geldiğinde bazen yaramazlık ergenlik dönemiyle birlikte aşamalarını geçen bazen şirinlik yaparak ilgi dış dünyayı ve okul dışındaki çekeceğini düşünürken, dışardaki arkadaş ortamlarını keşfetmeye anne-baba, bir iş yorgunluğunun üstüne ev işi başlar. Dışa açılan çocuk, ömür hele hele eklenen anne, gün boyu tükettiği ailede ve okulda doyurulmayan çarkıyla boğuşurken sabrının ve ilgisinin ancak arta iç dünyasının tatmini için kalanını ona verebilir. Anne ve başka haz arayışlarına girer. inandıklarını, baba çocuğu için çalışıyordur(!) Köhneleşmiş ve tepeden inme hayallerini en çok Ancak onunla ilgilenmeleri, ona bir yapıya sahip olan eğitimda çocuklarını vakit ayırabilmeleri, onu fark öğretim müfredatında kendisini edebilmeleri için kendi arzularıyla var edemeyen çocuk, ailesinden ertelediğinin girdikleri onlarca hele hele çarkını sonraki ilk model olan öğretmeni farkında değildir. geçmeleri gerekir. “Hele bir evimiz tarafından da değer görmeyince olsun”, “hele şu borcu bitirelim”, umursandığı, önemsendiği ve “hele bir arabamız olsun”... Daha öncesinde sözünün dinlendiği ortamlara yönelir. Çocuk “hele bir mezun olayım”, “hele bir işim olsun”, koşulsuz şartsız kabul edilmek ister. Fakat okul “hele bir evleneyim” aşamalarını geçen anneve aile hayatında başarı şartıyla sevildiğinden, baba, bir ömür hele hele çarkıyla boğuşurken yalnızca kendisi olduğu için kabul gördüğü, inandıklarını, hayallerini en çok da çocuklarını kendisinden hep daha fazlasının beklenmediği ertelediğinin farkında değildir. ortamlarda teskin olur. Çocuğun gelişimine yardımcı olan, yardımcı olması beklenen ikinci etken ise eğitimdir. Fakat ne yazık ki günümüz eğitim sisteminin çocuğun içindeki potansiyeli açığa çıkarması şöyle dursun, ondaki yetenek ve kabiliyeti körelttiği, onun sahip olduğu sınırsız merakı öldürdüğü apaçık ortadır. Türkiye’deki zorunlu eğitim ideolojik bir aygıt olarak işlerken okullar çocuklar için hapishaneye dönüşmüş durumdadır.
Devlet, eğitim sistemindeki yarıkları onarmaktansa 4 artı 4 yasasıyla birlikte çocuklarımızı daha erken yaşlarda anne-babasının hamiliğinden alıp, kendisine makbul vatandaş yetiştirme derdine düşmüştür. Öyle ki ailenin yüce bir emanet olarak gördüğü çocuk artık 5,5 yaşından itibaren devletin çarkına giriyor.
54
Zorunlu eğitim körpe zihinleri daha makbul Böylece çocuğu terbiye eden (Rab) mekanizmanın vatandaş yapmak için bir yıl daha erken hamle aileden devlete geçişi kolaylaşır. Çocuğa yaparken, aileler ise bebeğini emzikten keser mürebbiyelik yapan devlet, bir süre sonra pekâla kesmez kreşe gönderme hesapları onun sahibi olduğu iddiasında da yapıyor. Anne-babalar devletin bulunabilir. Çocuğunu televizyon değirmenine su taşıdığından ve kreşlere emanet habersiz. Aile ise huzur ve Çocuğunu televizyon ve eden aileler sükûn bulunulan yer olmaktan kreşlere emanet eden aileler uzaklaşıyor. artadursun, çalışan annelere artadursun, çalışan jest yapan devletin çocukların annelere jest Okuyan, kendini yetiştirmiş, kreş masrafını karşılama vaadi, yapan devletin az-çok eğitim ve insan bilincine sosyal hizmet alanında vatandaşa sahip aileler dahi çocuklarının verilen hizmetin göstergesi çocukların kreş daha müreffeh bir ortamda midir, ilerde çocuk üzerinde masrafını karşılama yetişmesi için geleceğe dönük hak iddia edeceği bir ön koşul vaadi, sosyal hizmet maddi hesaplar yaparken, onların mudur bunu zaman gösterecek. en ihtiyaç duydukları zamanda Gerçek olan şu ki; kreşlerin ve alanında vatandaşa yanlarında değiller. Peki, aynı huzurevlerinin gün geçtikçe verilen hizmetin anne baba, yaşlılık döneminde çoğalması, kadınların erkekler göstergesi midir, bu çocuklardan vermediği ilgi gibi çalışması, babaların evden ve sevgiyi bekleyebilir mi? ‘Kreş uzaklaşıp daha çok daha çok para ilerde çocuk eken huzurevi biçer’ diyor yazar. kazanmak adına mesaiyi artırması, üzerinde hak iddia Anne ve babası yaşlanarak daha ‘kredi’ adı altında, geleceği ipotek edeceği bir ön koşul çok ilgi ve sevgiye ihtiyaç duymaya altına almak suretiyle bugünleri başladığında, onları huzurevine kurtarma çabaları, televizyonun mudur bunu zaman götüren evlatlarının ‘kariyer yapıp her evde merkez üssü olması gösterecek daha çok para kazanacağım.’ ve akraba-komşu ilişkilerinin demesi çok da uzak bir ihtimal azalması sorgulanmaksızın değil o halde. sosyal politikaların geliştirilmesine verilen destekler vicdanları aldatmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Sosyal devlet önce ailenin Çocuğun bir emanet olduğu bilincini taşıyan kendi mahrem yapısını korumalı ve çocukların aileler, en iyi ihtimalle emaneti anneanne ya da gelişimine destek olan bir eğitim sistemine babaanneye bir kez daha emanet ediyor. Ancak geçmeliyken aileden uzak, bireysel ve parçalı hak unutulan şu ki, anne ve babasından daha çok yaklaşımlarıyla çocukları toplumun daha çok sevgi ve ilgi gösteriyor olsa bile bir çocuğun dışına itiyorsa, eğitimi yalnızca kendi tekelinde ruhunda hiç kimse onların yerini tutamaz. tutarak okullara mahkûm ediyorsa, kurumsal Bu döngü çocuğun gözünde anne ve babanın yapılar ve sivil toplum kuruluşları artıyor ancak saygınlığını yitirmesine sebep olur. Saygınlığını ve problemler azalmıyorsa, çocuklar ve yaşlılar güvenilirliğini yitiren ebeveyn, otoritesini de önce dört duvar arasına hapsediliyorsa o toplumdaki büyüklere sonra devlete bırakmıştır. değerler yok oluşa doğru sürükleniyordur.
55
28 Şubat Yargı Kararları İptal Edilsin! 28 ŞUBAT’TA NE OLDU? Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde oluşturulan “Batı Çalışma Grubu” adlı yasa dışı “çete” ülkede darbe yaparak meşru hükümeti devirdi. “Batı Çalışma Grubu”, kuruluşu ve işleyişi bakımından tümüyle hukuk dışı bir yapılanmaydı!
“BATI ÇALIŞMA GRUBU” NE YAPTI? İçinde yargıçlar, savcılar, gazeteciler, yazarlar gibi etkin grupların olduğu üniformasız gönüllü askerlere brifingler verildi. Gazetecilerin ne yazacakları, hangi davalarda ne karar verecekleri, televizyon ekranlarında nasıl bir toplum mühendisliği icra edecekleri söylendi. Postal yalayıcıları, bu hukuk dışı oluşumun hukuk dışı emirlerini hakkıyla yerine getirdi!
Kamu görevlilerinin ve sivil vatandaşların fişlendiği, yargı mensuplarına Genelkurmay Karargahı’nda brifinglerin verildiği, yargının tesir altına alındığı, savunma hakkının ve adil yargılanma hakkının gasp edildiği 28 Şubat siyasi yargı kararları şaibelidir ve İPTAL EDİLMELİDİR! 56
DÖNEMİN “SÖZDE” BAĞIMSIZ YARGISI NASIL KARARLAR VERDİ?
ÜNİVERSİTELERDE NE OLDU? Öğretim üyelerinin akademik kariyerleri engellendi, üniversitelerinden kovuldular, haklarında adli ve idari soruşturmalar açıldı. Öğrenciler eğitim haklarından yoksun bırakıldılar, disiplin cezaları ile üniversitelerden ilişikleri kesildi. Yurt dışında denkliği olan üniversitelerden mezun olanların denklikleri geriye doğru iptal edilerek Türkiye’de diplomaları işlevsiz kılındı ve yüzlerce kişi birden lise mezunu sayıldı. Farklı görüş ve ideoloji sahipleri hürriyeti bağlayıcı cezalarla tecziye edildi
Batı Çalışma Grubu’nun direktifleri doğrultusunda, İslami kimliği bilinen kişiler düzmece operasyonlarla içeri alındı. Hiçbir biçimde silahlı eylemleri tasvip etmeyen isimler silahla devleti yıkmakla yargılandı. İnsanlar idam cezalarına, ağırlaştırılmış müebbet ve müebbet cezalarına çarptırıldı. Disiplin soruşturmaları ile görevlerinden atılan devlet memurları açtıkları itirazî davaları emir komuta zinciri içinde kaybettiler. Kimi aileler çapraz tayinlerle parçalanmaya çalışıldı. Milletvekili Merve Kavakçı vatandaşlıktan çıkarıldı.
NE İSTİYORUZ? 28 Şubat yargıçlarının hukuka aykırı bir oluşum içinde yer almaları, emir komuta zinciri içerisinde yargılamalarda bulunmaları nedeniyle o dönemde verdikleri bütün yargı kararları hukuksuzdur ve gayri meşrudur. Bu nedenle 28 Şubat siyasi yargı kararları iptal edilmeli ve bu kararların hukuki sonuçları yok sayılmalıdır.
KİMLER ZARAR GÖRDÜ? Dini hassasiyetleri bilinen askeri personel, dini hassasiyetleriyle tanınan hareket önderleri, bütün başörtülüler okullarda, memuriyet hayatlarında ve özel sektörde aşağılandılar, çiğnendiler, yok edilmeye çalışıldılar. Yerel yönetim yöneticileri, bürokratlar, sıradan memurlar, herhangi bir şekilde din ile irtibatı olan (gümüş yüzük takan, namaz kılan, eşi başörtülü olan, herhangi bir dini cemaatle teması olan herkes) bütün kesimler fişlendiler, taciz ve tahkir edildiler.
www.28subatyargikararlariiptaledilsin.com
57
28 Şubat “Siyasi” Yargı Kararları İptal Edilsin! MAZLUMDER / AHDE VEFA PLATFORMU / ALTAY SİYASİ ARAŞTIRMALAR DERNEĞİ / ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ / ANKARA İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ PLATFORMU / ANKARA GENÇLİK EĞİTİM MERKEZİ DERNEĞİ / ARAŞTIRMA KÜLTÜR VAKFI / ASDER / BAB-I ALİ EHLİBEYT VAKFI / BAŞKENT KADIN PLATFORMU / BİRLİK VAKFI / BÜYÜK DOĞU FİKİR OCAKLARI / DÜNYA EHLİ BEYT VAKFI / HER YERDE ADALET PLATFORMU / HAK-İŞ SENDİKASI / HÜR BEYAN HAREKETİ – İLKDER / İNFAK VAKFI / MEMUR SEN / MİLLİ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ / ÖZGÜR AÇILIM PLATFORMU / ÖZGÜR EĞİTİM SEN / SALİH MİRZABEYOĞLU İÇİN HUKUK PLATFORMU / ŞEHİR VE MEDENİYET DERNEĞİ / VAHDET VAKFI / TOÇ BİR SEN / YEDİ HİLAL
28 Şubat 1997 Tarihinde gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı sonrasında hukuk dışı yapılanmalar eliyle yargı kurumlarına ve sivil siyasete müdahale edilmiştir. Batı Çalışma Grubu adlı illegal oluşum tarafından kontrol ve koordine edilen yargı mensuplarının, 28 Şubat sürecinde verdiği bütün kararlar siyasi olduğundan, hukuka aykırı ve şaibelidir. Bu sebeple, binlerce insanın hayatını karartmış olan 28 Şubat sürecinin aydınlatılması ve 28 Şubat sürecindeki siyasi yargı kararlarının iptal edilerek yeniden muhakeme yolunun açılması gerekmektedir.
58
Emek ve Sendika Meselesi Alp Çıracı
“Sendika için sendika” demiyoruz, işçi, emekçi, hak, hukuk, adalet için bugün ve bu koşullarda sendika diyoruz. Sendikalar şu anki batılı ve batıcı hukukiidari ve iktisadi sistemimiz içinde, işverenleri karşısında ücretli çalışanların haklarını müştereken aramaları, haklarını yedirtmemeleri için kullanabilecekleri tek hukuki imkân. “Müşterek” kısmı önemli, çünkü hepimiz biliyoruz ki gerçekten iyi niyetli bir avuç işveren dışında, çalışanların işverenleri karşısında tek başlarına haklarını arayabilmeleri pek mümkün değil. Zira işveren ile ücretli arasındaki ilişki, “liberal fantezi”nin iddia ettiğinin aksine eşit filan değil. Tek başınıza hakkınızı ararsanız kapı dışarı konmanız ya da bin türlü baskıyla sindirilmeniz an meselesi. Bu anlamda ücretlilerin bu eşitsiz ilişkiyi biraz olsun denkleştirebilmesi, müşterek hareket edebilmelerinden geçiyor. 60
Ücretlilerin haklarını arayabilmeleri, müşterek Yukarıdaki ayet ve hadisleri Hayrettin hareket etmelerinden, bugünkü hukuki yapıda Karaman hocanın İslam’da İşçi-İşveren da müşterek hareketin tek imkânı sendikadan Münasebetleri isimli kitabından aldık, derli geçiyor. Sendikadan daha güzeli var diyen varsa toplu bir arada bulunmaları hasebiyle. 1 Biz bunları bilen, bunları dinlemiş, öğrenmiş bir bir adım öne çıksın. Sendika fetişisti değiliz ümmetin çocuklarıyız. Eğer biz, “haksızlığı”, elbette. “Sendika için sendika” demiyoruz, işçi, “ölçü ve tartıyı tam” yapmayı, emekçi, hak, hukuk, adalet için “eksik” vermemeyi, “eksikliğe” bugün ve bu koşullarda sendika Eğer “haksızlık”ın, uğratmamayı ve “ücreti” bugün diyoruz. Ya da “yok canım “ölçüyü ve tartıyı tanımlarken kendimize referans işverenler işçilerinin haklarını tam yapma”nın, olarak batının “serbest piyasa”sını, hiç yemezler, iş hayatında tam Smith’in “gizli el”ini kıble bir adalet var” diyen varsa da... “işlediklerinin bileceksek, vay halimize. Bu İslami Dinlemeye, ikna olmaya açığız. karşılığını eksikliğe referans noktalarını, doğru düzgün Ama bizim geldiğimiz yer, düşünmeden, alelacele, garip bir görebildiğimiz ufuk an itibariyle uğratılmadan” telaşla, serbest piyasa amentüsünün bu. vermenin, işçinin “şartlarına” havale edeceksek, “ücretinin” ne ediyorsak vay halimize. Eğer “Herkese işlediklerinin “haksızlık”ın, “ölçüyü ve tartıyı karşılığı ödenir, kendilerine olduğunu, nasıl tam yapma”nın, “işlediklerinin haksızlık yapılmaz.” olduğunu, ne kadar karşılığını eksikliğe uğratılmadan” (Ahkaf: 46/19) olduğunu batının vermenin, işçinin “ücretinin” ne olduğunu, nasıl olduğunu, ne “Ölçü ve tartıyı tam yapın, serbest piyasasından insanlara vereceğiniz şeyleri öğreneceksek sümme kadar olduğunu batının serbest piyasasından öğreneceksek sümme eksik vermeyin …” haşa İslam’a ne hacet. haşa İslam’a ne hacet. (Araf: 7/85) Hocalarımızın, alimlerimizin bu konuları batılı hegemonyaya eyvallah etmiş “ekonomist”lere havale etmemesini, bu konularda İslam’ın sözünün, günahın ölçüsünün, hak yememenin sınırlarına dair söz söylemesini arzuluyoruz. Bu alanlarda muazzam hak gasplarının, hak yemelerinin olduğundan endişe ediyoruz. Bunların günahının da, bu günahların gün yüzüne çıkarılmayışının, gerekli uyarıların yapılmayışının da vebalinin ağır olacağından endişe ediyoruz.
“Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını eksikliğe uğratılmadan veririz.” (Hud: 11/15) (47-8) “İşçiye, teri kurumadan ücretini veriniz.” (İbn Mace) (50) “Üç kimse kıyamet gününde, karşılarında beni (Allah’ı) bulacaklardır: 1- Benim namıma verip haksızlık eden, 2- Hür bir kimseyi satıp parasını yiyen, 3 - Bir işçi tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen.” (Buhari) (50)
61
Genç kuşak arasında yaygın bir teveccüh bulan epistemoloji tartışmalarının, inşallah bu gibi sosyal adalet meselelerine de temas etmesini temenni ediyoruz. Kur’an ve hadislerde geçen, yukarda kısaca andığımız kavramların, 19. yüzyıl kapitalist Avrupalı zihniyetinin anladığı kavramlarla muhtemelen (!) aynı anlamlara gelemeyeceği gibi somutlukları da irdelemesini diliyoruz.
Nefsimize yenik düşmeyip, hakkı ve adaleti bulmak, birbirimizden, halkadan, istişareden geçer. Bunun yolu da meseleyi iyi niyetlere emanet etmek değil, sözünü söylemenin, hakkını aramanın hukuki dayanaklarının sağlanmasıdır. Bu istişare keşke günümüz sendikaları gibi fazla bürokratik ve yozlaşmaya müsait yapılar yoluyla değil de daha doğrudan demokratik, yani işçilerin daha doğrudan yönlendirebilecekleri yapılarla yapılabilse. Ancak unutmayalım ki, işçilerin müşterek hak arayışları için günümüz “Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve sendikalarının aşırı bürokratik yapılarını tek namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de hukuki yol olarak gösteren, bundan kendi aralarında bir istişare başka bir yolu da zinhar kabul iledir. Kendilerine verdiğimiz Bir direnişte hak etmeyen ne yazık ki kapitalist rızıktan onlar Allah yolunda alma gibi bir sonuç zihniyete mahkum olmuş devlet harcarlar.” (Şura / 38) 2 ve işverenlerdir. Sendikaların kolaylıkla çıkmaz bürokratikleştirilmesinin arkasında Bir insanın hakkının ne olduğunu ortaya. bu iki gücün özenli müdahalesi adaletli bir şekilde tayin etmeye olduğu unutulmamalı. Basit uğraşırken, o kişinin sözünü bir misal vermekle yetinelim: Yeni yasada da dinlememek herhalde olmaz. Kişi elbette öncekinde olduğu gibi işyeri temsilcisinin nefsine yenik düşeceği için kendine yontabilir, işyerindeki işçilerin seçimiyle belirleneceği muhtemelen de yontacaktır, nitekim aynı şey sabitlenmemiş, işyeri temsilsinin atanacağı işverenler için de geçerlidir. Hakkın tayininde belirtilmiştir. Sendika kurumunun işçiye en yakın tüm tarafların sözünün işitilmesi gerekir. birinci basamağının bile işçilerce seçilmesini Hakkın ne olduğunu adilce bulabilmek için güvenceye almayan bir kanunun arkasındaki muhakkak hakkın sahibinin de sözünün masada zihniyetin, sendikaların mümkün olduğu kadar olması gerekir. İstişare, zannederiz bunun için bürokratikleşmesini ve dolayısıyla sıradan işçilere de önemlidir. İşyerinde adaletin ve hakkın ne yabancılaşmasını hedeflediği açıktır. olduğunun bulunması da muhakkak istişare ile olmalı, işçiler gerek bireysel olarak, gerek Buradan hareketle bu yazının yazılmasına vesile müştereken istişarede yer almalıdır. Sendika, olan yeni sendika yasasına, yani resmi adıyla başka şeylerin yanında bunun da aracıdır. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na Söyleyeceklerinden dolayı işten atılma, baskı gelelim. Yeni yasada noter şartının kaldırılması görme korkusu yaşayan çalışan, aklından geçeni kıymetli bir ileri adım. Ancak görünen o ki yeni söyleyemez, hakkını arayamaz. İşveren de “benim kanunun neredeyse tek ciddi sonuç yaratacak verdiğim haktır işte, bakın işçi de memnun, müspet yönü bundan ibaret. şikayet etmiyor” der geçer. Nefsine yenik düşer.
62
1 1981’de ilk baskısı yapılan kitapçık, Karaman’ın
Lafı çok edilen iş kolu barajının % 10’dan % 3’e düşürülmesi ise fiilen koşulların aşağı yukarı aynı seviyede kalması hatta yer yer daha bile zorlaştırılması anlamına geliyor. Çünkü bugüne kadar ilgili bakanlık (farklı gerekçelerle) sendikalı çalışan sayılarını yüksek gösterir ve bu sayılar baz alınarak, yeni yasanın geçmesiyle bundan sonra SGK’nın elindeki çok daha düşük olan gerçek sayılar baz alınacak.
2003 yılında İz Yayıncılıktan çıkan İslam’ın Işığında Günün Meseleleri isimli kitabının içinde yeniden yayınlanmış. Kitaba ve metne şuradan ulaşılabilir. http://www.hayrettinkaraman.net/ kitap/meseleler/0301.htm
2 Elmalılı Hamdi Yazır Meali. 3 Konuyla ilgili aşağıdaki linklerden bilgi edinilebilir. Uzun yıllar sendikalarda eğitim ve araştırma uzmanı olarak çalışan, çalışma ekonomisi öğretim üyesi Aziz Çelik’in yasaya ilişkin nitelikli yazıları: http://t24.com.tr/yazi/yeni-sendikalar-yasasine-getiriyor-ne-goturuyor/5858 http://t24.com.tr/yazi/turkiye-buyuk-isverenmeclisi-isci-atmayi-kolaylastirdi/5759 http://t24.com.tr/yazi/sendikal-yasalarda-12eylul-ruhu-korunuyor/5729
Yeni yasayla gelen değişikliklerin başka pek çok ayrıntısı var elbette, ama yazıyı ayrıntılara boğmak istemiyorum. Görebildiğim kadarıyla hülasa 12 Eylül’ün yasası diye yerden yere vurulan eski sendikalar yasası ile yenisi arasında ne yazık ki ciddi bir fark yok gibi görünüyor. Yeküne baktığımızda birkaç noktadaki iyileşmeler, başka pek çok noktadaki geri gidişler ve sabit kalışlarla dengeleniyor. 3 Ücretli çalışanların haklarını arayabilmeleri, dolayısıyla iş hayatındaki hak gasplarının önüne geçilmesi, adalete birkaç adım da olsa yaklaşılması açısından eski tas eski hamam.
Nazlı Ilıcak’ın, yasanın handikaplarını sıralamaktan geri durmadığı yazıları: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ ilicak/2012/10/25/sendika-yasasi-ve-iskolubaraji http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ ilicak/2012/10/25/olumlu-noktalar http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ ilicak/2012/10/25/tazminat-yok
4 Başının ağrımasına mahal vermemek
Bu yazıyı sonlandırırken, güncel bir sendikalaşma gayreti içinde olan bir abiyle sohbetimize bağlanalım istiyorum. Bir triko-tekstil fabrikasındaki sendikalaşma mücadelesinden bir işçi abiyle geçtiğimiz Ramazan ayında yaptığımız bir sohbete. 4 Kendisi sendikalaştığı için üç buçuk ay önce işten atılan ve mücadelelerini fabrika dışında üç ay boyunca sürdüren 38 işçiden biri. İş arkadaşlarının, özellikle dindar kimliği hasebiyle saygı duyduğu biri. Çok şükür ki mücadeleleri ve kararlılıkları sayesinde işveren, sendikayla yaptığı protokol uyarınca işten attığı bu işçileri Kasım ayı başında işe geri aldı. Uzun sohbetimizden bu kısa bölüm, sendikanın bugün çalışanlar için ne anlama geldiği, ne işe yaradığı ve ne kadar zor kazanılabilen bir hak olduğuna dair kıymetli, canlı ve güncel bir söz.
için fabrikanın da, abinin de isimlerini zikretmiyorum. Meselemiz açısından ikisinin de bir önemi yok.
63
Çalışma koşullarınız nasıldı? Bu işyerine başladığımda şartlar oldukça ağırdı. 12 saat çalışıyorduk, işler yoğundu, pazarları da çalışmamız isteniyordu, hatta bunu garanti altına almak için, bizlere fazla mesai yapacağımıza dair kağıt imzalatmışlardı. Zaten alttan alttan bütün arkadaşlarda bu rahatsızlık güçleniyordu. Bir uyarılarımızı yapıyorduk, ama bir ilerleme iyileşme olmadı. Sürekli bir erteleme oyalama.
Sen daha önce böyle bir şey yaşamış mıydın? Sendikayla ilgili, birlik
İlk hareket nasıl başladı? Fazla mesailere gelmemekle başladı, çünkü artık insanlar iyice sıkıştı yani. İki buçuk yıl önce. Çalışan arkadaşlardan sendikayla ilgili bilgisi, deneyimi olan bir arkadaş vardı. O, arkadaşlarla konuşmuş. Arkadaşlar ikna olmuş, doğru bulmuşlar. Kendimizi nasıl savunacağımız, işverene karşı nasıl güçlü olunacağımızı bilmediğimiz için, bugüne kadar öyle gelmişti. Bilgili kişi bilgilerini aktardıktan sonra hızlı bir şekilde birlik oluştu. Sendikayla tanıştık.
Peki, ilk başka hiç tereddüt ettin mi? Çünkü sendikaların çok olumlu bir intibası yok. Belki burada sendikacıların
olmayla ilgili ilk tecrübem. Adımların ne kadar bilinçli atıldığına bağlı bir süreç olduğu için kesinlikle bir uzman eli dokunması gerekiyor. Bu uzman da sendika, bizim en çabuk ulaşabildiğimiz. Belki başka kurumlar da vardır ama her an ulaşabileceğimiz, her an yanımızda olabilecek sendika gibi görünüyor şu anda.
hatası olabilir, geçmişle gelecek mutlaka kıyaslanır. Halk içerisinde, çalışanlar içerisinde sendikayla ilgili anlayış pek de olumlu değil. Biz olaya hak mücadelesi olarak bakıyoruz. Bizim hakkımızı kim savunuyorsa, siyasal görüşü ne olursa olsun, yeter ki samimi olsun, hak mücadelesi olsun. Bu olaydan haberim olduğu zaman ilk önce bu işin çok kuvvetli birlikten geçtiğini bildiğim için, şöyle düşündüm: Acaba arkadaşlarım bu birliği sağlam kurabilecekler mi? Çünkü bu zorlu bir süreç. Her ne kadar anayasal bir hak da olsa, birilerinin damarına basmak gibi bir durum söz konusu. Bu da sürecin zorlu olacağının bir kanıtı. Bir direnişte hak alma gibi bir sonuç kolaylıkla çıkmaz ortaya.
Sen nasıl ikna oldun, dahil oldun?
O bahsettiğim arkadaşla zaman zaman konuşuyorduk. Baktım ki arkadaşlar inanmış, güven veriyorlar, birlik inancı oluşmuş, bu haksızlığı başka türlü bertaraf edemeyeceğimiz de ortada.
64
Çevrenden nasıl tepkiler görüyorsun?
Siz bu birliği nasıl sağlayabildiniz acaba? Çünkü triko sektöründe bu tipte bir şey sanırım yakın zamanlarda hiç olmamış. Araştırmadım
Net bir karşı çıkış olmamasına rağmen, kazanım açısından çok fazla bir şansımız olmadığını düşünüyorlar. Yani anlatsanız da kendileri birebir yaşamadıkları sürece bu durumu kavramalarını beklemiyorum.
ama arkadaşlar öyle söylüyor. Temel harç galiba şu: Yaşamı sürdürebilmek için, yaşam kalitemizi yükseltebilmek için iyi bir ortama, iyi bir çalışma ortamına, iyi bir ücrete ihtiyaç duyduğumuz açık. Ama bunu nasıl başaracağımız sorun. Çünkü insanların günlük hayatını yaşabilmesi için, sosyal hayatını daha etkili hale getirebilmek için, eşine, çoluğuna, çocuğuna daha fazla zaman ayırabilmesi için, çocuklarının eğitimlerini daha kaliteli hale getirebilmek için, belli bir seviyeye, belli bir yaşam kalitesine ulaşması gerekiyor. Bu şartlarda bu mümkün değil. Hem çalışma saatleri açısından hem de aldığınız ücretler açısından, yaşam kalitemizi arttırmamız mümkün değil.
Dindarların bu tip mücadelelerden çekinmelerini sence nasıl değiştirebiliriz? Hareket olarak solcuların tekelinde gibi gözüküyor ama o hareketin içinde bulunan bir çok farklı görüşten insanlar var. Bugüne kadar yapılan bütün direnişlerde bu tip faaliyetlerde mutlaka herkes sol görüşlü değildi yani, burada da aynı şey var, çok farklı görüşlere sahip olan insanlar var. Temel çatı hak arama mücadelesidir. Haksızlığa uğradığına inanıyorsa insan, kendisini güçlü hissediyorsa, başarabileceğine inanıyorsa, destek alabileceği çevrelerle irtibatlıysa, bu insanların da destekleri sağlamsa, insanlar mücadele eder. Bugün olduğu gibi dün olduğu gibi. Herhalde bu bir anlayış meselesi bir görüş meselesi, insanların bu tür konulardaki bakışlarını değiştirmek hiç kolay değil.
65
Üzerine
Kentsel Dönüşüm Paneli
Yüksek binalar kente diklenmektir
Hür Beyan Hareketi, bir süredir gündemine aldığı kentsel dönüşüm konusunu sosyologların katıldığı bir panelle değerlendirme fırsatı buldu. 25 Kasım Cuma günü MazlumDer Genel Merkezi’nde gerçekleşen panelde Kırklareli Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Alev Erkilet ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mustafa Orçan konuşmacı olarak bulundu.
Alev Erkilet konuşmasında şu temel noktalara değindi; “Kent sadece teknik bir alan değil, kültürün gösterenidir. Aynı zamanda toplumsal tabakalaşmanın gösterenidir. Osmanlı’da kentte sınıfsal bir bölünme yokken, zengin-yoksul bir arada yaşıyor olabiliyorken günümüz kentinde bu ayrım gittikçe derinleşiyor. Cumhuriyet dönemiyle birlikte Türk ve laik bir kent inşa edilmek istendi. 1950’den sonra sermaye ve sanayinin oluşmasıyla ihtiyaç olunan iş gücü nedeniyle gecekondulaşma başladı. Kamu gecekondulaşmaya göz yumdu. Bugün sorun olarak görülen gecekondu ahalisi aslında kendi arzularıyla bu yapılaşmaya girişmedi. Onlara bir şekilde kamu bunu dayattı. 1970 ve 80’lerde banliyöleşme trendi ve üst-orta
sınıfların kent karşıtı söylemleri gelişti. Üst-orta sınıflar kentlerin dışına doğru yerleşmeye başladılar. Bu beraberinde kent merkezlerinde çöküntüye neden oldu. 1990’larda zorunlu göç denilen süreç ortaya çıktı. Kendilerine ucuz konut bulmak zorunda olan Kürt göçmenler, tarihi evlere yerleşmek zorunda kaldı. Hatta bir dairede birkaç aile birlikte yaşadı. Devredilebilir, nöbetleşe yoksulluk meydana geldi. Bu tarihi, merkezi mahallelerde yoksulluğa karşı direniş mekanizmaları oluşturuldu. Örneğin Sulukule’de çok güçlü bir dayanışma ağı var. Esasında kentin dönüşmediği, kentsel dönüşümün olmadığı bir dönem yok. Fakat son yıllardaki kentsel dönüşüm kamu zoruyla gerçekleşiyor. Zenginler kentin
dışından içine gelmek istiyor. Bu dönemki kentsel dönüşümün meşruiyeti için de ötekileştirme kriminalleştirme ve tahliye mekanizması devreye giriyor. Tarihi yarımadaya bir proje olarak bakılıyor ve yoksul unsurların buradan çıkarılması hedefleniyor. Fakat bunu sadece hükümetin yönelimi olarak görmemek lazım. Hepimiz aklımızda yoksul unsura karşı bir tepki barındırıyor, onları suçlu olarak görüyoruz. Bir zamanlar Bahçeli’de başörtülülere nasıl yaklaşılıyorsa şimdi yoksullara aynı tavır gösteriliyor. Yoksullara kentin dışında yeni evler verdiğinde sorunlarını çözdüm diyemezsin. Onları merkezden uzaklaştırarak ve sitelere hapsederek yoksulluğa karşı direniş mekanizmalarını yok ediyorsun.
Nöbetleşe yoksulluk, kalıcı yoksulluk haline getirilmektedir. Örneğin Sulukule’de nakit olmadan yaşayabilirsin ama bunu Taşoluk’ta yapamazsın. Eğer böyle devam eder her yeri kapalı sitelere dönüştürecek ve kendimizi de kapatacaksak İslam tebliğini kimlere yapacağız.”
Artık plansız kentleşmeden planlı kentleşmenin sorunlu yönlerine geçmeye başladık. İmkânsız mekânlardan imkânlı mekânlara geçiş var ama sosyolojik boyut göz ardı ediliyor. Kent demek, sadece taş, toprak, bina demek değildir. Bunun ötesinde kültürdür. Mimari bir proje hazırlanırken içerisine sosyologları da dâhil etmek gerekiyor. Ardından sözü TOKİ herhangi alan Mustafa Orçan Onları bir yere apartman konuşmasına merkezden dikerken kentin bu meseleyle kültürünü ihmal kalabalık bir uzaklaştırarak edebiliyor. TOKİ gençlik grubunun ve sitelere ülkemiz açısından ilgilenmesinden hapsederek bir ilktir. İlk defa duyduğu devlet orta ve alt memnuniyeti yoksulluğa sınıfları düşünerek belirterek Hür karşı direniş konut yapmaktadır. Beyan Hareketi’ne mekanizmalarını Yoksullar kira ve Mazlum-Der’e öder gibi ev sahibi teşekkür etti. yok ediyorsun. olmaktadır. Fakat Konuşmasında ise şu Nöbetleşe sadece barınak başlıklara değindi; yoksulluk olarak görülmemeli. “Kentsel dönüşüm bizim için Avrupa’ya kalıcı yoksulluk İnsanların geldiği yerler neydi ki, ne kıyasla çok eskilere haline istiyorlar diyemeyiz. götürülebilecek bir Hiç olmadık yerlere mesele değil. Çünkü getirilmektedir. uzun binalar kentsel dönüşümler dikiyorlar. Örneğin sanayinin gelişimiyle Bursa’da Ulu Cami’nin kıyısında birlikte açığa çıktı. Bu yönüyle de çubuk gibi binalar dikilmiş. Bunu bu konu sosyal bilimlerin en önemli CHP’li bir belediye yapsaydı alanlarından biridir. muhafazakârların tepkisi sert olurdu. Oysa şimdi muhafazakâr Türkiye’de gecekondulaşma belediyeler bunu yapıyor. 1945-50’lerle birlikte ortaya çıktı. Kent bir problem olarak karşımıza Yüksek binalar kente diklenmektir. 2000’lerle birlikte çıktı. Şu anda Toprağa yatay eksenli bir hükümet rastgelelikten kurtularak yapılaşmanın olması gerekir. bir plan yapmaya çalışıyor.
68
Avrupa şehirlerine gidildiğinde bunu görebiliriz. Nasıl ki bugün kentsel dönüşüme önem veriyorsak, 50 yıl sonra yine yıkacağımız binalar yapmamalıyız. Kentsel yenilenmeye önem vermeliyiz. Bugün Ulus’ta yapılan şey kentsel yenilenmedir. Bölgenin dokusuna zarar verilmeden, 50 yıl evvelki binalara dokunulmadan kent yenilenmektedir. Türkiye’de dünyanın en büyük kentsel dönüşüm projesi gerçekleştirilmektedir. Şu ana kadar sosyologlar, kültür bilimciler bu projelere dâhil edilmeden işler yürütülmüş ve halkın talepleri pek dikkate alınmamış. Biz bunu ilk defa Mersin’de değiştirdik. Prof. Dr. Yasin Aktay ve Emir Osmanoğlu’yla birlikte yaptığımız araştırmada Mersin’de kentsel dönüşüm başlamadan kent sakinlerinin beklentilerini öğrenmiş olduk. Umarım bundan sonra da bu şekilde yürür.” Panelin devamında soru ve yorumlar alındı.
Banksy
Şihab Ali Şeriati Sempozyumu Yazdığı eserlerle geçmişten günümüze İslam düşüncesinde adeta bir inkılâp gerçekleştirmiş olan Dr. Ali Şeriati, Fecr yayınevinin eserlerinin tamamını külliyat haline getirmesinden 2 gün sonra, yine Fecr yayınevinin organizatörlüğündeki sempozyumda konuşuldu. 17–18 Kasım 2012 tarihlerinde Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleşen sempozyuma birçok yazar ve düşünür katıldı. Eşi Puran Hanım ve oğlu İhsan Bey’in de teşrifleriyle ayrı bir anlam kazanan sempozyumda Şeriati çok farklı açılardan ele alındı.
için kullanılmamalıdır. Şeriati eserlerinde hep Tevhid ve Vahdeti savundu. Ancak onun en belirgin sloganı, “İhlâs, ihlâs, samimiyet!” idi.” Son olarak Şeriati ailesi adına bütün bu çalışmaları yapan, sempozyuma katılan, emeği geçen herkese teşekkürlerini sunarak konuşmasını tamamladı. Daha sonra mikrofonu alan İhsan Şeriati, dünyada İslamî hareketliliklerin başladığı şu zamanda böyle bir sempozyumun sadece Türkiye ve İran’a değil bütün dünyaya bir mesaj niteliğinde olduğunu belirtti. Sempozyum Ali Bulaç’ın “İslam Geleneğinde Ali Şeriati” adlı konferansıyla devam etti. Bu konferansta birçok ayrıntıya yer veren Ali Bulaç, Türk aydını ve Şeriati bağlamına çokça değindi. Türk aydınına göre devletin “ebed-müddet” ve bu kaidenin tartışılamaz olduğunu belirtirken, Ali Şeriati’nin ise tarihle övünmediğini bilakis tarihteki ezilmişleri esas aldığını, Şia dahi olsa ezilmişlerin karşısında olan herkesi eleştirdiğini vurguladı. Türkiye’de ise Osmanlı Sünniliğini eleştirebilecek çok az insanın olduğunu ısrarla beyan etti. Ayrıca Ali Bulaç, Şeriati’nin tarihi şahsiyetleri (Fatıma, Hüseyin, Ali, Ebu Zerr) referans alarak onları yeniden resmettiğini ve çağımıza ideal bir kimlik olarak sunduğunu açıkladı. Günümüzde çokça tartışılan bir mesele olan “İslam ve Modernizm” konusunda Şeriati’nin yaklaşımına dikkat çekti: “Şeriati, moderniteyi batılıların tekelinden, İslam’ı da modernite karşıtlığından kurtarmak istiyordu.” Ali Bulaç, konferansta Cemil Meriç ile
yaşadığı bir olayı şu sözlerle aktardı: “Cemil Meriç’e çokça kitap okurdum. Ona Ali Şeriati’den de bahsettim ve okudum. İlk başta ilgilenmedi. Sonra dikkatini çekti ve bir zaman sonra: ‘Bir Ali Şeriati olmak isterdim’ dedi.” Saat 13.30–15.30 arasında gerçekleşen birinci oturumda Prof. Dr. Derya Örs’ün programa iştirak edememesi sebebiyle bu oturumun moderatörlüğünü İlhami Güler üstlendi. Şeriati okuduktan sonra “din”in insana, dünyaya ait olduğunu mistik inançların ötesinde anladığını söyleyen İlhami Güler, oturumu Necdet Subaşı’ya söz vererek başlatmış bulundu.
Bizi rahatsı
Programda ilk konuşmayı Hicabi Kırlangıç’ın tercümanlığında Dr. Puran Şeriati yaptı. Ali Şeriati için böyle bir programın tertiplenmesi ve bu programa birçok yazar ve düşünürün katılmasından büyük memnuniyet duyduğunu belirten Puran Hanım, memnuniyetini şu sözlerle ifade etti: “Özellikle bu toplantı, farklı açılardan bakan fikir adamlarının Şeriati’yi ele alıyor olması açısından bizim için çok önemlidir.” Şeriati’nin eserleri ve düşünceleri hakkında da fikirlerini beyan eden Puran Hanım, Şeriati ve eserlerinin daha iyi anlaşılması için tarafsız olunmasını ve düşüncelerinin hiçbir şeye malzeme edilmemesi gerektiğini vurguladı: “Bizim istediğimiz Şeriati’nin anlattıklarının tarafsız bir şekilde anlatılması. Anlatmak istediklerinin doğru anlaşılmasını istiyoruz. Şeriati’nin kitapları başka düşüncelerin savunulması
70
Necdet Subaşı, tebliğinde Ali Şeriati’nin niyet, eylem ve tavrının entelektüel dilini sundu. Birçok konuda ayrıntıya yer veren Subaşı, konuşmasında özellikle “entelektüel-aydın” kavramları ve bunların ayrımı üzerinde durdu: “Şeriati’ye göre entelektüel; fildişi kulesinden inmeyen, konformist, hayattan kopuk, davası için bedel ödemekten korkan insanlardır. Aydın ise; üst bir kimliktir. Bir şeylerin, hakkın savunucusudur. Bir ideolojinin adamıdır. Şeriati bu tanımlamalarına kendisi de birebir uyar, bunların hakkını verir.” Bu tebliğin müzakeresini sunan Hilal Kaplan, daha çok Türkiye ve Ortadoğu insanlarının kişilere ve fikirlere bakış açılarından söz etti. Ortadoğu toplumunun genelde kişilere yaklaşımlarının duygudan münezzeh olmadığını ve kişileri ya mitleştirme ya da zelil etme yoluna götürdüklerini ifade etti. Türkiye’de birçok şahsiyete ve
Ali Şeriati’ye de bu muamelenin yapıldığını açıklayan Kaplan, kişileri konuşurken duygulardan sıyrılmamız gerektiği üzerinde durdu. Müzakeresinin devamında Türkiye’de “âlim”in durumundan şu sözlerle bahsetti: “Türkiye’de son dönemlerde âlimler adeta devletin memurları durumuna gelmiştir. Bu da toplumsal bir erozyonu getirmiştir.” Oturum başkanı İlhami Güler de bu doğrultuda şu sözleri sarf etti: “âlim hem toplumsal sorumluluk taşır hem de Kur’an ve Sünnet’i baz alarak üretime geçirme –toplumsal ihtiyaçlara göre- özelliği vardır. Ancak âlimlerin dönüşümü, memur haline gelmesi Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki medreselerde başlamıştır. Yani şeriatın bekasını değil, devletin bekasını düşünen âlimler… Dolayısıyla düşünce üretme ve toplumsal konuları ele alma özellikleri geri plana atılmış oldu.”
cahiliyenin eklenmesiyle millî dindarlığın oluştuğunu ifade etti. Aynı zamanda Şeriati’nin fikirlerindeki “Tevhid” kavramının keşf ve inziva hali olmadığını, aksine hayatın her alanında Rabb’i birlemek olduğunu belirtti. Birinci oturumun son konuşmasını yapan Dr. Mustafa Yılmaz ise salona esprili üslubuyla renk kattı. Kısa ve öz olan konuşmasında Şeriati’nin ne Sünnîlere ne de Şiilere yarandığını bunun için de doğru bir yerde duruyor olduğunu aynı zamanda Şeriati’yi Gazalî, Dehlevî ve Teymiyye’lerin devamı niteliğinde gördüğünü vurguladı.
savunduğunu açıkladı ve şu çarpıcı ifadelere yer verdi: “Eğer Şeriati’den bir örnek alacaksak Şeriatinin yaptığı sentezleri bir ölçü değil, bir örnek olarak alıp okumak zorundayız. Buna karşı çıkıp “bunlar seküler, bunlar tarihsel” diyenlerin sunduğu alternatif, kaç yüzyıl önce oluşturulmuş olan usulün aynen devam ettirilmesidir. Yani bu oluşturulan usulü, bize neredeyse dinin kendisi olarak sunmaya çalışıyorlar. Adam kendisi yorum yapıyor. Fakat kendi yorumunun da bir yorum olduğunu unutarak tanrının mutlak sözleriymiş gibi kabul ettirmeye çalışıyor. Hâlbuki bütün bunlar yorumdur. Bu insanlar erken dönemdeki âlimlerin yapmış olduğu çalışmaları aynen bizim de yapmamız gerektiğini unutuyorlar. Bu halk Hâlâ yarı mitolojik düşünceyle yaşıyor. İslam bu mudur?” Oturumun son tebliğcisi olan Ümit Aktaş, kendimizi kanıtlama problemimizin olduğunu, kanıtımızı sürekli maddesel yaptığımızı, bunu anlamak içinse etrafımızdaki gökdelenlere bakmamızın yeterli olacağını belirtti. Düşünmek ve toplumumuzun düşünmeye karşı var olan korkusundan kurtulması gerektiğini şu sloganla dile getirdi: “Düşünmeye cesaret et!”
sız ettiler… Şeriati’nin eserlerindeki tercüme bozukluklarını Şeriati’nin yazardan ziyade hatip olmasına ve bol tekrarlı kompleks cümleler kurmasına bağlayan Hicabi Kırlangıç daha çok Şeriati’nin edebi üslubu üzerinde durdu ve onun üslubunu şöyle ifade etti: “Acele konuştu, acele yazdı, acele yaşadı.” Yıldız Ramazanoğlu da müzakeresinde Şeriati için şu veciz ifadeyi kullandı: “Gündüz yaşadı ve gece yazdı…” Oturumun bir diğer tebliğcisi olan Hamza Türkmen heyecanlı konuşmasıyla salona hareketlilik kattı. Türkiye’de geleneksel cahiliyenin üzerine modern
İkinci oturumda çok dikkat çekici konulara değinen Mustafa Tekin, müzakeresinde şu sözleri beyan etti: “Müslüman, bir düşünce üretecekse mutlaka İslam’la bağlantılı olmalıdır. Şeriati, ne olursa olsun her şeyi batılı bir temelde tanımlamak yerine; yerli, ayağı yere basan ve temel ihtiyaçları karşılayan kavramsal bir çerçeve çıkarmaya çalışmıştır.” Mustafa Tekin, Şeriati’nin İslam düşüncesinde neden sağlam bir şekilde değerlendirilemediğinin cevabını şu şekilde verdi: “Çünkü Türkiye’de bir işe el attığınız zaman hemen şucu bucu olursunuz. Şeriati, hiç yol olmayan bir yerde patika yol açmaya çalışan bir adamdır ve sosyal bilimlerle aşkın olanın bağını hiç koparmamıştır.” Oturumun devamında İlhami Güler hararetli konuşmasında ayaklarını yerden kesmeden, Allah ile de ilişkiyi bozmadan, hayatın içine girerek, tarihe girerek oluşturulmuş bir İslam düşüncesini 71
Şeriati’nin fikirlerinde “özgürlük” kelimesinin çok ayrı bir yeri vardır. Dördüncü oturumda tebliğinde buna değinen Doç. Dr. Kadir Canatan, bu konuyla ilgili şu sözleri sarf etti: “Şeriati özgürlüğü insanın belirlenmişliğine karşı bir başkaldırı, bir aykırı duruş olarak niteliyor. Ve insanın evrende en
Hac harekettir. Hac kişinin kendisinden Allah’a doğru topluca bir harekettir. Hatta hac tevhîdî dünya görüşüdür. İslam hacda toplanmıştır. İhram ona göre bütün renklerden sıyrılmaktır. önemli özelliği olarak da bunu görüyor. Ona göre özgürlük insanın kendisinden haberdar olması, bunun bir üst aşaması da insanın kendisini tanımasıdır.” Ayrıca Şeriati’nin “sorumluluk-irade” düşüncesine de değinen Canatan, onun “irade” ve “sorumluluğu” eş anlamlı gördüğünü vurguladı. İradesi olan sorumludur, sorumluluğa sahip olan iradesini kullanmalıdır. Canatan, Şeriati’nin “beşer-insan” ayrımına da şu sözlerle dikkat çekti: “Biz normalde hepimiz beşeriz, beşer olmaklık daha çok fizikseldir. Fakat hepimiz insan mıyız? Şeriati bu soruya “hayır” cevabını veriyor. Hepimiz beşeriz ancak insan olmaklık “özgürlüğü” kazanmakla olabilecek bir şeydir.” Tebliğinde Şeriati’nin “kadın” anlayışını inceleyen Cihan Aktaş ise: “Şeriati, kadını üç bölümde açıklar: Modern kadın, adil kadın, bireysel kadın. Şeriati, modern kadını olumlamaz ve geleneksel kadınla aynı bağlamda ağır eleştiri yöneltir. Onun ideal kadın portresi Fatıma, Hatice, Hacer, Zeynep’tir. Birçok şeyi bu karakterlerde sembolize eder.” ifadelerine yer verdi. Bu tebliğin müzakeresinde Alev Erkilet, Şeriati’nin “kadın” anlayışını çok farklı bir yönden açıklıyor: “Şeriati kadın meselesini “Tevhid dini” perspektifinden ele alıyor. Aslında kadınla ilgili tüm
sınırlamaları, tüm ikincilleştirme eğilimlerini, onu görmezden gelme eğilimlerini şirk dininin bir parçası olarak çok müsamahasız değerlendiriyor. Şeriati’ye göre kadın meselesini çözmek için modernizmle hesaplaşmak yetmez, gelenekle de hesaplaşmak gerekir. Bunu yaparken de tamamen Kur’an ve Sünnet temelli bir çalışma yapmak gerekir.” Sempozyumun “Ali Şeriati’de Hac İbadetinin Yorumu” konulu son tebliğini Doç. Dr. Gürbüz Deniz yaptı: “Şeriati’ye göre; hac hürmet ayıdır, kılıçların çölde kuma gömülmesidir, savaş atlarının kişnemesi ve savaşçıların naralarının sessizliğe gömülmesidir. Hacca dönüşü olmayacakmış gibi gitmeliyiz, yani hacca gitmeden ölmeliyiz ki hacda Allah’ı düşünmekten başka hiçbir zihin bulanıklığı, gönül eğriliği kalmamış olsun. Hac harekettir. Hac kişinin kendisinden Allah’a doğru topluca bir harekettir. Hatta hac tevhîdî dünya görüşüdür. İslam hacda toplanmıştır. İhram ona göre bütün renklerden sıyrılmaktır. Böylece “ölmeden önce ölme” nebevî haberinin de gerçekleşmiş olmasıdır. İhram namazı ona göre kişinin elbisesiyle kendisini Allah’a sunmasıdır. Şeriati bunu şu sözlerle ifade eder: “Rabbim! Ben artık Nemrut’un kulu, tağutun kölesi olmayacağım. İbrahim suretinde olacağım.” Devam eden 72
Gürbüz Deniz, insanların hacda ibadet ruhunun dışına çıkıp tavaf sırasında izdiham oluşturmasını şu şekilde ifade etti: “Cahilin takvasının zulme dönüşmesi bugün kabedeki tavafın adıdır.” Son olarak Şeriati’ye göre Makam-ı İbrahim’in; İbrahim(a.s)’in put kırıcılığının, İsmail(a.s)’i kurban edişinin sembolü olduğunu belirten Gürbüz, Şeriati’nin mü’minlerden İsmailleri her ne ise onu kurban etmelerini istediğini söyledi. Son olarak Şeriati’nin oğlu İhsan Bey ve eşi Puran Hanım birer konuşma yaptılar. İhsan Şeriati babasının bütün Peygamberlerin de davası olan ruhbanlıkla mücadeleye çok büyük önem verdiğini vurguladı ve ekledi: “Babam, güçle yani para, zorbalık ve istibdatla mücadelede bunların karşısına irfan, eşitlik ve özgürlük kavramlarını çıkarıyordu.” İhsan Şeriati, konuşmasının sonunda programı düzenleyen ve programa katılan herkese ve bütün Şeriati okurlarına teşekkürlerini sunup konuşmasını tamamladı. Ardından mikrofonu alan Puran Şeriati de şu sözleri sarf etti: “Ali, bütün hayatını insanlara kılavuz olacak eserleri yazabilmek için feda etti.” Daha sonra Fecr yayınevine ve emeği geçen herkese teşekkür etti. Son olarak Fecr yayınevi editörü Hüseyin Nazlıaydın, Puran Hanım’a bir hediye takdim etti. Bunun üzerine Puran Hanım, Hüseyin Nazlıaydın’ın verdiği en güzel hediyenin Şeriati’nin eserlerinin tercümeleri olduğunu belirtti.
Tasar覺m: Murat Kurtuldu
Frag man
Hayat Vakfı www.hayatvakfi.org.tr
Vakfın, genel; eğitim, sağlık, bilimsel araştırma ve geliştirme, kültür ve sosyal yardım amaçları yanında özel amaçları; Halkın sağlığının korunabilmesi için yasaların müsadesi dahilinde her türlü kültürel, sosyal ve iktisadi imkanı sağlayıcı tesisler kurup hekimler ve sağlık mensupları arasında yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlamak. Sağlıkla ilgili okullarda okuyan öğrencilere yardım yaparak Türkiye’nin kalkınmasına ve sosyal refahın artmasına yardımda bulunmak amacıyla; a. Vakfın halen mevcut ve daha sonra elde edeceği mal varlığı ile hastane, poliklinik, dispanser, laboratuar, çocuk bakım evleri, huzur evleri, ilaç imalathaneleri kurmak, bu amaçla her türlü tıbbi malzeme, alet ve ilacı üretmek, b. Fakir ve muhtaç hastaların muayene, teşhis ve tedavilerini ücretsiz yapmak veya yaptırmak, c. Kırsal alanlarda, şehirlerde, okullarda, iş yerlerinde halkın genel sağlık bilgisini arttırmak ve güncel sağlık sorunları hakkında halkı aydınlatmak için seminerler vermek, toplantılar düzenlemek, bu alanlarda sağlık taramaları yapmak, ç. Hekimler ve sağlık mensupları arasında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak için seminerler ve bilimsel toplantılar düzenlemek, eğitim amacı ile yurtiçi ve yurtdışı seminer ve toplantılara katılacak olanlara maddi imkan sağlamak, d. Sağlık elemanları arasında yeterli düzeyde yabancı dil öğrenimini sağlamak için kurslar düzenlemek, yurt dışında yabancı dil öğrenmek için gidecek olanlara maddi destek sağlamak, e. Kitap, dergi, broşür gibi her türlü süreli ve süresiz yayınlar hazırlamak, basımını ve dağıtımını sağlamak,
f. Sağlıkla ilgili okullarda okuyan öğrencilerin yurt, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak, bunun için öğrenci yurtları açmak, öğrencilerin mesleki ve kültürel bakımdan gelişmelerini sağlamak için kurslar düzenlemek, gerektiğinde kütüphaneler ve dershaneler açmak ve vakfın gayesine uygun hizmet veren diğer müesseselere yardım etmek, g. Vakfın mevcutlarını nemalandırmak gayesiyle, zirai, sanayi, ticari, madencilik vb. Sahalarda işletmeler kurmak, işletmelere ortak olmak ve bunları çalıştırmak, ğ. İlgili mevzuat dahilinde her derecede eğitim-öğretim kurumları, (kreş, ana okulu, ilköğretim, orta öğretim, yüksek öğretim, yüksek okul, fakülte, üniversite, enstitü, dershane, öğrenci etüt-eğitim merkezleri, bilimsel araştırma ve geliştirme merkezleri, vb.) yurtlar, laboratuarlar, bilgi bankaları, kurslar, araştırma ve dokümantasyon merkezleri, sağlık, spor, kültürel ve sosyal tesisler ve kamplar kurar, işletir, h. Öncelikle sağlıkla ilgili alanlarda öğrenim gören, bilimsel araştırma ve çalışmalarda bulunan öğrenci ve araştırmacılara burs, eğitim ve araştırma yardımları, teşvik primleri ve ödülleri verir, bunların yiyecek, giyecek, barınma ve ders araç ve gereçlerini temin eder, ı. Ilgili mevzuat dahilinde ulusal ve uluslararası bilimsel araştırmalar, proje yarışmaları, organizasyonlar düzenler, bu amaçla Vakıf amaçları doğrultusunda faaliyetlerde bulunan ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla ilmi, teknik ve kültürel sahalarda her türlü maddi ve manevi işbirliğinde bulunur.
Bab-ı Alem www.babialem.org
72 MİLLET AYNI ÇATI ALTINDA
Faaliyetlerimiz
Evrensel kardeşlik değerlerini referans alarak “Biz Bir Milletiz” sloganıyla yola çıkan Bâb-ı Âlem; farklı coğrafyalardan üniversite eğitimi almak için ülkemizi tercih eden misafir öğrencilere yönelik, gönüllü çalışmalar yapmak üzere kurulmuş uluslararası bir öğrenci derneğidir. Misafir öğrencilerimizin Bâb-ı Âlem çatısı altında evrensel kardeşlik bilincine sahip, temel dinî bilgiler açısından donanımlı, modern dünyayı ve dünya sistemini tanıyan, organizasyon kabiliyeti yüksek, ülkesinin durumunun ve ihtiyaçlarının farkında, İslam kültür ve tarihinin ana hatlarına vâkıf, farklılıklara karşı müsamahalı birer “gönüllü medeniyet elçisi” olarak ülkelerine dönmeleri temel gayemizdir. Ülkemizde 150 ülkeden 26.200 bin misafir öğrenci bulunmaktadır. Bâb-ı Âlem, çatısı altındaki Mozambik’ten Moğolistan’a, Endonezya’dan Moritanya’ya kadar 94 ülkeden 2313 öğrenci ile büyük bir aile oluşturmuş durumdadır. Hedefimiz, ülkemizde okuyan bütün misafir öğrencilere ulaşmak ve onları da bu aileye dâhil etmektir. Bugüne kadar Bâb-ı Âlem, 55 ülkeden 799 öğrenciyi misafir ederek mezun edip memleketlerine göndermiştir. Bâb-ı Âlem, bünyesindeki öğrencilere eğitim ve rehberlik hizmeti vermenin yanında, öğrencilerine maddi ve manevi destek sağlamayı, öğrencilerin karşılaştığı her türlü sıkıntıda onlarla beraber olmayı bir misyon edinmiştir. Derneğimiz 2004 yılından bu yana Fatih’teki merkezinde çalışmalarını yürütmektedir.
76
1) Eğitim Faaliyetleri olarak; Divan Seminerleri, Türkçe Öğretim Etkinlikleri, Üniversite Hazırlık Seminerleri, Arapça, İngilizce, Web Tasarım, Tiyatro, Proje çalışma grupları, Kitap tahlil grupları, Fotoğrafçılık gibi seminerlerin yanında Temel Dini Bilgiler ve Kur’an-ı Kerim eğitimleri düzenlemekteyiz. Ayrıca öğrencilerimizin yazılarıyla renklenen Sefine isimli bir düşünce&kültür dergisiyle birlikte, dünyanın dört bir yanında konuşulan dillerde yazılmış şiirlerin örneklerinin sunulduğu El-Sine isimli bir şiir dergisi de yayınlanmaktadır. 2) Sosyal Faaliyetlerimiz ise Uluslararası Öğrenci Buluşması, piknikler, ülke tanıtım ve yemek günleri, sportif turnuvalar, sinema günleri, bayramlaşma programları, yurt içi geziler, İstanbul içi kültür gezileri, fikir önderleri ziyaretleri, öğrenci evleri ziyaretleri gibi aktivitelerden oluşmaktadır. 3) Rehberlik Hizmetleri başlığı altında öğrencilerimize üniversite başvurusu, bölüm tercihi, okul kaydı, ders seçimi, staj ve kurs yönlendirmesi gibi konularda rehberlik yapılmaktadır. Bunun yanında barınma ihtiyaçlarının karşılanması, ulaşım, iletişim ve sağlık sorunlarının çözülmesi gibi birçok hususta danışmanlık ve rehberlik hizmeti verilmektedir. Yıl boyunca düzenli olarak öğrencilerimize burs imkânı sağlanmaktadır. 4) Birimler oluşturularak komisyon toplantıları gerçekleştirilmektedir. Derneğimiz bünyesinde eğitim, sosyal çalışmalar, tanıtım, mezunlar, dergi çalışmaları gibi komisyonlar oluşturulmuş bu komisyonlara misafir öğrenciler dâhil edilmiştir. Komisyonlarımız haftalık toplantılar gerçekleştirmektedirler.
5) Gönüllü Ülke Temsilcileri Toplantıları düzenlenmektedir. Derneğimiz bünyesinde Ülke ve Özerk bölgelerden 78 misafir öğrenci temsilcisi bulunmaktadır. Her ay düzenli olarak öğrencilerimizin belirlediği değişik gündemlerle toplantılar gerçekleştirilmektedir. 6) Mesleki Kulüpler aracılığıyla aynı meslek dalında eğitim gören öğrenciler bir araya getirilmekte, eğitim alanları ile ilgili mesleki eğitim seminerleri yapılmaktadır. Mesleğinde uzman kişiler öğrencilerimizle bir araya getirilerek tecrübe paylaşımı yapılmaktadır. İlahiyat, sağlık, iletişim ve iktisatçılar kulüpleri bünyemizde kurulan kulüplerden bazılarıdır. 7) Ülke Birlikleri Türkiye’de öğrenim gören misafir öğrencilerin kendi ülkelerinden gelen öğlencilerle birlikte dayanışma ve kaynaşmayı hedefleyerek kurulmuş yapılardır. Kuruluşuna katkıda bulunduğumuz 25 ülke birliğimiz bulunmaktadır. Bu birlikler aracılığı ile eğitimini sürdüren öğrencilerin kardeşlik hukuku geliştirmelerini sağlamak, ülkeleri ile Türkiye arasında olan ilişkilere katkıda bulunmak, Türkiye de eğitim gören öğrencilerin eğitimleri esnasında karşılaşabilecekleri problemlere çözümler üretmek hedeflenmektedir. 8) Üniversite Kardeşlik Birimi ile dernek merkezli çalışmalarımız yanında, misafir öğrencilerimizle üniversite ortamında bir araya gelinmektedir. Ayrıca eğitim hayatlarını dar bir sosyal çevrede tamamlayan misafir öğrenciler için sosyal aktiviteler düzenleyerek, onlara eğitim hayatı boyunca yaşayacakları şehri ve ortamları tanıtarak, eğitime adaptasyonlarına katkıda bulunmak istenmektedir. 9) Yurt ve Barınma konusunda misafir öğrencilerimize yardımda bulunmaktayız. İstanbul’da ve Anadolu’da bulunan diğer şehirlerde özel yurtlarla iletişim geliştirerek, yurt talebi olan öğrencilerimize referans olmak suretiyle özel yurtlara kabul edilmelerini sağlamaktayız. 10) Kardeşlik Grubu Toplantıları yapılmaktadır. Her ülkeden bir temsilcinin katıldığı kardeşlik gruplarında ülkelerdeki sivil hareketler konu edilmekte, sosyal ve kültürel yaşam incelenmektedir. 11) Umre Organizasyonu ile derneğimiz her yıl başarılı öğrencilerden bir grubu ödüllendirmektedir. İki haftalık süreçlerle 10-12 kişilik gruplar halinde ziyaretler gerçekleştirilmektedir. 12) Yaz Eğitim Kampları çerçevesine kendi ülkelerinde eğitim gören ve yaz tatilini İstanbul’da geçirmek
isteyen öğrenci grupları için düzenlenmektedir. Bu bağlamda Arnavutluk, Irak, Sudan, Bosna Hersek ülkelerinde bulunan üniversitelerden öğrencilere yaz kampları düzenlenmiştir. 13) Mezunlar Birimi; Türkiye’de eğitimini bitirmiş veya bitirme aşamasına gelmiş, yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerimizin kardeşlik şuurunu güçlendirmeyi, hem kendi aralarındaki hem de Türkiye ile olan iletişimlerini en üst düzeye çıkarmayı hedeflemektedir. 55 ülkeden 779 mezun öğrencimiz bulunmaktadır. Ülkelerine dönen mezun öğrencilerimizle irtibatı sürekli tutmak için düzenli olarak telefon görüşmeleri yapılmaktadır. Bölgelere ve ülkelere Türkiye’den giden ekiplerle oradaki mezun öğrencilerimiz arasında görüşmeler tertip edilmekte böylece irtibatımız sürekli canlı tutulmaktadır. Mezun olacak durumda olan öğrencilerimize yönelik mezuniyet programları düzenlenmekte ve misafir öğrenci yıllığı oluşturulmaktadır. 14) Üniversitelerle Ortak Projeler. 2011-2012 eğitim ve öğretim yılı içerisinde, Gazikent üniversitesi ile yapılan ortak proje çerçevesinde 16 ülkeden 16 öğrenci lisans eğitimi için Türkiye’ye getirilmiştir.
Kardeş Kuruluşlarımız 2011-2012 eğitim ve öğretim yılı içerisinde Türkiye’de eğitim gören öğrenci sayısı 26.200’dir. Bu sayının 7500’ü İstanbul’da eğitim görmektedir. Diğer öğrenciler ise Türkiye’nin değişik illerine dağılmıştır. İstanbul da misafir öğrenci çalışması yapan Bâb-ı Âlem Uluslararası Öğrenci Derneği ve Sefire-i Âlem Uluslararası Öğrenci Derneği bulunmaktadır. Diğer illerde ise Konya da Mevlana Uluslararası Öğrenci Derneği, Eskişehir’de Yunus Emre Uluslararası Öğrenci Derneği, Bursa’da ipek Yolu Uluslararası Öğrenci Derneği, Kayseri’de Kayseri Uluslararası Öğrenci Derneği, Ankara’da Asma Köprü Uluslararası Öğrenci Derneği, İzmir’de İzmir Uluslararası Öğrenci Derneği, Isparta’da Gül Dünya Uluslararası Öğrenci Derneği, Samsun’da On dokuz Mayıs Uluslararası Öğrenci Derneği kurulmuştur ve misafir öğrenci çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çalışmaların yürütülmesinde siz değerli gönüldaşlarımızın katkıları bizim en önemli motivasyon kaynağımızdır. Sizden aldığımız güç ve cesaret, yapılacak hizmetlerin medeniyet değerlerimizin yaşatılması noktasında geleceğe daha umutla bakmamızı sağlamaktadır. Destek ve katkılarınızın bundan sonra da artarak devam edeceğine inanıyoruz. Bu vesile ile işlerinizde ve çalışmalarınızda muvaffakiyetler diliyor saygılar sunuyoruz.
Yeryüzü Doktorları (Doctors Worldwide) www.yyd.org.tr
Yeryüzünün neresinde, temel tıbbi bakım ve sağlık hizmetlerinden mahrum bir insan, bir hasta, bir sakat, bir felaketzede, bir mazlum, bir mağdur varsa bunun acısını yüreğinde hisseden, bunun sorumluluğunu idrak ederek yola çıkan bir grup gönül insanıdır Yeryüzü Doktorları. “Orada ve Her Yerde” sloganı ile din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin, yeryüzünün tüm ihtiyaç bölgelerine tıbbi ve insani yardım götürmeyi hedef edinmiştir. Doctors Worldwide (Yeryüzü Doktorları), uzun yıllar süren dostluk, işbirliği ve istişareler sonucunda, aralarında ülkemizden de arkadaşlarımızın bulunduğu bir grup gönüllü doktor tarafından Nisan 2000’de uluslararası bir tıbbi yardım kuruluşu olarak İngiltere’de kurulmuştur. 2004 yılında da “Yeryüzü Doktorları Türkiye” adıyla Türkiye şubesi faaliyete başlamıştır. Doctors Worldwide’ın Manchester’daki merkez ofisinde genel direktör olarak Dr Khalil Rehman bulunmaktadır. Kurucu başkanlığını Dr. Ahmet Özdemir’in üstlendiği Yeryüzü Doktorları Türkiye’nin yönetim kurulu; Prof. Dr. M. İhsan Karaman, Prof. Dr. Ethem Güneren, Ecz. Murat Akbıyık, Dr. Kerem Kınık, Uzm. Dr. Yahyahan Güney, Ecz. Muhammed Karabacak ve Dr. Havva Sula’dan oluşmaktadır. İngiltere’de, 1122671 numara ile kayıtlı bir hayır kuruluşu (charity) olan Derneğimiz, British Overseas NGO’s for Development (BOND) üyesidir. Ayrıca, International Red Cross and Red Crescent Movement ve NGO’s in Disaster Relief anlaşmalarına imza koymuştur. Doctors Worldwide, Birleşmiş Milletler 78
İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) ve Afet Yönetim ve Koordinasyon Ofislerinin (UNDAC) eğitim ve tatbikatlarına iştirak ederek, saha operasyonlarında adı geçen kuruluşlara akredite olarak çalışmaktadır. İslam Konferansı Örgütü İnsani Yardım Forumu’na da üye olan Yeryüzü Doktorları, operasyonlarında yerel ve uluslararası otoritelerle koordineli çalışmayı ilke edinmiştir. Yeryüzü Doktorları tüm kültür ve medeniyetlerde kabul görmüş ahlaki ve insani değerlere saygı duyar. Bu çerçevede adalet, hakkaniyet, hürriyet, saygınlık, hoşgörü, mahremiyet, hizmet, yardım, güvenlik, sağlığın devamlılığı ve korunması gibi insani ve toplumsal değerleri korur ve yüceltir. Yeryüzü Doktorları profesyonel çalışanları ve gönüllüleri, davranışlarında her türlü yerel ve kültürel hassasiyetleri dikkate alır ve saygı duyar. Irk, cinsiyet, bölgesel farklılık, dini ve felsefi görüş ve politik duruş gibi nedenlerle tıbbi ve insani yardıma ihtiyaç duyan insanlar arasında ayrımcılık yapmaz ve kurumsal ya da bireysel görüşlerini bu insanlara dayatmaz. Sağlık alanında çalışan bazı benzer örgütlerin, dünyanın birçok yerinde gerçekleştirdiği misyonerlik faaliyetlerinin farkındadır ve onlardan kuruluş felsefesi, kurucuların kimliği, amaç ve işleyiş tarzı, kısa ve uzun vadeli hedefleri açısından tamamen farklı ve özgündür. Bu ilkeler ışığında, temel tıbbi bakım ve sağlık hizmetlerine yeterince ulaşamayan ihtiyaç sahiplerine tıbbi ve insani yardım götürmeyi amaçlar. Faaliyetler üç temel alanda gerçekleştirilir: Acil Tıbbi Ve İnsani Yardım: İster insan, ister tabiat kaynaklı olsun felaket durumlarında, kısa vadeli acil
müdahale, yardım ve tedavi hizmetleri Uzun Vadeli-Kalıcı Sağlık Hizmetleri: Yetersiz hijyen, kötü hayat şartları, fakirlik, açlık, kıtlık gibi nedenlerle gelişebilecek hastalık ve salgınların önlenmesi amacıyla, genişletilmiş tıbbi yardım ve bakım hizmetleri Rehabilitasyon, Yeniden Yapılandırma Ve Tıbbi Eğitim: Özellikle ülkenin veya bölgenin kendi sağlık sistemini kapsayacak şekilde tıbbi hizmetlerin iyileştirilmesi ve sağlık sistemi ve sağlık çalışanlarının kapasitesinin artırılması İhtiyaç bölgelerindeki çalışmalarını, kısa vadeli pratik çözüm ve acil yardım götürülmesini takiben kalıcı, uzun vadeli, bölgenin sosyal dokusunu ve özellikle sağlık sistemini tamir edecek uzun soluklu faaliyetler yaparak sürdürür ve çoğu kez, aksamadan yürüyeceği anlaşılan hizmetler lokal partnerlere devredilerek bir başka hizmet bölgesine yoğunlaşılır. Yeryüzü Doktorları, bugüne kadar dört kıtada 30’a yakın ülkeye tıbbi ve insani yardım ulaştırmıştır. Bunlar arasında, Sudan, Inguşetya, Demokratik Kongo
Cumhuriyeti, Filistin, Sierra Leone, Gana, Hindistan, Kenya, Bangladeş, Nijer, Gine Bissau, Suriye, Libya, Sri Lanka, Bosna Hersek, Irak, Kosova, Guatemala, Makedonya, Endonezya, Lübnan, Afganistan, Pakistan, Lübnan, Gürcistan, Azerbaycan, Yemen ve Somali sayılabilir. Türkiye ve dünya ölçeğinde, insani ve tıbbi yardım hizmetlerinde kullanılan maddi destek, üye ve gönüllülerin nakdi ve ayni yardımları yanında, operasyonel partnerlik ilişkisi kurulan kuruluşların katkılarıyla sağlanmaktadır. Sağlık elemanları da, gönüllü insan gücünü oluşturmaktadır. Gönüllü listemizde yaklaşık olarak ülkemizden 1000, dünyadan 3000 kadar sağlık çalışanı bulunmaktadır. “ORADA VE HER YERDE” sloganıyla yürüyüşüne devam eden Yeryüzü Doktorları, komşusu aç iken tok uyuyamayan, komşusu hasta iken huzur bulamayan gönüllüleri ve destekçileri ile bu küresel hizmet kervanını sürdürme azim ve kararlılığındadır.
79
Yedi Hilal Derneği www.yedihilal.org
Yedi Hilal; Hayaliyle avunduğumuz; doğmasını dört gözle beklediğimiz bir gençlik için çıktık yola… İlke sahibi, prensip sahibi bir gençlik… Başıboş gezen, tozan, azan, ezen, bozan bir gençlik değil; okuyanyazan, düşünen-sezen bir gençlik… Popülizm peşinde, haz peşinde; idealsiz, hedefsiz, amaçsız bir gençlik değil yani. Dünyadaki varlığını “imtihan” ile anlamlandırmış, edebi bir hayatın kendisini beklediğini kavrayan… “Boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını alacağı” hesap gününe inanan… Nefsin tuzaklarına karşı ‘nefis tezkiyesinden kalp tasfiyesinden’ haberdar… İslam’ı kupkuru bir ideolojiye indirgemeyen; Batılı bir akıl’la İslam’ı yorumlamaya kalkışmayan… İslam’ın özünün ‘samimiyet / ihlâs’ olduğunu bilen… Gösteriş yapmayan, şov yapmayan; adımlarını, insanlar görsün / bilsin diye değil; ‘Allah görüyor’ şuuruyla atan; yüce bir ahlaka sahip… 80
Kudüs’ün anlamını bilen; Bağdat’ın, Şam’ın ne demek olduğunu anlayan; İstanbul’u, Diyarbakır’ı bırakmayan; Endülüs’ü unutmayan… Emperyalizme karşı ‘siyasal mücadele’ bilinci taşıyan… Ama davası kuru bir cihangirlik davası olmayan; ilayı kelimetullah için yaşayan bir gençlik… Asıl büyük inkılâbı, kendi nefsine karşı yapması gerektiğini bilen… Yani küçük cihattan da büyük cihattan da haberdar… Efendimiz aleyhisselamın, gündüz kalkıp küfre ve zulme karşı cihat yaptığını; gece kalkıp teheccüd kıldığını, gözyaşlarıyla Rabbi’ni zikrettiğini bilen; çift kanatlı, kudret ve hikmet kanatlarına sahip bir genç… “Vasat ümmet” olmanın gereği olarak ifrat ve tefritten kaçınan, adalet, ahlak ve erdem temelli hareket eden. İnsan fıtratına ve tabiata zarar veren her türlü zararlı maddeye/anlayışa karşı müdale eden…
Kur’an Araştırmaları Vakfı (KURAV)
www.kurav.com
Evrenin en büyük kitabı hiç şüphesiz Kur’an’dır. İnsanlığın tüm hastalıklarının şifası Kur’an’da vardır. Kur’an müjde, rahmet ve hidayettir. Fakat O’nun Müslümanlarca anlaşılmadan okunduğu da bir gerçektir. Ferdi ve toplumsal problemleri aşabilmek Kur’an’a eğilmek, O’nu anlayıp kendisinden yararlanmakla mümkündür. Bütün İslam alimleri Kur’an’ı baş müracaat kaynağı yapmışlar, problemlerin çözümünde ondan yararlanmışlardır. KUR’AN ARAŞTIRMALARI VAKFI; Kur’an’ın anlaşılması için çaba göstermeyi, Müslümanların bütünleşmesini sağlamayı, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel problemlerin çözümünde düşünceler üretmek için bilimsel çalışmalar ve şuralar düzenlemeyi, kültürel etkinliklerde bulunmayı, hurafelerden arınmış saf İslam’ı ortaya çıkarmayı hedef alarak ortaya çıkmıştır. KUR’AN ARAŞTIRMALARI VAKFI, çağdaş gelişmelere paralel olarak, Kur’an’ın daha iyi anlaşılması ve yorumlanmasına yönelik hizmetler üretmek amacıyla kurulmuştur. Bu amacı gerçekleştirmek için aşağıda belirtilen faaliyetleri yapar: A) İlahiyat Fakülteleri öğretim elemanları başta olmak üzere, yurt içi ve yurt dışında çalışmaları ile tanınan bilim adamları, sanatkar, düşünür ve edebiyatçıları bir araya getirerek, istişari nitelikte toplantılar düzenlemek.
B) Çağdaş bilimler ışığında günümüz insanınca rahatlıkla anlaşılabilecek Kur’an meali ve Tefsir çalışmaları yaptırmak. C) Kur’an’ın getirdiği rahmet ve hoşgörü mesajını geniş kitlelere yayarak toplumsal uzlaşma ve bütünleşmeye katkıda bulunacak hizmetler üretmek. D) Belirtilen amaca uygun bilimsel çalışmalarda bulunmak ve bu alanda bilimsel çalışma yapan kişi, kurum ve kuruluşlara destek olmak. Vakıf, amacını gerçekleştirmek için şu araçlardan yaralanır: a) Çalışmaları halka tanıtıcı seminer, panel, açık oturum, konferans vb. bilimsel toplantılar düzenlemek. b) Her düzeyde eğitim-öğretim kurumu oluşturur, halka açık kurslar düzenler, akademik nitelikte araştırma merkezleri ve enstitüler açar. c) Çalışmalarını halka duyurmak amacıyla her türlü yazılı, sözlü ve görsel yayın yapar; yayınevi açar, radyo ve TV istasyonu kurar. d) Bilgi-işlem, dokümantasyon merkezi ve kütüphaneler kurar.
81
Sosyal Doku Derneği www.sosyaldoku.com.tr
Kimliğimizi oluşturan ve toplum olarak bizi birbirimize bağlayan, bizi bir millet yapan değerlerimiz sosyal dokumuzu oluşturan unsurlardır. Aynı dokunun parçası olmak, aynı değer yargılarını, ortak kültürü taşımak ve yaşatmak, bir ve beraber olmak, sıkıca kenetlenmek demektir. Zaten dokunun özelliği de budur. Doku aynı işlevi gören hücrelerin bir araya gelerek kurdukları muhkem yapının adıdır. Ve dokunun en önemli özelliği zedelenmesi durumunda dokuyu oluşturan hücrelerin birbirlerini tamir edebilmesidir. Dokuyu bu hale getiren hücrelerin birbirlerine sıkıca kenetlenmesidir aslında. Doku, hücrenin varlığını ispat etmesinin ilk adıdır. Dolayısıyla doku, var olmanın adıdır. Toplum olarak var olabilmemiz, toplumu oluşturan dokuyu sağlam tutmamızla mümkündür. Toplumu toplum yapan, bağlılık ve kenetlenmedir. İşte tarihine, kültürüne, manevi değerlerine, toplumumuzu meydana getiren unsurlara bağlı, birbirine doku gibi kenetlenmiş bir toplum olmak, her birimizin hedefi ve asli vazifesidir. Bizler toplum olarak en değerli varlığımız olan sosyal dokumuzu korumak amacıyla bir araya geldik. Birçoğumuzu daha önce yapmış olduğumuz sosyal, kültürel ve eğitim amaçlı çalışmalardan biliyor, tanıyor ve takip ediyorsunuz. Bu gün ise çalışmalarımıza ayrı bir ivme ve açılım kazandırmak için tasarladığımız Sosyal Doku Derneği’nin kurulduğunu müjdelemek istiyoruz Ülkemiz insanını var eden milli, manevi ve ahlaki değerlerimizle örülü sosyal dokumuzu korumak, bizi medeniyet yapan unsurlarımıza sahip çıkmak, geçmişini bilen ve bu eksende geleceğini hazırlayan,, sorumluluk bilincine sahip, dokusu sağlam toplumlar oluşturma 82
özlemiyle yola çıkarak, ilminden istifade ettiğimiz hocalarımızın ve bize yol gösteren büyüklerimizin dua ve teşvikleriyle sosyal doku derneğini kurduk. Oluşturduğumuz bu birliktelik ile daha önce yapmış olduğumuz çalışmaları, geliştirilmiş ve genişletilmiş örgütlü bir yapıya kavuşturmayı ve böylelikle çevremizdeki insan kaynağını organize ederek, gençlerin enerjisi ile büyüklerimizin birikimlerini buluşturup, kültürüne ve değerlerine bağlı bir çevre ve toplum oluşturmayı kendimize gaye olarak belirliyoruz. Yegâne amacımız, içinde yaşadığımız topluma karşı sorumluluk vazifemizi yerine getirmek, geleceğimizi ve kutlu nesillerimizi hazırlamak adına elimizden geldiğince toplumumuz için katma değer oluşturmaktır. Kendimize dünyayı kurtarmak gibi bir amaç belirlemedik. Önce kendimizi olgun bir insan sonra çevremizi bilinçli bir toplum haline getirmek, özüne bağlı, kökleri sağlam, yaşadığı çağın farkında, dünü bu günü ve yarını arasında sarsılmaz dengeyi kurmuş fertler meydana getirmek için gayret edeceğiz. Biliyoruz ki birey düzelirse çevre, çevre düzelirse toplum düzelecektir. Bu süreçte en büyük destek ve ilham kaynağımız manevi dinamiklerimiz ve bize gönül veren insanların duası olacaktır. Çatımız altında imanlı, duyarlı ve toplumumuzun değer yargılarını benimseyen ve özümseyen, sosyal dokumuzda bir ilmek olmak isteyen herkese yer açacağız. Özlem ve beklentilerimize ulaşmak için el ve gönül birlikteliği yaparak hem yaratanımızın rızasına kavuşacak hem ümmet olma şuurunu idrak edecek hem de bu uğurda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmiş olacağız. Çünkü birlik olmak ümmet olmak, ümmet
olmak kuvvet olmaktır. Hangi sorumluluk bu; öncelikle yaratıcımıza sonrasında ise toplumumuza ve tarihimize karşı olan sorumluluklarımız. Yarın vicdan azabı duymamak, keşke dememek, fırsatım vardı değerlendiremedim diye hayıflanmamak için taşımamız gereken sorumluluk bilincidir. İşte bu düşüncelerle sizleri de çalışmalarımızda bizlere katılarak destek olmanızı, katkı ve katılımlarımızı bekliyoruz. Biliyoruz ki emek ve ömürlerimizi üst üste koyduğumuzda vaktimiz çok zannedilebilir. Fakat “işimiz vaktimizden daha çok”. Sizlerden beklediğimiz ise yeni başladığımız bu çalışmada en çok ihtiyacımız olan morale kaynak olmanız, bizi teşvik ve motive etmeniz ve dualarınızdan bizi unutmamanızdır. Yolun başında olmadığımızı biliyoruz. Bu güne kadar hocalarımızın yürüttüğü hizmetler ve bu hizmetlerin neticeleri ortadadır. Biz bu hizmetleri daha ileri ve
yüksek noktalara, daha geniş çevrelere ulaştırmak, bu bayrak yarışında üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirmek için çalışacağız. Bizler hocalarımızın başlattığı ve bu güne kadar devam eden çalışmaları, sonraki nesillere, kendi yaşayacakları çağa uygun bir tarzla aktarılmasını ve ulaştırılmasını sağlamak amacıyla özel çalışmalar yürüteceğiz. Kuru tenkitleri bir kenara bırakıp, ayetteki ifadesiyle kınayıcının kınamasına aldırmadan, ümmet ve milletimizin umutla beklediği yarının örnek nesillerini yetiştirmek için seferber olacağız. Bu niyet ve gayretlerle çıktığımız yolda sizi de Sosyal Doku Derneğimize bekliyor ilginize teşekkür ediyoruz.
83
Hasta Hakları Aktivistleri Derneği www.hastahaklari.net
Her insan yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Bu hak herhangi bir hukuk düzenince tanınsın veya tanınmasın her bireyin doğuştan, yaratılışı icabı sahip olduğu ve saydığımız ve sayacağımız diğer bütün hakların cevherini teşkil etmektedir. Yaşama hakkı cevherinin görünümlerinden biri de sağlık hakkı olmaktadır. Sağlık hakkı, birey ve toplumun bedensel, zihinsel ve psikolojik olarak esenlik hali içerisinde bulunması ve bu halin korunmasını ifade etmektedir. Sağlık hakkı, salt hastalık sonrası sürece özgülenebilecek bir hak değildir. Sağlık hakkı; bireyin esenlik halini zedeleyici herhangi bir durumdan uzak olmasını, esenlik halinin zedelenmesi halinde de bu durumun ortadan kaldırılması sürecini koruma altına almaktadır. Temel çalışma alanımızı oluşturan “Hasta Hakları” ise, esenlik halinin bozulması süreci sonrasındaki hak güvencesi olarak görülmektedir. Hasta Hakları, sağlık kurum ve kuruluşlarından hizmet alma ihtiyacının varlığı ile başlayan bir süreçte, bireyin güvencesi olmaktadır. Biz Hasta Hakları Aktivistleri olarak, söz konusu birey güvencesinin gerçekleştirilmesi mücadelesi içerisine girme kararımızı ilan ediyoruz. Bu mücadele, ağır ve zor bir süreç, büyük bir sorumluluğu omuzlanmak demek… Biliyoruz… İşte bunun için “aktivist” olarak çıktık bu uzun ve meşakkatli yola… Sadece “Hasta Hakları Derneği” olarak yer almadık, sivil toplum 84
arasında. “Hasta Hakları Aktivistleri Derneği” olarak yazdırdık ismimizi… “Neden ve niçin?” soruları ile karşılaşacağımızı bile bile bu ismi benimsedik. Bildik ve inandık ki, hak mücadelesi; sadece masa başlarında ya da kuytularda salt yakınma ya da düşünme eylemine özgülenebilecek bir sürecin ötesini gerektirmektedir. Mücadele; eylem ile aktivite ile olur, hak arayan bireyin yanında duruş ile mümkün olur. Ve bütün bunların hepsinin eylemsel karşılığı aktivist (eski tabirle mücadeleci)dir. Ancak aktivist olmak ile mümkün olur. İsmimizin nedenini bu şekilde açıklığa kavuşturmakla sivil toplum hareketimizin yörünge ve amacı belirginlik kazanmış olmaktadır. Varoluş sebebimiz; inancımızın bize yüklediği “dünyayı imar etme” sorumluluğu çerçevesinde şekillenen hak arama mücadele görevimizi yerine getirme istek ve iradesidir. Mücadele şeklimiz; sağlık hizmeti ihtiyacı bulunan bireye yönelebilecek her türlü hak ihlali ile hukuki, felsefi, sosyolojik ve her türlü meşru araç kullanmak suretiyle mücadele etmektir. Söz konusu hak arama mücadelesi; hak ihlalini önleme, hakkın gerçekleşmesini sağlama, ihlal gerçekleşmesi halinde de hakkı teslim etmek üzere şekillenmektedir. Mücadele amacımız; Rıza-i İlahi olup, dar ufuklardaki somut sonuçlara odaklanmaktan ziyade nevzuhur olmayan bir süreç işçiliği üzerine sonsuz ufuklardakilere odaklandığımızı ilan ediyoruz.
Tasar覺m: Seyfullah Bayram
Orada Bir Müze Var, Gitmesek de Görmesek de! Aybüke Ekici
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni gezerken Müslüman bilim adamlarının icat ettikleri birbirinden ilginç, bugün bile yeri doldurulamayan eserleri zihinlerimizi zorluyordu.
M
üzeler… Kimileri için vazgeçilmezdir, gittiği her şehirde bir müze arar, bulur ve keşfeder. Kimileri içinse varlığı ile yokluğu birdir, hayatı boyunca uğramaz bile. Millet olarak bizim de müzelere pek ilgi duyduğumuz söylenemez, ama İstanbul’da yaşayanlar için bir mazeret olamaz. Çünkü İstanbul kendisi bir açık hava müzesi gibi zengin bir tarih, adım atılan her yerde bir miras barındırır.
86
Pek çoğumuzun haberinin bile olmadığı, ama 2008’den bu yana açık olan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi de İstanbul’daki mirasın bir örneği. Gülhane Parkı içindeki müzeyle ilgili notlara geçmeden önce, bu müzenin aslında İslam Bilim Tarihi Müzesi adıyla Frankfurt’ta 1983 yılında kurulmuş olduğunu ve her iki müzenin de Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından kurulduğunu belirtmek gerekir. Zira müzeler gibi Fuat hocayı da tanımıyor, müzelere olan ilgisizliğimizi ne yazık ki Fuat hocaya karşı da devam ettiriyoruz. İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, 24 Mayıs 2008’de Gülhane Parkı içerisinde Başbakan, İstanbul Belediye Başkanı ve de müzenin kurucusu Prof. Dr. Fuat Sezgin’in katılımlarıyla açıldı. Devlet erkanının desteği ile açılmış olsa da müze bugün hem bu destekten hem de halkın ilgisinden mahrum gibi görünüyor. Zira, yüzde bilmem kaçı Müslüman olarak addedilen Türkiye’de, İslam’ın bilimler tarihindeki parlak devrinin, Müslüman ilim adamlarının günümüze ışık tutan icatlarının ve yüzyıllar öncesindeki aletlerin birebir kopyalarının tanıtıldığı müze vatandaşlardan ziyade yabancı turistlerin ilgi gösterdiği bir yer olmaktan öteye gidemiyor. Bilimler Tarihi, insanın keşfetme ve icat etme özelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış, medeniyetleri, ülkeleri ve halkların tarihini anlatırken bilimin tarihteki önemini ve gelişimini de anlatmak gerekliliği üzerine doğmuştur. Günümüzdeki teknolojik gelişmelerin, kullandığımız pek çok aletin ortaya çıkışı bilimler tarihinde saklıyken, yüzyılları kapsayan bu tarih yolculuğunun 800 yıllık dönemine İslam dini ve dolayısıyla da Müslüman alimler damga vurmuştur.
ortaya konulması ile mümkün olabilecektir. Tarihi teoriden pratiğe çeviren ve kurduğu müzelerle adeta tarihe can veren Prof. Dr. Fuat Sezgin, İslam’ın bilimler tarihindeki yerinin dünyaca tanınması ve Müslümanların Batı/ Avrupa karşısındaki boyun büküşlerinin sona ermesi için yılmadan çalışıyor.
Kimdir Prof. Dr. Fuat SEZGİN? 1924 Bitlis doğumlu, İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi mezunu, büyük oryantalist Hellmut Ritter’in öğrencisi, 147’likler arasında 1960’da üniversiteden atılan akademisyenlerden, günde 17 saat ve durmaksızın çalışan, 1400 (sayı
Günümüzde yaygın olarak kabul edilse de yanlışlığı pek çok bilimsel veriyle ortaya konan “İslam’ın bilimin gelişmesini engellediği tezinin” çürütülmesi, İslam’ın bilimler tarihindeki yerinin 87
“İsterdim ki benim eserlerimi milletimden birisi Türkçe’ye çevirsin!” Ne yazık ki bu sözler Prof. Sezgin’e aittir. Çünkü, bugün 15 inci cildi hazırlanmış olan, akademik ve bilimsel çevrelerde yere göğe sığdırılamayan bu eser pek çok dile çevrilmesine rağmen Türkçe’ye çevirisi yapılamamış, ne devlet ne de özel kişilerce bu yönde bir çaba gösterilememiştir. 1960 darbesiyle bir de devletin darbe vurduğu Prof. Sezgin’e karşı en azından bir vefa duygusuyla bu çevirinin yapılması gerekirken, öğrencilerimize, gençlerimize ve hatta tüm vatandaşlarımıza bu eserin kazandırılması gerekirken halen bu konuda bir ilerleme sağlanamamıştır. Prof. Sezgin’in bu konudaki hassasiyeti ise ne yazık ki daha büyük bir üzüntü doğuruyor. Zira, onun bu eserinin Türkçe’ye çevrilmemesinden duyduğu üzüntüye tanık olan, yabancı bir işadamı bu işi yapmayı teklif ettiğinde bu teklifi reddederek, “İsterdim ki eserimi milletimden birisi Türkçe’ye çevirsin.” diyerek haklı bir serzenişte bulunmuştur.
artıyor efendim durduramıyoruz ! ama 1400 yaptım yine de) cildin üzerinde eser ortaya çıkaran bir alimdir Prof. Dr. Fuat Sezgin. 1960 darbesinden sonra üniversiteden atılan Prof. Sezgin, bu tarihten sonra Almanya’ya yerleşir. Bu, Türkiye için bir kayıpsa da hem Almanya hem de tüm dünya için büyük bir kazançtır. Zira 27’nin üzerinde dil bilen, eserlerini ortaya koymak için 400.000’in üzerinde yazma eseri inceleyen, 40’dan fazla ülkenin kütüphanesini dolaşan bir alimden söz ediyoruz.
Bu konudaki trajikomik bir anıyı ise müzeye yaptığımız ziyaret sırasında, hem müze hem de Prof. Sezgin hakkında bizi bilgi veren İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı çalışanı aktardı. 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti çalışmaları kapsamında, Prof. Sezgin’in İslam Bilimler Tarihi’ne yönelik 5 ciltlik katalog çalışması Türkçe’ye çevrilir; ancak bu çevirinin telif bedeli olarak Prof. Sezgin’e yine bu çevirinin 100 adet kopyası verilir. Prof. Sezgin ise telif bedeli olarak kendisine verilen kendi eserlerini, İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’na bağışlar. İşte bilim adamına ve eserine verdiğimiz değer!
Prof. Sezgin, Almanya’ya gidişinden sonra çalışmalarını büyük bir hızla sürdürür ve İstanbul’dayken yazmaya başladığı İslam Kültür Tarihi adlı eserinin ilk cildini 1967’de yayınlar. Bugün 15 inci cildi hazırlanmış olan bu eser, İslam’ın 800 yıl süren yaratıcı bilim ve teknoloji evresinin tek tek ortaya konulduğu yeri doldurulamaz bir çalışmadır. Ancak, müzelere olan ilgisizliğimizin de bir yansıması olsa gerektir ki ne Prof. Sezgin’e ne de hazırladığı bu esere milleti sahip çıkamamıştır.
88
Antep Bakırcılar Çarşısı’na Kovulan Kültür Bakanı
“Amerika’yı Colomb’tan Önce Müslümanlar Keşfetti”
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni gezerken Müslüman bilim adamlarının icat ettikleri birbirinden ilginç, bugün bile yeri doldurulamayan eserleri zihinlerimizi zorluyordu. Bugünkü kameraların temelinin optiğin kurucusu sayılan İbn’ül Heysem’i, modern tıbbın babası sayılan İbn-i Sina’yı ve yüzyıllar öncesinde kullandığı bugünün nerdeyse aynılarının kullanıldığı ameliyat aletlerini, Takiyuddin’in saatlerini, robotiğin kurucusu El-Cezeri tanımak hem şaşırtıcı hem de etkileyiciydi.
Evet, bize öğretilenleri alt üst edecek bir bilgi bu, “Amerika’yı, Colomb’tan önce Müslümanlar keşfetti.” Hem Müslüman alimlerin tarihte kat ettiği ilerlemeyi anlayabilmek hem de Prof. Dr. Fuat Sezgin’i tanıyabilmek için bundan ziyade bir bilgi olamazdı şüphesiz.
Prof. Sezgin’in çalışmalarında özellikle üzerinde durduğu bilim alanlarından biri de matematiksel coğrafyadır. Enlem ve boylamlarla ifade edilen matematiksel coğrafya alanında Müslüman alimlerin sağladıkları inanılmaz başarıları ortaya Yüzyıllar boyu bilime önderlik etmiş olan, çıkaran Prof. Sezgin’e göre, haritacılıkta çok ileri bugünkü teknolojini temellerini atan Müslüman seviyede olan Müslümanlar daha 11. yüzyılda alimlerin yaptıklarına akıl sır günümüzdekilerle birebir ölçüde erdiremiyoruz belki ama en haritalar hazırlamışlar, enlem ve Bugünkü kameraların az onlar kadar değerli ve hâlâ boylamları belirlemişlerdir. temelinin optiğin aramızda olan ilim adamlarına neden elimizi uzatmıyoruz? Prof. Sezgin’e göre, 7.-15. kurucusu sayılan O icatların nasıl yapıldığını yüzyıl arasında 800 yıl boyunca İbn’ül Heysem’i, algılayamasak da bunları ortaya Müslümanlar Batı Atlantik modern tıbbın babası çıkaranların çabasını nasıl haritalarını yapmışlar, son anlayamıyoruz? sayılan İbn-i Sina’yı ve derece ayrıntılı bu haritalar ile Amerika kıyılarına Batılılardan yüzyıllar öncesinde Bu sorulara cevap olarak çok önce gitmişlerdir. Ancak, kullandığı bugünün yine “güleriz ağlanacak Amerika’yı yeni bir kıta olarak fark halimize” dedirtecek bir anıyı etmediklerinden Amerika’nın bir nerdeyse aynılarının paylaşalım. Prof. Sezgin’in kıta olduğunun keşfi Batılılarca kullanıldığı Almanya’da kurmuş olduğu müzeyi yapılmıştır. Binlerce kilometre ameliyat aletlerini, ziyaret eden dönemin Kültür mesafenin ölçümünün yapılabildiği Bakanı Atilla Koç, müzedeki bu haritalar sayesindedir ki Takiyuddin’in eserleri inceler. Bu gezi sırasında, Müslümanlar daha 9. yüzyılda saatlerini, robotiğin pek çoğu madeni eşyalar üzerine mağrip ile Çin arasında deniz kurucusu El-Cezeri işlenmiş olan Müslüman alimlerin ticaret yolları oluşturmuşlar, icat ettikleri aletlerin birebir Afrika ile Sumatra arasındaki tanımak hem şaşırtıcı örneklerinin yapılmasındaki mesafeleri ölçmüşler, karaların hem de etkileyiciydi. zorluktan bahsedilir. Sayın Bakan denizler tarafından çevrildiğini ise, Prof. Sezgin tarafından göstermişlerdir. müzeden kovulmasına neden olacak espri olduğunu düşünmek istediğimiz şu cümleleri sarf eder: “yahu ben bunları Antep’in bakırcılar çarşısında da yaptırırdım.”
89
“Halife El-Me’mun’un Dünya Haritası ve İdris-i’nin Haritası”
Ancak İdrisi’nin dünya Haritası uzay çağında yakaladığımız teknolojinin imkanlarından uzak, bugünün haritalarının neredeyse aynı nitelikte ve muhteşemliktedir.
Müzeyi gezerken optikten tıp ilmine, kimyadan botaniğe kadar pek çok bilim dalıyla ilgili Müslüman ilim adamlarını yaptıkları icatları ve aletleri görebiliyorsunuz. Ancak, bunların arasında iki örnek var ki mutlaka Müslümanlarca bilinmesi gerekiyor.
Şüphe yok ki İslam güneş gibi doğduğu 6. yüzyıldan beridir gönülleri, zihinleri ve coğrafyaları aydınlatmaya devam ediyor. Müslüman alimlerin bilimler tarihinde 800 yıl süren yaratıcı evresinin etkileri de öyle. Bugün Avrupa’nın ve de dünyanın ulaştığı teknolojik gelişimin temelini Müslüman alimlerin çalışmaları oluştururken, Müslüman coğrafyası ise bırakın bu teknolojiyi; geçmişinin dahi farkında olmadan bir geriliğin pençesinde kıvranıyor.
Müslümanları Amerika’nın keşfine kadar götüren haritacılık alanındaki muhteşem gelişmelerin ilk örneği miladi 9. yüzyılda Halife El-Me’mun’un emriyle hazırlatılan haritadır. Halife ElMe’mun, 70 kadar bilim adamını ki -pek çoğu coğrafya alanında çalışmalar yapmıştır- enlem ve boylam derecelerinin ölçülerek bir dünya haritası yapılması ile görevlendirmiştir. Miladi 9. yüzyıldan bahsediyoruz ki enlem ve boylam derecelerinin ölçümü günümüzde bile milimetrik hesaplamalar ve ileri teknolojik aletlerle sağlanabilmektedir.
İslam’ın emirlerinden biri de her Müslüman’ın ilmi öğrenmesidir. Müslüman alimlerin yüzyıllar boyu bilimlere yaptıkları katkılarının öğrenilmesi hem ilmi çalışmalara yön verecek hem de özgüven kazandıracaktır. Bunun için öncelikle, tarihi ayaklarımıza kadar getiren ve tarihle aramızda bağ kuran müzeleri ziyaret etmek, bilimler tarihi alanındaki eserleri incelemek önceliğimiz olmalı. En başta da 50 yılı aşkın süredir bu konuda çalışmalar yapan, İslam’ın ve Müslüman alimlerin bilimler tarihindeki yerini dünyaya tanıtmak için ömrünü vakfeden alim Prof. Dr. Fuat Sezgin’i tanımalı, eserlerinin Türkçeye çevrilmesi için çalışmaların yapılamasını sağlamalı ve bir kez de olsa değerli bir insanımızı hayattayken hak ettiği yere getirmeliyiz.
Halife El-Me’mun’un görevlendirdiği bu bilim adamları günümüzle birkaç derece farka sahip oranlarda enlem ve boylam ölçümleri yaparak, bu ölçümlere dayanan ilk dünya haritasını da ilim dünyasına kazandırmışlardır. Bu haritanın önemini ve bilimler tarihindeki yerinin bilinmesine çok ihtiyacımız var. Prof. Sezgin bu önemin farkında olarak, El-Me’mun haritasının yerküre üzerine bir aktarımını, İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi’nin bahçesine yerleştirmiştir. Bir diğer önemli harita ise 1154 tarihli İdrisi Haritasıdır. İdrisi’nin dünya haritasında ilk kez karaların denizler tarafından çevrildiği gösterilmiş, günümüzdeki yer yüzü şekilleri haritada aynıyla yer almıştır. İdrisi ile aynı dönemdeki Batılı alimler, denizleri bir göl olarak tasvir etmekte, yeryüzü şekillerinin pek çoğunu ise günümüzden çok farklı şekillerde haritaya aktarmaktaydı.
Son söz ise naçizane bir tavsiye olacaktır; Antep’teki bakırcılar çarşısına uğramadan Gülhane’deki İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni ziyarete gidin ve geçmişin o parlak dönemiyle aydınlanın.
90
Şehrin Haylaz Çocuğu İstanbul Oyuncak Müzesi Merve Yüce
“Savaş önce oyuncaklarda başlatılmıştır. Bu oyuncaklarla önce çocukların düşleri işgal edilmiş, savaş oyunları ile büyütülen çocuklar ileride gerçek savaşın soğuk yüzüne maruz kalmışlardır.”
S
unay Akın, bildiğimiz şair-yazar kimliğinin yanı sıra oyuncak kültürünün yakın tarihiyle de ilgilenen bir isim. Akın, Berlin’de bir antikacı dükkânından aldığı beyaz tahta at ile oyuncak müzesine uzanan yolda dörtnala koşmaya başlamıştır. Yıllar boyu gezdiği ülkelerde hem antika oyuncaklar satın almış hem de oyuncak müzelerini gezmiştir. Son dönemde teknolojiden faydalanarak internet üzerinden satın aldıkları ile birlikte oyuncak sayısı yaklaşık dört bini bulmuştur. Bugün bir hayalin gerçeğe dönüşme serüvenine şahit oluyoruz. Göztepe tren istasyonunun hemen aşağısında, dar sokakların arasına yaramaz bir çocuk gibi saklanmış bir köşk düşünün. Önünde üç tane zürafa heykelinin yanı sıra çeşitli çizgi film karakterlerinin de heykeli olan bir müze burası: İstanbul Oyuncak Müzesi. 92
Gezimize köşkün tarihini inceleyerek başlayalım. Bu mekânın ilk sahibi olan Mehmet Münif Tahir Paşa’nın dönemin eğitim bakanı olduğunu öğreniyoruz. Günümüz sisteminde ‘çocuk merkezli’ diye tabir edilen eğitim anlayışını, Tahir Paşa 19. yüzyıl sonlarında savunmuştur. Köşkünün bahçesine yaptırdığı zürafa heykeli tüm komşuların ilgi odağı olmuş ve bu sebeple Tahir Paşa’nın köşkü ‘Zürafalı Köşk’ olarak anılmıştır. Sunay Akın’ın oyuncak müzesini dünyadaki diğer örneklerinden ayıran temel özelliği, oyuncakların konulara göre tasnif edilerek sergilenmesidir. Köşkün altı katında toplam on oda bulunmaktadır. Bunlar; itfaiye, vahşi batı, tren, hastane ve polis, sirk, harita, asker, uzay, şövalye ve bahçe oyuncakları odalarıdır. Artık filmi başa sarıp müzeyi daha yakından inceleme zamanı.. Müzeyi gezerken daha çok bilgi sahibi olmak, biraz da keyif almak için kulaklık kiralamak gerekiyor. Bu ayrıntıdan sonra elinize kameranızı ve not defterinizi alarak geziye başlayabilirsiniz. Girişte sağdaki ilk vitrine yaklaştığımızda Eyüp oyuncaklarına rastlıyoruz. Eyüp oyuncakları, Osmanlı döneminde başlayıp 1950’li yılların sonuna dek süren bir geleneği yansıtır. Sünnet çağına gelen çocuklar merasime başlamadan önce Eyüp Sultan Camii’ne getirilirdi. Buraya gelen çocukların eğlenmesi için genellikle kil, ip, tahta ve deri parçaları, çeşitli boncuklardüğmeler gibi doğal malzemelerden üretilen oyuncaklara Eyüp oyuncakları denilmiştir. Yaşanan ekonomik sıkıntılar ile birlikte Eyüp oyuncaklarının yapımı da durmuş ve 196070’lere uzanan tarihe kadar yerli üretim oyuncak yapılamamıştır. Eyüp oyuncaklarının olduğu vitrinin geri kalanı incelendiğinde küçük boyuttaki ev eşyaları, rahle, toprak misketler, vapur-otobüs gibi ulaşım araçları görülmektedir. Yanı başındaki diğer vitrinde ise Osmanlı’nın son döneminden kalan gölge oyunu karakterlerine rastlanmaktadır. 93
Giriş katındaki diğer vitrinlerde ülkemize giren nasıl bir oyuncağın ortaya çıkacağını ise çocuk ilk ithal oyuncakları görüyoruz. Bunların yanında belirliyor. Cin Ali’den ayrılırken yanındaki Eyüp oyuncakçılığı sonrası ilk yerli üretim vitrinde maket Eyüp oyuncakçısını görüyor, (bunlar ithal oyuncakların neredeyse kopyasıdır) camekânın arkasından selam veriyoruz kendisine. oyuncakları gözlemlemek mümkün. Gürel, Oyuncak ustasının masasında dönemin Eyüp Nekur, Alasya, Dündar markaları 1960’larda oyuncak çeşitlerinin hemen hepsi mevcut. Eyüp oyuncak üretimine başlamıştır. Bunları Eyüp oyuncakçısına dalmışken sağımızda kıpkırmızı oyuncakları ile karşılaştırdığımızda doğal ham bir oda görüyoruz. İtfaiye odası burası. Sunay maddelerin yerini ucuz olan plastiğe, tenekeye Akın’ın deyimiyle “Adam öldürmek yerine hayat bıraktığını görüyoruz. Zaman ilerledikçe kurtarmayı öğreten” oyuncakların odası. Bu oyuncakların sadece ham maddeleri değil odanın tam karşısında giriş katının son odası yer yapısı da değişmiştir. Önceki kırılgan, sakince alıyor. Bir oynanabilecek türdeki oyuncaklar yerini alımlı dönemin görünüme bırakmış ayrıca çocukları şiddete dizilerine sevk edebilecek hale bürünmüştür. Yerli üretim oyuncaklar dediğimiz zaman tamamen karamsar bir tablo çizmek haksızlık olur. Fatoş oyuncakları, yerli üretim oyuncak türleri arasında belki de en dikkat çeken türdür. Fatma İnhan, oğlunun kendisine hediye edilen kedi oyuncağından korktuğunu görünce de ona özel bir dolgu konu olan ve Sunay Akın’ın oyuncak üretir. Bugün peluş müzede en çok sevdiği oda olan Vahşi Batı oyuncak dediğimiz tipe benzeyen bu odası. İlk vitrinde onlarca Kızılderili oyuncağı oyuncaklar kısa zamanda seri üretime ile oluşturulmuş bir sahne var. Burada geçilerek piyasaya sunulur. 1983 tarihinde Kızılderililerin hayatına dair birçok ayrıntıyı bir üretimi durduruluna kadar Fatoş arada gözlemleme fırsatımız var. oyuncakları ile oynamayan çocuk Vahşi Batı demişken Amerikan “Müzenin kapısından yok gibidir. oyuncaklarından meşhur Teddy içeri girerken Bear’ı es geçemeyiz. Bu dolgu bir elinizden oyuncağa verilen ismin hikayesi Diğer odalara ulaşmaya çalışırken hayli ilginç: Theodore Roosevelt koridorda Cin Ali yakalıyor çocuğunuz, 1903 yılında yaptığı bir eyalet gezisi bizi. Meşhur serinin birçok ayrılırken de sırasında onun ayı avına merakını kitabı da bulunuyor bu vitrinde. diğer elinizden bilen halk tarafından şehir girişinde Hemen yanında manipülatif yavru bir ayı ile karşılanır. Fakat oyuncaklar dediğimiz yeniden çocukluğunuz başkan bu ayıyı öldürmez, serbest yapılandırılabilen, çocuğu tek tip tutacak.” bırakılmasını ister. Bu olaydan sonra düşünceye hapsetmeyen oyuncaklar üretilen sevimli oyuncak ayıya da yer alıyor. Bir tanesi kenarları başkan Teddy anısına ‘Teddy Bear’ adı verilir. delikli basit teneke levhalar, minik tekerlekler ve 1950 yılında Japon üreticiler, Teddy Bear’a pil ile iplerden oluşan bir oyuncak. Bu malzemelerden 94
çalışan düzenek takarak kahve içen oyuncak ayıyı ortaya çıkarmışlardır. Teddy Bear oyuncaklarının karşısında ise Lady Diana oyuncakları arz-ı endam etmektedirler.
tepesinde, elinde sevdiği kız ile gösterilen King Kong karakteri direkt dikkatimizi çekiyor. Onun yanında ise dönemin araba oyuncakları ve helikopterleri yer alıyor.
Giriş katında gezilmedik yer bırakmayınca heyecanla ikinci kata doğru yol alıyoruz. Bu kata gelince bir odadan düzenli aralıklarla gelen bir düdük sesi çalınıyor kulağımıza. Sesin geldiği tarafa yönelen herkesin yüzüne aynı şaşkınlık ifadesi yerleşiyor: Burası bir tren vagonu! Kapı girişindeki “Tren durmadan
İkinci kattaki dört odadan biri ve aynı zamanda müzenin en büyük odası olan Sirk odasına girenler tavan süslemelerinin altında kendilerini bir sirk çadırında hissedebilirler. Bu odayı ‘bir oda dolusu bebek evi!’ diye tanıtmamız abes kaçmaz doğrusu. Dollhouse kavramı 1700’lerin Avrupa’sında ortaya çıkmıştır. Asıl amacı köşklerin genel yapısını misafirlere tanıtmaktır ve camekân içinde evin girişinde sergilenmesi en büyük özelliğidir. Küçük kırılgan parçalardan oluşan bebek evi, sonraki dönemlerde oyuncak olarak üretilmeye başlanmıştır. Bebek evlerinin en önemli özelliği yaklaşık 100 yıl önceki Avrupa evlerini en ince ayrıntısına kadar inceleme fırsatı sunmasıdır. Sadece evler değil elbette. Oyuncakçı dükkanı, terzi, okul, müzik dükkanı gibi mekanlar da bebek evlerinin konusu dahilindedir. Sirk Odasının görsel şöleninden zar zor ayrılıp ikinci kattaki son oda olan Harita Odasına yöneliyoruz. Bu odanın tavanında bizi martılar karşılıyor. Harita odasında ulaşım araçları sergilenmekte. İlk vitrinde gördüğümüz deniz ulaşım araçlarına daha dikkatli bakmamız gerekiyor. Çünkü deniz ulaşım oyuncaklarının günümüze kadar gelmesi oldukça zordur. Bu oyuncaklar tenekeden üretilmiştir ve oyuncuları tarafından genellikle evdeki küvetlerde veya denizde suya maruz bırakılmış, bu sebeple pas tutmuştur. Deniz oyuncaklarının arasında Sunay Akın’ın sünnet hatıra fotoğrafında elinde tuttuğu Neptune gemisini de görüyoruz. Diğer vitrine döndüğümüzde bu sefer hava ulaşım oyuncaklarını gözlemliyoruz. Sıcak hava balonu vitrinin tam ortasında kendine yer bulmuş,
kapıyı açmayınız” uyarısı, duvardaki havalandırma (ve bu boşluktan yükselen düdük sesi), vagon masası-koltukları ve üstündeki bölmeye yerleştirilmiş bavullar. Odadaki vitrinlerde Almanya yapımı 1880 tarihli bir tren de görebiliriz, 1970 tarihli Türkiye yapımı başka trenler de.. Buradaki nostaljik atmosferi zar zor geride bırakıp karşıdaki odaya hastane ve polis odasına giriyoruz. En ufak ayrıntıları dahi gözden kaçırmadan yapılmış minyatür evler (dollhouse) bu odanın kuşkusuz en dikkat çeken unsuru. Bu teknikle hastane, diş hekimi muayenehanesi, eczacı, yenidoğan bebek bakım evi, ambulanslar da canlandırılmıştır. Türk yapımı ambulans arabalarının üzerinde ise ‘Hasta nakil aracı’ ifadesini görüyoruz. Odanın diğer yarısını oluşturan polis oyuncakları, sadece polis araçları ve memurlardan oluşmuyor. Kalın karton malzemeden yapılan yaklaşık yarım metre boyundaki Empire State binası ve bu binanın 95
uçak maketleri ise onun etrafında süzülüyor diyebiliriz. Uçak sayısının çok olması ve çeşitliliği bu vitrini havacılık müzesine benzetmiştir. Harita odasından çıkmadan önce yabancı ülkelerde üretilen Türkiye imajlı oyuncakların sergilendiği vitrine bakmayı ihmal etmiyoruz. Bu vitrinde Batı’nın gözündeki Türkiye imajı net biçimde sergilenmiştir.
odasında 1930-60 yılları arasında ABD, Almanya, Japonya ve Çin’de üretilen tenekeden yapılmış hayvan figürleri bulunmaktadır. Bunlar zürafa, kaplumbağa, hindi, yılan, sincap, ördek ve tavşan gibi hayvanlardır. Bu odada bize çok tanıdık gelen bir oyuncak olan Barbie bebekleri de tanıtılmaktadır. İlk üretimi 1959 tarihine dayanan Barbie bebekler çeşitliliği ile de dikkat çekmektedir.
Gezimizin son durağı üçüncü kat oluyor. İlk olarak sol Üçüncü kattan sonra çatı katına Asker odasından sonra taraftaki asker odasına göz çıkarsanız eski dikiş makinesi, Uzay odasına kaçıyoruz! atıyoruz. Burada minik asker futbol masası oyuncağı, kurmalı oyuncaklar kullanılarak savaş oyuncakları da görmeniz Bu odada gözümüze sahneleri canlandırılmış. Bu mümkün oluyor. Bodrum çarpan ilk oyuncak odada sergilenen 1933 Nazi katında ise sinema-konferans 1927 tarihli ABD yapımı Almanya’sında üretilmiş asker salonu ve lomboz kapakların oyuncakları için Sunay Akın içinde sergilenen akvaryumları uzay aracıdır. 1940 şöyle bir yorumda bulunuyor: ile denizaltını görebilirsiniz. Gezi tarihli Japon üretimi ilk “Savaş önce oyuncaklarda sonunda dinlenmek için zemin oyuncak robot örneğine başlatılmıştır. Bu oyuncaklarla kattaki kafeye girdiğinizde önce çocukların düşleri işgal burada da oyuncakların yine aynı vitrinde edilmiş, savaş oyunları ile sergilendiğine şahit olacaksınız. rastlıyoruz. Bu iki büyütülen çocuklar ileride Çayınızı yudumlarken orijinal ülkenin oyuncaklarına gerçek savaşın soğuk yüzüne kutusundaki Tipitip sakızları, maruz kalmışlardır.” Asker eski dergi ve kitaplar, pullar, konu olan uzay bilimi odasından sonra Uzay odasına kibrit kutusu koleksiyonu ve robot üretimindeki kaçıyoruz! Bu odada gözümüze ve eski fotoğrafları keyifle başarıları tesadüf çarpan ilk oyuncak 1927 tarihli inceleyebilirsiniz. Günün ABD yapımı uzay aracıdır. son sürprizi olan 1960’ların mü diye düşünmeden 1940 tarihli Japon üretimi ilk bakkal dükkanı ise yine bu edemiyor insan. oyuncak robot örneğine yine kafenin sağ tarafından bize aynı vitrinde rastlıyoruz. Bu iki el sallamaktadır. Bakkalın ülkenin oyuncaklarına konu olan uzay bilimi ve vitrininde dönemin ünlü deterjanları, sabunları, robot üretimindeki başarıları tesadüf mü diye margarinleri ve kolonyaları orijinal ambalajlarıyla düşünmeden edemiyor insan. Uzay odasından sergilenmektedir. çıkmaya çabalarken tam karşısındaki Şövalye odası bizi tutup kendi dünyasına çekiyor. Bu İstanbul Oyuncak Müzesi, içeriye yetişkin-likodada Anadolu’da yapılan arkeolojik kazılarda lerin girmemesi gereken türde bir müze. Sunay çıkan oyuncakların, seramik sanatçısı Canan Akın’ın deyimiyle “Müzenin kapısından içeri Yaraş tarafından yapılan birebir örnekleri girerken bir elinizden çocuğunuz, ayrılırken de sergilenmektedir. Vitrinlerde 1900’lü yılların diğer elinizden çocukluğunuz tutacak.” başında ABD, Almanya ve Fransa’da üretilen ortaçağ kaleleri ve şövalyelerin yanı sıra seçkin porselen bebek örneklerine rastlamak mümkün. Son katın son odası olan Bahçe oyuncakları 96
Tasar覺m: Ammar K覺l覺癟
Sevgili Seyirciler Şeyma Olgaç
“Bir şampuan reklamında reklamın ilk cümlesi şöyledir; “Kepek probleminiz mi var?” Saçları parlak ve yumuşacık olan bir adam ekranda belirir sağ eliyle saçlarını geriye doğru atar ve bizim saçlarımızın da onunki gibi olabileceği kulağımıza fısıldanır.”
S
izlere televizyonun zararlarından, teknolojinin hayatımızı ne kadar berbat ettiğinden, şizofren yaşantılarımızdan, mekanikleşmiş duygularımızdan, acımayan dizlerimizden, hissetmeyen aklımızdan, düşünmeyen kalbimizden, protez fikirlerimizden, eriyen kemiklerimizden bahsetmeyeceğim. Sadece bir zulüm biçimi olarak reklamların üzerinde biraz duracağım. Elimden gelse üzerinde durmak yerine tankla üzerinden geçmeyi tercih ederdim. Sonra da en çok İsrail’e yakışan arsızlıkla bu oprerasyonların daha başlangıç olduğunu üstüne basa basa, ayaklarımın altında eze eze söylemek isterdim. 98
99
Akşama doğru saat beş altı gibi okuldan eve döndüğüm bir gün kapının açılmasıyla üzerimi değiştirmeden ellerimi yıkamadan kulaklarımın bana gösterdiği yol ile oturma odamıza doğru yürüdüm. Kapıyı açan kim idi ise ona şuursuz bir selam verdikten sonra hipnoz olmuş edasıyla sesin geldiği tarafa yöneldim. Kapının kenarındaki koltuğun kollarına yarım yamalak oturdum. Konu ne, kimden bahsediyorlar, ne zaman bitecek, neyin reklamı, kim bu konuşanlar, neden herkes mutlu diye sormadan kendimi izlemeye kaptırmışım. Ne izlediğimin farkında değildim ama ilk defa renkli televizyon görmüş teyzeler gibi göründüğüme eminim. O sırada annem mutfaktan çağırmış, kardeşim kalem kutumun yerini öğrenmek istemiş, kapı çalmış, babaannem bana “hoş geldin kızım” diye seslenmiş. Bunların hepsi eve girdikten sonraki birkaç dakika içinde olmuş. Reklamların bitip bir yemek programının başlamasıyla kendime geldim. Şöyle bir etrafıma baktım, kendimi silkeledim. Hipnoz olmuş hâlimi fark eden biri var mı diye etrafa hızlıca bir göz attıktan sonra kendimden korkmuş bir hâlde odama geçtim. Omuzlarımın içine çöktüm ve gözümün önünden hızlı hızlı geçen görüntülerin zihnimde yarattığı dağınıklığın susmasını bekledim. Kısa bir sessizlik, duvara bakan boş gözler… Belki fark etmişsinizdir, çok ağlayıp zırlayan bebekleri susturmak için keşfedilen yeni bir yöntem var; reklamları açıp, televizyonun sesini az daha yükseltip, tam televizyonun karşısına bebeği sabitlemek. Sonuç mükemmeldir. Az önce karşı binadan sesi duyulacak ölçüde bağır çağır ağlayan bebek kendisi değilmiş gibi hemen başka bir moda geçilir. Gözünden süzülen son damla yaş yanağında kurur, soluk alıp vermesi yavaşlar, ağlamaması için eline tutuşturulmuş oyuncak yavaş yavaş ellerinin arasından kayar. Reklamlar bittiğinde ise acısı hemen aklına gelir ve kaldığı yerden ağlamasına devam etmek ister. Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakılır, o esnada anneyle göz göze gelinir, çene hafif hafif titrerken, alt dudak köşeleri aşağı doğru istemsizce büzülür, ‘’Evet anne gördüklerin 100
doğru, ha ağladım ha ağlayacağım” mesajı bırakıldıktan sonra sıra, işi eyleme dökmeye gelir. Yüksek perdeden sesler çıkarmak için derin bir nefes tam alınmıştır ki başka bir kanaldaki reklam hemen imdadımıza yetişir ve bebeğin ağlama sebebi kendisinde bir sır olarak kalır.
Üretilme amacı ne olabilir acaba? Kürdan makinesinin işlevi Mısır piramitlerinin yapılışı gibi daima bir sır olarak kalacaktır. Şimdilerde reklamları izlerken, reklam tam bitmek üzereyken neyin reklamının yapıldığını anlıyoruz o kadar. İçerik ve nesnenin akıl almaz alâkasızlığı insanı çoğu zaman dehşete düşürüyor. Ürünle bağlantısız görüntüler, sözler, canlandırmalar, maskotlar kendi alâkasızlıkları içinde yeni bir anlam üretiyor ve diğer ürünlerle satılmak istenen ürünün arasındaki fark, anlam transferleriyle karşılanmış oluyor. Coca Cola’nın yeni yıl reklamı sözlerine bakalım;
Bir bebek ve ben bu büyülü ekran karşısında aynı şekilde kendimizi kaybediyoruz. İşte tam da burası tuhafıma gitti. Neydi bu reklamlar, nasıl icat olunmuşlardı, amaçları neydi, kimin için çalışıyorlardı, gizli bir tarikat olabilirler miydi!? Yoksa bu da yüzümüzü dönmekten boynumuzun tutulduğu Batının bir oyunu olmasındı? Zaaflarımızı bulup, bunları ticarileştiren Batılı biliminin ne kadar saçma işlerle uğraştığı da bir gün bilimin konusu “Eskiden reklamların olabilir belki.
amacı, bilinmeyen
“Yeni umutlarla her güne başla, Bazen kaybettim sanırsın, Bazen de zorlaşır zaman, sevgiden kaybolmayan, hadi gülümse Her yeni yıl senin için yeni bir umut, bir arada artar mutluluk El ele artar mutluluk”
Eskiden reklamların amacı, bir nesne hakkında bilinmeyen bir nesne hakkında bilgi vermekmiş. O bilgi vermekmiş. O ürünün ne olduğu ve ne için üretildiği ürünün ne olduğu anlatılırmış. Yani tamamen üretim Masaya Cola gelir, kalabalık bir ve ne için üretildiği amacına odaklı bir bilgilendirme aile yemeği, insanlar mutlu, ortalık anlatılırmış. Yani şekli. Aynı ürünün binlerce bayram yeri gibi. Cola elden ele marka tarafından pazarlandığı uzatılır herkes gülücükler saçar tamamen üretim bir dönemde satılacak şeyin işlevi falan. Tabii bu sadece reklamın amacına odaklı bir üzerinde durmak, onu satmak arka fonundaki şarkı. Bir de hem bilgilendirme şekli.” için asla bir sebep olamıyor. Hatta bu şarkıyla hem Cola’yla ilgisi şimdilerde satın alınan çoğu olmayan cümleler ekranda belirir. şeyin bir işlevinin dahi olmadığını düşünürsek Şarkıya dönelim; durum daha vahim bir hale gelebiliyor. Mesela umut, kaybetmek, gülümsemek, yeni yıl ve artan kürdan makinesini düşünelim. Karşılaştınız mı mutluluk… Bunların hiç birinin ne sebebinin bilmiyorum, ben de kendisiyle ilk defa evimizin ne de sonucunun Cola olmadığı apaçık ortada mutfağında karşılaştım. Kürdanların içine iken, şarkıda yaşamla ilgili çok genel hâllerden oturduğu bir haznesi var ve kenarındaki minik bahsedilirken, Cola’nın bunlarla ilgisini düğmeye basınca size bir adet kürdan uzatıyor. düşünürken, bir İngiliz bir Fransız ve bir Türk Gülmekten yerlere yatabiliriz, sandalyeden uçağa binsin ve sonra teker teker atlasınlar, düşebiliriz, bunu eve alan şahısla günlerce alay bizi bu işe bulaştırmasınlar. Sonuca geliyoruz, edebiliriz. Ben düğmeye basacağıma kürdanı verilmek istenen mesaj; hangi durumda almak için elimi uzatsam aynı ölçüde enerji olursan ol üzgünken, mutluyken, yılmışken, harcarım. Bu aleti üreten adam ifşa edildiği kaybetmişken hep Coca Cola’yı hatırla, unutma, takdirde ülkesini terk etmeli ya da başına kese unutturma! kâğıdı geçirerek dışarıda gezmeli. 101
Ha bir de Cola’nın Ramazan özel reklamlarını da hatırdan çıkarmayalım.
sloganlar reklam dilinde hatırlanabilme ve kişisel iletişime geçebilme konusunda önemli yer tutar. William Bernbach; “İnsanları heyecanlandıran şey sadece ne anlattığınız değil bunu nasıl söylediğinizdir” der. Dolayısıyla reklamın dili, bize reklamın stratejisi hakkında yeterince ipucu verir. Örneğin kozmetik reklamlarında reklamın dili daha çok görsel olarak kendini gösterir. Diğer reklamlara oranlara kelimeler daha az yer tutar, görüntüler ve müzik ön plandadır. Reklamı izlerken çoğu zaman o görüntüleri zihnimizde onaylamadan geçemeyiz. Aklımızdan geçen onay cümleleri reklamın bizle iletişime geçtiğinin kanıtıdır. Bir şampuan reklamında reklamın ilk cümlesi şöyledir; “Kepek probleminiz mi var?” Saçları parlak ve yumuşacık olan bir adam ekranda belirir sağ eliyle saçlarını geriye doğru atar ve bizim saçlarımızın da onunki gibi olabileceği kulağımıza fısıldanır.
Oyunun bir diğer kuralı ise markayla duygusal bağ oluşturulmasıdır. Reklamın ürettiği imajlarla, markalarla zihnimizde onlara ait bir anlam dünyası oluşur. Her marka-imaj kendi anlam dünyasını hatırlatır ve o anlam dünyasında kendimize yer buldukça duygusal yakınlaşmalar başlar. Hayallerimizi çalıp bize kendi ürettiği hayal dünyasını satmaya kalkar. Sadece bu da değil bize bir yaşam tarzı sunar, bizi ulaşmamız gereken hedefler noktasında yönlendirir. İkea katalogları evlerimizi bizim yerimize çoktan dizayn eder. Kalabalık bir aile yerine anne baba ve tek çocuktan oluşan bir aile profilinin bize daha uygun olduğunu anlatır. Genelde arabaları olur, bayramlarda otellere tatile giderler, kredi kartlarının sunduğu bol taksitler ocaklarına incir ağacı dikmek yerine hayatlarını nasıl da kolaylaştırır, giyim kuşam Her şey yolundadır her zaman tek tiptir, giysiler kısacası. Hasta yepyenidir. Her şey yolundadır olmazlar, evlerine kısacası. Hasta olmazlar, evlerine haciz gelmez, kötü bir hastalığa haciz gelmez, yakalanmazlar, ideal kiloda ve kötü bir hastalığa uygun vücut ölçülerindedirler, bir yakalanmazlar, ideal gökdelende ofisleri, ofisin önünde arabaları hazır bulunur, ağlamazlar, kiloda ve uygun vücut üzülmezler, şişmanlamazlar, ölçülerindedirler, hormonları bozulmaz, varoluş bir gökdelende sancıları çekmezler. Tüm bunlar bize reklamın ideolojik arka planını ofisleri, ofisin net bir şekilde açıklar.
Gizli bir örgüt gibi her tarafımızı kuşatır ve gözlerimizi onlardan ayırmamamız için her şeyi yaparlar. Duraklarda, metroda, tramvayda, sokaklarda, caddelerde, bilboardlarda, göklerde, yerlerde, duvarlarda, gökdelenlerin tepesinden tutun rögar kapağına kadar her yerde onlara rastlayabiliriz. Okuldan ya da işten çıktığınız yorgun bir günde kafanızı otobüsün camına yaslayıp dışarıyı izlemek sadece bir göz yorma, zihin bulandırma işlemine önünde arabaları döner. Hızlı hızlı gözünüzün hazır bulunur, önünden geçerler, bazen aynıları Her tür duygunun, hayalin, hazzın, tekrar eder. Kafayı sıyırdıysanız isteğin kullanılarak bir imaj ağlamazlar, bunu bir oyun haline getirip onları yaratılması ve karşılığının satın üzülmezler... saymaya başlayabilirsiniz. Eğer alma biçiminde olması için gerekli televizyonun başındaysanız uzun olan her şeyi feda etme konusunda bir süre geçtikten sonra reklamları izlemeye ilkeli bir disiplin görüyoruz. Ortak özellik olarak; daldığınızı fark edersiniz ama iş işten geçmiş, her ürün kendi kategorisi içinde en iyi olduğunu mikroplar hızla vücudumuza yayılmıştır. iddia eder. Her zaman mutlu sonla biter. Susuzluk hiçbir şey, reklam her şeydir. Reklam Reklamın sunduğu çözüm her zaman bir şeyleri önemli bir şeydir. İyi seyirler. daha iyiye götürmek içindir. Soru cümleleri, eksiltili cümleler, ikna cümleleri, kısa kısa 102
104
Hakikatin peşinde olmak. Başka hiç bir şeyin değil. Ama öyle bir peşinde olmak ki, her şeyini kaybetmeyi göze alarak. Arkanda en ağır hüzünleri bırakırken bile hâlâ hayaller kurabilmek. Her gittiği yere ve kurduğu her eve bu hayalleri götürmek. Yurdunu, memleketini, evladını, dostunu, eşini, işini her şeyi ama her şeyi kaybetmenin ağırlığını adaletin, özgürlüğün ve insanlığın terazisine bindirmek. Sonra da arkana bakmadan hep daha iyiye, daha güzele dair kırılmaz bükülmez bir ümit taşımak. Hakkı söylemek. Başka hiç bir şeyi değil. Ama öyle bir söylemek ki her şeyini kaybetmeyi göze alarak. Tedbirli davranmak, sesini bir süreliğine çıkarmamak, kurbağayı ürkütmemek, takiyye yapmak değil, illâ hakikati haykırmak. Başkaldırmak, zalime karşı durmak, itirazcılardan ve asilerden olmak, hakka tapmak, adalet istemek, eliyle diliyle kalbiyle kavgaya girişebilmek, yüzsuyu dökmemek, saklamamak, saklanmamak. Hakkaniyetsizlere, zorbalara, haysiyetsizlere, tamahkârlara, hırsızlarına ne kadar öfke doluysan; ailene, eşine, dostuna o kadar sevgi dolu, merhamet dolu olmak.
Çocuğuna arkadaş, eşine yoldaş olmak. Yalanı dolanı olmamak, saf olmak ama safa yatmamak. Sözünü söylemek için ikinci bir kişiyi beklemeyen adam olmak. Kanaatkâr olmak, tamahkâr değil. Azla yetinmek, çokla övünmek
Uzun Hikaye Arkana bakmadan hep daha iyiye daha güzele dair kırılmaz bükülmez bir ümit taşımak. Ahmet Kılıç
değil. Az olanı paylaşabilmek, çok olanı daha da çoğaltmaya çalışmak değil. Azimli olmak, ihtiraslı değil. Ne kadar zor değil mi? Hepsinin bir arada olmasını beklemek. Ama imkânsız değil. Az bulunan, numunelik kabilinden belki, ama
105 105
yok değil. Uzun Hikaye filminde hepsini görmek mümkün. Mustafa Kutlu’nun aynı adı taşıyan kitabını Osman Sınav filme uyarladı. Deli Yürek dizisinin hemen sonrasında bu filmi yapmak istese de kendisinin ifadesiyle “her filmin de bir kaderi” olduğundan bu zamana nasip olmuş. Sosyalist Ali’nin hüzünlü ama umut dolu hikâyesi anlatılıyor Uzun Hikaye’de. Zor bir yaşam onunki. Sürekli bir yerden bir yere sürüklenen, gariban ama dürüst bir adam Sosyalist Ali. Lakabı, haksızlıklara karşı koyan karakterinin ve de o yıllarda göç ederek geldiği Bulgarsitan’ın komünist rejiminin ‘getirisi’dir. Ali, Bulgar göçmeni bir aileden geliyor. Babasını kaybetmiş, annesini ve diğer aile fertlerini Kırcaali’de bırakmış ve dedesiyle Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçabilenler kervanında yer almış. Dedesinin hemşehrilerinden birilerinin yardımıyla Eyüp Sultan’da bir eve yerleşebilmişler. Dede-torun sırt sırta vermişler ama Ali ortaokulda okurken dedesini de kaybedince bir daha beraber
oturdukları eve giresi gelmemiş. Tahsili de yarım kalmış, lakin okumaya merakı azalacağına daha da artmış. Sosyalist bir kitapçıda çalışırken çok okumuş, hatta yazmaya da burada başlamış. Çok neşeli bir adam, muhabbetli. Karısına deliler gibi âşık. Karısı da ona her daim saygılı ve
Başkaldırmak, zalime karşı durmak, itirazcılardan ve asilerden olmak, hakka tapmak, adalet istemek, eliyle diliyle kalbiyle kavgaya girişebilmek, yüzsuyu dökmemek, saklamamak, saklanmamak.
hayran. Ali’nin göçebe yaşamı dedesiyle başlamış, sevdiği kızı kaçırmasıyla devam etmiş. Etmiş etmesine de bir daha da sonlanmamış. Hep bir göç etme hali ve hep trenle yapılan yolculuklar var onun hayatında.
Film -ya da hikâye mi demeliyollarda başlıyor, yollarda bitiyor. Uzun hikâye olmasının anlamı da burada saklı. Böyle gelmiş böyle gider demek istercesine. Ali’nin diyardan diyara taşıdığı hak mücadelesi oğlu Mustafa’nın ağzından üç evrede anlatılıyor: Mustafa’nın küçüklük, ergenlik ve gençlik dönemleri. Bu dönemlerin hepsinde Ali’nin hakikati ayakta tutmak adına giriştiği kavgalar ve sonrasında baba-oğulun göç etmek zorunda kalışları vurgulanıyor. Çocukluk evresi, Ali’nin otoriteyle olan mücadelelerinden birinin anlatılması ve annenin ölümünden ibaret. Geldikleri kasabada tren istasyonu görevlisinin yardımıyla kullanılmayan bir vagonu onarıp kendilerine ev yapıyorlar. O kadar mütevazı ve o kadar samimi ki, keşke ben de orada yaşasam hissi uyandırıyor insanda. Kanaatkârlığın başka türlü bu kadar güzel izahı yapılamaz diye düşünüyorum. Filme tekrar dönelim. Ali’nin tahsili yarıda kalmış olsa da okuma yazmaya olan merakı mert kişiliği ile birleşince ortaya tam bir “baş belası” çıkıyor yeni geldikleri kasabada. Daha kasabaya geldikleri ilk gün bir orta okulda kâtiplik gibi bir iş buluyor kendine. Okul müdürü Nemrut gibi bir adam. Uğradığı bir haksızlık sonucu haktan, adaletten, eşit bölüşümden bahsetmesi o
106 106
yıllarda birisinin ayağını kaydırmak ve “sosyalist” olmak için yeterli bir sebep. Sonuç malum. Ali o gün işten atılıyor. Bu sırada anne ikinci çocuğa hamiledir, hastalanır ve hastaneye götürülse de kurtarılamaz. Çocuk anne babasını bekler, ancak gelen trenden sadece baba iner. Filmin en hüzünlü sahnesi burası. Öyle ki filmdeki anlatım kitaptaki anlatımdan çok daha etkili denilebilir. Özellikle Ali rolündeki Kenan İmirzalıoğlu’nun oyunculuğu zirveye ulaşmış diyebilirim. Karısı rolündeki Tuğçe Kazaz’ın oyunculuk tecrübesi olmamasına rağmen kısa süreli rolünün altından kalktığını da eklemek gerekir. İkinci bölümde 50’li yılların “devlet” kafasına da bürokratik despotluğuna da sık rastlamaya başlıyoruz. Ali başına bela almak için uğraşmaz ama bela ne edip edip kendisini bulur. Sosyalist lakabı gittiği yerlere kendisinden önce varır. Biraz okuması var ve biraz da itirazcı bir yapıya sahip ya, artık devletin hedefi olması için başka sebep aramaya gerek yoktur. Hâlbuki Ali bir çok yerde kendisinin sadece lakabının öyle olduğunu, buna çok da itibar edilmemesi gerektiğini ısrarla söyler veya ima eder. Cuma namazlarına gider ve Allah kelamını ezberden okuyacak kadar bilgilidir. Okuma yazması olmayan bir ülkede Ali gibi biraz bu işlere
merakı olan adamlar en kötü ihtimalle arzuhalcilik yapabildiği için Ali de bu işi yapmaya başlar yeni geldiği kasabada. Herkes tarafından sevilir, herkese yardım eder, sempatik ve dürüst bir adamdır. Ama şer güçler her zaman olduğu gibi huzura çomak sokmaktan geri kalmazlar. Ali burada da zabıta amirinin o zamanki adıyla çarşı ağasının ve dolayısıyla belediye reisinin gözüne batar. Ali okuma yazmaya meraklı demiştik. O yıllarda da ev basıp “muzır neşriyat” aramak en kolay yaftalama yolu. Ali bu kasabada da daha fazla barınamayacağını anlar ve yine düşer yollara. Özellikle bu bölümde Mustafa Kutlu’nun o küçük kasabayı tasvirindeki güzelliği ve Osman Sınav’ın bunu perdeye taşımadaki başarısı takdir edilmeli. Bazı sahneler gerçekten rüya gibi, masal gibi. Üçüncü bölümde Hanyeri Kasabasındayız. Ali orta yaşlarında, oğlu yirmili yaşların başındadır artık. Yeni geldikleri kasabada Ali bir kitabevi devralır ve biraz da ilgili olduğundan eski halinden daha iyi bir duruma getirir burayı. Ali’nin oğlu Mustafa, Savcı Bey’in kızına bu kitabevinde aşık olur. Bu sırada Ali de kasabanın Yeşil Hanyeri Gazetesi’nde yazmaya başlamıştır. Savcı, Ali’nin gazetede yazılarını bilhassa ve bir maksatla takip etmektedir. Savcı bey aradığı fırsatı Ali’nin particilikle ilgili
bir yazısında bulur. Hakkında iddianame düzenler. Ali tutuklanır. İlk duruşmada çıkacağına inancı tamsa da, sonuç beklediği gibi olmaz. Durum Ali için de Mustafa için de çekilmez bir hal almaya başlamıştır artık. Mustafa bir yandan aşık olduğu kızı, öbür taraftan babasını düşünmek zorunda kalır. Ali’nin yaşadığı belirsizliklerin aynısını oğlu Mustafa’nın da yaşamaya başlaması bu hikâyenin neden “uzun hikaye” olduğunu da anlatır esasında. Bir kısır döngü değil hep yeni bir başlangıç olarak. Filmden hakkaniyet ve adalete bağlı bir şekilde, biraz hüzünlü ama çok umutlu çıkıyorsunuz. Mustafa Kutlu hikâyeleri hep böyledir. Aşırı drama, bunalım, kaygı veya korku değil; sevgi, hakikat ve ümitle doldurur insanın içini. Zaten herhangi bir şey sizi iyiye, güzele ve adalete yönlendiriyorsa oradan iyi bir iş çıkmış demektir. Bu film de işte öyle şeylerden bir şey. Filmin sonu da kitaptaki gibi değil. Ama kitap böyle bitse neden böyle bitti denemeyecek kadar güzel olurdu. Zaten Osman Sınav filmi böyle bitirirken Mustafa Kutlu’dan icazet almış. Ayrıca filmdeki Safiye Ayla’dan “Ah Bu Gönül Şarkıları”nı dinlemek çok hoş oldu. Filmin senaristi; yani kitabı filme uyarlayan isim Yiğit Güralp. Doludizgin Yıllar
107 107
ve Kavak Yelleri dizisinin ilk sezonunun senaristi. Mustafa Kutlu Türk insanını çok iyi tanıyan ve ondan hep umutlu olan bir yazar olmasının yanında modernitenin bizi nasıl yabancılaştırdığını; köklerimizdeki kanaatkârlığı, mütevazılığı ve sadeliği hatırlatarak anlatmayı tercih etmiştir. Köyü kasabayı anlatmasındaki sebep sadeliği anlatmanın yanında toprağa yani öze fıtrata yakın olmak gereği ve isteğidir. Mustafa KutSözünü lu özlediği bu sadeliği, söylemek iman amel için ikinci bütünbir kişiyi lüğünü sağlamak beklemeyen istercesine adam hikâyeleriolmak. nin diline de yansıtmıştır. Sade anlatımın derin anlamları sırtladığını görmek Mustafa Kutlu okumakla mümkün olabilir ancak. Son tahlilde kör göze parmak da olsa söylüyorum: Ne yapıp edip Mustafa Kutlu okumaya devam edin. Hiç okumadıysanız daha fazla beklemeyin. Gidin en yakın bir kitapçıya, alın bir kaç kitabını. Bir de küpe çiçeği ile saka kuşunu bir yere not edin.
Erdem Bayazıt, 1939 Kahramanmaraş doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne askerlikle ara veren şair, askerlik sonrasında tahsil hayatına artık Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde devam eder. Öğrenimini 1971 yılında bitirir ve hayatına memur olarak devam eder. Henüz öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başlamış olan Bayazıt, Edebiyat ve Mavera dergilerinin kurucuları arasında yerini alır. İlk şiir kitabı olan “Sebeb Ey” 1972 yılında, son şiirleri “Risaleler” adı altında 1987’de çıkmıştır. Bu iki kitap İz Yayınları tarafından “Şiirler” adı altında 1992 yılında bir arada basılmıştır. 1981 yılı Temmuz
için şiir mantığı ile sade ve yalın bir dille yazmıştır. 1992 yılında Erdem Bayazıt İstanbul’a yerleşir. Evli ve dört çocuk babası olan Bayazıt’ın şiir ve yazıları Açı, Hamle (Kahramanmaraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayınlanmıştır. • Şair, 5 Temmuz 2008 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bilgisayarımın tuşları ve başparmağımın oynatmasıyla fareyi, bir dosya açıyorum yazıya ve sonra ilk cümleyi böyle yazıyorum şairden alıntıyla:
Şair’in Şehir’le Savaşı: Erdem Bayazıt
“Makinalar bir elin başparmağını çarmıha geriyorlar ”
Nebiye Arı Çelik
ayında bir firmanın film ekibiyle beraber Afganistan’a doğru yola çıkan şair Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu’ndan oluşan çekirdek bir kadro ile birlikte Pakistan’ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezer. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı “İpek Yolundan Afganistan’a” adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’nü kazanır. Yazmak eylemini ortaokulda başlatan Şair, şiirlerini toplum
108
Utanıyorum bariz, Erdem Bayazıt’ın şiirlerine dair bir yazıyı word dosyasına sıkıştırmakla, bir ağaç parçası ve mürekkep izi yok ellerimde. • Şair, doğumundan beri süregelen yaşamda modernizmin ve teknolojinin getirileri olan “gelişmeler” sonucunda dönüşen insana rağmen, ince bir ruhu taşıyor bedeninde. Birçok şair gibi, toplumun şuursuzca tekrarladığı davranışlardan kendini uzaklaştırıyor. Yalnız bu soyutlama, halkı küçümsemek veya ötelemek değil, sürü psikolojisinden sıyrılmak olarak yorumlanabilir.
“Onlar bir gemiye bindiler -- ben ona günah yüklü gemi dedim Onlar oturup tasmalarından ötürü gönendiler -- ben onlara gölge dedim Halbuki bana bakıp yadsıyorlardı / benim onları tasmalarından ötürü küçük gördüğüm belliydi / benim onları başında ve sonunda sevdiğim belliydi / ama anlaşamadığımız muhakkaktı. Ama gölgeler giysilerle ilgileniyorlardı / utanıyordum Hep araçlardan söz ediyorlardı / ben utanıyordum Sonra bir çağ geldi / baktım kafamda karıncalar vardı / sonra yapılardan yollardan bıkmıştım / ıssız sokaklar beni ürkütüyordu / kötü meydanlarda boğuluyordum / suları borulara almalarına kızıyordum / hele hele hep düğmelere basıp yaşamalarına çok çok içerlemiştim / sonra kalkıp afrikaya gittim / ohh afrikaya.” Şair, şehirde yaşayan bir insan olmasına rağmen şiirlerinde devamlı olarak olumsuzladığı bir simge var ki o da ‘Şehir/kent’. Şiirlerinde şehri ve şehir insanlarını; karamsarlık, umutsuzluk, tahammülsüzlük, sürekli yorgunluk, umarsızlık duygularıyla betimliyor. “Dedim ya şimdi bütün kent bir adama yöneldi durmuşlar bir meydanda bekleşiyorlardı / bir şeyler anlatıyorlardı / biri vardı iyi ettim de şemsiyemi aldım diyordu / besbelli yağmurdan korkmuştu / öteki övünüyordu yiyeceklerini unutmadığından ötürü / hele biri vardı bayağı kızıyordu karanlık adamların sarı idamlığı hâlâ getirmediklerine.” ‘Boşluk-lu yaşamak’ adlı şiirin bazı satırlarını alıntılayarak; Şair asılacak bir adamdan söz ediyor ve onun idamını izlemek için toplanan heyecanlı kalabalıktan. Erdem B., şehrin insanlarını daha çok ‘kalabalık’ olarak betimliyor. Onları kendi kişilik ve karakterlerinden ayırarak toplumla beraber büründükleri şehir insanı olma sıfatıyla topluca anıyor. Bir adam asılıyordu kalabalık nezdinde ve belki bu, çağa uymanın şiir diliydi. Adam asılıyor ve insanlar hâlâ kendi hayatlarından veya adamla ilgili olmadık ayrıntılara takılıyordu. Bir can çekiliyor ve insanlar asılmaktan ayakları moraran adamın canavar olduğunu haykırıyor, seviniyorlardı. Şair bir satırıyla biz şehir insanlarının da canını alıyordu; Adamın göğe bakmayı unutması, bu beni boğacak. “Duvarlar çıkıyor önüme Şehrin mahpus yüklü duvarları Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın 109
Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede Şehir soyunmuş diyor biri Şehrin elbisesini çalmışlar Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle Mor bir kabus çöküyor üstümüze Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle” Ve şehrin beton yapıları, duvarları, apartmanları şehir insanından ağaçları alıyor, yani yeşilliği, insanın maneviyatını biraz da. Çünkü şair, bir ağacı büyütüyor içinde, bir ağacın yasını tutuyor. “Altımızda kayan bu ölü şehri durdursana” “Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya boşalan bir deniz gibi Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu. Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar Gidip gelmelerim bu dar sokaklarda İnsanların koşup dolduğu bu dar yapılarda Bir kısır döngüye girmek için bütün çabalar Biz bunun için mi geldik.” Şair, bu gürültülü çağda yaşamanın amacını sorguluyor, bu dünyada varoluş amacı doğayı sorumsuzca bozmak ve fıtrata ters ahlâksız bir şehir hayatı değildi. Makinelerin düzeninden şiirlerinde bahseden şair, insanların da bu düzende yaşadığını ve kendini buna zorladıkları halde anlam veremediğini dile getiriyor. İnsanlara hizmet amaçlı üretilen makinalar fakat öyle bir süreçten geçiliyor ki bu aşamada insanlar makinelerin hizmeti için düzenleniyorlardı. Ve bu mekanik düzen, şehir insanını erdemlerden uzaklaştırıyordu. Modernitenin teknolojisi, ahlâkıyla birlikte geliyor insanı etkiliyordu. Ekonomi burcundan adlı şiirinde ‘Yarınlara kilitlendik’ diyor şair ve ilerlemeye dayanan modern anlayışı eleştiriyor. İnsanların sürekli geleceklerini beklediğini fakat şu an yaşadıkları geleceği anlamadıklarını söylüyor.
Ve şehrin beton yapıları, duvarları, apartmanları şehir insanından ağaçları alıyor, yani yeşilliği, insanın maneviyatını biraz da.
“Geliyoruz işte Yiyip bitirmek Gülmek ve eğlenmek Ezmek ve ezilmek Tüketmek tükenmek için Harmanlamak ve savrulmak Sapı samana Unu kepeğe katmak Yaşamın anasını satmak için!” 110
Aynı şiirinin sonunda ilerlemeci modern anlayışın mantığının nereye vardığını, insanların sürekli üretimde bulunmasının devamlı ve anlamsız bir tüketimle alâkalı olduğunu söylüyor. Tüm bunları yapmanın bizi Yaşamak’ tan uzaklaştırdığını çarpıcı bir ifadeyle dile getirerek bitiriyor şiirini. Modern şehir hayatında insanlar Şair için yaratılış ahlâkından/fıtrattan uzaklaşmışlar çoktan ve bu ahlâkın yitirilişini ölümle adlandırıyor. Sanki bir veba dadanmış da kurutmuş karakterlerimizi. Kadınlar annelikten, erkekler savaştan ve çocuklar oyundan uzaklaşmış olarak nitelendiriliyor şiirlerinde. “Haydi sığının şehirlere Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze Kalsın titrek ve mavi elleriniz Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz” Modern şehrin bunca yırtıcılığına karşın Şair neyi arzuluyor? Şair şehrin karşısına neyi koyuyor dediğimiz zaman bir çok simge çıkıyor karşımıza.
Modern şehir hayatında insanlar Şair için yaratılış ahlakından/fıtrattan uzaklaşmışlar çoktan ve bu ahlakın yitirilişini ölümle adlandırıyor.
“Ey insan ey şimdilerde hep bir beklemeye duran Duy zaman içre sürüp gelen bu sesi Sürüp gelen çağlardan çağlara Renk veren tarihe yeşil çağlayan Savaşçı yüreğinden savaşçı yüreğine Cezayirden senegalden Yüreğimin içine Boğaziçine Kelimelerden bir kelime diken yeryüzüne. Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun İnsan barışa dursun selama dursun zaman Sabır savaş zafer. Adım : MÜSLÜMAN.” Bazen ‘Hilafet-i İslamiye’ diyor, bazen Rasullullah sevgisini işliyor satırlarında, asr-ı saadete koşup koşup dönüyor sevinçten etrafında, 1400 yıllık bir tarihi anıyor ve arıyor özlem dolu dizeleriyle. Ümmet olma anlamındaki ‘biz’in kaybedilişini sorguluyor sakin ve üzgün. Kalabalık’ın karşısında kırların çobanını, çöllerin Dervişini, İnsanların Sadık olanını ve elçilerin Emin olanını konumlandırıyor. “Onlar gittiler Topraktan bir işaret taşıyarak alınlarında Ben şimdi bu yanda Gerilmiş bir an gibiyim Doğumla ölüm arasına.” 111
Şehri sevmezken dağları, ovaları, nehirleri, toprağı, çiçeği severek anlatıyor ve diyor ki : “Ve yakıştırmasını bil üstüne ey ademoğlu /Usta bir makasla biçilen toprağı.” Dağlar şiirinde uzaklaşmışlığın verdiği bir kızgınlıkla vitrinler ve mağazaları göğsünde gururla taşıyan şehrin göz bebeği bulvarların dengeyi bozan bir unsur olduğundan yakınıyor. “Kim bizi senden koparan Hangi ses çağıran bulvarlara Dengemizi bozan intihar vitrini bulvarlara.”
Ve yaşlanan her insanın ‘ah o eski …’lerden bahsetmesi kaçınılmaz oluyor. İnsan, modern bilim aracılığı ile doğanın genleriyle oynuyor.
Ağaç yaşayan bir tefekkür kalesi, beton binaların kıpırdamayan yapılarına karşın, doğan-büyüyen ve ölen, sararan, pembeleşen, göğsünde çiçekler büyüten bir mucize. En çok da bir mucize olarak bize yaratıcıyı hatırlatandır bir ağaç. Belki de bu yüzden yaprağı, yeşili ve doğayı kutsamaktan bahsediyor şiirinde. Şair kendini ağaçla özdeşleştirmeyi ve ağaçtan bahsetmeyi seviyor, şehrin tam karşısında konumlandırıyor.
“Bir ağacı büyütüyorum her yerimle Bir ağacı uyguluyorum -- her şey bir ağaç düzeninde -Yerde gökte ve her her yerde Dallarında ben ağacın incecik köklerinde Boğuluyorum -- bağlanıyorum -Ben mezarların karanlık çağına dayanıyorum.” İnsanlar sadece kendi fıtratlarını değiştirmekle kalmayıp doğaya da müdahale ediyorlar. Ve yaşlanan her insanın ‘ah o eski …’lerden bahsetmesi kaçınılmaz oluyor. İnsan, modern bilim aracılığı ile doğanın genleriyle oynuyor. Bu sebeple şair birilerinin arayışta olmasını umuyor ve ağlayan - yorgun bir karakter profili çizerek, şehrin yıprattığı insanın arayışından bahsediyor. Şair şehri anlatırken kapıldığı umutsuzluktan, Doğadan ve İslam’dan bahsederek uzaklaşıyor ve bir ışık yakıyor, umut ışığı. Sıkıntı kendisini sardığında denize, göğe, dağlara bakıp biraz olsun rahatladığını söylüyor. Doğa’da bir huzur yakalıyor şair, doğada bir şiir. “Sabah oluyor yalın ayak koşuyoruz yeni bir çağa Derin asfaltları duyuyoruz Sıcaklığını duyuyoruz Bazen bir serinlik doluyor içimize Ayaklarımızdan. Göğü kapatan çatıları yıkıyoruz ellerimizle Ve sunu iyi anlıyoruz En iyisi yürüyerek gidilir yaşamağa.”
112
Erdem Bayazıt, tüm bunlardan sonra şehrin sıkıntılarına kendi içinde bir çözüm aramak ve bulmak noktasında satırlar dizerken, diğer insanlar yani kalabalık için bir durdurma planı düşünüyor. Akıp giden bu duyarsız ve hisleri yıpranmış kalabalığı uyarmayı bir borç biliyor. Modern şehrin doymak bilmez alma ihtiyacına karşılık bir bomba geliştiriyor dizelerinde : ‘Vermek hep vermek için’ hem de kalabalıklara vermek, hem de yorulmaksızın denemek. Öyle faydasız ve gelişigüzel bir çabayla değil, yürek ve gönül derinliğiyle birlikte. Çünkü İslam’da vaat edilen dağıttıkça çoğalan bir iyilik, verdikçe bereketlenen güzel amel. Ve şair -aşkın bir adı da yorulmamaktır- diyor, bereketten başka. “Haydi gel sevgilim Bir daha deneyelim Bir kere daha kesmek için yolunu kalabalıkların Yüreğimizden gönlümüzün derinliğinden Vermek hep vermek için Çünkü dağıttıkça çoğalır bizim zenginliğimiz Aşkın bir adı da berekettir” Şair, kalabalıkları ta’zir etmekle yetinmiyor ve onları kırlara çağırıyor. Tüketimden ve ahlaksızlıktan sıyrılıp fıtratlarına dönmelerine yardımcı olacak bir özgürlüğe ulaşmalarını istiyor. Ölmek üzere olan bir kente yardım eli uzatıyor.. Ey kabına sığmayan kırlar! Ey kabuğunda can çekişen kent! Kimsenin efendisi değilsin kırlarda Kendinin bile Her şeyin kölesisin şehirlerde Kendinin bile! Ey şafak uyandır bizi öperek alnımızdan Ey doğa emzir ruhumuzu Ey şehir kovma bedenimizi kapından Ey aşk merdiveni ulaştır bizi cennetine!
Şair, kalabalıkları ta’zir etmekle yetinmiyor ve onları kırlara çağırıyor. Tüketimden ve ahlaksızlıktan sıyrılıp fıtratlarına dönmelerine yardımcı olacak bir özgürlüğe ulaşmalarını istiyor.
Bulvarlardan, meydanlardan, vitrin ve elbiselerden, arabalardan ve tonlarca ağırlığında bombalardan, insansız uçaklardan ve doyumsuz şehvetten kurtulup yürümenin ve koşmanın, arınmanın ve dirilmenin mekânı olan kırlara çağırıyor. Şair bizi kırlardan müteşekkil bir Hira’ya çağırıyor.
113
Gülcan Tezcan’la Sinema Üzerine
Huri Küçük
Özgür Açılım Platformu bu hafta sinema eleştirmeni, yazar Gülcan Tezcan’ı ağırladı. Film Arası dergisinin yayın ekibinde yer alan Gülcan Tezcan’la yapılan söyleşide sinema ile ilgili yayınlar, Türk sinemasının mevcut durumu, Müslüman kesimin hem üreten hem de izleyici olarak sinemayla ilişkisi, yerel kültürün sinemadaki temsil sorunu ve şehir tiyatrolarının durumu konuşuldu.
Konuşmasına Film Arası dergisi hakkında kısaca malumat vererek başlayan Tezcan, 90’lı yıllarda yayınlanan Kültür Dünyası, Sarmaşık Kültür, Cemre ve devamında gelen Mesut Uçakan’ın çıkarttığı Sonsuz Kare gibi dergiler haricinde Müslüman camianın sinema üzerine ya da kısmen sinemayla ilgili ortaya koyduğu pek fazla yayın olmadığını belirtti. Tezcan’ın verdiği bilgiler ışığında 114
Film Arası dergisine bakacak olursak dergi, kendisinin de söylediği gibi “Türk sineması ve yerellik” ekseninde ilerlemektedir. Söz konusu dergilerin “sinemaya bakış açımızın nasıl olması gerektiği, sinemada nasıl bir yol izlememiz gerektiği” konusunda ortaya fikir atan dergiler olduğunu belirten Tezcan, Sonsuz Kare dergisinden sonra uzunca bir boşluk dönemi olduğunu dile getirdi.
Tezcan’ı ağırladığımız dönemde kendisinin Yılmaz Erdoğan’la yaptığı röportajda Yılmaz Erdoğan’ın dile getirdiği bazı fikirleri belli kesimlerden önemli tepkiler aldı. Bu röportaj aynı zamanda “Muhafazakâr Sanat” tartışmalarının sürdürüldüğü bir döneme denk geliyordu. Yılmaz Erdoğan, verdiği röportajda halk ile sinema arasındaki kopukluğa işaret ederek hem kendisine hem de sektöre bir öz eleştiri yapıyordu. Gelenekle bağın koparılmasına vurgu yapan Yılmaz Erdoğan, “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, aziz Allah dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan” şeklinde bir örnek vererek durumu açıklamak istemiştir. Bunun üzerine Yılmaz Erdoğan çeşitli çevrelerce iktidar yalakalığıyla suçlandı. Aslında Yılmaz Erdoğan’ın burada yaptığı bir şekilde toplumla arasındaki mesafeyi sorgulamaktır. Tezcan bu noktada Yeşilçam’ı eleştirerek “Halit Refiğ hariç Yeşilçam döneminde sinemacıların toplumla mesafelerini, toplumla neden ters düştüklerini sorgulamadıklarını” belirtti. Söyleşide değinilen bir diğer konu da sinemada “Müslüman Kimliği” görünür kılma konusuydu. Tezcan bunun “izleyicinin gözüne sokularak” değil, estetik ve sanatsal kaygılar güdülerek yapılması gerektiğini savundu. Tezcan bu konuda Semih Kaplanoğlu’nun Bal filminde yer alan miraciye okunması ve gölgesi suya düşen ayın su üzerinde ikiye ayrılması sahnelerinin iyi birer örnek teşkil ettiğini belirtti.
“Müslümanlar nasıl filmler izlemeli” sorusuna karşılık Tezcan bu konuda hikâyenin ve mesajın çok önemli unsurlar olduğunu söyledi. Tezcan Açlık filmini örnek göstererek “Hikâye o kadar bağlayıcı, mesaj o kadar güçlü oluyor ki o çıplaklığı bir süre sonra görmüyorsunuz” dedi. Bununla birlikte Tezcan filmde verilen mesaj üzerinden, ticari sinema diyebileceğimiz “insanın ruhunu ve gözünü kirleten” filmlerle gerçek anlamda mesaj içeren filmler arasında bir ayrım yaptığını dile getirdi. Bu konuda Kara Köpekler Havlarken, Başka Semtin Çocukları, Köprüdekiler gibi filmlerde küfürlü sahneler olsa da önemli milliyetçilik eleştirileri yapmaları açısından izlemeye değer olduğunu vurguladı. Bu noktada Tezcan ideoloji tuzağına düşmeden meseleyi insani noktadan bakarak anlatmak gerekliliğinin altını çizdi. Vicdani Ret konusuna da değinen Tezcan, bu hususta yukarıda söz ettiği çizgi doğrultusunda filmler çekilmesi, çalışmalar yapılması gerektiğine dikkat çekti. Tezcan, yine kendisini ağırladığımız zamanda gündemde büyük bir yer tutan Şehir Tiyatroları üzerindeki düzenlemeye ilişkin görüşlerini de dile getirdi. Tezcan tiyatroların “özerk bir yapı olmakla beraber her tarafı kapsayan bir yapısı olması 115
gerektiğini” söyledi. Yine tiyatroya dair hayatta ne varsa birebir sahneye konmalı fikrine karşı çıkarak “bu şekilde ortaya konulan eserlerin, meselenin insan ruhuna yansımasını, insan ruhunu ne hale getirdiğini göstermediğini; bununla birlikte tacizi, tecavüzü, şiddeti sıradanlaştırdığını” belirtti. Tiyatro konusunda Tezcan “Müslüman Camianın tiyatrocu ve eserler açısından kendisini eleştirmesi gerektiğini, neden tiyatrocu yetiştiremediğini sorgulaması” gerektiğinin de altını çizdi. Söyleşinin sonunda ise sinema ve dizilerin bakış açımızı nasıl etkilediğine değinildi. Tezcan tecavüzcü ile evlenme vs gibi anlam dünyamıza birebir zıt olan durumların, diziler yoluyla normalleştirildiğini vurguladı. Yine Türkiye’de siyasi açıdan tansiyonun ve kutuplaşmanın yüksek olduğu dönemleri konu alan dizilerde sağ sol karakterlerinin çok belirgin çizgilerle iyi- kötü şeklinde karakterize edilmesini eleştirdi.
Film Önerileri
Sinema fikrin, idealin, hayalin, tecrübenin, mizahın ve yaşanmışlığın bir arada, bir perdede sunulması sanatıdır. Diğer sanat dallarından farklı olarak daha kolay ve daha etkilidir. Bu yönüyle de her türlü propagandaya, müstehcenliğe, istismara açıktır. Sinemanın bu özelliğinin istismar edilmesinden rahatsız olan bir grup gencin, menfi tesirleri olmayan, kaliteli, üzerine münazara edilebilecek, istifadeye açık filmlere ulaşmak, bu filmleri filmseverlere ulaştırmak için ‘sinemahal’ isminde bir sinema eleştiri sitesi açma hazırlığında olduklarını öğrendik ve bu minvalde kendilerinden bir film seçkisi hazırlamalarını istedik. Dini, insani ve kültürel değerlerin istismar edilmediği bir sinema derdi olan; bu dertten mülhem film eleştirisi yazacak, film söyleşileri yapacak ‘sinemahal’ ekibiyle tanışıp dertlerine ortak olmak istiyorsanız kendileriyle irtibata geçebilirsiniz: iletisim@sinemahal.com
Modern Zamanlar / MODERN TIMES ABD / 1936 / Charles Chaplin / Komedi / 87 dk. Yönetmenliğinin yanı sıra, senaryosunun, müziklerinin ve başrolünün de Charles Chaplin’e ait olduğu Modern Times, “Başaracağım! Bir evimiz olacak, bunun için çalışmam gerekse bile…” idealiyle hareket eden Chaplin’in, bizlere sadece çekildiği yıllara ait değil, günümüze ve muhtemelen geleceğe de dönük harika bir sistem eleştirisini sunmakta. Sanayileşme, Polis Devlet
Dr. Strangelove ABD-İngiltere / 1964 / Stanley Kubrick / Savaş, Komedi / 95 dk. Kara mizah ustası Stanley Kubrick’in çift kutuplu dünya düzenindeki hassas(!) siyasi dengeleri işlediği bu başyapıt, dünyanın kaderinin kimler tarafından hangi “su”dan sebeplerle çizildiğini anlatmakta. Kara mizah ve siyaset severseniz, işte sizlik bir film. Siyaset, Güçlü Ordu Güçlü Dünya
Kelebek / PapIllon ABD-France / 1973 / Franklin J. Schaffne / Biyografi, Suç, Dram / 150 dk. Umudun, dostluğun, fedakârlığın, vefakârlığın ve özgürlüğün tavan yaptığı bir film Papillon. Umudunu yitirmenin sıradanlaşmayla ve bayağılaşmayla eşit olduğu hapishanede, umudun ne derece sürdürülebilirliğini anlatmakta. Özgürlük, Dostluk, Umut
Vaatler Ülkesi / ZIemIa ObIecana Polonya / 1975 / Andrzej Wajda / Dram / 179 dk. Harika bir kapitalizm eleştirisi olma özelliğine sahip film, 20. yüzyılın başlarında bir Polonyalı, bir Alman ve bir Yahudi’nin ortak bir tekstil fabrikası kurma uğruna giriştikleri çabaları anlatmakta. Kapitalizm, Sadakat, Para
116
Hazırlayan, Sinemahal
Dersu Uzala Japonya / 1975 / Akira Kurosawa / Macera, Dram / 144 dk. Kurosawa’nın Rashomon’dan sonra tekrar sinemaya dönüş filmi olan Dersu Uzala, bir avcı ve bir kumandanın Sibirya ormanlarında yollarının kesişmesiyle başlayan dostluklarını sunmakta. Filmi nitelemek için kullanılabilecek anahtar kelime: “doğal” olmalı. Yolculuk, Dostluk, Doğallık
Reis Bey Türkiye / 1990 / Mesut Uçakan / Dram / 80 dk. Necip Fazıl Kısakürek’in aynı isimli tiyatro eserinden uyarlama film, önüne gelen vakaları konumunun getirdiği bir ceberutlukla ele alan bir ağır ceza reisinin verdiği bir karar neticesinde hayata bakış açısındaki değişimi anlatmakta. Adalet, Merhamet
Baba / Pedar İran / 1996 / Majid Majidi / Dram / 96 dk. Ülkemizde Children of Heaven(1997) başta olmak üzere, Color of Paradise(1999), The Willow Tree(2005) filmleriyle tanınan İranlı yönetmen Majid Majidi’nin diğer filmlerine kıyasla gölgede kalmış filmidir Pedar. Babasının vefatı sonrası çalışıp para getirmek için şehre inen bir çocuğun, döndüğünde bir üvey babasının olduğunu öğrenmesi sonrası gelişen olayları anlatır. Üvey baba-oğul, fedakarlık, yol
Patch Adams ABD / 1998 / Tom Shadyac / Biyografi, Komedi, Dram / 115 dk. Eğitim de çoğu zaman “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” bir sistemler mekanizması içerisinde sunulur bizlere. Ya sevmeli ya terk etmeliyizdir; tabi var olan “zorunlu” bir eğitim değilse. Peki katlanılmak zorunda mıdır bu işleyişe? Tabii ki hayır, bunun için gerekli olan, düzene uygun olmayan ve bedel ödemeyi de göze alan bir zihin: Patch Adams. Sabır, Umut, Eğitim Sistemi
Birleşik Güvenlik Bölgesi / JoInt SecurIty Area Güney Kore / 2000 / Chan-wook Park / Savaş, Dram / 110 dk. Güney Kore - Kuzey Kore sınırında gerçekleşen bir olayın aydınlatılma sürecini işleyen film, dünya üzerinde ülkeler arasında var olan sınırların yapay olduğunu ve aslolanın kardeşlik olduğunu gözler önüne sermekte. Kardeşlik, Cetvelle Çizilen Sınırlar
117
Unutulmaz Titanlar / Remember The TItans ABD / 2000 / Boaz Yakin / Biyografi, Dram, Spor / 113 dk. Spor türü filmler genel itibariyle aynı konu işleyişine sahiptirler, bu filmde de bu işleyişi görmek mümkün. Filmin diğer türlerinden farkı ise bu konuyu siyahlar ve beyazlar arasındaki çekişmeyi iyi bir senaryo ve oyunculukla işlemesinde. Dostluk, Azim, Eğitim
Büyük Yolculuk / Le Grand Voyage Fransa-Fas-Bulgaristan-Türkiye / 2004 / Ismaël Ferroukhi / Dram / 108 dk. Faslı yönetmen Ismaël Ferroukhi filminde, aralarında hiçbir ortak nokta olmayan, kültürüne sıkı sıkıya bağlı bir babayla, Fransa’da doğup büyümüş ve kültürüne fransız kalmış bir oğlun hac yolculuğunu anlatıyor. Yolculuk, Kültürel farklılık, Fıtrata yabancılaşma
Sarı Köpeğin Yuvası / DIe Höhle Des Gelben Hundes Almanya-Moğolistan / 2005 / Byambasuren Davaa / Dram / 93 dk. Moğol yönetmen Byambasuren Davaa’nın muhteşem manzaralara sahip, tabiatla iç içe ve son derece naif bu filmi, Moğolistan’da göçebe yaşayan 5 kişilik bir ailenin gerçek hikayesini anlatmakta. Oyuncular da bu ailenin gerçek fertleri. İçinizi ısıtacak, manzaralarıyla hayran bırakacak bir yapıt. Doğallık, Aile, Masumiyet, Özgürlük, Şehir
Black Hindistan / 2005 / Sanjay Leela Bhansali / Dram / 122 dk. Bollywood sinemasının ses getiren yapımlarından olan film, hayata geleneksel kalıplardan bakan bir ailede dünyaya gelen ve 2 yaşında geçirdiği bir hastalık neticesinde kör ve sağır kalan bir kız çocuğunu yaşamının karanlıklarından kurtarmaya çalışan bir öğretmenin çabalarını sunmakta. İzlenip üstüne konuşulası değil; düşünülüp ders alınası bir filmdir. Umut, Sabır, Yaşama Sevinci
Dünyadaki Yıldızlar / Taare Zameen Par Hindistan / 2007 / Aamir Khan / Dram / 165 dk. Yönetmen Aamir Khan’ın, başrolünü de üstlendiği, köhnemiş eğitim sistemine harika bir eleştiri mahiyetindeki iki filminden ilki. -Diğer film 3 İdiots(2009)- Yaşantısı içerisinde “çocuk” olan herkesin mutlaka izlemesi gereken, sımsıcak, gülümseten ve duygu yüklü bir film. Eğitim Sistemi, Dostluk
118
Kar / SnIjeg Bosna Hersek-Almanya / 2008 / Aida Begic / Dram / 100 dk. Aida Begic’in ilk uzun metraj denemesi olan film, savaş sonrası Bosna’da, yaşlı bir adam ve küçük bir çocuk haricinde bütün erkeklerini kaybetmiş bir köydeki kadınların mücadelesini anlatmakta. Umut, Savaş, Kadın
Kız Kardeşim / Mommo Türkiye / 2009 / Atalay Taşdiken / Dram / 94 dk. Atalay Taşdiken’in yazıp yönettiği film, annesiz büyüyen iki çocuğun hikâyesini anlatıyor. Hikaye dokunaklı, esaslı, bizim topraklara ait, doğal. Kardeşlik, Masumiyet
Aslı Gibidir / CopIe Conforme Fransa-İtalya-Belçika / 2010 / Abbas Kiarostami / Dram / 106 dk. İranlı yönetmen Kiarostami’nin oldukça bol ve uzun diyaloglar içeren filmi Copie Conforme, bir adam ve bir kadının hayalle gerçek arasında bir mekânda yaşadıkları, gerçek mi kurgu mu olduğu belli olmayan bir ilişkiyi anlatmakta. Kiarostami’nin tavsiye diğer iki filmi: Close up(1990), Taste of Cherry(1997) Sanat eseri, Orijinallik, Kainat, Evlilik
Bal Türkiye, Almanya, Fransa / 2010 / Semih Kaplanoğlu / Dram / 103 dk. Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta(2007), Süt(2008) filmleriyle başlattığı üçlemenin son filmi Bal. Yumurta’da Yusuf’un 40’lı yaşlarını ve annesinin vefatı üzerine kasabaya gelişi; Süt’de, 17 yaşında annesini ve doğduğu kasabayı terk edişi anlatılmıştı. Bal’da ise; 7 yaşında babasını kaybedip annesiyle beraber yaşayan Yusuf’un çocukluğu anlatılıyor. Rüya, Gerçek, Aile, Çocuk, Baba-Oğul
Ateşin Düştüğü Yer Türkiye / 2012 / İsmail Güneş / Dram / 105 dk. 90’lı yıllarda Çizme(1991) filmiyle tanıdığımız İsmail Güneş’in “yer” üçlemesi filmlerinin –ilk ikisi Gülün Bittiği Yer(1999) ve Sözün Bittiği Yer(2007)- sonuncusu olan Ateşin Düştüğü Yer, bir babanın canı pahasına üzerine titrediği kızının, “töre”dir diyerek ölümünü üstlenmesiyle başlayan süreci anlatmakta. Kadın, Töre
119
Kırmızı Balon / Le Ballon Roug Fransa / 1956 / Albert Lamorisse / Aile, Fantastik / 34 dk. Film, küçük bir çocukla kırmızı bir balon arasındaki arkadaşlığı sade, içli ve sevgi dolu şekilde anlatmakta. Yok denecek kadar az diyalog olmasına rağmen, duygusallığını seyircisine çok iyi yansıtmakta. Arkadaşlık, Masumiyet
Ev Karadır / Khaneh Siah Ast İran / 1963 / Füruğ Ferruhzad / Belgesel / 20 dk. 1960’lı yılların başında, Yönetmen Ferruhzad’ın toplum tarafından adeta tecrit edilmiş cüzzamlıların içine girerek çektiği belgesel-kısa film. Ötekileştirme, Cüzzam, Dua
Çekirgeler / Cavallette İtalya / 1990 / Bruno Bozzetto / Tarih, Komedi, Savaş / 9 dk. Dünya tarihinin ve savaşlarının kısa bir özetini sunan animasyon-kısa film. Youtube aracılığıyla izlemeniz mümkündür. Dünya Tarihi, Savaş, İktidar, İdeolojiler
İstihdam / El Empleo Arjantin / 2008 / Santiago Grasso / Komedi, Dram / 7 dk. Kölelik bitmiş miydi? İnsanlar kimin için çalışıyor? Dünya üzerinde yerim/konumum ne? Bu kadar kısa süre içerisinde ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi, El Empleo bilumum video siteleri üzerinden izlenilebilir. İşçilik, İnsan, Kapitalizm
Cemiyet / Gemeinschaft Türkiye / 2008 / Özlem Akın / Dram / 4 dk. Toplumun “yeni” olanı istememe anlayışını ele alan Kafka’nın aynı ada sahip eserinin Özlem Akın tarafından kuklalarla yapılmış bir animasyon-kısa film hali. Cemaat, Cemiyet, Toplum, Dışlama
120
Tasar覺m: Ammar K覺l覺癟
Belgesel Önerileri SANS SOLEIL Fransız yönetmen Chris Marker’in 1983 yılında çektiği Sans Soleil filmi, ismini Modest Mussorgsky’nin ‘Güneşsiz’ adlı şarkısından almıştır. Filmdeki arka metin olmaksızın sadece akıp giden görüntüler izleyicisini, kendisine sunulan gerçekliğin yoruculuğuyla yüz yüze bırakmaktadır. Filmde anlatılan Japonya, âdeta görüntüler eşliğindeki sesin gücüyle sayfalarını çevirdiğimiz büyükçe bir hatıra defteridir. Japonya artık Yasujiro Ozu’nun sükunet dolu insanıyla Akira Kurosawa’nın tuttuğunu koparan samuraylarından ibaret değildir; insanlarla dolu sokaklarındaki basit kutlamalarıyla, metro ve trenlerdeki uykulu yolcularıyla, zorunluluğa matuf tapınakları ve gelenekleriyle parlamayan bir güneştir.
COSMOS ABD’li gökbilimci Carl Edward Sagan tarafından 1978 yılında hazırlanan belgesel dünya üzerinde en çok izlenen belgesellerden biri olmuştur. Carl Sagan halk kitlelerinin ilgisine sunulmayan bilimin, mutlu bir azınlığın ayrıcalığı olmaktan kurtarılması ve popülerleşmesi amacıyla yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Zamanında TRT’de yayınlanmış olan 13 bölümlük belgesel serisinin, her kesimden insana hitap edebilir anlatımı ile evrenin başlangıcı, bilimsel ve felsefi teoriler, Mars’ta yaşam, doğal seleksiyon, galaksiler, gezegenler, evrim ve insan beyni gibi çeşitli konular hakkında oldukça doyurucu ve ayrıntılı bilgiler edinilebilmek mümkün.
MAN ON WIRE 11 Eylül 2001’de belki de ABD’de eşi görülmemiş bir saldırıya maruz kalan ikiz kuleler 1970’li yılların en yüksek kuleleri arasında yer alıyordu. Belki herkesin dikkatini ve ilgisini çekiyordu ama birisi vardı ki kuleler onun hayalini başka türlü süslüyordu. Fransız Philppe Petit’in bütün istediği ikiz kuleler arasına bir tel germek ve üzerinde yürümekti. Petit, bu fikre ikna ettiği arkadaşlarıyla sekiz ay süren bir hazırlık ve araştırma döneminden sonra 7 Ağustos 1974 tarihinde, ikiz kulelerin güvenlik sistemini aşarak ve bütün malzemeleri bir şekilde binalardan içeri sokarak bu hayalini gerçekleştirir. Bir saate yakın ip üstünde kalır, dans eder. Neden böyle bir “suç”a kalkıştığına akıl sır erdirilemeyen Petit, akıl sağlığı kontrolden geçirildikten sonra kısa süreli tutuklu kalır ve ardından da serbest bırakılır.2008 yılı en iyi belgesel Oscar’ını alan Man on Wire, James Mars’ın yönetmenliğinde bu hikâyeyi bir kez daha hayata geçiriyor.
Exit Through The Gift Shop Belgesel, yaptığı muhalif tarzdaki duvar resimleriyle ünlü olan ‘gerilla sanatçı ‘ Banksy aracılığı ile Thierry Guetta’nın hikâyesini anlatıyor. Thierry Guetta’nın hayatının her anını kamerayla kaydetmek gibi bir bağımlılığı var. Fakat bu çekimleri tamamen bilinçsizce yapıyor. Graffiti sanatçılarıyla tanışıp onların her anını kaydetmeye başladıktan sonra ise Banksy ile tanışma hayalleri kurmaya başlıyor ve sonunda bu oluyor. Sonrası ise Banksy’nin duvar resimleri kadar çarpıcı, düşünsel ve ironik. Sanat hakkındaki algıları Banksy’nin diğer tüm çalışmaları gibi her anlamda tersyüz eden çalışma belgesel mi, kurgulanmış bir film mi yoksa bir şaka mı belli değil, fakat ünlü olmayı reddettikçe ünlenen, buna rağmen kimliğini gizlemeye devam eden bu adamı tanımak için olamasa bile anlamak için güzel bir fırsat.
122
Hazırlayan, Yasemin Üstünsoy
BARAKA Mistik kökenli bir kelime olan baraka soluk, kutsama, yaşamın özü gibi anlamlara geliyor. Bu belgesel ile özdeşleştirmeye niyetlendiğimizde ise bu anlamlardan çok daha fazlasını hak ediyor. 6 kıtada 24 farklı ülkeden görüntülerin harmanlanmasıyla oluşturulmuş belgeselde büyük formatlı 70 mm kameralar kullanılmış. Görüntüler muntazam fakat müziklerle birlikte yaptığı etki, hakikat kavramı üzerinde derin bir düşüncenin içine çekiyor insanı. Zaman, sonsuzluk, hiçlik gibi kavramlarla ilgili esin veren filmin akışı, ani bir gürültü ve kaos ile sarsabiliyor izleyeni. Joseph Campbell’in “The Power of Myth-Mitin Gucu” adlı yapıtındaki fikirleri üzerine kurulmuş belgeselde hiçbir diyalog yok. Kelimelerin kıymetli olması bir yana, onlar olmadan neler yapılabileceğini gözler önüne seriyor Baraka.
MAN WITH A MOVIE CAMERA Sinema tarihinin en önemli filmlerinden olan Kameralı Adam’ın yaratıcısı Sovyet sinemacı Dziga Vertov kuramsal açıdan da büyük önem taşıyan Sine-göz kuramının da baş mimarıdır. Kurgu’nun gerçekliği çarpıtarak, izleyiciye onu unutturmaktan başka bir işe yaramayan bir afyon olduğunu düşünür. Yaşamıyla sosyalist bir ülkenin ilk zamanlarına tanık olan Vertov, bu zemin üzerinden yola çıkarak Kameralı Adam’ı kurgusuz, dekorsuz, oyuncusuz bir şekilde çeker. Bir Sovyet şehrinin sabah gün doğumundan gece gün batımına dek tanık olduğu her şey kameralı adamın gözünden aktarılır. Kurulmuş bir makine gibi işleyip giden hayatlarına karşı koymayan insanların, sokakların, evlerin, caddelerin kısacası şehri şehir yapan her şeyin çıplak bir şekilde anlatılışını içerir. Ama tek başına bu gerçeklik bile dipte bambaşka bir kurgunun eseri gibidir sanki.
WASTE LAND “Hayatta her şeyim olup da hiçbir şey istemeyeceğime, hiçbir şeyim olmasın her şeyi isteyeyim çünkü bir şeyler istemek hayatı yaşamaya değer kılıyor” diyor Vik Muniz. Ve hayatlarında hiçbir şey olmayan, Rio’daki dünyanın en büyük çöplüğünde geri dönüşüm toplayıcılığı yapan Catadorlara, her şey demek olan umudu hatırlatıyor. Geri dönüşüm materyallerini kullanarak, birlikte muhteşem sanat eserleri oluşturuyorlar, proje bittiğinde yaşananlar ise sanatın daha önce hiç şahit olmadığımız kadar insani bir yönünü seriyor gözler önüne. Yalnızca bir takım materyaller değil, vicdanlar, yaşamlar ve hayaller de yenileniyor.
COLLAPSE Çöküş olarak çevirebileceğimiz Collapse, Amerika’da bir polis teşkilatında memur olarak görev yapmış olan Michael Ruppert ile yapılmış röportajdan oluşan, izle ve izlet şeklinde kategorize edebileceğimiz belgesellerden. Michael Ruppert tüm içtenliğiyle petrolün dünyayı sürüklediği tehlikenin uyarısını yapıyor. Medeniyetin petrol üzerine kurulduğuna ve üretimin tüketimini karşılayamayacağı günlerin geleceğinin yakın olduğuna ikna etmeye çalışıyor. O günler geldiğinde medeniyetin tam anlamıyla çökeceğini söyleyen Ruppert, çözümün ise tarım toplumuna geri dönüş olduğunu vurguluyor. Daha önce 2008 krizini öngörmüş olan Michael Ruppert, yeni bir krizin alarmlarını çalıyor, fakat söylediğine göre bu kriz sadece ekonomik olmayacak.
123
THE POWER OF MYTH The power of myth-Mitolojinin Gücü yaşamını mitolojiye adamış Joseph Campbell ve gazeteci Bill Moyer arasında ki diyaloglardan oluşuyor. Mitolojinin hala günümüzde olan etkileri ve mitolojiye duyduğumuz ihtiyaç üzerine yapılan konuşmalarda, kültürün ve toplumun mitler ile şekillendiği iddia ediliyor. Aşk, evlilik, hikâyeler, destanlar ve bazı dini ritüeller gibi, modern yaşamın unsurlarını mitoloji bağlamında ele alarak ilginç tespitler yapılıyor. Yazı dahi bulunmadan önce var olan mitler, farklı toplumlarda ve çağlarda çeşitli değişimlere uğramasına rağmen içerisinde, özü hep aynı kalan bazı temalar barındırıyor, Joseph Campell’e göre bu temalar insanoğlunun evrensel ve değişmez doğrularını ortaya koyuyor.
THE Corporation Tüm bu belgesellerin içerisinde en etkileyici olanlardan birisi The Corporation-Anonim Şirket şüphesiz. Endüstri çağında doğmuş olan ‘Anonim Şirket’in başlangıçta masum bir şekilde kamu yararına hizmet amacıyla kurulduğunu anlatması ile başlayan hikâye şirketlerin nasıl küresel bir güç haline geldiğini ve üretim kandırmacası ile insanlığa nasıl bir tuzak kurduğunu gözler önüne seriyor. Tüzel kişilik olan şirketlerin hukuksal açıdan birey ile ahlak ve vicdan kavramları dışında hiçbir farkı yok. Belgeseldeki en ilginç noktalardan biri ise şu; paradan başka hiçbir misyonu olmayan bu ‘kişiler’ psikopatlık belirtilerinin tümüne sahip. Medya şirket ilişkisi, ucuz iş gücü ile zenginleşme ve hatta ilaç sanayinin insan dışındaki tüm yaşam formlarına patent alabilme hakları gibi çarpıcı gerçeklere maruz bırakan belgeselin keyifle izlenmeyeceğini belirtmekte fayda var.
The Century of the Self S. Freud’un bilinçaltını araştırma tekniklerinin, kitlelerin isteklerini belirlemede kullanılarak ihtiyaç kültürünün arzu kültürüne nasıl dönüştürüldüğünü anlatıyor belgesel. Seri üretim malları bilinç dışı arzularla ilişkilendirilerek insanlar sadece arzulamak ve sadece tüketmek için eğitiliyor. Ülke açısından önemi vatandaşlık değil tüketicilik olan insanlar, tüketerek bencil arzularını tatmin ediyor ve bu sayede uslu çocuklar haline gelerek kolayca yönetilebiliyorlar. Kitle manipülasyonunun ilk kahramanlarından olan Edward Bernays’ın ise kitleler için kullandığı başka bir tabir var; aptal. Bu ifade oldukça acımasız olsa da, belgeseli izlerken bu tabiri kullananlar tarafından nasıl kontrol edildiğinizi fark ettiğinizde, sandığınız kadar akıllı olmadığınızı fark edeceksiniz.
INSIDE JOB Kapitalizmin berbat yüzünü gösteren belgesellerden biri de Oscar ödüllü Inside Job. İç işler olarak çevirebileceğimiz belgeselin ismi içeriğiyle oldukça örtüşüyor. Tüm dünyayı etkileyen bir çok kişinin aç ve işsiz kalmasına sebep olan 2008 ekonomik krizinin arka perdesini ve tabir yerindeyse iç işlerini ortaya seriyor. Amerikan bankalarının kendi başınalığı ve bu durumun global etkileri göz önüne seriliyor ve dünyayı yöneten tek şeyin para olduğu gerçeğini bir kez daha suratımıza çarpıyor.
124
Food inc Çiftlik üretiminden tamamen uzaklaşarak endüstriyelleşen besin üretim sektörünü ele alan belgesel “yemekten önce izlemeyin” sloganıyla anılıyor. Beslendiğimiz gıdaların hangi şartlarda üretildiğini, ne şekilde pazara sürüldüğünü ve şirketlerin devletle kurmuş olduğu mutualist ilişkileri, insan sağlığı, işçi hakları, hayvan hakları açılarından inceliyor. Marketleri süsleyen çeşit çeşit paket gıdalar, her mevsim bulunabilen ve tazeliğini her nasılsa kaybetmeyen meyve ve sebzeler, birçok üründe kullanılan genetiği değiştirilmiş mısırlar ile hızla yayılan tehlikeli hastalıklar arasında kafamızda beliren ilişki “Size rızık olarak verdiklerimizden temiz olanlardan yiyiniz” ayetini de gerekçelendiriyor aynı zamanda.
TAXI TO THE DARK SIDE Dilaver 22 yaşında Afgan köylüsü bir taksi şoförü.1 Aralık 2002 günü her zaman olduğu gibi taksisine birkaç müşteri alıyor fakat bu 3 müşteriden sonra kendisinden haber alınamıyor. Dilaver hakkında 5 gün sonra gelen haber ise şu: öldü. Terörist olduğu iddiasıyla Amerikan askerleri tarafından gözaltına alınan ve tamamen masum olan Dilaver işkencelerin 5. gününde dayanamayarak ölüyor. Belgesel, Dilaver’in öyküsü üzerinden Bagram’dan Guantanamo’ya Amerika’nın hapishane, işkence ve sorgu politikalarını mercek altına alıyor. ABD hükümetinin kendi yarattığı savaşın içerisinde ilan ettikleri savaş suçlularına, gözaltı ve soruşturmalar sırasında uygulanan şiddet ve işkenceye göz yummasını ve savaşın gidişatına göre revize ettikleri sorgulama kanunlarını sert bir şekilde ortaya koyuyor ve birçok ödül alıyor.
An Inconvenient Truth Uygunsuz Gerçek isimli belgesel filmde, küresel ısınma problemlerini gündemde tutmak ve bu konuda halkı uyarmak üzere yola çıkmış ABD’nin eski başkan yardımcısı Al Gore’un hayatı anlatılıyor. 2000 seçimlerinde ABD başkanlığını kaybeden Al Gore, kıyamet senaryolarını anımsatan acı felaketlerin önlenmesi için hala bir şansımız olduğuna dikkat çekiyor. ‘Küresel ısınmayı politik bir sorun gibi göremeyiz, bununla ilgili alınacak önlemler herkesin ahlaki görevi’ diyor fakat belgeseli izlerken Al Gore’un ABD siyasetinin merkezinden biri olduğunu ve tüm bu anlatılanların bir çeşit iktidar savaşı olabileceğini göz ardı etmemekte fayda var.
PLANET EARTH Planet earth-Yeryüzü, 11 bölümden oluşan bir doğa belgeseli dizisi. Doğa mucizevî güzelliklerle dolu, onunla ilgili çekilecek her görüntü hayranlık verici, her belgesel izlemeye değerdir mutlaka ama BBC yapımı bu belgeselin görüntü kalitesi başka hiçbir doğa belgeselinde göremeyeceğiniz kadar yüksek. Planet Earth doğanın hiç bozulmamış tüm bu güzelliklerini çıplak gözle göremeyecek olma talihsizliğine yerinde bir alternatif denilebilir. Fakat bizim yaşadığımız ve belgeselde gördüğümüz ‘dünyaların’ aynı küre üzerinde olduğuna inanmak oldukça zor.
125
TRIUMPH OF THE WILL 1935 yılında çekilmiş olan belgeselin orijinal adı Triumph des Willens. Özgün adından anlaşılacağı üzere Almanya yapımı ve Nazi Partisi’nin 6. kongresinin görüntülerinden oluşuyor. Belgesel propaganda amacıyla Adolf Hitler’in isteği üzerine çekilmiş ve filmin adını Hitler bizzat kendisi koymuş: İradenin zaferi. Politik yanı bir yana sanatsal ve teknik açıdan oldukça başarılı olduğunu aldığı ödüllerle kanıtlamış, tarih boyunca yapılmış en etkili ve başarılı propaganda filmi. Fakat II. Dünya Savaşı’ndan sonra ‘politik yanı bir yana’ denilmemiş ve gösterimi yasaklanmış, yönetmeni Leni Riefenstahl ise savaş suçlusu olarak yargılanmıştır.
IRAQ IN FRAGMENTS Bombalanma görüntüleri ile acı bir şekilde zihnimize kazınan Irak , ‘Irak Paramparça’ belgeselinde savaş sonrası görüntüleriyle karşımıza çıkıyor. James Longley medyanın gösterdiklerinin aksine Irak halkına veriyor sözü. Üç bölümden oluşan belgeselde, ilk bölüm 11 yaşındaki Muhammed’in hikâyesi ile başlıyor. Çıraklık yapan ve okulda başarısız olan Muhammed aracılığı ile Irak’ın işgali, Şii-Sunni gerginlikleri ve bunların yol açtığı hayal kırıklıklarına şahit oluyoruz. Necef’te çekilen ikinci bölümde, Mukteda el-Sadr’ın öncülüğünü yaptığı Şii hareket ekrana yansıtılıyor. Belgeselin son bölümünde ise Bağdat yönetimine isyan eden Iraklı Kürtler ve onların bağımsızlık mücadeleleri bir baba ve oğlun gözünden izleyiciye sunulmuş. Yönetmen, olağan Irak yaşantısına genel bir bakış ortaya koyuyor fakat filmin Irak hakkında sadece fikir verebileceğini, gerçeğin çok daha karışık olduğunu belirtiyor.
Compassion and wisdom Dünyanın en iyi Budist öğretici ve öğrencileriyle yapılmış röportajlardan oluşan çalışma, daha önce nadir görüntülenebilmiş Hindistan, Nepal, Japonya ve hatta Amerika gibi çeşitli yerlerdeki Budist tapınakları, resimleri ve heykelleri de görebilmeyi mümkün kılıyor. Adı geçen Bodhisattva ise Budist düşüncede kendini tüm duyarlı canlıların Budalığa ulaşmasına adamış kişi. Bunun için vazgeçilmez olan, rehber niteliğinde iki temel unsur var: Sevgi ve hikmet. Aslında herkesin sahip olmasını istediğimiz bu iki erdeme, Budizmde çok daha fazla anlam yükleniyor. Budizm’le tanışmak ya da hâlihazırda olan bilgileri derinleştirmek, amaç hangisi olursa olsun her ikisine de olanak sağlayan bugüne kadar bu konuda hazırlanmış en iyi belgesel diyebiliriz.
The Union: The Business Behind Getting High Yasa dışı olmasına rağmen esrar sektörü nasıl bu kadar büyük bir sektör haline geldi? Yasa dışı olan bu sektör nasıl oluyor da bu kadar zamandır hayatta kalıyor? Yıllık 430.000 ölüme sebep olan tütün hükümet tarafından desteklenirken, neden 10.000 yıldır kullanılan kenevir, tek bir ölüme ya da alkol gibi şiddete sebebiyet vermemesine rağmen yasa dışı dersiniz? Yasaklamanın bağımlılıktan korumak için olduğunu varsayalım, işe yaramış mı? Belgeselde tüm bu soruların cevabını bulacak ve duyduklarınıza şaşıracaksınız: esrar ya da kenevir, ismini bile duyduğumuzda tedirginlik yaratan bu bitki kahveden bile daha zararlı değil.
126
LIFE IN A DAY 24 Temmuz 2010.Herhangi bir gün esasında fakat bu proje ile herhangi bir gün olmaktan çıkmakla kalmıyor , ‘bir gün’ ile ilgili algımızda da değişiklikler yapmamıza sebep oluyor.24 Temmuz günü dünyanın her bir yanında insanlar o güne ait olağan yaşantılarının bir kısmını kamerayla kaydedip youtube’ a yüklüyor ve bunların arasından bir kısmı seçilerek kolaj yapılıyor. Ortaya ise temaşa edilesi görüntüler çıkıyor. Bir gün içinde yaşanabilecek birçok duyguyu bir araya toplayabilen deneysel film, duyguların ve bir günün evrenselliğini oldukça etkileyici bir şekilde anlatmış. Sahi siz o gün ne yapmıştınız?
GOD GREW TIRED OF US Sudan’daki iç savaştan dolayı mülteci kamplarına sığınmış gençlere Amerika vatandaşlığı verilmesinin ardından yaşadıkları hayatı, teknolojiden tuvalet kâğıdına kadar Amerika’yla tanışmalarını anlatan bir belgesel God Grew Tired of Us. Belgeselde sık sık Amerika reklamının yapıldığına şahit olsak da Sudan’da yaşananlarla ilgili arka planda zalimin ve mazlumun kimliği yoktur mesajını yakalayabilmek elzem olan.
INSIDE LSD LSD( Lizerjik asit dietilamin) 1943 yılında Albert Hoffman’ın solunum yolu hastalıkları için araştırma yaparken tahıl mantarı ergottan elde ettiği madde. O dönemlerde sanrı gördüren maddeler bilimde öncü sayılıyor. Ancak laboratuardan sokaklara taşınınca tehlikeli olmaya başlıyor. Belgesel LSD’nin keşfinden bu yana bilimde ve aynı zamanda toplumda yaptığı etkilerin ilginç serüvenini ortaya koyuyor. LSD ile ilgili gerçeği söylentilerden ayırmak adına LSD’yi mercek altına yatırıyor. Yanlış kullanımından dolayı yasaklanmış olmasını bir kenara koyarak, tıp alanında önemli buluşlara tanıyacağı imkân sebebiyle LSD’ye ve onun gibi maddelere farklı bir bakış açısı getiriyor.
127
Rüştü Hacıoğlu
Etyen Mahcupyan
İslamcılık, Milliyetçilik, Demokratlık ana başlıkları üzerinden Etyen Mahçupyan ve Berat Özipek ile zamanın ruhunu anlamaya dair kısa bir sohbet gerçekleştirdik Özgür Açılım için.
128
ve
Berat Ă–zipek
ile konuĹ&#x;tu
129
Berat Özipek Önce eğitimin öneminden bahsedelim değil mi? Cumhuriyetin kazanımlarından da bahsedebiliriz… Rüştü Hacıoğlu “İslamcılık”tan ne anladığımızla başlayalım mı? Etyen Mahçupyan Kimin “İslamcı” olduğunun çok belirli olmadığı, bunun da bir tür kendi akışkanlığı içinde çoğullaştığı bir dönemden geçtiğimizi düşünüyorum. Çünkü “küreselleşme” denen bir olay var. Dış politika ile iç politikanın iç içe geçmesi var. Bütün bunlar “hangi referansa bakarak İslamcı diyeceğim ben kendime?” sorusunu çok değişken hale getiriyor. Yani sırf gelenek, sırf kutsal kitap ya da bunlara bağlı ikincil kaynaklar değil artık. Sonuçta “İslamcılık” siyasi bir pozisyon olduğu için daha da böyle çünkü “hangi başka siyasetle kendimi daha yakın buluyorum?” dediğiniz zaman ve öte yandan bu siyasetler öyle çok püri pak hemen algılanabilen siyasetler değilken… Mesela “Filistin’in yanındayım” dediğiniz zaman “ ama hangi Filistin’in?” oluyor bu sefer. Hamas’ın yanındayım deseniz bile onun içinde de küreselleşmenin etkilerini yansıtan parçalar var. Dolayısıyla bir kere “İslamcılığın” da çok çeşitliliği var ve şunu görüyorum bugün; “İslamcı” demenin yeniden anlamlandırıldığı bir dönem. Hiç “İslamcıyım” diyemeyen ya da “İslamcıyım” demenin bir tür toplumun dışına kendi rızasıyla itilmek olduğu bir dönemden geliyoruz. Ama şimdi İslamcı dediğimizde bugünkü küresel dünyada anlamlı olabilecek bir “söz” de söylenebilir lakin şunu da görüyorum ki çok da anlamsız şeyler söyleniyor tartışmalarda İslamcılık adına. Yani tamamen afakî, hayali, çok çok normatif şeyler söyleniyor. Şöyle bir tenakuz olduğunu düşünüyorum: İslamcılık bir siyaset, bir kamusal alana müdahale olduğuna göre gerçekçi de olmak zorunda. Tamamen ideallerden giden bir İslamcılığın çok fazla bir şey söylemeyeceği kanaatindeyim. Ancak bir tür hem özgüven arayışı hem de kimliğini yeniden oluşturma çabası ve kimliğin içini doldurma çabası ama bütün bunların yanında da nasıl doldurulacağını bilemeyen geniş kitle, dolayısıyla da dışarıdan doldurulan da yeni bir kimlik görüyorum. B.Ö. Başka bir boyut daha eklenebilir belki bunlara. Bir, bilinçli bir tercih olarak, bir felsefi kaynak olarak, bir dünya görüşünün kaynağı olarak İslamcılık var; tercih edilen İslamcılık var. Bir de, aslında Türkiye koşullarındaki o sınıfsal ya da maddi ilişkiler anlamındaki ayrışmanın ürünü olarak insanların mecburen içinde oldukları, içinde dünyaya geldikleri bir kimlik olarak İslamcılık var. Çok geniş bir şemsiyede bu ikisi bir arada ve aslında birbiriyle tamamen alakasız. Eğer serbest tercihler söz konusu olsaydı, belki de hiç bir arada olmayacak isimleri de kapsayan çok geniş bir şemsiye diye düşünüyorum. Bir arkadaş diğerine “siz mecburiyetten Müslümansınız!” demişti. Yani seçeneğiniz olsaydı böyle olmayabilirdi. Çünkü gerçekten de birbiriyle uzlaştırmak mümkün olmayan çok temel ve siyasi olanın ötesinde ahlaki karşıtları da içinde barındıran çok geniş bir şemsiye bu. Galiba senin aradığın cevap birinciyle ilgili olanı. Yani, seçeneklerin olduğu bir ortamda, sınıfsal bir zorlamanın değil de, belki iradi bir tercihin ürünü olan bir felsefi hareket noktası olarak “İslamcılık”.
130
E.M. Evet! Bir cemaatten çıkarak İslamcı olmak var; bir entelektüel duruştan yola çıkarak İslamcı olmak var. Fakat bir de şimdi ilginç bir biçimde “ben İslamcı değilim!” diyen birçok Müslüman var. Özellikle “ben İslamcı değilim!” diyorlar. Benim gördüğüm kadarıyla onlar her ikisine de itiraz ediyorlar. Yani “ne cemaatçiyim, ne entelektüel varlığım beni o noktaya götürüyor” diyen insanlar. Bu çok yeni bir kuşak ve şöyle tersten bir şey söyleyebiliriz: bu kuşak eğer “esas İslamcı” olsaydı çok parlak bir gelecek olurdu Müslümanların önünde. Yani şu anda bir tür böyle hayalci, operatif bir İslamcılıkla, cemaatsel ve daha ontolojik bir İslamcılığın dışına çıkmış olarak gerçekten belki de yani bir tür – gene ben demokratlığı kullanacağım – demokrat zihniyetin içinden bir İslamcılığın mümkün olabileceğini söyleyen bir bakış bu. Gerçi burada İslamcılık bir siyaset; yani, bir dünya hayali var; fakat buraya nasıl gidileceği hakkında bir şey söylemiyor başta. Öyle bir şeyimiz yok. Onun nasıl kurulduğu esas önemli… R.H. Bu durumda bu “3.yolcu Müslümanlar” ı şöyle değerlendirmek mümkün mü: geleceği, kendilerinin kurucu değerleri yerine yani “kendi statik” değerleri yerine, herkesi içine alan ve kendilerini de uyumlu hissedecekleri biçimde kurma arayışı. Geleceği kurmakla ilgili “öngörülmüş, planlanmış, olması gerekenler” den ziyade, geleceği beraber kuracağı diğerlerini de sayan bir tutum arayışı mı? E.M. Burada bu “gelecek” sözcüğünün ben çok kritik olduğunu sanıyorum. Ne kadar farkındalar bilmem?… Okumalarımdan şunu görüyorum; diğer iki İslamcılık aslında geçmişte kalmış olan bir tür. Çünkü bir tanesi tamamen eski “asrısaadetin” yeniden gerçekleşmesi üzerine bir İslamcılık kuruyor; ötekisi de sadece cemaatsel varlığını rahatlatmak üzerine bir İslamcılık kuruyor ama ikisi de bugünün dünyasında yaşayabilir İslamcılıklar değiller. Bunun dışında da bir şey olmayacaksa İslamcılık olmayacak demektir ya da çok marjinal bir şey olacaktır ama eğer olacaksa o zaman senin de dediğin gibi gelecekle dolması lazım içinin. Yani öyle bir şey olmalı ki İslamcılık, İslamcı olmayanlara da anlamlı gelsin. Çünkü beraber yaşıyoruz ve gelecekle ilgili tahayyülüm onunla ne kadar uyuyor diye sorabileyim. Hâlbuki ben şu anda bakıyorum, asrısaadetçi İslamcıları okuyorum dediklerini hiç muhatap bile almıyorum çünkü yok, onlar yok zaten, olmayacaklar… R.H. O anlatıda da siz yoksunuz…
131
E.M. Öyle bir dünya yok ve hiç olmayacak. Realite değil yani. Beni siyasete davet eden bir olay değil. “Kimi davet ediyor?” dediğimde de belki küçük bir marjinalize olmuş entelektüel grubu davet edebilir ya da yeni bir cemaat üretebilir oradan. Ama şunu da söylemeliyiz, bu da biraz doğal. Bir özgürlük ortamı yaşıyor İslami kesim. Çok doğal olarak birden bire geçmiş kapanıp başka kapılar açılmayacağına göre, tabii ki geçmişten gelen süreklilikler içinde o arayışlar olacak, gidip gelmeler olacak. Anlayışla karşılanması da gereken süreçler. Sonuçta bakıyorsun, Türkiye ulusalcıların da olduğu, Ülkücülerin de olduğu bir ülke ve İslamcıların çeşitli kategorilerinin olmamasını beklemek bana pek normal gelmiyor. Bunların açıkça konuşulması, tartışılması çok değerli geliyor bana. Kimin pozisyonu ne olursa olsun en önemli şey sanki sana benzemeyenin önünde kendini konuşabilmen. Toplum olmanın en önemli şartlarından biri bu ve şu anda İslami kesim bunu yapmaya başladı. Başkalarının önünde, medyada, şurada burada kendi meselesini konuşabilir hale geldi. Pozisyonlardan daha önemli bu iletişim… B.Ö. Aslında kendisini İslamcı olarak tanımlayanlar, tanımlasın ya da tanımlamasın; o sizin bahsettiğiniz üçüncü bir insan davranışı, yeni bir belki “Müslüman tipi” – öyle söyleyelim – söz konusu ve ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani İslamcılığı bir siyasi ideoloji yani standart üretilmiş bir siyasi ideoloji olarak alırsak kendisini İslamcı olarak tanımlamayan insanların ortak özelliği belki İslam’ı birebir ideoloji ile özdeşleştirmemek, ideolojiden daha fazla bir şey olduğunu söylemek. Ama kendini ister “İslamcı” olarak tanımlayanlar olsun, ister tanımlanmayanlar olsun ben bu içinde yaşadığımız dönemde kamusal müzakereyi başkalarıyla da beraberce yapabilen bir Müslüman tipinin ortaya çıktığını görüyorum. Ve nasıl bir gelecek istediğini düşünürken sadece Müslümanlardan ibaret bir dünya değil de, kendisi gibi olmayanları da içine alabilecek daha geniş bir çerçeveyi nasıl kurabileceğini düşünen, bunun için kafa yoran insanlar Müslümanlar var ve ben baktığım zaman şu Türkiye’de her kesimin içinde adil insanlar var ama özellikle buradaki ciddi bir adaletle temayüz etmiş insanların olduğunu görüyorum ve bu da umut verici. Bir yerlerde bunun olması lazım. Belki daha umutlu olmamızı gerektirecek şey bunun sayısal olarak en fazla olan insan grubun içinden çıkıyor olması. Mesela diyelim ki Liberallerin ya da Sosyalistlerin değil de, kendisini “İslamcı” olarak tanımlayanların ya da öyle tanımlamasa bile felsefi anlamda hareket noktasının İslam olduğunu birilerinin görüp de onlara atfettiği insanların arasından olması iyi bir şey. Çünkü onun, içinde yer aldığı kitleye rengini verme potansiyeli var… Bir şey daha diyecektim ben de… R.H. Başkalarının önünde kendi meselesini konuşabilme, aynı zamanda başkasının gözünde nasıl algılandığını önemseme ve buna bir değer yüklenmiş olduğunu ima etmekte. Bu da, olması gerekeni bilen müstağni bir egemen pozisyonuna mukabil, ötekini anlama çabasıyla açığa çıkan tevazuu ve saygıyı işaret eden bir eşitlenme gayretini göstermiyor mu?
132
E.M. İşte bu TESEV anketinde sorduğumuz bir soru vardı. Gene ahlak konusu açıldığı zaman epey muhafazakâr bir tutum alabiliyor toplum. Ahlaka aykırı olan şeylerin bir şekilde devlet tarafından engellenmesi gerektiğine falan… Ama sonra ahlaktan ne anladığı soruluyor. Siz ne beklersiniz? Hani genel itibariyle daha böyle cinsiyetçilik, namus falan gibi şeylerdir ve bu tür cevaplar %15, ama saygı ve dürüstlük cinsi cevaplar %30. Bu bana çok şaşırtıcı geldi, çünkü bu ilk defa olarak şunu söylüyor bana: “ötekinin seni nasıl algıladığı ve ötekiyle nasıl yaşarım?” sorusu ahlakı tanımlamaya doğru gitmiş demek ki insanların kafasında. “Bana göre ahlak budur, doğru davranış budur!” deyip, kendi dininden, kendi inancından, geleneğinden üretmiyor şimdi artık insanlar… Saygı kelimesi… Çünkü böylesin yani beraber yaşamla ilgili. Çoğunluğu oluşturan muhafazakâr kesimi de kapsayan bir cevap bu; yani burada bir değişimi söylüyor işte bize… B.Ö. Mesela devletle ilgili tartışmalarda da bunu görmek mümkün. Şimdi acaba bu dünya ile öbür dünyayı ayırmadan ya da kafada bu ikisini parçalamadan bölmeden de herkes tarafından kabul edilebilir bir sosyopolitik çerçeve inşa edilebilir mi? Bu tartışmada dile getirilen tezlerden bir tanesini örnek vereyim: “Tarafsız devlet” ilkesinden bahsediliyor. Bazı Müslümanlar tarafsız devlet ilkesini laiklikten değil, İslam’ın adalet ilkesinden türetiyorlar. Bu hem kendi felsefi, fikri, dini bütünlüğünü koruyarak bu dünyanın sorunlarına bir çözüm arayışını ifade ediyor hem de sonuçları bakımından kabul edilebilir, herkes tarafından kabul edilebilir, Müslüman olmayanlar tarafından da kabul edilebilir bir adil çözümü ifade ediyor. Sonuçta senin onu nasıl temellendirdiğinden daha ziyade temellendirdiğin şey önemli. Mesela “tarafsız devlet” bütün vatandaşlarına karşı etnik, dini, siyasi kimliklere karşı eşit mesafede duran devlet anlayışına ulaşmak önemli ve bir de bu ulaşmanın niteliği çok önemli. Yani kendi inançlarıyla çelişme pahasına yapmıyor bunu. Tam da aslında o inançlarından dolayı. Belki bu Namık Kemallerin ya da işte Yeni Osmanlıların Müslümanlığı algılayış biçimiyle ilgili ya da ona benzer bir nitelik taşıyor. Daha sonra iki tercih arasına sıkıştırılmıştı insanlar, özellikle Cumhuriyet döneminde. Yani işte bu batılı, modern, demokratik olandır. Bir de sizin eski, geleneksel inancınız vardır. Bunu terk etmedikçe, birincisini alamazsınız gibi. Oysa şimdiki durum ciddi bir özgüveni ima ediyor. Değerlerini terk etmeden bazı şeyleri yapabileceğini söylüyor. Amacı diğerini bütünüyle almak olmasa bile... E.M. Burada belki Türkiye’nin daha genel cumhuriyet vs. deneyiminin zaafını söylemesi açısından da önemli. Çünkü insanlara “kendini tamamen terk edeceksin, başka bir şey olacaksın!” dediğin zaman insanlar sonuçta korkuyor bir kere. Bu durumu niye istesin? Böyle büyük bir fedakarlığa niçin katlanması gerektiğini de anlamakta zorlanıyor. Ama sen, kendin olmaya devam ederek bunu yapabilirsin dendiği zaman bunu niçin istemesin? Çünkü dünyaya entegre oluyor, daha zengin oluyor, daha iyi yaşıyor, çocuğuna iyi bakıyor ve bakış açısı da gelişiyor… Yani bir sürü avantaj birden geliyor. O yüzden de zaten tedrici olabileceğini söyleyebilen bir cumhuriyet olabilseydi, ben İslami kesimin çok daha hızla, şimdiye kadar çok daha hızla şu anda Ak Parti üzerinden giden olayın belki de 1930’larda kendiliğinden ortaya çıkabileceğini sanıyorum. Ki öyle nüanslar ve nüveler de vardı. Çünkü II. Meşrutiyet ve I. Mecliste baktığınız zaman insanlara, buna hazır olan en azından istekli olan bir kitle olduğunu görüyoruz.
133
B.Ö. Namık Kemallerin demokrasi tartışması… E.M. Evet yani… R.H. Peki şöyle bir şey görünüyor mu ufukta? Laiklerin anlam dünyasında “Evrensel” kavramının, Müslümanların anlam dünyasında “Ümmet” kavramıyla ifade edilen bir karşılığı var. “Evrensel insan” da ütopik ve gerçekliği olmayan biridir, “Ümmet” de gerçek bir kişilik değildir. Ama geleceğe ilişkin beklentiyi ima eden birer tablo gibiler. Bana öyle geliyor ki, “Ümmet” artık Müslümanların yaşadığı coğrafyayı ve ‘din milliyetçiliğini’ ima eden dar kalıptan çıkarak, Müslüman olmayan insanları da nasıllarsa öyle olarak kabul ederek içeren bir “birlikte yaşayanlar” anlamına doğru yol alıyor Müslümanların zihninde; ne dersiniz? E.M. Ümmet kelimesini herhalde kullanmıyorlar artık ama kendilerini dâhil ettikleri bir insanlık dilimine “ümmet” diyorlarsa, demek isteyeceklerse bunun biraz daha böyle çoğulcu, kozmopolit ve de herhangi bir dine bağlı olmayan ama kesinlikle İslami akideleri içeren ve de onları dışlamayan bir zemin var diye düşünüyorum o insanların arayışında. Çünkü bu insanlar hala Müslüman olmaktan vazgeçmiş değiller, tam tersine yani özellikle Müslüman olduklarını vurgulayan insanlar bunlar. O zaman da eğer şöyle bir önermeden gidersek; “doğru veya yanlış, her Müslüman’ın kendine has bir İslamcılığı vardır” desek, o zaman da bu Müslümanların, yani şu anda diğer İslamcılıkları reddeden Müslümanların da demek ki bir potansiyel İslamcılıkları var. Ama bu İslamcılık, diğer İslamcılıklara hiç benzemeyen ve kendi içinde çok daha çoğulculuğu bir değer olarak taşıyan bir başka bakış yani. B.Ö. Aslında biraz da belki 1980’lerdeki o arayışla ilgili bu. Oradaki “radikallik” ve o radikalliğin sonrasındaki düşünme süreci, işte daha sonra siyasi olarak içinden Ak Parti’yi çıkaran bir sorgulama süreci. Ama bu sorgulama sürecinin çok daha geniş kapsamlı olduğunu görüyorum. R.H. O döneminin radikalliği belki biraz da uzunca bir dönem yok sayılmanın sonucu olarak ortaya çıkan varlığını kabul ettirme ve saygı isteminin, varlığını şiddet yoluyla ibraz etme arayışlarına evrilmesi gibi sanki. Ancak Müslümanların Refah Partisi üzerinden siyasal alana kısmen de olsa dâhil olup toplum nezdinde varlığını onaylattığı bir saygınlık edinimiyle beraber, topluma uyum sağlama noktasındaki gayretlerin “radikalliği” törpülemesinin yanı sıra aynı insanların toplumsal sorunların çözümüne çok daha aktif biçimde katılıp bugünkü Ak Parti tecrübesini doğurduğuna tanık olduk. Mesela Kürt Siyasal Hareketi ve PKK ile mukayese ederek söyleyecek olursak, Müslümanların radikalliği, şiddeti sürekli bir varlık yöntemi olarak benimsemeleri sonucunu doğurmadı. Siyasal alanda açılan yeri yine siyasal olarak genişleterek hem toplumsallaştılar hem de toplumu önemli ölçüde etkilemeyi de başardılar. Eşitlenme çabasını siyasetin imkânlarıyla gerçekleştirdiler. Cumhuriyet, baskılama ve siyasal alanın dışına itme bakımından Müslüman kimliği ile Kürt kimliği arasında bir fark görmedi. Ama bugün Kürt siyasal hareketinin kendisine açtığı siyasal alanı genişletmek ve toplumu etkileme arayışlarını artırmak yerine, varlığını ibraz etmek için kullandığı şiddet yönteminden vazgeçemediğine tanık oluyoruz.
134
E.M. Yani tam mukayese mümkün müdür bilemiyorum. Biri Osmanlıdan beri gelen bir biçimde buradaki hâkim ideolojinin sahibi olmuş olan kitle. Sayısı çok. Cemaatsel anlamda bakarsak en büyük cemaat. Kürtler ise öyle değil. Kürtler her zaman biraz marjda kalmış, Osmanlıya bir şekilde entegre olmuş ama bu mekanik bir entegrasyon; orada yönetim hiçbir zaman merkezi yönetim özellikleri taşımamış. Aşiret düzenini devam ettirmiş. Kürtlerin kendi içinden çıkan insanların yönetmesi esasına dayanmış, ta Tanzimat’tan beri ve bugün bile öyle gitmiş; dolayısıyla da aslında biraz kendilerini dışarıda, özel ve özerk hissetmiş olan bir kitle. Hâlbuki İslami kesim, tümünün sorumluluğunu taşımış olan bir maneviyata sahip. O, bu toprakların bize ait olduğunu bizden sorulur anlamında bize ait olduğunu düşünen, oradaki doğruların ve yanlışların bizim üzerimize yük olduğunu düşünen bir bakıştan geliyor. O yüzden de tam mukayese yani birebir mukayese gerçekçi olmayabilir ama şu bakımdan doğru; bir baskı altındaysanız önünüzdeki alan daralıyor. Siyaset yapma şansınız kalmadığında nasıl ayakta kalacaksınız, nasıl onurunuzu ve kimliğinizi koruyacaksanız? Bu biraz içe kapanmayla oluyor ve de çok sıkışıksanız içe yönelik bir şiddet, ama çok sıkışmamışsanız da daha mülayim fakat yine içe yönelen bir şiddetle ayakta kalıyorsunuz. İslami kesim biraz içe yönelen bir şiddetin olduğu bir dönemden geçti. Çünkü cemaatsel yapı kendiliğinden sınırlar çizen, en azından “aman devlet duymasın!” kaygısıyla yaşayan, o yüzden de kendine tedbirler koyan bir yapı. Ama senin de dediğin gibi bir eşik var. O eşik geçildiği an da, yani senin meşruiyetin, haklarının meşruiyeti kabul gördüğü andan itibaren senin artık eski tarza devam etmen gayrı meşru siyasetler üretmeye başlıyor ve tamamen anlamsızlaştırıyor seni. Orada sağduyuyu gösterip, siyasi stratejini ve tarzını değiştirmen lazım çünkü birinciyi (varlığının tescili) başarmışsın zaten. Yani PKK’da ve Kürt Siyasetinin genelinde anlamadığım şey de şu: başarının keyfini çıkartın kardeşim! Başarmışsın! Şiddet middet orayı geçmişsin işte, oradan daha ne bekliyorsun? Şimdi mecburen seni muhatap almak zorunda kalan bir devlet ve dünya var ve sen hala onlarla muhatap olmamak için sanki “terörist” olmaya devam ediyorsun. Yani şimdi bu akıl kârı değil. İslami kesim bunu yapmadı tam tersini yaptı tabi daha avantajlı bir konumu da vardı bunu da görmek lazım. B.Ö. 80’lerden 90’lara gelen ve 2000’lere değin devam eden süreç içinde İslami kesim kendisi üzerine düşünmeye devam etti. Ve hala da bu süreç devam ediyor. Tabii çok uzunca bir dönem kendi felsefi köklerinden ve Osmanlının son döneminden gelen tartışmalardan koptu. Bir Tek Parti Dönemi yaşandı; düşüncenin üzerine beton döküldüğü bir dönem yaşandı vs. Aslında o dönemin de bir yükü var üzerlerinde, diğer kesimlerin de olduğu gibi. Mesela “devletçilik” ve “milliyetçilik” gibi bir problem var. Bu aslında teorik olarak bugün rahatlıkla reddedebildikleri bir şey. Her kesimin reddedebildiği bir şey. Mesela solun da reddettiği bir milliyetçilik var. Konuştuğunuz zaman kimse bunu üzerine almıyor ama onun içselleştirilmiş, dönüştürülmüş bir halini farklı versiyonlarıyla hemen her kesim kendi içinde taşıyor. Mesela diyelim ki solda milliyetçilik “antiemperyalizm” şeklinde ya da o türden sloganlar altında kendisini gizliyor;
135
İslami kesimde de batı karşıtı bir tepki biçimde ifadesini buluyor. Şu an birbirinden çok farklı yaklaşım tarzları var; hiçbir kesim homojen değil elbette, ama ben İslami kesim içinde esas olarak iki farklı yaklaşım görüyorum. Tabii bunu devletçilik ve milliyetçilik ekseninde söylüyorum. Çünkü siyasi ve ekonomik kategoriler içinde kendini pek çok farklı biçimde tanımlayan Müslümanlar var. Mesela ekonomiye bakışta “Sol Müslümanlar” var, siyasi özgürlükler bakımından “Liberal Müslümanlar” var… Mesela bu konuda (devletçilikmilliyetçilik)adını versinler ya da vermesinler ki genellikle vermiyorlar ama milliyetçi bir damar artık var. Kendisini “İslamcı” olarak tanımlasın ya da tanımlamasın, aslında konuşup yazdığı zaman onun bütün düşünce ürünlerinde onun milliyetçiliğini fark ettiğiniz bir kesim, bir Müslüman tipi var. Bir de bununla mücadele eden, kendisini ulus-üstü kimliklerle tanımlayan yani Müslümanlar topluluğunun bir üyesi anlamında “ümmetçi”, insanlar topluluğunun bir üyesi olarak “evrenselci” bir yerde duran Müslümanlar da var. Bunların ikisinin çelişmediğini -ki bence de çelişmiyor- düşünen Müslümanlar var. Kendisini “dünya vatandaşı” gören, kendisini diğer insanlardan birisi olarak görebilen bir Müslüman. Hani Hz. Ali’nin sözü var ya: “ İnsanlar yaradılışta eş, dinde kardeştir ” şeklindeki yaklaşımda ifadesini bulan… Ben bu ikinci türün çok önemli olduğunu düşünüyorum. Müslüman olmasaydım da bu ikincisini önemserdim çünkü buradan iyi bir dünyaya dair bir arayış olduğunu, mevcudu yanlışlayan, reddeden bir tutum olduğunu sezebiliyorum. Eee! Bu kadar… R.H. Berat abinin ikiye ayırdığı yerden yani devletçilik ve milliyetçiliğe yaklaşımları bakımından İslami kesimin iktidar merkezinde resmi görevleri üstlenen bölümünün, aslında böyle bir zorunluluk olmamasına rağmen, devlet içinden bakmaya başlamakla milliyetçi bir tutuma savrulmalarından; öte yandan merkezden daha uzakta, sivil pozisyonda olan Müslümanların ise milliyetçi kimliklerin üstünde bir bakışla daha evrenselci bir tutum alabilmelerinden söz edebilir miyiz?
B.Ö. Zor soruları Etyen Abi’ye sor. E.M. Yani bir kere iki tür milliyetçilik var. Bir tanesi senin dediğin gibi devlete yaklaşıldığı için kendiliğinden gelişen milliyetçilik var. Mesela Ak Parti’nin milliyetçiliğinin büyük çapta, özellikle Tayyip Erdoğan’ın psikolojisi üzerinden gidersek böyle olduğu düşünüyorum ben. Burada devletin “Türk Devleti” olması ve Ak Parti’nin ve İslami kesimin bu devlete de hala muhtaç olması çok ilginç bir bağ yaratıyor; yani, “Türklük” ten uzaklaştığı zaman devleti kaybedecek “Türklükten uzaklaşmamakta yarar var!” demiş oluyor. Ama bu pragmatik türden bir milliyetçilik. Bir de Berat’ın söylediği gibi daha alttan gelen, kendiliğinden oluşmuş olan ve tarihsel olarak da Müslümanlıkla milliyetçiliği zaten bir biçimde kaynaştırmış olan da bir bakış var. Bu bakışın, giderek aslında zemin kaybeden bir bakış olduğunu düşünüyorum bir tarafıyla yani ideolojik olarak. Yoksa sayısal olarak çok olabilir o insanlar ama Berat’ın da söylediği gibi savunabilecekleri çok fazla bir şey yok aslında. Bu bir refleks. Kendiliğinden ortaya çıkmış bir hal. O insan kendisinin milliyetçi olduğunu bile fark etmeyebiliyor. ( Berat: Milliyetçi olduğu söylendiğinde itiraz ediyor hatta…)
136
Evet! Onun Müslümanlığının hayata geçme biçimi aslında milliyetçi. Yani mesela anti Hıristiyan. Şimdi bu Hıristiyanlığı din farklılığı üzerinden görmüyor; Hıristiyanları etnisiteleştirerek kuruyor ve bunun da farkında değil, çünkü bütün bu son bir yüzyılın en azından, yavaş yavaş harmanlanmasıyla oluşmuş olan ve tabii Osmanlı’nın parçalanması, işte “Batı” nın tavrı Türkiye’ye karşı, Türkiye’nin yalnızlaşması vs. bütün bunlar etkili. Yalnızlaşmanın çok kritik olduğunu düşünüyorum ben, çünkü şöyle düşünebiliriz: “Bir Müslüman niye yalnızlaşsın ki bütün dünya Müslümanlarla dolu?” Ama işte mademki yalnızlaştın, demek ki o kadar Müslüman değildin, o noktada aslında Türkleşmiştin biraz. O seni bir miktar milliyetçi yapıyor. Şu andaki küresel dünyada Ak Parti’nin dış politikasıyla dışarıya bakan bir Müslüman kimlik, “Türk” kimliğine mesafe alabilen de bir “Müslümanlık” üretebiliyor. Bu sayede üretebiliyor. Yoksa doğal haline bıraksan ayırt etmek çok zor “Türk” olmayla, “Müslüman” olma meselesini. Mesela bugün hala “Hıristiyan Türk” olayını tartışamıyor Türkiye. Yani yok sayıyor öyle bir kavramın varlığını. Veyahut da başka etnisitelerden insanların mesela Ermenilerin bir sürüsünün Müslüman olmasını tam tasvip edemiyor. Hâlbuki din herkese açık, herkes o dinden olabilir; ırkla bir ilgisi yok ki… B.Ö. Son bir şey daha söyleyip bitirelim isterseniz… E.M. Son sözü gene kendisi söyleyecek ya… B.Ö. Evet! Eğitim! Eğitim! Eğitim B.Ö. Son dönemde İslami kesimin kendi içindeki tartışmalar da önemli. Mesela daha ortak bir insani dil üretmek için ortaya çıkan Müslümanlar ve onların öteki Müslümanlarla tartışması. Mesela “Adalet talebimiz var” metniyle ortaya çıkan Müslümanlarla diğerleri arasındaki tartışma. Bunlar da aslında hep bu değişimin işaretleri. Belki bir çok farklı din algısı ya da farklı Müslümanlık yaşantısı çıkacak ortaya. Kabaca yani ikiye ayırdığımız yerden düşünecek olursak şu an geçmişin o olumsuz yükünü üstünden atmaya çalışan, bu dünyanın sadece bizden ibaret olmadığının, “biz” olarak gördüğü kesimden ibaret olmadığının farkına varan ve ortak bir dil, beraberce yaşamanın kurallarını belirleyecek ortak bir dil bulmaya çalışan Müslümanlar var ve daha önce bahsettiğim devletçi, milliyetçi, tarihin olumsuz anlamdaki yükünü sahiplenerek taşıyan Müslümanlarla tartışıyorlar. Ben umutlu olduğumu belirterek bitireyim çünkü hem ahlaki hem de entelektüel üstünlük şu an birinci grupta… Ama ben bitirirsem olmaz… E.M. Yo! Yo! En doğrusu o…
137
B.Ö. Ama sonra Rüştü, kolajlayıp başka bir şeyler ekler altına… E.M. Bence çok heyecan verici bir deneyim oluyor Türkiye’de. Başka yerde şu ana kadar olmamış olan bir deneyim oluyor. Çok uzun süre kendi dinamiklerini hayata geçirememiş olan bir toplum, şimdi birdenbire sanki bir anlamda son yüzyılı hem yaşamış hem yaşamamış gibi ikisini de bir şekilde birbirinin üstüne katarak kendine has bir yeni sentez üretiyor. Ve bu yeni sentezi üretirken de hem bir taraftan İslami kesim kendi cemaatini genişletip topluma şamil kılmak istiyor bir tarafıyla, “Herkes Fenerbahçe’li olacak! Herkes Ak Parti’li olacak!” gibi bir şey; ama bu genişleme sırasında da o kadar değişiyor ki, kendisi gerçekten toplumu davet eden bir niteliğe de bürünüyor. Bu tabii çoğulcu, çoklu bir yapı ortaya çıkaracak ve tabii Müslümanların kendi içinde çok ilginç tartışmalar yaşayacağız. Epeyce keyifli olacak diye düşünüyorum. R.H. O zaman ben de son söz olarak Özgür Açılım adına her ikinize de çok teşekkür ediyorum…
138
Yusuf Kot
Bülent Şahin Erdeğer ile konuştu
140
Mustafa İslamoğlu “Sefer merkezli değil zafer merkezli çalışmaya başladılar. Emek odaklı değil sonuç odaklı çalışmaya başladılar. Bizim işimiz bu değil. Bizim işimiz sefer odaklı çalışmaktır, zafer odaklı değil. Emek odaklı çalışmaktır, sonuç odaklı değil.”
141
Bülent Şahin Erdeğer Hocam biliyorsunuz gençliğin birçok problemi var. Liberalizm olsun, sosyalizm olsun, farklı dünya görüşleri söz konusu.. Biz gençlik arasında Kur’an’ın mesajını nasıl gündemleştirebiliriz? Bu konuda farklı metotlar ve söylemler söz konusu İslam dünyasında. Siz bu açıdan, gençliğin gündemine Kur’an’ın taşınabilmesi açısından nasıl yöntemler tavsiye edersiniz? Mustafa İslamoğlu Öncelikle gençliğin gündemine Kur’an’ın taşınması meselesi daimi gündem olmalı. Maalesef gündemimizi başkaları tayin ediyor. Biz, çocukların, gençlerin gündemine girmekte zorlanıyoruz. Modern iletişim araçları, sosyal medya dediğimiz internet çağıyla gelen bütün bu hareketlilik gündemi işgal etme ve kapatma üzerine inşa edilmiş. Öyle kıskanç ki, öyle totaliter ki; gündemin hepsini istiyor. İnsanlık tarihinde böyle bir durum daha olmuş mudur, ben bilmiyorum. Geçmişte insanların gündemlerine giren hadiseler mütevazı idi; gündemlerinin bir kısmını işgal ederdi ve geri kalanını başka gündemlere bırakırdı. Ama günümüzde öyle değil. İşte bu yüzden, gençliğin gündemine ulaşabilmek diye bir problem var. Bu problemin altını çizmek için bunları söyledim. Gençliğin gündemine Kur’an’ın mesajını ulaştırma meselesi öncelikle gençliği tanımakla olur. Gençliğin zaafları, meziyetleri, avantajları, faydaları, maliyetlerini iyi tanıyacaksınız. Şuna iman edeceksiniz; Allah kapısız kalp yaratmamıştır. Her kalbin bir kapısı vardır fakat her kalbin kapısı aynı yerde değildir. Ve her kalbin kapısının şifresi de ayrıdır. Yani anahtarı farklıdır. Siz her kalbe basmakalıp fason bir ürün gibi muamele ederseniz, o kalplere giremezsiniz, zira açamazsınız. Bu insanın orijinalliğiyle alakalı bir şeydir. İnsanın ahsen-i takvim olması da bu anlama gelir. İnsan çok muhteşem bir kıvama sahiptir. Her kalbin orijinal bir kapısı varsa ve siz de giremedinizse, o kapıyı ya çalmayı bilmediniz, ya aramadınız, ya da kapının anahtarını bulamadınız. Yani bu sizden kaynaklanıyor. O zaman bize düşen o kapının var olduğuna inanmak ve o kapıyı aramaktır. O kapıyı aramak ise emek vermektir. Bizler insana emek vermeyi unuttuk. İstiyoruz ki emeksiz ulaşalım. Hani kitap Allah’ın kitabı, insan da Allah’ın, efendimizin ifadesiyle konuşayım: “Allah’ın ayaline Allah’ın kitabı ulaşsın”. Bu bana biraz Semud Kavmi’ni hatırlattı. “Allah’ın devesine Allah su versin biz niye verelim!” Bunu yapan helak olur. Bunu yapanın başına Semud Kavmi’nin başına gelen gelir. Allah’ın kullarına Allah’ın kitabının mesajı iletilsin istiyorsak; Allah’ın sünnetiyle hareket etmek zorundayız. Allah’ın bu konudaki sünneti size şunu söyler: “Kullarım! Mesajlarımı onlardan mahrum olanlara, mesajlarımdan haberdar olanlar eliyle ulaştırmak istiyorum”. Onun için kitapları peygambersiz göndermedi. Onun için davet esastır. Onun için davetçi olmadan hidayet olmuyor. Mutlaka sebep istiyor, çaba istiyor. İşte bu noktada bizim emeğe inanmamız lazım. Burada gördüğüm temel problem bu: Ümmet emeğin ne büyük bir değer olduğunun şuurunu kaybetti. Bunu kaybedince, emeği kaybetti. Allah’ın emeğe çok değer veren bir Rab olduğunu unuttu. Onun için de bu ümmete batının hastalığı arız oldu. Sefer merkezli değil zafer merkezli çalışmaya başladılar. Emek odaklı değil sonuç odaklı çalışmaya başladılar. Bizim işimiz bu değil. Bizim işimiz sefer odaklı çalışmaktır, zafer odaklı değil. Emek odaklı çalışmaktır, sonuç odaklı değil. Biz dalda meyve olup olmadığına bakmayız. Ağacı dikip dikmediğimize, emek verip vermediğimize bakarız. Emek vermediğimiz zaman bereketini alıyor Allah.
142
Kur’an büyük bir emeğin mahsulü. Kur’an’ı indiren dileseydi bir anda indirirdi değil mi? Neden indirmedi? İçine emek girsin diye. Kur’an’ın ilk neslinin verdiği emeğe bakın. İlk Kur’an neslinin verdiği emeği toplayın 23 yıl. Bu 23 yıllık emeği 1400 yıla yedirin. Yeter mi? Yetti. Bugüne kadar getirdi, bundan sonra götürmeyecek ama. Bizden de emek bekliyor. Eğer biz de bir o kadar emek verirsek, inşallah bizden sonraki nesiller o emeğin meyvesini yiyecekler. Kur’an’ın bilmem kaçıncı nesli olursak, bizden sonra da yüzyıllara yetecek. Onun için bu manada Kur’an’ın mesajının gençliğin gündemine taşınması, gençliğe ulaşması için yeterli emeği vermek zorundayız. Emeğe inanmak zorundayız. Ben yeterli emeği verdiğimizde o kapalı kapıların açılacağına inanıyorum. Bu emeğin içinde gençliğin problemlerini anlamak var. Bu emeğin içinde çağı anlamak var. Bu emeğin içinde insanı anlamak var. Bu emeğin içinde mesajı anlamak var. Bu emeğin içinde mesajı iletmenin usulünü, yollarını arayıp bulmak var. Bu emeğin içinde ‘geçmiştekiler nasıl başarmış’, bunu öğrenmek var. Bu emeğin içinde ‘geleceğe nasıl ölmez bir miras bırakırız’ın derdine düşmek, bunu düşünmek var. B.Ş.E. Tam bu noktada hem modern sistem, hem de ulus devlet, yani harici sebepler ortaya çıkıyor. Genç ya da genel anlamda Müslüman şahsiyet bu çabayı gösterecek ama bir de harici, o kendisini cendere altına alan, kavram ve uygulamalarla da karşılaşıyor. En çok rastladığımız da ulus devletin getirmiş olduğu çeşitli kısıtlamalar… Sınır, zorunlu askerlik vb. zorunlu uygulamalar. Özellikle Müslüman erkeklerin şu an karşılaştığı zorluklardan birisi “zorunlu askerlik”. Sizin bu konuda makale yazdığınızı da biliyoruz. Bedelli askerlik ve vicdani red konusunda özellikle. Bu konuda gençler ifrat ve tefrit bazı tavırlar içine giriyorlar. Acaba bu konudaki ölçümüz nasıl olmalı? Nasıl bir perspektifle bakmalıyız? M.İ. Bu çok mevzi bir durum. Konjonktürel bir durum aynı zamanda. Bahusus askerlik mevzuu, esasen teknik bir konudur. Çok yabana atılmamalı, çok da hayatın merkezine konulmamalı. Öyle “yandım, bittim, kül oldum” denilecek kadar merkezi bir yer işgal etmemeli. Askerlik bazıları için hava parasıdır; öderler kurtulurlar. Bazıları için parantezdir; girerler ve çıkarlar. Bazıları da bu paranteze girerler ve çıkamazlar. Bu anlamda biz esasında askerliğin de parçası olduğu modern ulus devletlerin biçimlendirme arzusuna karşı bir şeyler söylemeliyiz. Bunu askerliğe indirgemek, indirgemecilik olur gerçekten. Modern ulus devletlerin elinde askerlik, vatandaşı biçimlendirmek için kullandığı bir enstrümandır. Bunu biliyoruz. Ama bu sadece askerlikten ibaret değildir. Okullar da bir enstrümandır. Eğitim başlı başına, hatta askerlikten daha ağır tahribat bırakan bir enstrümandır modern ulus devletlerin elinde. İtalya’yı 1861’de modern ulus devlet olarak dizayn edenlerin başındaki adam; “bir İtalya yarattık, geriye kaldı İtalyan halkı yaratmak” demişti.
143
Nasıl yapacaklar? İşte eğitim bunun kaldıracı olarak kullanılıyor, askerlik de bunun kaldıracı olarak kullanılıyor. Askerlik de bir tür vatandaş imal etme atölyesi, tornası olarak kullanılıyor. Onun için mecburi askerlik var. Askerliğin mecburi olması, dünyanın yöneldiği istikamet açısından savunulacak bir şey değil. Zira askerlik profesyonel bir meslek oldu günümüzde. Ve ulus devletler her alanı olduğu gibi bu alanı da planladılar. Madem öyle, gönlünden gelenler veyahut da yapısı, zihniyeti, mizacı oraya yatkın olanlar orayı seçsinler. Ama zorla yaptırılmasın. Eğer o konuda bir eşitlikten söz edilecekse, bu durumda insanların önüne seçenek sunulsun. Ben askerliğimde inanmadığım şeyler uğruna savaşmak istemiyorum diyen insanların önüne alternatifler konulsun. Bendeniz başından beri bunu savundum, bunu savunuyorum. Bu hem bir İslam hakkı, hem de insan hakkıdır. Bugün ulus devletler arasında çıkan savaşların Kur’ani manada çok da meşruiyet taşımadığını, her bilinçli Müslüman biliyor. Esasında bunu devleti yönetenler de biliyorlar. Ama yine başa dönecek olursak asıl burada dikkati çekmemiz gereken nokta, modern ulus devletlerin insanı biçimlendirmek, tornadan geçirmek için ne kadar hevesli olduğu meselesi. Bu hadiseyi bir bütün olarak ele almalıyız; sadece askerliğe indirgeyerek değil. Bu noktada medya üzerinden ne kadar biçimlendiriliyoruz? Eğitim üzerinden ne kadar biçimlendiriliyoruz? Ticaret üzerinden ne kadar biçimlendiriliyoruz? Çok masum, çok uzak gibi duran bir alan mesela… Mesele hayatın bütünü üzerinden ele alınmalı ve çözüm de ona göre üretilmeli. Müslümanca bir eğitimde zorlanıyoruz. Bunu yapmak istediğimizde, karada gemi yapmaya mahkûm ediliyoruz. Müslümanca bir ticaret yapmak istediğimizde zorlanıyoruz. Karada gemi yapmaya mahkum ediliyoruz. Faize bulaşmadan, şaibeye bulaşmadan, harama bulaşmadan bir ticaret yapmak karada gemi yapmak oluyor. Yani Nuh oluyorsunuz siz. Bazen etrafınızın alayına muhatap oluyorsunuz. Siz zihin bakireliğinizi zedeletmeden, akleden kalp iffetinizi koruyarak bir eğitimin içinden geçmek istediğinizde zorlanıyorsunuz. Niye zorlanıyorsunuz? Çünkü size bir gömlek biçilmiş ve bu gömleği giyeceksin deniliyor. Ama bu gömleği biçenler sizin şahsiyetinizi dikkate almıyorlar. Siz bir şahsiyetsiniz. Allah’ın orijinal yarattığı bir varlıksınız. Ve o elbiseyi size göre yapacakları yerde, sizi o elbiseye göre kesip biçmeye kalkıyorlar. İnsan kereste değil ki, beşe on kalaslar halinde biçesiniz. Ama insana kalas muamelesi yapıyorlar. Böylece “en güzel kıvamda” (ahsen-i takvim) yaratılmış olana haksızlık ediyorlar. O zaman eğitim entelektüel bir soykırıma dönüşüyor. Askerlik bir silahlı soykırıma dönüşüyor. Ticaret adeta bir ekonomik soykırıma dönüşüyor... Bakıyorsunuz bir yığın insan inancıyla ticaret, inancıyla eğitim, inancıyla siyaset, inancıyla okul, inancıyla askerlik arasına sıkışmış kalmış. Sözün özü, bu insan inancıyla devlet arasına sıkışıp kalmış. Bir tarafta devlet bir tarafta din var. “Sana da kulluk ederim, sana da kulluk ederim” anlayışına müsaade etmiyor islam. İslam’ın böyle bir kontenjanı yok. Yapılacak şey belli: Modern ulus devlet öncelikle insana ve insanın imanına saygı duymayı öğrenmeli. Bunu da devlet kendisi öğrenmez, vatandaş devlete öğretir. Bunu öğretmenin bir yolunu bulmak lazım. Bunu öğretmenin yolu şiddetten geçmiyor. Öncelikle, Vahiyle inşa olmuş bir akıl, bir tasavvur, bir ahlak, bir hayat ve vahiyle inşa olmuş bir nesil yetiştirmekten, yeniden bir Kur’an nesli inşa etmekten geçiyor.
144
B.Ş.E. Vahiyle inşa olmak doğal olarak Kur’an çalışmalarını ve Kur’an’ın önünde diz çökmeyi gerektirir. Bu konuda da hem geçmişte hem metot problemleriyle karşılaşıyoruz. Herkes “Kur’an” diyor ama Kur’an’dan azami ölçüde faydalanabilecek bir metod problemi yaşıyoruz. En azından şahsen ben böyle bir sorun görüyorum. Acaba ifrat ve tefrite kaçmadan, uygun bir Kur’ani metodu nasıl belirleyebiliriz? M.İ. Karamsar değilim. Geçmiş zaman övücülüğü yapmayı geriye dönük yaşayanlara bırakıyorum. Böyle yapanların, ölülerin hatırına dirileri öldürdüğünü çok gördüm. Bir de yatanları umutsuz, yapanları umutlu gördüm. Gece gündüz koşturuyorum, umutlu olmasam 30 yıllık bu koşuda çoktan yorulup bir kenara çekilmiştim. Onun için umutluyum ve umut verici konuşmayı en büyük nebevi sünnetlerden biri olarak görüyorum: Dünle bugün arasında çok büyük bir mesafe var. Elhamdulillah diyebileceğimiz çok sebep var. Bunların başında; yaşadığımız İslam giderek Kur’anileşiyor... Buna ne kadar şükretsek azdır. Yani dedelerimizden, onların dedelerinden, onların dedelerinden çok daha iyi bir yöne doğru gidiş var. Bu ümmetin geçmiş yüzyıllarında Kur’an bugünkü kadar hayatın içinde yer almıyordu. Bunun sosyal, kültürel, siyasal birçok sebebi var. Ama her ne sebebe irca edilirse edilsin durum buydu. Bugün elhamdulillah her kesimden Müslüman Kur’an ile haşır neşir. Dün utanmasalar “Kur’an’ı anlamak haram” diyecek olanlar, “Biz Kur’an’ı anlayamayız” diye propaganda yapıp anlaşılmaması için ellerinden geleni yapanlar, hatta “Kur’an’ı anlamamaya yeminli olanlar” bile bugün Kur’ansız bir İslam’dan söz edemiyorlar. Tabi cılız bir takım sesler çıkıyor sağda solda. Haddini bilmeden, yüzü kızarmadan “Kur’an okumayın, ilmihal okuyun!” diyen bir takım saygısızlar çıkabiliyor. Fakat doğrusu söylediklerinin Allah’a, Kur’an’a, Nebi’ye ve bu toprakları vatan kılan değerlere ne kadar aykırı olduğunu kendileri de biliyorlar. Kur’an’a karşı nasıl bir edepsizlik olduğunu kendileri de biliyorlar. Bunun müşterisi yok Allah’ın izniyle. Şükürler olsun, “falan üstadın kitabından başkasını okumayın, falan şeyhin kitabından başkasını okumayın” diye yüzyıllardır bu usul üzere gelen yapılar dahi bugün Kur’an’a bigane kalamıyorlar. Hatta bazı tarikat mensupları meal yarışmaları düzenliyorlar. Bu beni o kadar memnun ediyor ki, emeği geçen herkese buradan teşekkür ediyorum. Bu, kişisel bir mesele değil ki! Bu Allah’ın bize hitap etmesine, bize tenezzül etmesine karşılık bizim teşekkürümüzdür. Tenezzül teşekkür ister. Tenezzülat-ı İlahiyedir Kur’an, buna teşekkürden başka ne edilebilir ki Allah aşkına. Buna işaret etmek istedim. Dünkü yerde değiliz. Her geçen gün daha iyi olacağımıza dair Allah’ın izniyle çok ümidim var. Ama çalışırsak, gayret edersek… Usul meselesindeki dağınıklık bir vakıa. Sualinizdeki tespit doğru. “Usulsüzlük vusulsüzlüktür” demiştim Meali Şerif’in önsözünde. Bu konuda iki uç nokta görüyorum. Biri, “usul de neymiş!” diyen ve usulü hiç takmayan; onun için de usule dönüp bakmayan bir kesim. Diğeri ise “her şey usuldür” diyen, “usul olmazsa hiçbir şey olmaz” diyen; yani usulü fetişleştiren bir başka kesim. Bu ikisinin de yanlış olduğunu söylemek istiyorum. Bir kere usul denilen şey esasın içinden çıkarılan insan mahsulü şeylerdir. Usulü insanlar koyar. Usulün de önünde asıl vardır, esas vardır. Onun için usul asıldan çıkar. Usul istimbat yoluyla asıllardan çıkarılır.
145
Bugün, yeni bir usule ihtiyaç var. Günümüze kadar gelen İslami ilimlerin usulleri hicri 2 ve3. yüzyılda konuldu. Biz o çağa “Tedvin Asrı” diyoruz. Yeni bir “Tedvin Asrı”na ihtiyaç çığ gibi büyüyor. İkinci Tedvin Asrı kaçınılmaz. Bunun için yeni usuller koymak lazım. Eski usul eskide kaldı. Yeni çağın ihtiyaçlarına cevap vermiyor ve vermez de. Yeni usulü koyacak olanlar eski usulü çok iyi bilmek zorundadır. Eski usulü bilmeden yeni usulü koymaya kalkmak haddini bilmemektir. Yani usulde tecdide ihtiyaç var füruda değil. Usulde tecdid yapmadan füruda tecdid yapmaya kalktığınızda, düşüncesini değiştirmediğiniz adamın eylemini değiştirmeye kalkıyorsunuz, demektir. Düşünme tarzını değiştirmiyorsa eylemini değiştiremezsiniz. Bu kuraldır. Asıllar değişmez fakat usuller değişir. Klasik usulle buraya kadar… Usulü değiştirmeden bir adım gidemezsiniz. Dün elde ettiğimiz şeyler dünde kaldı, bugünü kurtarmaz. Asıl ile usul arasındaki ilişki, din ile din dili arasındaki ilişkiye benzer. Din değişmez, din dili değişir. Din eskimez, din dili eskir. Onun için de dünkü dil eskidi. Biz Kur’an’dan yola çıkarak yeni bir din dili oluşturmak zorundayız. Onun içindir ki dedeleri ve neneleri ikna eden dünkü dil, torunları ikna etmiyor, etmemeli, etmesi de beklenmemeli. Bu böyledir. Hz. Ali “çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların büyüyeceği zamana göre yetiştirin” diyor. Bunu demek, “çocuklarınızın din dilini kendi zamanlarına uyarlayın” demektir aynı zamanda. Onun için usulü fetişleştirmemek lazım. Bunu yapan Descartes idi. Discours De La Methode’da “tüm sorunlar metottan kaynaklandı, çözüm de metoda bağlıdır” mantığıyla yola çıkmıştı o. Yani Descartes, tüm problemleri metoda indirgedi. Onun için “Descartes İndirgemeciliği” Batının ahlakı haline geldi. Batı indirgemeci, Doğu da genellemeci oldu. Belki bu da bir genellemedir ama ne yapayım ki böyle! Tüm başımıza gelenler usulsüzlükten geldi cümlesi de doğru değil. Eskimez asıldan yeni usuller koymak lazım. 2000 yıl dünyayı götüren Aristo mantığı bile iflas etti. Aristo’nun mekanik, suni, suri ve statik mantığının insanlığa vereceği hiçbir şey kalmamıştır. Bu yüzden de Aristo mantığı tarih olmuştur. Aristo mantığı bile bitiyorsa, bir zamanların tarihsel şartlarında ihtiyaca binaen üretilmiş olan usulleri naslaştırmanın savunulabilir bir yanı var mı? Bu usulü putlaştırmaktır. Oysa ki usul de insan ürünüdür ve üretildiği zaman ve mekanın şartlarına göre üretilmiştir. O şartlar değiştiğinde içi boşalır, işlevini ifa edemez olur. Usul özünde yoruma dayanır. Onun için farklı usuller vardır. Usulü aslın yerine koyarsanız aslı nereye koyacaksınız. Yorumu nassın yerine koyacaksanız, nassı nereye koyacaksınız? Nassın yerine geçen yorum nasslaşır. Nasslaşan yorum haddini aşmıştır. Onun için tefsire Kur’an gibi muamele ederseniz Kur’an’a nasıl muamele edeceksiniz? Bunu Yahudiler yaptılar. Yahudiler Tevrat’ın yorumu olan Mişna ve Gemara’ya, sözlü Yahudi kültürüne Tevrat gibi muamele ettikleri için Tevrat’ı ikinci tanrı ilan ettiler. Hatta Mişna’da “Tevrat’ı Tanrı’dan çok seveceksin” cümlesi geçer. Böyle bir hastalık ortaya çıktı.
146
Usulsüzlüğe gelince… O da, usulü putlaştırmanın karşı kutbunda yer alan bir hastalıktır. Usulsüzlük, dağınıklığa ve keyfiliğe yol açtı. Düşüncelerin şirazesi yok, ölçüsü yok, terazisi yok. Bu yüzden, dün şunu savunan insanın, yarın neyi savunacağına dair hiçbir öngörünüz yok. Onun için de, arkasından gelen insanları şaşırtabiliyor. Çünkü usulü yok. Usulü olmayınca hesap da soramıyorsunuz. Çünkü kişi usulüne göre eleştirilir. Usulü olanlar eleştirilmeyi hak ederler. “Siz şu usule göre hareket ediyorsunuz, usulünüze uymamışsınız” dersiniz, bunda haklı olursunuz. Ama siz kendi usulünüze göre, öteki usulü takip etmiş birini eleştiremezsiniz. O sizin usulünüzden gitmiyor ki! Siz onu “niye benim usulümden gitmiyorsunuz” diye eleştiremezsiniz. Bu noktada gençlerin önüne mutlaka ve mutlaka usulü olan birilerinin geçmesi gerekiyor. Usulsüzlük öyle bir sıkıntıya yol açtı ki; mesela insanlar entelektüellerden âlimlik beklemeye başladılar. Edebiyatçılara âlim muamelesi yapmaya başladılar. Edebiyatçılar hissiyata dayanır, alimler ilmiyata dayanır. Bu ikisinin arasında çok fark var. Neden Türkiye’deki Müslümanlığın içinde akıl azdır da kalp çoktur? Yani akleden kalp yerine neden adeta akılsız kalptir Türkiye Müslümanlığı? Çünkü edebiyatçılar eliyle gelir. Biraz bâtıniliği de bundandır. Bunun bir iyi tarafı var; Müslümanlığımıza estetik katmıştır, biraz yumuşatmıştır. Aşk, sevgi gelmiştir. Ama akılsız bir kalp şeklinde gelmiştir. Akıl âtıl kalmıştır bu sefer de. İbadetle adet, din ile hurafe, iman ile batıl inanç birbirine karışmıştır. Bu ise cahilin sofusunu şeytanın maskarası haline getirmiştir. Bunun içine akıl katmak lazım. Öyle bir sıkıntıyla karşı karşıyayız ki; birilerinin İslamcı dediği entelektüellere bakıyorsunuz, canhıraş bir şekilde İslam’ı savunduğunu falan düşünüyorsunuz. Ama arkasını kazıdığınızda görüyorsunuz ki, sermayesini batıdan almış. Sözümona batıya atıp tutuyor, ama kullandığı malzeme ve yürüdüğü yol batıya ait. Böylelerinin hiçbir usulü yok. Batıyı tersinden üretiyor. Yerli oryantalistlik yapıyor. Zira İslami ilimde bir tebahhuru yok. Herhangi bir ilmi usulüyle görmemiş, okumamış. Hermenotikten bahsederken bayılıyor, dilinden her şey damlıyor, ama onun bizdeki karşılığı olan Delalet Bahsi’nden haberi yok. Oysa ki Batı’da hermenotiğin H’si yokken bizde “yorum ilmi” olarak Delalet Bahsinde hayli mesafe katedilmişti. İslam yorumculuğunun tarihi 1300 yıllıktır. Şöyle bir sıkıntı yaşıyoruz şu anda: Müslüman aydınlardan İslam âlimliği beklenir oldu. O görülemeyince hayal kırıklığına uğrandı. Entelektüele âlim muamelesi yapınca âlime de entelektüel muamelesi yapmaya başladılar. İşi karıştırdılar. Oysa o ayrı, o ayrıydı. B.Ş.E. Size son olarak şunu sormak istiyorum; hem aynı cinsiyetten olan insan insan ilişkilerinde, hem de kadın erkek ilişkisinde internetin ve sosyal medyanın oluşturduğu bir ölçüsüzlük var. Bu konuda bir Müslüman genç kendisine nasıl bir hukuk, nasıl bir tavır belirlemeli? Bizim bir internet ilmihalimiz yok –inşallah ileride bu da ortaya çıkar- en azından şimdilik siz ne önerirsiniz bu konuda?
147
M.İ. Yeni din dili dediğim şey bu işte. Yeni din diline internet ilmihali girmeli. İnternet hukuku girmeli. İnternet hakları ve sorumlulukları girmeli. İnternet vecibeleri girmeli. Yeni din dili dediğim budur. Eski din dilinden bunu beklemeniz haksızlık olur. Bu noktada Nas Suresi’ni yeniden okumak, yeniden anlamak lazım. “Min şerri’lvesvâsi’l-hannâs” Sinsi ve sinik şeytanın şerrinden Rabbe sığınırım… Hem sinsi hem sinik, yani üstüne vardığınızda siniyor ama üstünden biraz çekildiğinizde üzerinize sinerek geliyor. Kendini göstermeden geliyor. Yani sanal yolla geliyor. Yani kabloların içinden geliyor. İnternetin içinden geliyor. Mine’l-cinneti ve’nnâs. Nas gibi ağırlığı olan, eti kemiği olanları da var, cin gibi görünmeyen türü de var bu şeytanın. İşte internet görünmeyenlerden… Şimdi siz Nas Suresi’nin kapsamına internetin girmediğini söyleyebilir misiniz? Şeytanın internetle gelen bir biçiminin de olduğunu inkar edebilir misiniz? Peygamberimiz bugün yaşasaydı internet hakkında kaç tane hadisi olurdu? Bugün iniyor olsa Kur’an internet hakkında kaç tane ayet inerdi? En azından bir internet suresi, sosyal medya suresi olurdu. Peki o zaman biz lafzı bir kez, manası sonsuz kez, sonsuza kadar, insanlığın sonuna kadar inecek olan Kur’an’dan yola çıkarak ortaya böyle bir internet hukuku, internet fıkhı, internet ahlakı koymak zorunda değil miyiz? Koymak zorundayız. Bu fıkıh yok, birileri koymadı diye hukuksuz ve fıkıhsız olarak mı kullanmalıyız interneti? Bunu Ebu Hanife’den, Malik’ten, Şafii’den beklemek onlara da haksızlık olmaz mı? İnternet fıkhını koymak onların boynuna düşen bir sorumluluk değil, bu çağın alimlerinin boynuna düşen bir sorumluluk değil mi? Müslüman sınırları olan adamdır. Müslüman’ın bir tarifi de budur. Zaten Müslüman teslim olan insandır. Teslim olduğunuz Allah insana sınırlar koymuştur. Allah’ın insanlara koyduğu sınırlara teslim olduğunuzda siz Müslüman oluyorsunuz. Allah size o zaman Müslüman diyor. Sizin kendiniz için ne dediğinizin çok fazla bir önemi yok. Allah’ın sizin için ne dediğinin önemi var. Allah size Müslümansın deyince Müslüman oluyorsunuz, ben Müslümanım deyince değil. Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Bu böyledir. Eğer internette bir sınırınız yoksa hiç sınırınız kalmıyor. Günahın her türünde öyledir. Bir sınırı olmayan hiç sınır tanımıyor. Bu kadar sınırın olduğu bir dünya sınırsız bir dünyadır zaten. Ölçüyü insan koymaz, koyarsa 7 milyar ölçü olur. 7 milyar ölçü olursa bunun adı sınırsızlıktır. Ölçüyü insanı aşan, insanı yaratan bir güç koymalı, yani ölçüyü koyanın insanı istismar etme ihtimali olmamalı. İnsanı istismar etmeyen yegâne varlık Allah’tır. İnsan insana ölçü koyduğunda istismar ediyor. Ölçüyü koyan o ölçülerde kendine bir ayrıcalık tanıyor. Allah bizim için ölçü koymuştur. Eski insan tipi yok oldu ve yepyeni bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Eski insanla yeni insan arasındaki fark; eski insanın yüz yüze ilişki kuran bir insan olmasıydı. Yüz yüze ilişki kurduğu için yalnızlaşma ihtimali pek yoktu. Yalnızlaşma için çaba sarf etmesi gerekiyordu. Ya biri sizi hapse atacak, ya dağa çıkacaksınız, ya da kuyuya ineceksiniz, riyazete çekileceksiniz. Eski insan tipi, ait olduğu sosyal yapının bir parçasıydı. Yeni insan tipinin aidiyet sorunu var. 148
Bugün bambaşka bir zamana girdik. Bugün insan yalnızlaştırılıyor. Modern çağın en büyük hastalığı yalnızlaşma hastalığı. Bu yalnızlaşma hastalığı aynı zamanda hastalıklı bireyler çıkartıyor. Sanal ortamda kimse kimsenin yüzünü görmüyor. Böyle bir ortamda sahte isim ve soyisimle, sahte kimlikle, kimseye hesap vermeden, içindeki pisiliği kusan tipler çıkıyor ortaya. Burada suçu internetin üzerine yıkarak işin içinden sıyrılamayız. Zira aletlerin ve icatların kendiliğinden bir tabiatı yoktur. Aletin ahlakı onu kullananın ahlakıdır. Televizyon da, internet de, telefon da dahil, aletler mahkûm edilemez. Aletler bizatihi kötü olmazlar. Çünkü aletin kendi aklı yoktur. Aleti kullananın aklı aletin aklıdır. İnternet bir alettir. Tıpkı yazı gibi. Yazı çıktığında yazıya karşı güvensizlik sergilemişti o dönemin akilleri. Eski Mısır’da yazıyı sadece mabede akredite olmuş rahipler öğrenirdi. Onların dışında birilerinin öğrenmesi yasaktı. Hatta öğrenenler cezalandırılırdı. İlim sıradan insanın eline geçince ne yapacağını bilmez, diye güvenmezlerdi. Ama yazı yaygınlaştı, Kur’an yazıyı yaygınlaştırdı. Onun için kaleme yemin etti. Yani aleti suçlamak, insanı sorumluluktan kurtarmaz. Tıpkı şeytan’ı suçlamanın kurtarmadığı gibi. Peki suçlamayalım ve korkmayalım da, sanal Şeytan’lara karşı ne yapalım? Dün değerli olmayan bir şey var ki bugün her zamankinden daha değerli. İrade… İnsanlık tarihinde özgür irade hiç bu kadar değerli olmadı. İrade hep değerliydi, fakat bugün her zamankinden daha değerli. Dün iradesi zayıf insanları zapt etmek kolaydı. İradesi zayıf olan insanları toplumsal baskıyla zapt ederdiniz, hukuk baskısıyla zapt ederdiniz, aile baskısıyla zapt ederdiniz, devlet baskısıyla zapt ederdiniz, zaptiye ile zapt ederdiniz. Bugün ne yapacaksınız? İnternet önünde, kendisi başında… İnternetle arasında bir tık var. Eskiden mekanikti şimdi dokunmatik oldu. Neyi arıyorsa; meleğin büyüğünü arıyorsa meleğin büyüğünü, şeytanın büyüğünü arıyorsa şeytanın büyüğünü buluyor. Söyler misiniz; aslında Kur’an’ın mucizesi değil mi bu? Kur’an neden bu kadar akletmeye vurgu yapar, neden içinde sekizyüzden fazla “ilm” kökünden kelime geçer. İrade 140 kez fiil olarak geçer hiç isim olarak geçmez. Dünyada Kur’an kadar ilme,bilgiye, akla, iradeye, delile atıf yapan dini bir metin bulamazsınız. Bu bir mucizedir sevgili gençler. Bu gelecek zaman hakkında Kur’an’ın bir ihbarıdır. Peygamberin son peygamber olması, Kur’an’ın da son vahiy olmasının sebebi budur. İnsanlık aklı kemale erdi, rüşde ulaştı demektir. İnsanlık 40 yaşına geldi akıl açısından demektir. Son peygamberin gelişiyle liderlik kişilerden ilkelere geçmiştir. O ilkeler de Allah’ın kitabındadır. İşte bu noktada iradeyi gündeme sokmak, iradeyi geliştirmekten başka çaremiz yok. Hangi kilidi koyarsanız, hangi önlemi alırsanız alın, onu aşmanın bir yolunu bulacaklar. İnternete karşı iradeyi güçlendirmekten başka yolumuz yok. İradeyi, tabi ki imanı, tabi ki aklı, tabi ki vicdanı.. İrade, akıl, vicdan ruhun üçüzleridir. Ruh imanın yoldaşıdır. Bu üçüzler güçlü olursa ruh güçlü olur. Ruh güçlü olursa iman güçlü olur. Bunlar güçlü olduğu zaman şahsiyet güçlü olur. Şahsiyeti güçlü olan insan Allah’ın izniyle neyi aradığını bilir. Sınırlarını bilir, sınırlarında durur. Başka da çözüm yolu yoktur. Çaresi de yoktur. Dünün dünyasında yasaklarla yapılanlar; geleceğin dünyasında akıl, vicdan ve iradeyle güçlendirilmiş ruh ve iman ile yapılacaktır vesselam… B.Ş.E. Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz, Allah razı olsun.
149
Mehmet Ali Başaran ile konuştu
150
Mehmet Baransu “Bunlar gazetecilik yapmadılar. Bunlar bir makyaj yaptılar. Bir şeyi inceliyormuş gibi yapıp aslında büyük fotoğrafın görünmesini engellediler. Derin devletin devam etmesini sağladılar.”
151
Mehmet Ali Başaran Türkiye gibi bir yerde gazetecilik gibi bir meslek, epey sıkıntılı olmalı. Çok yorulduğunuzu da biliyoruz. Başka bir iş yapıyor olsaydım keşke, dediğiniz oluyor mu? Mehmet Baransu Keşke başka bir iş yapsaydım dediğim olmuyor ama bir süre ara vermek istiyorum. Şöyle geriye doğru dönüp baktığımda, sadece Taraf maceram değil, ondan öncesinde de büyük bir savaş verdim. 1997-2001 arasında da inanılmaz bir şekilde, yolsuzluklarla ilgili haber yaptım. Yine, Türkiye’nin en çok konuştuğu operasyonlar olmadan, aylar öncesinde haber yapmış, yazmıştım. Sadettin Tantan o zaman İçişleri Bakanı’ydı. Bufalo, Balina, Burçak gibi adlarla bir sürü operasyonlar oldu. Bütün gazetelerde manşetti. Türkiye’de yer yerinden oynadı. O dönemde de aynen böyle büyük bir savaşın içerisine girmiştim. Şimdi Taraf macerama baktığım zaman şunu görüyorum: bu ülkede hiçbir gazeteciye nasip olmayan haberleri yaptım. Bunu kendimi övme anlamında söylemiyorum. Bütün gazetecileri toplayın, onların hepsinin yapamayacağı şeyi yaptım ve bunu tek başıma yaptım. Bir gazetecinin yüz yıllık hayatına sığdıramayacağı şeyleri yazdım. Sadece büyük operasyonlar değil. Askeriye, o alandaki sıkıntılar, bunlara dair haberler ve riskleri… Yoruldum! Şunun için yoruldum: çok kavgalar var, taraflar var, savaşlar var ve tüm bu tarafların iftiralarına maruz kalıyorsunuz; tehditlerine maruz kalıyorsunuz. Hayatınız risk altında. Bu ister istemez sizi yoruyor. Bir de utanmadan bu insanlar ailenize saldırı yapıyorsa, ailenizi de tehdit etmeye başlıyorlarsa işte orada yorgunluk bir kat daha artıyor. M.A.B. Yeni mi bu tehditler? M.B. Çok sayıda var; şimdi ve öncesinde. Bazen “bunun için mi!” diye düşünüyorsunuz. İki şey beni fazlasıyla üzdü. Birincisi: şike sürecinde yazdıklarımdan dolayı daha öncesinde beni destekleyen insanların bir takım, bir forma veya başka bir şey uğruna hakareti bırakın küfre varan hatta onun ötesinde iftiraya varan şeyler yazmaları. Bu beni yıprattı ve üzdü. İkincisi: hatalarından dolayı Başbakan’a yaptığım eleştiriler üzerine Ak Partililerin yapmış olduğu iftiralar… CIA ajanı oldum, Mossad ajanı oldum, şucu oldum bucu oldum, her şey oldum! Başörtülü kızların bana küfretmesi çok zoruma gitti. Sosyal medyada ve birçok yerde var. Hem Fenerbahçe’yle ilgili olsun hem Başbakan’la ilgili olsun, tek bir şey söylüyorum onlara, Başbakan da dâhil buna. Bana bu iftiraları atanlar kimlerse, hepsine şunu söylüyorum: Allah’tan tek bir duam var; kıyamet günü bu insanları benim karşıma %50 sevap ve %50 günahla çıkarması ve sadece benim hakkıma kalmaları. Allah kul hakkını bize bırakıyor. Hiçbirini affetmeyeceğim. Umarım o şekilde gelirler ve benim hakkımı aldıkları için cehenneme giderler. 152
Şimdi biri bana diyebilir ki bu ne öfkedir, ne kindir… Yaşadıklarımı ben biliyorum! Bir başörtülü bayan küfretmeden önce biraz Kur’an-ı Kerim okuyacak. Başörtüsü takıyorlar ama namaz kılmıyorlar. Ak Partililer ama namaz kılmıyorlar. Dindarım diyorlar ama namaz kılmıyorlar. Küfür ve iftiraya gelince çok rahat hareket edebiliyorlar. Bakın, insanlar küfre girdiklerinin farkında değiller. “Benim için önce Fenerbahçe gelir, sonra her şey!..” diyorlar. Bu bir küfürdür. Dinden çıkmadır. Bunları görünce üzülüyorum. Bana yapılmış olan bir hakaret için değil. “Yahu ben bu insanlar için mi mücadele verdim” diyorum. Eğer bu insanlar için mücadele verdimse, hayatımı ortaya attımsa, çocuklarımın hayatını ortaya attımsa, ailemin hayatını ortaya attımsa, yazıklar olsun! Keşke yapmasaydım, diyorum. Umarım ben yanılırım. Bu mücadeleyi şahsi bir şan, şöhret, para için yapmadım. Benim bu şöhretimi isteyen biri varsa, vermeye hazırım. Hayatının tehlikede olduğu, korumalarla gezdiği, bu kadar iftiraya maruz kaldığı şan ün neyse artık, ben hemen vermeye hazırım. Bu benim istemediğim bir şeydi. M.A.B. Gazeteciliğe gelelim. İyi bir gazeteci sizce nasıl olmalıdır? M.B. Bir kere vicdanlı olacaksınız. Ahlaklı olacaksınız. Korkmayacaksınız. Hiçbir yere bağımlı olmayacaksınız. Türkiye’de böyle bir şey yok. Konuyu iyi araştırıp derinlemesine incelemeniz gerekiyor. Bakıyorum; televizyonlarda konuşan insanlar gazetelerin spotunu bile okumamışlar. Ben hiçbir televizyon programına hazırlanarak çıkmıyorum çünkü biliyorum ki karşımdakilerin hepsi cahil. Okumayan insanlar. Okumaları gerekiyor, cesaretli olmaları gerekiyor, fikri takip gerekiyor. Başından sonuna kadar bir olayı takip etmek gerekiyor. O zaman iyi gazetecilik olur. Bir de ben, “gazetecilik şansı” diye bir şeyin varlığına inanıyorum. Eğer siz araştırmanızı iyi yaparsanız, takip ederseniz, sizin önünüze o gazetecilik şansı denen olaylar çıkıyor. Kısa veya uzun vadede çıkıyor; önemli değil, bir yerde çıkıyor. Bazen hiç tahmin etmediğiniz bir haber size gelebiliyor. O kadar mücadele ediyorsunuz, o kadar araştırıyorsunuz, o kadar konunun üzerine eğiliyorsunuz ki, Allah bir yerde karşılığını veriyor. İnsanlarla diyalogunuz iyi olmalı. Ben 15-20 yıldır tanıdığım insanlarla haber için halen daha görüşürüm, onlara danışırım. Telefon rehberim kalındır. “Telefon rehberiniz ne kadar kalınsa o kadar iyi gazetecisiniz” derler. Aynen öyle. Telefon defteriniz kalın olacak ama insanlarla iletişiminiz de o oranda iyi olacak. M.A.B. Bunu şu açıdan sordum; “benden önce yapılan işlerin gazetecilik olmadığını insanlar görmüştür” gibi iddialı ifadeleriniz var… Ben foyalarını ortaya çıkardım. Uğur Dündar olsun, diğerleri olsun… Bunlar gazetecilik yapmadılar. Bunlar bir makyaj yaptılar. Bir şeyi inceliyormuş gibi yapıp aslında büyük fotoğrafın görünmesini engellediler. Derin devletin devam etmesini sağladılar. Hırsız iş adamlarının bu ülkeyi soymasına göz yumdular. Patronlarını, patronlarının ortaklarını korudular. Bunu para için yaptılar. 153
Ben gazetecilik mezunuyum, bunların hepsini okudum. Basın tarihini iyi bilirim, Bâb-ı Âli’yi bilirim. Simit yiyen, çay içen gazeteci, şarap içmeye başladı ve köşesinde şarap reklâmları yapmaya başladı. İster istemez halktan koptular. İster istemez patronun çıkarlarını korumaya çalıştılar. Çünkü elde ettiği makamı, parayı ve bütün kazançlarını kaybetmemek için –çok affedersiniz- aşağılıkça işler yaptılar. Nedeni bu. M.A.B. “Yandaş Medya” diye bir tabir var. Alper Görmüş buna “Paralel Merkez Medya” diyor. Son on yıla baktığımızda “ben de varım” diyerek ortaya çıkan bu medyayı nasıl değerlendiriyorsunuz? M.B. Ben yandaş demek istemiyorum. Zaman zaman yazılarımda kullansam da biraz kızgınlıktan oluyor. Sakin kafayla düşündüğüm zaman çok da doğru bir kelime değil. Ama yeni bir medya var. Yeni ama etkisiz bir medya var. Yeni ama itibarı olmayan medya var. Yeni ama ahlakı olmayan bir medya var. M.A.B. Muhafazakâr medyayı mı kastediyorsunuz? M.B. Aynen. Yeni ama ahlakı yok. Yeni ama gazetecilik namusu yok. Bu anlamda bence hiçbir etkileri yok. Eğer etkilerinin olduğunu zannediyorlarsa yanılıyorlar. Kimse kusura bakmasın isim de vereceğim: Star Gazetesi’nin hiçbir etkisi yok bu ülkede! M.A.B. Zaman Gazetesi’nin var mı? M.B. Zaman Gazetesi’nin bence var. Zaman Gazetesi’ni biraz daha farklı bir yere koyuyorum çünkü bir cemaati temsil ediyor. Cemaati temsil ettiği için ister istemez bir anlamda gücü, etkisi var. M.A.B. Yenişafak Gazetesi’ni nasıl buluyorsunuz? M.B. Yenişafak kafası çok karışık bir gazete. İki arada bir derede kalmış. Hükümeti eleştirmiyor. Ona çok dikkat ediyor. Sadece birkaç kez patronlarının bazı bakanlıklarla ve hükümetle kişisel kavgalarından dolayı manşetlerinde birkaç eleştiri yaptılar. Havalimanıyla ilgili, Havaş’la ilgili olanlar bunlardandır. Mesela Sabah Gazetesi öyle bir gazete oldu ki… Merkez medyanın bir dönem en etkili gazetesi MİT’in kontrolüne geçti. Yüzbaşıya general muamelesi yapan birisi, Genel Yayın Yönetmeni Sabah’ın. M.A.B. Akit Gazetesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
154
M.B. Akit’i tamamen farklı bir yere koyuyorum, Akit Gazetesi çok eleştiriliyor ama ben o kadar eleştirmiyorum. Akit Gazetesi’nin iyi-kötü, doğru-yanlış bir çizgisi var. Sivri dili var, zaman zaman hedef gösteriyor ama Akit çizgisini hiç bozmadı. Benim gördüğüm; yıllardır aynı çizgisini devam ettiriyor. Akit’in şimdi yaptığı, eleştirilen manşetlerine bakın, on yıl önce aynılarını attığını görürsünüz. Aynı haberi, aynı yaklaşımı, aynı sertliği görürsünüz. O anlamda bence en dürüst gazetelerden biri Akit Gazetesi’dir. En dik duran gazetelerden biri. M.A.B. En azından omurgalı, diyorsunuz… M.B. Evet, omurgalı en azından. Sabah Gazetesi’ni nereye koyacaksınız, Star Gazetesi’ni, Yenişafak’ı nereye koyacaksınız? Kafalar tamamen karışık. M.A.B. Bugün Gazetesi sizce nasıl? M.B. Bugün Gazetesi de farklı bir yerde. Şöyle ki; yarı cemaat, yarı hükümet, yarı piyasa-popüler olma amaçlı bir gazete ama Bugün Gazetesi’nde okuduğum çok önemli köşe yazarları var. Gülay Hanım olsun, Ahmet Taşgetiren olsun… Adem Yavuz Arslan’ı severim, benim eski mesai arkadaşımdır. Ankara’dan çok iyi kulisler yazar. Gültekin Avcı var, son bir yılda çok iyi analizler yapan birisi. Bugün Gazetesi benim köşe yazarları için baktığım gazetelerden birisi daha çok. M.A.B. İslami camiada insanlar “Hâlâ Taraf mı okuyorsun!” gibi bir söylemi, itirazı sıklıkla dillendirir oldular son dönemde.. M.B. Bence bütün gazeteler okunmalı. Okumaktan zarar gelmez. Ama gazetecilik yapıyorsanız, bir duruşunuz olmalı. Ben bugün bir yazı yazdım. 10-15 gündür herkes dinlemelerden, şikayetçi! Bu ülkede Başbakan çıkıyor “dinleniyorum, rahatsız oluyorum” diyor. Ben de dönüp diyorum ki: “Bu ülkenin Başbakanı’sın, anayasaya göre sen de ben de eşitiz. Sen kendi dinlenmenden rahatsız oluyorsun, ben ise dinlenmeyi belgeledim. Sen daha dinleme cihazının kim tarafından konulduğunu bulamıyorsun, ben beni ve Taraf Gazetesi’ni dinleyenleri belgeledim. Belgeleri savcıya verdim. Savcı soruşturma açtı. Yargılanmaları için sana yazı gönderdi, izin istedi. Sen ise izin vermedin. Ondan sonra da oturup Hz. Ömer adaletinden bahsediyorsun!” Medyaya bakıyorum; bir tane kalem yok, bir tane yazı yazacak adam yok. Yazarsanız, köşe yazıları yazıyorsanız ve fakat Başbakan’ı eleştiremiyorsanız Allah öteki tarafta size bunun hesabını sorar! Benim bildiğim Allah’sa sorar! Onlar başka bir Allah’a inanıyorlarsa, bilmiyorum. Benim bildiğim Kur’an-ı Kerim’se sorar! Peygamber Efendimiz zamanındaki olaylara baktığımda, bunun hesabı sorulur. Televizyon programını, koltuğu, köşe’yi kaybetmekten korktuğunuz için iktidar mensubuna hatalarını söyleyemiyorsanız, yazı yazamıyorsanız o kaleminizi kırın daha iyi.
155
M.A.B. Başbakana hitaben, “Usta, gemin su almaya başladı” başlıklı bir yazı yazmıştınız. Geminin şu andaki durumu nedir? M.B. Gemi halen daha su alıyor. Fazlasıyla su almaya başladı. Benim onu yazdığım dönemde Uludere yoktu, “Özel Yetkili Mahkemeler Yasası” daha değişmemişti, “Şike” bu kadar rezil bir duruma gelmemişti. Sayıştay bu kadar kötü bir durumda değildi. Hükümet, “alternatifimiz yok” şımarıklığı içerisinde. Bir gün inşallah Başbakan olursam -bunu çok istiyorum, beş yıl başbakanlık yapıp kenara çekilmeyi çok istiyorum- bu ülkenin Bakanlarının yarıdan fazlası Yüce Divan’da yargılanır. Belediye başkanlarının ve siyasetçilerin birçoğu için, parti gözetmeksizin, cezaevi inşa etmek istiyorum, yaptıkları hırsızlıklar için. Hırsızlık o kadar büyük bir noktaya gelmiş ki, iktidar da o kadar bu işin içerisinde ki, geminin bir süre sonra battığını göreceksiniz. Bu gemiyi de hırsızlıklar batıracak. Şimdi “alternatif yok” diye şımarıyor olabilirler; bu seçimde geminin ne kadar yalpaladığını, rotadan çıktığını görecekler. Ben Ak Parti’nin 2023’ü görebileceğini zannetmiyorum. Çok basit, gidin muhafazakâr kesimi gezin. Bakın nerdeler, ne oldular, hangi noktadalar! M.A.B. Ak Parti’yi daha önceki hükümetlerden ayıran fark git gide ortadan kalkıyor mu diyorsunuz? M.B. Bu ülke Ak Parti’ye neden tek başına iktidar verdi? ANAP’ın hırsızlıklarından bıkmışlardı, DYP’nin hırsızlıklarından bıkmışlardı, DSP’nin beceriksizliğinden bıkmışlardı, CHP zaten iktidar olamıyor. Ak Parti şu anda ANAPlaşıyor, DYPleşiyor. O yolda hızlı adımlarla gitmeye başladı. Nerede Hilmi Güler? Başbakan açıklasın, neden bakan yapmadığını? Kürşat Tüzmen’i niye bakan yapmadı, bunları açıklasın! Unakıtan’a ne oldu da gönderdi? Osman Pepe nerede? Kendi özel kalem müdürü Hikmet Bulduk vardı, o nerede? Organizer firmasına ne yaptılar? Reklamcısı Arter ne yapıyor?.. Bunların ortaya çıkmayacağını zannediyorlarsa yanılıyorlar. Binali Yıldırım’ın akrabaları ne yaptılar İstanbul’da? Bir sürü şey sayabilirim ben size böyle, fazlasıyla… Bu kadar kötü medyayla bunların ortaya çıkmayacağını sanıyorlar. Kendilerine yakın, kendilerinden korkan bir medya; Aydın Doğan’ın, NTV’nin, Doğuş Grubu’nun ve diğerlerinin olduğu medya… Yandaş gördükleri bir medya var. Cemaat’i baskı altına alıp Zaman, Bugün gibi gazetelerde bir şeylerin çıkmasını engelleme çabası var. Geriye bir tek Taraf Gazetesi kalıyor. Başka bir gazete de yok, gördüğüm kadarıyla. Sözcü ve Aydınlık gazetelerinin bir itibarı yok. O kadar fazla yalan haber yaptılar ki, onlara itibar yok. 156
Bu devran dönerse, ki dönecek, o zaman çok şey ortaya çıkacak. Başbakan sık sık Hz. Ömer adaletinden bahsediyor. O halde Onun gibi davranacaksın. Kim hırsızlık yapmışsa cezasını çekecek. Kim yolsuzluk yapmışsa cezasını çekecek. Böylece toplum sizin liderliğinize inanacak. “Yüzde elli oyumuz var”, bununla övünüyorlar. Bunu size ben verdim ama ben size inancımı kaybetmeye başladım ve kaybettim. Benim ailem de kaybetti. Toplum da yavaş yavaş kaybediyor. Bir sene önce bunlar bu kadar konuşulmuyordu, yoktu. Ama bir senedir konuşuluyor. Ak Parti, yaptıkları, hırsızları koruması, şikecileri koruması, kendi hırsızlıkları ortaya çıkmasın diye Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırması… Birçok şey var. M.A.B. Yeni bir anayasa yapılması durumunda… M.B. Ben yeni bir anayasadan ümitli değilim. Ak Parti’nin çok istediğine inanmıyorum. Çünkü bu anayasa işlerine geliyor. Hesap vermiyorlar kimseye. M.A.B. ‘Ankara’nın derin dehlizleri’nde olup bitenler aydınlatılabilir mi? M.B. Elbette. Ben 28 Şubat sürecinde bile umudumu hiç kaybetmedim. Dünyada tek başınıza kalsanız dahi umudunuzu kaybetmeyeceksiniz ve mücadele edeceksiniz. Yoksa, Ankara’nın dehlizleri ne ki! Ben Allah’a inanıyorum; işimi en iyi şekilde yaptıktan sonra, öteki tarafa gittiğimde Allah bana sorduğunda, “Rabbim, ben şunu şunu yaptım” diyeceğim. “Bir şeyi değiştirmek benim elimde değil. O benim kudretimde değil, o senin kudretinde!” O yüzden Ankara’nın derin dehlizleri tabii ki aydınlatılacak, aydınlatılmak zorunda. Hesap vermeleri gerekiyor. Bu ne zaman, nasıl olur onu bilmem, bilemem. Şunu biliyorum: ben sonuna kadar mücadele edeceğim bununla bir gazeteci olarak, bir vatandaş olarak. Bunu herkesin yapması gerekiyor. M.A.B. 28 Şubat sürecinin sona erdiğini söylüyorlar. Sizce sona ermiş midir? M.B. Bence tam olarak değil. Kısmen evet, düzelmeler oldu. Ama atılması gereken çok, çok adım var. Katsayı idi, İmam Hatipler idi, daha yeni yeni bir takım şeyler düzelmeye başlıyor. Mecliste bir tane bile başörtülü vekil yok. Bütün kamu kurumlarında başörtülü olarak görev alınabilmeli. Bunlar olmadığı müddetçe 28 Şubat Sürecinin bittiğine inanmıyorum. İşin daha kötü tarafı Ak Parti “28 Şubatlaşıyor” artık. Başbakan çıkıp canlı yayında “28 Şubat operasyonları dalga dalga ülkeyi boğuyor” diyebildi. Kendisi, 28 Şubat’ın mağduru olduğunu da söylüyor. Kimse kusura bakmasın 28 Şubat sürecinde mağdur olmadı Tayyip Bey. Bu ülkenin gerçek mağdurları var. 157
M.A.B. Kim onlar? M.B. Doktor olacakken ev hanımı olanlar. Başını açmayıp okula gidemeyen insanlar. Ailesinden uzakta eğitim almak zorunda kalan insanlar. Devlet kurumlarından, Ordu’dan atılan insanlar. Pazarda gözleme, limon satan insanlar. Bu süreçte atıldıktan sonra iş bulamayıp intihar eden insanlar var. Kim, hangi toplum sahip çıktı? Hiç kimse sahip çıkmadı. O yüzden 28 Şubat bitmiş diye bir şey yok. Onlar için yapılacak ne yapılacaksa. Ak Parti ve Başbakan Kasımpaşa’dan Nişantaşı’na taşındılar. Maalesef. Tayyip Bey’in Kasımpaşa’ya geri dönmesi gerekiyor! M.A.B. PR (Halkla İlişkiler) çalışmaları mı yapılıyor? M.B. Evet, çok iyi bir PR çalışması var. Ben yazı yazdım, yalanlayamadılar. Ortadoğu’da paralı askerler alkışladı onları. Açıklasınlar kaç para verdiklerini o askerlere, alkışlamaları için. Ben yazdım, yalandır diyemediler. Diyemezler. Tayyip Bey iyi bir lider ama maalesef çizgi değiştirmeye başladı. Ben bunu söyleyince diyorlar ki: “Tayyip Bey iyi biri ama çevresi…”. Bir lider çevresini göremiyorsa, kusura bakmasın! M.A.B. Tayyip Bey ile özel olarak görüştünüz mü hiç? M.B. Hayır, hiç görüşmedim. Çok iyi anlaşacağımızı düşünüyorum. Ben Tayyip Bey’in samimiyetine gerçekten inanıyorum. Ama samimi olması onun yaptığı hataları görmeme mani değil. Görür ve söylerim. Bunu kendim için değil bu ülke için söylerim. Kendisi için, partisi için söylerim. M.A.B. Türkiye’de Müslüman olarak sizi ilk rahatsız eden şey nedir? M.B. Benim rahatsız olduğum şey şu: gerçekten samimiyet yok, göstermelik yapılıyor her şey. Bu ülkede Başbakan’ın suratına fotoğraf fırlatıp tokat attığı bir adam, ismini de yazın, Akif Beki, akıl veriyor! İnsan bir döner arkasına bakar ona göre akıl verirler. Bu ülkede ahlaksızlar ahlak dersi vermeye başladı. Ülkenin en önemli sorunu bu. Ayrım yapmaksızın her kesimde var bu hastalık. Para için, makam için, mevki için farklı bir kimliğe bürünüyoruz. Samimiyet yok, mücadele yok, inanmışlık yok. Müslümanlar neden bu kadar eziliyor çünkü Müslümanlar inanmış değiller. Laf ebeliğiyle olmuyor. Laf ebeliğiyle herkes Müslüman, herkes cihat yapıyor. Ama icraata geldiği zaman, yok! M.A.B. Ben zorunlu eğitim ve zorunlu askerliğe geleceğim. Ne düşünüyorsunuz böyle bir eğitim ve askerlik için? 158
M.B. Zorunlu ama çok alternatif alan olmalı. Meslek olabilir, Kur’an olabilir, Güzel Sanatlar olabilir başka bir şey olabilir. Tek tip eğitim var, bizdeki sorun bu. İlkokul bir’de ben başladım Atatürkçülük dersine, lisede aynı, üniversitede aynı Atatürkçülük dersi, İnkılap Tarihi dersi. Bizim kültür seviyemiz çok yüksek değil. Bu ülkeyi yöneten bakanları bakın, kaçının kültür seviyesi yüksek? Liderlerin yaptığı ağız dalaşlarına, hakaretlere bakın. M.A.B. Devletin bunu bir ideolojik araç olarak kullanmasını eleştiriyoruz. M.B. Şu andaki zorunlu eğitimin savunulacak bir tarafı yok. Tek tip bir eğitim var, merkezden belirlenen bir sistematik var. Tek tip hutbe var bu ülkede, böyle bir şey olabilir mi! Ben Cuma namazlarında hutbe dinlemek istemiyorum, mecbur olmasam dinlemek istemiyorum. M.A.B. Diyanet’i nasıl görüyorsunuz bu anlamda? M.B. Eskisine göre daha iyi. Mehmet Nuri Yılmaz gibi birinden kurtuldu en azından. Ama yine de bu ülkenin en kötü kurumudur Diyanet. M.A.B. Hangi anlamda? M.B. Kaç bin cami var bilmiyorum. Her imam üç kişiyi, her müezzin üç kişiyi eğitseydi bu ülkenin sorunu kalmazdı. M.A.B. Askerde işkence gördünüz mü? M.B. İşkence gördüm. Detaylarına girmeyeyim ama fizikî ve psikolojik işkence gördüm. M.A.B. Bu sizin herhangi bir “Mehmetçik” olmanızdan dolayı mı, yoksa özellikle Mehmet Baransu olmasından dolayı mıydı? M.B. Mehmet Baransu olduğum için. Çünkü ben o dönem Dağlıca’yı yazmıştım, İlker Başbuğ’u yazmıştım, Paksüt – Başbuğ görüşmesini yazmıştım, o dönemden sonra askere gitmiştim. M.A.B. Sadece size özgü değil, askerde devasa bir hak ihlali var esasında. 159
M.B. O ayrı bir şey ama benimki daha özeldi. Bu yazdığım haberlerden dolayı. Bu ülkenin bir gün tarihi yazıldığı zaman Taraf Gazetesi’nin yaptığı şeyler yazıldığı zaman bu da yazılacak. Taraf Gazetesi onları da kırdı. Birçok şeyi psikolojik olarak kırdı. Mecburi askerliğin bir an önce kalkması gerekiyor, hükümet neyi bekliyor ben anlamıyorum. Ve hesap sorabilecek bir yapıda geliştirsinler yeni askerliği ki geçmişte yaşadığımız sıkıntıların aynılarını profesyonel ordu’da da yaşamayalım M.A.B. Kur’an’ı okuduğunuzda sizi en çok ne etkiliyor? M.B. Ben Yasin’i okumayı çok severim. Son 6 aydır da Necm Suresi’ni dinliyorum. Kâbe’nin yeni bir imamı var, Onu dinliyorum. Yakında da Kur’an-ı Kerim’in mealine başlayacağım, yeni aldım. M.A.B. Kimin meali? M.B. Suat Yıldırım’ın. Elmalılı Hamdi Yazır’ınki de evimde, ara ara ona bakıyorum. M.A.B. Özel hayatınızı değil ama kamuoyunu ilgilendiren bir sırrınızı bizimle paylaşır mısınız? M.B. Şunu söyleyebilirim: Allah ömür verirse 10 sene sonra bir kitap yazacağım. Herkes anlayacak neyin ne olduğunu. Beni, nasıl mücadele ettiğimi, hangi tehditleri aldığımı, bütün haberlerimin perde arkasını yazacağım. M.A.B. Neden şimdi değil de 10 sene sonra? M.B. Görevde bazı insanlar. Çocuklarımla, kendimle ilgili tehditleri yazacağım. Haber kaynaklarımı açıklayacağım. 10 sene sonra… M.A.B. Korumalarla dolaşıyor olmak nasıl bir duygu? M.B. Kötü bir şey, çok kötü bir şey. Yanınızda devamlı bir adam var. Millete çok kolay geliyor, rahat geliyor ama değil. Ben bazı şeylere kader planında bakıyorum. Allah bana böyle bir görev biçti, yapacak bir şey yok. Şikâyet edecek değilim. M.A.B. Ara verecek misiniz gazeteciliğe? M.B. Çok istiyorum. Ama zor. Bir sene hiçbir iş yapmak istemiyorum. Bir sene bir yere çekilip çocuklarımla birlikte oynamak ve kitap okumak istiyorum. M.A.B. Teşekkür ediyoruz röportaj için. M.B. Rica ederim 160
Tasar覺m: Abdullah Sabit
Emre Berber ile konuĹ&#x;tu
162
Hayri Kırbaşoğlu “ İslami hareketler ve özellikle de siyasi İslami hareketler giderek muhalif olmaktan çıkıp konformist, idealist olmaktan çıkıp pragmatist, eşitlikçi olmaktan çıkıp elitist bir çizgiye savrulmakta, bu çevrelerde giderek tüketim kültürü, tüketim çılgınlığı ve hatta “abdestli kapitalizm” denebilecek bir yaşayış tarzı yaygınlaşmakta, fakirlerle zenginler, ezenlerle ezilenler ayrımı bizatihi İslami kesimlerin bir iç meselesi haline gelmeye aday görünmektedir.”
163
Emre Berber Hocam selamun aleykum. Müsaadenizle doğrudan söze giriyorum. Çeşitli konuşma ve yazılarınızda İslam düşüncesinin şiddetli bir durgunluk ve tekrar sarmalı içine hapsolduğunu söylüyorsunuz. Bunun sebebi neydi? Hayri Kırbaşoğlu Burada tek bir sebepten ziyade bir sebepler manzumesinden söz etmek gerektiği kanaatindeyim. Bu sebepler zincirinin ilk halkalarını ise “akıl tutulması” ve “ahlak iflası” olarak özetlemek mümkündür. Bunlardan akıl tutulması, İslam dünyasının meselelerine teorik çözüm üretememesinin önündeki en büyük engeli teşkil ederken, “ahlak iflası” ise uygulamadaki başarısızlıkların, çelişkilerin, tutarsızlıkların, paradoksların ve çifte standartların başlıca sebebini oluşturmaktadır. Bunlardan ilki düşünce planındaki, ikincisi ise eylem planındaki başarısızlıkların temel sebebidir. Bu iki temel sebep üzerine ciltlerce yazmak ve günlerce konuşmak mümkün ise de, konuyu tamamen muğlak bırakmamak için “akıl tutulması”nın ilacının “eleştirel aklı” diriltmekten, bu amaçla bu geleneğin tarihteki kökenlerini keşfetmekten, daha sonra da bu geleneği aktüel hale getirmekten geçtiğini; ahlak iflasının ilacının da geleneksel anlayışın tersine “eylemin merkezi rolünü vurgulayan bir iman ve İslam anlayışı”ndan geçtiğini söylemek mümkündür. Bu ise zaten geçen yüzyıldan beri yenilikçi İslam düşünürlerinin peşinde koştukları hedeften başka bir şey değildir. Yaşanan gelişmeler ve bugün İslam ümmetinin içinde bulunduğu içler acısı durum, bu düşünürlerin çabalarının ne kadar isabetli olduğunu açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. O halde bize düşen onların çabalarını eleştirel bir gözle okuyarak, aksaklıkları düzeltmek, eksiklikleri gidermek ve yeni ufuklara yelken açmak suretiyle geliştirmekten başka bir şey değildir. E.B. Öyleyse bu durumu aşmak için meseleye nasıl yaklaşmak gerekiyor? H.K. Bunu aşmak sanıldığı kadar kolay olmayacak gibi görünüyor, özellikle de sözüm ona “İslamcılar”ın –samimi olanlar tabii ki sadet dışıdır– siyasi olarak yükselişe geçmiş göründüğü günümüzde. Zira bu İslami hareketlerin ve özellikle de siyasi nitelikte olanların “yenilik” ve “eleştiri” kavramlarından pek hoşlandıkları söylenemez. Buna bir de ülkemizde de olduğu gibi siyasilerin “popüler İslam” veya “halk İslamı” denilen yaklaşımdan geldikleri ve cemaat ve tarikat çevrelerinin de yer aldığı bu gibi çevrelerin geleneksel taklitçi bir İslam anlayışını savunduklarını da eklemek gerekir. Gerek siyasi gerekse sivil olsun bu geniş geleneksel taklitçi çevrelerin “tefekkür”, “bilimsel araştırma”, “ yenilik”, “eleştirel düşünce”, “muhalefet” kavramlarını kendi statükoları için bir tehdit olarak algıladıklarını ve bu sebeple ellerine geçirdikleri siyasi, ekonomik, medyatik v.b. gücü bu tehdide karşı yönlendirdiklerini de unutmamak gerekir. 164
Bu şartlarda İslam ümmetinin yakın gelecekte bu durumu aşma şansının pek fazla olmadığını söylemek gerçekçi bir tespit olacaktır. Ancak bu tespiti, bir ümitsizlik kaynağı olarak değil de üstat Necip Fazıl Kısakürek’in – Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın dizelerinde ifade ettiği gibi mücadele çabalarını daha da yoğunlaştırmaya bir davet olarak yorumlamak yerinde olacaktır. E.B. İslam düşüncesinde meydana gelen bu tıkanmayla modern dönem İslamî hareketlerinin oluşumu ve bu hareketlerin ortaya koyduğu usûl ve pratikler arasında nasıl bir ilişki var? Düşüncedeki zaafiyetlerin İslamî hareketlerin oluşumuna ve pratiklerine yansıması olmuş mudur? Olmuşsa genel itibariyle nasıl olmuştur? H.K. İslami hareketlerin çağdaş İslam düşüncesi ve İslami araştırmalar karşısında olarak da oldukça ilgisiz veya menfi bir tavır takındıklarına işaret etmiştik. Buna bir de bu hareketlerin “retorik/söylem” e ağırlık veren yaklaşımlarını da eklemek gerekir. Kısacası “ilim” ve “fikir”e karşı bu ilgisizlik, tam aksine atalar kültü de denilen geleneksel din algısının ısrarla sürdürülmeye çalışılması bu hareketlerin pratiklerine de tabii olarak yansımaktadır. O yüzden İslami hareketler ve siyasi partiler hala bir cemaat ve tarikat gibi “tek adam” ve “karizma” esasına dayalı olarak hareket etmekte; “ortak akıl”, ”ekip karizması” ve -zannedildiği gibi tavsiye niteliğinde değil, liderleri ve karar alıcıları da bağlayıcı olan “istişare” gibi kavramlar henüz onların lügatlerinde kendilerine yer bulamamaktadır. Bunun tabii bir sonucu olarak ta İslami hareketler ve özellikle de siyasi İslami hareketler giderek muhalif olmaktan çıkıp konformist, idealist olmaktan çıkıp pragmatist, eşitlikçi olmaktan çıkıp elitist bir çizgiye savrulmakta, bu çevrelerde giderek tüketim kültürü, tüketim çılgınlığı ve hatta “abdestli kapitalizm” denebilecek bir yaşayış tarzı yaygınlaşmakta, fakirlerle zenginler, ezenlerle ezilenler ayrımı bizatihi İslami kesimlerin bir iç meselesi haline gelmeye aday görünmektedir. Bu süreç daha da kötüye giderek, “küresel sistemle bütünleşme” ve küresel güçlerle işbirliği adı altında İslam ülkelerini işgal edenlerle işbirlikçiliğine kadar vardırılabilmektedir. E.B. Ana akım İslam düşüncesinde siyasete kategorik olarak mesafeli bir tavır alındığından bahsedilebilir herhalde. Bu mesafeli tavır Kuranî bir tavır mıdır? Siyasetin bir Müslümanın anlam dünyasındaki yeri neresidir? 165
H.K. Bazı şeyler yaşanmayınca daha zor, yaşanınca daha kolay anlaşılıyor. İslami kimlikle yola çıkıp “iktidara” ya da “hedefe” yaklaştıkça bu kimliğini giderek ikinci plana atan, hatta açıkça olmasa da zımnen redd-i miras anlamına gelebilecek adımlar atan, mensup olduğu inanç sistemine leke süren uygulamalardan rahatsızlık bile duymayan bir siyaset göz önüne alındığında, İmam-ı Azam’dan bu yana pek çok ulemanın niçin yönetimlerden uzak durdukları daha kolay anlaşılmaktadır. Tabiatıyla buna bir de ulemanın tarih boyunca büyük ölçüde “iktidar”ın değil de genelde mağdur ve mazlum olan geniş kitlelerin sözcülüğü anlamında “muhalefet”i temsil etmeye çalışmasını da eklemek gerekir. Kanaatimce ulemanın, mütefekkirlerin, sanatçıların, kısacası “sorumlu aydın”ların bu muhalif tavırlarını daima muhafaza etmeleri gerekir. Hatta şu veya bu şekilde iktidar ile bir ilişki içinde olsalar bile temel görevlerinin bu “muhalefet” ya da “el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Munker” görevi olduğunu hiçbir zaman unutmamaları gerekir. Siyaset en genel anlamda İslam’ın kendisidir. Zira yeryüzünde olan biten her şey İslam ümmetinin sorumluluğundadır ve bu en genel anlamda siyaset demektir. Gündelik anlamda ya da parti siyaseti anlamında siyasete gelince bu da genel siyasetin bir parçası olarak Müslümanın ilgi alanına dahildir. Bu alanda yaşanan kirlilikle mücadele de Müslümanlığımızın bir gereğidir. Ancak bu alanda bir temizliğe girişebilmek için yapısal anlamda “temiz siyaset” ve “temiz toplum” konusunda kafa yormak ve egemen modellere alternatif modeller geliştirmek ve bunların uygulanabilirliğini göstermek gerekir. Aksi takdirde “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözünün muhatabı olmaktan kurtulmak mümkün olmayacaktır. E.B. Günümüze gelirsek; siz aynı zamanda Has Parti kurucu üyesisiniz. Hem bu tecrübeniz hem de az önce yaptığınız değerlendirmeler ışığında Türkiye’de İslamî camianın pratik siyasetle kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? İktidardan bağımsız politik bir özne neden şekillenemiyor? H.K. Bir düzeltme yapalım: Kurucu üye idim. Hayatımda ilk defa yukarıda arz etmeye çalıştığım bakış açısını hayata geçirmek ve dile getirmeye çalıştığım eleştirileri fiilen uygulamak için, kendilerini kıramadığım dostlarımın ve arkadaşların da ısrarlarıyla bu siyasi hareketin içinde yer aldım. Bu siyasi tecrübe son derece önemli ve sağlıklı olduğu halde, bunun başarıya ulaşamamasının da birinci dereceden sorumlusu ne yazık ki mesela sosyalist, alevi veya Süryani kardeşlerimiz değil çoğu Milli Görüş geleneğinden gelen ama AKP içinde kendilerine yer bulamadığı için HASPARTİ’de fırsat kollayan, fakat iktidara giden treni kaçıran bu gibiler için AKP bir “ek sefer” düzenleyince HASPARTİ’yi ortada bırakıp bu trene binmekte tereddüt etmeyen sözüm ona “İslamcılar” olmuştur. Bu da İslamcıların, siyasi İslam’ın aktörlerinin, İslami cemaat ve tarikatların, kısacası Müslümanların müslümanlıklarının genel olarak bakıldığında ne kadar problemli olduğunu göz önüne sermesi bakımından oldukça aydınlatıcı olsa gerektir.
166
E.B. Türkiye’de tıkanıklık ve zaafiyetlerden vareste bir İslamcılık ya da müslümanca bir siyaset nasıl inşa olunabilir? Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müslüman için üzerinde mücadele yürütülmesi gereken temel meseleler nelerdir? Dikkat edilmesi gereken tehlikeler nelerdir? H.K. Biraz önce belirttiğim gibi HASPARTİ tecrübesinde kervanı yolda bırakan, bırakmakla yetinmeyip kervanı dağıtan sosyalist, alevi veya Süryani kardeşlerimiz değil maalesef “İslamcı” kardeşlerimiz olmuştur. Bir başka ifadeyle bu İslamcı olmayan kardeşlerimiz davalarına, daha doğrusu ortak davamıza olan imanlarını sebatlarıyla göstermiş, İslamcı olduklarını ifade edenler ise bu sadakati Hılfu’l-Fudûl prensibi adına dahi gösterememişleridir. Burada Müslümanlar olarak gözden kaçırdığımız nokta bir şeye iman ettiğini “söylemek”le “iman etme”nin farklı şeyler olduğudur. İşte tam da bu noktada Müslümanlar sözle kolaylıkla ifade ettikleri, övündükleri ve savundukları imanlarını “ispat” etme durumuyla, daha doğrusu yerine getiremedikleri bu ciddi görevle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Bir başka ifadeyle teori ile pratik, iman ile amel arasında giderek açılan ve bu sebeple kapatılması gereken açı en temel tehlikelerin başında gelmektedir. E.B. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? H.K. Eklenmesi gerekenleri ardı ardına sıralamaya kalksak her halde bu liste göklere uzanırdı. Dolayısıyla burada özetle söylenmesi gereken şey, daha önce bir yazımızda başlık olarak kullandığımız “Bu Müslümanlıkla buraya kadar” tespitinden hareketle, Aliya İzzetbegoviç’in temel projesi olan “Müslüman halkların İslamlaştırılması (Islamisation of the Muslim Peoples) “ davasını kitlelere taşımak için kolları sıvamaktan ibarettir. Bu bağlamda bireyi ve dış dünyayı değiştiremeyen bir imanın gerçekten iman olup olmadığını da sorgulamak gerektiği ortadadır.
167
Hamide Nur Mert ile konuĹ&#x;tu
168
Alper Gencer “Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler.” Bizim gayretimizin bir ifasıdır, ifşasıdır. Biz yeryüzünde irademize talip olan insanlar değil, gayretine talip olan insanlarız.
169
Hamide Nur Mert “Yeni kitaplar ne zaman çıkacak?” diyerek başlayalım. Alper Gencer Önümüzdeki Tüyap Fuarı’na, inşallah yine bir değil belki birkaç kitapla birlikte gelme ihtimalimiz var. Ama kim ölür kim kalır önümüzdeki seneye. Biz emaneti zaten internet vesilesiyle teslim edilmesi gereken kişilere teslim ettik. Bunu matbu bir halde okumak isteyenler içinde planlarımız programlarımız var. Ölsek de haklarımız devirlidir, basarlar. Hakları vardır. Ben zaten yazdığım her şeyi, her şey Allah’a aittir, Allah’ın sofrasından yermiş gibi dünyada ne yemek isterseniz, istediğiniz gibi alın kullanın bütün haklar Allah’a aittir deyip ortaya saçmışımdır yani. Alsın biri mesela benim kitabımı bassın umurumda olmaz. Bak umurumda olmaz yani doğru bassın, emanet doğru gitsin. Yanlışsa söylerim yanlış basılmış diye o kadar. Onun dışında önümüzdeki Tüyap’a, önümüzdeki kitap sezonuna birkaç kitap ile Allah izin verirse Allah’tan bir mani olmazsa geleceğiz. En azından bir şiir kitabı oldu. H.N.M. Bir tane mi oldu? A.G. Belki iki tane olmuştur. Âşık ahi ile Alper Gencer’i ayırmak lüzumu da var. H.N.M. Ben de onu soracaktım. Nasıl ayırıyorsun, ya da nasıl geliyor şiir, ahi olarak? A.G. Vallahi onu bilseydim herhalde ölmeme gerek kalmazdı. Vahiy arayışıdır şiir yazmak malum. Onun gelişiyle benim onu yazışım arasındaki mekanizma bir emir komuta zinciri şeklinde karşılanır, telakki edilir. Sebebi akli olarak araştırılmaz. Çünkü gönülde karşılığı vardır. Allah’tır yani. Her şey Allah’tandır diye düşünürüz. İçine nefs koymuşsak affola. Kendimizden bir şeyler koymuşsak affola. Ama kendimizden bir şey koymuşsak da koymadığımız kadarı oraya taşıyor, giriyor diye mutluyuz. Bazı güzel durumlara vesile olmasından kaynaklı Allah’a şükürdarız yani. Kendimiz için bir haber evvela, benim için bir haber. Şiir yazmak insanlarla o şiiri paylaşmaktan evvel bana gelen bir haberdir. Yani her zaman her yerde aynı şeyi söylüyorum: Bir şiirin, yazmış olduğum bir şiirin okuyucusu ile o şiirin bir şiirin şairi arasındaki yegâne fark, o şiiri okuyucusundan daha önce okumasıdır, şairin. İlk haberi o alır. Haberi ilk o aldığı için, o şiirde onun etrafında dolanır. Etrafındadır yani, haber ilk ona geldiği için. Mesela böyle bir yerden bir haber, bir kaynak, bir su fışkırdığı yer diyelim. Su fışkıran yer senin ayağının basmış olduğu yer, şimdi sen ayağını bastın diye mi fışkırdı? Yoo su oradan fışkırdı. Sen de orada duruyorsun orada yaşıyorsun. O zaman birileri su içmeye gelir senin yanına oradan içer suyu. Sen avucuna alır içirirsin, o kendisi gelir içer bilemezsin. Sadece sen o suyun yanında durmuş olduğun için, bu su o adamın yanından çıktı, derler. Bu kadar aittir yani şiir şaire. Senin yanından çıktı, sen vesile oldun, senden yürüdü gitti, üzerinden yürüdü gitti. Sen bastın çıktı ama sen oraya su çıksın diye basmadın. Oraya bastığın zaman bir su çıkacağından haberdar değildin. Çıktıktan sonrada ben buraya bastım o yüzden çıktı, ben buraya bastığım zaman şiirin çıkacağından emindim gibi bir ekstra benliğe falan gerek yok. Çıktığı zaman ben ordaydım. İlk ben gördüm. 170
H.N.M. Âşık Ahi ismi nereden geldi? A.G. Âşık ahi ismi bundan on sene evvel ben âşıklar çay evinde iken, Van’da âşıkların piri olan âşık ile bir atışmamız olmuştu o bana bir dörtlük söyledi ben de ona bir dörtlükle cevap verdim. Sonra bir dörtlük daha söyledi sonra bir dörtlük ile daha cevap verdim. Sonra bir dörtlük daha söyledi sonra bir dörtlük ile daha cevap verdim. Tamamen spontane, kendiliğinden, doğaçlama. Sonra dedi ki, ’ben ustamın arkasından âşıklık beraatı almak için aylarca dağda taşta peşinde yürüdüm, koştum, git dedi gitmedim, yürü dedi yürümedim. En sonunda beraatı aldım indim dağdan. Ama ben sana şimdi, şu anda beraatını veriyorum, senin bundan sonra ismin âşık ahi olsun, dedi. Bir âşıklık geleneğinin içerisinden gelmiştir yani. Bana âşıklık beraatı veren insan, birinden beraat almıştır, o beraatı aldığı insan da başka birinden beraat almıştır. O beraat yürür gelir bu kaynaktan gelen bir şeydir. Âşık ahi ismi de bana bir âşığın vermiş olduğu isim olduğundan dolayı, benim kendime koymuş olduğum bir isim değildir. Kendi ismimin nasıl Alper olması benim kendi ismimi koymamam gibiyse, âşık ahi de bana koyulmuş bir isim değil, benim pirimin bana koymuş olduğu bir isimdir. Biz de öptük, baş üstü ettik. On sene boyunca âşık ahi kullanılmadı. Ama yeri ve zamanı geldi kendisi ben buradayım dedi, çıktı, kendi şiirini yazdı, yazmaya da devam edecek inşallah. H.N.M. Gökdemir İhsan Kafa dengi programında ‘Abidan-ı Mustafayız’ı söylediğinde, çaldığım bağlama Alper Gencer’in demişti. Aşık Ahi’nin yazdıklarına bağlama eşlik ediyor mu? A.G. Şimdi, benim yazmış olduklarımı bestelemek isteyen insanlar var. Bunlardan biri de yine Gökdemir İhsan. Bir tanesini çalışıyor. Bir tanesini çalışmak istediğini söyleyip, alıp götüren Erkan Oğur. Bir tanesini, hatta birkaç tanesini, vazgeçtiğimiz gün, bir hafta evvel, kendi defterinde bütün şiirlerimi, Âşık Ahi’nin yazmış olduğu bütün şiirlerimi, yazdı. Hepsine çalışmak istediğini söyleyen bir de İsmail Hakkı Demircioğlu var. Bir başka neydi o çocuğun ismi Eren Erdem mi neydi, yine bir deyiş söyleyen adam var meşhur. O da yine benim ‘kilidi devranda derdi cananda’yı söylemek istediğini belirtmiş. Talipleri var. Zaman içinde söylenir mi söylenmez mi bilinmez. Kim ne şekilde söylerse söylesin herkese açıktır. Söylemek isteyen alsın söylesin, kendi sesini nefesini o şiirin içinde bulacaksa bulsun, biz de seyredelim, dinleyelim. Herkes kendi kıymetince sesini verir. Güzel söylerse güzel olur. Çirkin söylerse çirkin olur. Çirkin olmaz da, ama ‘çirkine güzel deme, o huri olmaz’ diyor ya, biz de o mananın vukufiyetini, yani kim vakıf olmuş ona veya kim ona nefesini dâhil etmiş onu da anlayabilecek, kavrayabilecek, Allah’ın izniyle, bir yerde olduğumuzu düşünüyoruz. Ama en kötü bir şekilde seslendirse dahi biri, beni hiç bozmaz bu. Hakikati sekteye uğratmaz çünkü. 171
H.N.M. Neden ‘Devrim ve çay’? Ve neden Meryem suresindeki o ayet? A.G. “Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir yol bilinci ile destekler.” Bizim gayretimizin bir ifasıdır, ifşasıdır. Biz yeryüzünde irademize talip olan insanlar değil, gayretine talip olan insanlarız. Yeryüzünde hiçbir şeyi, geçtiğimiz gün ben İsra suresi 2. Ayeti Twitter’da da paylaştım. ’Kaderinizi belirleme gücünü benden başkasında aramaya kalkmayın ‘ diyen Allah’ın, bütün her şeyi kontrol ediyor halde olduğuna, bunun için cüz’e bahsetmiş olduğunun bir irade değil, bir gayret olduğuna inanan insanlarız Allah’ın izniyle. Dolayısıyla biz bir şeyleri seçmeyiz ama başımıza gelenler hakkında çok fazla şey düşünebiliriz. Başımıza geldikten sonra, ondan razı olabiliriz. Ve onun bize ne demek istediğini kavramaya çalışabiliriz. Yani o bilgiyi yontabiliriz geçmişimizden, Allah’ın bilgisini, kendimize ait olan bilgiyi yontabiliriz. Dolayısıyla insanlar eğer doğru yolu seçerlerse, onun talibi olurlarsa, Allah onları daha derin bir doğru yol bilinci ile durmadan destekleyecektir. Yani durmadan o gayretin devamını, gayretin zincirleme reaksiyonunu başlatacak ve o gayretin içinde bulundukları müddetçe de o gayretin içerisinde tutmaya devam edecektir, diye inanıyoruz. Bir tek buna inanıyoruz. Bu gayret bize hayrı da şerri de sevabı da, hatayı da doğruyu da yanlışı da her şeyi de getirebilir, bunların hepsine, ama talip olman lazım, mühim olan o. İradene hüküm vermeksizin. Devrim ve çay da, e çay zaten benim lügatimin muhabbeti, aşkı, güzelliği tanımlayan, ona vesile olan bir içecek olarak vardır. Devrim de bu muhabbetin, aslında devrimin nasıl yapılacağı ile ilgili bir ipucu vermek üzeredir. Yani mesela, sen yeryüzünde değiştirmek istemiş olduğun şeylerin hakkından, özünden, kendi olağandanlığından koparılan şeylerin tekrar hakka geri döndürülmesini istiyorsan, bunu muhabbetten başka şeyle yapmak yok demektir. Bizim savaşımızı biz muhabbet ederek yaparız. Eli silah tutan hiçbir safın ben yanında olmadım. Ben ancak kendimi, bana silahla gelen bir adamla eşitlemek üzere silah tutarım. Anlatabiliyor muyum? O da mecbursam, o da korkuyorsam ve hala kendimden vazgeçmemişsem. Yoksa normal şartlar altında Kerbela’ya inen İmam Hüseyin’in ve onunla beraber olan 72 insanın bir tanesinde, tek bir tanesinde silah olmadığını biliyorum, şahidim. Hiç birinin tek bir kılıcı dahi yoktu. Bak yoktu yani. Çünkü onlar savaşmaya gitmiyorlardı. Bir savaş amaçlı Kerbela’ya inmemişlerdi. Onlar, onları talep eden, onları çağıran onlardan hakkı talep eden insanların yanlarına gidiyorlardı. Önleri savaşçı bir grup tarafından kesildi. Bir ihanet ile kesildi. Blog benim emaneti teslim etmek amaçlı, kitle iletişim çağında yaşan biz insanların artık bir uzvu haline dönüşmüş olan internetin bir satha dönüşmesidir, benim tarafımda. Artık ben kendi adıma, edebiyat dünyasına, edebiyat menşeili birlikteliklere, örgütlenmelere, işte efendim sadece amacı bu olan hallere, vaziyetlere itimat etmiyorum. H.N.M. Şiire en yakın sosyal ortam sizce de Twitter mıdır?
172
A.G. Sükûta en yakın olan şey şiire en yakındır. Bir şeyi en az kelimeyle en fazla ifade etmek istiyorsanız şiir kullanmak mecburiyetiniz var zaten kelimelerin doğuşu yani bir nesir halinde aklın idaresine akli olanın emrine biz kelimeleri vermeden evvel, bir açıklama, bir izahat geliştirme geleneğini kurmadan evvel insanlar zaten şiirle anlaşırlardı. Çok az kelimeyle. Bir ağacın isminin ağaç olmasının muhakkak şiirsel bir açıklaması vardır kökeninde. Ama biz onu unuttuk. Tolstoy’un dediği gibi ‘Hainler açıklama yaparlar.’ Açıklamayı hainler yapar, kim açıklama yaparsa o haindir. Bizler açıklama yapan insanlar değiliz. Anlatabiliyor muyum? Eğer açıklama yapmak isteseydik şiir yolunu kullanmazdık zaten, bir şey anlatmak istersen şiir yolunu kullanmazsın. Ama şiir sana bir şey anlatabilir o ayrı bir şey ama senin anlatmak istediğine vesile olması, bunun bir irade dâhilinde yapılmış olması şiirin kurulduğu düzenlendiği kendi işlerine alet edildiği manasına gelir ki bu mesela bizim aşıklık geleneğinde tasvip etmediğimiz bir durumdur. Mesela Ozan Arif diye bir adam vardır, onun yazmış olduğu şiirler kendi siyasi üslubunun bir ifşası haline dönüşmüş olduğu için, biz onun âşık olduğuna inanmayız. Bu kurulmuş, kafiye düzeniyle bize aksettirilmiş, söze kulağa hoş gelen şeyler haline getirilmiş, bir takım, insanın içerisinde uyandırılmaması gereken nefsanî duyguların uyandırılmasını sağlayan durumlardır. Şiir okunduğu zaman nefsi kendisinden uzaklaştırırken insanın dünyadan çekilip kendi iç dünyasına yakınlaşmasına vesile olabilir. Bu dünyadan çekilmek demek, o dünyayla olan ilişkini artık bütün siyasi denklemlerin dışarısında halledebilme durumudur. Mesele siyasi olsa dahi. Siyasi bir şiirin kendisi bile bunu yapabilir. Siyasetle ilgili bir şiir yazdığınız zaman o şiir, sizi siyasetten uzaklaştırıyorsa şiirdir. Eğer ona yaklaştırıp ve ya onun bir parçası haline dönüştürüyorsa o şiire ben şiir demem. H.N.M. 6 kitabınız var. Beşi şiir, tek bir tanesi ise anlatı türünde.. Hüsrev Hatemi, Alper Gencer için kim ki böyle bir kitap yazıldı? A.G. Hüsrev Hoca yolumu aradığım zamanlarda karşıma çıkan bir rehber, bana bu dünyanın içinden hakkı söyleyen bir öğretmen, düşmüş girmiş olduğum çıkmazlarda yol gösteren bir yoldaş ve en nihayetinde dar zamanımda benim yanımda olan bir dosttur. İnsan birinden kendi yaşanmışlığı içerisinde böylesine yüksek bir iltifat görürse bu onun için refleksif, yani yapılması zorunlu olan bir şey değil, ama insanda hak ile yapılan bir davranışa mukabele etmenin de hakça olacağı bir yerden söylüyorum; bir vefa duygusu yaratır. Hem böylesi değerlerin böylesi yoldaşlığın böylesi bir serüvenin, maceranın yaşanmaya değer bir şey olduğunun altını çizilmesidir. Hem onun aracılığıyla Allah’ın sana vermiş olduklarına yine onun aracılığıyla Allah’a şükretme vesilesidir. Hem de onun aracılığıyla Allah’ı övme meselesidir. Güzel şeyleri övme vesilesidir. Dolayısıyla bizler ben ‘hüseyni bakış’ anlatısını kaleme aldığım zaman ki yaklaşık bir haftalık zamanda nihayete erdirmiştim, daha Hüsrev hocayı anlatmakla Alper Gencer’i anlatmakla ilgili bir durum değildir o. Hüsrev hocayı anlatmak hüseyni bakışın haddine değil, Hüsrev hoca bir ömür anlatsan kitaplara sığmayacak kıymetli hocamızdır. Alper Gencer de sadece onun öğrencisi olmaya layık olabilmiş bir insandır ancak, en fazla onu söyleyebiliriz burada.
173
Bu hikâyeyi gözler önüne bir insanlık macerası olarak koymak ve oradan geçen insanların, bu yoldan giden insanların, bu yolda olup bitenler hakkında, girmeden ya da girdikten sonra kendi iç dünyasıyla olan iletişiminde yine Allah’ın eliyle vesile olmak niyetiyle kaleme alınmış bir kitaptır. Düz yazıyla gelmiştir. Daha evvel Hüsrev Hoca için yazmış olduğum şiirler de vardır. Onlar da Hüsrev Hoca’nın başka taraflarıyla ilişkili şeylerdir. Daha da belki böyle birkaç eser de benden çıkabilir. Yani bir anlatı bana çok uzak bir yazın değil, çok uzak bir enstrüman değil. Bu kitapta edebiyle, namusuyla, hatasıyla, yanlışıyla bir şekilde olması gerektiği gibi zuhur etmiş olduğuna inanıyorum yani. Birçok şeyle olan ilişkimi o şeyi yaşadıktan sonra o şeyden benim kalbime yansıyanların bir anlatısı ortaya çıkabilir. Zaten o anlatıyı okuyanlar o durumun o yazının da şiirsel bir kalemle ele alınmış olduğunun farkına varırlar. Gerçek dünyayla irtibatı olmayan bir şey olduğu için ‘Hüseyni bakış’, beni daha çok düz yazı şeklinde yazılan bir şiir olarak karşılamıştır. Onun için böyle düz yazı şeklinde uzun anlatılar daha sonra, Allah ömür verirse nasip olabilir. Hep beraber bekleyip göreceğiz. H.N.M. Yani böyle keskin ayrımlarınız yok, şu şiirdir bu değildir diye? A.G. Yok, benim öyle bir şeyim yok. Benim için herkesin çok dünyayla özdeşleştirmiş olduğu, tamamen dünyevi bulmuş olduğu şey benim bakmış olduğum taraf veçhe, cephe açısından bambaşka bir şiirselliğe bürünebilir. ‘Görünen göreni içerir’ der Paul Cezanne. Biz de tıpkı kendi içimize baktığımızda, tıpkı Allah’a iman eden insanların her bakmış olduğu şeyde Allah’ı görüp, Allah’a iman etmeyen bir insanın da her bakmış olduğu şeyde bir sebep sonuç ilişkisi içerisine girmesi gibi, insanın baktığı yer kendinin durduğu yeri belli eder. Durduğu yer de ne ise bir şeyin tecellisi ortaya çıkar. O yüzden bir şey şiirdir, değildir bilemem. Herkes şiir değildir der, ben şiir derim. Bazıları da der ki iyi şiir kötü şiir mesela, hiç öyle bir ayrımım yoktur. Bir şiir bana göredir ya da bana göre değildir, o kadar. Bir şey benimle iç dünyam arasındaki ilişkiyi kurar ya da benimle Allah’ın arasında irtibatımı sağlar ya da sağlamaz. Ben mesela o şiiri daha önceden o yollardan geçmiş olmam, onu tecrübe etmem hasebiyle, o şiir başka enstrümanlarla yakalamış olmam nedeniyle kendimi bulamamış olabilirim. Ama ondan daha iyisiyle, iyisiyle derken daha malumatı fazla olanından istifade etmemden kaynaklı o şiir benim istifade alanıma girmeyebilir. Ama bir başkası için o şiir belki dünyanın en iyi şiiridir. Bunu bilemeyiz. Çok kötü şiir derler, nasıl kötü şiir? Belki de dünyanın en iyi şiiridir başkası için. O konuda benim hiç kimsenin yazmış olduğu şiire ya da şaire karşı bir ithamım yoktur. Hiç bir şaire kötü şair ya da hiçbir şiire de kötü şiir dememişimdir. H.N.M. Aslında o kitaba da şiir kitabı diyebilir miyiz? 174
A.G. Şiirsel bir dille ele alınmış. Nesir şeklinde kendini izah etmeyi seçmiş bir anlatı tam olarak karşılığını bulan kelimedir. Bir anlatı her şey olabilir, her şeye dönüşebilir şiir de olabilir, hat da olabilir, resim de olabilir, heykel de olabilir, sessizlik bile olabilir bir anlatı. Sükût bile bazen bütün kelimelerden daha yüksek bir anlatıya sahip olabilir. Sonuçta bir anlatma niyeti edinilmiş ve o gayretle zuhur etmiş, vaki bulmuş bir çalışmadır yani. H.N.M. Dün ‘Hüseyni Bakış’ı karıştırıyorken şu cümleyi gördüm mesela; ‘’Kim ki ölüme yatarken uykuya dalmıştır, o ölüm dâhil bütün her şeyden dirilir.’’ Şiir yani bu. A.G. Valla bence de şiir. Bana da şimdi şiir gibi geliyor yani. H.N.M. Hz. Ali neyin temsilcisi sizce? A.G. Genel anlamda neyin temsilcisi olduğuyla hiç ilgilenmiyorum. İmam Ali benim için, bir kere daha İmam Ali der demez benim imamım oluyor, imametin başlangıcı nübüvvetin zuhurda bitmesi ile imametin hakikati temsil alanı yaratmıştır kendine Allah’ın senaryosu gereği, ondan başlayan ve on iki imamla devam eden ve ondan sonra da devam etmeye devam eden imamet geleneği benim gözümde hala sürmektedir. Allahın hakikatinden eksiksiz söyleyen, baktığım zaman Resulullah’ı ve ondan da Allah’ı görmüş olduğum bir dostu tarif eder. Onun dışında ona bir kutsiyet atfetmiş olduğum her yerde aslında Allah’a bir kutsiyet atfetmiş olduğumun bilinmesi gerekir. Kim Resulullah’a bir kutsiyet atfediyorsa bir nebi olarak bile olsa bu aslında, Allah’ın övgüsü peşinde olduğunun farkındaysa eğer, Resulullah’ın bir övgü dâhilinde olması bütün övgüler âlemlerin rabbine aittir uyarınca mümkün olmadığını görür. Bizler Allah’ın talibi, onun bilgisinin talibi onun ilminin talibi olan insanlarsak ve Resulullah da ‘ben ilmin şehriysem Ali onun kapısıdır’ demişse, biz o kapıya talibiz, biz o kapıdan girip Allah’ın ilmini tahsil etmek istiyoruz. Biz kapıyı da şehri de bir kenara bırakarak, onları putlaştırmayarak onların Allah’ın birer vesileleri, büyük, yüce, ulu vesileleri olmalarına iman ederek ama Allah’a iman ederek yapan insanlarız. Kapı belliyse kapı kapıdır ona kapı demek lazım. Başka bir şey diyemezsin. İlmin talibiysen Ali’nin kapısından geçeceksin. Bilmek istiyorsan. Bilmek istemiyorsan yapacak bir şey yok. Herkes Ali’nin kapısından geçmez, Ali de herkese kapısını açmaz zaten. Resulullah’ı başka bir taraftan telakki etmek isterse, Resulullah bütün insani zaviyelerin şehridir. İnsanla ilgili edepten bahsedersek Resulullah edebinde şehridir, ahlaktan bahsedersek ahlakında şehridir, adaletten bahsedersek adaletin de şehridir, sadakatten bahsedersek sadakatinde şehridir. Ama bunların hepsinin teker teker ilim şehrinin içerisinde küçük şehirler olmuş olduğuna inanıyorum. Yani bir şeyin adaletin şehri olabilmesi için ilmin şehrinin bir eyaleti olması gerekir, lüzum eder. Bir şeyin edebin, hayânın, sadakatin şehri olması gerekiyorsa onun ilmin şehrinin bir eyaleti olması lüzum eder. 175
İşte bu eyaletler sistemine talip olan insanlar yani sadece edebe, sadece sadakate, sadece adalete talip olan insanlar o şehirlere gelip giderler. Ama o şehrin koca bir eyaletin içinde birer şehir olduklarının farkına vardıkları andan itibaren, İmam Ali’nin bütün bu bahsedilen insani melekelere en noksansız noktada sahip olduğunu söylemekten hiçbir zaman geri durmayacağım. Ebubekir Sıddık sadıksa bu İmam Ali’nin Ebubekir Sıddık gibi sadık olamayacağı sathının bir göstergesidir, yani Ebubekir Sıddık dünyanın en zengin adamlarından biri olduğu için, sadakat tiyatrosunu malı mülkü olan insanların üzerinden oynamak için Ebubekir Sıddık seçilmiştir mesela. Çünkü Ali yoksulken malına ne kadar sadık olduğu, Allah için ne kadar harcayıp harcayamadığı hususunda onun üzerinde gösterilemez. Ama Ali’nin de parası olsaydı Ebubekir gibi davranırdı derim mesela. Tamamını dağıtırdı. Ama Osman’ın edep ve hayâsı Ali’de muhkimdir. Ali o edep ve hayânın ta kendisidir. Ama aynı zamanda Ebubekir Sıddık kadar da sadıktır. Öyle bir yaşayın ki öldüğünüz zaman düşmanınız bile ağlasın’ diyen İmam Ali’nin yolundan gitmek isteyen insanlar, İmam Ali’nin hırkayı Resulullah’tan almış olduğu hırkayı nasıl kullanmış olduğu hikâyesini bir defa daha hatırlasınlar. Veda hutbesinde Resulullah’ı hırkasının içerisine alıp, bir beden içerisinde iki başı çıkaran Resulullah’ı, Cebrail Aleyhisselam’ın Allah’ın eliyle örmüş olduğu hırkayı Resulullah’a vermiş olduğu bu hırkayı, ’Bu hırkayı sana verdim ya Muhammed sen de senden sonra hırkayı kime vereceğini kendin seçersin’ dediği zaman; ’Ebubekir bu hırkayı sana versem sen neye çalışırdın?’ dediği zaman, ’Ben sadakate çalışırdım ya Resulullah’ diyor.’Peki sana versem ya Ömer sen neye çalışırdın?’ dediğinde ‘Ben adalete çalışırdım Ya Resulullah diyor’ ‘Sana versem sen neye çalışırdın Osman?’ dediğinde, ’Ben edep ve hayâya çalışırdım ya Resulullah ‘diyor. ‘Ya Ali sen neye çalışırdın bu hırkayla?’ dediği zaman ‘Ben o hırkayla başkalarının kusurlarını örterdim ya Resulullah’ diyor. Biz bu yolun talibiyiz. Biz kusur örtenleriz. Kimseye düşman değiliz. Hiç kimse bizim düşmanımız değil. Biz zalim gördüğümüz zaman o kişiyi yapmış olduğu zulmün sahibi olarak addetmeyiz. Tıpkı bir hakikat gördüğümüz zaman o kişiyi hakikatin sahibi olarak addetmemiş olduğumuz gibi. O zulüm o zulmü işleyen kişiden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır, biz o zulümle dertliyizdir. Deriz ki, zulüm oldu. Ona bakmayız. Bu zulüm oldu, ortadan kalksın. Ama en zalim insandan hakikat duyarız, hakikat oldu deriz, zalim olduğuna bakmayız. Yani kişilerle bizim bir derdimiz yok, hiçbir insanla düşman da değiliz. H.N.M. Garipliği tanımlar mısınız? A.G. Garip, halkı kötülüklere mağlup olmuş ve isyankârları itaatkârlarından daha çok olan bir toplumun arasında kalan salih kişiler, gariptir. H.N.M. Bunu Sinan Yağmur’un kitabında mı okudunuz? 176
A.G. Evet. Sinan Yağmur’un kitabının çok güzel yerleri var, ben bakarım hangisini Resulullah söylemiş hangisini dememiş. Onun bir hadisi var ‘Hangisini benim söylediğimi hangisini söylemediğimi anlamak için kalbinize sorun.’ diyor. Onu o söylemiş, ben biliyorum. Bu, o yani çünkü. H.N.M. Hiç çocuklar için bir kitap yazmayı düşündünüz mü? Ya da cenkname yazmayı? A.G. Bunların hepsi düşündün mü dediğin zaman, hemen kâğıdı kalemi alıp yazmak isteyeceğin şeyler. O kadar heveskâr olabileceğim o kadar yapmak istediğim şeyler. İlke’nin öyle bir projesi var. O aslında benim yazmamı istiyor, benim kâtipliğimi yapmak istiyor. Çünkü ben Ali’yi her gece İmam Ali hikâyeleri ile uyutuyorum. Ama olmayan, kendi kurguladığım şeyler. Hz. Ali var Hz Muhammed’i bulmaya çalışıyor. Sadece benimle uyumak istiyor Ali o yüzden. Ve bu hikâyeler onun için en güzel hikâyeler. Doğruyu, adaleti, edebi vs anlatan şeyler. Bunlarla ilgili bir projemiz var. Biz şimdi bir atölye kurduk, hemen sitede yan apartmanda. İşte bizim bir beytimiz var, 5 kişilik, ehil olmak isteyen bir beyt. O 5 kişiyi oradan, dünyada yakında daha sesli bir şekilde duyacaksınız. Görsel, duyusal ve işte mana anlamında inşallah açığa çıkacak projelerimiz var. Belgesel projelerimiz, müzikle ilgili projelerimiz var, sinema projemiz var. Mesela olaylar ve gündem hakkında sosyal medyada takip edebileceksiniz ayrıca onu. Atıyorum bir metin yazılacak, olay hakkındaki bilgimizi aramızdan biri okuyacak ve duyacaksınız. Bak bunun hakkında bunu düşünüyoruz diye. Beş kişilik bir örgüt kurduk. Dünyaya oradan saldıracağız. Orda bir yayınevi fikri de var. Projelerinden biri de çocuk kitapları projesi. Cenkname bana daha itikad olarak uzak. Biz çünkü savaşmaktan uzlaşmayı anlayan insanlarız. Dolayısıyla bir cenkname yazacaksak, her cenginden evvel dağlara çıkıp Allah’a uzlaşma ver diye yalvaran İmam Ali’nin dağlara çıkış hikâyesini yazarız. Başka bir şey yazmayız yani, uzlaşmanın hikâyesi olur bu, başka bir hikaye olarak düşünülemez bence. H.N.M. Gündemle ilgili şunu sorayım; İsmail Kılıçarslan geçen gece, Meksika Sınırı programında şöyle söyledi; ‘Ben Hüseyin’i seviyorum, Beşar Esad’ı ya da Kaddafi’yi destekliyorum demek sahtekârlıktır.’ Katılıyor musunuz? A.G. Katılmıyorum. Ben Hüseyin’i seviyorum der demez, herhangi birine bunu yapmak sahtekârlıktır, demek Hüseyin’i sevmek değildir. Tam anlamıyla sevmek olabileceğine inanmıyorum. Bu sahtekârlığı yapan insan bile Hüseyin’i seviyor olabilir diye düşünüyorum bir tarafıyla. Eğer İmam Hüseyin’i seviyorsan, İmam Hüseyin’in yeryüzünde yaşadığı müddetçe hiç kimseyi tekfir etmediğini, hiç kimseye sahtekâr demediğini, sahtekârlık karşısında sadece hakkı söylediğini bilirsiniz. Dolayısıyla bir insanı yapmış olduğu hatadan dolayı tekfir etmek, o kusuru saklamayıp ifşa etmek, İmam Hüseyin ile ilgili bir şey değilmiş gibi gelir bana. Benim İmam Hüseyin’im bu. Ama İsmail’in sevmiş olduğu başka İmam Hüseyin vardır, o da onun imam Hüseyin’i ise o da güzel kalbinden o Hüseyin’den konuşmuştur. 177
Bilemem. Beşar Esad veya Kaddafi ile ilgili olarak, vakti zamanında Amerika’ya karşı durduğu zamanında, Filistin’e herkes ihanet ederken, kendi yaşamış olduğu bir ülkenin vatandaş olman ile ihanete ortakken sen de, Beşer ya da Kaddafi desteklenecek bir insandı da sonra bir anda Arap baharında açan çiçekler Esad’ı ve Kaddafi’yi zalim kılmışsa, bunun üzerine biraz oturup düşünmek, tefekkür etmek lazımdır. Biz zulmün kimin elinden çıkarsa çıksın karşısındayız. Biz o zulmü kişiyle nitelendirmeyiz, o kişiden hakikat de görmüş olduğumuz içindir. Ben Suriye meselesinde herhangi bir taraf ve durum belli etmedim. Sadece 16 Temmuz Gençlik hareketi bir defa geldikleri zaman onlarla röportaj yapmıştım ve bir zulme uğrayan bir grup insan vardı, onlar o zaman mazlum idiler. Ama daha sonra mazlumun örgütsel bir şekilde silahlandırılmış olduğunun farkına varır varmaz, artık onlara mazlum değil savaşın bir tarafı olarak bakıyoruz. Savaşıyorlar, onların da silahı var. Silahsızken mazlumdular ve yanlarındaydım, ama ellerine silah alır almaz, eğer bu bir cenkse ben Ali’nin tarafındayım. Ben o vakte kadar bu savaştaki silahlı mazlumlar, artık mazlum değiller, yarın öbür gün Esadı devirdikleri zaman yüzlerini dönüp İran’a saldıracaklarını biliyorum. Suriye düştüğü zaman İran, Suriye, Irak, Lübnan şii bloğunun kırılacağını biliyorum. Bu grup 4’ü de sadece Ali dediği için, hiçbir grubun da Ali’sine dâhil değilim, hiçbirinin mezhebi beni ilgilendirmiyor, hiçbiri benim Ali ile kurmuş olduğum ilişki gibi Ali ile ilişki kurmuyor, hiçbiriyle beraber olmadım hiç biriyle beraber de olmayacağım bu şekilde davrandıkları müddetçe. Mesela İran; kendi vatandaşı olan insanların zorla başlarını örttürdükleri müddetçe hiçbir zaman Ali olamayacaklar. Hiç bir zaman buna inanmayacağım. Yalan söylüyorlar. Ama yapmış oldukları doğru şeyleri de görmezden gelmeyeceğim. Doğrunun yanındayım, yanlışın karşısındayım o kadar. Bu bir Ortadoğu operasyonudur. Amaç nihai olarak batı güçlerinin Ortadoğu’da hâkimiyet kurması amacıyla yapılmış bir oyundur. Bu oyuna giren herkes zaten oyun oynamak peşinde olan insanlardır. Biz oyun oynamak peşinde olan insanlar değiliz. Biz savaş olmasın istiyoruz, hiçbir şekilde, hiçbir yerde. H.N.M. Bugünlerde çok popüler bir cümle var; bugünün kerbelası Arakandır, Gazzedir diyorlar. Sizce öyle midir? A.G. Dünyevi olanla uhrevi olanın çarpışmış olduğu her yer kerbeladır. Kim dünya ile Allah arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa bir savaşa girer, bazen kendi içerisinde nefsi ile yapmış olduğu bir savaştır, kendi kerbelasıdır, kendi dünyası galip gelirse kendi Hüseyin’i şehid olur. Hüseyin galip gelmesine rağmen Hüseyin şehid oluyorsa o zaman gerçekten şehid olur. Dünya kaybeder, şehid ettin beni ama ölmedim. Savaşıyorum sen beni şehid etmiş olduğun için dersin ve dünyayı bertaraf edersin. Zulmün olduğu yerde kerbela vardır. Kerbela’nın diğer zulümlerden renk olarak farkı şudur. Mesela İsrail’in Filistin’e yapmış olduğu şey benim gözümde tam anlamıyla bir kerbela değildir. Çünkü mesela; Ebu cehil ile Resulullah’ın savaşları bir kerbela savaşı değildir. Kerbela’da ki fark şudur; Yezid ‘ben peygamber için yapıyorum bunu’ diyerek yapmıştır. Kerbela budur. Ki iki taraf da Müslüman olacak, Müslüman olduğunu iddia edecek, biri diğerini Müslümanlık için yapmış olduğunu iddia ederek öldürecek. Bu tam anlamıyla kerbeladır.
178
Dolayısıyla Müslüman toplumların birbirleriyle savaşmış olduğu her durumda mutlaka bir taraf Yezid olur diye düşünüyorum ben. Çünkü bir taraf mazlum olacaksa bir taraf zalim olmak durumunda. Ve her ikisi Müslüman ise, Allah için savaştıklarını düşünüyorlarsa, Allah zalimlere azap sözü vermiştir. Her zaman mazlumları, öldürmeyi değil öldürülenlerden olmayı seçeriz. Biz kimseyi öldüremeyiz. Bizi öldürmeye gelirlerse karşı koyarız. Bununla ilgili olarak da Resulullah’ın hadisinde kısasın şartı odur. Birini öldürme yetkisi sana verilmiştir. Ama o şey; İmam Ali’nin hikâyesinde olduğu gibi, ’tam öldürecekken kaldırıyor kılıcı ama öldürmüyor, niye öldürmedin deyince, nefsim devreye girdi’ diyor. Nefsin devreye girmiş olduğu şey de ölüm olmaz, öfken varsa ölüm olmaz. Öldüremezsin kimseyi, birini öfkeyle öldüremezsin, merhametle öldürebilirsin. Başka bir yolu yoktur. Ve bu ne kadar zor bir şey. Bir insanı merhametle öldürebilir misin? Çok zor. Ama seni öldürecekse tam kılıcı kaldırdı vuracak, öldürürsün. Yapacak bir şey yok, öldürecek seni. Haklı değil, haklıysa öldürsün. H.N.M. Son olarak ne söylemek isterdiniz; Bir şey eksik kaldı mı sence? A.G. Dünyada hiçbir şey eksik kalmaz. Allah bütün oluşu bir ihtiyaç nezdinde yaratır. Sadece olması gerekenler olur. Ve onun iradesinde olur. Dolayısıyla yaşanan hiçbir şey eksik değildir. Fazlası vardır senin fark etmediğin, belki yıllar sonra farkına varacağın ama eksik yaratılış eksik oluş kat’a olmamıştır. Bir şey yapılması gerektiği halde yapılmadığı zaman bile eksik değildir. Sadece o halin ortaya çıkarmış olduğu durumu ortaya çıkarmak için bize verilmiştir. Onun için hiçbir zaman hiçbir durumda eksik addetmeyiz. Biz Resulullah’ın geçmiş olmadığı bir yer de o şey eksik olmuş gibi hissediyoruz diyerek bir eksiği doldurmak için söyleriz onu, o sadece oradaki eksiği tamamlamak için konur. Başka bir şekilde konmaz. Yani o Resulullah’ın geçmemiş olduğu bir şey eksiktir manasına gelmez. Bizim temennimiz odur deriz yani; dolaylı dolaysız. İsmi anılır anılmaz. ’Onun tıynetinden, yaratılışından, ruhundan, mizacından bir şeyler koyamamışsak, güzelliğinden bir şeyler yayamamışsak, o zaman ne konuştuk ki biz? Niye konuştuk ki?’ deriz. Niye konuştuk ki demek için o eksik vardır, geri dönüp baktığımızda yine oluş eksiksiz yaratılmıştır. H.N.M. Bu söyleşi de tamam oldu yani? A.G. Her şey gibi. H.N.M. Teşekkür ederim. A.G. Ne demek. Valla bu konuşma sizin benden istediklerinizdi. Ben sizden söyledim, sizde benden dinlediniz. Siz dinlerken ben sizin dinlemenizi sizden duydum, sizle konuşurken ben kendi konuştuklarımı sizin vesilenizle kendim dinledim. Dolayısıyla ben teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun.
179
Şeyma Çalışan ile konuştu
180
Mevlana İdris Her türlü çürümeye rağmen insandaki “ilahi öz” kalır. Oradan tekrar unutulanlar hatırlanıp ilkeler inşa edilebilir. Yoksa, çürümenin ardından o tazelenme bilinci olmasa ve çürüme sürse, her şey çoktan biterdi.
181
Şeyma Çalışan Mevlana İdris’i tanıyabilir miyiz? Mevlana İdris Keşke bu mümkün olsa. Ama inanın ben de doğduğumdan beri bunun peşindeyim ve henüz süreci tamamlayabilmiş değilim. Tabii ki 1966’da Maraş’ta doğduğumu ve sonrasında olayların hızla gelişerek bir takım seri bireysel ve tarihsel maceraların içinden geçip İstanbul’da mukîm oluşumuz gibi mâlumât-ı âdiyeyi kendimizi tanımak babında dile getiremeyiz. Hâlimiz hoş görüle. Ş.Ç. Maraş’lısınız, Maraş’tan çok yazar ve çizer çıkıyor... Maraş bahsinde neler söylersiniz? M.İ. Maraş bahsi benim için derindir. Çocukluğum ve ilkgençliğim orada geçti. Çok ilginç denebilecek insanları orada tanıdım. Havasını, suyunu severim, her fırsatta da ziyarete giderim. Çok yazar çıkma bahsi de artık edebiyatımızın bahisleri arasında. Sebebini bilmiyorum ama Maraş biraz ateşli, biraz da hüzünlü bir şehirdir. Şehrin içi de insan gibi inişli çıkışlı ve girift bir mimariye sahiptir. Maraş, şiiri olan, bunu da saklamayan bir şehir. Bir de Maraş’ta öteden beri bir edebiyat ortamı geleneği hep var. Gazeteler, dergiler, kimi küçük çay evleri, bugünlerde kültür-sanat eksenli yeni ve başka yapılar... Sanırım hepsi bir araya gelince, içinde yazmaya dair heves ya da istidadı olan birinin işi biraz kolaylaşıyor. Ş.Ç. Çocuklar sizi tanıyor ve seviyor, büyükler de çaktırmadan okuyor, siz kim için yazıyorsunuz? M.İ. Okumayı seven ama düz okuma değil de alttan alta okuduklarıyla kendisi arasında zekâ ve dünyaya bakış bağlamında bir ilişki kuran okur tipini seviyorum. Mizahtan ve hayâlden nasibini almış, büyük ciddiyetlerin içinden geçerken insan olma niteliğini kaybetmemiş, kurumların ve kalabalıkların içinde kendisini gerçekleştirme niyetinden vazgeçmemiş... Kısaca kendisinin ve şeylerin farkında olan, bu farkın da farkında olan bir insan/okur tipi. Evet, elbette biraz farklı bakan zeki çocuklar... Onlarla edebiyat aracılığı ile bir bağ kurabilmeyi değerli buluyorum. Yıllar içinde hem büyüklerin, hem çocukların okuduğu kitaplar yazdığımı bana kadar ulaşan oldukça tuhaf ve renkli hikâyelerden biliyorum. Aynı masalı annebabasına 289 defa okutturan, masaldan bir satır atladığında anne-babasını ikaz eden üç-dört yaşında çocukların varlığını da biliyorum. Ama nedir? Hep söylenegeldiği gibi dünya bir değirmendir. Sıranı beklersin ve öğütülürsün. Ş.Ç. Şiir, hikâye, roman, deneme, gazetecilik, dergicilik, STK, belediyecilik, işletmecilik... Bütün bu koşturmacalara nasıl yetişiyorsunuz? M.İ. O kadar uzun boylu değil, hatta cüce. Yıllardır ciddî bir şey yaptığım söylenemez. Yapılanları izliyorum o ayrı. Evet evet, tek yaptığım şey bu galiba. Yapılanlar içinde istediklerimi izlemek. O bile çok çok az. Ömrümüz ne kadar olursa olsun, sınırlı. Vakti verimli kullanmak üzerine çok vaaz dinledim ama ben vakti verimli kullanabilenlerden değilim. Çok plansız, adeta gelişine yaşayan biriyim. Her an seyahate çıkabilirim ve çıkarım. Kimsenin dinlemediği insanlara uzun uzun zaman ayırabilirim. Okurken de yazarken de disiplinsiz ve mesaisizim. Mücevher gibi bir eserle, hurda teferruat bir eseri yan yana okurum. Bir şeylere yetişmek benim için nasılsa hep sorun oluyor. 182
Çok uçak kaçırırım mesela, bir şekilde kaçıyor, benimle ilgili olmadığını düşünüyorum. İstanbul’da merkezden pek ayrılmam ama gece trafik olmadığı saatlerde çok geniş çaplı İstanbul seyahatleri yaparım. Bu seyahatlerde bazen kendimi, İstanbul’a dahil kabul etmekte beis görmediğim Bursa ya da Edirne’de bulduğum olmuştur. Ş.Ç. Edebiyat & Sanat ortamları Türkiye’de bıçakla kesilmiş gibi ayrıştı. Bu ayrışma sol ve sağı da aştı. Siz İstanbul özelinde hangi edebiyat ve sanat ortamını tercih ediyorsunuz veya böyle ortamlar var mı? M.İ. Hemen belirteyim ki böyle ortamlar eskiden olduğu gibi yok. Hatta öyle ki bir derginin çatısı altındaki insanlar arasında bile barınmıyor belki. Sebebi de net aslında; Dijital dünyanın araçlarıyla da kolayca semirmesi artık çok mümkün olan katı benmerkezcilik. Ezelî hastalık. Abartıyor muyum bilmem, yazarlarımız arasında ortamı kendinden ibaret, başkalarını da taşra kabul eden mebzul miktarda örnek vardır diye düşünüyorum. Peki bu anormal mi? Değil. İnsan bu mâlum. Zaten sorsanız, aynı insanın muhtemelen dünyanın en mütevazı insanı olduğunu da öğrenebilirsiniz. Yapacak şey ne? İnsana takılmamak, mümkünse tabii. Dostlarla bir araya geldiğimiz ortamlar elbette var ve sohbetin bir yerinde mutlaka edebiyata kapı aralanır ama bu saf edebiyat için oluşmuş bir ortam değil. Ş.Ç. Dünyada çocuk edebiyatı ciddiye alınıyor. Ülkemizde henüz konu tartışma aşamasında. Siz bu konuda tartışmıyor, yazıyorsunuz, bu bağlamda neler söyleyeceksiniz? M.İ. Çocuk edebiyatı enerjik bir alan ve hep iyiye gittiğini düşünüyorum. Zaman zaman kimi bayların aptal ideolojik-ilerlemeci damarları tutsa da. Çocuğa herhangi bir doktrin vs yüklemeyi ilkellik olarak görüyorum. Şunu kabul edelim; çocuğa bir şey öğretilmez, çocuktan bir şey öğrenilir. Çocuğun düzeyine kafan basmıyorsa kendi düzeyinde otlamaya devam edeceksin, çocuğa dünyayı zehretme çabasına girmek acıklı. Ş.Ç. İktidar çürütür derler, iktidar & siyaset bağlamında bakıldığında neler çürüyor, neler sağlam kalıyor, değerlendirebilir misiniz? M.İ. Efendim, herhangi bir alanı değerlendirme mercii değilim, olmam da inşaallah. Ama evet, iktidarın çürüttüğünü herkes söylüyor ve istisnalar galiba sadece kaideyi te’yid ediyor. Acı olan şu ki bazı iktidarlar muhalefeti bile çürütüyor. Yani çürüme güçlü ise muhalif olarak bile kendinizi bu çürümenin dışında tutamıyorsunuz. Siyaset, günümüzde doğası gereği aşırı pragmatist bir düşünüş ve işleme biçimine sahip. Muhtelif çıkarların kişi ve gurupları iktidar içinde organize olmak ister. Bu her yerde böyledir. O halde iktidar olanlar iki defa dikkatli ve sorumlu davranmak zorunda. Ama her türlü çürümeye rağmen insandaki “ilahi öz” kalır. Oradan tekrar unutulanlar hatırlanıp ilkeler inşa edilebilir. Yoksa, çürümenin ardından o tazelenme bilinci olmasa ve çürüme sürse, her şey çoktan biterdi değil mi ama? 183
Ĺžehadet Ekmen ile konuĹ&#x;tu
184
Sherman Teichman Obama hakkında nasıl mı hüküm verilecek? Önümüzdeki bir kaç yıl yaptıkları bunda önemli rol oynayacak çünkü ikinci dönem başkanlığa seçildi. Şüphesiz ki mevcut anayasal sistemimizin getirdiği ve şu anda da onu aksatan kongrenin kuvvetler ayrılığı ile baş etmek zorunda olacak.
185
Şehadet Ekmen Obama Yönetimi, İslam dünyasında Obama’nın görece olumlu imajından faydalanarak kamu diplomasisine çok yatırımda bulundu. Diğer yandan Amerika’nın politikaları, özellikle de sivil halkın ölümüne neden olan insansız hava aracı saldırılarında bulunması ve Suriye ve Filistin hakkındaki tutumu nedeniyle, bu çabaları geçersiz kılmaya devam etmekte. Yönetim, Arap Baharının başlangıcında bu hareketi kucaklamakta da geri kalmıştı. Sizce Obama’nın Kahire konuşması ve bölgedeki politikaları arasında var olan çelişkilerin üstesinden gelmek mümkün mü? 2016’dan sonra Obama’nın liderlik yetenekleri hakkında nasıl hükümler verilecek? Prof. Dr. Sherman Teichman Sorularınız Obama hakkında. Halka duyurulduktan sonra dibe vuran yüce ve idealist dış politika hedefleri ile ittifak yapılarının, birbirine zıt düşen gerginliklerin yeraltı dünyası, ABD dış politikasının yeraltı dünyasının, güven yapılarının, faydacılığın kökeni arasında her zaman bir tutarsızlık vardır. Yani bence Obama’nın yaptığı 11 Eylül sonrasında terörist diye etiketlenmeden ve şeytanlaştırılmadan önce İslam dünyasına hitap eden karşılıklı anlaşmanın küreselleşmesinin anlaşılması için ihtiraslı bir özür/mazeret oluşturmaktı. Bunun dikkate değer bir değişiklik ve önemli bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. Mısır’ın, sembolik önemi yüzünden ilk ziyaretini Mısır’a yaptı – amacı İslam dünyasının birçok yönden kültürel başkenti olan bu yeri bir eğitim başkenti olarak düşünmeye çalışmaktı ve burada başka türden bir etki bırakabilme ihtimali vardı. İronik olan ise, o zamanlarda Mübarek yönetimdeydi. Ve bütün şartlar kontrol edilmekteydi. Ve yine herkesin aklında yüce idealler vardı. Hitler barış hakkında konuştu, Stalin barış hakkında konuştu. Barış hakkında konuşmak kolaydır. Yüce hedefleri dile getirmek kolaydır. Obama hakkında nasıl mı hüküm verilecek? Önümüzdeki bir kaç yıl yaptıkları bunda önemli rol oynayacak çünkü ikinci dönem başkanlığa seçildi. Şüphesiz ki mevcut anayasal sistemimizin getirdiği ve şu anda da onu aksatan kongrenin kuvvetler ayrılığı ile baş etmek zorunda olacak. Ama sadece başkanlık yetkisini kullanarak halledebileceği çok şey var. Guantanamo konusunda ne yapacağını bekleyip göreceğiz; ilk döneme nazaran bu dönem çok daha rahat ve özgür davranabileceği çok geniş bir yelpazedeki konular hakkında ne yapacağını göreceğiz. Konuyu Orta Doğu bölgesine getirdiğimizde sorduğunuz, Arap Baharını kucaklamakta isteksiz davrandığını söylediniz. Aslında bence üzerindeki baskıları düşünecek olursak nihayetinde kucak açması bile dikkate değer. Çünkü faydacılık (pragmatizm) açısından - İsrail ile ittifak ve istikrar ya da güvenlik hakkında saf faydacılık baskısı yapan diğerleri ile ittifak açısından- denge sağlayıcı o kadar çok baskı vardı ki nelerin zincirlerinden kurtulup ortaya çıkacağının bilinmediği bir bağlamda bunu yapması için kendisini zorlayan, sadece karşı partiden değil, yönetimden bile bir sürü insan varken Mübarek ile kurduğu yapıyı geliştirebilir ve bununla uğraşabilirdi. Alışkın olduğunuz bir düşmanlıkla başa çıkmak bir şeydir, değişim ile başa çıkmak başka bir şey. İnsanlar değişimden son derece korkarlar.
186
Derin bir korkudur bu. Bu korkuyu aşmak için deneyebileceğimiz çok şey vardır ama bu da son derece zordur. Obama’nın Vietnam’dan beri belki de en uzun ve aralıksız iki büyük savaştan çıktığı görüşündeyim. Suriye’de bir kara savaşına girişeceğini düşünmek çok zor. Aynı zamanda uçuşa yasak bölge oluşturmayı denemek için hava füzeleriyle Suriye’yi kuşatacak mı? Bu noktada bir olasılık olarak düşünülebilir. Bilmiyorum. İsrail ile olan duruma gelecek olursak gerçekten bir çıkmaz içinde. Netenyahu yönetimindeki İsrail hükümetinin ilk kez, Romney’nin başkanlığa yaklaşımını destekleyerek partizan bir tavırla ama hiç de partizan olmayan bir ortamda müdahil olduğunu görmek çok ilginçti. Aynı zamanda Obama’nın kişiliklerle uğraştığını hiç sanmıyorum, daha çok bir normla, Yahudi lobisi ya da Yahudi parası ile uğraşıyor ama burada konu bu değil. Bir seviyede etkili olduğunu düşünüyorum ama bence buradaki asıl mesele demokrasilerle başa çıkmaktır. Ve demokrasi seçimden ibaret değildir. Örnek vermek gerekirse Hamas seçildi, El Salvador hükümeti seçildi – yani demokrasi bu değil. Demokrasi sivil toplumdur. Demokrasi, birçok ülkede göremediğimiz normlara, karşıt seslere, basın özgürlüğüne, yani her türlü sivil toplum gerekliliklerine saygı gösteren bir toplumdur. İsrail’de bu var ama temelde çoğunluk için, Yahudi nüfus için var. İsrail’deki Arap nüfusu dünyanın diğer bölgelerindeki azınlıklarla karşılaştırıldığında fevkalade haklara sahiptir ama yine de bu yeterli değil. Fakat bence sorunuz açısından, sürekli bir dış politika ittifakı olarak görmek istediği durum dikkate alındığında vermek zorunda olduğu en faydacı kararlardan biridir. Obama’nın Mısırdaki yeni hükümete ve İslamcı hareketle nasıl ilişkileneceği bize büyük ve önemli ipuçları verecek. Ama kanaatimce her şeyden öte İsrail ile olan ilişkisini sürdürecektir. Bu yine de önemli/ öncelikli olacak. Ve bunu anlıyorum. Bence önemli olan asıl soru İsrail’de muhtemel bir ayrılık olabilecek durumu düzeltmek için Abbas’ın neden Gazze’de adım atmadığı – Filistin hareketinde şu an gerçek bir ayrılık var. Filistinliler arasında böyle ayrımcı bir durum görüyorsanız dışarıdan bir gücün gelip – bence en iyi seçenek olan- uzun soluklu, birleşik Filistin devleti kurma olasılığı hakkında konuşması zordur. Hamas ve El Fetih arasında taraf tutacaksınız – ve bu pek akıllıca sayılmaz. Dolayısıyla burada hem entelektüel olarak hem de ahlaki ve faydacı olarak tedbirli davranılıyor, körü körüne İsrail desteklenmiyor. Obama yönetiminin, yerleşim yerlerinden çekilmesi için İsrail’e baskı yapmasını bekliyorum şüphesiz, ama göreceğiz. Carter yönetiminin de tek bir hedefi vardı ve o bile böyle bir ilişkiyi kuramamıştı. Ne olacağını bekleyip göreceğiz. Konu Suriye, konu Filistin, konu Mısır ve hem anayasal kısıtlamalarımız hem de Obama’nın hassasiyet gösterdiğini düşündüğüm noktaların kökeni karşısında bence Obama inanç ve din konularına ve basmakalıplara dönüştürülmemesi gereken İslam dünyasına daha açık ifade özgürlüğü sağlanması gerektiğine inanıyor. Bu, kurulması zor bir denge.
187
Ş.E. İsrail hükümetine danışmanlık yapıyorsunuz. İsrail için Suriye’deki Esad rejiminin düşme ihtimalinin etkileri üzerine ne söyleyebilirsiniz? İran’ın önemli bir müttefikini kaybettiği fikrine dayanan analizler anlamlı mı? S.T. İsraillilerin büyük endişe içinde kuzey sınırını gözlediğine şüphe yok. İsrail hükümetine benim tavsiyem, en başta, kendisini anlatması. Ben resmi danışman değilim. Ben stratejik üstünlük konusunda, askeri üstünlük değil, danışmanlık ediyorum ve bu da çok yıllar önceydi. 1968-69’daki bir tartışmada, duvardaki resimden daha genç olduğum bu resimden de görebileceğiniz gibi, iki devlet kurarak bir çözüme ulaşılmasını tavsiye etmiştim. Benim tavsiyem bu yönde, onlarca yıl iki devletli ve ülke içinde insan ve vatandaşlık hakları için ve İsrail’de insan hakları ve vatandaşlık hakları için bir anayasa için bir çözüm önermiştim. Bu yönde ilerici olduğuna inandığım bir hassasiyetle hala bu görüşümün arkasında duruyorum. Aynı zamanda stratejik çevreye de bir göz atmak gerekir. Kendi insanlarına karşı hareketlerinden de gördüğümüz gibi Suriye hükümetinin, bizim arzuladığımız yönde bir barış sağlamak için ortak olamayacağı şüphe götürmez. Babasına ve sözde Hama –yerle bir ettikleri şehir- yönetimine kadar uzanan Esad hükümeti, tekrar ortaya çıkıyor. Alevi azınlığın gidebileceği hiç bir yer olmadan sıkışıp kaldığı, çok tehlikeli bir yolda yaşamını sürdürmek için savaşmak zorunda olduğu bu durum acımasızdır. Korkunç bir durum bu. İsrail’in “tanıdığı bir düşmanı” olsun diye ya da daha anarşik ve kuralsız, kontrol edilmesi güç, başarısız/kaybedilmiş ve El Kaide’nin sınırda mevzilenmesi için uygun şartların olduğu bir durum yerine askeri yönden kontrol altında tutulan bir rejimle daha durağan bir askeri güç dengesi gücü olsun diye bunun olmasını ister miyim? Bu konuda ne düşünürüm… Tabi ki İsrail hükümetinin daha sağlam müttefikleri olmasını isterim. Aynı zamanda Esad’ın kaybettiği ve aslında hiç bir zaman meşru olmadığı konusunda kesinlikle hiç bir şüphe yoktur. Bir noktada, daha ilerici bir sonuç isteyen Batıdaki bizler, ironik olarak, Türkiye’yi, Suriye ve İsrail arasında bir nevi karşılıklı (iyi niyet) davranışı olarak Golan Tepelerinden çekilmek hususunda arabulucu olarak getirmenin mümkün olacağını umduk. Şimdi ışık yılı uzaklığında görünüyor bu. Durum çok kırılgan, çok bilinmez ve Afganistan’da olduğu gibi kendimizi böyle zorlu bir durumun içine sokamayız. Afganistan’da ABD ve Batı, ellerinde stinger füzeleri ve benzeri silahlarla, aşırı İslamcı oldukları anlaşılan Mücahitlerin belirli bölüklerini silahlandırdı. Bu insanlar El Kaide açısından Taliban’dan daha öte bir rejimi desteklemeye başladılar. Dolayısıyla merkezi olmayan, tamamen anarşik bir ortamda silahlandırmayı bırakın, kimi desteklemeyi deneyeceğinize, kimi tanıyacağınıza karar vermek oldukça zordur. Evet, bu konu hakkında düşüncelerim bunlar.
188
Ş.E. Soğuk Savaş sırasında Sovyet liderlerinin politik müdahalelerini değerlendirmek üzere kişilik analizleri yapılıyordu. Liderlik çalışmaları bugün nasıl bir farklılık gösteriyor? Örneğin, Türk politikası üzerine yapılan çalışmalarda Erdoğan’ın kişilik özelliklerine sık sık atıfta bulunulduğunu görüyoruz. Liderler kişiliklerinin “esiri” midir, yoksa bu özellikleri anlamlı bir politik gündem ve dile çevirebildikleri için mi liderlik ederler? Erdoğan’ın Suriye ve Filistin’deki tepkisinin herhangi bir şekilde kişiliğiyle ilişkili olduğunu düşünüyor musunuz? Öyle düşünüyorsanız nasıl bir ilişkisi var? S.T. Tufts tıp fakültesinde bir profesör “delilik ve liderlik” üzerine yazmıştı. Nörobilimle, bilişsel ahlakla çok ilgiliyiz, hatta bunun üstüne koca bir forum yaptık – ahlak ve zihin, bilişsel bilimler ve çatışma arka planınızdan ötürü o forumu size de göstereceğim. Bu, liderliğe farklı bir yaklaşım, mümkün olan bütün forensik araçları kullanmaya çalışıyoruz, yani bilişsel bilim ile liderlik tarzları, nörobilim ile zihin ve ahlak arasındaki bağlantıya bakma çabalarıdır bunlar. Bence bir bakıma bunlara yönelmemizin nedeni, müspet bilimlerdeki ilerlemelerin sosyal bilimlerdeki karar alma süreçlerini etkileyip etkilemeyeceğini anlamaya çalışmamızdandır. Bence bu noktada bağlantı kopukluğu çok yoğundur, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ndeki (MIT) Sach Laboratuvarı bunu denedi. Bu konuyu çözmeye dönük girişimler var, Robert J. Lifton psikopatoloji ve analiz konusunda çok tanınmış bir isim, Nazi dönemindeki farklı liderlik türlerini, Stalin’i inceliyor. Bu tür pek çok çalışma var, yani bir ilerleme söz konusu. Fakat ben bu konuda konuşabilecek kadar donanımlı değilim, daha çok dışarıdan seyrediyorum, bu konuyu büyüleyici buluyorum fakat hiç bilgim yok. Türkiye bağlamında liderinize dair ne düşünüyorum? Elbette insanların kişisel arka planlarının kesinlikle göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat insanların yönetim biçimleri kimliklerini aşan çeşitli biçimlerde tezahür eder. Obama ve Ortadoğu’ya yaklaşımına dair ilk sorunuza gidecek olursak; Obama Afro-Amerikan diye düşünülebilecek birisi fakat ülkeyi Afro-Amerikan bir başkan olarak yönetmedi, kimliğini başlıca hassasiyeti haline getirmedi. Bilim adamı olarak hepimizin %99.99 aynı olduğumuzu biliriz. Algı nedeniyle, insanların bizi nasıl gördüğünden etkilenen yüzeysel düzeyde radikal bir hassasiyet vardır. Birkaç hafta önce Dalay Lama ile konuşma fırsatım oldu; kendisi insan türünün benzersiz olduğunu söyledi. Bu insani akıl yürütme bizim yüzeysel olanın ötesine geçmemizi sağlar ve gerektirir; çok daha derinde yatan birşeyleri anlamaya çalışmak için algının ötesine geçeriz, ki eğitimin amacı da budur. O yüzden, bu anlayışla, liderinize dair yorumda bulunamam, kendisini değerlendirebilecek kadar tanımıyorum, belli bir dinden veya hizipten veya belli bir kimlik grubundan vs. geliyor fakat bunun herhangi birşeyi öngörmeme yeteceğini sanmıyorum.
189
Daha temel rol oynayan kararların ebeveynlikle ilgili olduğunu söylemek isterim, bütün çalışmalar çocukluklarında istismar edilmiş kişilerin sonrasında istismar etme eğiliminde olduğunu gösteriyor, bu tür döngülerden bahsediliyor fakat burası benim boyumu çok aşan bir nokta, o yüzden bu konuştuklarımızı eğer basacaksanız, verdiğim yanıtı basmadan önce burada bir budalayla konuştuğunuzu söyleyin, çünkü bu konuda bilgim yok ve bilgim olmayan şeyler hakkında konuşmak istemiyorum. Bu sorunun cevabını bilmiyorum, üzgünüm. Ş.E. Bazı akademisyenler Erdoğan hükümetinin yenilikçiliğini takdir ediyor, özellikle Arap Baharı sırasında Arap dünyaları arasındaki ilişkiyi pekiştirme bakımından. Ayrıca, Türkiye ve Suriye arasında bir savaş ihtimali, Erdoğan yönetiminin Arap baharı döneminden sonra yalnız kalacağı görüşünü gündeme getirdi. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi söyleyişlerin varlığı da bir başka genel görüşü ifade ediyor. Bu görüşler bağlamında, Türkiye’nin duruşu ve savaş olasılığına dair neler söylersiniz? S.T. Suriye ve Türkiye arasında bir savaş mı? Hayır, hiç sanmıyorum. İçerideki bir ülkeye müdahale edildiğinde sivil hayatta yaşanan güçlüklere bakın. Daha önce Libya, Obama ve Arap baharını sormuştunuz; Obama nihayetinde Libya’daki savaşı desteklemeye karar verdi ve sonunda Kaddafi yerinden edildi; bunun sonucunda ortaya ne çıktı pek emin değilim ve aslında bütün Arap baharı bu noktada bana daha çok Arap kışı gibi görünüyor. İyimser değilim fakat bir öğretmen olarak iyimser olmak zorundayım. Bu tür şeyleri düşünürken kişisel olarak deneyimden gelen karamsarlık ile iradeden gelen iyimserlik, ünlü bir Gromsky alıntısı yapacak olursak, akıldan gelen iyimserlik arasındayım. Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiye dair sorduğunuz soru karamsar bir soru. Bence egemen devletler arasında uluslararası bir savaş olursa, insanlar taraflarını seçeceklerdir ve bu bölgenin bu tür bir durumu kaldırabileceğini sanmıyorum. Gelecek yılki temamız Ortadoğu’nun geleceği üzerine olacak ve bu tür şeyleri gözden geçirmeye çalışacağız. Esad’ı devirme girişimlerini desteklemek, demek istediğim, burada Kürt meseleniz var, Sınırlar meselesi var, ticaret meseleleriniz var, terörizm var elbette. İsrail’in de aynı sorunları var, sizde bu sorunlar var dememi desteklemek adına söylüyorum. İran’la Şii hassasiyetleri denen yoldaşlık ve hısımlığa dayanan bir bağlantı var, ki bu da bir Şii fenomeni olan Hizbullah’a destek anlamına geliyor. Sonra Hamas var, ki hâlâ Türkiye tarafından destekleniyor, bu da ilginç görünüyor; Katar onları destekliyor, yine Şiiliğin önüne bir set çekmek için Sünniliği destekliyor. Bir savaş, bir çatışma halinde bu dinamikler oldukça farklı yönleri temsil ediyor. Türkiye’nin ilişkilerindeki durumdaysa, bence, yapmaya çalıştıkları başlangıçta istikrarın kopmasını asgariye indirmekti, bu durum ağırlıklı Kürt meselesini etkilemişti. Bence müdahalenin arkasında yatan baskın ilk neden buydu. Ama daha kötü bir senaryoda olsalardı tahmin bile edemiyorum. Bakın, Suriye ve Türkiye arasında bir savaş, evet. Türkiye buna taraf oluyor, katılıyor, hükümet sürgünde, veya muhalefet, anlatabiliyor muyum? Ben bunu anlayabiliyorum.
190
Ne olurdu peki? Suriye’yi kim desteklerdi? Sadece İran. Başka olası bir müttefik düşünemiyorum. Ve İran’ın bu meseleye karışmak isteyeceğini de sanmıyorum. Vekilleri, temsilcileri yoluyla birşeyleri hallettiler. Büyük güçler denen şeyin üzücü kısmı, Amerikalıların Orta Amerika’da Kontra’ları kullanması veya Sovyetlerin, imparatorlukların, başka ülkelerin vekiller yoluyla işlerini halletmesi. Şu an İran potansiyel olarak tutuşmaya hazır durumda. İsrail Gazze’ye girerse Kuzey’in de patlaması beklenebilir. Ve aslında Tel Aviv’i hedef alan o silahların önünde bugün herhangi bir savunma kalkanı yok. Burada kaotik bir an söz konusu. İran güneyde olup bitenler yüzünden bunları salmaya karar verirse, bilemiyorum ama bu bir tehdit. Bu noktada bence en azından Suriye ve Türkiye arasında daha büyük bir tehdit. Ş.E. Türkiye’nin doğusunda, Suriye’de ve Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtler hakkında ne düşünüyorsunuz? Suriye’de potansiyel ikinci bir Kürdistan kurulmasının Türkiye ve Kuzey Irak açısından sonuçları neler olacaktır? İkinci bir Kürt devletinin, kuzey Irak’la eşgüdümlü olursa, Türkiye’nin başını ağrıtacağını, Türkiye’deki Kürtlerin özerk bölge taleplerinin yükseleceğini düşünüyor musunuz? S.T. Bütün bu soruların geleceğini soruyorsunuz bana, ne hoş. Size bir yayın getireceğim. Öğrenci delegasyonlarımızdan biri Kürdistan’ın Irak bölümüne gitti; şuna bakarsanız oldukça ilginç bazı makaleler var. “Türkiye’nin Irak Kürdistanı’ndaki Ticaret ve Yatırımı” “Sınırın varlığı İranlı Kürtlerin ilişkilerindeki bilmeceyi çözmek için değildir” Şu şekilde ifade edeyim; insanlar Irak-İran savaşında bir noktada Iraklı Şiilerin Saddam Hüseyin’e ve Irak hükümetine karşı taraf tutacağını bekliyordu ve bunun gerçekleşmesi uzun zaman aldı. Ama özerkliklerini istediler. Ardından Saddam onları yok etti. Aynı şekilde kuzeye gitmeye çalıştı ve Kürdistan’da ve Irak Kürdistanı’nda uçuşa yasak bir bölge vardı. İnsanlar bir Filistin devleti olur mu diye merak ediyorlardı, İsrailli Araplar böyle bir gerçekliğe çekilebilir mi diye. Bu sorular her zaman soruluyor. Bunun adı irredantizm (kurtarımcılık), değil mi? Hizipçi bir şekilde sınır noktalarının eşikleriyle bölünmüş insanlar kavramı. Bunu tespit etmek zor. Kürdistan, 15 milyon Kürt halkı üç coğrafi bölüme bölünmüş durumda. Dağ Türkleri – alaycı bir terim, ben katılmıyorum – onlar Kürt. Şu andaki denge durumunun yokluğundan – durumu iyi ifade ediyor – kaynaklanan durum Suriye içinde sürmekte olan savaş. Sınır, geçirgen, silahlar geçiyor, çok fazla provokasyon var. Transit uçuşlar oldu, gerçek insansız hava araçları, misiller vs. düşürüldü. Durum kötüye gidiyor. Ama Türkiye’nin Suriye’ye savaş ilan edeceğini sanmıyorum, Suriye’de Türkiye’ye savaş açacak durumda değil. Ama bir savaş olsa, sizin sorunuz Türkiye’nin izole olup olmayacağı yönündeydi. Burada Türkiye’de sizin bu yöndeki hassasiyetinizi tamamen anlaşılır buluyorum. Fakat bence öncelik yine de Irak ve Suriye içinde olacaktır. Buradan taşanlar düşündüğünüz kadar tehlikeli olmayacaktır. Elbette bu konuda endişelisiniz, fakat bu daha düşük düzeyli bir endişe kaynağıdır. Ş.E. Çok teşekkürler!
191
Ĺžehadet Ekmen ile konuĹ&#x;tu
192
Suhaib Webb Amerika bizim önceliğimiz olmalıdır, nasıl ki Türkiye de sizin önceliğinizse. Önce kendi arka bahçemle ilgilenmem gerekir.
193
Şehadet Ekmen Müslüman olduktan sonra, sizi İmam olmaya yönlendiren şey ne oldu? Sizi bu sorumluluğu almaya iten şey nedir? Suhaib Webb İmamlık yapmak gibi bir niyetim yoktu, kendim için çalışıyordum ve birden oluverdi, “İşte İmam oldum, yaşasın” da demedim, hafız olduktan sonra bir anda kendiliğinden gerçekleşen bir şeydir. Allah ve Ümmet sevgisinden dolayı, buna bu şekilde bakabiliriz. Bir yandan da sevdiğim bir iş. İşimi seviyorum ve insan bir şeyi sevince, örneğin Arapların bir deyişi vardır “kadın güzelse Mahr (başlık parası- Mehir) umurunda olmaz”. Ne güzel bir deyiş değil mi?! Erkek güzelse, kadın da Mahr’ın düşük olmasına aldırmaz. Bu deyişle demek istenen, bir şeyi seviyorsan, onun için çalışırsın ve sana zor gelmez. Külkedisi de nefret ettiği üvey annesinin evini temizlerdi. Yakışıklı Prens için temizlediğinde, temizlik yapmak sevdiği bir şey olurdu. Aynı iş ama severek yapıyor. Ş.E. Amerikalı bir Müslüman olarak, sizce gayrimüslim Amerikalılara karşı tavrınızla, doğuştan Müslüman olan Amerikalıların gayrimüslim Amerikalılara karşı tavrı arasında bir fark var mı? S.W. Bence var. Hepimiz kardeşiz. Hayatımız boyunca bir arada yaşıyoruz. Birçok sorunumuz olacaktır. Birçoğu ailelerimizin üyeleridir. Bazen onlara Doğu’da yaşayan insanlardan daha farklı bir biçimde bakıyoruz. Çünkü Doğu’da nesneleştiren bir ilişki olabilir; bizimkisi daha insanlaştırılmış bir ilişkidir. Nesneleştirme ve insanlaştırma arasında fark vardır. Biz birbirimizle olan ilişkilerimizi insanileştiririz. Hz. Muhammed’in (S.A.V) dediği gibi “Gale ya kavmi” – “benim insanlarım”, Kâfirler değildir. Hepimiz Allah’a boyun eğmek zorundayız. Ş.E. Amerika’da Malcolm X, Mısır’da Seyyid Kutub, Hasan El Benna ve Müslüman Kardeşler ve Bosna’da Aliye İzzet Begoviç’in, Müslüman Gençleri bir araya getirme de ve gençlere model olmada güçlü bir etkiye sahip olmuşlardır. Bu insanları model almamız sizce mümkün mü, yoksa sizce gençlik bu konuda zorlanıyor mu? Ayrıca, sizce bu alimleri dini farkındalık ve dini pratikler konusunda örnek almalı mıyız? S.W. Bence yapıcı bir biçimde eleştirel olmalıyız ve saydığınız şahsiyetler kendi durumları dahilinde kendi insanlarının gerçeklerini dile getirmiş insanlardır. Amerika’da da bizim kendi gerçeğimiz ve dile getirilmesi gereken bir gerçekliğimiz var. Saydıklarınız içinde Malcolm X, bir sistem için en uygun olanıdır. Ama biz kendi hikâyemizi yazmalıyız. Ama tüm bu insanlarla saygı duymakla birlikte, onların metodolojileri burada yaşayan bizler için fazla üretken ve iyi. Örneğin, Amerika’da Hasan El-Benna’nın kadınlar ve kadınların katılımı hakkındaki fikirlerini uygulayamayız. Bu bizi yok eder. Ama bu tamamının kötü olduğu anlamına gelmez. Yapıcı olmamız gerekir. Ama halkımız için de sorumluluk almalıyız. Bu kişileri başarılı yapan da budur. 194
Malcolm X, kendi topluluğundan ve kendi topluluğuna karşı sorumluydu. Örneğin Türkiye’de de Fethullah Gülen, Bedüizzaman Said Nursi ve Erdoğan var; kendi liderlerinizi yaratmalısınız. Bu böyle işler. Biz de onlardan bir ölçüde faydalanırız. Ama kendimizi bu insanlara eklemlemek istersek bunlardan bazıları bizim için gerekçe oluşturur. Amerika’da bulunan bazılarımıza çok olumlu yaklaşılmıyor. Bu nedenle onlara eklemlenmek de bizim için sağlıklı bir şey değil. Ş.E. Genel olarak Amerika dışında Amerika’ya ve Amerikalı Müslümanlara ilişkin en önemli yanlış yargılar sizce neler? S.W. Bence, en önemli yanlış yargı; Amerika’nın çok liberal, tamamen liberal olduğuyla ilgili. Birleşik Devletlerin başka bölgeleri oldukça muhafazakârdır. En önemli basmakalıp kanılardan biri de Amerikalı Müslümanların çok rahat ve liberal olduğu yönünde. Tüm bunlar bizi zorlayan şeyler. Ama Amerika’nın başka bölgeleri çokça muhafazakârdır, mesela Amish topluluğu. Elektrik bile kullanmazlar. Bu insanların fikirlerinin birleştiği noktadır. Bir başka basmakalıp yargı da “Müslümanların burada özgür olmadığı, baskı altında oldukları” şeklinde. Ben Mısır’dayken insanlar bana şunları sorardı: “Caminiz var mı? Namaz kılabiliyor musunuz? Dawah yapıyor musunuz?” İnsanları nesneleştirmekten ziyade insanca görmeye çalışmalıyız. İnsanları insan olarak kabul etmeli ve birlikte yaşayabilmeliyiz. Farklı olsak da birbirimizi tanımaya ihtiyacımız var. Hucurat Suresindeki gibi “Ta’arrafu” yapmalı, yani “birbirimizi tanımalı” ve birbirimizi nesneleştirmemeliyiz. İşte bunlar yaşadığımız zorluklardır. Ş.E. Son olarak ISBCC’de Ella Collins Kuruluşu’nu (ECI) açtınız. Okurlarımıza ECI’den biraz bahsedebilir misiniz? Amaçları nelerdir ve Amerika dışında insanlar buraya nasıl dahil olabilir? S.W. ECI’nin amacı Amerika’nın Al-Azhar’ı, bu ülkeye âlimler yetiştiren bir yer olmaktır. Kalifiye bir dini duruşla konuşabilecek imamlar ve ulemayı yetiştirebilmeyi umuyoruz ancak bu insanlar aynı zamanda kültürel açıdan da yetişebilmeli. Yani hem dini, hem de kültürel vasıflara sahip olmalılar. Çünkü eğer bunlardan yalnızca biri varsa khitaab kemilah olmuyor.(hitap kâmil olmuyor) yani amacımız yerine gelmiş olmuyor. Allah buyuruyor ki “Hiçbir elçimiz yoktur ki, biz onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım” şeklinde. Ali (r.a) de şöyle derdi “İnsanlarla anladıkları dilden konuşun”. Dolayısıyla, şimdi kültür, insanların ilimi anlama biçimidir. Ben de etrafımdakilere ilimi sevdiremiyorsam, bu bir sorun teşkil eder. Ş.E. Seçkin bir Amerikalı Müslüman kimliğinin güvenilir bir destekçisi oldunuz. Bu kimliğin başlıca bileşenleri nelerdir ve sosyo-politik alanda bu nasıl ifade olunuyor? 195
S.W. Öncelikle, ilmi açıdan Allah’ın İbrahim Suresindeki sözü şöyle “Hiçbir elçimiz yoktur ki, biz onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım”. Aslında bu bir retoriktir- konuşma sanatıdır. Çünkü sözü yalnızca konuşmazsınız, aynı zamanda thaqafah- ile yani kültürel olarak sezersiniz de. Ama tüm önemli kültürel hak nüanslarının ötesinde Allah neden bahseder? – Kelamdan. Konuşmanın önemini anlamak, yalnızca bir dili anlayıp konuşmak değil, söylediğinizin insanlar tarafından anlaşılıp benimsenmesidir. Bu kahanet gibi bir şeydir, değişmediğini veya dini manipüle etmediğini hissediyoruz. Hanefi mezhebi uleması, herhangi bir şeyin kültürle yoğrulmasına ilişkin bazı şartlar ileri sürmüştür. Birinci şart, Kuran metninin ve Sünnetin belirsiz ve evrensel olması ve bunları kesin olarak tanımlayamayacağımız veya kısıtlayamayacağımızdır. Birincisi teolojidir. İkinci olarak, insanlara sosyal bir seviyede hizmet etmemiz gerektiği. İslam’da kurumlar yoluyla insanların sorunlarına cevap vermeli, halkı mahalli ölçüde beslemeli ve zenginliğin adil dağılımını sağlamalıyız. Buradaki Müslümanlar işte bu nedenle Obama’yı, zengin ve fakir arasındaki dağılımın eşit olmasını sağlamak için desteklemiştir. Üçüncü olarak, kültürel ikonlar toplum için çok önemlidir. Çeşitli sanatçılarımız var, Amerikalılar bile Feiruz’u tanır. Dolayısıyla, kültürel bir ikon, belki bir şeyhin veya imamın başarabileceğinden daha fazlasını başarır. Bu nedenle kültürel ikonlara saygı duymalıyız. Örneğin boksör Muhammet Ali, kilisenin, sinagogun, Asyalının veya Amerikalının ötesindedir. Yaşadığımız topluma sanatta, sporda, eğitimde, bilimde katkı sağlayabilmemiz önemlidir. Son olarak da din değiştirenlerin rahatlığının sağlanması vardır. Burada, son 7-8 ayda 125 kişi din değiştirmiştir. İstanbul’da kültürel olarak kendilerini rahat hissedemeyeceklerdir. Kendi kültürel nüanslarımıza aidiz. Özgürlük insanlarla paylaştığımız bir şey. Bana göre özgürlük, her insanın doğal hakkıdır. Özgürlük Fıtrat’tır. Hepimiz özgür doğarız, tutsak değiliz. Ben özgür olmayı, yaratıcı olmayı severim. Bu vasfı bize Allah vermiştir. Amerika bizim önceliğimiz olmalıdır, nasıl ki Türkiye de sizin önceliğinizse. Önce kendi arka bahçemle ilgilenmem gerekir. Ş.E. Uygulaması olmayan bir aktivizm ne yapayı umar? İslam’ın ilk yıllarında olmasa da daha sonraki yıllarında Müslüman liderler bazen kendi halklarına zulüm etmişlerdir. Bu bağlamda sahabelerin ya da tebalarinin yöneticilerine karşı tavırları ne olmuştur? Müslüman bir şahsiyet burada nasıl hareket etmelidir ve hakkini alabilmek için hangi eylemlere başvurmalıdır? S.W. Peygamberden (S.A.V.) sonraki tarihe baktığımızda, insanlar hata yapmıştır. Biz de bu hatalardan ders çıkarmalı ve böylece bunları tekrar etmemeliyiz. Baskılar konusunda, Hz. Ali’nin (A.S.) ölümünden sonra bunları gördük, bunların bir dizi sebebi vardır. Özellikle Muaviye’den (A.S.) sonra paradan dünyevi şeylerden ve güçten dolayı bunlar olmuştur. İslam tarihini cennet gibi değerlendirmemeliyiz. Bizim nefsimiz vardır ve hatalar yapabiliriz; bunlardan ders çıkarmalı, bunları kabul etmeliyiz. Katolik Kilise’sinin hayranlık uyandıran uygulamalarından biri – Engizisyonu, kölelik uygulamasını ve bunların yanlış şeyler olduğunu kabul ederler. Biz de hatalarımız için yalnızca Allah’a hesap veririz. Bunları tekrar etmememiz gerekir. Kontrolsüz gücün tehlikesini öğrenmeliyiz. Toplumda Şura yani vatandaşlar arasındaki fikir birliğinin tesisi gerçekten önemlidir. 196
Ş.E. İslam’da özgürlüğün sınırları nelerdir? Sonradan Müslüman olan kadınlardan biri, İslam’ın hayatına bazı kısıtlamalar ve sınırlar koymasının onu memnun ettiğini söylemişti. Dindeki iki aşırı ucu dikkate alarak özgürlük fikrini açıklayabilir misiniz? S.W. Siyasi olarak, Amerika’dayım, Amerikan yasalarının dışına çıkamam. Bu sisteme göre yaşamam gerekir. Ama Ortadoğu’da, şu anda demokrasinin veya insanların adlandırdığı şekliyle İslamokrasi’nin doğuşunu görüyoruz. Yöneticiyle yönetilen arasında bir pazarlık olacak. Batıdaki gibi eşitlikçi ve liberal bir demokrasi görebileceğimizi sanmıyorum. Bana göre, istediklerini seçmek insanların hakkıdır. Her ülkenin kendine göre, ulaşılması istenen amaç ve hedefleri vardır. Böyle yerlerde, halk ve yönetici arasında bunun pazarlığı yapılmalıdır ve bu zaman alacaktır. Ancak bir şekilde, şeffaflık ve çoğulculuğu da el üstünde tutan dini bir toplumları olursa bu büyük bir fırsat olacaktır. Dünyayı ateizmden kurtarabiliriz, çünkü bugün herkes çok aşırıcı gibi. İnsanlar ya Taliban’ı görüyor, ya da Fransa’yı. Ilımlı bir modelimiz yok. Amerika bu ılımlı modele bazı açılardan daha yakın çünkü burada dini özgürlük var. Bizim burada yaşadığımız zorluklar, sizin yaşadığınız zorluklardan çok farklı. Ş.E. Bu tür ülkeler için ideal örnekler var mı? S.W. Türkiye ve Malezya iyi iş çıkartıyor. Ş.E. ISBCC’deki rolünüzle paralel olarak, geniş okur kitlesine ulaşan bir web siteniz var ve sosyal medyada da aktifsiniz. Gelecek yıllarda internet kaynakları Müslüman söylevini (discourse) nasıl etkileyecek? Al-Azhar’da geleneksel bir eğitim aldınız; sizce online dersler gelecek yıllarda geleneksel öğrenme biçimlerinin yerini alacak mı? S.W. Bence almaya başladılar bile. Al-Azhar’ın online dersleri var. Geleneksel öğrenim zaten eskide kaldı sayılır. Müslümanların çoğu geleneksel olarak öğrenim görmüyor, bu sorunlardan bir tanesi. Bence gelenek özelinde bir cevap teşkil edemez – gelenek sorunludur. Gelenekte ırkçılık, ataerkillik vardır ve bunun tek nedeni de belli bir dönemi yansıtıyor olması. Ama geleneği kesinlikle bütüne uyarlamalıyız. Geleneğin iyi yönleri, kötü yönlerinden daha ağır basar. Eğitimin kalitesinin yerini hiçbir şey dolduramaz. Geleneksel tarzda eğitim hala geçerli mi peki? 19. Yüzyılda, Türkiye ve Mısır’da ki modernleşme hareketiyle birlikte geleneksel tarzda eğitimde yer değiştirdi. Ama geleneksel tarzda eğitimin kalitesine erişebilir mi? Cevap hem evet hem de hayır. Bir şekilde bunlar birleştirilmeli çünkü 4-5 yüzyıl önce yazılmış kitapların geleneksel bir fikirle yalnızca incelendiğinde, bu kitaplar modern dünya hakkında bize hangi bilgileri verecektir? Bunlar kutsal kitaplar olmadığı, Allah veya peygamberinden gelmediği sürece, hukuk ve teoloji kitapları olmadıkları sürece, bu çağın gerektirdiklerine cevap verecek kitaplara ihtiyacımız var. Bu bizim en önemli sorumluluğumuz. 197
Mehmet Ali Başaran ile konuştu
198
Fatma Benli Başörtülü olması bir bayan avukatın mesleğinin ve başarılarının önüne geçiyorsa durup düşünmekte fayda var. Zira bir anormallik var. Fatma Benli’den, ‘bir avukatın anıları’nı dinledim. Geride kalan ve kalmayan günlerin acısı diner mi dinmez mi, karar veremedim. Bugün İnsan Hakları Kurulu üyesi olan Benli’nin, içinde kendisi gibi milyonlarca insanın hikayesini barındıran sözlerine kulak verin, kararı siz verin.
199
Mehmet Ali Başaran Bu ülkede başörtülü bir avukat olarak nasıl bir tecrübeyi yaşadınız, yaşamaktasınız? Fatma Benli Başörtülü avukat olmak demek, fiiliyatta duruşmalara girememek ve mesleğinizi gerektiği şekilde yapmak için başkasından yardım almak zorunda olmak demek. Bunun hukuken olduğu kadar mantıken de anlamsız olduğu ortada. Benimle aynı statüde olan kişilerinin, mesleğimi ne şekilde icra edeceğime karar verme hakkını kendilerinde görmelerinin altında yatan “benimle aynı şekilde duruşmaya girmek için bana benzemek zorundasın çünkü normal! olan benim” düşüncesinin neden olduğu kibre ilişkin söylenecek çok fazla şey var aslında. M.A.B. Sadece düşüncelerinizi değil, duygularınızı da merak ediyoruz. F.B. Mahkemelerde “yok sayılmanın” verdiği incinme duygusundan bahsedebiliriz. Bu durum benim açımdan daha da ciddi bir çelişki oluşturuyor zira Rabbim nasip etti; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitme, Birlemiş Milletler CEDAW komite üyeleri önünde hatta Harvard’da konuşma yapma imkanım oldu. Kendi ülkemde ise en basit bir nafaka davasının duruşmasına bile giremiyorum. Her bir duruşma için başka bir avukata dava dosyamı teslim etmek zorundayım. Bu sadece maddi anlamda zarar vermiyor; psikolojik anlamda çok ağır bir durum. Beni duruşmaya alsalar muhtemelen bütün davaların duruşmalarına giremem ama “girmemeyi tercih etmenin” değil girememenin verdiği durum onur kırıcı. Bu sadece benim gibi mesleğini yaparken engellenenlerin değil, bu haksızlığı fark bile etmeyenlerin ve fark etse de kaldırmak için çaba gösteremeyenlerin hep beraber yaşadığı bir ayıptır. M.A.B. Bu aynı zamanda bir “ayrımcılık” değil mi? F.B. Kesinlikle. Böylesi keskin bir ayrımcılığın halen avukatlar arasında devam ediyor olması ciddi bir ironidir aynı zamanda. Çünkü hakkı ihlal edilen kişilerin müracaat edebileceği yer, hukuki mekanizmalar; hak müdafaa edebilecek kişiler ise avukatlardır. Başkalarının haklarını savunmaya çalışan avukatların, kendi çalışma haklarını savunamaz hale getirilip bizatihi kendi meslektaşları tarafından engellenmesi, durumu daha da vahimleştiriyor. 200
Bakın Amerika, İngiltere, Hollanda, Danimarka, Yunanistan dahil pek çok ülkede başörtülü avukatlar duruşmalara giriyorlar. Türkiye’de ise bir kadına başka bir avukatın ya da bağlı bulunduğu meslek örgütünün müdahalesi normal görülüyor. Bu durum, yani kimin hangi mesleği yapacağına başkaların karar vermesi Alman Avukatlar Birliğinin 1922 yılında “kadınların bünyesi hakimliğe ve avukatlığa uygun değildir. Yargılamaya karışmaları adaletin zararına olur” kararını hatırlatıyor. Çünkü dün kadınlar avukat olamaz diye seçkinci grubun çağdaşları, bu gün başörtülü kadınlar avukat olamaz diyorlar. Üstelik gerekçe gösterilen, “hakimlerin, avukatların başlarının örtülü olup olmamasına göre farklı karar vere(bile)ceği” iddiası çok saçma. Bu mantığa göre hakim kararını, yasal mevzuata göre değil de, duruşmadaki davacı, davalı ve tanıkların başlarının örtülü olup olmamasına göre vermekte! Söz konusu mantıksız açıklamaya alıştıkları için yapılanın hak ihlali olduğunu farkında bile değiller. Bu nedenle, bu kadar saçma bir bakış açısının daha fazla sürdürülebileceğine inanmıyorum. İnsanların, kendisinden farklı olan herkesi kabul etmesi gerektiğini anlayacağına dair inancım sürüyor. M.A.B. Mesleğinizi İstanbul’da icra ediyorsunuz. İstanbul Barosu’nun sizi temsil ettiğine şahitlik ediyor musunuz? F.B. İstanbul Barosu maalesef sadece beni değil pek çok avukatı temsil edemiyor. Edebiliyor olmasaydı bugün avukatlar en basit talepleri için bile mahkeme kalemlerinde ötelenmez, duruşmalarda müvekkilleri önünde azarlanmaz ve bir duruşma için oturabilecekleri doğru dürüst bir yer bile olmayan duruşma salonları önünde saatlerce duruşma beklemezlerdi. Avukat olarak bir saygınlığımız olurdu. Ayrıca, sürekli değişen yasalarla ilgili Baro’nun yazılı bir görüşü olurdu. Baro temsilcileri madde madde, yasaların ne şekilde olması gerektiğine ilişkin görüş sunarlardı ve bunu o derece profesyonel hale getirirlerdi ki onların görüşü alınmadan yasa taslağının yeterince görüşüldüğü sonucuna varılamazdı. Geçtiğimiz senelerde meslek lisesi mezunlarına eşit puan verilmesini öngören katsayı değişikliğinin iptali için Danıştay’a dava açan İstanbul Barosu’nun, örneğin Yükseköğretim Kurulu Yasa Tasarısı ile ilgili değişiklik teklifi hazırladığını duymadık. Eleştirmek için de yerine başka bir teklif getirmelisiniz. Elbet bunun için emek sarf etmek gerek. Bu emek çok gerekli görülmediği için olsa gerek, İstanbul Barosu’nun kendimizle, yani Avukatlık Yasa Taslağı ile ilgili bir çalışmasını bile duymadım. Barolar Birliğinin çalışması bile, stajın iki seneye çıkartılması, avukatlık sınavı ve birkaç konu dışında mevcut olan yasada sadece kelime değişiklikleri yapılması yönünde aslında. 201
Bu derece maddi gücü olan, bu derece yetişmiş insan kaynağına sahip baroların, hukukun üstünlüğü ile ilgili çalışmalarının bu kadar eksik kalması akıl almaz bir durum. Son Baro seçimlerinde, avukatların aidatları ile yedi milyon liraya alınan bir çay bahçesinde, halka günde kaç bin çay, kaç yüz dondurmalı fıstık tatlısı satıldığı anlatılıyorsa, bu Baro benim temsiliyet anlayışımla hiç bir şekilde bağdaşmıyor. M.A.B. Bu durumda Barolara alternatifler düşünülemez mi? F.B. Alternatif baro tartışmalarını gündeme getirmeli. Baroların seçim sisteminin değiştirilmesi gerekiyor. Tekelci meslek kuruluşlarının yapısına son verilmeli. Amerika’dakine benzer, aynı ilde birden fazla baronun varlığına izin verilmesinin tartışmaya açılması gerekiyor. Bir ilde tek bir baro olmasını zorunlu kılan hiçbir sebep yok aslında. Tekelleşme verilen hizmetin kalitesini düşürdüğü gibi mesleki problemlerin çözülmesinden ziyade siyasi ve ideolojik bir yapıya neden olmaktadır. Farklı sivil toplum kuruluşları meslek odalarının yapılanmasının değiştirilmesi gerektiğini ifade eden araştırmalar ortaya koydu. Meslek kuruluşlarının kendi mesleki alanlarında “tek” olmaları, alternatif meslek kuruluşlarının kurulmasını engelleniyor. M.A.B. İnsanları tek bir zihniyete mâhkum eden bir tarafı var.. F.B. Bu, çoğulcu demokrasinin gerekleriyle de bağdaşmamaktadır. Demokrasilerde bir örgüte üye olmak veya olmamak ya da üye olunan bir örgütten çıkmak bir hak iken ben, beni duruşmalar almayan, yönetim kurulu seçimlerinde broşürlerde başörtülü fotoğrafım yer aldı diye bana disiplin soruşturması açan bir baroya aidat ödemek zorundayım! Bunun değiştirilmesi gerekiyor. Sonuçta avukatları kanunla tek bir meslek kuruluşuna üye olmaya zorlamak, örgütlenme hürriyetine aykırı. Artık meslek kuruluşlarında tekelciliğin ortadan kaldırılmalı ve benzer görüş, düşünce, tespit ve çözümde anlaşabilen meslektaşların ayrı bir birlik kurabilmeli. Alternatif örgütlenmelere imkan tanınması ile bireyler, üyesi olmaktan hoşnut olmadıkları meslek kuruluşundan “çıkış hakkı”nı alarak kendi fikirlerine en uygun veya en “tarafsız” olduğunu düşündükleri meslek kuruluşuna üye olabilme fırsatına kavuşacaklardır. Bu aynı zamanda üyelerine en iyi hizmeti teminle daha fazla sayıda üyeyi kazanma doğrultusunda meslek kuruluşları arasında rekabetin de doğmasına neden olacaktır.
202
M.A.B. 28 Şubat Süreci’ni en başından bu yana idrak ettiniz. Sizce 28 Şubat geride kaldı mı? F.B. 28 Şubat çok fazla mağduru olan bir süreç. 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararların çok büyük bir kısmı bir müddet sonra sona erse de, başörtüsü ile ilgili karar istisnalar dışında kesintisiz olarak on iki sene devam etti. Yüz binlerce başörtülü kadını az veya çok ama olumsuz etkiledi. 2010 yılı Anayasa değişikliğinin referandumla kabul edilmesi sonrası mağdurlar azaldı ve başörtüsü yasağı en azından yükseköğretim kurumlarında kaldırıldı. Ancak bu durum 28 Şubat’ın etkilerinin tamamen ortadan kaldırıldığı anlamına gelmiyor. Çalışma hayatında halen pek çok ayrımcılık var. Bugün üniversitede eğitim görenler yarın çalışma hayatına atıldıklarında devlet memuru olmayacaklar. Ya kendilerini idare! eden kişi ve kurumların yanında her an soruşturma tehdidi altıda çalışacaklar ya da özel sektörde hak ettikleri değerin yarı fiyatına tekliflerle karşılaşacaklar. Çalışma hayatı daha hayati olduğu için karar mekanizmalarında başörtülü kadınların yer almamasının neden olduğu ayrımcılıktan bahsetmiyorum bile. Üniversitelerde konuşma metinlerimizi başkalarına vermek zorunda kaldığımız günler geride kaldı. Ne zaman ki duruşma dosyalarını başkalarına teslim ettiğimiz zamanlar da geride kalır; ancak o zaman -en azından avukatlar için- 28 Şubat sona erdi diyebiliriz. M.A.B. Türkiye’ye bir anayasa armağan etme yetkiniz olsa, olmazsa olmazlarınız neler olurdu? F.B. Bireyi önceleyen, insan olma onurunu güvence altına alan, bireylerin haklarını kullanırken başkalarının haklarını kullanmaya saygı gösterme yükümlülüğü getiren, ayrımcılığı özel olarak yasaklayan, hukukun üstünlüğünü tesis eden, çeşitliliği esas alan, tek tipçiliği değil çoğulculuğu önemseyen, farklılıkları zenginlik olarak değerlendiren, keyfiliği en aza indiren, devletin her bireye karşı eşit mesafede bulunduğu bir anayasa olurdu muhtemelen.
203
Muhammed Celep ile konuĹ&#x;tu
204
Halen biz Başbakanın deyimiyle orayı “Peygamber Ocağı” olarak görüyor, askere gitmeyene adam demiyoruz. Sormak lazım Peygamberimizin ocağında kim zulüm görmüş, hangi kişi öldürülüp ailesine intihar etti diye teslim edilmiş. Bu anlayış terk edilirse sistem de sorgulanmaya başlanır, kurum kendini düzletmek zorunda kalır.
Mahir Orak
205
Muhammed Celep Mazlum-der Asker Hakları Komisyonu Başkanlığı yapmaktasınız. Asker Hakları kavramı ülkemizde oldukça yeni bir kavram, Asker Hakları dediğinizde bundan ne anlamalıyız? Mahir Orak Asker Hakları ayrımsal, yani bu başlık altında ele alınması yeni. Daha evvel genel insan hakları arasında zikrediliyor, ihlallere bu minvalden bakılıyordu. Bu da olayın vahametini ortaya çıkarmıyordu. Çünkü meseleye genel yaklaşıldığında ancak ihlal edilen hakkın ne olduğuna ve nasıl çözüleceğine bakarsınız. Ancak Asker Hakları gibi ayrı ve özle bir pencereden baktığınızda, meselenin içerisine köhnemiş sistemi de, var olan sıkıntıları da almış olursunuz. Bu da beraberinde tek tek sorunlara çözüm bulmak yerine, o toptan ihlallerin tamamının nedenini oluşturan sorunlu sistemi sorgulamaya götürüyor. İşte bu bakış açısıyla daha bir iki yıl evvel bizim gibi sivil birkaç inisiyatifin de girişimleriyle daha çok “Zorunlu olarak Askere” gönderilen kimselerin uğradığı hak ihlallerinin görünür kılınması ve çözümlenmesi için çalışılmaya başlanmıştır. Daha sonra bunun içerisine “Askeri Sistemden kaynaklı tüm ihlaller” alınmıştır. İşte bu sistem içerisine dahil olan bireylerin sahip olduğu tüm haklara biz Asker Hakları diyoruz. Kavramdan da genel olarak bu anlaşılmalı. M.C. Dünyanın geldiği noktayı da göz önüne alırsak, Türkiye’de askerliğin halen zorunlu olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? M.O. Bildiğiniz üzere Türkiye’de askeri sistem, özelde de “Zorunlu Askerlik” Cumhuriyeti kuran elitist kadronun toplumu hizaya getirme projesinin bir parçasıdır. Malumunuz Medrese, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla ortay çıkan eğitim kurumu boşluğu uzun zaman Devlet Okullarıyla doldurulamamıştır. Benim çocukluğumda dahi -ki 90’lardır- Anadolu’nun bir çok yerinde, köyünde okul yoktu. Okulda insanlara “gizli müfredat” yoluyla devlet ve ceberutluğu da anlatılır ve insanlar bundan dolayı devletten çekinirler. İşte bu boşluk nedeniyle insanlar devleti tanımıyor, devlet denen şeyin/aygıtın ne olduğunu kavrayamıyordu. Bu süreçte devletin ne olduğunu bireylere öğretmek için okullardan ayrı bir çark kurma zorunluluğu hasıl olmuştur. Kurulacak bu çarkla bireylere okullarda öğretilmeyen devletin ceberutluğu, büyüklüğü ve dahi her şeye kadir olduğunun(!) öğretilmesi amaçlanmıştır. İş biz buna zorunlu askerlik diyoruz. Zorunlu askerliğin savunma amaçlı insan toplamadan çok daha fazla bir anlamı var bu nedenle. Yoksa insan gücüne dayanan cephe savaşlarının ortadan kalkmasının üstünden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen ordusu insan gücüne dayanan nerdeyse hiçbir ülke kalmamışken Türkiye’nin bunu sürdürmesi başka nasıl açıklanır. Bu sistemin hali hazırda iler tutar yanı kalmamıştır. Modernite iddiası olan hiçbir ülkenin uygulamaması gereken bir sistemdir. M.C. Askerliğinizi yaptınız mı? M.O. Evet yaptım, hem de Şırnak’ta. Ben Vatanını seven biriyim, beni başka bir şey sanmadınız inşallah. :) M.C. Yok, Estağfurullah. Ben vatanı sevmek ile askerlik arasında bir bağ kurmuyorum. Yani vatanını sevmenin bir göstergesi değildir bence askerliğini yapmış olmak. Yalnız şu var: Siz, sınırları birilerince çizilmiş toprak parçasına vatan mı diyorsunuz? 206
M.O. Hayır ben demiyorum, bu kavram da ulus devletle üretilmiş ve daha çok askeri sisteme yarayan bir “kutsal”. Cahiliye Araplar’ında üretilen putlar gibi, “üretilmiş bir kutsal.” Bu kavram da işte bu sistemin devamına hizmet ediyor. Askere gitmeyen ve ya ona karşı tavır alan kimseler, kutsala ihanet etmiş gibi “Vatan Haini” yaftası yiyorlar. Böylelikle üretilmiş kutsal yoluyla toplumsal bir baskı mekanizması da kurulmuş oluyor. Bunu anlatmak istedim. M.C. Askerliğiniz süresince karşılaştığınız işkence veya kötü muameleler oldu mu? M.O. Evet, tabiî ki. Bu işe gönül vermemizin yegâne sebebi de budur. Askerde başta şahsım olarak birçok kimsenin hakları ihlal edildi. Örneğin halen askerde dayak var, şahit oldum. Şüpheli ölüm var, şahit oldum. Psikolojik baskı ciddi şekilde var, gördüm. Bunun gibi sayamayacağım birçok hak ihlali halen askeri sistemin içinde var ve devam ediyor. Bu zihniyet sürdüğü sürece kısa sürede son bulması da mümkün görünmüyor. M.C. Bu zihniyet derken; nasıl bir zihniyet hakim kışlada? M.O. Bu tarihi geçmişle de alakalı bir şey. Hani son zamanlarda moda bir söylem vardır ya “kurum kültürü” diye. İşte tam buna benzer, yıllarca Asker bu memleketin sahibi olarak görülmüş; yaptıkları sorgulanmamış, yargılanmamış. Bu da Askerlerde bir tür kendini müstağni görmeye neden olmuş. Bize kimse dokunamaz, yanımıza kâr kalır yaptığımız şeyler diye düşünmüşler, öyle de olmuş. Uzun yıllar bu hal ve düşünce TSK’da yer etmiş, buna kast ederek “bu zihniyet” diyorum. M.C. Askeriyede verilen eğitimin bir askere kazandırdıkları nelerdir? M.O. Ben kazandırdığı tek şeyin, bu kadar zulüm ve sıkıntı arasında “Sabır” olduğunu düşünüyorum. Çünkü psikolojik olarak insanlar o kadar çok sıkıntı yaşıyor ki bu ihlallerle birlikte, var olan “bu sistemden kaçamazsın, kaçarsan cezalandırılırsın ve tekrar askere getirilirsin” yollu kanuni baskı insanların ancak o sisteme sabretmesi gerektiğini öğretiyor. Onun dışında kazandırdığı hiç bir şey yok fakat götürdüğü çok şey var. M.C. Ne gibi şeyler mesela? M.O. Örneğin, insanların hayatlarına mal oluyor. Askere giden birçok kimse dayanamayarak intihar ediyor. Şüpheli şekilde hayatını kaybediyor. Gördüğü baskıyı ailesine yansıtıyor, aile hayatı sıkıntıya giriyor. Bunun gibi birçok şey. M.C. Askerliğini yapmayana kız vermezler, askerliğini yapmayana adam demezler gibi bir mantık var, bilhassa Anadolu’da yaygın. Haklılık payı var mıdır, ne kadar?
207
M.O. Şu yönüyle haklılık payı var; bu gün itibariyle askeri sistem ne getireceği belli olmayan bir sistemdir. Dolayısıyla kız verilecek kimsenin askerden sağ dönüp dönmeyeceği bir merak konusu. Size sorayım ben, siz hayatından endişe ettiğiniz birine kız verir misiniz (gülüşmeler). Tabi ki haklılık payı yok. Zaten bu sistemin ana beslenme damarları bunlar. Halen biz Başbakanın deyimiyle orayı “Peygamber Ocağı” olarak görüyor, askere gitmeyene adam demiyoruz. Sormak lazım Peygamberimizin ocağında kim zulüm görmüş, hangi kişi öldürülüp ailesine intihar etti diye teslim edilmiş. Bu anlayış terk edilirse sistem de sorgulanmaya başlanır, kurum kendini düzletmek zorunda kalır. Çünkü toplumsal tabanını yitiren hiçbir yapı olduğu haliyle varlığını sürdüremez. M.C. Türk Silahlı Kuvvetleri “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganını kullanıyor, dünyanın en büyük ordularından biri olduğuyla övünüyor. Sizce durum nedir? M.O. Durum çok kötü. Şöyle örneklendireyim; mesela dünya artık memleketten memlekete füze göndermek sûretiyle savaşırken, insansız hava araçlarıyla taktikler geliştirirken bize askerde hâlâ “Efendim, makineli tüfekle yukarıdan ateş eden bir uçak görürseniz nasıl yere yatacaksınız” şeklinde eğitimler veriliyordu. Diğer yandan bu kurum askere aldığı bireylere barınma, yaşama gibi en asgari şartları dahi sağlayamayan bir yapı. İşte Kabul Toplama Merkezlerinin (KTM) durumu ortada. İnsanlara yatacak yer veremiyor bu kurum. Aynı şekilde acemi birliğini yapmış olduğum Hatay’da 43 gün kaldım ve bir kez dahi sıcak su ile banyo yapamadım, yoktu. Böyle bir güç olur mu sizce! M.C. Ordu halkın gözünde yıllarca “peygamber ocağı” olarak gösteriliyor ve görülüyor. Sizce bu düşünce doğru mudur? M.O. Daha önce söylediğim gibi, Laik(!) bir ülkede bu söylem abesle iştigaldir. Laik bir ülkenin kurumu dini bir sıfatla nitelenemez. Bu söylem değindiğim üzere sistemin sorgulanmasını önlemek, dahası yapının kendisine psikolojik taban oluşturmak için uydurulmuş resmi bir yalandır. İnanmamak lazım. M.C. Askerlik yaparken haksız bir muameleye maruz kalan kişiler, hangi yollara başvurabilir? M.O. Öncelikle artık idari başvuru yolları çok gelişti. Başbakanlığın BİMER diye bir başvuru hattı var. Mutlaka buraya başvursunlar. Yine TBMM İnsan Hakları Komisyonu var mutlaka buraya ve iller bazında oluşturulmuş İnsan Hakları Kurulları var Valilikler bünyesinde kurulan. Buralara da başvurabilirler. Nihayetinde bunlar çözüm olmazsa Mazlumder’e başvursunlar. M.C. Son zamanlarda medyaya da yansıyan asker intiharları hususunda düşünceleriniz neler?
208
M.O. Bu haberlerin bir kısmı bizden medyaya iletiliyor. Ne diyeyim, zulüm devam ediyor, vicdanlı bir kısım azınlık dışında kimse bu sistemi sorgulamıyor. M.C. Malatya Askeri Ceza Mahkemesinin, Muhammet Serdar Delice kararına dayanak gösterdiği “İslam inancı vicdani redde cevaz vermez” tespitini nasıl değerlendiriyorsunuz? M.O. Bu kararın çıkmasında Mazlumder’in de etkisi olmuştur. Karar Vicdani Reddin hak olarak tartışıldığı ilk karar olma özelliğini haiz. O dönemde biz belki de Mazlumder tarihinde bir ilk olarak basın açıklaması yaptık ve “Askeri Mahkeme islam müçtehidi değildir” dedik. Sonrasında da, ironik bir biçimde, bu uygulama Laikliğe aykırıdır dedik! Bu açıklama sonrasında diğer bazı mahkemeler “e-fetva” yoluyla Diyanet’ten fetva alarak kararlarına koydular. Bu doğru bir tespit değildir. Bizim kanaatimize ve inancımıza göre İslam, adil olamayan, zulüm görülen ve gördüren bir yapının neferi olmayı yasaklamaktadır. Bu yönüyle olaya bakılmaksızın sadece İslam’da “Cihat” vardır söyleminin arkasına sığınılırsa böyle bir sonucun ortaya çıkması doğal. Ancak Cihadın hangi durumlarda ve nasıl yapılacağının da şartları vardır. M.C. Bir vicdani retçiyi, vicdani reddini ilan ettikten sonra nasıl bir süreç beklemektedir? M.O. Doğrusu inanılmaz bir süreç. Defalarca aynı suçu işlemekten hakim karşısına çıkarılıyorsunuz. Cezalar alıyorsunuz. Sonrasında direnişiniz devam ederse size “Deli Raporu” verip çürüğe ayırarak ve bunu yaparken de raporla yaftalayarak sizi sistemin dışına itiyorlar. Türkiye Erçep-Türkiye kararında AİHM tarafından Vicdani Ret konusunda yargılanıp mahkum edildi. AİHM kararları AİHS gereği yargılanan ülkeyi, mahkûm olduğu alanda düzenleme yapma zorunluluğu getiriyor. Buna rağmen Türkiye konuya ilişkin hiçbir düzenleme yapmadı şimdiye kadar. 47 Avrupa Konseyi üyesi ülkeden AİHS gereği bu hakkı tanımayan tek ülke Türkiye. Varın siz düşünün. M.C. Halkı Askerlikten Soğutmak diye bir suçtan bahsediliyor. Böyle bir suç var etmek, akla ve hukuka uygun mudur? M.O. Ceza Kanunlar sistemin yani Devletin kendisi tarafından yapılır. Sistem ise kendisini korumak için bütün tedbirleri alır. Bu da onun bir tezahürü. İnsan Haklarını temel alan bir ülkede böyle bir suçun var olması mümkün değildir. Fakat Türkiye de bu mümkün değil.
209
Emre Kaya ile konuĹ&#x;tu
210
bizim cenahın emek meselesi, kapitalizm eleştirisi hususunda temkinli bir duruşu var. Tarihi seyre bakınca bir yere kadar bunu normal de karşılıyoruz. Ama ben açıkçası daha olumlu, bu hususta daha iyi bir yere doğru gittiğimiz kanaatindeyim.
Ahmet Örs
211
Emre Kaya Günümüz sendikacılığının başlıca sorunları sizce nelerdir ve Eğitim İlke-Sen bu sorunlara dair nasıl bir çözüm sunmaktadır? Bildiğimiz kadarıyla Eğitim İlke-Sen kurucularının öncesinde bir de Özgür EğitimSen tecrübesi var. Eğer durum bir ayrışmaysa, öncelikle bu sürecin nedenlerini ve Eğitim İlke-Sen’in getirdiği/önerdiği özgünlükleri öğrenebilir miyiz? Ahmet Örs 1980’lerin başından bugüne uygulanan neoliberal politikaların en önemli ayaklarından biri de sendikaların zayıflatılmasıdır. Hayatın, dünyanın neredeyse bütün alanlarının kapitalist sömürüye dâhil edilebilmesi için bütün muhalif unsurların etkisiz, güçsüz hale getirilmesi gerekiyordu. Türkiye’de bu hedefin en güçlü icracısı 12 Eylül cunta rejimi olmuştur. O günden bu yana Türkiye’deki sendikal mücadele, dünya genelindeki sendikal hareketlere de paralel bir şekilde kan kaybetmiş, geri çekilmiştir. Bu genel tespiti yapmadan sendikal mücadelenin sorunlarını tam olarak belirleyemeyiz doğrusu. Eğer mesele bu zeminde ele alınabilirse bugün yaşanan tıkanma lâyıkıyla görülebilir. Bugün Türkiye’de emek mücadelesi sahte sendika yasaları, üye ve yöneticilerin siyasal sindirilmişliği ile büyük bir ortaoyunundan başka bir görüntü sunmuyor maalesef. Yoğun özelleştirmeler zaten kamudaki işçi sınıfını eritti. Kamudaki sendikalaşma ise önemli oranda bir lobi ve arka bahçe mesabesine indi. Dolayısıyla bugün ayrıksı bazı oluşumların ötesinde esaslı bir sendikal mücadeleden bahsetmek mümkün değildir. Birçok sendikacının Türkiye ve dünyadaki sendikal mücadeleden haberdar olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Özellikle dini hassasiyetleri olan çevreler maalesef böyle. Açık bir şekilde sistemi kutsayanların yaptıklarını iddia ettiklerini zaten sendikal mücadeleden saymak imkânsızdır, bu bir kara mizah olurdu herhalde. Solun üretmeye çalıştığı sendikal mücadele yer yer önemli örneklikler sunsa da bir bütün halinde halkı kuşatmaktan uzak bir görünüm veriyor. Sorunuzun diğer bölümü için de şunları söyleyebilirim: EğitimBir-Sen’den başlayan bir sendikal süreçten geliyoruz aslında. Bizi yaşadığımız diğer serüvenlerden ayıran şeyleri ortaya koymak belki ayrışmalar hakkında daha açık bir fikir verebilir. Eğitim İlke-Sen açık bir şekilde antikapitalisttir, sosyal adalet için mücadele eder. Bu mücadeleyi verirken de kendini İslamcı bir zeminde ifade eder. Bir kere bunların altını çizmeli. Bunlar ortaya konulduktan sonra sanırım diğer süreçlerle yaşanılan ayrışmalar daha iyi anlaşılacaktır. Sendikamız, bir eğitim sendikası olarak eğitimin bir yandan resmi ideolojinin prangalarından kurtulmasını savunur, diğer yandan da kapitalist politikalara kurban edilmesini de reddeder. Bu iki uç bizim için önemli. Yani birinden kurtulurken diğerini görmezden gelirsek kaybederiz. Ayrıca biz Eğitim İlke-Sen olarak sadece eğitim iş kolu sendikası olarak kalmaktan yana değiliz. Açık bir şekilde bütün emekçilerin, ezilenlerin, işsiz ve yoksulların sendikası olmak azmindeyiz. 212
E.K. İslamcı çevrelerde emek meselesi konusunda sıkça karşılaşılan tepkilerden birisi de İslam’da “sınıf” kavramının olmayışı; dolayısıyla sınıfsal örgütlenmenin -en iyi ifadeyle- uğraşılmaya değer bir şey olmadığı yönünde. Bu tip bir örgütlenmeye düşmanlık besleyebilecekler de var. Bu yaklaşımları ve 28 Şubat sonrası İslamcılığın emek meselesine bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? A.Ö. Şahsen bana göre 28 Şubat, 12 Eylülün bıraktığı pürüzleri ortadan kaldıran küresel bir operasyondur ve tamamen küresel kapitalizmin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar. Nasıl 12 Eylülde sol muhalefet bitirilmiş, İran devriminin etkileri de Türk-İslam sentezleriyle bertaraf edilmeye çalışılmışsa 28 Şubat da küresel kapitalizmi tehdit edecek İslamcı dalgayı tasfiye ve terbiye etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla Türkiye İslamcılığının 28 Şubatı bu şekilde anlaması ve ona göre bir hareket geliştirmesi icap ederdi ancak böyle bir entelektüel ve siyasal zeminin olmadığı mezkûr İslamcılığın neoliberal politikaların fütursuz uygulayıcısı AKP ile kurduğu sınırsız ve neredeyse teslimiyetçi ilişkiden anlaşıldı. Doğrusu bizim cenahın emek meselesi, kapitalizm eleştirisi hususunda temkinli bir duruşu var. Tarihi seyre bakınca bir yere kadar bunu normal de karşılıyoruz. Ama ben açıkçası daha olumlu, bu hususta daha iyi bir yere doğru gittiğimiz kanaatindeyim. Bir on yıl öncesine göre en azından bu mevzuya yaklaşım değişti, doğrudan emek mücadelesi yürüten çevreler oluştu. Bu durumu geleceğe ilişkin esaslı bir zemine dönüştürebiliriz diye düşünüyorum. Özellikle AKP iktidarının yarattığı kötücül çerçeve, ezilen sınıfların varlığı ile eş güdümlü bir şekilde var olamayacak ve İslami çevrelerin vicdanı bu sürece kayıtsız kalamayacaktır. Tabi bunları söylerken meselenin siyasi, entelektüel boyutunun sürekli beslenmesi icap ediyor. Bu taraf ihmal edilirse yine bir duvara toslamamız kaçınılmaz olacaktır! E.K. Eğitim İlke-Sen’in amaçlarına baktığımızda sendikadan beklenecek ekonomik örgütlenme taleplerinin ötesinde, bu taleplerle örtüşen ama bunları aşacak biçimde aslında ciddi politik talepleri ve yaklaşımları olduğunu görüyoruz. Bu sendikal tarz ülkemizde pek yaygın değil. Toplumsal örgütlenme konusunda sendikayı nasıl konumlandırıyorsunuz? Örneğin bu ilkeleri bir dernek çatısı altında savunabilirdiniz ama sendikayı tercih ettiniz. Bunun sebebi nedir? (sadece “emek”teki “sol” vurgusu mu, yoksa bunu aşan bir görmemezlik, görememezlik mi söz konusu?) 213
A.Ö. Evet, tespitiniz doğru. Eğitim İlke-Sen, ekonomik taleplerin ötesinde siyasal bir duruşu, pozisyonu işaret ediyor, bunun inşası için kendini bir adım olarak görüyor. Zaten Eğitim İlke-Sen için sendikal mücadele toplumsal bir muhalefetin, toplumsal bir siyasetin oluşmasına katkıda bulunmaktır. Sonuçta sendikal mücadele adil olmayan bir işleyişe başkaldırmaksa zulüm ve sömürü politikalarının hangi yerel ve küresel iktidar merkezleri tarafından organize edildiğini anlamak ve ona göre bir muhalefet yükseltmek gerekir. Bu da ister istemez hareketi daha siyasi bir konuma oturtacaktır. Dernek-sendika meselesine gelince biz hepsinin ayrı bir işleve sahip olduğunu, bazen bir başkasının diğerinin yerine konumlanmasında sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Aslında mevcut derneklerimizle de bir sendikal mücadele verdiğimize inanıyorum ben, yani yapılanlara bakılınca bence öyle. Ama işte gerek ülke genelinde örgütlenme ve yerellikleri aşma imkânları, gerek yasal çerçeve, gerekse de sendikal mücadelenin bazı dar, özcü ilişkileri aşan karakteri dernek çatılarının tek başına bu mücadele biçimi için yetersiz kalacağının açık göstergeleridir diye düşünüyorum. E.K. Yine yaygın sendikacılıktan farklı olarak taşeron, sigortasız, kayıt-dışı işçi, kadrolu işçi veya memur ayrımı yapmayan bütünlüklü bir bakış açınız var. Sömürüden muzdarip bütün kuvvetleri bu ayrışmalar olmaksızın örgütlemeyi hedeflemişsiniz. Birincisi, bu yaklaşım bizim için oldukça değerli. Bu tercihinizi biraz açar mısınız? İkincisi, örgütlenme esnasında bu ayrışmaları nasıl aşmayı düşünüyorsunuz? A.Ö. Evet, az önce de söylediğim gibi bizim sendikal mücadele anlayışımız bütün emekçileri, ezilenleri, işsizleri ve yoksul sınıfları kuşatıyor. Bizim için “asgari ücret köleliktir” diyerek asgari ücretlilerin yanında mücadele vermek; güvencesiz ve esnek çalıştırılmanın kurbanı taşeron işçilerin sesi olmak; fabrikalarında grevde olan işçilere omuz vermek; sağlıkta ve eğitimdeki dönüşüme, piyasalaştırmaya karşı çıkmak; HES’lere muhalefet etmek; diğer yandan küresel kapitalizmin jandarması NATO’nun Türkiye ve Ortadoğu’ya dönük yayılmacı siyasetine karşı çıkmak birbirinden kopuk tutumlar değil. Bilakis bu tutum örgütlü kapitalizmi ifşa eden ve ona karşı topyekûn bir mücadeleyi öneren bir tutumdur. Bu hat, parçacı yaklaşımlara kurban edilirse emekçiler, ezilenler tamamıyla ve daimi olarak kaybedecektir. 214
Bizim farklı şehirlerde şimdiye kadar yaşadığımız dernek, sendika ve platform tecrübelerimiz öncü örgütlü kuruluşlarla muhatap kitle ve çevrelerin mobilize edilebileceğini bize gösterdi. Elbette başka siyasi tecrübelerden de bunu görebiliyoruz. Sendikal mücadelemizi toplumsal hareket, toplumsal muhalefet sendikacılığı temelinde inşa edebilirsek farklı çevreler arasında mücadele zinciri kurabiliriz. Zamanla da egemenlerin sendikal mücadeleyi zayıflatan, parçalayan farklı yapılarda örgütlenme zorunluluğunu ortadan kaldıran yasal düzenlemelerin de hayata geçmesini sağlayabiliriz diye düşünüyorum. E.K. Örgütlenmenizde İslamcı veya dindar olmayan üyeleri de hedefliyor musunuz? A.Ö. Eğitim İlke-Sen’in mücadele anlayışını, ilkelerini benimseyen herkese tabi ki saflarımız mücadele için açıktır. “Birlikte direnelim” demeyi seviyoruz yani! E.K. Diğer sendikal örgütlenmelerle beraber hareket etme konusundaki düşünceleriniz, tercihleriniz nelerdir? A.Ö Şunu söylemeliyim ki zulüm ve haksızlık karşısında sendikamız herkesin yanında yer alır, alacaktır. Meselenin daha iyi anlaşılması için şöyle bir örnek versem iyi olacak sanırım. Aynı sendika ya da derneğin bir etkinliğine destek verirken başka bir etkinliğinde yer almayabiliyoruz mesela. Burada kendi inanç ve ilkelerimiz belirleyicidir. İnanç ve ilkelerimizin onay verdiği her alanda, çevre ve çizgi farkı gözetmeksizin haklarını talep edenlerin yanında şimdiye kadar gücümüz ve imkânlarımız nispetinde farklı araç ve yapılarımızla yer almaya çalıştık zaten. Dolayısıyla bundan sonra da aynı tavrı sürdüreceğiz. E.K. Eğitim İlke-Sen eğitimcilere yönelik bir iş kolu sendikası mıdır yoksa açılmayı düşündüğünüz başka kesimler de var mı? A.Ö. Bir konfederasyon niyetini soruyorsunuz sanırım. İşlev olarak az önce anlatmaya çalıştığım pozisyonumuzla birlikte işkolu olarak da inşallah en az bir konfederasyon oluşturabilecek örgütlenmeyi tamamlamak arzusundayız. Öncelikle Sağlık, Tarım-Orman, Diyanet gibi iş kollarında örgütlenme çabalarımız var. İnşallah o işkollarında da bir an önce örgütlenmemizi tamamlarsak daha güçlü bir sendikal mücadele çerçevesi, çatısı oluşturabiliriz. 215
Cihad Kına ile konuştu
216
Orhan Demir Hiçbir şeyin insan hak ve değerinden üstün olamayacağını düşündüğümüzde, hak aramanın bu ülkede çok kolay olmadığını, ciddi bir uğraşı olarak gözüktüğünü söyleyebiliriz. Ancak hak arama sürecinde kesin bir irade ile tam bir kudretin varlığı durumunda sonuca ulaşılmamak mümkün değil.
217
Cihad Kına Orhan Bey Hasta Hakları Aktivistleri Derneği’ni tanıtabilir misiniz bize? Orhan Demir Derneğimiz, hasta haklarının toplumda tanınması, bilinmesi ve bu hakların kullanılmasının sağlanması, devletin hasta ve hasta yakınına yönelik çalışmalarının takip edilmesi, gerektiğinde müdahale edilmesi, hak ihlaline uğrayan hasta ve yakınının hakkına kavuşabilmesi için ona destek sağlanması amacına yönelik olarak 2009 yılında kuruldu. C.K. Hasta Hakları ile ilgili neler yapıyordunuz? Devlet hasta haklarını koruyor mu? O.D. Derneğimizin ilk yaptığı çalışmalar hasta hakları ve hasta yakınlarına yönelik çıkarılan yasal mevzuatların incelenerek bu alandaki eksikliklerin kamuoyu ile paylaşılmasıydı. Ayrıca toplumun büyük bir kısmını ilgilendiren konularla ilgili çalışmalar yapmaktayız. Örneğin sezaryen, sperm bankaları, engelli hakları, kamu binalarının deprem ve yangın yönetmeliğine uygun olup olmadığı, sağlık hizmetlerinin adil ve hakkaniyete uygun verilmesi, acil tedavi hizmetleri vb. birçok hususta çalışmalar yaptık ve halen hasta hakları kurullarında STK temsilcisi olarak birçok arkadaşımız görev yapmakta. Ayrıca Hasta haklarıyla ilgili düzenli bilgilendirme çalışmaları yapıyoruz. Devlet hasta haklarını korumaya bazen destek, bazen de destek değil köstek oluyor. Halen hasta hakları kanununun olmaması, yönerge ve yönetmeliğin uluslararası belgelere göre güncellenmemesi, ihlali gerçekleştiren çalışanlarına caydırıcı cezalar vermemesi, hak ihlallerinin çoğunun kamu hastanelerinde gerçekleştiğini ve ihlallerin büyük bölümünün sağlık sisteminden kaynaklı olduğu düşünülürse devlet hasta haklarını korumuyor, hasta haklarını ihlal ediyor diyebiliriz. C.K. Hasta haklarıyla ilgili hala kanun yok dediniz. Peki, bu alandaki haklar nasıl güvence altına alınmış durumda? O.D. Tam anlamıyla güvence altında olduğu söylenemez. Ülkemizde hasta hakları kanunsuz bir yönetmelikle korunmaya çalışılmakta maalesef. Daha doğrusu, bu alanda bir kanun yok ama bir yönetmelik var. Yine de Anayasanın 90. Maddesi gereğince uluslararası akdedilen anlaşmalar ve taraf olunan bildirgeler Anayasal bir hüküm niteliğinde olduğundan taraf olduğumuz anlaşmalar bakımından Anayasal bir koruma sağlanmış olmaktadır. Ancak anayasa metinlerini hayata geçirebilmek için gerekli olan Kanun hazırlanmamış olup yönetmelikle halledilmeye çalışılmaktadır. Kanun ile bir düzenleme getirilmediği için bu alanda meydana gelen haksız fiiller Türk Medeni ve Borçlar Kanunu, suçlar da ancak elverdiği ölçüde Türk Ceza Kanunu kapsamında görülebilmektedir.
218
Oysaki bu alanın kendine özgü halleri için bir kanunun çıkarılarak daha kapsamlı ve nitelikli bir koruma sağlanabilir. Öte yandan, sadece kanun veya yönetmelik olması esasen çok da bir anlam ifade etmemekte. İnsan hakları, tüketici hakları vb. alanlarda birçok yasal düzenleme olduğu halde, hak ihlalleri gerçekleşmeye, devlet de bunlara göz yummaya devam etmektedir. İhlal yapılıp yapılmaması tamamen vicdanî bir konudur. Bir toplumda hak, hukuk, adalet gibi kavramlar pek karşılık bulamıyorsa ve bu hususlar vicdanî açıdan tam olarak benimsenmemişse, ne kadar kanunun ve yönetmeliğiniz olursa olsun ihlal yine de gerçekleşecektir. C.K. Gelişmiş ülkelerle kıyasladığınız zaman bu haklar yeterli görünüyor mu? O.D. Sorunuz yaşam hakkının kutsallığı açısından değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelerdeki uygulamaların da yeterli olduğu söylenemez. Öte yandan, ülkemizle gelişmiş ülkeler mukayese edildiğinde, ülkemizin bu hususta daha çok yol kat etmesi gerektiği açık. Çünkü ülkemizde hasta haklarına ilişkin bilinç çok yenidir. Gerek hukuki olarak gerekse de hastalarımızın ve hekimlerimizin eğitimleri anlamında hasta hakları kavramı üzerinde birkaç yıldır çalışmalar vardır. Gelişmiş ülkelerde ise bu durum çok daha öncesinden düzenlendiği için oturmuş bir durum gözükmektedir. Buna rağmen yine de tüm dünyada bu alandaki gelişmeler insan hakları bağlamında yeterli bir korumaya kavuşmamıştır. C.K. Türkiye’de hasta hakları alanında ne tür eksikler var? Ne tür mağduriyetler yaşanıyor? O.D. Biraz önce de ifade ettiğim gibi, başta, hak ihlallerinin önüne geçecek ve ihlali gerçekleştiren kişi ve kurumu cezalandıracak düzeyde bir yasal düzenleme yok. Diğer bir husus ise hak, hukuk, adalet, özgürlük, yaşam hakkının kutsallığı gibi kavramların tam olarak benimsenmemiş olması gibi nedenler mağduriyetlerin temel sebebi olarak görülebilir. Anayasa sosyal devlet, adalet, yaşam hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı, sağlık hakkı ve benzeri birçok kavramı içinde barındırıyor. Ancak fiilî uygulamaya baktığımızda, bu haklar çoğu kez bizzat devlet kurumları tarafından ihlal edilmekte. Yani devlet anayasanın kendisine yüklediği sorumluluğu tam ve eksiksiz olarak yerine getir(e)memekte; bu yüzden insan hakkı, hasta hakkı, tüketici hakkı ihlali denilebilecek birçok ihlal ortaya çıkmaktadır. Sağlık alanındaki ihlallerin başında sağlık hizmetine ulaşma hakkının ihlali geliyor. Bununla beraber, hasta ve hasta yakınlarına ekonomik, dinsel ve kültürel ayrımcılık yapılıyor. Ayrıca birçok hasta kötü muamele ile karşı karşıya kaldığı için derneğimize ulaşıyor.
219
C.K. Bu eksiklerin giderilmesi için ilgili dernekler birlikte hareket edebiliyor mu? O.D. Türkiye’deki sivil toplum örgütleri henüz ortak çalışmalar yapabilecek duruma gelmiş değil. Yani toplumsal sorunların çözümüne yönelik adımlar atabilmek için sivil toplumun hızlı ve sorunsuz olarak bir araya geldiğini söylememiz mümkün değil. Tabi bunun birçok nedeni olabilir. C.K. Türkiye’de hastalar haklarından yeterince haberdar mı? Bilinçli hareket ediyorlar mı? O.D. Türkiye’de yaşayan yurttaşların haklarını ve sorumluluklarını yeterince bildiğini, bunların kullanılması hususunda bilinçli bir gayret içinde olduğunu söylememiz mümkün değil. Zaten mümkün olmadığı için sivil toplum kuruluşları var. Ancak geçmiş yıllarla mukayese edildiğinde, hakların bilinmesi ve kullanılması hususunda bilinç artışı olduğu söylenebilir. C.K. Hasta hakları konusunda bilinçliliği artırmak için ne tür faaliyetlerde bulunuyorsunuz? O.D. Belirli sıklıkla seminerler organize ediyoruz. Ayrıca görsel ve işitsel birçok medya organında gerçekleştirilen programlara katılarak bu hakların tanınması, bilinmesi ve kullanılması için çalışmalar yapıyoruz. Bu alanla ilgili olarak basın açıklamaları, söyleşiler yaptığımız gibi özel raporlama çalışmaları ve hasta hakları kurullarında üye olarak bulunarak birçok hastanede meydana gelen ihlallerin tespiti ve çözülmesi için yerinde çalışma yapıyoruz. C.K. Derneğiniz veya başka hasta hakları dernekleri hasta şikayetlerini alıyorlar mı? O.D. Tabi. Biz basın yayın kuruluşlarında çalışmalar yaptıkça bilinirliğimiz artıyor. İnsanlar bize yaşadıkları sıkıntıları yani ihlal olarak gördükleri hususları sikayet@hastahaklari.net adresine yazılı olarak iletiyorlar. Bu şikayetleri değerlendirerek, hukukî olarak ne yapılması gerektiği hususunda yönlendirmeler yapıyoruz. Yaptığımız destek tamamen gönüllülük esasına dayanıyor.
220
C.K. Bu şikayetlerin hepsi yerinde mi yani “hasta her zaman haklı” mıdır? O.D. Bize iletilen şikayetlerin hepsinde ihlal olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bize iletilen şikayetlerin % 90-95’ine yakını hasta hakları yönetmeliği, uluslararası hasta hakları belgeleri açısından değerlendirildiğinde ihlal olarak sonuçlanıyor. Sadece bize yapılan değil, kamu kurumlarına yapılan şikayetlerin de %80’inde ihlal olduğu görülüyor. C.K. Şikayetlerin takibi hususunda neler yapıyorsunuz? Hastalara ne kadar/ hangi aşamaya kadar yardımcı oluyorsunuz? (Örneğin olayın mahkemeye taşınması gerekiyorsa) O.D. Herhangi bir can kaybı veya ciddi bir sağlık problemi ile sonuçlanmamışsa, yani hastanın sağlık veya vücut bütünlüğü bozulmamışsa şikayetçinin hukukî olarak ne yapması gerektiğini basamak basamak kendisine iletiyoruz. Ancak önemli bir durum söz konusu ise bizzat derneğe çağırarak kendisini dinliyoruz. Anlatılanları hukukî açıdan değerlendirerek yapılabilecekleri belirliyoruz. Şikayetçi arzu ederse hazırlanması gereken şikayet, suç duyurusu ve dava dilekçesini herhangi bir ücret talep etmeksizin, gönüllülük esası çerçevesinde hazırlayarak kendisine teslim ediyoruz. Bazen şikayetler toplumsal açıdan önemli olabiliyor. Bu durumda, suç duyurusunu bizzat biz yapıyoruz ve konu hakkında basın yoluyla kamuoyuna bilgi veriyoruz. C.K. Hastalar hangi sağlık kurumları hakkında hasta haklarını kullanabilirler? Örneğin eczaneler, ilaç firmaları vb. de bu kapsamda mıdır? O.D. Hastalar sağlık hizmeti ve danışmanlığı aldığı her kurum için şikayette bulunabilir. Yani özel hastaneler, kamu hastaneleri, üniversite hastaneleri, diğer sağlık kuruluşları, eczaneler vb. Diğer yandan Hasta hakları yönetmeliğine göre tüm kamu hastanelerinde hasta hakları birimleri ve kurullarının olması gerekiyor. Bu yüzden kamu hastanelerinde yaşadıkları bir olayın ihlal olarak değerlendiriyorlarsa, ihlalin yaşandığı hastaneye şikayetlerini yazılı olarak iletebilirler. Bununla beraber, şikayetlerini Sağlık Bakanlığı, İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Grup Başkanlıklarına da yapabilirler. Öte yandan Başbakanlık ve Sağlık Bakanlığının da takip etmesini istiyorlarsa BİMER’e ve SABİM’e de şikayetlerini iletebilirler. Diğer kurumlarla ilgili sıkıntı yaşadıklarında Sağlık Bakanlığı ve ilgili kuruluşların meslek örgütlerine şikayette bulunabilirler. Tabi şikayetlerin iletileceği kurumlardan biri ise sivil toplum örgütleri. Bize www.hastahaklari.net adresinden ulaşabilirler.
221
C.K. Kamu hastanelerindeki hasta hakları kurullarından bahsettiniz ve şikayetler buralara yapılabilir diyorsunuz. Bu kurullara müracaat nasıl yapılır? Şikayet sonrasındaki süreçte neler yapıyorlar? O.D. Hasta Hakları Yönetmeliğine göre tüm kamu hastanelerinde hasta hakları birimleri ve kurullarının olması gerekiyor demiştik. Hatta bize göre tüm hastanelerde olması gerekiyor. Herhangi bir kamu hastanesinden hizmet alırken eğer hak ihlaline uğranıldığı düşünülüyorsa o hastane içerisinde bulunan Hasta Hakları Birimi’ne şikayette bulunulabilir. Eğer yerinde ve hemen çözüm sağlanabiliyorsa şikayetçi öncelikle bunu isteyebilir. Oradaki görevli şikayeti yazıya döker ve şikayetçinin imzasını alır. Daha sonra şikayet edilen sağlık çalışanından(bu sağlık çalışanı doktor, hemşire, asistan, güvenlik görevlisi, temizlik görevlisi vb diğer tüm personel olabilir) savunma istenir. Şikayet ve bu şikayete bağlı savunma metni Hasta Hakları Kurulu toplantısında Hasta Hakları Yönetmeliği ve Uluslararası Hasta Hakları belgeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulur. Değerlendirme sonucunda “hak ihlali vardır” kararı verildiğinde durum başhekimliğe ve İl Sağlık Müdürlüğü’ne bildirilir. Daha sonraki çalışmalarda ihlal vardır kanaati devam ederse ihlali gerçekleştiren sağlık personeli hakkında 657 sayılı devlet memurları kanunu çerçevesinde uyarı, kınama, görevden uzaklaştırma, maaştan kesinti vb. cezalar verilir ki bu cezalar bir devlet memurunun asla arzu etmediği cezalardır. C.K. Açıklamalarınızdan hak ihlali yaptığı düşünülen her sağlık çalışanının şikayet edilebileceğini çıkarıyorum. Peki, elinizde şu ana kadar hangi sağlık personelleri, hangi konularda şikayet edilmiştir, bu şekilde hazırlanmış bir veri var mı? O.D. Elimizdeki verilerden hareketle sorunuzu cevaplarsak; ağırlıklı olarak poliklinik hizmetleri(Şikayet oranı %43), acil ve ilk yardım hizmetleri(%17) halkla ilişkiler ve iletişim hizmetleri(%14), klinik hizmetleri(%11), laboratuvar ve görüntüleme hizmetleri(%8) ve yoğun bakım, ameliyathane ve diğer hizmetler(% 7) oranında şikayete konu olmaktadır. En çok hak ihlali ise hizmetten genel olarak faydalanma hakkının ihlal edildiği hususunda yapılmaktadır.(şikayet oranı %44), bunu saygınlık ve rahatlık görme, mahremiyet kurallarına uyulması, bilgilendirme, sağlık kuruluşu ve personeli seçme ve değiştirme, dini vecibelerin yerine getirilmesi, güvenliğin sağlanması ve diğer hak ihlalleri takip etmektedir. En çok şikayet edilen sağlık çalışanları ise %35 oranla uzman hekimlerdir. Bunu %14 oranla pratisyen hekimler takip etmektedir. Sıralama %10 Hemşire/sağlık memuru, %8 diş hekimleri, sekreter/güvenlik personelleri, idari personel, psikolog, eczacı, olarak aşağıya doğru inmektedir. Son yıllarda özel hastanelerin haksız ve yersiz ücret aldıklarıyla ilgili şikayet sayıları da artmaktadır.
222
Ayrıca ben burada şunu da ifade etmek istiyorum; malumunuz Marmara Depremi üzerinden tam 12 yıl geçti. Buna rağmen şu anda kamu hastanelerinin %80 Deprem Yönetmeliğine uygun değil. Hastaneler önem derecesi yüksek binalardır. Yani bir deprem olduğundan yaralılar ve hayatını kaybeden insanlar hastanelere getirilir. Peki, aynı depremde hastaneler de yıkılırsa yaralı olan insanlar nereye götürülecek? Aynı depremde hastanede bulunan hekimler ve diğer sağlık personeli ve cihazlar zarar görürse yaralı insanlar nasıl tedavi edilecek? Bu soruların cevapları sanıyorum kamu erki tarafından cevaplanamaz. Hastaneler önem derecesi yüksek binalar olduğu halde bunların Deprem Yönetmeliğine uygun hale getirilmemesi görevi ihmaldir, görevi suiistimaldir. Bu kamu görevlileri “topluma karşı suç işledi” konumuna düşmek istemiyorlarsa bir an önce kamu hastanelerini Deprem ve Yangın Yönetmeliğine uygun hale getirmelidirler. C.K. Türkiye’deki hasta haklarının farkındalığı konusunda bölgesel olarak nasıl bir görüntü var? Göstergeler gelen şikayetlerin niceliği ve niteliği bağlamında nelere işaret ediyor? O.D. Derneğimize ve diğer kurumlara yapılan şikayetler toplumun genel yapısı hakkında bilgi verir nitelikte. Yani toplumun bilgi seviyesi arttıkça beklenti ve şikayet konuları da değişmektedir. C.K. Son dönemlerde hekimlerden hasta haklarına yönelik ciddi eleştiriler gelmekte, hastaların şımartıldığı ve yerli yersiz hekimlerin şikayet edildiği, hekimlerin saygınlığının bittiği, hekimlerin de haklarının olduğu, kısaca kasıtlı olarak hekimlerin itibarsızlaştırıldığı ifade edilmektedir. Siz bu düşüncelere katılıyor musunuz? O.D. Hayır, kesinlikle katılmıyorum. Öncelikle tıp etiği açısından şunu belirteyim hasta, hastalığı konusunda bilgisiz ve kendi kendini iyileştirme becerisinden yoksun olduğundan doktora muhtaç durumdadır. Diğer yandan hekim veya sağlık kurumu karşısında haklarını koruyabilecek bilgi ve donanıma sahip değildir. Doktora ihtiyacı olduğundandır ki hasta doktorun ilgisini hak eder. Bu nedenle doktorun hastaya gelebilecek zararı önleme, olan zararı giderme, hastanın tercihlerine saygı gösterme sorumluluğu vardır. Tüm sağlık çalışanları, hastaya zarar vermeme, yarar sağlama, hasta özerkliğine saygı, adalet, sır ve mahremiyet gibi ahlak ilkelerini göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Hasta haklarının korunması sadece bir etik sorun değil, hastanın başarıyla tedavi edilebilmesi için gereklidir. Bu yüzden hak arayan kişileri eleştirmek, hasta hakları karşısında direnmek ve hasta haklarını yok saymak, kabul etmemek vicdani bir konudur ve yasalara, uygulama talimatlarına aykırıdır.
223
Diğer yandan şunu da belirteyim Türkiye’de ne yazık ki hekimlerin ve diğer sağlık çalışanlarının özlük hakları, çalışma koşulları ve şartlarında ciddi sıkıntılar bulunmaktadır. İhlallerin birçoğunun temel nedeni de bu konulardır. Yani sağlık sistemidir. Bu yüzden sağlık çalışanları ve hastaların memnun olabilmesi için sağlık alanındaki sıkıntıların bir an önce giderilmesi gerekir. C.K. Hasta ve yakınlarına önerileriniz nedir? O.D. Hasta Hakkı, insan hak ve değerlerinin sağlık hizmetine uygulanması olarak değerlendirilebilir. Yani Hasta Hakkı kavramı insan haklarının bir alt basamağıdır. Bu yüzden çok önemlidir. Hasta ve yakınları sağlık hizmeti alıyorken bir haksızlıkla karşılaştıklarında mutlaka haksızlığın giderilmesi için müdahale ve mücadele içinde bulunmalıdırlar. Bu mücadelenin yöntemlerini bilmelidirler. Çünkü hak aramak insani bir erdemdir. Haklar arandıkça haksızlıklar azalacaktır. Zira hakkını arayamayan kişi hakkını ihlal edene hak vermek zorunda kalmaktadır. Hiçbir şeyin insan hak ve değerinden üstün olamayacağını düşündüğümüzde, hak aramanın bu ülkede çok kolay olmadığını, ciddi bir uğraşı olarak gözüktüğünü söyleyebiliriz. Ancak hak arama sürecinde kesin bir irade ile tam bir kudretin varlığı durumunda sonuca ulaşılmamak mümkün değil. Diğer yandan inancımız insanın gücünün yettiği ölçüde haksızlıklarla mücadele etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu yüzden haksızlık, hukuksuzluk edenin karşısında mücadele etmek bir yaşam tarzı haline gelmesi gerekir. Biz Hasta Hakları aktivistleri olarak elimizden geldiği ölçüde bunu yapmaya gayret ediyoruz. C.K. Hastalar açısından özel ve devlet hastanesi arasında ne gibi bir farklılık var? O.D. Bu sorunuzu cevaplamadan önce hastaların nasıl bir hizmet alması gerektiği hususunda kısa bilgi vereyim. Hastanın, saygın onurlu ve nazik hizmet alma hakkı vardır. Hastalara hizmet eden herkes bu kurala uymalıdır. Hastalar ve yakınları horlanmamalıdır. Hasta, hastalığı gereği fazla ilgi ve şefkat bekleyebilir. Çünkü yaşam kalitesi düşmüştür kaygıları ve korkuları vardır. Bu bağlamda özel hastaneler hastalarına kibar, güler yüzlü, şefkatli ve merhametli davranır. Çünkü hastaları paralı, unvan sahibi vb. kişilerdir. Kamu hastaneleri kaba ve sert, güler yüzden ve merhametten yoksun davranır.
224
Çünkü hastaları yoksul, ssklı, yeşil kartlı vs. dir. Yani kamu ve özelde hasta ayırımcılığı vardır. Tabi tüm hastaneler ve sağlık çalışanları için aynı şeyi söylemiyorum. Ayrımcılık yapmadan hizmet sunan kamu hastaneleri de mevcuttur. Ama genel olarak kamu ve özel arasındaki fark budur. C.K. Acil hastanın tanımı ve acil hastanın hakları nelerdir? O.D. Acil hal; ani gelişen hastalık, kaza, yaralanma ve benzeri durumlarda olayın meydana gelmesini takip eden, ilk 24 saat içinde tıbbi müdahale gerektiren, müdahale edilmediğinde hayatın veya sağlık bütünlüğünün kaybedilme riskinin doğacağı durum olarak kabul edilmektedir. Acil olarak özel, kamu veya üniversite hastanesine müracaat eden hastaların acil tıbbi müdahale ve tedavileri yapılırken hiçbir surette tedavi masraflarının nasıl karşılanacağı sorgulanmaz. Ödeme gücü yoksa ödeme talep edilmez. Bu konuyla ilgili detaylı bir raporumuz var. www.hastahaklari.net sitesinde yayınlanıyor. Ona bakılmasını öneririm. C.K. Yasalar karmaşık ve normal birisi için içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Bu da mağdur olan kişinin mağduriyetine tuz biber oluyor. Yani haklarımız ihlal edildiği zaman ne yapmamız gerekir? Nerelere başvurabiliriz? O.D. Biraz öncede kısmen ifade ettiğim gibi öncelikle ihlalin gerçekleştiği hastanedeki hasta hakları birimine yazılı olarak müracaat etmeliler. Bu mümkün değilse SABİM 184 hattını arayabilirler. BİMER ‘e müracaat edebilirler Sağlık Bakanlığı ve İl Sağlık Müdürlükleri iletişim adreslerine şikayetlerini yazlı iletebilirler. C.K. “Hasta haklarını bilmediğimiz için hastanelerde suistimale uğruyoruz. Ve devletin de bilgilendirmesi yetersiz. Hâlbuki vatandaşın haklarını bilerek hizmet alması sisteminde rahatlaması demek” demişsiniz bir röportajınızda. Buradan hareketle hasta hakları kısaca nelerdir? O.D. Burada bu yazıyı okuyanları daha detaylı bilgi edinmeleri için hasta haklarıyla ilgili yönetmeliği okumalarını tavsiye ediyorum. Orada birçok hak madde madde yer almaktadır. Ayrıca uluslararası hasta hakları belgelerine de göz atabilirler. 225
30 Ayet 1.Yaratan Rabbinin adıyla oku! Alak Suresi 1. Ayet (Suat Yıldırım Meali) 2.Düşün öğüt ve uyarılarla dolu olan bu Kuran’ı! Sâd Suresi 1. Ayet (Muhammed Esed Meali) 3.Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidâyet ve rahmet geldi. Yûnus Suresi 57. Ayet (Suat Yıldırım Meali) 4.Bütün insanlığa bir uyarı olsun diye kuluna hakkı batıldan ayırıcı bir ölçü indiren (Allah) ne yüce,
ne cömerttir! Furkan Suresi 1. Ayet (Muhammed Esed Meali) 5.Ey insanlar, Resul size, Rabbinizden hakkı (gerçeği) getirdi. Kendi yararınıza olarak ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir. Nisâ Suresi 170. Ayet (Elmalılı Hamdi Yazır Meali) 6.Allah doğru yolu seçenleri daha derin bir doğru yol bilinci ile destekler; ve kalıcı mahsullere dönüşen dürüst ve erdemli davranışlar Rabbinin katında karşılık olarak (dünyevi kazançlardan) daha değerli ve sonuçları itibariyle daha verimlidir. Meryem Suresi 76. Ayet (Muhammed Esed Meali) 7.Gerçekte erdemlilik, yüzünü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah’a, Ahiret Günü’ne, meleklere, vahye ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı (mali) yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözünü tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar. Bakara Suresi 177. Ayet (Muhammed Esed Meali) 8.Ey insanlar, bir örnek veriliyor, onu dinleyin! Sizin Allah’tan başka yalvardığınız şeyler birleşseler bile bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de… Hacc Suresi 73. Ayet (Şaban Piriş Meali) 9.Allah’a davet eden, doğruları yapan ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden
daha güzel sözlü kim vardır? Fussilet Suresi 33. Ayet (Şaban Piriş Meali) 10.Allah, size emanet edilen şeyleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verecek olursanız adâletle hüküm vermenizi emrediyor. Allah size ne de güzel öğüt veriyor; zira Allah akıl sır ermez bir biçimde her şeyi işiten, her şeyi görendir. Nisâ Suresi 58. Ayet (Mustafa İslamoğlu Meali) 11.Mallarınız ve canlarınız hususunda elbette imtihan olunuyorsunuz.
Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden eziyet verici birçok (kötü söz) işitiyorsunuz. Eğer bunlara sabreder ve korunursanız; bu, azmedilmesi gereken işlerdendir. Âli İmran Suresi 186. Ayet (Şaban Piriş Meali) 12.Rabbinizin affına mazhar olmak ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyanlar için hazırlanmış
gökler ile yer kadar geniş bir cennete ulaşmak için birbirinizle yarışın. Âli İmran Suresi 133. Ayet (Muhammed Esed 226
Meali) 13.Siz ey imana erişenler! Allah’a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü kim-
selerden olun! Tevbe Suresi 119. Ayet (Muhammed Esed Meali) 14.Unutmayın ki, Allah’a yakın olanların korkmaları için bir sebep yoktur; onlar acı ve üzüntü çekmeyecekler. Yûnus Suresi 62. Ayet (Muhammed Esed Meali) 15.Asıl şeref, Allah’a, O’nun Elçisi’ne ve inananlara aittir ama ikiyüzlüler bunun farkında değiller. Münâfikûn Suresi 8. Ayet (Muhammed Esed Meali) 16.(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Âli İmran Suresi 31. Ayet (Diyanet Vakfı Meali) 17.De ki: ‘Benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm hep alemlerin Rabbi olan Allah içindir.’ En’âm Suresi 162. Ayet (Ahmet Varol Meali) 18.Rabbiniz buyurdu ki: “Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana kulluk
etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.” Mu’min Suresi 60. Ayet (Süleyman Ateş Meali) 19.De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” Furkan Suresi 77. Ayet (Suat Yıldırım Meali)
20.Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir. Nahl Suresi 125. Ayet (Ali Bulaç Meali) 21.Yoksa sen onlardan çoğunun (senin ulaştırdığın mesajı) dinlediklerini ve akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Hayır hayır, koyun sürüsü gibidir onlar: doğru yoldan hiç mi hiç haberleri yok! Furkan Suresi 44. Ayet (Muhammed Esed Meali) 22.“Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara
karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, Sen çok şefkatli çok merhametlisin!” Haşr Suresi 10. Ayet (Süleyman Ateş Meali) 23.Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Saff Suresi 2. Ayet (Hasan Basri Çantay Meali) 24.Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ahzâb Suresi 70. Ayet (Diyanet Vakfı Meali) 25.Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için, Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır. Rûm Suresi 41. Ayet (Suat Yıldırım Meali) 26.Sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü’minlerle; “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır. Bakara Suresi 214. Ayet (Ali Bulaç Meali) 27.Davamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bize varan yollara mutlaka yöneltiriz: Allah, kuşkusuz, iyilik yapanlarla beraberdir. Ankebut Suresi 69. Ayet (Muhammed Esed Meali) 28.Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, size vaat edilenler, tıpkı sizin konuşmanız gibi gerçektir. Zâriyât Suresi 23. Ayet (Şaban Piriş Meali) 29.Bu, (Allah’a inananlar için) bir uyarıdır. Çünkü, Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyanları bütün menzillerin en güzeli
beklemektedir. Sâd Suresi 49. Ayet (Muhammed Esed Meali) 30.Biz Kur’an’dan öğüt alınabilsin diye onu
kolay anlaşılır kıldık. Yok mu öğüt alan? Kamer Suresi 17. Ayet (Fizilal-il Kuran Meali) (Tevrat ve İncil’i tasdik ve tashih eden, Son Peygamber Hz. Muhammed’e (sav) hakikat, müjde, uyarı ve doğru yol rehberi olarak indirilen kutsal kitabımız ”Kur’an’ı Kerim”den seçilmiştir.) 227
30 Hadis 1.Âişe (ra.) şöyle demiştir: “Allah’ın Peygamberinin (sas.) ahlakı Kur’an idi.” (Muslim, Musâfirîn 139) 2.Ebu Yâ’lâ, Şeddâd b. Evs’ten (ra) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi nefsini hesaba çekerek, nefsine
hâkim olup ölüm sonrası için çalışandır. Âciz ve zayıf kimse ise nefsinin peşine takılıp da kurtuluşunu hiçbir iş yapmaksızın Allah beni bağışlar diye hayal kurarak Allah’tan bekleyen kimsedir.” (Tırmîzî, Kıyâme 25) 3.Ebû Amr veya Ebû Amra Sufyan b. Abdillâh (ra.) şöyle demiştir: “Ey Allah’ın Rasulü, İslam’a dair bana öyle bir söz söyle ve
bana İslam’ı öylesine tanıt ki; onu bir daha senden başka kimseye sorma ihtiyacı hissetmeyeyim.” dedim. Rasulullah (sas.) de: “Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol.” buyurdular. (Muslim, Îmân 62) 4.Câbir (ra.) Rasullulah’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bir müslümanın diktiği ağaçtan veya ektiği ekinden, bir insan, bir hayvan veya
başka bir şey yerse, yedikleri o müslüman için sadaka olur.” (Muslim, Musâkât 9) 5.Ebû Mes’ud, Ukbe b. Amr’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Kim bir hayra ve iyiliğe kılavuzluk ederse, bizzat o hayrı
işlemiş gibi olur.” (Muslim, İmâra 133) 6.Ebu Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı kadar sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı kadar günah yazılır. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Muslim, İlm 16) 7.Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra.) rivayet edildiğine göre o, Rasulullah’ı (sas.) şöyle derken işittiğini söylemiştir: “Sizden her kim bir kötülük veya çirkin bir
şey görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirmeye çalışsın. Ona da gücü yetmezse kalbiyle onu hoş görmeyip kabullenmesin ki bu da imanın en zayıfıdır.” (Muslim, Îmân 78) 8.Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra.) rivayet edildiğine göre Peygamber (sas.) şöyle buyurmuştur: “Cihadın en faziletlisi zalim idareci karşısında doğru ve adaletli sözü haykırmaktır.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17) 9.Ebu Hureyre’den (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Münafığın alameti üçtür: konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözün-
den cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî, Îmân 24; Muslim, Îmân 107) “Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini mümin zannetse bile (durum değişmez)” (Muslim, Îmân 109) 10.Ebu Musa el-Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Bir müminin mümine karşı durumu, (taş ve tuğlaları)
birbirine sımsıkı kenetlenmiş bir bina gibidir.” Peygamberimiz (bunu açıklamak için) iki elinin parmaklarını birbirine geçirdi. (Buhârî, Salât 88; Muslim, Birr 65) 11.Cerir b. Abdillâh’tan (ra.)rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Muslim, Fedâil 66) 12.Abdullâh b. Ömer’den (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman müslümanın kar228
deşidir; ona zulmetmez, müslüman başına gelen musibette onu yalnız bırakmaz. Kim müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse Allah da kıyamet günü o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlîm, 3; Muslim, Birr 58) 13.Ebu Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “İnsanın her bir eklemi için, güneşin her doğduğu gün
bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adaletli davranmak bir sadakadır. Bir kimsenin bineğine binmesine yardımcı olmak veya yükünün binitine yüklenmesine yardımcı olmak da bir sadakadır. Güzel söz söylemek de bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım da bir sadakadır. Gelip geçenleri rahatsız eden şeyleri yoldan kaldırmak da bir sadakadır.” (Buhârî, Sulh 11; Muslim, Zekât 56) 14.Ebu Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Müminlerin iman bakımından en kâmil olanları ahlakı en güzel olanlardır. Sizlerin en
hayırlınız hanımlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ 11) 15.Enes’ten (ra.) rivayet edildiğine göre Rasullullah sav. Şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet gösterirse, Cenab-ı Hak
da o gence, yaşlandığında kendisine hürmet edecek kimseler nasip eder.” (Tirmizî, Birr 75) 16.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler, iman
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız zaman birbirinize sevgi ve saygnınızın artacağı bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı ve selamlaşmayı yayınız.” (Muslim, Îmân 93) 17.Ebû Zerr’den (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.), Allah’ın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Kim bir
hayır ve iyilik işlerse ona on kat sevap vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük ve günah işlerse onun da karşılığı kendisi kadardır, artmaz ya da tamamen bağışlarım. Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Bir arşın yaklaşana ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim. Kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla yeryüzünü dolduracak günahla huzuruma gelirse, ben de onu günahları kadar bağışlama ile karşılarım.” (Muslim, Zikr 22) 18.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Mümin kimse Allah’ın azabını şiddet ve derecesini bilseydi cennet ümidine kapılmaz-
dı. Kâfir de Allah katındaki rahmetin genişliğini bilseydi, O’nun cennetinden asla ümit kesmezdi.” (Muslim, Tevbe 23) 19.Ebû Said el-Hudrî (ra.) şöyle demiştir: Rasulullah (sas.)minber üzerine oturmuş, biz de onun etrafına dizilmiş bir haldeyken şöyle buyurdu: “Benden sonra sizin için korktuğum şeylerden birisi de, size dünya nimetlerinin ve gü-
zelliklerinin açılması ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.” (Buhârî, Zekât 47; Muslim, Zekât 121) 20.Ebû Kerime, Mıkdâd b.Ma’dikerib’den (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas) şöyle buyurmuştur: “ Ademoğlu mideden daha kötü bir
kap doldurmamıştır. Oysa insana kendini ayakta tutacak birkaç lokma yeterlidir. Bu kabı ille dolduracaksa, (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini de suyla doldursun, kalan üçte birini de boş bıraksın ki nefes alacak yer kalsın.” (Tırmizî, Zuhd 47) 21.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Gerçek zenginlik mal çokluğu değil kalp zenginliği ve gönül tokluğudur.” (Buhârî, Rikâk 15; Muslim, Zekât 130) 22.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: 229
“Sadaka vermekle mal eksilmez. Allah affeden kulunun izzet ve şerefini artırır. Allah için alçak gönüllü olanları Allah yükseltip yüceltir.” (Muslim, Birr 69) 23.Enes’ten (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlm 11; Muslim, Cihad 6) 24.Âişe(ra.) şöyle demiştir: Rasulullah (sas.) iki şeyden birini yapma imkanı söz konusu olduğu zaman günah olmadığı sürece
mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan o olurdu. Allah’ın yasağı çiğnenmediği sürece şahsı adına hiçbir şey için kimseden intikam almamış; ama Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir.” (Buhârî, Menâkıb 23; Muslim, Fedâil 77) 25.El-Bera b. Âzib (ra.) şöyle demiştir: Rasulullah (sas.) yatağına girdiğinde sağ tarafına yatar ve şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Kendimi sana tes-
lim ettim. Yüzümü sana çevirdim, işlerimi sana emanet ettim, rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınacak yoktur. İndirdiğin kitaba, gönderdiğin peygambere iman ettim.” (Buhârî, Vudû 75; Da’avât 6; Muslim, Zikr 56) 26.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Bir insan ölünce ameli kesilir (amel defteri kapanır), sadece şu üç şeyden dolayı
amellerinin sevabı devam eder; 1.Sadaka-i cariye (insanlar yararlandıkça sevabı devam eden hayır kurumları –çeşme, cami, yol, köprü vs. ve bu amaçla tesis edilen vakıflar gibi) 2.Kendisinden istifade edilen ilm(î eserler) 3.Ölünün ardından dua eden hayırlı evlat.” (Muslim, Vasiyet 14) 27.Abdullâh b. Ömer’den (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah için size sığınırsa onu himaye edip koruyunuz. Allah için
isteyene veriniz. Sizi davet edenin davetine icabet ediniz. Size iyilik yapana siz de iyilik yapınız. Şayet iyilikle karşılık vermeye gücünüz yetmezse ona karşılık verdiğinize kanaat getirinceye kadar ona dua ediniz.” (Ebû Davud, Zekât 38; Nesâî, Zekat 72) 28.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) “Gıybet nedir bilir mi-
siniz?” diye sorunca oradakiler “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas.) de, “Din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır” buyurdu. “Şayet kardeşimde söylediğim ayıp varsa ne dersiniz?” diye sorulması üzerine Rasulullah (sas.): “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet etmiş, yoksa, o zaman da iftira etmiş olursun.” buyurdu. (Muslim, Birr 70) 29.Ebû Hurayra’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Bize silah çeken bizden değildir. Bize hile yapıp bizi aldatan bizden değildir.” (Muslim, Îmân 164) 30.Osman b. Affân’dan (ra.) rivayet edildiğine göre Rasulullah (sas.) şöyle buyurmuştur: “Sizin en hayırlınız Kur’an’ı
öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fadâilu’l-Kur’an 21)
(M. Hayri Kırbaşoğlu’nun “Ahir Zaman İlmihali” adlı kitabındaki ‘Seçme Hadisler’den seçilmiştir.) 230
Korkmay覺n! Is覺rmaz!
30 Tavsiye 1.Gayesiz olmayınız. Gayesiz olmak insanlığın içerisinde “atık/curuf” olmaya aday olmaktır. Yaradılış amacınız üzerinde kafa yorunuz. Kâinat içerisinde insanlığın, insanlık içerisinde mensup olduğunuz ümmetin, ümmet içerisinde şahsınızın görev ve sorumlulukları üzerinde düşününüz. Rolünüzü iyi oynamak, onun ne olduğunu bilmekle mümkündür. 2.Siz “Hz. İnsan”sınız. Kendinizi tanıyınız. Her şey sizde başlıyor. Mahlukatın ekseni olduğunuzu unutmayınız. İnsan hem yoldur, hem yolcu. Yolcu yolu tanımak istiyorsa kendisini tanımalıdır. Meziyetlerini, ayrıcalıklarını, zaaflarını… Sorumluluklarını, haklarını… 3.Cehaletten, vebadan kaçar gibi kaçınız. İlim, hakiki meziyettir. İman bile bilgiyle başlar: Ma’rifetullah… Sizi hakikatin bilgisine ulaştıracak kaynakları keşfediniz. Bu keşfin en genel adı “Okumak”tır. “Oku” emri, bir mucize eseri olarak Kur’an’dan ilk inen ayetin ilk kelimesidir. Okuyan sadece göz değildir. Kulak, burun, dil, zihin, kalp, ruh hep okuyan birer alettirler. Ne ki okuma biçimleri farklı farklıdır. 4.Okuyunuz. Unutmayınız ki “okumak” bilgi edinmenin hâlâ en geçerli yöntemidir. Okumanın nesnesi sadece kitap değildir, unutmayınız. Kitap belki okumaya konu olan nesnelerden sadece biridir. Kitap dışında Allah’ın ayetlerinden birer ayet olan olaylar, eşya, kâinat ve insanın kendisi de okumaya konu olan şeylerin başında gelir. 5.Doğruyu okuyunuz. Bunun mânâsı “yanlışı öğrenmeyiniz” değildir. Ancak okumak için yaptığınız seçim doğru seçim olmalıdır. Burada hâlâ bilginin en sadık taşıyıcısı olma vasfını devam ettiren kitap gündeme gelmektedir. Doğru seçilmemiş bir kitap, bir değil birçok açıdan israftır: Emek israfı, para israfı, zaman israfı, zihin israfı… Bu israfları önlemenin yolu bilinçli tercihten geçer. Yüz gram şeker yemek için yüz kilo şeker kamışı çiğnemek akıl kârı değildir. 6.Vahyi hayatınızın eksenine yerleştiriniz ki Kur’an’sız bir hayat Allah’sız bir hayat demektir. Allah’la ve kendisiyle tanışmak isteyen Kur’an okusun. Okumak anlamayı ve yaşamayı de beraberinde getirmelidir. Rasul’le tanışmak isteyen Kur’an okusun. Hâlık-mahluk ilişkisinin nasıl olması gerektiğini, Allah ve Nebi arasındaki ilişkinin şahsında görmek isteyen Kur’an okusun. 7.Kur’an’ı kendinize nazil oluyormuş gibi okuyunuz. Oradaki her hitabı üzerinize alınız. Her anlatılan kıssanın kahramanı yerine kendinizi koyunuz. 8.Kur’an okurken kalbinizin kıblesi sürekli Allah’a yönelik olsun ve şu duayı yapınız: Allah’ım beni ona ve onu bana aç. 9.Akidenizi sağlamlaştırınız. Tevhid ve şirki çok iyi öğreniniz. Ki akaid esastır. Dininizi buz üzerine bina etmeyiniz. Babanızdan kaldığı, duyduğunuz gibi değil, Allah’ın istediği gibi inanınız. Akide ayrımında Allah’a iman, tağutu inkâr ölçüsünü esas alınız. Bu, Kur’anî bir ölçüdür. 10.Allah’a dayanınız ve yalnız O’ndan yardım bekleyiniz. “Hasbünallahu ve ni’me’l-ve-kil: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” parolası şiarınız olsun. Bu ümitte tevhiddir. Allah’tan ummak kendi başına bir duadır. Kul’a yaslananlar çabuk yıkılırlar. 11.İmanın iktidar olmadığı bir yürekte şeytan ihtilal yapar ve iktidarını kurar. Ancak bu iktidara 232
zemin hazırlayan el-ayak, göz-kulak, dil-dudak gibi organlardır. Bunlar şeytanın iktidar savaşında kullanacağı lojistik destek için günahtan mermi imal ederler. Eğer bu organlar imanın iktidarı için çalışırsa yürek başkentindeki iktidar savaşından iman galip çıkacaktır. 12.Bedeniniz bineğinizdir, onu hor kullanıp kulluk yolundaki koşuda dökülmeyiniz. Unutmayınız ki sıhhat her şeyin başıdır. Sıhhat deyince aklınıza yalnızca etin ve kemiğin sıhhati gelmemelidir. En az bunlar kadar, hatta bunlardan çok daha önemlisi aklın ve ruhun sıhhatidir. Bu ikisinin sıhhatine azami itina gösteriniz. Kafa ve kalbin hastalıkları da vardır. Elbet bu ikisinin kendine özgü tedavi yolları ve ilaçlan da vardır. Negatif ve faydasız bilgiler düşünce virüsü, her tür günah ve yasak duygular kalp virüsüdür. Aklın gıdası ilim ve tefekkür, kalbin gıdası iman ve tezekkürdür. 13.Sözünüzde ve özünüzde doğru olunuz. Yalana alışmayınız. İnsanlar siz konuştuğunuz zaman tereddüt etmeden “bu doğru söyler” desinler. Bu “emin” olmanın ta kendisidir. Unutmayınız ki “resul” olmadan çok daha önce “emin” olan bir Peygamberin ümmetiyiz. Emniyeti yara alanın imanı yara alır. Kişi, kendisinden emin olamayan biri için “mü’min” değildir. Mü’min kendisinden emin olunandır. Elbet her söylediğin doğru olmalı. Ancak doğruyu doğru yerde, doğru zamanda ve doğru bir üslupla söylemezsen, o doğruya zulmetmiş olursun. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Yatsı namazını kılmadan yattığı halde bu nifakının ortaya çıkmaması için mumu yanık bırakırmış ki insanlar yatsının vaktini gözlüyor zannetsinler!? 14.“Edep yahu!..” Eskilerin tekkelerin girişlerine yazdığı bu cümleyi şimdilerde herkesin, özelikle de İslamcı gençliğin alnına yazmak geliyor içimden. Edep imanın yaldızıdır. Edebini kaybedenin imanının yaldızı sıyrılmıştır. 15.Eğer İslami değilse, gittiğiniz ortama ve girdiğiniz topluma uymayınız. Gittiğiniz ortamı ve girdiğiniz toplumu kendi inançlarınıza uydurunuz. Gittiğiniz yere ortamınızı da beraberinizde götürünüz. Kendi değerlerinize göre bir çevre oluşturmazsanız birileri sizin adınıza, sizin değerlerinize taban tabana zıt bir çevre oluşturuverecektir. 16.Bir kardeşinizi yüzüne karşı tenkid etmenin edebi, gıyabında onun için dua ve istiğfar etmenizdir. Bunu yapabiliyorsanız onu eleştirme hakkını da elde etmişsiniz demektir. Böyle yapmak sözünüzün onun üzerindeki etkisini artıracaktır. Sözü biz söyleriz, tesirini Allah halkeder. 17.İçinde yaşadığınız toplumda ezilen insanların sözcüsü ve gözcüsü olunuz. Onları dinin değişmez değerleriyle motive ediniz. Dertlerini dinleyip sofranızı onlarla paylaşınız. Sürekli toplumun varlıklı kesimlerine hürmet etmek, yoksulla varsıl arasında saygı ve hürmette ayrıcalık yapmak, Allah’ın nefret ettiği tavırlardır. Bunu “hizmet”, “dava” vs. gibi bahanelerle dahi olsa yapmayınız. Bunu yapmak “Yahudileşmek”tir. Bu iğrenç davranıştan şeytandan kaçar gibi kaçınınız. 18.Adil olunuz. Adalet hükmün ve yönetmenin ruhudur. Gerek nefsin, gerek dostun, gerek düşmanın hakkında hüküm verirken şiarınız “adalet” olsun. Adil olma vasfını yitiren emniyet ve güvenilirliğini yitirmiştir. Bunları yitiren ise sadece ismen “mü’min”dir. 19.İlle de zalim ve mazlum olmak gibi iki seçenekten birine zorlanmışsanız zalim olmayı değil mazlum olmayı seçiniz. “Bizden” gerekçesiyle zalimi savunup zulmü onaylamayınız, isterse kardeşiniz olsun. “Onlardan” gerekçesiyle zulme duyarsız kalmayınız, isterse düşmanınız olsun. 20.İnsan hayatı her zaman sakin değildir. Bazen bu denizde fırtınalar kopar. 233
Böylesi durumlarda size, sığınılacak bir liman olacak dostlar edininiz. Öyle dostlar ki, düştüğünüzde kaldıracak, tökezlediğinizde tutacak ve hatta dizleriniz tutmaz olduğunda sırtına alacak… 21.“Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz. Eğer inanıyorsanız, mutlaka siz üstünsünüz.” Eğer doğru olduğundan eminseniz “bismillah” deyip yürüyünüz. Arkanızdan kimlerin gelip gelmediği önemli değil. Hz. İbn Mes’ud’un dediği gibi “cemaat, hak üzere olandır, isterse bir kişi olsun.” 22.Allah için bir hizmet verileceği zaman ilk atılan gönüllü siz olunuz. Ancak ödül dağıtılacağı zaman, hediye verileceği zaman ilk atılan siz olmayınız. Rableri için çalışanlar, O’nun katında en güzel ödül ile ödüllendirileceklerinden emin olmalıdırlar. 23.Yaptığınız işin en iyisini biliniz ve iyisini yapınız. Müslüman kimliğiniz işinize, eşinize, aşınıza özetle her şeyinize yansımalıdır. Herkesin hobisi, özel zevki olabilir. Herkes ayrı bir şeyden hazzedebilir. Ancak mü’minin hobisi, özel zevk, insana hizmet olmalıdır. 24.Kur’an infaktan o kadar çok söz eder ki, “vahiy insana Allah yoluna vermeyi öğretmek için gelmiştir” dense yeridir. İnfak, kişinin Allah’ı kazancına ortak etmesidir. Geliri artırmanın en kesin ve akıllı yolu Allah yolunda harcamaktır. Allah yolunda harcamak, eksiltmek değil çoğaltmaktır; deneyebilirsiniz. 25.Verdiğiniz sözden caymayınız, cayacağınız sözü vermeyiniz. İyi biliniz ki “el-Va’du ke’d-deyn: Vaad, borç gibidir.” Vaadinden cayan, borcunu ödemeyen gibidir. Bu nifak alametidir. Zaten münafık da emin olma vasfını kaybeden insan değil midir? 26.Müslüman güneşi üzerine doğdurmaz, aksine güneşin üzerine kendisi doğar. Bilir ki “güneşi üzerine doğduranın o günü ölmüştür.” Bu ölüş, zamanın bereketinin alınması anlamındadır. Gecenin koynuna kabre girer gibi girer. Gecesi güzel olanın gündüzü de güzel olacaktır. Gündüzle gece, dünya ile ahiretin 24 saat içerisindeki tecellisidir. 27.Nasıl ki zamanın hakkını vermeyen zaman yetmezliğiyle cezalandırılırsa, insanın hakkına riayet etmeyen de dünyada insansızlıkla, ukbada ateşle cezalandırılır. Kul hakkına riayet aynı zamanda insan emeğine saygıdır. Sadece başkalarının sahip olduğu mala tecavüz değil başkalarının zamanına, kişiliğine, şeref ve haysiyetine, soluyup kokladığı havaya tecavüz de kul hakkım ihlaldir. Örneğin kapalı mekânda içilen sigara, içine girdiğiniz topluluğu rahatsız eden kötü bir koku da kul hakkına tecavüzdür. 28.Hayatınızın dünyevileştirilmesine izin vermeyiniz. Allah Resulü bu ümmetin felaketinin dünya sevgisinden olacağını ifade etmiştir. Çağdaş istikbarın en büyük kaygısı da dünya sistemine entegre olmayan, yani yeterince dünyevileşmeden dünyayı elde etmeye çalışan sistem harici “şahsiyet”lerdir. Bu şahsiyet dünyalıkla satın alınamaz. Dünya-ukba dengesini, her iki kefenin de hakkını vererek kurmuştur. Çağdaş dünyanın parasal değerleriyle satın alınamayan böylesi bir şahsiyet İslam’ın hülyası, küfrün korkulu rüyasıdır. 29.Ağlamayan gözden, sızlamayan özden, kızarmayan yüzden Allah’a sığınınız. Çok yer karından, çok konuşur dilden, çok uyur gözden Allah’a sığınınız. Aklı iptal eden kalpten, imanın önüne geçen akıldan, düşünceyi hadım eden duygudan, duyguyu yok sayan düşünceden, faydasız bilgiden, ahmağın dostluğundan, cahilin önderliğinden, zalimin liderliğinden Allah’a sığınınız. 30.Namazınızın hakkını veriniz. Unutmayınız ki namaz, kulun beş vakit yani bütün bir gün Allah’ın gözetimi altında bulunmasıdır. Namazının hakkını veren insan, Allah’ın korumasına giren insandır. 234
(Mustafa İslamoğlu’nun Düşün Yayınları’ndan çıkan “Tavsiyeler 1” kitabından seçilmiştir)
Mavera Gençlik Hareketi
Mavera Gençlik, 7 Temmuz 2010 yılında başlayan bir kitap okuma etkinliğinin sonucu olarak meydana geldi. Ayda bir defa gerçekleşen bu etkinliklerde bir araya gelen gençler, “edebiyat ve kültür” alanında çalışmalar yapmak üzere 2011 yılının Ocak ayında yola çıktılar. Fotoğraf yarışmasından sempozyumlara, kitap okumalarından panellere, eylemlere kadar birçok alanda faaliyet gösterdiler ve göstermeye devam ediyorlar. Gençlik platformunun bugüne kadar en çok ses getiren çalışması bir hafta süren İslam Coğrafyası Günleri. 2013 yılıyla birlikte kendi yayınevini kuracak ve etkinliklerini kitaplaştıracak gençlik hareketinin bundan sonraki amacı sadece kitap değerinde işler yapmak ve kendi yaşadıkları çağda bir farkındalık oluşturabilmek.
Dünyadan Sesler Dünyadan Sesler bir internet radyosu projesi. Şu an için sadece sosyal medyada yayın yapan radyoda, dünyanın dört bir yanından etnik müzikler dinlemek mümkün. Afrika’dan İran’a, Arjantin’den Japonya’ya kadar birçok ülkeden en güzel müziklerin dinleyiciyle buluştuğu Dünyadan Sesler, mobil uygulamasını da önümüzdeki günlerde çıkaracak. www.dunyadansesler.com adresinden takip edebilirsiniz.
236
Genç Öncüler Kimdir?
Yeryüzünün her türlü kötülükten arındırılması için birbirleriyle iyilik ve takvada yani Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olma konusunda yardımlaşan Genç Öncüler; aynı inancı paylaşmanın kardeşliği içinde üzerimize çöken kara bulutları dağıtacak gücü kendilerinde bulmaktadırlar.
2003 Yılında Genç Öncüler Dergisi ile yola çıkan Genç Öncüler gençlik hareketi kendi değerler sistemini iyi bilen, bulunduğu coğrafyayı ve dünyayı iyi tanıyan, olayları ve gelişmeleri derinlemesine tahlil edebilen, tarihinin ve misyonunun farkında, kalbinde merhamet ve saygı eksik olmayan bir nesil inşa etme amacıyla kurulmuştur.
İman, İslam ve takva temeli üzerine kurulu bir hayatı insanlık için yeşertmeye çalışan Genç Öncüler, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayarak insanlık için çıkarılmış en hayırlı topluluk olma arzusu ile insanlığın hayat kaynağı olma iddiasını taşımaktadırlar.
Yaşadığımız zaman diliminde tasavvurlar üzerinden yürütülen genel bir yozlaştırma ve dönüştürme operasyonu ile karşı karşıyayız. Bölgede ve dünyada insanlık yeni bir tanımlama ile yüz yüze ve bu tanımlamanın meyvesi olarak insanlar bireysel ve toplumsal bütün bağlardan, ilişki biçimlerinden kopuk sadece kendi varlığını ve isteklerini merkeze alan ve bu merkezden dünyaya bakan bir tutumu içselleştirme tehlikesine muhattap durumdadırlar.
Dostluğun, fedakarlığın, sözünde durmanın, dedikodu yapmamanın, boş işlerle uğraşmamanın, güzel sözlü, nezaket sahibi, mütevazi olmanın, haksızlıklara karşı koymanın ve hakkı aramanın izlerini üzerlerinde taşıyarak bir güven ve huzur toplumu olmayı sağlamaktadırlar. İşte bu amaçla Genç Öncüler gençlik hareketi bünyesinde lise ve üniversite çağında ki erkeklere ve hanımlara yönelik faaliyetler devam etmektedir. Kahvaltılardan söyleşilere, gezilerden pikniklere, çay günlerinden haftalık eğitim seminerleri gibi çok çeşitli faaliyetler düzenli olarak sürmektedir. Bu faaliyetlerin sürdürülmesinde ki en temel gaye değerlerini bilen, tarihini ve misyonunu önemseyen, ahlaklı, edepli, erdemli bir Kuran nesli inşa etmektir.
Bu gidişi insanlığın lehine çevirmek; yeniden var edilme gayesi üzerine inşa edilmiş kimliğe ve kişiliğe sahip; toplumun her kesiminden ve her yaştan; işittiklerinin ne anlama geldiğini anlayan kulaklara, gördüğünü değerlendirebilen gözlere ve akleden kalplere sahip örnek şahsiyetleri yetiştirmek ile mümkündür.
237
Şihab Dergisi Evet, her şey tabiatta var olan bu iki alalade “canlının” kafamıza düşmesiyle başladı. Kafamıza düşen ilk “canlı” yumruk kadar bir taştı. Coğrafya hocamız Alpay Bozdağ’dı bize bu taşı atan. O taşı ilk gördüğümüzde şunu demiştik: “TAŞ!”. Sonra o insan bize demişti ki: “Taş taş dediğin bağrındır senin”, “Kimi kalpler vardır taştan daha serttir kimi taşlar vardır içinden sular fışkırır”, “Bu taş değil bir kitaptır”. Karşısında o vakitler boş gözlerle bakan bizler için bu taş sorgulamanın ilk evresiydi. Yumruk kadar bir taşın mahiyeti ne olabilirdi ki? Varlığın ve yokluğun sınır çizgisi olan bu taş, varlığı var edenin varlığının ispatıydı aslında. Yerinde duran bir taş insanlara bunu sunabilirken, hareket eden, konuşabilen, şekersiz çay içebilen, düşünebilen, dahası akletme kabiliyetiyle donatılmış olan insan, o taş ile karşılaştırıldığında nerede durması gerekir? Yani insanın mahiyeti nedir yahut insan bu mahiyete ne kadar uygun davranır? Bizi belki de yararlı bir aşağılık kompleksine sürükleyen bu taş olası taş, aynı zamanda bizi bir harekete de sevk etti. Önce okulumuzda hocamızın yürüttüğü okuma grupları bizi bu sevkiyatta daha da ileri faaliyetlere taşıdı. Kafamızda 3 yıl boyunca acısını hissettiren bu taşın sızısı daha yeni yeni geçmeye başlamışken kafamıza yeni ve daha ağır bir canlı düştü… Tarla faresi…
Yine bir coğrafya dersinde ufacık bir tarla faresinin hikâyesi kafamızı kemirmişti. Tarla faresinin topraktan ayrılmasıyla tabiatta meydana gelen yıkımı idrak etmemiz bizi yeni bir serüvene ihraç etti. Ve ardından gelen bir soru son noktayı koymuştu: “Tarla faresinin hayat içerisinde böyle bir anlamı var. Tarla faresi ortadan kaldırıldığında böyle bir eksiklik oluşuyor. Peki sen! Bulunduğun bu dünyadan,
“Kimi kalpler vardır taştan daha serttir kimi taşlar vardır içinden sular fışkırır”, “Bu taş değil bir kitaptır”. Karşısında o vakitler boş gözlerle bakan bizler için bu taş sorgulamanın ilk evresiydi. Yumruk kadar bir taşın mahiyeti ne olabilirdi ki? 238
Şihab Dergi’nin ikinci sayısında da belirttiğimiz gibi; biz rüzgârın estiği yönde konuşmaya karşı rüzgâra bir güzergâh oluşturma iddiasında olanlarız. Biz duruşuyla, vuruşuyla şu zamana göre yeni ama hakikatli bir yol oluşturmak iddiasında olanlarız. Biz Kapitalizm, sosyalizm, liberalizm gibi eğreti kalıpların zincirlerini kırıp İslam yaşam tarzını hayata hâkim kılma iddiasında olanlarız. Nihayet bizim haykırışımız “Hayır!” dediğimiz meseleye bir “Evet!” sunmak adınadır. Bizim amacımız insanların hidayetini sağlamak değil, kafalarda küçücük bir “Acaba?” oluşturmaktır. “Bize düşen sadece apaçık bir tebliğdir”(Yasin Suresi;17).
bu ülkeden, bu şehirden, bu okuldan gittiğin zaman bir eksiklik oluşuyor mu oluşmuyor mu? Oluşmuyorsa; o zaman varlığını ispat etme, varlığını gerçekleştirme noktasında bir eksikliğin var demektir”. Ve bu soruyla bir şeyleri düşünmekten, sormaktan, sorgulamaktan öte harekete geçirmemiz gerektiğinin idrakine vardık ve yolun nereye gideceğini bilmemekle birlikte “Bismillah boylu çocuklar” olmak adına bir yola girdik. Ve nasıl, ne zaman, ne arada olduğunu bizim de anlamadığımız bir şekilde, mahiyeti itibariyle adına “Şihab”* dediğimiz aylık dergi çalışmasını ortaya koyduk. İlk başta sadece Güngören Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve birkaç İmam-Hatip Lisesi çevresinde sunulan Şihab Dergi ilerleyen zamanlarda farklı çevrelerle de buluştu.
Bu ayette geçen “tebliğ” vazifesine teslimiyetimizi belirtmek için dergi dışında ama dergi eksenli çeşitli faaliyetler de yürütmekteyiz. İlk olarak Güngören Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nde “Şihab Konferansı” başlığı altında, “Kur’an’î Bilinç Adına” konulu konferansla başlayan bir konferans serisini devam ettirmekteyiz. Bunun yanında 2012 senesinin yazında başlatmış olduğumuz bir diğer etkinlik de “Şihab Kitap Okumaları”dır. Bu okumalar dahilinde dört kitabın tahlilini beş toplantıda gerçekleştirdik. Tahlilini yaptığımız kitaplar: “Yoldaki İşaretler (Seyyid Kutub), Surat Asmak Hakkımız (İsmet Özel), Hayvan Çiftliği (George Orwell), Hayatın Yeniden İnşası İçin (Mustafa İslamoğlu)”. Aynı zamanda uygulamaya koyduğumuz bir diğer şey ise dergilerin son sayfalarında yer verdiğimiz faaliyet bölümü. Bu bölümde her ay farklı bir faaliyeti veyahut duyuruyu yayınlıyoruz. Bu sayfanın amacı; Müslüman gençlerin yapmış olduğu çalışmaları duyurup bunlara destek çıkmak ve dergi eksenli yaptığımız faaliyetleri geniş kitlelere yaymak. Kısacası “Varlığının ispatı” için bir şeyler yapmak isteyen, yapan ve yapacak olan herkes arasında bir birliktelik oluşturmak…
Peki, nedir “Şihab’ın” derdi, neye uğraşır, neyi eleştirir ve yerine ne koyar? “Şihab” her şeyi Kur’an ekseninde eleştirmekte ve yine bu eksende ortaya bir çözümleme koymaktadır. “La ilahe” gibi bir isyanı sunar ve “İllallah” gibi bir teslimiyeti barındırır. “Şihab” içinde bulunduğumuz –en genel ifadesiyle- cahilî sistemlerin tümüne, kendisini “Zalimin zulmüne bir Şihab olmak” cümlesiyle ifade eden bir eleştiri, bir yakıt, bir taştır. “Şihab” için görünen şeyler varlıklarını ispat etmiş sayılmaz. Bir şeyin “Varım!” diyebilmesi için bunu ispatıyla birlikte ortaya koyması yani varlığını görünürlülüğün ötesinde ispat etmesi gerekir. “Şihab” Kur’an’ın yaşanmak için okunması adına, Müslümanların zulümden ve dalaletten kurtulması için tek yolun “bir ümmet” olmaktan geçtiğini vurgulamak adına ve bu eksende, aslına uygun bir “Müslüman” kimlik inşası için bir şeyler karalayan bir ekiptir.
Ve tekrar ediyoruz: “Varlığın ispatı için Zalimin zulmüne bir Şihab olmak…” NOT: Dergimiz ücretsiz olarak dağıtılmaktadır. Derginin faaliyetleri “facebook.com/SihabDergi” linkinden takip edilebilir. Dergiye yazı göndermek isteyen kişiler aşağıdaki adreslere yukarıdaki değerler doğrultusunda yazı, şiir katkısında bulunabilir.
“Şihab”ın varmak istediği hedef; sadece entelektüel bir yapı ortaya koymak, popülerlik kazanmak, bünyesinde barındırdığı yazıların herkes tarafından beğenilmesini sağlamak, süslü ve insanı kendisinden alan, pembe dünyalara savuran fiyakalı sözler sarf etmek DEĞİLDİR!
*Şihab: Ateş topu, kuyruklu yıldız.
239
Bilge Gençlik Merkezi
Bir grup üniversite öğrencisinin kurduğu ve o küçük halkanın samimiyetle büyüdüğü; büyürken de kurumsal yapının soğukluğuna meydan okurcasına kardeşlik bağının arttığı bir kurum Bilge Gençlik Merkezi(BİGEM). Her an yaşadığımız çağın insanı bireyselleştiren/sekülerleştiren acımasız oyunlarına uyanık olmanın önemini vurgulayan insanlardan teşekkül ediyor. Biz demenin hakikatini arayan, beraber olmanın tadına varan, ümmet şuurunda insanların omuz omuza verdiği bir kurumdur BİGEM. Herkesin her konuda bilgisinin olduğu, başkasını küçümsediği, her an onu yok saymaya hazır olduğu bir çağda; bir tek dahi Müslümanın yaşadığı coğrafyayı birlik şuuruyla kucaklayan, yok saymanın değil kardeş olmanın çağrısıdır bu kurum. Yaşadığımız çağa bir cevap verilecekse eğer onun da düşünen, derdi olan, dünyanın albenisine kapılmayan özgür gençlerden geleceğine inanıyoruz. Bu yapının var olma sebebi de işte bu noktada ‘bir cevap arayışı’dır. Aynı zamanda önünde bütün imkânı hazır olan ve o gençlerden bir şey beklenen bir yapı değil, imkânsızlık içinde imkân arayan bir koşudur.
240
Peki, ne yapar Bilge Gençlik Merkezi? Düşünen insanlar dedikten sonra kitaba uzak durmak elbette düşünülemez. Okunacak o kadar çok kitabın içinde kaliteli eser için bir işaret bekleyen gençlere o işareti verir, yol gösterir. Kitaba yönelmek yerine internete yönelinen bu çağda beraber okumanın bereketi için değişik nitelikte okuma grupları kurar. Kur’an’dan, hadisten uzaklaşılan bu zamanlarda, tefsir ve hadis halkaları kurar. Bir program yapmak için öyle çok konuşup, işi soğutmaz; yeri gelir alır kitaplarını değişik illere gider tahlil yapar. Genç olmanın heyecanını daima berekete çevirir. Okumanın önemine varır varmasına ama aynı zamanda; samimiyetine ve tecrübesine güvendiği ağabeylerin, üstadların gerek yanına gider gerekse merkez olarak kullandığı mütevazı eve davet edip sohbet eder. Bilir ki dertleşmede, hasbihalde hayır vardır. Yazmak bir meyvedir, şuurdur, görevdir; düşünene, derdi olana, yaşayana. Bu sorumluluktan kaçmak olmaz. Haddimizi bilerek, yaptığı işin önemine vararak bir fikir dergisi çıkarıyor Bilge Gençlik Merkezi; ‘Âfâk’ adında. Yeni ufuklar dile getirme gayretiyle.
Âfâk Dergisi
Gençlik düşüncelerine ihanet etmiş bir nesle ‘kalbine dön’, hicret ettikleri diyarı daha müreffeh bir hayat için yurt bellemişlerimize ‘eve dön’ ve şarkısını yitirmiş gençlerimize –evvela kendimize- ‘şarkıya dön’ çağrısıdır bu dergi.
Bilge Gençlik Merkezi’nin; bir araya getirdiği, söyleyecek sözü olan insanların dergisidir Âfâk Dergisi. Herkesin olanlar hakkında bir fikrinin olduğu fakat sarih bilgisinin olmadığı ve kendini kendine yeter görerek arayışı gereksiz gördüğü bir zamanda yaşamanın sancısıdır bu dergi. İnsanların şuurlarının parça parça olduğu, şartlara göre konum aldığı bir ortama doğdu aynı zamanda. Allah’ın kendisini sınamak için riyaset verdiği insanların itikadlarını takas edecek seçeneklerin bir hayli çoğaldığı ve kafaların karıştığı, sözün uzatıldığı ve anlamın daraldığı günlerde yeni ufuklar dile getirmek için kuruldu dergimiz.
Ortak kabuller üzerinden konuşulan, düşünülmeye gerek bile görülmeyen bir zamanın içinde buna dur demenin aracıdır Âfâk. Gençlerin terini akıttığı, kafa yorduğu bir kişiye daha fazla bir şey söylemek için yazımından dağıtımına bir gönül işi aynı zamanda. Velhasıl kelam sığınmaya ve razı olmaya vesile olsun diye heyecan kadar korku, mutluluk kadar samimiyetle beraber çıkan bir dergidir Âfâk Dergisi.
241
“Türkiy Müslüm Zaaf Ve “Büyük ölçüde bir parçası olduğunuz, geçmişte islami hareket adına ortaya konan çırpınışların, söylem ve eylem çabalarının bugün yeni Müslüman nesilde bulduğu karşılık nedir sizce?
Bir devamlılık söz konusu mudur acaba? Kendi zaman ve tecrübenizi hatırlayarak/hatırlatarak, o gün ve bugünün Müslüman gençlerini, zaaf ve imkanlarıyla mukayese eder misiniz? Bugün gelinen noktada, yani, İslamcı duyarlılıklara sahip isim ve hareketlerin muhalefet ve direniş dilini yitirdikleri tartışılan bir zamanda, ‘büyükler’in gençlere işaret edebilecekleri bir misyon/ufuk kaldı mı?”
yeli manların Hüseyin Akın, Lütfi Bergen, Merve Kavakçı İslam, Metin Önal Mengüşoğlu, Muharrem Balcı, Nureddin Şirin, Ramazan Kayan,
Özgür Açılım’ın 2011 Yıllığı Mesel’de “Nasıl Bir Müslüman Gençlik Hayal Ediyorsunuz?” sorusunu sormuş Abdülaziz Bayındır, Abdullah Yıldız, Abdurrahman Arslan, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Faruk Ünsal, Ahmet Mercan, Ahmet Örs, Ahmet Varol, Ali Ünal, Asım Gültekin, Atasoy Müftüoğlu, Ayşe Şener, Celaleddin Vatandaş, Cihan Aktaş, Hilal Kaplan,
Selahaddin Eş Çakırgil, Senai Demirci, Sibel Eraslan, Süleyman Gündüz, Ümit Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu ve Yusuf Kaplan’dan görüş almıştık.
Ne var ki Celaleddin Vatandaş ve Yusuf Kaplan’ın görüşlerini teknik bir hatadan ötürü yayınlayamamıştık. Hatamızdan dolayısıyla kendilerinden özür diliyor ve görüşlerini bu yılın soruşturmasına ilaveten yayınlıyoruz. Bu yılın soruşturması iç içe girmiş üç sorudan müteşekkil derinlikli bir muhasebe daveti içeriyor. Buna çok ihtiyaç duyduğumuz kesin.
Abdullah Yıldız Hiç kuşku yok ki, “bugün”ün şekillenmesinde “dün”ün belirleyici etkileri ve katkıları vardır. Ve yine hiç kuşku yok ki, “yarın”ı da büyük oranda “bugün” ortaya konulan çabalar şekillendirecektir. Bugünkü İslâmî “çırpınışlar”, gerek söylem ve eylem biçimleri ve gerekse çalışma tarzları itibariyle 30-40 yıl öncesinin derin izlerini taşıyor. O yılların daha çok milliyetçi ve muhafazakâr tonlar taşıyan, radikal nitelikte olanları da dâhil hepsi, genelde sloganik ve hamasi düzlemde kalan İslâmî söylemi, bugün de pek değişmiş görünmüyor. Çağın egemen ve etkin ideolojik söylemlerine karşı ‘savunmacı’ bir yaklaşımla İslâm’ı bir ideolojiye veya bir düşünce ekolüne indirgeme çabaları da varlığını şöyle ya da böyle sürdürüyor. Ancak İslâm’ı, kelimenin tam anlamıyla bir “din” yani insanın dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak yegâne bütüncül hayat nizamı ve yaşam biçimi olarak algılayıp sunma ve yaşama çabaları, dün de bugün de yetersiz bulunuyor. Üstelik bugünün maddi-teknolojik, sosyolojik ve konjonktürel imkânları, İslâm davasına hizmet adına yapılacak çalışmaları daha da kolaylaştırmış olmasına rağmen, yeterli performansın ortaya konulduğu söylenemez. Bugünün Müslüman gençliği, geçmişin tecrübelerinden de hareketle şu hakikati kesinlikle anlamış olmalıdır ki; İslâm’ın aslî referanslarını gereği gibi öğrenip yaşamadan İslâm davasına hizmet edilemez. Kendimizi, söylemlerimizden eylemlerimize kadar
bütünüyle İslâm’a uydurmak yerine İslâm’ı kendimize ve çağın moda söylemlerine, çağa egemen olan yaşam biçimine uydurma gayretleri ile bir yere varılmaz. Bâtılın her türüne karşı muhalefetimizi ve direnişimizi sloganik ve yüzeysel ideolojik kalıpların ötesine taşımaya, kalplerimizi ve ayaklarımızı İslâm’ın temel sabitelerine sabitleyerek uzun soluklu yürüyüşümüzü daha emin adımlarla ve daha bir umutla sürdürmeye, bugün dünden daha elverişliyiz. Bu uzun soluklu yürüyüşü geleceğe taşımak da bugünün Müslüman gençlerine düşüyor.
244
Ahmet Mercan Zor Zaman Bildirisi /YEİS YOK/ Güven kalesi sensin. Adalet ve merhamet, senin künyene silinmez harflerle kazındı. Küçük bir rüzgârda, künyene şüpheyle mi bakacaksın? İstikametinden vaz mı geçeceksin? Yoksa donanımını gözden geçirip, kararlılığını yeniden ve daha sıkı mı kuşanacaksın? Ey! “İyiliği yayma, kötülüğü engelleme” misyonunu kuşananlar! Önce donanım gerek. Ahlâk temel ilke, bedel ve kararlılık gerek. Ve hiç kimseden ecir beklememek... Doğru olanın, âdil olanın karşısına tüm dünya nüfusu dikilse dahi; tek başına, “ben buradayım” deyip, dimdik ayakta durma gücünü elinde bulundurman gerek. Sicilin pırıl pırıl. Alnın ak. Yüreğin merhamet kazanı, coşkun gür debili bir ırmak. Her dem yeni doğarsın; “Senden kim usanası”... Rüzgâr, perçemlerinde dolaştı diye mutlu olur. Dağ seni taşıdığı için övünür. Sular türküne eşlik eder. Varlığınla nasıl da uyum içinde kâinat. Bir bütünsün, o sonsuz koro ile. Değil mi ki, “kendin için istediğini, insanlar için istiyorsun; kendine uygun görmediğini başkalarına da uygun görmüyorsun...” Önüne sayısız engel, aşılmaz duvarlar çıkabilir. Cana kasteden sürecin içinde olabilirsin. Yapabilirliklerin azalabilir. Hedeflerin küçülebilir, üzülme. Yeni hedefler üret. Akideni olayların eline bırakma.
Yeise kapılma. Amacın yerinden sarsılmıyor ya, işte ona dayan. Allah’ın rızasını kazanmak... Ve o rıza, insanlara faydalı olma mücadelesinden geçmektedir. Sen illegal değilsin, yeryüzünün asıl sahibisin. Bu bilinçle bas toprağa, senin varlığın güllerin açmasıyla uyumludur. Yağmurun gözlerindeki ışıltısıyla anlaşmalıdır varlığın. Güven duy. İç bütünlüğünü oluştur. Coşkulu çağlayanın çarmıhlarda oluşu, şelâleye ramak kalışın göstergesidir. Sen illegal değilsin. Umut sensin. O bilmese de, gardiyanın düşünü süsleyensin, basitlik geçmesin yörenden. Utanma, kaçma kendinden. Esenlik iklimiyle uyumlu oldukça yenilgi yok kitabında. Yenilgi yok! Senden başka kim sahip buna? Davran! Bir tebessümün bile, sağ yan meleğini harekete geçiriyor, bu ne dehşetli imkân! Müslüman olmak, yeryüzünde erişilebilecek en büyük pâyedir, unutma! Canı sahibine o uğurda verebilmek, zirvesidir yaşamanın. Ölüm sonrası sözlere sahipsin. Ölüm sonrası mekânların var. Uğrunda bilinçle kaybettiğin her şeyin, hesaba sığmaz karşılığıyla karşılaşacaksın orada. Havsalanı zorla! Senden başka kim erişebilir buna? Küçük bir bedel öderken yalpalama. İnsanlardan ücret bekleme. Tek başına da kalsan, kimseye kızma. Çöken çatının altında birlikte ölünse bile, unutma, herkes tek tek ölür. Tek başına, gerektiğinde, tüm insanlığı karşısına alabilecek bilinçte ve kollektif çabada eriyip mütevazı olabilme inceliğini elinden kaçırmayan anlayışla...
Üzerindeki nimeti hatırla! Hamd atmosferinde yaşa. Rabbine hayranlığı, bir saniye eksik etmeden, soluğuna ekleyerek yaşa. Kitabı oku. Kâinatı oku. Olayları oku. Sürekli... Sürekliliği şiar edin kendine. Yakın, orta ve uzak hedeflerin olsun. Yerelliği ve evrenselliği, çelişkisiz bütünlemeyi başarmış olarak yola çık. Yoldaşlarına iyi davran. Güncelle ilgili ol, fakat ona teslim olma. İnsana sirâyet eden her dert, senin de derdindir; unutma! Say ki, Taif”tesin. Taif bir bilinçtir. Yeniden giyin. Yeis yok! Bilinç, güven ve coşku. Rabbin yardımcın olsun... Daha güzel yardımcısı olan kimdir? (“Yine de Aşk” kitabından)
245
Alev Erkilet Sorunuz kendi içinde pek çok alt başlık içeren detaylı bir soru. Aslına bakarsanız bu tartışmalardan bir dizi kitap yapmak mümkün. Önümüzdeki dönemlerde bu tür çalışmalara rastlayacağımızı da düşünüyorum doğrusu. Konuyu fazla detaylandırmadan sorunun özüne ilişkin birkaç hususa işaret etmekle yetineceğim. Öncelikle sorunuzun ilk kısmında kullandığınız dile ilişkin ufacık bir değinide bulunmak isterim. İslamcılık başlığı altında toplanabilecek girişimleri ifade etmek için seçtiğiniz sözcükler, “çırpınışlar”, “eylem ve söylem çabaları” gibi, baştan itibaren umut vadetmeyen bir alanda yapılan umutsuz girişimlere gönderme yapıyor gibi. Bu nedenle sorgulamaya buradan başlamakta yarar var. Kanımca tarihin belirli bir anında belirli bir “yenilgi” ya da “durağanlık” yaşanmış olması o çabanın anlamını sorgulama hakkını bize vermez. İslam tarihi boyunca peygamberlerin ve sonrasında da bu davaya gönül vermiş olanların uğradığı yenilgi ve kayıplar, mesajın değerini azaltmış mıdır? Kaç peygamber mücadelesini zaferle taçlandırmıştır? Halifeler döneminden başlayarak adaletsizliğe karşı mücadele mecburiyeti evrensel olmamış mıdır? Bu sorulara verilecek cevapların Kur’an’dan başlayarak ve dünya ve İslam tarihi üzerinden okunarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Buradan da anlaşılacağı üzere, Allah’ın bizden beklentisi “başarı” değildir, “hak üzere olma gayretidir”. Burada asıl mesele Allah’ın bizden
ne istediği, bizim de bu konuda çaba gösterip göstermediğimizdir; yoksa büyüklerimizin, anne ve babalarımızın ne yaptıkları, bize nasıl bir miras bıraktıkları değildir. Yine Kur’an’a gönderme yaparak belirtmek isterim ki, pek çok peygamberin ailesi, en yakınları, eşleri, çocukları, ana babaları, peygamberî dualara karşın helâke uğramışlardır. Dolayısıyla, her kuşak, hatta her birey kendisinden sorumludur. Kur’an merkezli olarak kendi sorumluğunu kavramak ve ona göre adaletin tesisi konusunda çaba harcamak mecburiyetindedir. Bizim kuşağı, gençlere iyi örnek olmak konusunda çok başarısız buluyorum. Neden derseniz, öncelikle adaletin yerine iktidar beklentisini koydukları için, ikinci olarak ‘komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’ hükmünü unutup burjuva tüketim kalıpları içinde kayboldukları için, üçüncü olarak sadece başkalarının haksızlıklarını eleştirip kendilerine eleştirel gözle bakmaktan ısrarla kaçındıkları için, dördüncü olarak İslam’ın her aşamada tekrar tekrar seçilmek ve sınanmak zorunda olan ilahi bir mesaj olduğunu unutup onu bir ‘atalar dini’ şeklinde düşünmeye başladıkları için, beşinci ve en önemli neden olarak da İslam’ın bireysel arınma ve bireysel ahlâktan başlamak zorunda olan bir ilahi mesaj olduğunu unutup onu kişisel haz ve çıkarlarını tatmin aracı haline getirdikleri için. Sözün değerini ayaklar altına aldıkları için. Kadınlarının onurları -ister başörtüsü yasakları nedeniyle, ister çok eşlilik konusundaki inanılmaz iştahları nedeniyle, isterse gösteriş tüketiminin araçları haline getirilmeleri nedeniyle olsun- ayaklar altına alınırken, sessiz ve kayıtsız izleyiciler olmaktan öte en ufak bir çaba sarf etmedikleri için.
Müslüman kadını aktif bir siyasi ve sosyal özne olmaktan çıkarıp benim ‘büyük kapanma’ dediğim kısır bir döngü içine soktukları için. Altlarında çalışan ve kendilerini örnek alan genç insanlara adalet ve doğruluk aşılamak ve çıkarlarından büyük davalar adına vazgeçmeyi öğretmek yerine, onlara korku salarak, en basit çıkarları için önlerine gelen herkesi harcamayı bir marifet ve faziletmiş gibi göstermeleri nedeniyle bağışlanacak tarafı yoktur pek çok yaştaşımın, meslektaşımın, yoldaşımın. Üstelik bütün bunları ‘İslam adına’, ‘İslami siyaset’ adına, hatta bizzat ‘Müslümanların hayrı’ adına yaptıklarından, İslami tebliği de imkânsızlaştırmakta ve Müslümanları kapalı devre, kendi içinde ayrı bir topluluk haline getirmektedirler. Ama bütün bunlar bizim ne yapmamız, hangi yolu tutmamız gerektiği konusunda bir örnek ya da gösterge olamaz; bizim için mazeret de teşkil etmez. Çünkü Allah’ın mesajı açıktır ve ortadadır. Bugün olup biten şeyleri kendisine vurarak değerlendirebileceğimiz ilkeler dizgesi ortadadır. Ve karartılmamış vicdanlar, körleşmemiş gözler, içten içe bize doğruları ihtar eden sağduyumuz yerinde ve ayaktadır. Adaletin ve adaletsizliğin göstergeleri, kapitalizmin bizi zenginleştirse de, milyonlarca insanı çağdaş köleler haline getirdiği, kapitalist dünya-sisteminin siyasi üst-yapısının ellerinde milyonların kanı ile gününü kurtarmaya çalıştığı ortadadır. İslamcılık ya da sizin İslami hareketler diye adlandırdığınız yapılar gücün, zorun ve zorbalığın hükmettiği adaletsiz bir dünyada, insanlara adaletin, umudun ve doğruluğun mücadelesinin verilmesinin gerektiğini, bunun bir zorunluluk olduğunu göstermeye çalışmışlardır. 246
Kadının İslam öncesi dünyanın kendisine dayattığı üzere bir utanç kaynağı olmadığını, aktif bir siyasi ve sosyal özne olduğunu öne süren de İslami hareketlerdi. Anti-kolonyal mücadeleye çağıran, kapitalizm ve sosyalizmden farklı bir iktisat ve siyaset biçiminin olanaklı olduğunu vurgulayan da İslami hareketlerdi. İslam iktisadının faizsiz bankacılıktan ibaret olmadığını, bunun amaç-araç bütünlüğü içinde ele alınması gereken bir sistem olduğunu vurgulayan da İslami hareketlerdi. Bu başlıkların herhangi birisi için, bugün önemini kaybetmiştir diyebiliyor musunuz? Eğer diyemiyorsanız o zaman bizim parçası olduğumuz “çırpınışların” anlamını da kavrayacaksınız demektir. Sizler de bu çabanın bir parçası haline gelmek için işin bir ucundan tutacaksınız demektir. Ben meseleye böyle yaklaşıyorum ve yukarıda zikrettiğim tüm olumsuzluklara karşın gelecek için büyük umutlar besliyorum. İnsanlık tarihi boyunca hak ve adalet için mücadele etmiş tüm insanlar sizin için güzel örneklerdir. Hakkını vermeye soyunacaksanız, elinizi taşın altına koyacaksanız, Kur’an’ın mesajı, ufku ve misyonu size fazlasıyla yetecektir. Hiç endişeniz olmasın.
Ali Ayçil Biz İslam’ın Türkiye’yi değiştireceğine inanıyorduk. Ancak İslam’ın misyonunun sadece herhangi bir coğrafyanın herhangi bir tarihi dönemiyle sınırlandırılamayacağının da farkındaydık. Bana kalırsa önemli üç özelliğimiz vardı: Birincisi çok okuyorduk, ikincisi eleştirel bir kafa yapımız vardı, üçüncüsü muazzam bir kardeşlik ortamı oluşturmuştuk. Gençliğinde bunları yapabilen adamlar, sonradan hangi mesleğe girerlerse girsinler ölünceye kadar farklarını korurlar. Türkiye’nin kendine özgü siyasi serüveni, Müslümanların partiyle yol yürümek isteyen kesimini iktidara taşıdı ve diğer pek çok akıllı adam da zaman içinde bu alana kanalize oldu. Bir bakıma siyasi İslam, entelektüel ihtiyacını radikal İslam’dan karşılayarak eksikliğini giderdi. Ortaya tuhaf bir alaşım çıktı sonunda. Başarılı olduk mu sorusu bu karışımda saklı. Hem evet, hem hayır. Son yirmi yılda ülkemiz gerçekten çok değişti. Bunları burada sıralamaya gerek yok, bilinen şeyler. Öyle zannediyorum ki, bizim büyülü üç mirasımız da bugün şu ya da bu oranda gençler tarafından takip ediliyor. Bizim kadar olmasa da okuyorlar, eleştiriyorlar ve kardeşliği önemsiyorlar. Bizden biraz daha dağınıklar ama. Çünkü bizim karşımızda 28 Şubat’la neticelenen sürecin mimarları vardı, şimdikiler o süreci bertaraf eden bir iktidar ikliminde yaşıyorlar. Yumruk atmaya çalıştığımız yer değiştiği için, mirasımız da bulanıklaştı biraz. Şimdiki genç arkadaşlara tek söyleyebileceğim, kendi zamanlarının zulümlerini iyi
ayıklasınlar ve muhalefetlerini öyle kursunlar. Ama bunu yaparken, koşullar değiştiğinde sendelememek için, dinin yalnızca siyasal-coğrafitarihsel koşullarla sınırlı olmadığını da akıllarından çıkarmasınlar.
247
Atasoy Müftüoğlu Bilinçli Tanıklıklar Ahlaki Tanıklıklar Bizim kuşaklar, sizin deyişinizle “büyükler” zihinsel anlamda, ahlaki anlamda radikal bir değişim ve dönüşüm gerçekleştiremediler, gerçekleştiremedik. Zihinsel sömürge durumundan bağımsızlaşmayı başaramadık. Bugün kapitalizme, neoliberalizme, sekülerizme, muhafazakârlığa, gelenekçiliğe entegre olmuş, entegre olmakla kalmamış, bütün bu ideolojileri derece derece içselleştirmiş bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplumda yaşıyor olmaktan kaynaklanan herhangi bir rahatsızlığımız yok. Böyle bir rahatsızlık duymadığımız için de düşünsel, kültürel, ahlaki bir direniş mücadelesi vermedik. Bu tür bir mücadeleyi gündemimize almadık. Taşra dindarlıklarıyla, taşra milliyetçilikleriyle, taşra mezhepçilikleriyle, taşra kültürüyle malûl bir geleneğimiz var. Hepimiz bu geleneğin ağır baskısı altında bulunuyoruz. Bu gelenek, karşı karşıya bulunduğumuz çok şiddetli meydan okumalar karşısında uyumculuğa, teslimiyetçiliğe sığınıyor. Bugün Türkiye de dahil olmak üzere bütün İslam toplumlarının farklı derecelerle de olsa, farklı biçim ve yoğunluklarla da olsa mücadele altında bulunduğunu hatırlamamız gerekir. Günümüz gerçekliği karşısında yenik düşmüş bir ufkumuz var. Daha doğrusu bir ufkumuz bile yok. Dinî hayat, kendisini muhafazakârlıkla tanımlıyor. Muhafazakârlığı bir türlü reddetmeye cesaret edemiyoruz. Statükoculuk ve konformizm gibi çok ağır bir hastalıktan muzdaribiz. Muhafazakâr dinî hayat, üstadlar,
mübarek zatlar, hoca efendiler, şeyh efendiler aracılığıyla düşüncesizleştiriliyor. Düşüncesizleştirilen yığınlar batınî uyuşturucularla, işrakî uyuşturucularla avutuluyor. Herkes, her cemaat sayılarını ve paralarını çoğaltmak için İslami dilden her tür ödünü verebiliyor. Niteliklerin yerini nicelikler alıyor. Kendisini İslam’a nisbet eden yeni bir lümpen kuşak oluşuyor. Büyükler tarihe gereği gibi tanıklık yapmadılar. Tarihsel sorumluluklar üstlenmediler. Müslüman kitlelerin tek akla, tek yoruma kapanmak gibi yapısal bir sorunları var. Kimse bu sorunla yüzleşmek istemiyor. Genç kuşaklar tek akla, tek yoruma, tek boyuta, tek mezhebe, tek ulusa, tek etnisiteye asla kapanmamalılar. Hiçbir yorumu ebedileştirmemeliler, hiçbir aklı kutsallaştırmamalılar. Hiç kimse geçmişte yaşadığı için kutsal olamaz. Hiçbir mübarek zat, hiçbir üstad, hiçbir hocaefendi eleştiriden muaf değildir. Genç kuşaklar hem geçmişe doğru ve hem de bugün bütün “büyükler”i eleştirel bir dikkatle değerlendirmelidir. Eleştiride adaletten ayrılmamalıdır. Genç kuşaklar hiçbir büyüğün kendi ufuklarını kapatmasına izin vermemelidir. Genç kuşaklar kendi kendilerini de sık sık bir özeleştiriye tabi tutmalıdır. Hiç kimse kendi tarzıyla, çevresiyle büyülenmemelidir. Genç kuşaklar önce ahlaki anlamda örnek olmaya çalışmalıdır. Genç kuşaklar çok güçlü içtenliklere, çok güçlü inceliklere, çok güçlü sorumluluk duygularına, çok güçlü analizlere, çok güçlü sorgulamalara/dayanışmalara yönelerek sesi çıkmayanların sesi olmalı, eleştirel tartışmalara açık olmalı, her tür iktidar karşısında hakikatin dili ve ifadesi olmalıdır. Genç kuşaklar evrensel
ufuklarıyla, engin yüreklilikleriyle, engin gönüllülükleriyle, şecaat ve cesaretleriyle temayüz etmeli, duygusallıklara mahkum olmamalıdır. Genç kuşaklar kamuoyunun onayını almak için değil, sayıların ve sistemin onayını almak için değil, Allah’ın onayını alabilmek için çaba harcamalı, eylemde bulunmalıdır. Genç kuşaklar, bağımsız bir varoluş için bilinç alanına çıkmalı, düşünceye cesaret etmeli, kendi tercihlerinin öznesi olmalı, bunun için de büyükleri aşmaya cesaret etmelidir. Büyükleri aşmak, büyüklere saygısızlık yapmak anlamı taşımaz. Ufkumuz genişledikçe, ilgi alanlarımız ve sorumluluk alanlarımız da genişleyecektir. Genç kuşaklar, teslimiyetçi umutlara değil, onurlu umutlara yaslanmalıdır. Genç kuşaklar popüler beğeniye hitap etmek gibi bir kolaycılığa tevessül etmemelidir. Genç kuşaklar, sıradanlaştıran, basmakalıplaştıran, homojenleştiren eğilimlere, akımlara karşı dikkatli olmak zorundadır.
248
Ayhan Bilgen Bizim kuşağın İslam algısına damgasını vuran iki noktaya dikkat çekmek isterim. Bunlardan birincisi 1980 darbesi sonrasında ülke içindeki egemen olan siyasi atmosferde yaşamış olmamızdır. Lise ve üniversite yıllarımız Özal’lı yıllar yani merkez sağ iktidar atmosferidir. Askeri darbenin zihinlerimize kazıdığı “siyasetten uzak duran devletini seven dindar gençler” metaforu hepimizi etkilemiştir. Cemaatlerin yaygın biçimde bu profile uygun çabalar içinde olması son derece belirleyici olmuştur. Ülkeyi darbe atmosferine çeken(!) gençlik hareketlerinden ders çıkarılması ve özellikle “sağ-muhafazakar” çerçevenin dışına çıkılmaması temel dinamik olmuştur. Zihin dünyalarını etkileyen ikinci dinamik ise İran devrimi ve onun yansımalarıdır. Daha muhalif hatta radikal arayışların Kur’an okuma yönteminden tutun, bürokrasi karşısında takınılacak tavra kadar birçok davranışı şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Daha sonra doksanlı yıllardan ikibinli yıllara uzanan dönemde içeride 28 Şubat 1997 atmosferi ve dışarıda 11 Eylül 2001, İslam anlayışı ve çalışmaları üzerinde yönlendirici bir işlev görmüştür. Rehavet ve kendini güven içinde hissetme eğilimi yerine, tedirgin olma, tedbirli olma ve belki bir adım sonrasında safını belirleme tercihi son derece önemlidir. Bugün gerek küresel gelişmeler gerekse ülke içinde egemen olan siyasal iradeye baktığımızda seksenli yıllarla daha benzer özellikler taşıdığını
söyleyebiliriz. Kendini güçlü hissetme ve benzeri “iktidar olma duygusunun ortaya çıkarttığı” bir çok hastalık bugün kendini İslami referanslarla tanımlayan gençlerin önündeki en önemli tehdittir. Egemen söylemlere yani akıntıya uygun pozisyon almak ile hakikateadalete dair bir arayışın içinde olmak arasında net bir ayrım yapmak bugünün en zor sınavıdır. Okunan yayın organlarından, toplantılara hakim olan gündeme kadar bir çok eğitim çalışmasında ya pratik tutum almayı doğurmayan ya da geçmişe öykünme ve soyut manevi değerlere odaklı bir Müslüman tipi öngörülmektedir. Bu tablonun dışına çıkıp hayata, müdahale etme iradesi aşılayan bir kişilik inşası, zulme ortak olmama, hatta karşı mücadele yürütme sorumluluğu ile hareket etme son derece hayati önem taşımaktadır. Geçmişin kavramları ile düşünüp, eski ezberler ve onların beslediği korkularla hareket etmekten uzak durulmalıdır. Geçmişte üretilen emeğe saygılı olmak ve o deneyimlerden ders çıkarmak, aynı hataları tekrarlamamak için gerekir. Ben bugünkü gençlerin bilgiye ulaşma ve onu toplumsallaştırma konusunda geçmiş kuşaklardan çok daha avantajlı olduğunu düşünüyorum. Bu bir imkân sunmakla birlikte daha ağır bir vebal yüklenildiğini de ifade eder. Tutarlı muhalif duruşundan ödün vermemiş ama aynı zamanda kendini yenilemeyi becerebilmiş az sayıda ismi önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Bu isimlerin çok popüler ya da güçlü olmalarını beklemeksizin hatta özellikle yerel imkanlarla, fedakârca sürdürülen çalışmalarının aranıp
bulunması ve hak ettiği destekle motive edilmesi gerekir. Bir kuşak için vefasızlık nasıl ağır bir fatura ortaya çıkarırsa, geçmişi abartmak da ciddi özgüvensizlikleri beraberinde getirir. Bu dengeyi tutturma ve İslam’ın yeni kuşaklara onurlu bir misyon devretmesini sağlama derdi olanların, son derece hassas davranması gerekir. İktidarların İslam’ın içinden hatta İslam adına sergiledikleri haksızlık ve zulmün İslam algısını ne ölçüde tahrip edeceği, zedeleyeceği açıktır. Özellikle Arap baharının doğuracağı imkanlarla Türkiye siyaset fotoğrafını birlikte değerlendirmek ve savaşların, yeni sömürü zeminlerinin karşısında durmak, ezilen halkların lehine bir değişimin savunucusu olmak bugünün en acil görevidir.
249
Burhan Kavuncu Bizim ‘zamanımız’ İslami hareketin de gençlik dönemiydi. Türkiye Müslümanlarının çok sağlıklı bir gençlik yaşadığı söylenemez. Daha çok tanımak ve tanımlamak çabaları içinde, heves ve heyecanlı eylemlilikler söz konusuydu. İslam’ı, Dünya’yı, kendimizi yeniden keşfetme çabalarıydı bunlar ağırlıklı olarak. Muhafazakâr bir dindarlık geçmişinden asli unsurlara (Kur’an ve sünnete) dönüş; sağcı, uzlaşmacı, sığınmacı siyasetlerden kökten değişimi hedefleyen devrimci yönelimler vardı. Ama bütün bunlar sistematik bir dünya görüşünün sonunda ortaya çıkan tavırlardan ziyade, el yordamıyla bulunmuş, çoğu keresinde hayattan kopuk, kendi içinde tutarlılığı olmayan çabalardı. Dünyadaki birçok devrim ve direniş hareketlerinin eşliğinde yükselen bir dalgaydı. Bu dalganın toplumsal gerçeklerden kopuk ve düşünsel sığlıklarına rağmen olumlu özellikleri de vardı. Hâlâ yer yer devam eden haftalık ders halkaları, tefsir çalışmaları İslami bir düşünce ve hayat tarzı arzu eden gençlere çok bir şey veremese de, kavramlarla tanışmanın, cahilî bir hayatın içinde ideal olanı aramanın zeminini teşkil ediyordu. Bu arayış Bosna’da, Çeçenistan’da, Afganistan ve Irak’ta yüzlerce gencimizin şehadetiyle taçlandı. Kürdistan deneyimi ise köktencilik, şehadet, şiddet sarmalının bir faciaya dönüşmesine sahne oldu. Kitaplarda okuyup ülke dışında aradığımız direniş ve zulüm olguları Kürdistan’da elimize değecek kadar yakındı. Ezilen bir halk ve milliyet sorunu karşısında, “biz
ümmetiz, biz İslam’ız” söylemleri gerçekliği kuşatmaya yetmiyordu. Sosyal gerçeklikten kopuk bir din söylemi, kendi halkımız karşısında, sorunlara ve halka yabancılaşmanın dramını yaşadı. Hâlâ da bu dram devam ediyor. Bir dünya görüşünün gücü ve geçerliliği olaylar karşısındaki dayanıklılığı ile ölçülebilir. Müslümanlar iki önemli gelişme karşısında ciddi bir bocalama geçirdiler. 28 Şubat 1997’de başlayan baskı ve saldırılar ile RP/ AK Parti çizgisinde iktidar nimetleriyle tanışma, Türkiyeli Müslümanların ilk imtihanları oldu. Bu sınavların başarıyla atlatıldığını söyleyemiyoruz. 90’lı yılların İslami hareket çabalarından elbette küçümsenemeyecek neticeler de hasıl olmuştur. Tarihi bir gerilemenin ardından insanlar ‘Kur’an demeye başladılar. Meşrutiyet dönemi İslamcılığından farklı olarak daha kitlesel düzeyde, mahallelerde, evlerde Kur’an halkaları yaygınlaştı. Cihad, şehadetin yanı sıra tuğyan, cahiliye, direniş, sebat, takva, arınma gibi bir çok kavram hayatımıza girdi. Her kesimde birbirine benzeyen bir devamlılıktan veya kesintiden, bütünlükten veya parçalanmışlıktan söz etmek doğru olmaz. İslami hareketin kitlesi büyük ölçüde sağcılığa, iktidarın şemsiyesi altında “daha rahat faaliyet gösterme” konforuna yöneldi. Bunun için de muhalif özelliklerini büyük ölçüde kaybetti. Aslında 90’lı yıllarda ipuçlarını yaşadığımız “içeride uzlaşma, dışarıda cihad” eğilimi, bilinçli bir tercihten ziyade bir kolaya kaçma ya da yönlendirmeye uyum sağlama çizgisi idi, bu, AK Parti ile birlikte iyice netleşti.
Kürt sorunu ve yoksul sınıflar gibi kendi ülkesindeki halkın ezilenleriyle ilgili politika ve eylemlilik geliştiremeyen bir hareketin muhalif karakteri olamazdı. Bazı alanlardaki muhalefetinin de süreklilik kazanması mümkün değildi. Nitekim “Türkiye Müslümanları” adı altında toplanan grupların ezilen halka dair politikasızlığı, günümüzde kolayca AK Parti yandaşlığına dönüşebilmiştir. Rejimin laik vasfına karşı olmayı gerektiren ‘dini muhalefet’, toplumsal alanlarda gerçek ve tabii bir gündeme sahip değilken nasıl gerçek bir muhalefet ve direnişten bahsedebilirdi ki? Ama hâlâ, iktidarla ilişkiler neticesinde sağlanan zeminlerde çıkıp konuşabiliyorlar. Bugünün Müslüman gençliği arasında madenlerde ölen işçilere, tersanelerde, traktörlerde, iş güvenliği olmaksızın çalıştırılan, açlığın yanısıra ölüme terk edilen işçilere, işsizliğe veya asgari ücrete mahkum edilen mustazaflara sahip çıkan bir damar var. İş, aş derken, makam, mevkii, zenginlik peşinde koşan AK Parti dönemi gençliğinden farklı olarak Kur’an kavramlarına önem veren, İslam’ı yaşamaya gayret eden bu gençlerin ne kadarlık bir kitleyi temsil ettiğini bilemem. Ancak eskiden olmadığı kadar sağlıklı ve net olan bu duruş bana heyecan veriyor. Giderek sağcılaşan ya da ‘geri’ dönen ağabeylerinden ayrışmanın sağladığı bir netlik olabilir bu. Yani tümüyle içselleştirilmemiş, tepkisel ve bu sebeple geçici bir yönelimden söz edilebilir mi bilemiyorum. Bu bağlamda Özgür Açılım ve TOKAD gibi örnekler, geçmişte yaşamadığımız nadir ve kıymetli tecrübeler. Antikapitalist Müslümanlar ve bir kısım Kürt gençlik çalışmalarının da kendi yatağını 250
buldukça doğru bir zeminde anlam kazanacağını ümit ediyorum. Kendine ait gündemler, ancak kendi örgütlü mücadelemizin açtığı alanlarda mümkün olabilir. Kürt sorununda bu mümkün olmadığı için genel olarak sol/ seküler grupların peşine takılmak izlenimi verildi ister istemez. Kürt Müslümanlar ezilen halkın direniş inisiyatifini yeniden (Şeyh Saidlerden sonra yeniden) sağlayıncaya kadar bu sorun devam edecek. Yine de kendimize ait bir mücadele ve gündem çizgisinin belirlenmesi kaçınılmazdır.
Cahit Koytak
Celalettin Vatandaş
Sevgili genç kardeşim, “Eleştirmek, sorgulamak, muhalefet...” Kendini, bunlarla fazlasıyla yorulmuş, yaşlanmış ve ruhen biraz da yoksullaşmış hisseden biri olarak, sadece Müslüman gençlerden değil, ‘Büyük Aile’nin bütün çocuklarından, bütün gençlerden, genç kardeşlerimden, çocuklarımdan, kısaca ifade etmem gerekirse: kendilerini, dünyayı, var oluşu, bunların Yaratıcı’sını, Yaratıcı’nın işlerini, Yaratıcı’nın yazılı, yazısız kitaplarını, tarihsel, tarih üstü habercilerini, insanı ve onun işlerini v.s. - bütün bunlar hakkında hazır bulduklarını yedeklerine alıp, onları mitolojilerden arındırmaya çalışarak - kendi adlarına ve kendi gözleriyle, kendi yürekleriyle, herkese ve insanca olan her şeye kucağını açık tutan bir sevgiyle, keşfetmeye çalışmalarını isterdim. Başka ne istenebilir ki? Daha iyi bir dünyayı talep etmenin, onu hak etmenin ve kurulmasına omuz vermenin, benim bildiğim başka yolu yok çünkü.
Gençlik, her ne kadar konuyla ilgilenenler arasında görüş birliği olmasa bile, ergenlik döneminin başından yirmili yaşların ortalarına, hatta sonlarına kadar uzanan bir dönemin ismi olarak anlam kazanmaktadır. Bu yaş grubu, tabii olarak psikolojik, biyolojik ve sosyal şartlar açısından hızlı ve önemli düzeyde değişikliklerin yaşandığı, birçok açıdan bireyin psikolojik çatışmalar, gerilimler, kimlik inşa etme süreci açısından krizler yaşadığı bir dönemi temsil etmektedir. Bundan dolayıdır ki bu dönemin geleneksel kültürde karşılığı delikanlılık çağıdır. Bilginin az veya teorik, dolayısıyla tecrübelerin yetersiz olması bireyin “deli kanlılığına” ilave katkılar sağlayarak, “kanını delice akıtmaktadır”. Dolayısıyla gençlik çağı insan hayatında önemli bir geçiş aşamasını ve birçok bakımdan sorunlu bir dönemi oluşturmaktadır. Bireyin bu dönemde kişilik ve karakterinin temel özelliklerini oluşturması, kimliğini inşa etmesi, dönemin önemini daha da artırmaktadır. Tüm bunlar karşısında bireyin gerek ailesi ve gerekse yakın çevresi ve toplumu, devlet kurumu açısından da örneğin eğitim sürecinde desteklenmesi, problemlerinin çözümüne katkı sağlanması, kimliğini doğru inşa etmesine yardımcı olunması ve kişiliğini doğru inşa etmesinin imkân ve şartlarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Ancak konu bağlamında ve özellikle de toplum ve eğitim sistemi bağlamında konuya yönelindiğinde son derece 251
önemli yanlışlıklar ve eksikliklerle karşılaşılmaktadır. Eğitim sistemi bireyi “iyi vatandaş” olarak inşa etmenin ve ulus devletin bilinçsiz bir bağımlısı kılmanın ötesinde bir işlev yerine getirmezken; toplum ise her geçen gün popüler kültürün savuran, ilkesizleştiren, kimlik ve kişiliği tahrip eden özellikleriyle daha fazla içli dışlı hale getirip genç mensuplarını daha da bilinmezlikler girdabına dahil etmektedir. Popüler kültürün yaygın ve yoğun şekilde gündemde tuttuğu şiddet, cinsellik, sorumsuzluk, hazırcılık, hazcılık, irrasyonellik, etik ve estetik değerlerden yoksunluk gibi özellikleri genç bireyleri her geçen gün en azından kendi öz varlıklarına, insan oluşlarına daha fazla yabancılaştırmaktadır. Popüler kültürün nakil aracı olan kitle iletişim araçları gençliği bilgisiz ve bilinçsiz kılmanın çabasını yürütür hale gelmiştir. Artık geçmişin tecrübelerinden yararlanmayan, geleceğinin kaygısını taşımayan bir kuşak inşa edilmektedir. Ve maalesef bu kuşak evimizin içinde, sokağımızda, okulumuzda, pazarımızdadır. Eğer gelecek kaybedilmek istenmiyorsa bu kuşağın dikkate alınması, eğer vicdanlarda hala bir canlılık emaresi varsa bu gençliğin bir kez daha düşünülmesi ve fıtratın sesine kulak vererek neler yapılması gerektiğinin ve yapılabileceğinin hesaplarının yapılması gerekmektedir.
Cihan Aktaş Gençlik Halleri Kuşaklar arasında muhakkak ki bir devamlılık var ama bu devamlılık bir ırmağın debisinin (hacimsel akış hızının) hep aynı kalacağı anlamına gelmez. Birçok bakımdan bir kuşak, aşırı ya da mutedil ölçülerde kopmalar gösterse bile bir önceki kuşağın bir devamıdır, eğer kuşaklar arasındaki mizaç ortaklığını kökünden ortadan kaldıracak savaş, devrim ve göç gibi olaylar veya kitlesel ölümlere yol açan afetler yaşanmamışsa. 1980 kuşağı ile 2000’lerin gençliğinin mizaçları arasında bir fark meydana getirecek birkaç husus sayılabilir gibi geliyor bana: 1980’lerin gençliği bir askeri darbe sonrası ikliminde kendini var etmeye çalışıyordu. Dini söylemler, semboller ve görünürlük, “irtica” söyleminin baskısı altındaydı. Buna karşılık yükselen İslamcılığın getirdiği bir öğrenme, gündem oluşturma, kavramlarda derinleşme ve cemaatleşme eğilimi belirgindi. Ümmet ruhu ve İslam kardeşliği algısının uygulamadaki yaklaşımları aynı dönemlerde alttan alta kabarmakta olan Kürt meselesini apayrı bir sorun olarak görmeye izin vermeyen bir toptancılıkla malûldü maalesef. “İslam gelecek, dertler bitecek” deniliyordu. Bunun yanı sıra İslami terminoloji açısından sorunlu bulunarak yeniden tanımlanmak istenen demokrasi, ulus devlet, milliyetçilik, özgürlük, sanat, kamusal alan, aile, kadın hakları, üretim ve tüketim gibi kavram, kurum ve olgular yoğun olarak tartışılıyordu.
Başörtüsünün kamusal alanda yasak olması, büyük bir enerjinin bu alandaki itiraz ve sorulara yönelmesi anlamına gelmiştir. Fakat aynı zamanda bu yasak zaman içinde daha bir belirginleşecek olan bir tür yas duygusunun, cinsler arasındaki denklikte bir zedelenmenin, yasak gündemine kitlenme sebebiyle oluşan bir çölleşmenin de kaynağı. 1980’ler dergicilik, kitap yayıncılığı, İslami duyarlığa sahip kesimler için önem arzeden faaliyet merkezleriydi. O açıdan da İslamcılığın kültürel yanı ağırlıklı bir hareket olduğunu düşünürüm. Ancak o enerji, 90’lardan itibaren belediyeler ve siyasi alana yönlendirildiğinde, bütün idealist hareketlerde olduğu gibi çeşitli sınavlardan geçti. Dolayısıyla günümüz gençliği üzerine konuşurken bu değişen şartları hesaba katmadan doğru tespitlerde bulunmuş olmayız. Çünkü ne de olsa sistem tarafından baskılanma yıllarının oluşturduğu agorafobiyi hesaba katmamız gerekiyor, günümüze özgü bazen “yozlaşma”, bazen “savrulma” olarak tanımlanan sahneleri değerlendirirken. İslamcılık konjonktürel bir reflekstir. İslam tek, dönemsel bir çözüm arayışının eseri olarak İslamcılıklar çeşitlidir. 1980’lerden 2000’lere uzayan siyasal, toplumsal ve kültürel sorgulama ve talepleri, bütün sonuçları ve sorunlarıyla birlikte kendi içinde değerlendirerek günümüz toplumsallığıyla ilişkilendirmek gerekir. Günümüzde iki türlü gençlik algısı çatışıyor gibi geliyor bana: Bir tarafta bir türlü tamamlanmayan bir gençlik çağına özgü mitlerin, ikonların, rüyaların peşinde, kendini gerçekleştirme arayışını sürdüren bir gençlik var. Hep alacaklı olduğunu düşünen bir gençlik bu. 252
Diğer tarafta ise eksikliğini borçlu olmasında arayan bir gençlik var ki, Asr-ı Saadet sahnelerini andıran özverili faaliyetlerle, kanayan bir yara gördüğünde “adam aldırma da geç git” demeye izin vermeyen duyarlıklarıyla seçiliyorlar. “Sokak” ve “kardeşlik” iftarlarını onlar gündeme kazandırdı. Sade hayat telakkisi için çırpınıyorlar. Demek istediğim, Müslümanların sistemle ilişkilerindeki görece değişiklikler bir taraftan kendi merkezli tuzu kuru bir Müslüman gençliğe ilişkin imajların altını çizse de, aklı başında bir gençlik çözümlemesi için fotoğrafın bütününü görmek gerekiyor. Fotoğrafın bütününü göstermek ise bir dil ve üslup problemi anlamına geliyor kanımca. Günümüz gençleri neler okuyor, yazıyor, tartışıyor, böylelikle hangi temeller (veya sömeller) üzerinde bir dil kuruyorlar... Çünkü, nasıl 1980’lerin gençliği ileriki yıllarda dilini tamamen bir siyasal muhalefetin oluşturduğu gündemler üzerinden kurmanın sıkıntılarıyla yüz yüze gelmişse, günümüz gençliği de tamamen siyasal iktidarla ilişki ve yakınlığın oluşturduğu bir gündemle benzeri sıkıntıları yaşayabilir. Bu nedenle de sadece hakkaniyet ve hakikat gözetilerek, insan teki ve Müslüman olarak maslahat icabı değil de hakikatı incitmeme adına oluşturulan bir gündemle gelişen, tazelenen bir dilin geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemede zorunlu olduğunu düşünüyorum. Son olarak Aliya İzzetbegoviç’in İslam Deklarasyonu’nda yer verdiği (Musa Carullah, Mehmet Akif ve Ali Şeriati’nin de bu bağlamdaki eleştirileriyle örtüşen) ve sıklıkla atıfta bulunduğum bir ideal gençlik eğitimi eleştirisine değinmek
istiyorum: Gençleri, idare edilmek üzere “tâbi” olacak şekilde itaata çağıran bir eğitimi, ideal eğitim olarak yüceltmekten sakınırken; çoktan yeni eğitim formasyonu ve müfredatları üzerine düşünüyor olmamız gerekirdi. Aliya, günümüz dünyasında Müslüman toplumların topraklarına hakim olan yabancılar karşısında direnç gösterememelerini işte şu sözlerle, iyi terbiye adına sürdürülen, “tebaa”yetiştirmeye dönük terbiyeye bağlıyor: “Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk. (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu!” (sf. 103, Fide, 2007) Müslüman genci hayat yolunda ilerlerken ikileme ve açmaza sürükleyen önemli bir problemin altını çiziyor Aliya: Müslüman genç ola ki edepli olmayı muti mizaca bağlayan terbiyeyle hayatın icapları arasında yüz yüze geldiği karşıtlığın sebep olduğu çatışmayı çözümlemek için bazen bütün bir ömür çaba göstermeli. Her kuşak öteki kuşaktan öğreniyor; gençler de soruları ve cevaplarıyla bir önceki kuşağın bakış açısının tazelenmesine katkıda bulunuyorlar. Kendi düşüncesine sahip olabilmek, düşünce üretebilmek, günümüz gençliğini tanımlayan bir nitelik olsun isterdim. Bu dili ise kuşkusuz hem kitaplar öğretiyor bize, hem de insanlar, toplum.
Fatma Barbarosoğlu Hangi büyükler ve hangi gençler diye sormak gerekiyor. Dinleyen ârif, söyleyen ârif olduğu sürece söz bitmez. Efendimizin sünnetine uyduğumuz sürece devamlılık daima söz konusudur. Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmak birinci meselemiz olduğunda geçmiş kuşakların yaşadığı sıkıntıları yaşamaya devam ettiğimizi görürüz. Bu bizim kul olarak imtihanımızdır. Heva ve heves peşinde koşanlar daima vardı. Onun için büyükler zamanı ve mekânı nasıl idrak edeceğimizin derdiyle dertlenmişlerdir. İbn el vakt olmak. Benim en temel meselem bu. Zamanı ve mekanı idrak konusunda zihnimizi ve kalbimizi berraklaştırdığımızda, aynı sorunları tekrar ve tekrar yaşamaktan kurtuluruz. O halde soru şu: Zihnimizi ve kalbimizi nasıl berraklaştıracağız? Ahlâk ve ibadet ile. Günümüzün tartışmalarına baktığımızda kulun kul ile ilişkisindeki sıkıntıları görüyoruz. Ahlâk üzerine değil siyaset üzerine kafa yoruyoruz. Oysa siyaseti ahlâktan boşandırdığımız zaman bizim Müslüman şuuru ile dünyaya söyleyebileceğimiz bir harf bile kalmaz. Ahlâk üzere olduğumuzda gönülden kopan hu sesi içimizin ve dahi dışımızın renklerini berrak eyler. Müslüman olarak kuracağımız ilk cümle zaman ve mekan tasarrufuna dair olmak zorunda diye düşünüyorum. Diğer bütün sıkıntılar bu iki başlıktan doğar, çeşitlenir. Zamanı kul olarak idrak etme, iman ehli 253
olarak değerlendirme şuuruna sahip olmadığımızda öncelikler hukuku hayata geçemez. Mekan tasarrufu kulun kul ilişkisi ile alâkaladır. Zaman idraki kulun hem ilahi hem insani olan ile ilişkisini belirler. Eskilerin malayani işlerden uzak durmak konusunda ince ince nasihatta bulunmuş olmaları bu durum ile alâkalıdır. Söylediğimin anlaşılması için önce söylediğim ile kalbimin mesafesinin birbirine uzak olmaması gerekiyor. Gençler beni dinlemiyorsa sebebi budur. Gençler mazur ve masumdur. Sesimi ve sözümü berraklaştırmaya çalışıyorum. Gayret bizden, tevfik Allah’tan.
Hüseyin Akın Seksenli ve doksanlı yılları içersine alan benim ait olduğum kuşak köykent ikilemini en canlı ve en derinden yaşayan kuşaktı. Sosyolojik anlamda göç kültürünün bütün tezahürlerini üzerinde barındırıyordu. Kent imkânlarıyla birazcık soluklanma fırsatı yakalayan babaların ilkokuldan sonra okula gönderdiği –en azından ortaokul ve lise okuma şansı elde ettiği- kuşaktık. Sosyoekonomik açıdan yaşadığımız muhitle başka semtler arasındaki çelişkiyi fark etmekte zorlanmamıştık. Büyükşehirlerin kenar mahallelerinde tutunma savaşı veriyorduk. Köyden, kırsaldan, geleneklerin içerisinden gelmiştik ve şehrin gerçek sahipleri nezdinde ötekiydik. Çamaşırlarımızı sokaklarda kurutuyor, terli terli su içiyor, yamalı pantolonlar giyiyor, veresiye defterine adımızı yazdırıyorduk. Neredeyse hepimiz babaları gece mesaisine kalan çocuklardık. Babalarımızın omuzlarına çöken yorgunluğun failini yakalamıştık. Bir sömürü çarkının ürünü olduğunu anlamıştık. Babalarımızla oturup konuşup sohbet edemesek de sokaklara ve meydanlara karşı bağırmayı, çığlık atmayı, duvarları yumruklamayı öğrenmiştik. Seksenli yıllar gençliğinin ilk hareketi sosyokültürel ve ekonomik temelli bir yerini yadırgama hareketidir ki bu hareket aynı zamanda İslami bilinçlenmenin ilk kıvılcımı olmuştur. İçimizdeki isyan ahlâkını aksiyoner bir ruha dönüştüren tercüme eserlerin katkısını da hiçbir zaman küçümsememek lazım. Seyyid Kutup,
Muhammed Kutup, Ali Şeriati, Abdülkadir Udeh, Meryem Cemile, Lahbabi, Hasan El-Benna, Yusuf Kardavi, Abdülkadir Es-Sufi, Malik bin Nebi… gibi isimlerin eserleri yerimizin neresi olduğu konusunda bizim için işaret fişeği oldular. Bu sayede İslami terminolojinin camit ve ölü kelimelerine taze kan aşılanmış oldu. Önce kelimeleri ve kavramları yattığı yerden kaldırarak terminolojik atalete dur denildi. Muhaliftik; çünkü farkındaydık. Farkındaydık; çünkü mekanizmanın içerisinde değildik. Kimimiz çift ihtilal kimimiz üç ihtilâl çocuğuyduk. Ergenliğimiz tam da 12 Eylül kâbusuna denk geldi. Yüzümüzdeki sivilcelerin farkında bile değildik. Arif Ay’ın dediği gibi: “Biz Erzurum’da otuz üç kişiydik/ Ölümden çok zulüm gördük”. Ve derken her ihtilâl sonuçlarını ateşi söndükten sonra verirmiş gerçeği burada da kendini gösterdi. 12 Eylül sonrası işbaşına gelen Turgut Özal fırtınasıyla birlikte liberalizm dalgası Müslüman kitleyi de genç ihtiyar dinlemeden kasıp kavurdu. Apolitik, benmerkezci, rekabetçi gençlik tasarımı hızla uygulamaya konulup şekillenmeye başladı. “Bir elinde bilgisayar bir elinde Kur’an”la idealize edilen Özal dönemi yeni gençlik projesi İslamcı kesimi de fazlasıyla etkisi altına aldı. Daha teknik, daha mekanik ve pragmatik bir gençlik anlayışı memlekete hâkim olsa da bir elinde Kur’an olan gençlik fotoğrafı dolgu malzemesi olmaktan öteye geçemedi. 12 Eylül’ün ürettiği normalleşme süreci memleket insanını dindar-dinsiz aynı üretim-tüketim ilişkilerinin parçası haline getirivermiştir. Müslümanların henüz muhafazakârlaşmadığı süreçlerde muhalif olmanın sağladığı enerji, İslami hareketi yeniden 254
canlandırmıştır. Başörtüsü sorunu, İmam Hatiplerin orta kısmının kapatılması, inançlara yapılan baskılar aslında Türkiye’deki İslami algının aksiyoner bir karakter kazanmasında önemli etkiye sahiptir. 28 Şubat öncesi olarak ifade edilebilen bu dönemde ülke sınırlarını aşan bir İslami direniş kendini göstermekteydi. Özgürlükleri sadece kendisi için istemeyen, tüm dünya Müslümanlarının bağımsız ve özgür yaşaması için kafa yorup sokağa çıkan insanların direniş ve kararlılığı bugün itibariyle gelinen süreçte kırılmıştır. Zira gençlerin büyük bir kısmı istikbâl ve imkân sarmalında dolanıp durmaktadırlar. Ne mücadele edecek alan, ne de kavga edecek sebep kalmamıştır. Bugünkü Müslümanların ağrıyan ve acıyan yerleri yer değiştirmiştir. Bundan sonraki kavga rant, miras ya da arazi kavgası olacağa benzer. Uzun lafın kısası, ben “Türkiye’nin gençleri yoktur; çünkü bu ülkede ihtiyar kalmadı” diyen İsmet Özel’e bu konuda daha yakın duruyorum. İçinden çıkıp geldiğimiz inancın ve kültürün yetişkin insanları, fikren aramızda yaşamıyorlar artık. Tezleri, iddiaları ve tutuculukları olan yaşlılarımız neredeyse kalmadı gibi. İhtiyarlarımız çağdaşlık, liberalizm ve modernlikte gençleri bile sollamışken, hangi gençlik ve de hangi İslami hareketten bahsedebiliriz?
İlhami Güler Türkiye’deki İslami hareketlilik, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi, siyasal baskı/tahakküm ve ahlaki çürümenin etkisine -İslamın 1400 yıllık tarihine olan güvenin doğurduğunaif bir tepkidir. Bu hareket, ne İslam uygarlığının 1400 yıllık eskimesini, ne de kurumsal, kavramsal ve politik çöküşünü anlayabilecek yetkinliğe sahipti. Üstelik Batıda son dört yüz yıllık dönüşümün çapını, derinliğini ve etkisini de anlamaktan acizdi. Sonuç yirmi-otuz yıllık bir köpük etkisinden sonra zayıflamaya ve LiberalKapitalist hegemonyaya eklemlenmeye çalışmaktadır: Muhafazakârlık, Ilımlı İslam, Hoş-görü, Diyalog, Piyasa İslamı, Kültürel İslam... Mevlana, İbn Arabi, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli...nin yeniden keşfedilmeleri vs... Politik bir direniş dili oluşturabilmek için, derin ve entelektüel anlamda sağlam ve çetin bir Dünya Görüşü’nün yanında kuvvetli bir İman veya Metafizik dilinin oluşturulması gerekiyor. Ali Şeriati, Muhammed İkbal, Fazlurrahman, Taha Abdurrahman, Nakip El Attas, İsmail R. Faruki, Roger Garaudy vb. bunu yapmaya çalışan bazı isimlerdir. Alternatif bir İman/dünya görüşü/ metafizik oluşturmadan, bunun evrensel metanette dilini kurmadan bir şey yapılamaz. Gençlere tavsiyem, eğer İslam’ı dava ve dert ediniyorlarsa, Batılıların son dört yüz yılda ortaya koydukları çaba gibi ağır bir sorumlulukla karşı karşıya olduğumuzu unutmasınlar ve kendilerine düşeni kendileri yapmaya çalışsınlar.
Abilerinden öğrenecekleri herhangi bir şey yok. Çünkü hepsi çok meşgul ve hepsinin çok “işi” var oldu.
255
Kadrican Mendi Meseleyi Türkiye’deki “İslamcı siyasi gelenek” ya da “geleneksizlik” üzerinden tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Tabii ilk elden “siyasi gelenek” ile kabaca “gelenek”i kastetmediğimi belirteyim. Dindar camiada “gelenek” olarak olumlanan şey aslında çoğu zaman, “iktidar”ın tekelinde tuttuğu “siyasal alan”ın dışında varolabilen, gündelik hayata ilişkin pratiklerin salt insan-insan zemininde gerçekleşebildiği alana dairdir. Bizim kastettiğimiz siyasal gelenek ise, bir öğreti ya da ideolojinin, örgütlü yapılar tarafından, siyasal mücadele içinde oluşturdukları ya da geliştirdikleri ilkeler ve tavırlar bütününü ve bir sürekliliği ifade eder. Dolayısıyla “gençlik” meselesini tartışmanın bu çerçeve içinde anlamlı olabileceğini düşünüyorum. Yoksa salt varlığı itibariyle “gençlik” siyasal değil ancak tarihsel bir kategoridir. Kendi başına “gençlik” ya da “yaşlılık”a dair yapılacak özcü değerlendirmelerin sorudan murad edilen amaca götürmeyeceğini düşünüyorum. Aynı şekilde “yeni Müslüman nesil” terkibindeki özellikle “nesil” vurgusunun da yukarıdaki çekincelerimiz dolayısıyla sorunuza verilebilecek cevapları sınırlayacağını düşünmekteyim. Kur’an’ın; “nesil” yada “gençlik” gibi kategorilere özcü anlamlar yüklemediğini “nesil”i “toplum”la ilişkili olarak “gençlik”in ise –mesela
Ashab-ı Kehf kıssasında olduğu gibiherhangi bir olumlu yada olumsuz değer yüklemeksizin verildiğini görüyoruz. Ancak soruda kastedilenin siyasi bir gelenek olarak “İslami hareket” içinde gençlik olduğunun da farkındayız. Lakin bir “İslami hareket” iddiasını doldurabilecek bir gerçeklik söz konusu mu ? 90’lı yılların başlarında yani 20’li yaşlarımda; İstanbul Üniversitesinde bir öğrenci olarak, ya da memleketim Sakarya’da; devam ettiğimiz mekandan hareketle “asmaaltı” ya da “yeni camii cemaati” olarak tesmiye edilen bir İslamcı-aydın çevresinin “unsuru” olarak yaşadıklarım ve “gençlik” sonrasında devam ettiğim, Türkiye İslamcılığına ilişkin okuduklarım ve tecrübelerim, bana bizim “İslami Hareket” diyebileceğimiz, ya da Türkiye’ye İslam dünyasından bakıldığında bu isimlendirmeye layık görülen bir gerçekliğin olmadığını söylüyor. Soruya beklenen cevap Türkiye’de İslamcılık tarihini tartışmaya mütehammil değil, doğal olarak. Lakin bu tespitleri yapmanın ayaklarımızı yere basmamız açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan kabaca denebilir ki; Türkiye’de İslamcılık; “baba”ları tarafından “şehre okusun diye” gönderilen “oğul”ların hikayesidir biraz. Dolayısıyla biraz varolma kaygısı, biraz “bekle beni İstanbul, yeneceğim seni” arabeski, biraz “köyden indim şehere” neşvesi içerir. Ancak “okumaya” gelmiş bu gençlerin, 70’li yılların sonunda belirmeye başlayan siyasallaşması 12 Eylül ile birlikte bitirilmiş, dışarıda kalanlar ise siyasal mecrasını yitirmiştir.
Dindarların şehre gönderdiği bu ikinci nesil gençler (ilkini demokrat parti harcamıştır) bu süreçte maalesef yine devlete teslim olmuşlar, tüm iddialarından vazgeçerek Özal’ın eteğine sarılmışlardır. Bu yüzden yaşananlar siyasal bir tecrübeye dönüşmek yerine bir “çocukluk ayıbı” olarak görülmüştür. Türkiye İslamcılığı 80 sonrasında özellikle cezaevlerinde farklı siyasal geleneklerden gelen “başka” gençlerin “İslamlaşması” ile yeni bir soluk kazanmıştır. Bu çok kritik bir meseledir. Türkiye dindarları siyasallaşamadığı için, kendi örgütlülükleri, aydınları ve önderlerini 80 sonrasına taşıyamamış, bunun yerine farklı “siyasal gelenek”lerden gelen “eski ülkücü”,”eski solcu” “yeni İslamcı”lar eliyle yepyeni bir süreç başlamıştır. Ancak bu yeni unsurlar-gençler, geldikleri siyasal geleneklerin içinden taşıdıkları tavırlarıyla süreci belirlerken, dindar camia yani saf “İslam” iddiasında olan cemaatler, İslamcı bir siyaset oluşturma cehdi bir yana “siyaset”i devletle karşı karşıya gelme olarak algıladıkları için apolitik bir tavrın içinde kalmaya devam etmişlerdir. Dolayısıyla dindar babanın, oğlunu okusun diye şehre gönderdiği süreç, bu oğulların “Müslüman bir genç” olarak sağdan ve soldan uzak durdukları, okullarını bitirip istikballerini kurtardıkları ve kendi oğullarına da aynısını tavsiye ettikleri, aynı hikayenin sürekli tekrar ettiği bir kısır döngüye dönüşmüştür. Doksanlı yıllarda bu döngünün dışına çıkabilen “oğullar”; üniversitelerde, kurulan yeni yayınevleri, çıkarılan yeni dergilerde görünür hale gelen “yeni” bir “İslamcı 256
gençlik” ise siyasal olarak var olabileceği bir mecrası olmadığı, ya da kendini ifade edemediğinden; büyük oranda sonradan kutsallaştırılan “bireysel aydın tavrı”nın içinde kalmış, örgütlü yapılar ise “siyaset” kavramıyla yaşadıkları ikircikli münasebet dolayısıyla kendilerini “cemaat” tanımı içinde tutmaya özen göstermişlerdir. Dolayısıyla 90’larda siyasal olarak çok hareketli gibi görülen üniversitelerde dahi Müslüman gençlerin durumu aslında; bir yandan kendisinden “istikbal beklentisi” olan “Baba” ile öte yandan söz söylemeye kalkıştıkları her durumda karşılarına çıkan “siyasal ” arasında kalmışlığın gerilimlerini taşır. Bu gerilim büyük oranda cemaatlerin “yaşlılar”ı ile “üniversitelerdeki gençler”i arasında da yaşanmaktadır. En radikal görülen yapıların “Ağabeyler”i dahi üniversitelerdeki gençlerin insiyatif oluşturmalarından, o “çok hızlı” zamanlarda dahi rahatsızdırlar. Türkiye genelinde hızlı bir siyasallaşmanın yaşandığı bu süreçte, dindar camianın ana gövdesi siyaseti -“Özalizm” in gevşetici etkisiyle- “devlet”e yanaşmak olarak okurken, bunun dışında kalan yapıların, üniversite gençliği ya da aydınlar üzerinden gelişen tavırları ise “siyasallaşma” meselesini bir tür “Frenkleşme - yabancılaşma – modernleşme” dolayımıyla kavradıkları için akim kalmıştır. Dolayısıyla “gençler”den oluşan bu aktif unsurlar, siyasallaşamadıkları için “radikal”leşmişlerdir. İşin ilginç tarafı bu “radikaller”e getirilen eleştirilerin, bireysel açmazlarından hareketle -aslında bir türlü başaramadıkları“siyasallaşma”nın yol açtığı
rahatsızlıklar olarak mahkum edilmelerine dönük olmasıdır. Bu tartışma sadece geleneksel cemaatler tarafında yapılmakla kalmamış, bizzat bu “radikal” yapıların içinde dahi özeleştiri olarak gündem tutmuştur. 90’lı yıllarda “biz çok siyasallaştık” sözde öz eleştirisiyle kendilerini yadsıyan, bireyselleşen ya da cemaatleşen bu gençlerin, Akp iktidarıyla birlikte siyasetin içine giriş ve onun içinde kalış biçimleri meselenin vehametini göstermesi açısından mercek altına alınmalıdır. O zamanın “radikal” ancak siyasallaşamamış İslamcı gençliğinin, bugün Akp saflarına savrulmalarını anlamak bu yüzden zor değil. Meseleye bu açıdan bakılınca “İslamcı duyarlılıklara sahip isim ve hareketlerin muhalefet ve direniş dilini yitirdikleri”nden ziyade “muhalefet ve direniş” gibi şiar edinilmiş ilkelere sahip bir siyasal geleneğin ortada olmaması ile yüzleşmek zorunda kalırız. Bu yüzleşme, bugünün gençlerinin eskilerin açmazlarını anlamaları ve aynı hatayı tekrarlamamaları açısından hayati öneme sahiptir. 28 şubat’la birlikte siyaseten terbiye edilen İslami yapıların, çözümü “yeniden” cemaatleşmede bulmaları ve “yeniden” “siyasallaşma”yı mahkum etmeleri tüm yetişmiş kadrolarının Akp siyasetinin kuyruğuna takılmalarını engellememiştir. Bugün hala geleneksel yapıların dışında kalan “İslamcı” denilen- ki bu tanım dahi çoğu zaman sorunlu görülür- yapıların örgütsel tercihleri ve karşılıkları “cemaat”tir. Ve cemaatler doğaları itibariyle siyaset oluşturamaz, ancak mevcut siyasette taraf olabilirler.
Tercihini bu yönde kullanan yapıların “gençler”le ilgili projeleri bu yüzden 50’lerin “nesil yetiştirme” iddialarının tekrarından ibarettir. Bu yüzden üniversite gençliğine bugün kariyer planlaması ya da çocuk eğitimi dışında verilebilen ya da önerilebilen bir şey yoktur. Bu denklemde “siyaset” yapmayı düşünenlerin adresi ise tabiî ki Akp’dir. Uzun lafın kısası; kendi siyasal mecrasını bulma, buradan kendi pratiklerini ve ilkelerini geliştirme, örgütlerini ve kadrolarını çıkarma ve olgunlaştırma sorumluluğunu taşıyan gençlere dönük hazır bir reçetemiz yok. Ancak o zamanlar olduğu gibi şimdi de yapılacak tercihler var. “Devlet/iktidar karşısında net bir pozisyon, süreci kavrayabilecek yeterli entelektüel donanım, İslam’a ilişkin usulî bir perspektif ve mutlaka, ve mutlaka örgütlülük “ ise bugünün gençlerine tavsiyemiz olabilir.
257
Mehmet L. Arslan Biz dava dendiğinde savaşa giden Osmanlı atları misali kanı kaynayan ağabeyler/ablalar tanıdık. Ama şimdiki gençler için dava kelimesi bir anlam ifade etmez oldu. Bunun onlar açısından endişe verici bir şey olduğunu düşünenler bugünün gençlerinde kendi gençliklerini görmek isteyenlerdir. Bu mümkün değil. Herkes kendi hayatını yaşar; çünkü herkesin şartları öznel ve özgündür. Dolayısıyla kimseden dünün şartlarının gerektirdiği bir donanım ya da yönelim beklememeliyiz. Mesuliyet de donanım da bugünün şartları ile telif edilmiş bir muhtevada olmalıdır. Peki bunu kim belirleyecek? Eğitim ve terbiyenin büyüklerin işi olduğunu düşünüyorsak bunun öncelikle onların işi olduğunu anlayabiliriz. Ama anlaşılması gereken iki nokta daha var. İlki, büyüklerin gençlere yönelik yaklaşımlarında tashih gerekliliğidir. Mevcut yaklaşımlar ya ihmalci ya da üstten buyurucu tabiatlarıyla sahih değiller. Bu noktada çok ayrıntıya girmeden iki beden dili sünnetinin kapsamlı bir şekilde gündem yapılması gerektiğine inanıyorum. En güzel örneğimiz Peygamber Efendimiz döndü mü bütün vücudu ile dönerler ve çocuklarla konuşurken onlara göz hizalarından hitap etmeye dikkat ederlerdi. O, yan bakışı olmayan, ilişkilerde kalbî boyutu önceleyen ve muhataplarına kıymet veren bir sosyalliğe sahipti. Muhtemelen bu yüzdendir ki “Beni yaşlılar tekzip, gençler tasdik etti” şeklinde ifadelendirdiği bir genç kabule mazhar olmuştu. Dolayısıyla O’nun
mesajını temsil iddasında olanların ne kadar genç kabule mazhar olduklarını sorgulamaları şarttır. İkbal’in ifadesiyle O “genç peygamber”dir, sözü önce gençleri cezbetmiştir. Sözüm gençleri cezbetmiyor diyen gençleri değil sözünün kalitesini ve nebevi mesajla ilişkisini sorgulamalıdır. Sözümüz gençleri nasıl cezbedecek? Burada anlaşılması gereken ikinci nokta gençlerle aramızda fasl-ı müştereklerin artmasının gerekliliğidir. Ortak alan ya da ilgilerle buluşamadığımız kimse ile ortak bir kadere sahip olamayız. Büyüklerin gençlere yönelmesi gerekiyor ki ilgi doğsun. İlgi olmadan sevgi, sevgi olmadan müştereklik oluşmaz. Herkesin mevcut çalışmaları içerisinde gençleri ne kadar dert ettiğine bakması gerekiyor. Hayatlarının en deli dolu zamanındaki gençleri ne kadar gündemimize alıyor, onlarla hangi noktalarda ne seviyede buluşuyoruz? Aslında bu çok daha temel bir sorgulamayı gündeme getiriyor: hayatla ilişkimizin kalite düzeyi ne acaba? Ne kadar coşkulu, ne kadar cıvıl cıvıl hayatlarımız var? Ağır abilik yaparak hayatı ıskalamak değil, dünyayı peşimizden koşturacak bir aşkınlıkla hayatın her alanında bitmeyen bir enerji ile var olmamız gerekiyor. Bir zaman hayatı sevmek şükürdür diye yazmıştım. Hayatiyet diğer hayatları cezbeden bir mıknatıstır. Bir hayatımız var ama hayatiyetimiz var mı? Bunu, her büyüğün, gençlerle ilişki kurmak bağlamında düşünmesi gerekir.
Metin Önal Mengüşoğlu Dünyanın son elli yılına Türkçe dilinde okuyarak, kafa ve kalbimin imkanlarıyla da gözlemleyerek tanıklık etmiş birisiyim. Tam elli yıldan beridir kendimi Müslüman olarak tanımlamakta ve tanıtmaktayım. İslam adına sözlü, yazılı yahut fiili her neye rastlamışsam onunla bir biçimde alaka kurmuşumdur. Benimsediysem aralarına katılmış, kalbime yatmamışsa eleştirmişimdir. Numan bin Sabit merhumun muhteşem tanımlamasıyla, kendi fıkhımı/ anlayışımı geliştirmeye, kurmaya çalışmışımdır. Malum ki o büyük düşünür fıkhı/ hatta ilmi, “kişinin leh ve aleyhindekini bilmesi” biçiminde anlamlandırmıştı. Anlayışımı edinirken ve de yaşarken o günlerde muazzam barikatları aşmam gerekmişti. Bir kısmına takılıp tökezledim, bir kısmınıysa aştım. Dünkü günde sahih İslam iman ve anlayışına erişmek bugünkü kadar kolay ve rahat değildi. Bırakınız müşrik ve münkirleri, en büyük engeliniz Müslümanlığı kimseye kaptırmayan cahil dindarlardı. Gerçi bugün de yine benzer engellerden söz etmek mümkündür. Lakin bugün, o günkü gençlerin yani bizim elimizde mevcudu bulunmayan bir takım ciddi imkanlar vardır. Birincisi, kendilerine yukarıdaki soruları yönelteceğiniz ağabey ve ablalarınız var. İkincisi, kütüphanelerinizi dolduran telif ve tercüme bir hayli literatür birikmiştir. Hatırlıyorum, Malatya’da Fikir Kulübü’ne devam ediyorduk. Altmışlı yılların başındaydı; M. Said Çekmegil 258
ağabey bize, Kur’an-ı Kerim’i Türkçe anlamıyla okumamızı söylemişti. Uzun arayışlar sonrasında Hasan Basri Çantay mealine erişmiştim. Birbiriyle mukayese edecek ikinci bir meal mevcut değildi. Oysa bugün kütüphanelerimizde telif ve tercüme meal ve tefsirlerin sayısı neredeyse üç yüz sayısına varmak üzeredir. Bugünkü gençlerin gözünü korkutan esasen nedir biliyor musunuz; mevcut muhafazakar demokrat hükümet ve onun imkanlarıyla gürbüzleşen kimi eski İslâmcılar. Size açıkça şunu söylemeliyim ki, on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başı itibariyle bu ülkede de gelişmeye başlayan, adına yanlışlıkla İslâmcılık denilen hareketin bugünkü temsilcileri, asla Türkiye’deki muhafazakarlar ve onların sempatizanları olamaz. Çünkü bunlar o gün İslam için ortaya çıkan yenilikçi/ ıslahatçı önderleri, reformculukla suçlayan statükocuların devamıdırlar. Hiçbir zaman sahih İslam idrakinin gelişmesi ile alakadar olmamış, dogmatik, gelenekçi, muhafazakar tutum ve davranışlarıyla her vakit sahih olanın önünde engel teşkil etmişlerdir. Ne zaman ellerine iktidar ve varlık imkanı çıkmışsa, onu da egoistçe kullanmış ve asla kardeşleriyle paylaşmamışlardır. Belki sadece yandaşlarını buna ortak etmişlerdir. İşte sizin muhalefet ve direniş dilini yitirdiğini söylediğiniz kimseler bunlardır. Onlarla sizin ne alakanız olabilir ki? Nitekim eğer siz onlarla birlikte bulunsaydınız böylesi soruşturmalara ne ihtiyacınız olacaktı ki? Öyleyse bir kere daha dönüp dikkatle kendinize bakın, derim. Direniş dilini anlarım ama muhalefet dilini ben anlamıyorum. Çünkü ben hem kendimin hem de siz gençlerin muhalif değil birer muvafık
olduğunuzu düşünüyorum. Muhalif olan İblis ve onun elemanlarıdır. Bizler meşiyyete, fıtrata, tabiata muvafakatla düşünen ve yaşayan Müslümanlarız. Hiçbir vakit olmadığı kadar ümitvarım. Müslüman dünya son elli yılda ürettiği tefekkür malzemesiyle, son bin yılda üretilen birikimi çoktan aşmıştır. Siz, iktidara yürüyüp de dünya nimetleri ortasında kendini kaybedenlere ne bakıyorsunuz? Dünya ve Müslümanlar onlardan mı ibaret sanıyorsunuz? Hayır! Benim gözlemim odur ki son elli yılda, okyanusların dibindeki derin sıcak su akıntıları gibi, adeta alttan alta gelişen, genişleyen, muazzam bir tevhidi bilinç ve sahih idrak oluşmuştur Müslümanlarda. Cemalettin Afgani, Abduh, Muhammed İkbal, Said Halim Paşaların devamı elbette ne Erbakan ne de Erdoğan hareketidir. Çünkü onlar hala bu yenilikçilerle çatışmaktadırlar. Oysa siz işte bu yenilikçi/ ıslahatçı ruhun devamısınız. Kardeşlerim, çocukları, damat ve gelinleriyle benim birinci dereceden hısımlarımın sayısı altmışı buluyor. Hepsinin en yaşlısı benim. Ve tümü tevhidi bilince sahip, okumaya, düşünmeye, üretmeye çalışan müminlerdir. Bu sayıya siz gençleri de kattığım zaman ben umutlu olmayacağım da kim umutlu olacak? Son sözüm şudur, evlenmeye kalktığım bin dokuz yüz yetmişli yıllarda ailem, çevremizde başını kendi arzusu ve inancı doğrultusunda örten tek bir kız bulamamıştı. Bu olayın size bir şey söylemiş olması lazım. İmanınızın ve kendinizin kıymetini bilin, hepiniz biriciksiniz. Allah’a emanet olun.
Muharrem Balcı
Öncelikle belirtmem gerekir ki, bir ülkede hamiyet bittiyse, hamiyetli insan tükendiyse kapıya kilidi vurup hicret gerekir. Henüz hamiyetin tükendiği duruma gelmedik. Allah’ın izni ile de gelmeyeceğiz. Bir anımı hatırladım. Başında bulunduğum teşkilatın bir şubesinin yöneticisi, şube büro kirasını ödeyemediklerinden bahisle zor durumda kaldıklarını, bu gidişle şubeyi kapatabileceklerini söylemişti. Ben de kendisine, “Eğer o şehirde hamiyet ve hamiyetli insan tükendi ise hemen kilidi vur anahtarı da bana gönder” demiştim. Aradan birkaç ay geçtikten sonra beni illerine çağırıp çok bereketli bir program yaptılar ve bu gün en çalışkan ve üretken şubelerimizden biridir. Bugün İslami Hareket devam ediyor. İslami Hareketi en geniş anlamıyla alıyorum. Devam etmesi, “yaşayan sünnet” bağlamında, her birimizin yaşayan sünnetin basamak taşları olmayı kabullenmesi ve sürdürmesi suretiyle devam ediyor. Bizler bizden öncekilerin devamcısı, izleyicileriyiz. Bugünün kuşağı da bizim kuşağın izleyicileri. Bu zaviyeden baktığımızda bir devamlılık söz konusu. Yaşayan sünnet tabirini bir başka birlikteliğimizde inşallah daha teferruatlı konuşuruz. Bu bir “şefaat zinciri”dir. Önde gidenlerin arkadan gelenlere, arkadan gelenlerin de öndekilere ulanması, amellerinin birleştirilmesi, “olgun birikimin genç enerji ile bütünleşmesi”dir. Bu zincirin, bu bütünleşmenin devam ettiğini 259
düşünüyorum, görüyorum ve yaşıyorum. Her ne kadar içinde bulunduğumuz şartlar ve oluşumlar, kapitalist ekonomi, liberal söylemler, seküler yaklaşımlar, popülizm ve muhafazakar yaşam tarzı zaman zaman bu inancımızı örselese de, iman-amel bütünlüğümüz içindeki yaşamımız bizi her an umut tazelemeye sevk ediyor. Bu sevkiyatta, her dönem olduğu gibi iman – amel bütünlüğüne, şefaat zincirine önem verenlerin varlığı temel teşkil ediyor. Aksi halde tek kaldığımız dünyada hicret farz olurdu. Hicret etmediğimize göre hala umut var demektir. Kaldı ki umudumuz amelimizle birlikte hamdolsun devam ediyor. 60-70’li yıllardaki imkanlarla bugünkü imkanlar aynı değil. Bu yüzden kuşaklar arası kıyaslamalar yapmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca 40-50 yıl önceki imtihanlarımızla bugünkü imtihanlarımız da aynı değil. Her kuşağın sorunları, açmazları, sınavları farklı. Belki de bizim en önemli fonksiyonumuz, geçirdiğimiz imtihanlarla bu kuşağı bilinçlendirmek. Bir örnek vermek gerekirse; Dün mücadelemizde farkında olmadan bizzat döşediğimizi sandığımız ucuz ve peşin ön açmalar, bugün projecilik adıyla gençleri ucuz profesyonelliğe yönlendirmekte. İnsana dokunmayan popülist projelerle arkınızı açanlar, dün bizim önümüzdeki arkları açarak bizi yanlış yönlere ve sonuçlara sevk etmişlerdi. Sorunuzda önemli bir argüman kullanıyorsunuz: “İslamcı duyarlılıklara sahip isim ve hareketlerin muhalefet ve direniş dilini yitirdikleri tartışılan bir zamanda, ‹büyükler’in gençlere işaret edebilecekleri bir misyon/ufuk
sorgulaması”. Muhalefet ve direniş dili hiçbir zaman ortadan kaybolmaz. Çünkü direniş ve muhalefet kıyamete kadar sürecek. Allah’ın, “İçinizden hayra çağıracak bir topluluk bulunsun” buyruğu aynı zamanda O’nun bir yönlendirmesi, bir yardım vesilesidir. İslam kıyamete kadar baki ise direniş de kıyamete kadar baki olacaktır. İslam iktidar olduğunda bile, “emr-i bil ma’ruf” içimizdekilere, “nehy-i anil münker” İslam’a muhalefet edenlere karşı devam edecektir. İslam alemi 3 asırlık bir geri çekilme dönemi yaşıyor. Ancak medeniyetleri medeniyet kurma azmi, pratiği ve potansiyeli olan ümmetler kurar. Bu azim ve pratik İslam Ümmetinde var. Yapılacak ve yapmaya çalıştığımız iş, külleri eşeleyip, benliğindeki medeniyet parıltılarını azme dönüştürmektir. Burada dikkat çekmek istediğim önemli husus, dilin sekülerleşmesidir. Birkaç yıl önce bir arkadaşım şöyle demişti: “Uzun zamandır dikkat ediyorum, ne ben ne de diğer İslamcı yazarların birçoğu İslami kavramları kullanmıyoruz. Mesela “bereket” kavramını neredeyse yazı dilinde unutmuşuz”. Bunu önemsiyorum. Dil sekülerleşmemeli. Aksi halde zihinler de kavramlarla düşündüğünden, zihinler de sekülerleşir. 80-90’lı yıllarda tercüme yapan genç arkadaşlarımızın dilinden rahatsız olurdum. Uyarırdım. Şimdi aydınlarımız seküler dili fazla kullanır oldular. Unutmayalım ki, herkes kendini en iyi kendi ana diliyle anlatabilir. Misyon meselesine gelince: Misyon, sürekli bir amacı ifade eder. Sürekli amaç, kişinin veya organizasyonun neyi ne için, kim için ve nasıl yaptığı ve yapması gerektiği anlamınadır. Latince’de göndermek anlamına kullanılan “missio” terimi,
Hıristiyanlığı yaymada kullanılmıştır. Bu yönüyle ‘yayma’ amacını da ifade eder. Bu haliyle misyon, yüklenilmiş görevdir. Gönüllülük esasına dayanan birlikteliklerde, örgüt üyelerini aynı amaç doğrultusunda ortak bilinç ve hedeflere ulaştırıcı ortak nitelikler oluşturmaya misyon denilmektedir. Bir şeyin gerçekleşmesini tarihi gerçekliğe bağlamak sağlıklı bir yöntemdir. Bu haliyle tarihimizdeki Ahilik örneğine bakabiliriz. Ahilik gönüllülük esasına dayanan bir sosyal organizasyondur. Ahilik, kendine temel misyon olarak, ‘mükemmel fertler yetiştirmeyi’, ‘mükemmel topluluklara ulaşmayı’, ‘dünyayı düzene sokma yoluna yapışmayı’ ve bu şekilde “insanlara ve insanlığa hizmet” etmeyi belirlemiştir. Tüm bu özelliklerin Ahi teriminin “kardeşlik” anlamı ile bütünleştirilmesiyle bireysel ve toplumsal misyonun güzelliği ortaya çıkmaktadır. İster bireysel isterse toplumsal sorumluluk bazında olsun, düşüncenin ve eylemin yaygınlaştırılması için, hukukumuza malik olma anlamında arzulanan her türlü sonucun peşinde ve arayışında olmamız gerekmektedir. İşaretlediğimiz bu seçenek, bizi her türlü kurumsal yapılanmanın kutsallığından daha ötelere, yapıların bizi sarmalamasından daha ileri misyonlara taşıyacaktır. Ancak tüm bu sıraladıklarımız için gençlerimizde bazı belirtiler, görünümler, kısaca ‘cevherin cisimleşmiş’ hali olarak tanımlayabileceğimiz özelliklerin bulunması gerekmektedir. O halde vizyon kavramına geçebiliriz. Vizyon, “bir insanın, bir kurumun, geleceği kestirebilme anlamında basiret sahibi olması, buna göre ayakta kalabilmesi için, mücadelesini geleceği 260
kuşatacak şekilde planlı ve sistemli bir şekilde çizmesi becerisidir.” Mutlu bir gelecek tasavvuru, amaç olarak belirlenen hedeflere (misyona) ve bu hedefe nasıl ulaşılacağına dair donanıma (vizyona) bağlıdır. Dolayısıyla misyon ve vizyonun net olarak tanımlanması ve şekillenmesi gerekir. Bir başka deyişle hedef anlaşılabilir, ulaşılabilir ve gerçekleşebilir olarak ortaya konmalıdır. Ahiliğin tüzüğü sayılan Fütuvvetnamelere göre Ahi: “Huyu güzel, namaza devamlı, infak eden, babasına ihsanda ve itaatte bulunan, komşusunu ağırlayan, eline geçeni veren, işlerini güzelleştiren, sözlerinde doğru olan, ameli salih, sır saklayan, ahde vefalı, sevgiye riayet eden, doğruluk ve şeffaflık ilkesiyle muamelede bulunan, yalanı ve riyası olmayan, helal kazanç peşinde olan, harama bakmayan, halka ihsan eden, kendisinden ayrılanları dolaşan, ona vermeyene veren, zulmedeni bağışlayan, kötülük edene iyilik eden, şeriata bağlı, kardeşlerinin haklarını eda eden, komşularına karşı müsamahada bulunan, ihsanlarla keremler eyleyen (cömert), kendilerinden uzak olanı soran, yakındakini dolaşan, hastayı ziyaret edip halini hatırını soruşturan kişidir.” Ahinin üç şeyi bağlanır, üç şeyi açılır: • Gözü, haram olan şeylere; ağzı, günah olan sözlere; eli, zulümlere bağlanır. • Kapısı, konuklara; kesesi, kardeşlerden ihtiyacı olanlara; sofrası, bütün açlara açılır. Ahilik vizyonunu oluşturan temel bileşenlerden birisi de ‘tasarlanan gelecek’tir. Günümüzde yapılan bilimsel araştırmalar da benzer sonuçlara ulaşmaktadır.
Buraya kadar anlatılarımız ve belki de idealize etmek olarak tanımlanabilecek öngörülerimiz, bildik tanımıyla ütopya değildir. Tarihi gerçeklikten gelecek tasavvuruna bir yol haritasıdır. İşte bu yolculukta yeni kuşağı bekleyen tehlikeleri “dönüştürme projeleri” olarak tanımlayabiliriz. Bizim kuşağa az çok bulaşmış bu projeler, yeni kuşağı sarmalıyor diyebiliriz. Bunlar Sekülerleştirme - Protestanlaştırma - Muhafazakarlaştırma olarak belirlenebilir. Yeni kuşağımıza iman – amel bağlamında Bireysellik, Toplumsallık, Adanmışlık (Asketizm), Pasifizm ve Aktivizm kavramlarının iyi anlatılması gerektiği kanaatindeyim. Zira “Şayet biz bu Kur’an’ı bir dağın üstüne indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün, İşte biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz” (59-Haşr21) ayetindeki misyon, vizyon yüklemesinin altından ancak böyle kalkabilirsiniz. İnsan fıtratı, insanın diğer yaratıklara karşı üstünlüğü ve insana verilen nimetler karşısındaki sorumluluklarının izahı bu söyleşinin sınırlarını aşar. Herkes gibi bir ‘hikaye’ ile başlamış, hikayeyi yolda yazmaya çalışmıştım. Hikaye devam ediyor. Ara duraklarda sıkıntılarımız var. Biraz gerilerden bu günlere sıkıntılarımızı ifade eden bir şiirimsi ile bitirelim. Ola ki sorunuzun son bölümünün cevabı bu dizelerde saklı olabilir. 1 Sultan Murad döneminde ortadan kaldırılan ve mensupları yeniçeri yapılan Ahilik daha sonra, Ahi Kurumlarının maddi, manevi, bedeni
ve fikri yönden tüzüğü sayılan Fütüvvetnamelerin esaslarına bağlı kalarak sadece esnaf kuruluşları haline dönüşmüştür. Bu esnaf kuruluşlarına da Lonca’lar denmiştir.
261
Nazife Şişman
Bizim zamanımızda diye başlayan cümleler kurmaktan imtina etmeye çalıştım hep. Çünkü gençlerin böyle başlayan cümlelerin devamını dinlemediğini bizzat kendi tecrübemden biliyorum. Tabi bir de geçmişi mükemmelleştiren ve gerek zımnen gerek açıkça dünden bugüne istisnasız bir bozulma sürecinin var olduğunu ima eden bir söyleyiş tarzına karşılık gelir bu ifade. “Gençler bozuldu” yargısı kadim dönemlerden beri değişimin dönüşümün şaşırtıcılığına bir tepki olarak okunabilir ancak. Çünkü hiç bir zaman homojen bir “gençlik”ten bahsedemeyiz. Zaten bir kaç yüz yıl öncesinde bugünkü manada gençlikten de bahsedemeyiz. Otuz yıl önce belki daha “idealist” bir kuşaktı zamanın “Müslüman genç”leri. Ama fazla sosyolojik bulunma riskine rağmen söylemek zorundayım. Onların yaşıtları olan sağcı, solcu gençler de idealistti. Sadece ülkeyi değil, dünyayı kurtarıyordu sabahlara kadar bütün gençler. Renk olmayan renklerde pardösü giyen tesettürlü kızların sıra arkadaşları da yağlı saçlarla, parka ve postallarla dolaşıyordu, dişilik değil kişilik vurgusuyla. Bu bakımdan bir takım eylem, yaklaşım ve tavırları aynı jenerasyonun içinde değerlendirirsek daha adil bir karşılaştırma yapabiliriz. Bugünün NLP özgüvenine yaslanan, tüketim üzerinden kendini gerçekleştiren, hayat tarzı seçimiyle kimliğini kuran, bireyci gençliğin hakim kodlarını dikkate alarak gözlemlemek gerek “Müslüman gençlik”i de. Çünkü Müslüman gençler bir vakumda yaşamıyorlar. Ve din bir istikamet verse
de bütün sosyal, siyasal, iktisadi ve kültürel durumları belirleyen yegâne etken değil. Bu bakımdan bir önceki kuşaktan her farklılığı bir dejenerasyon olarak etiketlemek haksızlık olur. Tabi tüm bunları söylerken sosyal gerçekliğin belirleyiciliğine teslim olmak değil kastettiğim. Sadece konjonktürün, dili, üslubu, tavır alış tarzlarını etkileyeceğini dikkate almamız gerekir diyorum. Dikkate almamız gereken bir diğer husus ise homojen bir “Müslüman gençlik”ten bahsedemeyeceğimiz gerçeği. Bu söylediklerim kendi kuşağıma bir uyarı olarak okunabilir; bir önceki kuşağı mükemmelleştirerek günümüz gençliğini yargılayıcı bir üslup ve dejenerasyon söylemi içinden değerlendirmemeleri için. Ama adaletli değerlendirme tek taraflı olmaz. Diğer uçtaki yaklaşıma da işaret ederek adil/mutedil/vasat yolu bulmamız gerekir. Büyüklerin gençlere işaret edebilecekleri bir ufuk/misyon kaldı mı? sorusu sanki olumsuz cevaplanması mukadder bir vurguya sahip. Sorunuzu soruş tarzınız bile eskinin İslamcı büyüklerinin bugün siz gençlere bir şey söyleyemeyeceği cevabını ilzam ediyor. Geçmişte o kadar mükemmel bir tavır alış sergilemişlerse, bugün o “büyükler” nerede sorusunu sormakta kendilerince haklıdır gençler. Zira günümüzde İslamcı duyarlılıklara sahip bir önceki kuşağın iktidar ve zenginlik üzerinden kötü bir sınav verdiğini, vazgeçişlerle ve teslimiyetlerle malûl bir tavır geliştirdiklerini ortaya koyan mebzul miktarda örnek mevcut. Ama nasıl ki gençlik için homojenlik algısı yanıltıcı ise, homojen bir geçmiş yaklaşımı da yanıltıcıdır. Hangi “büyükler” kastınız? Bunu netleştirmek gerek.
Esasında herkes kendi zamanına doğarsa da tecrübenin önemi asla ikinci plana atılamaz. Geçmişle bağını kurmayan bir birey ya da cemaatin bugüne dair esaslı bir konum alması ve bugüne bir şey söylemesi mümkün değildir. Bu minvalde değerlendirilmek üzere klişe bir “abiler, ablalar” yaklaşımından ziyade, fikirlerin, hikayelerin belki de ayrıştırarak bilinmesi gerekiyor bana kalırsa. Bir de ufuk birilerinin diğerlerini “yönlendirmesi” marifetiyle değil, bir istikamet üzere birlikte yol almakla hasıl olur ancak. Bu yolculukta tabii ki hesap sormak ve hesap vermek gerekir. Ama böyle bir sorgulama ve hüküm verme sürecinde tek yönlülükle, yani birilerinin yargıç birilerinin zanlı koltuğunda oturacağı hiyerarşik bir tavır alışla adalet temin edilemez. Hele böyle tarihsel, toplumsal ve siyasal meselelerde. Yargılamak kolaydır. Ama kulak vermek zordur. 90’lardan beri konuşuyoruz biz de tüm dünya ile beraber. Özgürlük ifade özgürlüğünden ibaret sanki. “Bağır herkes duysun”, hatta öyle bir bağır ki başka hiç bir ses duyulmasın. Bunu temrin ediyoruz. Oysa ağız değil kulak olmak gerek. Çünkü biz iman edebilmek için önce işittik, sonra itaat ettik. Başka bir medeniyetten, başka bir coğrafyadan, başka bir çağdan Aristo bile bize hâlâ bir şeyler söyleyebiliyorsa, söze kulak kesilmek olmalı bize düşen. Hakkı söyleyen bir ağız, dinleyecek bir kulak bulunduğu sürece her kuşağın birbirine söyleyeceği şeyler olacaktır.
262
Asım Gültekin
Allah yolunda ve O’nun rızası gözetilerek yapılmış işlerin, gösterilen çabaların meyvelerini ne zaman vereceği belli olmaz! Etkisi bitmiştir sandığımız bir güzel çabayı on yıllar sonra kendisine rehber edinen yeniler gelebilir, gelmektedir, gelecektir. Bir yandan da büyük masraflarla, reklamlarla ortaya çıkmış niceleri yok olup gitmiştir, gidecektir. Yeni neslin olumsuzluklarını görmeye düşkün oluşu biraz muhafazakâr bir tepki biçimi olarak algılıyorum ben. Gençlere ne verdik ki onlardan bir şey bekliyoruz? Sağcılık verildi gençliğe, belediyecilik verildi. Liberallik verildi, muhafazakârlık verildi. En verilmeyen şey yine İslamcılık oldu. İzzetli bir Müslümanca ortam oldu en veremediğimiz şey! İzzetli, haysiyet sahibi Müslüman insanlar, âlimler, ârifler, cami cemaati, kültür adamlarımız hep olacak inşallah yine de. Zamanın ve mekânın sanallaştığı bir devirde sahici ağabeyleri gençlerimiz nereden bulur, bilemiyorum. Sahici ağabeylerin, kardeşlerin güzelliğini nereye kadar fark edebilirler, ne dereceye kadar, bilemiyorum ama bir şey yapacaksak gelecekte yine Müslümanca kaygılarla hayatını sürdürmeye çalışanlarla bunu yapabileceğiz. Türkiye’de her türlü din anlayışının az çok bir geleneği var artık. Çoğu yapıların geleneklerini aktarmada zorlandıklarını görüyoruz. Rejimin kontrol altında tuttuğu camilerden çıkıp sokağa, kamusal alana çıktığımızda bir türlü camiye geri
dönemedik. Camiye dönememenin faturasının ne kadar ağır olacağını gelecek nesillerde korkunç boyutlarda yaşayacağız ne yazık ki! Camileri diriltmek gibi İslamcı bir iddia ile camilere sahip çıkmamız lazım. Camilerle dirileceğiz biz! Yoksa sömürgeci kapitalistler bizi modern hayat tarzlarının kölesi yapacak. Gündelik hayatı Kuran’dan, Sünnetten, kitaplardan beslenerek kurmayanlar yeni nesillere “kendisi himmete muhtaç dede” olarak görünmekten kurtulamayacaklar. Bundan önceki Müslümanlarımız kültürde, sanatta pek üretici olmadılar. Özellikle gençlerin üretimini cesaretlendirmede, desteklemede aşırı cimri davrandık. Hele kültür ticareti denilen şeyi dinle alâkalı ürünlerde çok sığca sundular insanımıza. Bundan sonrasında gençlerin üretmesini teşvik etmemiz gerekmektedir. Hedef olarak sadece Türkiye’de değil, Dünyada kültürel iktidar olabilmek hedefimizde olmalı. Bunun şu an çok uzağındayız. Siyasi iktidar olunca vazifelerimiz, görevlerimiz bitti diye düşünenler, hislere kapılanlar yanılıyorlar. Kültürel iktidarda olmaktan ise çok uzakta bir yerdeyiz. Dolayısıyla, eksikleri kendisi tespit edebilen ve üretebilen gençler; onlara, en çok onlara ihtiyacımız var.
Sabiha Ünlü
Büyük ölçüde bir parçası olduğunuz, geçmişte İslâmi Hareket adına ortaya konan çırpınışların, söylem ve eylem çabalarının, bugün, yeni Müslüman nesilde bulduğu karşılık nedir sizce? Bir devamlılık söz konusu mudur acaba? Bugün, bire bir karşılık bulduğu söylenemezse de göreceli bir devamlılıktan söz edilebilir. Geçmişte var olan, siyasi parti çalışmalarıgençlik kolu etkinlikleri, tarikatların, Nur Cemaati’nin faaliyetleri, vakıfdernek çalışmaları, legal-illegal diye isimlendirilen örgütlenmeler bugün de var. Yalnız, birçok değişim ve dönüşüm geçirmiş şekliyle var. Adeta genleriyle oynanmış, ciddi bir mutasyona uğramış durumdalar. Dönüp geçmiş yıllara baktığımızda, İslâmi Hareket-hareketlilik adına çok çeşitli çalışma ve eylemlerin yapıldığını görürüz. Silahlı siyasi örgütlenmelerden tutun da, en pasif sivil itaatsizlik eylemlerine kadar ne ararsanız bulabileceğiniz zengin bir laboratuar görünümündedir yetmişliseksenli yıllar. Mağduriyet yaşamaktan bıkmış-baskılardan bunalmış Müslümanların, rejime karşı muhalefet ettikleri, farklı tonlarda ve renklerde itiraz seslerini yükselttikleri yıllardır. Doksanlı yıllarda durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Müslümanlar siyasi parti olarak güçlenmeye, bir yerlere gelmeye, sisteme entegre olmaya, yılların mağduriyetini üzerlerinden atmaya başladılar. 263
Doksanlı yıllar, Müslümanların, siyasette-parlamenter sistemde biz de varız, ülke yönetimine biz de talibiz dedikleri, seçimlerden birinci parti olarak çıktıkları, koalisyon ortaklığı yaptıkları, İstanbul-Ankara gibi büyük şehir belediyelerini aldıkları yıllardı. 28 şubat’ta (1997) rejim, bu umutlu gidişin önüne, toplarıyla tanklarıyla dikildi ve “Dur!” dedi. Onların ifadesiyle, rejim yani demokrasi, irtica tehlikesine karşı kendini savundu ve kahramanca korudu. Ordunun sivil şakşakçıları, mecliste bile darbe yapıp, seçilmiş milletvekiline –kendi ilkel usullerince- haddini bildirmeye kalktılar. O zaman bu insanlık suçu Mecliste ciddi bir tepki görmedi. Birkaç ferdî çıkıştan başka Müslüman vekillerden toplu bir itiraz sesi yükselmedi. Tesettürlü vekil adeta elbirliğiyle, büyük bir suç işlemişçesine meclis dışına itildi. Kalan sağlarla-hiçbir şey olmamış gibi- gene o mecliste yola devam edildi. İlk ciddi kırılmanın o dönem yaşandığını söylemek mümkün. Müslüman, acziyeti kabullenip kendini rejimin güçlü görünen tehditkâr kollarına bıraktı. 28 Şubat Darbesi’nin, normalde, Müslümanlar arasında umumi bir bilinçlenme ve uyanışı netice vermesi beklenir. Oysa tam tersi bir şekillenmeyi netice verdi. Adeta Müslüman’a bükemediği eli daha fazla zorlamak yerine -kerhen de olsa- öpüp başına koyma yolunu daha ehven gösterdi. Yeni Müslüman nesle gelince; onlar iki binli yıllara -AKP iktidarınauyandılar. Gençler gözlerini açtığında, Müslüman ağabeylerini-amcalarını iktidar koltuğunda otururken buldular. Müslüman’ın iktidardaki çıraklığına,
kalfalığına, ustalığına bizzat şahit oldular. Mazlumiyet dönemine yetişemedi, mağruriyet dönemini fiilen yaşadılar. Yani bu nesil gençler, büyüklerinin ekseriyetle sorgulama anlayışını yitirdiği, hatta rejimin İslâmlaştığını sandığı, Başbakan’ı “bizden olan ulul emr” olarak algılayıp mutlak itaat modunda yaklaştığı bir dönemde hayata atıldılar. Ne yazık ki iyi bir miras devralamadılar. Yeni Müslüman nesle ne mi devrettik diye soracak olursanız: Hedefsizlik, ümitsizlik, sorumsuzluk…Güce itaat… Kendi zaman ve tecrübenizi hatırlayarak-hatırlatarak, o gün ve bugünün Müslüman gençlerini, zaaf ve imkânlarıyla mukayese eder misiniz? Aslında her dönemin kendine göre zaaf ve imkânları, zayıf ve güçlü yanları vardır. Avantaj ve dezavantajları yani. Eskilerin genelinde; kendi döneminin zorluklarını dile getirip sızlanma, sonradan gelenlerin imkânlarına bakıp ne kadar şanslılar diye hayıflanma ve bu şansı gençlerin kötüye kullandıklarından yakınma yaklaşımı vardır. Gençlerde de, “Ne güzel, sizin zamanınızda telefon internet böyle yaygın değilmiş, tabi ki başka işlere vakit bulursunuz, siz daha şanslıymışsınız, o zaman yaşasaydık biz de öyle olurduk, şimdi zaman değişti!” diyerek hatayı zamana ve imkânlara yükleme meyli vardır. Oysa; hatayı da sevabı da doğrudan döneme yüklememek lazım. Hepimiz, içinde bulunduğumuz dönemin sınavını veriyoruz. Zira, yapmamız ve kaçınmamız gereken konular –haramlar, helâller- her dönemde aynı, değişmiyor. Sadece dönem dönem bazı sorular zorlaşırken bazı sorular da kolaylaşıyor. Neticede
başarı için hangi dönemde olursan ol aynı kredi limitini aşmak zorundasın. Hz.Ali’ye atfedilen güzel bir söz var. Şöyle: ‘‘Çocuklarınızı kendiniz gibi yapmayın. Zira onlar, sizin içinde bulunduğunuz zaman dışında bir zaman için yaratılmışlardır.’’ Galiba çoğu kez haksızlık ediyor, kendi zamanımızı görmek istiyoruz gençlerde. Her şey kötüye gitmiyor aslında. Öyle gençler görüyorum ki, onlardaki araştırma öğrenme gayreti, ufkunun genişliği, özgün-önyargısız düşünebilme yeteneği karşısında heyecanlanmamak ve hayranlık duymamak elde değil. Zamanının sorumluluğunu üslenerek yol alan bilinçli bir Müslüman gençlik var. Geleceği hayırlar üzerine inşa edeceklerini ümit ettiğim, bunun için dua ettiğim güzel gençleri gıptayla izliyorum. Bugün gelinen noktada, İslâmcı duyarlılıklara sahip isim ve hareketlerin muhalefet ve direniş dilini yitirdikleri tartışılan bir zamanda, büyüklerin gençlere işaret edebilecekleri bir misyon/ ufuk kaldı mı? Gençlerin, büyüklerin geldiği noktayı fark eder ve sorgular olmaları, onlar açısından önemli bir seviyedir. Büyükler gençlere ufku işaret etmişler demek ki, “Sen bu halimizi bir eksiklik olarak görüyorsan dikkat et, aynı hataya düşme zira bir zamanlar biz de senin gibiydik” diye sesleniyorlar hâl diliyle. Sadece olumlu gelişmeler değil – çok defa- olumsuz gidişatlar da öğretici ve ufuk açıcıdır. Yeter ki tecrübeler değerlendirilsin ve ders alınabilsin. Genç kardeşlerime selâm ve sevgilerimle…
264
Selahaddin Eş Çakırgil
‘Dünün genci’nin, ‘yarınların yaşlıları’yla sohbeti ‘Yarının yaşlıları’nın, ‘dünün gençleri’nden birisine sordukları bu sualler üzerine söz söylemek kolay olmasa gerek. ‘Niçin’in cevabını vermek için, suallerin en sonuncusundan başlamak gerekiyor. Çünkü, ‘yarının yaşlıları’ olacak siz genç arkadaşlar, bugün sanki bir karamsarlık içindeymiş gibi bir hava meydana getirmişsiniz. “Bugün gelinen noktada, yani, İslamcı duyarlılıklara sahip isim ve hareketlerin, muhalefet ve direniş dilini yitirdiklerinin tartışıldığı bir zaman diliminde, ‘büyükler’in gençlere işaret edebilecekleri bir misyon / ufuk kaldı mı?” cümlesinin başka bir manası yok herhalde. Halbuki, rahatlıkla söyleyebilirim ki, bugün, dünden çok daha fazla misyon ve ufuk var. Çünkü, dün, sadece bir ümid ve temenniler ve dahası, hayaller âlemindeydik. Göklerdeki yıldızlar halinde bize göz kırpan inanç değerlerimizin yeryüzüne inmesini istiyorduk, ama, bunları hayatta nasıl tatbik edeceğimizi ve dahası, onları tatbik etmek isterken, yüzümüze - gözümüze bulaştırmayacağımızı da bilmiyorduk. O inanç değerlerimiz üzerinde derin bilgilere sahib olanlarımızdan niceleri bile, ’Bu kitabları, bu ‘ilim’leri niye okuduğumuzu biz de bilmiyorduk. İleride tatbik imkanı ortaya çıkabileceğini tahayyül bile edemiyorduk.’ diyorlardı. Dilimiz, söylemlerimiz sadece
‘muhalefet dili’ idi. Bu bakımdan işimiz daha kolaydı. Çünkü, hem sırtımızda bir yumurta küfesi yoktu, hem de inanç değerlerimize, temel hayat düsturlarımıza kesin düşmanlık üzerine kurulmuş olan bir ‘resmî ideoloji’ ve ‘laik diktatörlük’ile karşı karşıyaydık. Karşı olduğumuz rejim, taa temelinden bir dayatmalar ve ‘oldubitti’ler rejimiydi. Darağaçları, sarhoş kusmukları ve ‘bu iş behemehal yerine getirilecektir, ancak, ihtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır.’ şeklindeki hemoglobinli naralarla ve de mazlumların feryad ve gözyaşları ve boğazlarında düğümlenmiş yutkunmaları üzerine kurulu ve -önceki saltanat rejimiyle tarih huzurundaki hesablaşmamız bir tarafa-, İttihadTerakki den beri halkımızın en azından son bir asrını çalmış olan sosyo-politik tahakküm düzenine elbette karşı çıkmayı düşünüyorduk ama, nasıl bir mücadele verileceği hususunda, dünyaya Müslümanca bakmaya çalışanlar olarak bizlerin de ortak bir görüşü yoktu. Bir mücadele geçmişimiz ve örneğimiz de pek yoktu. Çünkü geçmiş 13 asrımız büyük çapta saltanatlar silsilesi ve resmi geçidi halinde karşımızdaydı ve hür insanlar olarak Müslüman bir toplumun sosyal düzenlemesini nasıl gerçekleştireceğimizin programına sahip değildik. Ayrıca, en sade ve sembolik itirazlar bile, laik diktatörlük tarafından bir ‘devrimci hışım’la ezilip geçilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Bunun nasıl göğüsleneceği hususunda bir usul belirleyebilmiş değildik. Sadece, en az zayiat vererek ilerlemeye dikkat etmeye çalışıyorduk. Ve, İslami idealleri için mücadele vermek isteyen gençlerin bu konuda diğer gençlik
hareketlerinden temelde ayrıldıkları konulardan birinin de, idealleri için insanları bir malzeme ve kobay olarak kullanmaktan kaçınmakta gösterdikleri dikkat idi. Diğer hareketlerde ise, sadece karşıtlarını mücadele alanından safdışı etmek ve hatta öldürmek değil; kendi aralarından bile bir ‘cenaze’ çıkmasını bekleyen- isteyen ve ‘bir kurban versek de, o tabutun etrafında toplumda yeni bir hareketlenme, yeni bir ürperme, yeni bir titreşim ve huzursuzluk meydana getirsek’ isteği hissediliyordu. Ve o hengamede, Anadolu’dan, genelde dar gelirli ailelerinin kıt imkanlarıyla okumak için Ankara – İstanbul’a gelmiş gariban çocukları, sosyal dengesizlikleri düzeltmek adına, birbirlerini öldürüyorlar ve bu yolda yüzlerce değil, binlerce kurban veriyorlardı. Bu kanlı ve dehşetli tablo karşısında, -12 Eylül 1980 öncesi darbeci yüksek komutanların hatırat notlarında da görüleceği üzere- yukardakiler, kendi rejimlerinin korunması ve güçlendirilmesi için sahneye ‘kurtarıcı’ olarak çıkmak üzere, yeni darbelere hazırlanıyorlar ve yeni bir askeri darbenin istenir ve kabul edilir hale gelmesi yönünde gizli teşviklerini yapıyorlardı. Mevcut rejim, bu hususta, geçmişteki engin tecrübelerinden de istifade ediyordu. Gerçekten de, İttihad-Terakki den beri, laik diktatörlük taraftarları, karşılarına çıkan her tehlikeyi ‘irtica-gericilik’ ve benzeri, ne olduğunun tarifi bile sosyolojik olarak yapılamayacak ve kamuoyunda ‘umacılar, gulyabaniler’ icad edecek tarzda suçlamalarla, bir buldozer gibi gezip geçiyordu. Müslüman kitleler bir taraftan savaşlardan yorgun, bitab çıkmış, ekonomik açıdan tam bir yokluk ve yoksulluk içindeyken, yoksulluk 265
dizboyu iken, millet çoluk-çocuğuna bir lokma bulmakan başka bir şey düşünemez hale getirilmişken; bu şartların beslediği cehalet de giderek tırmanırken, halkın inanç ve kültür değerlerine karşı gerçekleştirilen bir jakoben harf devrimi ile, bu cehalet daha bir tırmandırılmış; kitleler, birkaç ay içinde, daha bir cahil-cühela durumuna düşürülmüştü. Aynı tepeden inmeci diğer laik devrimler de benzer şekilde darağaçlarıyla, en akıl almaz uygulamalarla, zorbalıklarla bastırılıyordu. Tam bir faşist diktatörlük uygulaması sözkonusuydu. Esasen, o günün dünyasının genel yapısına da aykırı düşmüyordu, bu anlayış ve uygulama. Çünkü, dünya düzeni, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları‘nın galiblerinin dayatmalarına göre oluşan ve nice kanlı diktatörlükleri insanlığa dayatan bir yapılanmaya sahib idi. Eskinin pek çok imparatorlukları gitmiş, yerine, ismi imparatorluk veya diktatörlük olmasa bile, yenileri gelmişti. Lenin-Stalin, Hitler, Mussolini, Franko gibi dünyayı etkileyen kanlı diktatör liderleri, daha sonra, nükleer güce taptırmayı şiar edinen Hür Dünya masalına dayalı bir Amerikan - kapitalist emperyalizmi ve onun vurucu gücü NATO ile; karşısında yoksul halklar adına bir proleterya diktatörlüğü kurmuş olan komünist Sovyet İmparatorluğu liderliğindeki Doğu Bloku ve onun vurucu gücü Varşova Paktı arasındaki Soğuk Savaş atmosferi takib ediyordu. Ve müslüman halkın okumuş nesilleri, bu şartlar altında, kendi inanç değerleri, kendi doğruları üzerine bir dünyayı tahayyül bile edemiyorlardı. Müslüman halk, zaten, günlük maişetini karşılamak ve de dünya hayatları mahvolduğu
gibi, Ahiret’lerinin de tamamen mahvolmaması kaygusu ve çırpınışı içinde, hem bu dünyaya, hem de Ahiret’e dair ümid ve tasavvurlarını el yordamıyla korumaya çalışırken; laik diktatörlük de, dünya şartlarının kendisine sunduğu imkanlarla, dayatmalarının insan hak ve hürriyetlerine aykırı anlaşılamayacağını, anayasalarında da hüküm altına alıyordu. Ki, bu açık zorbalık, halen de yürürlüktedir. Böyle bir durumda, Müslüman halkın nasıl bir mücadele vereceği üzerinde Müslümanlar arasında bir ’consensus’, bir ortak görüş/ortak rıza da yoktu. Kimimiz halk uyanış ve hareketinden sözediyorduk. Kimimiz ‘kıyam’dan, kimimiz silahlı mücadeleden, devrimden; kimimiz, darbeden ve devrimden; kimimiz ‘inkılab’dan sözediyorduk. Kimimiz yeniden yapmak niyetiyle temelden yıkmaktan, kimimiz, yıkmadan yapmak mantığına dayalı bir ıslahat ve uzlaşma metodundan sözediyordu. Kimilerimiz de, devletin kutsallığından ve devlete itaatin şer’i vacibiyeti‘nden. Hatta, bu hususta, ‘Size zulmeden hüküm sahiblerine, her ne yaparlarsa yapsınlar, onlara itaat edin, çünkü onlar kendilerini Cehennem’e hazırlıyorlar.’ gibi, İslam’ın özüne aykırı rivayetleri, ‘hadis’ diye, kitaplarında ciddi ciddi aktaranlar, bunlara biraz şüphe ile bakanları hemen‚ ‘Siz ilm-i rical nedir ve bunları kimler rivayet etmiştir, biliyor musunuz?’ diye susturma ve genç insanları kitleler önünde çaresiz bırakan yöntemleri geliştiriyorlardı. Bu olumsuz şartlar altında, kimimiz, 100 yıl öncelerde, ‘Adam asmakla, Bab-ı Ali basmakla bir yere varılmaz.’ diyen Mehmed Akif’in
sözlerine hak veriyordu; kimimiz, ‘Akif şimdi hayatta olsaydı ve 100 yıl öncelerde Bab-ı Ali basarak iktidar makamlarına geçen ve milletin hayatı üzerinde ideolojik bir vesayet kuran kadroların varlıklarını hala da koruduklarını görseydi, yine öyle der miydi?’ diye soruyordu. Bu satırların sahibi, İkinci Dünya Savaşı’nın son demlerinde dünyaya gelmiş olup, Adnan Menderes döneminde gözlerini açan bazı gelişmelere şahid olmuş; dünyadaki değişimleri, hele de Cezayir İstiklal Savaşı ve Temmuz- 1958’de Irak’da meydana gelen korkunç kanlı bir ihtilalden itibaren daha bir dikkatle takib etmeye başlamış; 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni ve 10 yıllık Başbakan Menderes ve iki Bakan’ının idam edilişini, yüzlerce DP siyasetçisinin de hapislerde çürütülüşünü, milyonların korkunç şekilde susturuluşunu gördüğü gibi; daha sonra, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’ni, daha sonraki sağ-sol kavgalarının nasıl bir kanlı sokak savaşlarına ve hatta iç savaşa dönüştüğünü ve de, fikirlerini 1972’lerden itibaren de fiilen yazı hayatı içinde yer alıp, Ceza Kanunu’nun -20 yıl önce kaldırılanünlü 163. maddesinin cenderesinde boğulmaya çalışılışını; 12 Eylûl 1980 Askeri Darbesi ile -kemalist resmî ideolojiye- göre yeniden kurtarılışını ve İran’daki İslam İnkılabı Hareketi’nin en hassas ve sıcak anlarını; ve Saddam’ın saldırısıyla başlayıp 1980-88 arasında 8 yıl süren ve bir milyondan fazla Müslüman insanı eritmiş olan İran- Irak Savaşı’nı bütün fecaatiyle yaşamış birisi olarak, müslüman coğrafyalarında bugün gelinen noktalara ulaşılabileceğini yine de hayal edemezdim. 266
Bunu, bugün gelinen noktanın, -yetmese de-, dünlere göre çok çok iyi olduğunu anlatmak için söylüyorum. Hattâ, bugünkü durumu, 100 yıl önceki müslümanların durumuna bakarak daha olumlu görüyorum. Çünkü, o zaman, ‘Başımızda Halife/Padişah Efendimiz var, Şeyhulislam var, Bab-ı Meşihat var, ulema var, bize itaat etmek düşer.’ diyerek kendilerini sınırlandırmış ve sorumlulukları başkalarının üzerine atmış olan kitlelerin yerine, bugünkü ‘Müslümanlar’ın, yukardakilerden bir şey beklemek yerine, kendiliklerinden çarelere düşünmek ve sorumluluğunu bizzat üstlenmek noktasına geldiklerini görüyoruz. Ayrıca bugün, eleştirilebilecek birçok yanlarına ve yanlışlarına rağmen, temelde, bizim dünlerdeki hayallerimizin birçoğunu paylaşan insanlar 10 yıldır, yönetim kadrolarında bulunuyorlar ve onların uygulamaları, halk tarafından, bu zamana kadar görülmemiş derecede destekleniyor. Ve onlar da, bugün, beşer planındaki en büyük destek güç olarak, arkalarındaki bu halk kitlelerini görüyor ve sistemin içinde kalarak, yıkmadan yapmak ve ıslah etmek metodunu benimseyerek yol almaya çalışıyorlar ve bu uygulama, kendi inanç ve iradelerini sosyal bünyelerine nasıl hakim kılacaklarının metodunu belirlemekte hala netleşememiş olan öteki müslüman coğrafyaların halklarında da ilgi uyandırıyor. Elbette, dünlerde kolayca muhalefet ettiğimiz konuların bugün pekçoğu hala da düzeltilemedi. Ama, dünlerde aşılması hayal bile edilemeyecek bazı engeller aşıldı, -yetinilemezse de- bazı merhalelere ulaşıldı. Ne var ki, bu iktidar döneminin yığınla afetleri de kaçınılmazdı.
Devreye, inançsız, sırf menfaatperest, makampereset, gücetapar eğilimlilerin girmesi de kaçınılmazdı. Bütün bunlara rağmen, yeni nesillere, elbette ki, daha yeni ufuklar ve yeni imkanlar da açılmış bulunuyor. Dünlerde, başka bir ülkeye gitmek ne kelime, başka ülkelerden gelen Müslümanlarla görüşmekten bile çekinilen, korkulan dönemler bir masal gibi gelebiliyor, bugünün nesillerine. Bugün ise, Müslüman halkın imkânlarının geçmiş 100 yıl boyunca hiçbir zaman olmadık boyutlara geldiği söylenebilir. Böyle bir dönemde, genç insanların ufuklarının ve umutlarının kalmadığını söylemek, sanırım, çok sağlıklı olmaz. Ama, kayıplarımız da yok mudur? İktidarın afetleri olmaz mı, hiç? Üstelik, bu, hemen bütün sosyopolitik mücadelelerde, karşılaşılan ve kaçınılması son derece zor olan bir acı gerçektir. Bu gibi durumlarda, ‘Müslüman insan’a düşen, ‘Uhud Okçuları’ içinden çıkan ve ganimet ele geçirmek için koşuşanlardan değil, bulundukları yerlerde, inançlarının bekçiliğini hiçbir şeyle değişmeyenlerden olmak dikkatiyle hareket etmek olmalıdır. İnsanlığa Müslüman olarak sunulacak pek çok hizmetlerin olduğunun idraki içinde hareket ederken, dünlerde yaşanan ve bugün yaşanmakta yaşanmakta olan yanlışların, hataların, düşülen tuzakların, uğranılan ihanetlerin pençesine düşmemek dikkati içinde olmak bile, bir ufuk genişliği ve önemsenmeyecek bir umut yolu açar bizlere. Bu hatırlatmadan sonra gelelim, yine sondan başa doğru olmak üzere, diğer suallerinize. ‘Kendi zaman ve tecrübenizi
hatırlayarak/hatırlatarak, o gün ve bugünün Müslüman gençlerini, zaaf ve imkanlarıyla mukayese eder misiniz?’ Bu sorunuzun cevabı yukarıda dolaylı olarak verilmiştir, sanıyorum. Yine de şunu belirteyim ki, bugünün gençlerinin maddi ve sosyal imkanları daha çok.. Ama, o ‘çok imkanlar’, genç nesiller için bir handikap da. Bu imkanlar, yeni nesilleri gevşetiyor ve onlar dünkü nesiller kadar azimli, hırslı değiller. Dünün nesillerinin kaybedecekleri fazla bir şeyleri yoktu, o dar imkanlar onlar için bir itici güç oluşturuyordu. Bugün ise, inanç değerleri uğruna girecekleri bir mücadele esnasında kaybedecekleri çok şeylerin olduğunu düşünenler az değil. Dünlerdekiler, ulaşabilecekleri, elde edebilecekleri yeni mevzileri düşünüyorlar, o mevziler uğruna mücadele etmeyi, acılar çekmeyi göze alabiliyorlardı. Bugün ise, yitirilebilecek bazı imkânlarının olduğunu düşünüyorlar. Bu bakımdan, ’ağabey, geçmiştekilerin ideallerini aynen benimsiyorum, ama, o uğurda, onlar kadar fedakarlıkta bulunmak gerekir mi, gerekmez mi sorusunun cevabının veremiyor ve kendi rahatımı, huzurumu da tehlikeye atmayı göze alamıyorum.’ diyenlerle sık sık karşılaşabiliyoruz. Bu arada, yeni nesillerin ilgi alanları dünlerdekilere göre büyük çapta değişmiş bulunuyor. Dünlerdeki Müslüman gençler, başka ideolojilerin bağlılarıyla karşılaştıklarında onlardan geri kalmamak için, daha çok okuyup, dünya ideolojileri ve hayat tarzları ve kendi idealleri üzerinde daha derinlemesine ve teferruatlı bilgilere sahib olmaya çalışırken, bugünkü nesiller, bu kadar fazla bilgiye sahib olmanın gerekli olmadığını düşünüyorlar. Çünkü, 267
ihtiyaç duydukları bilgileri, ‘Google Amca’dan rahatlıkla öğrenebileceklerini düşünüyorlar. Çünkü, kafa yordukları konulara, bir ‘tıklama’ ile ulaşabiliyorlar. Bu bilgisayar, internet ve iletişim teknolojisinin faydası kadar afeti de olsa gerek. Çünkü bu durum, hafızaların tembelleşmesine yol açıyor. Dünlerde, yakınlarından pek çoğunun telefon numarası veya adresini hafızalarında tutabilenler, bugün o özelliklerini yeni teknolojik imkanlar yüzünden yitirmiş bulunuyorlar. Bir teknik arıza ile, ortada kalabiliyorlar. Bu, diğer bilgi kaynakları konusunda yeni nesilleri bekleyen en büyük tehlikelerden birisi. (İletişim teknolojisi ürünlerinin yeni nesillerde bir bulaşıcı hastalık ya da bir teknolojik uyuşturucu rolü görmesi ise bir ayrı ve acı gerçek. Bugün, bir araya gelen gençlerin, sohbeti yitirdiklerini, bir araya geldiklerinde bile, saatlerce ellerindeki cep bilgisayarlarıyla meşguliyet afetine giriftar olduklarını reddetmek sanırım zor olsa gerek.) Son olarak ise, sorunuzdaki ilk bölüme değinelim. ‘Büyük ölçüde bir parçası olduğunuz, geçmişte İslami hareket adına ortaya konan çırpınışların, söylem ve eylem çabalarının bugün yeni Müslüman nesilde bulduğu karşılık nedir sizce? Bir devamlılık söz konusu mudur acaba?’ Önce şunu belirteyim. ‘Dün genç idik, bugün yaşlı.’ gibi bir ayırım, biolojik ve fizyolojik olarak doğru olsa bile; hele de bütün insanlığın hizmetine sunulacak bir inanca bağlanan insanlar için, bu yetersizdir. ‘Genç’ kelimesinin Türkçeye Farsçadaki ‘genc’ kelimesinden geçtiğini düşünüyorum. ‘Genc’ ise, hazine demektir. Ancak, hazine deyince, materialist-
maddi anlayıştan öteye, gayrimaddi ve manevi değerler açısından da bir değer’i olarak anlamak gerekir. Nitekim, farsi metinlerde de, ‘Genc-i Qaarun’ (Kaarun Hazinesi) denildiğinden daha çok, ‘Genc-i izzet (izzet hazinesi), genc-i huzur, (huzur hazinesi), genc-i ilm’u daniş (ilim ve bilgelik hazinesi), genc-i gam-ı aşk’ (aşk derdi hazinesi) gibi terkiblere rastlanır. Ama, asıl genç insan, herhalde kendi hayatını, başkalarının düzenlediği kurallara göre değil, kendi doğrularına göre şekillendirmek idrak ve dikkatinde olan, bu dikkatle cehdeden, böyle bir hazineye sahib olan insandır. ‘Müslüman genç insan’ ise, ‘Qûlu, lailahe illallah, tuflihû./Lailaheillallah deyiniz, Allah’dan başka bir ilah kabullenmeyiniz, kurtulunuz.’ şeklindeki hadis-i nebevi rivayetinde ifadesini bulan ebedi özgürlük manifestosunun bayrağını yükselten insandır. Bu açıdan bakıldığında, Konstantinopolis’i İslambol’a dönüştürecek eylemlerin kapısını aralayan bir sefer’e, 85 yaşındayken Arab çöllerinden yola çıkan Eyyub el’Ensari, bir gençlik timsali iken; buna karşı, 20 yaşındayken bile, başkalarının kurduğu dünya düzenine teslim olmuş, başkalarının değerlerini sorgulamaksızın ‘vacib-ur’riaye’ olarak gören insanlar, biyolojik açıdan genç olsalar bile, hayata daha başında yenik düşmüş ve başkalarının istediği gibi yaşanacak bir zilletten kurtulmak azmine sahib olmayan, hayat mücadelesinde yorgun düşmüş kimseler durumundadırlar. Bununla sözüm, sadece ‘yarının yaşlıları’na değil, ‘dünün gençleri’nedir de. Yaşamak, bir böcek gibi değil, insanca olacaksa; en sefil hayatın, başkalarının istediği
şekilde yaşanan hayat olduğu idrakini bir an bile terketmemek, şuur ve idraki, dikkati yerinde olduğu müddetçe, her insanın, son nefesine kadar, yaşamanın izzetli soluğunu çekmek dikkati içinde var gücüyle çaba harcaması gerekmektedir. Aksi halde, bir şairin, ‘Bir zamanlar başımda simsiyah saçlar ve omzumda beyaz bir pelerin, mavi ufuklara heyecan ve azimle bakardım./Şimdi ise, başımda bembeyaz saçlar, omzumda siyah bir pelerinle, kara ufuklara umutsuzca bakmaktayım.’ şeklinde tercüme edilebilecek beytinde ifadesini bulan hüzünlü tablo, kaçınılmaz olur. Bu bakımdan 30-40 yıl öncelerde kendi çapında, karınca kararınca bir şeyler yapmaya çalışanlar, inançlarının kendilerine verdiği rolü, tam bir liyakatle yerine getirdikleri gibi iddia içinde olmaksızın, yarınlarda kendilerinin bugünkü yaşına gelecek olanlara tavsiyede bulunmak durumuyla karşılaştıklarında, rollerini tamamlamış insanların huzuru içinde olmamalıdırlar. Bu satırların sahibi de bu durumdadır. 35-40 yıl öncelerdeki çabaları hatırlatıp, ’Ağabey, neydi o günler, şimdi onlar yok.’ diyenlere hatırlatmaya çalıştığımız üzere, o gibi mücadeleleri bugün aynen tekrarlamak imkanının olmadığı anlaşılmalıdır. O zamanlar verilen mücadelelerin o günün şartlarına uygun olup olmadığı ayrıca değerlendirilebilir ama, bugüne aynen taşınması, manasızdır. Zaman, mekan ve imkanlarla sınırlı olan mücadeleler, başka zaman ve mekanlar ve imkanlarla yeniden sahneye çıkma gücü bulamazsa, büyük çapta akim kalmaya mahkumdur. Yeni kuvvetler, mücadelelerin ruhunu, özünü değiştirmeden, yeni ufuklara ulaşmak için, yeni şartlara göre devreye sürülmelidir. 268
Bunları söylerken, sadece, inandıkları, kalben kabullendikleri bir dünyayı kurmak dikkatinde olan insanların el ve işbirliğinin anlatılmak istendiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Çünkü, başkalarına da onların istemedikleri bir hayat tarzını dayatmak hakkı, kimsenin olmadığı gibi, bizim de yoktur. Yoksa, kendi anlayışlarını, kendi zevklerini, kendi hayat telakkilerini bir topluma veya toplumlara dayatmak isteyen, toplum mühendisliğine soyunan jakobenlerden, diktatörlerden, zorbalardan farkımız kalmaz. Elbette, Allah’u Teala’nın, meşru emeklerin karşılığını hiçbir şekilde zayi etmeyeceğini ve ihlâsımıza, niyetlerimizin temizliğine karşılığını vereceğini tekrarlamaya bile gerek yok.
Sibel Eraslan
Devamlılığa inanıyorum. Bu, inançtan çok tecrübeyle ilgili bir şey. Döngüler var elbette, birbirine dün ile bugün bağlamında ters gibi gözüken şeyler arasında bile bir devamlılık var. Kuşaklar arasındaki farklı hassasiyetleri tabii karşılıyorum, an’ın gereği oluşan spontane tepkiler İslamcılık dediğimiz hareket galerisini çağla dolayısıyla modern olanla hep bağımlı kılmıştır, yani antimodernizm bile bu bağlamda çağa eklemli bir tepkidir. Sözgelimi pek çok genç 28 Şubat konusunda bizler kadar duyarlı değil, bizler de ezanın Türkçeye çevrildiği günlerin hassasiyetlerini, bu durumu yaşayanlar kadar yakıcı birşekilde bilemiyorduk. 79 İran Devriminden bugüne baktığınızda mesela İran’da da hiçbir şey aynı değil. Günümüzdeki gençleri apolitik buluyorum ki bu cümle bile benim orta yaşlı bir yazar olduğumu hemen ortaya koyar. Ama bu garip bir apolitizm öte yandan. Yani gençlerin sosyal medyadaki etkinliği sözgelimi, politik kaygının bir başka şekilde yürüdüğünü de gösteriyor. Sanata merak konusu da öyle mesela, bu ilk bakışta iyi lakin estetisyen saplantı benim politik görüşlerime uymuyor. Gençlerde yoğun olarak takip ettiğim tüketim çılgınlığı ve moda merakı da benim kuşağım için üzüntü ve tenkid mevzuudur. Eğitim imkânlarının artması, yasakların kısmen kalkması, yurtdışı deneyimlerinin kolaylaşması, bilişim imkanları gibi bizim dönemimizde olmayan imkânları da var bugünün, yani pesimist değilim anlayacağınız. Bahsettiğiniz muhalefet ve direniş
dilinin kırılganlığı ise tüm kuşaklar için genel bir sorun. Bunda iktidar (siyasi, sosyal, ekonomik hatta sanatsal) oluşun getirdiği rehavetler kadar küresel eğilimlerin “yumuşak ve sivil güç”lere itibar kazandırması da etkin. Büyüklerin gençlere işaret edebilecekleri bir misyon olarak Kur’an-ı Kerim çok şükür ki ortadan kalkmamıştır. Büyük küçük hepimiz okuma ve olma teklifiyle yüz yüzeyiz. Ufuk kaldı mı şeklindeki bir soru tashih edilmesi gereken bir cümledir. Kıyamete kadar ufuk hep vardır ve var olacaktır çünkü. O; Allah’ın sözüdür.
269
Ümit Aktaş
Kurucu Başlangıçtan Yeni Bir Paradigmanın İnşasına Doğru Geçmişteki, yani kabaca otuz yıl önceki İslami hareketin en önemli sorunu, kendisini dayandıracağı makul bir gelenekten yoksunluğuydu. Dolayısıyla asıl sorun bir gelenek ihdası ve hareketin kendisini ifade edebileceği bir strateji arayışıydı. Bunun için dünya çapında örnekler yok değildi. İhvan, İran, Cemaati İslami gibi. Ama bu şablonlar Türkiye gerçekliğine tam olarak oturmamaktaydı. Türkiye’deki bir İslami hareketin kendisini dayandıracağı karmaşık tarihsel/ geleneksel öğretiler kümesi içerisinden makul bir çizgiyi ayrıştırmak ise zahmetli bir işti. Gerçi daha ilk bakışta bir Said Nursi veya Mehmet Akif çizgileri seçilebilmekteydi. Beri yandan onların dışında kalan ve kendisini büyük ölçüde Osmanlıcı bir geçmişe dayandıran bir yığın geleneksel(ci) küme (tarikatlar, medrese geleneği vb) de yok değildi. Ama otuz yıl öncesinde şekillenen ve bugünden baktığımızda İslami hareket olarak tanımlayabileceğimiz akım, yeni bir akımdı ve bu yüzden bir yandan oluşma çabası içerisindeyken, öte yandan da kendisini bu nispeten geleneksel olan akımlardan farklılaştırmaya çalışmaktaydı. Ve hatta varlığını, bizzat bu geleneksel akımların eleştirisi ve hatta reddi söylemi üzerinde temellendirmekteydi. Çünkü İslam dünyasının geldiği ve artık savunulmazlaşan durumdan, doğrudan bu geleneksel akımları sorumlu tutmaktaydı. Dolayısıyla oluşmakta olan hareketin en başat yönü, bir tarih eleştirisi ve bu tarihin
İslam dünyasını duçar kıldığı özellikle hurafeler, akıl dışılıklar, kadının toplumsal hayattan dışlanması, istişari olmayan yönetim anlayışları, Kur’an’ı merkezine almayan bir din anlayışının reddiydi. Belli bir hazır öğretiler kümesi ile yakınlaşamayan ve gerek çeviriler gerekse yeni yeni ortaya çıkan teliflerden hareketle kendisine makul bir strateji oluşturmaya çalışan Türkiye İslami hareketi, ister istemez eklektik ve ister istemez temel sabitelerden yoksundu. Gerçi kuramsal olarak hareketin Kur’an ve Sünnete dayandırılması esas alınmaktaysa da, henüz bu kaynaklarla doğrudan ilişki kuracak ve buradan hareketle bir strateji (hikmet)’ye ve bir gelecek öngörüsüne varabileceği donanımlara ve cesarete de sahip değildi. Yakın tarihe (Cumhuriyet öncesi), uzak tarihe (asrısaadet) gidip gelen ve oralardan taşıdığı kıvılcımlarla önünü aydınlatmaya çalışan bu hareket, bir yandan da eşsüremli ilişkiler ve etkileşimler içerisindeydi. Doğu (Arap dünyası, İran, Pakistan) kadar batı ile de o kurucu stratejiyi bir paradigmaya dönüştürecek fikrî ve amelî ilişkiler kurulmakta ve içerisinde olunan dünya tanınmaya çalışılmaktaydı. Beri yandan kendisiyle çatışılan oldukça prestijli bir maddeci sosyalist (Marksist) hareket bulunmaktaydı. Bu sosyalist hareketin dünyaya bakışı kadar örgütlenme biçimleri de, kendisini kurmaya çalışan İslami hareket açısından etkilenilebilecek bir nitelik ve özgünlükteydi. Henüz üzerinde yeterince kafa yorulmamış olunsa da, hilafet geleneğini siyasal bir yöntem olarak benimseyen bu ilk bakış açısı, bir yandan da yeni yeni partileşen ve laik bir sistem içerisinde bir iktidar
mücadelesi vermeye çalışan Milli Görüş akımının etkileri altındaydı. Bu etkilenme, çatışma kadar benimseme, sorgulama kadar destekleme ikilemlerinden de kurtulabilmiş değildi. İktidar merkezli bir bakış açısının, toplumun nispeten “özgür” ve “sivil” nişlerinde yürüttüğü bir tebliğ, davet ve örgütlenme mücadelesi, karmaşık ve belli bir disiplinden yoksun okumalardan elde ettiği çıkarımlar eşliğinde sürse de, henüz belli bir paradigmatik bütünlüğe sahip değildi. Ama heyecan ve ütopya ile yüklü bakış açılarının eşzamanlılığı, aynı anda neredeyse tüm ülke çapında ortak bir duyarlılığa dönüşmekteydi. Aynı sorunlar, çıkmazlar, arayışlar, sorgulamalar ve tereddütler, salt bir kurulma ve oluşma döneminin ergenlik sancıları olmaktan öte, giderek küresel arayışlarla ortak bir dili ve sancıları yakalayan bir evrenselleşmenin sıkıntılarıyla da doluydu. Öyle ya, toplumu kadar çağının da vicdanı olmaya azmetmiş bakış açıları ve heyecanların dinamizmi açısından, henüz belli bir toplumsal somutluğa dönüşülmediği sürece, dünyaya dair tüm sorunların üzerinde özgürce dolaşmak açısından bir beis yoktu. Somutlaşmalar ise sadece toplumsal değil, düşünsel pratikler açısından da ihtilaflara ve giderek ayrışmalara yol açacaktı. Başlangıcın o ayırımsız muhayyel birliğindeki bu çatlamalar, bir yandan iç çatışmaları kışkırtırken, öte yandan ise farklı ufukları önüne koyan bir örgütlenmeler ve çözümlemeler dönemini başlatacaktı. İlgisel alanların ve duyarlılıkların farklılıkları, bu minval üzere ortaya çıkan ve gerek düşünsel gerekse yöntemsel açılardan giderek ayrışan dergiler, dernekler ya da partilerde ifadesini bulurken, Kemalist 270
eleştirilerin yanına daha derin bir tarih eleştirisi, İslami okumaların yanına batı okumalarını da ekleyecekti. Zirvelere doğru tırmanıldıkça çünkü ufuklar da genişlemekte ve farklı dünyalarla karşılaşmanın hazzı, tıpkı yeni bir coğrafyayı keşfeden o kaşiflerle benzer bir duyarlılıkla, bu dünyalara doğru bir çekime de dönüşmekteydi. Misak-ı Milli sınırlarının sadece kitaplar yoluyla değil, pratikler açısından da aşılması, İslam dünyasıyla başlatılan ilişkileri batıya doğru da genişletecek ve “müminlerin yitiği olan hikmet” doğu kadar batıdan da devşirilmeye başlanacaktı. Bu ise iktidarsal bir bakış açısından (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak), birlikte yaşamanın ve eşit ilişkilere dayalı bir toplumsallığın (iyiliği yaşamak, kötülükten kaçınmak) araştırılmasına doğru evrilmelere yol açacaktı. Bu, bir anlamda iktidara doğru tırmanan belli bir eğilimin mecburiyetlerine mebni iken, bir başka anlamda ise daha evrenselci bir İslam okumalarının hareketin önüne koyduğu mecburiyetlerdir. Belki başlangıcın hızı kadar özgüveninden uzaklaşmadan da söz edilebilirdi. Ama aynı zamanda sahici olan başka dünyalar da vardı ve bu dünyaların da dikkate alınması gereken söylemleri, ister istemez kendi içsel ve kapalı söylemsel dünyanıza sirayet etmekte ve buradaki sakınımlı birlikçiliğin içerisine sokulmaktaydı. Böylece başlangıcın o otoriter, ataerkil ve hatta totaliter düşünüm biçimlerinden, giderek daha çoğulcu, ötekilere de açık, kadınları da hareketin içine dahil eden ve bu konudaki bakış açılarını sorgulayan ve değiştiren, otoriteryenlikten demokratlığa, yani dikeyci (hiyerarşik) bir siyasal bakış açısından yatay (demokrat)
bir bakış açısına doğru bir evrilme başlayacaktı. Bu ise ister istemez hilafet kuramında karşılığını bulan bir geleneksel siyasetin tabileştirici dilinden, özgürleştirici bir siyaset diline doğru bir değişmeyi, dolayısıyla da verili tarih üzerinde sadece yöntemsel açıdan değil, esastan yürütülen bir eleştiri ve sorgulama sürecini de, daha da radikalleştirecektir. Günümüz Müslüman gençliği, kuruculuğa dair o iddialı olma heyecanından uzaklaşmıştır belki. Çünkü artık iyi kötü bastığımız yerleri ayırt edebilmekteyiz ve yürümüş olduğumuz bir yol(lar) var. Bu ise bizi, her ne kadar üzerinde olan tartışmalar sürse de, bir tarihe sahip kıldığı kadar, bir geleceğe de yazgılı kılmakta. Tartışmalarımız stratejik araştırmalardan, taktik detaylara kadar çeşitlenmiş ve derinleşmiş bulunmakta. Geçmişle ve gelenekle olan hesaplaşmalar, belli anlama ve yorumlama biçimlerinde, kendine dair anlatıların özgüllüğünde belirginleştirilmekte. Yani artık her eğilim, kendisini belli bir tarih çizgisine yerleştirmiş durumda. Dolayısıyla günümüz gençliği geçmişten çok geleceğe bakmakta. Bu geleceğe ulaşmak için elinde düne göre daha çok araç gereç bulunmakta. Maddi sıkıntılar düne göre daha az. Dünya ile ilişkiler ise daha yoğun. Hem bu dünya artık çok da batı ve doğu diye ayrıştırılmayan bir bütünlükte. O nedenle çok da parçalanmış bir zihnin şizofrenisiyle bakılmamakta bu dünyaya. Ama bu olumlu gelişmelerle birlikte, belli bir yolun yürünmüşlüğüne dair bir yorgunluk da söz konusu. Onun da ötesinde bir iktidarda olma yanılsaması ve mahmurluğu da hem enerjileri soğurmakta, hem
de aldatıcı bir tatmin duygusuyla gönülleri çelmekte. Geleneksel dilin de oldukça yatkın olduğu bu konum, bu iktidarda olma duyusuna/söylemine kolayca yerleşmiş durumda. Ve belki de hareket, hareketin kuramsal ve oluşsal özgünlüğü, daha en başında, bu tip bir söyleme duyarlı olan bir stratejiye kurban edilmekte. Dünün iktidar merkezli okumasının problematikliği, yerini iktidarda olmanın aldatıcı okumasına; Kemalizm eleştirileriyle oluşturulmuş muhalif bir dilin özgürleştirici kazanımları ise yerini, şimdilerde belli bir iktidar olma duyusunun, bu anlamdaki bir özgürleşmeci kazanımları bastırmaya yönelik pragmatizmine bırakmış durumda. Dolayısıyla başlangıçtaki o ham ve saf, yani hiçbir deneyimden geçmemiş olan biçimsel ümmetçi bakış açısı, iktidarsal bir bakış açısının somut ilgilerine göre, yerine göre muhafazakar, milliyetçi veya liberal bakış açılarıyla yer değiştirilebilmekte. Sınıfsal yükseliş ise, sosyal adaletçi yaklaşımlar yerine, adeta Protestanlıktan devşirilen bir etikle, alt sınıflara karşı duyarsızlığı, neredeyse teolojik/ teopolitik bir yorumsama biçimiyle gerekçelendirebilmekte. Böylece yaşama biçimleri, kazanımların kardeşçe paylaşıldığı asrısaadetçi bir anlayış yerine, kaynağı her ne olursa olsun, bizzat maddi kazanımların gerekçelendirdiği bir yaşama hakkının savunusuyla meşrulaştırılabilmekte. Tüm bu yer değiştirmeler ise, bir iktidar pratiği olarak Kemalizm’le, “Gazi Mustafa Kemal Paşa” üzerinden bir yakınlaşmaya ve hatta onun dolayımıyla Osmanlı ile kurulan yeni bir tarih çizgisine doğru evrilmekte. Bu belki, bir anlamda diyalektik olan bir tarihsel süreci kendi başlangıcına 271
kapatmakta ve hatta bizzat o başlangıcın bile altına düşürmekte. Öte yandan ise gelinmiş olunan bu nokta, oluşturulan bu yeni tarih çizgisini kalınlaştırarak, resmî bir niteliğe kavuşturmakta; yani bir anlamda II. Abdülhamid sonrası kırılan bir tarih çizgisi düzeltilerek, İslami hareketin de dahil olduğu bir meşruiyete kavuşmakta. Beri yandan, 60’lı ve 70’li yıllarda tesis edilen o kurucu paradigma da giderek işlevini yitirmekte. Dolayısıyla şimdilerde, gelinmiş olunan bir iktidar perspektifinin o ilksel birlikçi bilincin parçalanmışlığını daha da artırması ve var olan (biriktirilmiş) o söylemsel ve eylemsel enerjiyi soğurmasının yanında, o muhalif ve eleştirel dili de büyük ölçüde dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Gerçi sağlıklı bir İslam okuması iktidar merkezli olmanın yanında, salt muhalif bir dilin retçiliğinde de direnemez. Bu bakış, her iki dilin de yarımlığından ve parçalılığından öte, belli bir Hakikate yöneliş minvali içerisinde olmak ve topluma bir iktidarda ya da muhalefette olma perspektifinden çok, bu Hakikatin yolunda oluşun stratejik ve paradigmatik bütünlüğü içerisinden bakmak mecburiyetindedir. O zaman ise, bu durum, tarihsel gidişatların o hiç tükenmeyen fırsatları babında, İslami hareketin önüne yeni bir fırsatın, geleceğe dair özgün ve verili mecburiyetlerden azade bir paradigmatik modelin oluşturulabilmesi gibi bir atmosferin çıktığı anlamına gelmektedir. Yaşanılan bunca tecrübe, her iki kuşağa ait bu sorunlu bakış açılarının aşılması için, önemli teorik ve pratik birikimler sağlamış durumda. Bu ise, iktidarsal bir dilin veya stratejinin oluşturulmasından ve belli bir
iktidarda olma deneyiminden de geçildikten sonra (aynı deneyim İran ve Arap dünyasında da yaşanmıştır ve belli ölçüde ortaklaşa bir deneyimdir), artık bu deneyimleri mümkün kılan bir paradigmanın da sorgulanması ve aşılması gibi bir tarihsel görevin önüne çıkarmaktadır bizleri. Ve bu görev, eleştirel ve sorgulayıcı bakış açılarının yetkinliği kadar, donanımsal yeterlilikleri açısından da, daha çok günümüz gençliğinin omuzlarına yüklenmiş durumda. İttihad-ı İslam ile başlanılan noktaya ait birçok sorun aşıldığı gibi, tepkisellik de yerini kendine dair bir özgünlüğün inşasına bırakmış bulunmaktadır. Dolayısıyla da gerek dil sorunlarının aşılması, gerekse dünya üzerinde sağlanan bir hareket etme kolaylığı ve alışkanlığı, günümüz gençliğini, bu yeni paradigmatik bakış açısının inşasında görevlendirmektedir. Artık olaylara belli tepkiler ve reflekslerle değil de, belli deneyimlerin bu tür koşullu bakışları aşmışlığı zaviyesinden bakan günümüz gençliği, sanırım ortaya daha doğru, evrensel, çağının ve toplumunun vicdanı olan bir bakış açısını koyabilecek birikime, ufka ve cesarete sahiptir. Yapılması gereken ise, bu bakış açısını, topluma ve geleceğe açılan bir İslami bakış açısının yenilenmişliği doğrultusunda, katı bir birlikçilikten öte, çokların birliği biçiminde harmonize edebilmek, yani paradigmatikleştirebilmektir. Bu durum, İttihad-ı İslam ile yola çıkan bir anlayışı, yeni bir başlangıçta nihayetlendiren bir aşamanın da ortaya konulması olacaktır.
Yıldız Ramazanoğlu
Hak ve adalet duygusu insanlar arasında eşit dağılmadı ve bunun çok çeşitli sebepleri var. Fakat İslami çalışmaların esasını adaletin tesisi oluşturur. Haya da edep de haddini aşmamak da gerektiğinde herkese ve herşeye meydan okuyabilmek de adalet uğruna olunca anlamlı. Bu noktada gençlerde önemli yansımalar ve arayışlar görebiliyorum. Devamlılık elbette var. Bazen bunu çok sonraları da fark edebilir insan, hangi tuğlanın üzerine bir taş koyduğunu çok genç yaşta anlamayabilir. Mesela kadınlarla ilgili meselelerde bazı şeylerin yanlış gittiğine dair hissiyatımız ve Kur’an’a muhalif yaklaşımları bertaraf etme çabalarımız dönemsel bir farkındalık gibi görünüyordu ama zaman içinde Osmanlı Kadın Hareketi’nin modern zamandaki halkası olduğumuzu farketmiştik, öyle ki hanımlara mahsus gazete ya da kadınlar dünyası dergilerindeki tartışmaların çok gerisinde telakkilerle şimdi bile karşılaşabiliyoruz. 1990’dan bu yana gençlere naçizane sayısız konuşma yaptım, topluma sahip çıkmada yüreklendirmek için. Hayallerim vardı, geniş yürekli, hakka teslim olmayı da haksızlığın önünde set olmayı da bilecek, dünyadaki hiçbir insanı dışarıda bırakmayı içine sindirmeyecek gençlerin geleceğine dair. Böyle bir genç insan birikimi az ve öz de olsa oluştu diye düşünüyorum. Garaudy imanlı olmayla umutlu olmayı özdeşleştirir, önümüz açık bu manada, bundan kuşkum yok. İslamın vaat ettiklerini 272
ortaya koymak müminlerin emeğine, fedakarlığına, nefsin tezkiyesine bağlı. Dünyadaki önceliklerimizi iyi sıralayabilirsek mesafe katetmemek için sebep yok. bu da azim gerektiren bir iştir ama hüsrandan uzaklaşmanın başka yolu yok.
Yusuf Kaplan
İnsanlığın Hakikate, Hakikatin de Kendisine Gebe Olduğu Şuurunda Bir Gençlik… Yalnızca hakikatin değil, hakikatin yitirildiği hakikatinin de yitirildiği bir çağda, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden, enfüs’te ve âfâk’ta sonsuza dek hakikatin izini sürmeye and içmiş bir gençlik… Her şeyin mübah olarak algılandığı, insanların teknopaganizmin ayartıcı, uyutucu, yutucu ve uyuşturucu ikonlarına, kötülüğü emreden nefsin sığ fetişlerine teslim oldukları bir izafilikler çağında, çağın ağlarına, bağlarına takılmayacak kadar çağ bilinci gelişmiş; çağlar ötesine uzanan bir çağrının sahibi; çağrısının çağını kurabilmesi, çağlayana dönüşebilmesi için, bütün zamanları seferber edebilecek, bütün zamanları kendi çocuğu kılabilecek, bütün zamanların çocuğu olmasını sağlayabilecek yaratılış akdine sonuna kadar sâdık, yaratılış sırrının gizlerini ancak emanet (Mekke süreci), ubûdiyet (Medine süreci) ve hilâfet (medeniyet süreci) şuuruyla hareket ederek çözebileceğinin bilincinde bir gençlik… Mekke sürecinde, ilâhî şiarların, hakikatin hayat bulmasını; Medine sürecinde ilâhî şiarları şuura dönüştüren nebevî şuurla donanarak hakikatin hayat olmasını; medeniyet sürecinde, Kainât’ın Efendisi’nin, âlemlere rahmet olarak gönderilen yegâne kaynak, yegâne ay ve yegâne ayna’nın izinden giderek ve bütün varlıklara Rahman’ın rahmet nefesini üfleyerek hakikatin herkese hayat sunmasını sağlayabileceği şuuruyla
hareket ederek bütün çağları aşan, bütün insanlığa ulaşan kavrayıcı ve kanatlandırıcı ulvî şiiriyeti yakalayan ve bu şiiriyeti dem be dem, gün be gün, an be an iliklerine kadar soluyarak, yaşayarak Mekke ve Medine süreçlerinde toprağa düşürülen hakikat tohumlarının medeniyet sürecinde meyveye durması için nefes alıp veren bir gençlik… Parçalı bakışın her şeyi parçaladığı bir estetize yok oluşlar çağında, eşyaya, dünyaya ve insanlığa bütün’ün / aslî olan’ın penceresinden bakarak, insanlığı parça’nın / arızî olan’ın her şeyi parçalayan arızalarının, marazîliklerinin taarruzuna maruz bıraktırdığı bir aralık’ta bütün çağları aşma imkânı sunan ümmîleşme ufkuyla yola koyulan, insanlığa kendi hakikatini, eşyanın hakikatini, hayatın hakikatini ve bütün bunların varedicisi, kaynağı Hakk’ın Hakikati’ni hatırlatarak insanlığın nihayet derin nefes almasına, yaşadığı evsizleşmeyi, yalnızlaşmayı, sığlaşmayı, duyarsızlaşmayı aşmasına imkân tanıyacak engin hakikat koridorları açmaya azmetmiş bir gençlik… Bir ayağını muhkem bir şekilde hakikate basarak, diğer ayağıyla hakikatin bütün izdüşümlerinde, tezahürlerinde ve veçhelerinde doyumsuz bir yolculuğa çıkabilecek hakikat aşığı bir gençlik… Bu geçici, ayartıcı ve gölge dünyanın, ebedî dünyaya, hakikatin sahici dünyasına açılan bir kapı olduğu bilinciyle, bu dünyanın ayartılarına kapılmadan, geçici hazları tarafından yutulmadan, hak bildiği dosdoğru yolun, herkese hayat sunacağı, ruh üfleyeceği bilinciyle yaşayarak bir eline güneşi, bir eline ayı verseler bile, iddiasından vazgeçmeyecek destansı bir yolculuğun, diriliş, oluş ve varoluş 273
yolculuğunun şaşmaz, sarsılmaz ve savrulmaz yolcusu, eri, öncü bir gençlik… Ölmeden önce ölmenin bütün varlığa nasıl diriltici bir ruh üfleyeceğinin bilinciyle ve şiiriyle nefes alıp veren mahfiyetkâr, tevazu sahibi, öne çıkmaktan, gösterişten, riyadan, kibirden ve “ben”i, “ben”de gizli olan hakikatin hakikatini korumak, kollamak, büyütmek, yeşertmek ve çoğaltmak için ego’sunun ayartılarından şeytandan kaçarcasına kaçarak ve hep “geriden giderek” ön açan, yol açan, yol alan bir gençlik… Hakikat bendedir ve bana emanettir şuurunda bir gençlik… İnsanlığın hakikate, hakikatin de kendisine gebe olduğu şuurunda bir gençlik…
Yusuf Kot
Yusuf Kot
SEÇİLMİŞ ÜMMETTEN ‘LANETLENMİŞ’ KAVME Kerem Gürel
Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna; gazabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
B
ir yol düşünün: sonu Allah’ın rızası olan dosdoğru yol... Bir de bu yolun tam zıddı bir yol. Ya da bu yol, dosdoğru yolun nefse hoş gelen tabelaları olan sapaklarından biri. Ayette geçen sapkınları anladık; bu sapaklardan sapanlar, peki Allah’ın gazabına uğrayanlar kimler? Mustafa İslamoğlu’nun Yahudileşme Temayülü adlı eseri bu sorunun izini sürmektedir. Kur’an’ın hemen ilk suresinde, söz ettiğimiz iki yol Müslümanların dikkatine sunulmaktadır. “Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna; gazabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” Gazaba uğrayanlar ve sapkınlar kimlerdi? Dinlerini tahrip ederek yoldan çıkan, Yahudileşen ve Hristiyanlaşan kitap ehliydi elbette! 276
Peki daha ilk sureden, Müslümanların bu yoldan sakınması gerektiğinin belirtilmesinin ehemmiyeti neydi? Çünkü Yahudileşme sadece İsrailoğulları’na özgü bir durum değildi, İsrailoğulları ile aynı süreçten geçen tüm kavimleri ve ümmetleri Yahudileşme tehlikesi beklemektedir. Yahudileşen tüm toplumlar Allah tarafından gazaba uğratılmaya mahkumdur. İşte Kur’an’ın daha ilk suresinden bu duruma dikkat çekilmesinin nedeni budur. Böylelikle durumun önemi ve ciddiyeti gösterilmektedir.
Allah’ın ayetlerini yalanlayan toplumun temsil ettiği şey ne kötüdür! Ve Allah zalim bir topluma rehberliğini bahşetmez.” (çev: Mustrafa İslamoğlu, Cuma suresi, 5. Ayet) Bu ayette ilahi mesajın sorumluluğundan kaçan İsrailoğulları hatırlatılmakta ve benzeri davranışta bulunan Müslümanlar uyarılmaktadır. İsrailoğulları’nın taşıdıkları kitabın değerinin ve sorumluluğunun bilincinde olmamalarına ve Müslümanların da bir gün aynı duruma düşebileceklerine Rasulullah da dikkat çekmiştir: “ Nebi ile birlikteydik. Bir ara gözlerini göğe dikti ve dedi ki: “Gün gelir, ilim insanları terk eder. İnsanların onda hiç nasibi kalmaz.” Ziyad b. Lebid el-Ensari sordu: İlim bizi nasıl terk edebilir ki? Biz Kur’an’ı okuyoruz ve bundan böyle vallahi okuyacağız, hanımlarımıza, oğullarımıza okutacağız.” Rasul cevap verdi: “Anan seni kaybetsin ey Ziyad. Ben de seni Medinelilerin en akıllılarından zannederdim. Yahudilerin ve Hristiyanların elinde Tevrat ve İncil yok muydu?” Evet Müslümanların elinde Kuran olması Ehl-i Kitaplaşmayacaklarının garantisi değildir.
Öyleyse ikinci sorumuz şu olacaktır: İsrailoğulları nasıl Yahudileştiler? Bu konuda cevap olabilecek bir çok ayet ve sureden en can alıcısı Cuma Suresidir. Nitekim Cuma Suresi baştan sona tamamıyla İsrailoğullarının Yahudileşmesi ve Müslümanları bekleyen Yahudileşme tehlikesini ele almaktadır. Surede Allah’tan sadece ibadete ayıracakları bir gün isteyip, Allah onlara o günü (cumartesi günü) tayin edince de buna uymayan, ibadet dışında bütün işler yasak olduğu için ağlarını denize cuma akşamından salıp, yasaktan sonra toplayan Yahudilerle cuma hutbesinde Peygamberi hutbede bırakıp şehre gelen ticaret kervanına koşturan Müslümanların kıssaları bir arada verilir. Bu açıdan sure, farklı zaman, mekan ve toplumlarda gerçekleşen iki ayrı olay arasındaki benzerliğe vurgu yaparak “Yahudileşme ve gazaba uğrama” durumunun sadece İsrailoğulları’na özgü bir durum olmadığını göstermektedir.
Yine iki olay arasındaki benzerliğin verilmesindeki amacı surenin son ayeti gözler önüne sermektedir: “Ama onlar bir ticari menfaat veya eğlence gördüklerinde, hemen ona doğru seğirtip seni (konuşurken) ayakta öyle bir başına bırakıverdiler. De ki “Allah katında bulunan, eğlenceden de, ticari menfaatten de daha hayırlıdır: Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Burada Yahudileşmenin bir alametine dikkat çekilmektedir: dünyevi amaç, istek vs. ile vahyin sorumluğundan caymak.
Cuma suresinin bu konuya koyduğu ikinci ünlem ise şu ayette yer almaktadır: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğun gereğini yerine getiremeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındakilerin değerinden bîhaber olan) eşeğin durumu gibidir.
İsrailoğulları’nı Yahudileşmeye götüren diğer davranışlarını ve fikriyatlarını şu şekilde özetleyebiliriz:
277
Yahudi(leşen)ler nimeti beğenmeyip, çok çeşit istediler. Kendilerini uzun bir süre devam eden kıtlıktan kurtaran Allah’a şükretmek yerine daha fazlasını, daha çok çeşidini istediler. Yani nankör ve şükürsüzdüler.
“Bize sayılı gün dışında ateş asla dokunmayacak” diyerek ırklarıyla kurtulduklarını düşünüyorlardı.
Yukarıda söz ettiğimiz meseleler Kuran’da nasıl ele alınıyor?
İsrailoğulları gerek siyasi baskılar gerekse bulundukları toplumda azınlıkta olmaları Karşılaştıkları toplumların inanç ve kültürlerini nedeniyle kapalı bir toplum oluşturdular. Bunun taklitten sakınmadılar. Buzağıya tapan sonucunda milliyetçilik diyebileceğimiz kutsal bir toplumla karşılaştıklarında Musa’dan kavim algısını edindiler. Hem bu algının hem de onlarınki gibi bir ilah istediler. Musa kavminin kendi içine kapanık olma durumunun sonucu ise başından ayrılır ayrılmaz kendilerine tıpkı o dışarıya hasetlik ve kıskançlık olarak yansıyordu. topluluğunkine benzeyen, altından ve rüzgar Nitekim son peygamber Hz. Muhammed (sav) esince ses çıkaran ‘teknoloji harikası’ bir kendi kavimlerinden çıkmadığı için ona ve put yaparak paraya ve teknolojiye taptılar. vahiy meleği Cebrail’e düşman olmuşlardır. Bu Kendilerinden inek kurban etmeleri istenince da yetmezmiş gibi kendileri gibi kitap ehli olan önce “Bizimle dalga mı geçiyorsun?” diyerek Müslümanlara karşı müşriklerle bir gündemi saptırmaya, başaramayınca oldular. Hatta müşriklerin güvenini soru yağmuru başlatarak emirden son peygamber kazanmak için onların putlarına kaçmaya çalıştılar. secde ettiler. Bunun üzerine Hz. Muhammed Kuran’da şöyle buyrulmuştur: Savaş emri gelince ciddiyetsizce (sav) kendi “Kendilerine vahiyden bir pay “Sen ve Rabbin savaşın, biz burada kavimlerinden verilenleri görmüyor musun? Eşya bekliyoruz” diyerek şimdiye ve olaylarda uğur ve uğursuzluk kadar sorunları nasıl mucizelerle çıkmadığı için ona olduğuna ve tağuta inanıyorlar ve halledilmişse ve kimler halletmişse ve vahiy meleği kafirlerin müminlerden daha doğru yine öyle olsun demeye getirdiler. Cebrail’e düşman yolda olduğunu iddia ediyorlar.” (Çev. Mustafa İslamoğlu Nisa İsrailoğulları dinin kaynağını olmuşlardır. Suresi, 51. Ayet.) Yine kutsal kavim tahrif ettiler. Sadece değiştirerek algısının bir sonucu olarak daha önce değil; kelime oyunlarıyla, hakkı belirttiğimiz gibi kendilerini “Allah’ın dostları batıla karıştırarak tahrif etmeyi seviyorlardı. ve oğulları” olarak görüyorlar ve “kendilerine Etkisi altına girdikleri kültürlerin inançlarını sayılı günler dışında ateş dokunmayacağını” benimsiyorlar, yetmiyormuş gibi kitaplarının iddia ediyorlardı. Yine bu algıdan kaynaklanan ayetlerini onlara yaranmak için onların en üstün olma fikriyle “peygamber yarıştırma” inançlarına göre değiştiriyorlardı. çabası içine girişiyorlardı. Sonuç olarak bu algı üzerinden “milli ilah, milli kitap, milli Ve yine İsrailoğulları kendilerini kutsal/üstün peygamber” fikrini oluşturdular. ırk olarak görüyorlardı. Bu durum onlarda kibir ve hasete dönüşmüştü. Vahiy sancağının kendilerine verilmesi onlarda seçilmiş ümmet, kavim oldukları algısını oluşturmuştu. Ümmet olarak seçilmiş olmayı bir üstünlük işareti olarak görüyorlar ve kendilerini Allah’ın dostları ve oğulları ilan ediyorlardı..
278
İsrailoğullarını Yahudileşmeye götüren bir diğer Bunun üzerine Karun’un servetinin nasıl yerle bir tavır da taklitti. Daha önce de söz ettiğimiz edildiği Kuran’da şöyle anlatılmaktadır: “Nihayet gibi İsrailoğulları tarih boyunca karşılaştıkları (Karun’u) da, onun evini barkını da yerin dibine toplumların kültürlerini ve inançlarını taklit geçirdik. Artık Allah’tan başka kimse onun etmişlerdir. yardımına yetişemezdi: (ama ona Allah da yardım Buzağıya tapan bir toplulukla etmedi) zira yardımı hak edenlerden karşılaştıklarında onlarınki gibi bir değildi” (Çev. Mustafa İslamoğlu, “Onlara ilah istemişler, Roma işgali sırasında Kasas suresi, 81. Ayet). “Maymunlardan Helen kültürünü benimsemişler beter olun” ve kendi inançlarını temel alan İsrailoğulları’nın emrolundukları yaşam biçimini bırakıp onlarınki üzere ineği kesme konusunda demiştik. Ve onları gibi bir yaşam sürmüşlerdi. Yani alakasız sorular sorarak gündemi hem ilk kuşaklar İsrailoğulları, İslamoğlu’nun değiştirmeye çalışmaları gösteriyor hem de sonraki deyimiyle “düşmanlarını bile taklit ki bir diğer Yahudilik alameti de edecek kadar nankörleşmişlerdir.” gündem saptırmaktır. Yine Hz. nesiller için bir Bunun üzerine İsrailoğulları’ndan Muhammed’in devesi kaybolduğunda ibret vesikası, bazı boylar, bir ibret vesikası olarak “Kendisine gökten haber geldiğine (taklitten) cismî anlamda, gördüğü her şeyi inanan Muhammed, daha kaybolan bilinçsizce taklit eden maymuna devesinin yerini dahi bilmiyor” sakınanlar için de dönüştürülmüştür. “Onlara demişlerdi. Bu cümleye karşılık uyarıcı bir örnek “Maymunlardan beter olun” Rasululah’ın cevabı şöyle olmuştur kıldık.” demiştik. Ve onları hem ilk kuşaklar “Vallahi ben bana bildirilenin dışında hem de sonraki nesiller için bir ibret bir şey bilmem. Allah bana şimdi vesikası, (taklitten) sakınanlar için de onu da bildirdi. Şu yerde yuları bir uyarıcı bir örnek kıldık.”(Çev. Mustafa İslamoğlu. ağaca dolanmış vaziyette duruyor.” Yahudilerin Bakara suresi 65-66. Ayet) Buradan şahsiyet buradaki amacı tamamen gündem saptırmaktı. ve kimlik kaybı ile sonuçlanan taklit sürecinin Nitekim bu sonuç onlar açısından hiçbir şey maymunlaşmak olduğunu anlıyoruz. değiştirmemiş ve kendi inançlarında inat etmeye devam etmişlerdi. Cuma suresinden de anlayacağımız üzere bir ümmeti Yahudileşmeye götürecek tavırlardan Kuran’ın, ümmeti Yahudileşme tehlikesine biri de dünyevileşmedir. Öyle ki İsrailoğulları götüreceği kaygısıyla uyardığı bir diğer mesele kendilerine verilen nimetlere karşılık sürekli de hizipçiliktir. Bu konuda Kur’an’da şöyle nankörlük etmişler, zahmetsizce ulaştıkları buyrulmuştur “Hakikati paramparça edip nimetleri beğenmeyip daha çok çeşidini fırkalara taraftar olanlara gelince: Senin onlar istemişler, cumartesi yasağını çiğneyerek dünyevi için yapabileceğin bir şeyin yok. Zira onların işi olanı Allah katında olana tercih etmişlerdir. yalnız Allah’a kalmıştır: Sonunda Allah onlara Dünyevileşme hususunda hatırlamamız gereken yaptıklarının hesabını soracaktır.” Hizipçilik, en büyük örnek Kuran’da anlatılan Karun hakikatin kaynağı vahiy mi akıl mı sorusuyla Kıssası’dır. Musa’nın toplumundan olan Karun’a başlar, dinin ana rükünlerini parçalar ve bunlar servetini Allah yolunda harcaması tavsiye etrafında gruplaşmaya kadar götürür. edilince, servetini kendi “bilgi ve becerisi” ile elde ettiğini söylemiştir.
279
Ahlakî kokuşma İsrailoğullarının sonunu getiren bir diğer meseledir. İyiliği emredip kötülükten men etmemeleri, dini bir tören olarak görüp ibadetleri ise adet gereği yapmaları, savaşan, ceza veren Rab algısından başlayarak dinî ve sosyal alanda sevgiye yer vermemeleri, kendilerinden (kendi kavimlerinden) olmayanlara kafirler diyerek kin gütmeleri, beraber yaşadıkları Müslümanların kendilerine uzattıkları zeytin dalına hep kuşku ile bakarak iki yüzlülük etmeleri ahlaki kokuşmaya örnek olabilir. Ne yazık ki yine Yahudilerin gündem sulandırmak için sordukları bazı sorular Allah’ı hakkıyla takdir edemediklerini göstermektedir. Peygamber efendimize “Allah’ı kim yarattı, Allah’tan başka ilah olup olmadığını biliyor musun?” gibi sorular sormuşlardır. Yine “Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah ona kat kat fazlasıyla öder” ayeti nazil olduğunda “Allah fakir biz ise zenginiz” demişlerdir. Tüm bu davranışları Allah’ı hakkıyla takdir edemediklerini göstermektedir.
Şimdi bu bahsettiğimiz hususlar üzerinden kendimize ayna tutalım. Örneğin dinde pazarlık meselesi; “dinim İslam olsun, Müslüman olayım ama bırakın siyasette laik olayım”, “Allah rızası için yapayım ama ödülünü, övgüsünü kullardan da görmezsem kıyameti koparayım”, “Belli yasakları bir yerlere gelene kadar çiğneyeyim, o ‘yer’e gelip egemen olunca çiğnemem durumu düzeltirim”, “Bir mucize göreyim öyle iman ederim”, “Görevimde emir kulu olayım, diğer zamanlarda Allah’ın kulu olmaya çalışırım”... Bu tarz davranışları gösterenler yok mu? Elbette var. onlara benzemekten Onlara söylenecek tek şey kalıyor: kurtulamadık. “Ey iman edenler, iman edin!”
Anlamı tahrif ettik. “Lailaheillallah” dediğimizde bırakın hayatımızın değişmesini, kalbimiz ürpermeyecek hale geldik. Ayetleri, kitaba uymak yerine kitabına uydurmak çabasıyla eğdik, büktük.
İsrailoğulları dinlerini tahrif etmişlerdi. Ne var ki bizim kaynağımız olan vahyi, Allah bizzat kendisi koruyordu. Ne yazık ki yine onlara benzemekten kurtulamadık. Anlamı tahrif ettik. “Lailaheillallah” dediğimizde bırakın hayatımızın değişmesini, kalbimiz ürpermeyecek hale geldik. Ayetleri, kitaba uymak yerine kitabına uydurmak çabasıyla eğdik, büktük. Sünnetin özünü anlamadan, bilinçsizce yapmaya çalışarak sünneti tahrif ettik. Tabiattaki ayetleri tahrif ettik. Efendimizin dediği gibi adım adım onları izliyorduk.
İsrailoğulları’nın beraber savaşa çıktıkları Musa’yı yarı yolda bırakıp “Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada bekliyoruz” demeleri inançlarında ne kadar ciddiyetsiz olduklarını göstermektedir. Nitekim İsrailoğulları’nın kendilerine verilen emri yerine getirmemek için çeşitli sorularla meseleyi sulandırmaları da inançlarındaki ve amellerindeki ciddiyetsizlikten ileri gelmektedir.
İsrailoğulları kendilerine kitap verilmiş olmakla kurtulacaklarını sanıyorlardı. Bugün kendini “elhamdülillah Müslümanım” diye adlandırdıktan sonra iman-amel-takva ölçüsünü gözetmeden kurtulacağını düşünenler, “biz varken onlara ne gerek var, bize katılsınlar, parçalayıcı ve bölücü olmasınlar” diyenler, “biz olmasaydık ... olmazdı” havasında olanlar azınlıkta mı?
280
İsrailoğulları bilinçsiz taklitleri sonucunda kimlik Yine hizipçilğin yol açtığı mezhep, cemaat ve şahsiyet kaybına uğramıştı. Batılılaşma ya çatışmaları sadece İsrailoğulları’na özgü bir da modernleşme adı altında bu milletin başına durum muydu? Kendi mezhebinden veya gelenlerin de İsrailloğulları’ndan bir farkı yoktu. cemaatinden olmayanı tekfir etme ya da kafir Batılı tarzda giyim kuşamdan, batılı tarzda ilan etme, siyasi rant sağlamak adına kendisi yaşamdan başlayıp, batılı tarzda dışındaki cemaatlerdense inanmayan düşünmeye yani rasyonel düşünmeye topluluklarla bir araya gelme, bizim Kendilerini kadar gidilmiştir. “Onlarınki gibi toplumumuzun da hafızasında yer zilletten bizim de olsun”, “bizim neyimiz alan durumlardır. Ümmet hâlâ kurtaracak bir eksik?”, “onlar yapıyorlar biz de söz konusu sebepler nedeniyle yapalım.”, “o yapıyorsa bir bildiği bölünmeye ve parçalanmaya devam lider olan Mesih’in vardır, sorgulamaya gerek duymadan geleceği düşüncesi etmektedir. biz de yapabiliriz.” Ya da “onlar böyle de aynı zihniyetin yaparak bizden önde olduklarına Sonuç olarak gazaba uğrayanlar göre biz de aynen öyle yapmalıyız.” sadece Yahudiler değildi. Fakat ürünü değil Ya da “eskiler böyle yapmıştı, biz de Yahudilerin “Allah’ın gazabına midir? Çözümü yapalım. Bir bildikleri vardır hem uğradılar”, “Gazap üstüne gazaba bir liderden yapmazsak dışlanırız”... Cümleleri, uğradılar” gibi ayetlerin deliliyle içinde bulunduğumuz toplumun gazaba uğrayanlardan olduğu beklemek! İsrailoğullarına ne kadar benzediğini görülmektedir. Bizim için de Bizler de benzer göstermekte ve ne yazık ki muhtemel görünen “gazaba uğrama” davranışları Yahudileşme eğiliminde olduğumuza durumuna karşılık yapacağımız, işaret etmektedir. Yahudileşme temayüllerine dikkat sergilemiyor ederek, dengeli, tek parça ve muyuz? Savaş emri gelince ciddiyetsizce pazarlıksız bir iman ile Allah’a “Sen ve Rabbin savaşın, biz burda kullukta bulunmaktır. Resmetmeye bekliyoruz.” diyerek şimdiye kadar sorunlar çalıştığımız Allah’ın gazabına uğramakla nasıl mucizelerle halledilmişse ve kimler sonuçlanan davranış ve düşünce tarzına halletmişse yine öyle olsun demeye getirdiler. dair söyleyebileceğimiz son söz yine başta Diğer yandan bütün yükümlülüğü liderlerine zikrettiğimiz ayettir: atıp işten sıyrılmaya baktılar. Kendilerini zilletten kurtaracak bir lider olan Mesih’in geleceği Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin düşüncesi de aynı zihniyetin ürünü değil midir? yoluna; gazabına uğrayanların ve sapkınlarınkine Çözümü bir liderden beklemek! Bizler de benzer değil. (Fatiha 5,6,7) davranışları sergilemiyor muyuz? Lafa gelince mangalda kül bırakmayan bizler mücadelede “Sadece bana kulluk edin; budur dosdoğru yol...” elimizi ne kadar taşın altına koyuyoruz? (Yasin 61) Mücadele edenleri, bu uğurda mesleğini, makamını vs. feda edenleri kahraman ilan edip hayranlık duyarken neden mücadele ruhunu kendimize bir beden büyük görüyoruz?
281
Cezaevi’nde İnsanlar Var Mehmet Ali Başaran
Burada insanlar baskılanıyor, sindirilip nesneleştiriliyor. Tecrit işkencenin ta kendisidir!
282
M
azlumder Cezaevleri İzleme Komitesi çalışmaları kapsamında Bolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu’ndaydık dört avukat arkadaş. Kaya Kartal, Mehmet İzmir, Ahmet Kılıç ve ben.
İlk olarak Rıdvan Çağrıcı geldi. Tanımadığı biz gençleri karşısında görünce şaşırdığı belli. Ziyaretçilerin var, demişler, gelmiş. -Selamun aleyküm
Cezaevlerinde siyasi mahpus olarak tutulanların halini hatırını sormak istiyoruz. Cezaevlerinin mevcut durumu hakkında bir de rapor hazırlayalım diyoruz.
-Aleyküm selam Esasında bunun için geldik. Giriş ve sonuç bu: Allah’ın selamı üzerinize olsun!
İki gruba ayrılıp üçer hükümlüden toplam altı görüşme gerçekleştirdik. Her görüşme ortalama yarım saat sürdü.
Cezaevinde geçen 25 yılın yalnızlığı mıdır üzerine sinen? İyi görüyoruz Rıdvan Çağrıcı’yı, moralli.
Kaya ve Mehmet, İrfan Çağrıcı, Sabri Aktaş ve Salih Baytap ile görüşürken, Ahmet ve ben Rıdvan Çağrıcı, İsmail Şah Balta ve Tamer Aslan ile görüştük. Görüştüğümüz isimlerin tamamı hükümlü. Biri ağırlaştırılmış müebbete mahkûm, diğerleri müebbete…
Günlerinin nasıl geçtiğini, arkadaşları ile aktivitelerini, koğuşlarını, koğuşlarının avluya açılışını anlatıyor. Gariplik giymiş bir çocukluk var üzerinde. Biz daha çok dinliyoruz. Dalıp gitmelere meyyal zaman, akıp gidiyor.
Vaziyet bu kadar ağır ve ağırlaştırılmışken, nasıl insanlarla karşılaşacağınızı merak ediyorsunuz doğrusu. Yorgun bir merak. Hüzünlü ve acı veren, kaygılı bir merak.
Kendimi onun yerine koymaya çalışıyorum. Bunu birazcık olsun beceremediğimin farkındayım. Sadece o tevekkülün sebebi için şükrediyorum.
İlk kez cezaevine gidiyorum. Güvenlik görevlilerinin, askerlerin hakim olduğu, fazla resmi, fazla suskun, fazla sıkkın bir devlet dairesi düşünün. Diken üstünde olma hali de var. Ya da bana öyle geliyor. Şu duvarların dili olsa da konuşsa!
İkinci olarak İsmail Şahbalta giriyor görüşme odasına. Duygu ve düşünceleri çok belli bu adam bize öyle candan sarılıyor ki... İlk andaki şaşkınlığı bir kenara koyuyor sevinçle. Diri, coşkulu konuşuyor. Sır verir gibi.
Sıkı prosedürlerden, güvenlik koridorlarından, kapılardan geçerek vardık görüşme odasına.
283
Bizden önce İHH ve Özgürder’den gelmişler, onlara da söylemiş:
Tecrit, işkencenin ta kendisi!
Cezaevine girdiğinde, kızı henüz 10 aylıkmış. Onunla iletişim kurmak için kelimeler anlam ifade etmediğinden kağıt üzerinde; hayvanlar, cin aliler çizmesi gerekmiş. Kızıyla konuşabilmek için! Öyle başlamış. Daha sağlıklı bir ilişki için de çalıştıkça çalışmış, geliştirmiş. Şimdi artık çoktandır okuma yazma biliyor kızı. 18 yaşında. Almanya’da. Yazları ziyaretine geliyor. Kızımla çok güzel bir ilişkimiz var diyor.
Gardiyanlar mahkûmlara düşman gibi bakıyor büyük oranda.
Tamer Abi serinkanlı, derinlikli, duygusal ve mesafeli bir kişilik izlenimi veriyor.
Bilhassa görevlilerin sert tavrı, aldıkları eğitimden kaynaklanıyor.
Uzaktan eğitim ile hukuk fakültesini bitirecekmiş ama devletten kaynaklı bir sorun çıkmış.
Cezaevlerinde korkunç bir endoktrinasyon var. Burada insanlar baskılanıyor, sindirilip nesneleştiriliyor.
Mahkûmların aileleri ile görüşme süreleri çok kısıtlı.
Ney ve daha başka aletler ile müzik yapıyor. İngilizcesini daha da ilerletmek için ihtiyaç duyduğu dijital sözlüğü içeri sokamadığına yanıyor.
Sağlık personeli çok kaba ve sorunlu. Cezaevinde hasta olmak en korkulan şey olsa gerek. Bir ara boş bulunup, ‘Abi, kaç yılın kaldı senin’ diye soruyorum. Gülüyor! ‘Çok var’ ile ‘ne önemi var’ arası bir ifade..
‘Ne kadar atölye varsa biz ordayız’ diyor. Spor yapıyor. Zihnen olduğu gibi bedenen de zinde.
Heyecanlı adam İsmail Abi.
Yaptığımız üç görüşmeden en çok bu sonuncusu dokunuyor bize. Cezaevinden çıkarken, geldiğimiz bu bambaşka dünyadan dönerken, ardımızda bıraktıklarımızı düşünüyoruz.
Allah razı olsun, diyor. Geldiğimiz için. Biz de kendisi için dua ediyoruz. Ve günün son görüşmesinde Tamer Arslan ile sohbet ediyoruz.
Bu adamlar af beklemiyor ve ah vah da etmiyorlar. İnançlı ve kararlılar.
Buraya gelirken koridorda asılı duran kocaman bir tablo gözümüze çarpmıştı. Engin bir ovada güldür güldür koşmaya hazır simsiyah bir atın resmi.
O şartlarda bu denli sağlıklı kalmalarını başka türlü izah edemiyoruz.
O resim kendisine ait. Burada başlamış resim çizmeye.
284
Dikkat: Bu Alıntılar Defteri’ne bir Gönderme’dir. www.alintilardefteri.net
Cezalara, “Allah-u Ekber”li tepki! 1999 yılında cezaevinde “Allah, Bismillah, Allah-u Ekber” kelimelerini yüksek sesle söylediği için disiplin cezası aldı. Müslümanlar için “tekbir” diye tabir edilen bu ifadeler pekala slogan sayılırdı! Cezaevi yönetimi disiplin cezasıyla yetinmeyip bir de adli makamlara suç duyurusunda bulundu. Ve Yakup Köse hakkında, İstanbul 6 No’lu DGM’de “terör örgütüne yardım ve yataklık” suçundan dava açıldı! Bugün Ergenekon’un avukatlığını yapan Metin Çetinbaş’ın hakim sıfatıyla karar verdiği o davadan 1 yıl ceza almış olan Yakup Köse, birkaç gün önce gelen bir telefon mesajıyla 1 yıllık cezanın Yargıtay tarafından onandığını öğrendi:
Özgür Açılım Platformu tarafından 14 yaşında İBDA-CE üyesi olduğu gerekçesi ile tutuklanan haksız yere 10 yıl hapis yatan ve geçtiğimiz günlerde bir sms mesajı ile “örgüte yardım ve yataklık etmek suçlaması” ile 1 yıl daha ceza aldığını öğrenen Yakup Köse ve puşi taktığı için 11 yıl 3 ay hapis cezası alan üniversite öğrencisi Cihan Kırmızıgül için “Allah-u Ekber” başlıklı bir yazılı açıklama yayımlandı. Açıklama şöyle: Yakup Köse... 28 Şubat sürecinde 14 yaşındayken İBDA-C üyeliği suçlamasıyla tutuklandı. O yaşta terör örgütü üyeliği suçlamasıyla idamla yargılandı. Haksız yere 10 yıl hapis yattı.
“İstanbul Özel Yetkili 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2000/102 no’lu dosyasından ceza aldınız. Hapis kararınız infaza verilmiştir.” Cihan Kırmızıgül... Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 2. sınıf öğrencisi. Boynunda poşuyla Kâğıthane’deki otobüs durağında bekliyordu. Aynı gün o bölgede bir markete molotof atılmış, 22 yaşındaki Cihan da boynundaki poşu gerekçe gösterilerek zanlı olarak gözaltına alınmıştı.
Üniversite Öğrencisi Cihan Kırmızıgül’e ve İBDA-C üyesi olduğu gerekçesi ile Yakup Köse’ye verilen cezalar nedeniyle adalet sistemine tepki gösteren Özgür Açılım Platformu “Adaleti ara ki bulasın” dedi. 286
Ne yazık ki Türkiye Yakuplar ülkesi, Cihanlar Ülkesi..
Gözaltına alındığında tutanak tutan polisler davada ifade verirken molotof atan kişinin Cihan olup olmadığından emin olmadıklarını söylediler. Gizli bir tanık da 3. duruşmada olay sırasında gördüğü şahsın o olmadığını söyledi. Savcı bir önceki duruşmada Kırmızıgül’e 45 yıl hapis istemişti.
Adaleti ara ki bulasın. Eşitlik zaten yok. Hukuk ilkesizlikle malûl; üstünlüğünden bahsetmek ne mümkün.
Poşu taktığı gerekçesiyle gözaltına alınan ve 25 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül, önceki gün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada 33 yıl 9 ay hapis cezasına mahkum edildi. Ceza daha sonra indirim maddeleri uygulanarak 11 yıl 3 aya düşürüldü.
Şu kararlara bakın: Uluslararası hukuk, anayasa, akıl, izan, insaf, kalp, vicdan her şey bir yana.. Alabildiğine ilkesizlik, alabildiğine keyfilik..
Ne yazık ki Türkiye..
Hani Adil Yargılanma Hakkı?
Ne yazık ki böyle başlanıyor bu ülkeyle ilgili en büyük cümlelere.
Hani Masumiyet Karinesi? Cihan’a reva görülen cezaya hukuk değil zulüm denir.
Ne yazık ki Türkiye’nin tarihi zulümler tarihidir gerçekte.
Yakup’a reva görülen cezaya hukuk değil zulüm denir.
Müslümanlara, Kürtlere, Alevilere, Rumlara, Ermenilere yapılan zulümlerin haddi hesabı yoktur..
Özgür Açılım Platformu olarak bu ülkede yaşayan milyonlarca müslümanın her gün defalarca yinelediği gibi “Allah-u Ekber” diyoruz!
Müslümanlara, Kürtlere, Alevilere, Rumlara, Ermenilere ve daha nicelerine...
Cihanlar için Yakuplar için Özgürlük için Adalet için “Allah-u Ekber” diyoruz.
Bakınız Birinci Meclis’in Dağıtılması, İstiklal Mahkemeleri, Dersim Katliamı, Sivas Katliamı, Maraş Katliamı, 6-7 Eylül Olayları, Darbeler, Darbeler, Darbeler..
“Ey İnananlar! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, kuşkusuz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.” (Kur’an-ı Kerim, Maide 8)
EmekDunyası.Net
287
Bismillahirrahmanirrahim
Hucurât Suresi 1.SİZ EY imana ermiş olanlar! Allah’ın ve Elçisi’nin [emrettiği şeyin] önüne kendinizi koymayın, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: Çünkü Allah, kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi bilendir! 2.Siz ey imana ermiş olanlar! Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi o’nunla konuşmayın, yoksa bütün [güzel ve iyi] işleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur. 3.Bakın, Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile [doldurularak] Allah tarafından sınananlardır; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükafat vardır. 4.Gerçek şu ki [ey Peygamber,] seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar: 5.Çünkü, sen [kendi isteğinle] onların yanına gelinceye kadar sabred[ip bekle]selerdi, kendi lehlerine olurdu. Ama Allah yine de çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır. 6.SİZ EY imana ermiş olanlar! Yoldan çıkmışın biri size [yalan] bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız. 7.Ve bilin ki, Allah’ın Elçisi aranızdadır: O, her işinizde ve her zaman sizin temayülünüze uysaydı, [toplum olarak] bundan zarar görürdünüz. Ama, görüldüğü gibi, Allah imanı[nızı] size sevdirdi, onu kalplerinizde güzelleştirdi ve hakikati inkar etmeyi, günah işlemeyi ve [güzel olan şeylere] karşı çıkmayı size çirkin gösterdi. İşte bunlar, doğru yönü izleyenlerdir 8.Allah’ın nimeti ve lütfu sayesinde ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. 9.O halde, müminler içinden iki grup çatışırsa onlar arasında barışı sağlayın; ama sonra, iki [grup]tan biri diğerine haksız şekilde davranırsa, [davranışı]nı Allah’ın buyruğuna uygun hale getirinceye kadar, haksızlık yapan taraf ile mücadele edin; (yaptıklarından) vazgeçerlerse adil bir şekilde aralarını bulun ve [onlara] eşit davranın: çünkü Allah, eşit davrananları sever! 10.Bütün müminler kardeştir. O halde, [her ne zaman araları açılırsa] iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki onun rahmetine nail olasınız. 11.SİZ EY imana ermiş olanlar! Hiçbir insan [başka] insanları alaya alıp küçümsemesin: belki o [alay edip küçümsedik]leri kendilerinden daha
hayırlı olabilirler ve hiçbir kadın [başka] kadınları [küçümseyip alaya almasın]: onlar kendilerinden daha hayırlı olabilirler. Ve hiçbiriniz başka birini karalamasın, birbirinizi [yaralayıcı, incitici] lakaplar ile aşağılamayın: [kişi] iman ettikten sonra ona hiçbir şekilde günah isnad etmeyin ve [bu suçu işleyen, ama sonra] pişmanlık duymayanlar -işte gerçek zalimler onlardır! 12.Siz ey imana ermiş olanlar! [Birbiriniz hakkında] yersiz zanda bulunmaktan kaçının; çünkü [bu şekildeki] zannın bir kısmı [da] günahtır; birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın, ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın. Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz! Ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır! 13.Ey insanlar! Bakın, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, ona karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır. 14.BEDEVÎLER, “Biz imana erdik” derler. De ki [onlara, ey Muhammed]: “Siz [daha] imana ermediniz: ‘Biz [zahiren] teslim olduk’ demeniz daha doğrudur; çünkü [gerçek] inanç henüz kalplerinize girmiş değil”. Ama Allah’a ve Elçisi’ne [gerçekten] kulak verirseniz O, hiçbir işinizin boşa gitmesine izin vermez: çünkü şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır. 15.[Şunu bil ki, gerçek] müminler, yalnızca, Allah’a ve Elçisi’ne iman edenler ve (bu konuda) bütün şüphelerden uzak duranlardır; ve Allah yolunda bütün malları ve canları ile cihad edenlerdir: işte onlardır sözlerinde duranlar!
16. De ki: “Siz, Allah’a dininizi[n mahiyetini] mi öğret[mek ist]
iyorsunuz? Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah her şeyin eksiksiz bilgisine sahiptir!” 17.Birçok insan, [sana] teslim olmak suretiyle [ey Muhammed], sana bir lütufta bulunduklarını zannederler. De ki: “Teslimiyetinizi bana bir lütuf olarak görmeyin: Hayır, tersine size iman yolunu göstermek suretiyle Allah size lütufta bulunmuştur; eğer sözünüzde samimi iseniz!” 18.Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin bütün sırlarını bilir ve bütün yaptıklarınızı görür.
Muhammed Esed Meali
GÖKÇE AHLAK: HUCURAT SURESİ Ayşe Şener
-bir/bin yaşanmamışlık…-
H
ucûrat suresi, koca bir kitabın sonlarına doğru, sanki kitaptan hayata çıkıp giderken, bütün bu “söz”lerin nihai amacını gündeme koyar: nitelikli hayatı...Olgun bir insan ve toplumun değişmeyen ölçülerini... Bu olgunluğu kaybedişin, yozlaşmanın görüntülerini ve görüntülerin kaynağını ele verir… Pek çok kere sadece sorunların tesbitiyle ve yığılmasıyla başbaşa bırakılan insanı, sorunların çözüm kaynaklarına ulaştırmak ister. Sözün kanatlanıp konması/inmesi; söz konusu cümlelerdeki ilahi beklentileri insanın anlaya-yaşaya karşılayabilmesidir. -Artık bu sözlerin gereğini kişiliğinizde ve hayatınızda taşıyabilmelisiniz- der sözler. Beklemeye başlar, anlaşılmış bir kitap, bir sure…Yaşamın kapısında. 290
Bir surenin çağlar ötesinden ve uzak coğrafyalardan bize kadar gelmesi, inmesi, suredeki evrensel özün çıkarılarak güncellenmesi ve yaşadığımız hayata uyarlanması şeklinde gerçekleşir. Bu anlamda Hucûrat suresi ile birlikte daha pek çok sure, başımızın üstünde henüz konmayı/inmeyi gerçekleştirememiş birer sure olarak “pike” yapmaktadır. Kanatlar “ayakta kalmamalı”dır oysa daha fazla…İçerimize buyur edilmeli, içselleştirilmeli ve yerleştirilmelidir günün, gündüzün, akşamın orasına burasına. … Medine döneminde, yani ilahi yaşam biçiminin kente, Medine’ye soyluluk armağan ettiği, bizzat Medineli/kentli olduğu, ya da kentin soylulaştığı yıllarda inen sure adını, 4. ayette geçen ve hücre kelimesinin çoğul hali olan ve Peygamber (a.s.) mescidinin yanındaki ailesine ait odaların kastedildiği “hucurat” kelimesinden alır.
Her surenin kendine has zamanı, mekânı vardır. Doğduğu an’ı, yeri-yurdu. Evrenselleşmeye başladığı yereli…
Hucûrat suresinin ilahi yükseltisinden yola çıktığı ve toprağa dokunmaya başladığı yıllarsa Hicri 9. yıllardır… Neredeyse elçinin son yıllarıdır o yıllar. Sonsuzun az evveli olan yıllar… Bu; Elçinin yani öğreticinin son yılları olması, öğretinin tamamlanma, olgunlaşma yıllarına karşılık gelir. Bir yaşam biçiminin bir takım biçimler, semboller ve ibadetlerle Neredeyse elçinin son gün ışığına çıktığı bir zamana…
yıllarıdır o yıllar. Sonsuzun az evveli olan yıllar… Bu; Elçinin yani öğreticinin son yılları olması, öğretinin tamamlanma, olgunlaşma yıllarına karşılık gelir. Bir yaşam biçiminin bir takım biçimler, semboller ve ibadetlerle gün ışığına çıktığı bir zamana…
Surenin “odalar” ismini alması, daha en başından özel hayatın dokunulmazlığına, saygınlığına değineceğinin haberini uçurur. Çünkü toplumsal duyarlılıktan dolayı özel hayatı olamayan elçilerin/toplum önderlerinin bir özel hayatları olduğu konusu, çoğu defa unutulan, yok sayılan bir konudur. Ne kadar topluma mal olmuş olursa olsun bir önderin herkes gibi bireysel hayatının dokunulmazlığı esastır. O insanın taşıdığı “konum”a karşı gösterilmesi ihmal edilen, unutulmuş saygının hatırlatıldığı sure, önder (önden giden)lerin ve ardındakilerin, izleyenlerinin karşılıklı saygı sınırlarını çizer.
Ve dinin nihai amacı sayılabilecek olan ahlakı anlatan bir sure olarak Hucûrat; ahlak; dinin mürüvvetidir temasını işlerken şöyle bir cümleyi de bırakıyor kâğıda: “Öyleyse bu sure Kuran’ın mürüvvetidir.” Hucûrat suresine ilahi ahlak ilkeleri, ahlak bildirgesi şeklinde farklı “lakaplar” takılabilir.
Surenin ilk paragrafında Allah’a ve Elçisi’ne karşı gösterilmesi gereken gerçek saygı anlayışına yer verilir. Elçiye karşı yapılan saygısızlıklar ve türevlerini düşündürür sure. Fakat en çok da saygı anlayışımızı gözden geçirmemize neden olmak ister.
291
Surenin girişinde elçiye gösterilmesi gereken Son Peygamber’in özel hayatına saygısızlığın saygının çerçevesi çizilirken, ilahi öğretiyi hayat çağdaş karşılığı/günümüzcesi ne olabilir, sorusubiçimi edinenlerin, bu çerçevede bir yaşam algısı nun karşılığını arayacak olursak, onlardan biri; oluştururken şunlara dikkat etmesi beklenir. dayanaksız kişisel görüşleri için elçinin arkasına İlahi öğretiyi hayat biçimi edinenler, değişmez sığınmak, bu amaçla uyduruk sözleri hadis adı kaynak Kur’an ve onun ilk anlama-yaşama yöntealtında dini hayat oluşturmak için kamuya sürmi olan Sünnet’in öngörüsü dışında, -bu iki temel müş olmak, sonra son derece şahsi olan yorumları kaynağa rağmen- , salt Peygamber (a.s.)’in yokişisel tercihleriyle bir din/ rumlarından öne almak, Kitab’ın çağlar üstü bir ruha/öze hayat algısı oluşturmamabir takım önderleri ondan lıdırlar, anlamında uyarılar üstte tutmak vs. olabilir. sahip oluşu, elçinin örnekliğini alınır. Ayrıca bırakmış olduğu de çağlar üstü kılar. Açıktır bilgi mirasının, ana metinki önderlik ve örneklikte le ilmî sağlamasını yapKitab’ın ilk örnek yorumu mak dururken, ilk temel olan Sünnet’e, sözleri ve başka hiçbir kimse Allah’ın kaynağın değişmez özüyle yaşam örnekliğine dikkat elçisi kadar yetkin olamaz. ikinci temel kaynak pekâlâ çekilmesi, Hz. Peygamİşte bu yüzden Hucurat’a göre, aslına döndürebilecekken, ber’in, sureyi baştan sona hadis adı altında güvensiz kapsayan ahlaki ölçülerin Elçi’nin sözlerinin ve yaşamının yığılmalar, Elçi’ye atfedilen insan hali olmasıyla ilgilibütününden yansıyan din algısı, kimi rivayetlerdeki akıl dir. Bütün kitabı ilk anlao algıyı anlama ve yaşamada dışı sapmalar da saygısızyan ve yaşayan olmasıyla… lığın temel görünümleri gösterdiği üstün yöntem ve açmış olarak yaşadıklarımızdır. Kitab’ın çağlar üstü bir olduğu çığır her çağda özenle ruha/öze sahip oluşu, izlenmeye değer bir yaşam Sure saygısızlığı günceller Elçi’nin örnekliğini de böylece. Ve bizi doğru bir çağlar üstü kılar. Açıktır modelidir. saygıya çağırır. ki önderlik ve örneklikte başka hiçbir kimse Allah’ın elçisi kadar yetkin olamaz. İşte bu yüzden “Saygılı olun”dan çok, “saygınızı doğrultun” der Hucûrat’a göre, Elçi’nin sözlerinin ve yaşamının gibidir. Sayarken bile niceliğe takıldığımızı, saygıbütününden yansıyan din algısı, o algıyı anlama nın nitelikli olanını ister. ve yaşamada gösterdiği üstün yöntem ve açmış olduğu çığır her çağda özenle izlenmeye değer bir yaşam modelidir. Ne genel anlamda oluşturulan dini hayat algısı ne de ayrıntılarda öne sürülen kişisel hiçbir düşünce ve yorum, elçinin bıraktığı güvenilir(sahih) bilgi ve yaşam mirasının önüne geçemez.
292
Döner ayetler okura: Ahlaki derinliğe erişememenin asıl nedenini kimselerde değil, kendinizde arayın der. Bilinçsiz inancın, gösterişe oynayan müslümanın sığlığını gözler önüne serer…Bu halimizle dinimizi Allah’a mı öğretmeye çalıştığımızı yüzümüze der çekinmeden ve küçük düştüğü yerden kaldırıp özümüzü… Bizi “büyütmeye”, olgunlaşmaya çalışır.
Sure ardından sağlıklı bir toplumda olmaması gerekenlere, yozlaşmamak için alınması gereken tedbirlere değinir. Mesela sağlıklı haber almanın toplumsal güven için gerekliliğine değinilir. Haberin kaynağının olduğu kadar, içeriğinin de irdelenmesi gerektiğine… Sağlıksız haber ve sağlıksız bilgi akışının hem hayatı hem dini hayatı nasıl etkilediği ve yönlendirdiği düşünüldüğünde konunun önemi ve güncelliği anlaşılacaktır. Yukarıya bağlı olarak sağlıklı hadis bilgisini elde etme yöntemlerimizi de sorgular böylece. “Bu hadistir!” diyen herkese olan saf ve akılsızca olan inancımızın bize nasıl bir din-hayat yaşattığını…
Yaşanası bir ahlaktır, Hucûrat… Yaşamadıklarımızın ağıdı, öğüdüdür.
Kalan ayetlerde toplumsal barış adına daima haktan yana, haklıdan yana, eşitsizlikleri yok etme yolu olan adaletten yana olmanın önemi, ondan daha önce gerçekleştirilmesi acil olan iç barış ve inanç birliği, insan onurunun dokunulmazlığı ve bunun için onur zedeleyici zan, ön yargı, tecessüs, çekiştirme gibi ahlaki anlamda gelişmemişliklerin çiğliği, çirkinliği vurgulanır. Değinilen her konu ayrı bir başlıktır. İnsanlıkta birlik, farklılıklara rağmen aynı olmanın birliği konusu gibi… Ve son vuruşu yaparak, yaşanıncaya değin gerisin geri geldiği yükseltide kendisini beklemeye alır. Giderayak acı söyler Hucûrat…
293
1. Dekalog Muhammed Mansur Acuner
Öyleyse, doğum anından itibaren insanı taalluk eden en hususi ve aslında açık açık ortada duran mesele, nereye gittiği meselesidir. Bu gidiş üzerinden nereye varacağıdır.
Ö
yle zamanlar olur ki birden film izleme isteği/çabası içimizi sarar. Bu gibi durumlarda içinden çıkılmaz bir çokgen gibi duran Hollywood (ve onun barındırdığı kalabalık/gürültü/müzik/şehvet/bitmeyen zaman/kusursuz hayatlar ve ölümün ölüşünden tecerrüt etme isteğinin sinir bozucu durumu) sarmalar dünyamızı-eğer fark edebiliyorsak. Hikâyemiz tam da bu sarmalamadan, mana ve tekrar düşünmeye doğru kalb olma isteğinden başlıyor. Yukarıda sayılanlar hepimizin çok defa şahit olduğu, sebep-sonuç ilişkisiyle mutlu/hüzünlü sonlar tarafından zarflanmış, performans üzerine kurulu, oyuncularının film sonrasında kırmızı halıda size gülücüklerle poz verdikleri ve –eğer kabul ediyorsanız- öze dair verdiği mesajların şüpheli olduğu yapımlardır. Bu yazı boyunca Kieslowsky’nin, ‘On emir’den mülhem 1989 yılında çektiği dizilerden I.Dekalog hakkında birkaç yorumda bulunmaya çalışacağım. Birkaç kavram ve sahne de bu manada bir açıdan değerlendirilmiş olacaktır. 294
Evet, dışarıdan bir an bakıldığında, o dünyadaki biri diğerinin kendi içerisinde ateşleyicisi olan gösterişler ve sloganlar, içinde bulunulduğunda anlaşılmayacak ölçüde gürültülüdür. ‘Gösteriş meftunları düşünce ve beyanlarındaki boşluğu gürültü ile doldurmaya çalışırlar. Hakikat ve samimiyet ise sessizdir.’1, o hakikat ve samimiyet sadelikten yanadır. Bu gerçeğin evveline bakan yanından bahsetmek gerekirse, kâinatta atılması gereken bütün adımlar bir öncesinde derince düşünülmüş ve tedebbür edilmiş olması kişi/ ferdin varoluşunun erimemesi 2 ve buna bağlı olarak bir sonraki anda feryatlarına bir perde/ engel olması için çok mühimdir. Çünkü atılan her bir adım aslında bir seçimin vücudunu gösterir.
*
İnsan hayatını düşünce ve fiiller düzleminde mütalaa ederken önümüze çıkan kriterlerden birinin de sürdürülebilirlik olduğu inkâr edilemez. Bu gerçeği şöyle de ifade edebiliriz: Lezzet ve sürur ister ki kendileri bir ömür devam ve temâdi halinde olsun, zaman ile parçalanıp gitmesin, belki ziyadeleşsin. Öyleyse, doğum anından itibaren insanı taalluk eden en hususi ve aslında açık açık ortada duran mesele, nereye gittiği meselesidir. Bu gidiş üzerinden nereye varacağıdır. Öyle ki, insana yöneltilen ‘ Ey insan! Necisin, nereden gelir nereye gidersin?’ soruları –Sokrates’ten Heidegger’e- engin ufuklara sahip her kişi tarafından cevaplanmaya Bir başka soluk ile ifade etmek gerekirse seçimin gayret edilmiştir. Bu gayret, attığı her adıma kendisi bizatihi ağır ve kutsal olan bir şeydir. bir parça anlam biçmeye çalışmaktır, büyük bir ‘Kişi daha seçim yapmadan önce, kişiliğin noktada, bunun sebebi ise kişiye ‘bir armağan seçimle ilgisi vardır ve eğer kişi seçimi ertelerse, olan yaşam’ın /ölümün acılaştırıcılığı ile kişilik seçimi bilinçdışı olarak yapar’ demektedir karşılaşıldığında/ insanda varlık batması halinde Kierkegaard. Bu noktada kahramanlarımızdan bir tezahürüdür. Aslında bu durum o insanın Kryztof’a -alıntıdan mülhemtek başına halledemeyeceği baktığımızda ‘ hem madem dışarıdan ‘aptal ve çocuksu’ Bu gayret, attığı her ölüm öldürülmüyor ve görünen, karşısına çıktıkça ‘Yok adıma bir parça anlam kabir kapısı kapanmıyor’ 3 Say’ butonuna bastığı, günlük biçmeye çalışmaktır, hakikatinden bir hayli uzak, akışta etrafta gözükmeyen salt sebeplere uyma gayretini bir soru ile karşılaşmasıdır. büyük bir noktada, bunun dünyasına gaye-i hayal etmiş, Varlık batması halinde yaşam sebebi ise kişiye ‘bir çevresince muteber bir muazzam bir hesaplaşma ve armağan olan yaşam’ın / profesör olarak görünüyor. anlamlandırma boyutu kazanır. Burada bahsetmek istediğim Pavel’in, sokakta ölen sarı ölümün acılaştırıcılığı ile sebeplere uymamak değildir, köpeği görmesinden sonra, karşılaşıldığında/ insanda babasına ölüme dair ‘nasıl?’ öyle ki takvanın bir boyutu da varlık batması halinde bir sorusundan evvel ‘neden?’ sebeplere tabi olmak olarak tanımlanmıştır. Sebepler, onlara sorusunu sorması Pavel’in tezahürüdür. uyulup adım atılmaması gereken de varlık batması durumuyla şeyler değildir. karşı karşıya kaldığına bir Ancak Kryztof, filmde Pavel’in sorduğu gazeteye işarettir. Bu bir farkındalık seviyesini kırmak, verilen ölüm ilanını ‘neden?’ sorusuna bakan onun üzerine /herhangi bir tefessüh durumu yönüyle değil, ‘nasıl?’ sorusuna bakan yönüyle ele oluşmaması halinde/ geri dönülmeyecek halde almaktadır 4. Yani sebepleri (kanser/kalp krizi/ çıkmaktır. Adeta o hava gibi her yere girebilir, organ yetmezliği..) kendi dünyasında birer gaye-i sızabilir, her mevcuda tesir edebilir, yer yer insanı hayale çevirmiş, onlarda takılmıştır. tesiriyle nefessiz bırakabilir. 295
Evet, Pavel’in sokakta gördüğü sarı gözlü köpeğin durduğu anlar./Niçin? Peki ya sonra ne olacak? ölümü onu varlık batması haline taşır. Her ne Anladım ki bunlar öyle aptalca ve çocukça sorular kadar filmde kâinattaki ‘kocaman’ hadiseleri değil, hayattaki en önemli ve derin sorulardır. ‘ ölüm temelli yorumlayacak kadar yaşamasa da gördüğü ilk şeylerden olan gazeteye verilen İşte aslında varlık batması bu kadar evrenseldir, ölüm ilanını /Kryztof’a göre tek geçerli olan nesep/millet/ırk tanımaz. Soruyu sorduğu sebep-sonuçtan sıyrılarak/ bütün çıplaklığıyla andan itibaren yoğun bir şekilde cevap ister. okur. Burada tam anlamıyla Bu noktada ‘Peki soruyla hiç karşılaşılan meselenin büyükkarşılaşmayanların durumu Varlık batması halinde küçük olması ekseninden nedir?’ denirse 5 , kısa iki yaşam muazzam verimli-verimsiz olması kelimeyle, ölümün bizatihi eksenine geçiş vardır. Çünkü bir hesaplaşma ve vücudu, yani ölüme dair herkes yeterince büyük olaylar/ seremonilerin ve mekânların anlamlandırma boyutu meseleler ile karşılaşmayabilir. yaşadığımız alanlardan kazanır. Pavel’in, uzaklaştırılması ve 24 saat boyunca ‘gece hayatı’ ile beraber Mezkûr durum ile karşı sokakta ölen sarı köpeği bitmeyen hayatın aldatıcılığını karşıya kalan bir diğer isim de görmesinden sonra, görürüz. Tolstoy’dur. Onun, hayatının babasına ölüme dair ilk döneminde ilerlemeci bir anlayışa sahip olduğunu kendi Tolstoy’a dönecek olursak, o ‘nasıl?’ sorusundan eserlerinden öğreniyoruz. hayatı algılamayı dört tabakaya evvel ‘neden?’ sorusunu Kendisi ve bir grup arkadaşını ayırır: bilgisizlik, Epikürcülük, sorması Pavel’de varlık bir zamanlar toplumun üst güç ve zayıflık yolu 6. Bilgisizlik seviyesinde yazan, eğiten ve yolu insanın henüz varlık batması durumuyla karşı yönlendiren insanlar olarak batmasına uğramamış olduğu karşıya kaldığına bir gördüğünü ifade ediyor. zaman dilimidir. O kişi bir işarettir. Onun bu düşüncesini şekilde/ mutlu-mutsuz, içinde değiştirmesine sebep olan iki bir şeyler biriktirerek vs/ olay genç yaşta ölen kardeşinden müteessir oluşu hayatını geçirir. Epikürcülük ise ölümün zâtının/ ve Paris’te idam edilen bir gencin ölümünden vücudunun/lezzetleri acılaştırıcılığının 7 farkında dehşete kapılışıdır. Belki de bu zamana kadar olup yine de hayatta zevk ve haz üzerine yaşama hiç olayı böyle derinlemesine düşünmek fırsatı isteğini sahip olanların tutturduğu yoldur. olmamıştır. Ölümün vücudu o ana kadar Tolstoy’a Üçüncü yol, hayatın dert ve saçmalıktan ibaret karşı hep öteki ve uzak olmuştur. Bir manada ‘pek olduğunu anlayınca, sahip olduğu materyaller ve kalın gaflet perdesi’ üzerine düşünmesi gereken güç ile onu yok etmeye çalışır. Zayıflık yolu ise belki de en önemli meseleyi hissettirmemiştir. durumun farkında olup hiç bir şey yapamama Bir diğer yandan sürdürülebilirlik buudunda üzerine hayatı devam ettirmektir. Tolstoy değişim varlık batmasına nasıl sürüklendiğini kendisinden dönemine girerken kendisini zayıflık yolunda alıntılayalım: ‘..bu şekilde (yazarlık yapıp ciddi tanımlamaktadır. derecede ünlü ve mutlu iken) yaşayıp gittim ama beş yıl önce tuhaf bir şeyle karşılaştım: Şüphe anları sarıyordu beni, hayatın düpedüz
296
1 F.Gülen, Bamteli
Kahramanımız Kryztof’u bu cepheden okuyacak olursak, Pavel’in ölümüne kadar, o ‘bilgi’ içerisinde bilgisizlik yolunda giden biridir. Son sahnede, vaftiz suyunun buzu ile kafasını ovuşturması ise kendini yeniden bulması şeklinde okunabilir.
2 Anlamını yitirmemesi 3 Bediüzzaman Said Nursî, Şualar 4 Kısaca izah etmek gerekirse, ‘Neden?’, insanın var olma sebebine bakarken ‘Nasıl?’ sorusu, insanın estetik değerlerine bakar. ‘Neden?’ temeli atılmadan bina edilmeye çalışılan ‘Nasıl?’ sorusu, yıkılmaya namzet kaçak bir bina gibidir.
Irene Şiirselliği Irene, Pavel’in halasıdır, ötelere müştak bir bayandır. Bu anlamda Kryztof’un karşısında yer alır, Pavel ile ilişki kurar. Kryztof’un aksine Irene, ‘rakip’ düşünceye saldırmaz 8, kendini ifade eder. Bu hususta ‘Allah/Tanrı nazarî/ye ile bilinmez’ 9 kaidesini takip edip, sevgi-alaka üzerinden /aslında tam da bir çocuğa anlatılacak şekilde/ durumu izah eder 10. Bu durum, dünya düzleminden aşkın olan bir Zât’ı anlatmada herkesi kuşatacak şiirsel bir dildir, ‘Eğer aklın sönmemiş ise, kalbin kör olmamış ise..’11.
5 Yazıyı çok uzatacağından kısa tutuldu. 6 Tolstoy, İtiraflarım 7 Hz. Muhammed/s 8 ‘Bazıları inanarak daha rahat eder’ 9.12/Kryztof 9 I.Kant 10 Pavel’e sarılır ve Tanrı’nın yerinin kalbi olduğunu sevgi üzerinden bağdaştırır.
11 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler
* Buradan çıkışla ‘bilim’e düşman olmak, onu taşlayıp yerin dibine geçirme niyetinde değilim. Şahsen ömrümü buna adamadım. Ancak bilimin her alanda mutlak/aşılmaz doğrular taşıdığını da düşünmüyorum, hâlihazırda bunun aşikâr bir gerçek olduğu biliniyor. En basitinden bir örnek isterseniz, vücudunda hastalık/problem olan bir insana o bölgenin tedavisi için ‘kutsanmış bilim’ tarafından verilen bir ilacın, vücudun başka bir bölgesinde hasara neden olduğunu açıkça ifade edebilirim. Buna şahit olmanız da maalesef kuvvetle muhtemel. Bilmem, belki de ara sıra hastane ve mezarlıkları ziyaret etmemiz gerekiyordur. Her an yüzeysellikten uzak, derinlere ve öteler ötesine müştak, ‘hayret’ üzerine bir hayat yaşamak temennisiyle. Bir noktada derdim bu.
297
Kimin İmtihanı Selman Demirci
Kenya, Afrika’nın şirin bir kıyı ülkesi... Çevresi Müslümanların yoğun olduğu ülkelerle örülmüş olmasına rağmen Kenya’da Müslümanların oranı yüzde onu geçmiyor. Başkent Nairobi Avrupa şehirlerinden farksız, tüm ihtişamıyla boy gösteriyor ve ilk bakışta güçlü bir ülke intibaı uyandırıyor. Lakin tüm Afrika ülkelerinde olduğu gibi bu ihtişam birkaç şehri aşamıyor ve diğer birçok kentinde sefalet tüm çıplaklığı ile tezahür ediyor. Paranın belli ellerde dolaşan bir meta olmasının tipik görünümü olarak zengin-fakir uçurumu bariz bir şekilde göze batıyor. Emperyalizmin çirkin renkleri yer yer kendini açık bir surette belli ediyor. Ve Dadaab, Somali’ye yüz kilometre mesafede bir mülteci kampı. Somali’deki iç savaş ve kıtlıktan kaçan Müslümanların sığınak yeri. Ve işte yolculuğumuz tam da buraya, açlıktan ve hastalıktan ölen insanların diyarına, Dadaab’a. Beş kişilik tıbbi yardım ekibinden biri de benim. İnsanlık dramının yaşandığı o coğrafyaya gidiyoruz. İçimizde inceden bir sızı var, yüzümüzde gizli bir utanç. Zira insanları açlığa mahkûm eden bir dünya düzeninin mağlubuyduk. Kimimiz başrolleri paylaşırken kimimiz bu düzenin figüranı... Hal böyleyken kalbinde zerre miktarı iman bulunan bir zat-ı muhterem mahcubiyetin engin denizinde boğulurdu. Seküler dünyanın çamuru üzerine sıçramış bizler teşehhüt miktarını aşmayan duyguların sahibiydik. Yardıma koştuğu için haklı(!) bir gururu ömrü vefa ettiği sürece yeri ve zamanı geldikçe istimal etmek üzere koltuk altında saklayabilecek modern ve sufli bir telakkinin hâkim olduğu bir havayı solumuştuk. Ve dahi bu içler acısı vaziyet karşısında stres yapılmaması iktiza ettiğini bilecek kadar da kişisel gelişimden geçmiştik(!) Dadaab’ta sefaletin doruğunda yaşam mücadelesi yürütenler Müslümanlardı ayrıca. “Mü’minler ancak kardeştir”, biliyorduk. Bu ayeti Arapçasından okuyup bizlere güzel bir vaaz u nasihatte bulunacak göbeği yağ bağlamış yığınla hocamız da vardı üstelik. İmkânlarımız çok fazlaydı, istediğimizde tüm ilimleri önümüze serebilecek yüzlerce âlimimiz vardı. Nasıl bir iktisadi programla dünyayı sefaletten kurtarabileceğimizi en muknî delillerle izah edebilecek Müslüman ilim ehlimiz de vardı hamdolsun. Lakin Dadaab’ta açlık ve ilaçsızlıktan insanlar ölüyordu. Yeterli beslenemediği için bir deri bir kemik deyimini üzerlerinde bilâ-mübalağa taşıyan onlarca bebek, kliniğimizin daimi misafirlerindendi.
298
Biz Uluslararası Doktorlar Derneği’nin kliniğinde yaklaşık 300 hasta bakıyorduk. Üst ve alt solunum yolu enfeksiyonları, reflü, anemi, idrar yolu enfeksiyonları, gastrit, yetersiz beslenme, ciltteki mantar enfeksiyonları en sık gördüğümüz hastalıklardı. Hayata tutunmaya çalışıyordu insanlar. Kara gözlerinde bizimkilerdeki koyu ümitsizliğe inat parıltılı bir umut vardı. İsyanı akıllarına bile getirmemiştiler eminim. Rıza makamında vakarlı bir duruştu onlarınki. Fakat açtılar ve bu yüzden bin kişilik bir kuyrukta kavurucu öğle sıcağında bir avuç pilavı, artık bakkallarımızda bile kullanmadığımız ince siyah naylon poşetlerde, kokusu ve tadı kaçmış olarak da olsa almak zorundaydılar. Kenya polisinin plastik sopalarıyla hizaya getirilmelerine aldırış etmemeleri icap ediyordu. Mülteci psikolojisine bürünmüştü insanlar. Çoğu hasta olmasa bile kendini hasta hissederek geliyordu kliniğe. Ağrı kesicilerle kendilerini iyi hissediyorlardı. Her gün kampın içerisinde geziyorduk. İnsanlar büyük bir alaka gösteriyordu bize. Bizim orada kendileri için bulunduğumuzu bildikleri için bizleri çok büyük bir muhabbetle kucaklıyorlardı. Toza toprağa bulanmış, elbiseleri kirli ve yırtık çocuklarla doluyordu çevremiz. Anadan doğma üryan 3-5 yaşındaki çocuklar çadırların önünden coşkuyla selam veriyordular bize. Çadırlar tek kişilik gibi görünüyordu. Ama bir aile kalıyordu içinde. Su ihtiyacı, Birleşmiş Milletlerin su tanklarıyla karşılanıyordu. Ama belli ki insanlar suyu idareli kullanmak zorundaydı. Bu sebeple temizliğe çok itina gösteremiyordular. Birçok hastalığın ortaya çıkmasında bu temizlik problemi başrol oynuyordu. Daha yerleşik yerlerde çocuklar için “duksi”ler/Kur’an kursları vardı. Burada çocuklara İngilizce de öğretiliyordu. Bu insanlar dinlerine çok bağlıydılar. Mescitler, duksiler onlar için çok şey ifade ediyordu. Müslüman olup da örtüsüz bir tek bayan, namazsız bir tek insan yoktu. Mescitlerde cemaatle namaz kılmaya çok dikkat ediyorlardı. Büyük bir imtihan veriyordu mülteciler. Açlık, susuzluk, evsizlik, yurtsuzluk, hastalık, ilaçsızlık, yokluk imtihanı veriyorlardı. Ve bizler de imtihan veriyorduk. Açlıktan ölenler bizim kardeşlerimizdi. Ve biz varlık imtihanı veriyorduk. Asla isyan etmeyen, tüm sıkıntıları büyük bir metanetle karşılayan bu insanlar görünen o ki imtihanı kazanıyordu da bizim akıbetimiz o kadar parlak olmayacağa benziyor. Rabbim yardımcımız olsun.
299
Y
ola çıkışımız, fiziken kilometrelerle ölçülebilir bir deneyimdir lakin içimizde aldığımız mesafeler kilometrelere vurulamaz. Onun ölçüsü daha başka bir nazarla anlaşılır. Daha başka bir aşkla… Kurban bayramlarını çocuğu öldürülen ve seslerini duyamadığımız ailelerle geçirmeye gayret ediyorum, kaç yıldır. Bu yıl da bayramlaşmak için Roboske’ye gitmeye karar verdim. Gitmişken de eşi-dostu, kardeşlerimizi ziyaret etmek istedim.
Yolculuğumu içinden geldiğim gerçekliğimin dışına çıkmadan yapmaya çalıştım. Ezilenlerin, varoşların, ötekiliğimizin mahallelerinde yatıp kalktım. Lüks sofralara oturmadım. Sarıldığım arkadaşlarım kokuyorlardı. Ter, yalnızlık ve onurlu bir umut kokan omuzlara sarılarak ayrıldım, her şehirden. Ve geri dönerken o selamları getirdim bu yıllığa… Lealle…
Bursa Otogarında / İliklerine Kadar Evsizlik
O yüzden yola çıkarken kendimle bir anlaşma yaptım: Politik Turizm yapmanın tuzağına düşmemeye gayret etmek gibi.. İdeolojik gevezelik yapmamak gibi.. Ayak bastığım hiçbir mezrayı inceleme nesnesi yapmamak gibi.. Neyi göremediğimi arayacaktım! Çünkü onları kitaplarda, alanlarda, aktivistlik rüzgârlarında bulamayacağımı biliyorum. Egemenlere dikkat çeken Muhalefetlerin vitrinlerinde göremediğimiz ne? Bunca öğrenci, bunca genç, araştırmacı, asistan, kalem, yazar, eş-başkan, dergiler, dernekler ve daha nicesi ile işgal edilen “sivil militarizm”’in yok ettiği insan ve insanın o türküsü… Neyi göremiyorsak onu göster Rabbim, Bismillah! Bu yola çıkış girizgahını burada bitirip, yola çıkayım artık: Lakin baştan belirteyim söyleyeceklerim sınırlıdır. Zira yaşadığım çoğu şeyi anlatsam bu yıllığa sığdıramam. İstanbul’dan Şemdinli’ye uzanan yolculuğumda seçtiğim bazı kareleri paylaşacağım sizlerle.
(Özgür açılım, Emek ve Adalet Platformu, Mazlum-Der ile beraber düzenlediğimiz “Birimiz üşüyorsa hepimiz üşürüz”eylemlerinde beraber sabahladığımız ve üşüdüğümüz onca dosta selam ederim.) Otogarlar o şehrin kapısıdırlar. O kapılardan gireriz ve çıkarız. O yüzden bir şehre girmek biraz da oranın otogarında nefeslenmektir… Bursa’dan Diyarbekir’e doğru yola çıkmadan önce gözlerime ilişiyor evsizler… Emlak satışlarının patladığı ve her yerde binaların yükseldiği bir zamanda hızla artan evsizler… Gördüğüm şu idi: Öyle çok ama öyle çok uyumak istiyorlardı ki… Bankların o sert ve soğuk yüzüne yatan bu insanları yerlerinden sıçratan ses bir anahtarlık sesi idi. O ses bir anahtar sesi olmaktan öte, bu dünyanın tüm haksızlığının kendisinde toplandığı bir sesti. Güvenlik görevlileri onları uyutmamak için ellerindeki anahtarlıkları banklara vurarak: “Kalk kalk kalk” diye bağırarak uzaklaşırlarken onlar da uzaklaşan görevlilerin ardından 2 dakika olsun uyuyabilmek için uykunun evine sığınmışlardı. Uyku biraz olsun unutmaktı… Gözlerini açmak ise hatırlamak!
‘Dal rüzgârı affetse de kırılmıştır bir kere’ A. Kadir Bal 300
Bir insanın gidecek bir evi yoksa o insan artık her yere gidebilir. Ama bir otogar, orada uyumaktan öte, insana bir zemin oluyor. Bir otogardan oraya sığınmış evsizi kovmak, bir insanı evinden sokağa atmakla aynı şeydir. Evi olanlar olarak evsizleri az çok okuruz dinleriz ya da izleriz… Peki ya bir evsizliğin gözünden evi olanlara bakmak?..
Camilerde yatmak yasak, otogarlarda yatmak yasak, parklarda yatmak yasak. Kamuya açık olan yerlerde yatmak yasak. Kamuda uyku yasak. Uyumak için herkes kendi evine gider. Paran varsa otele gidersin. Ya yoksa? İşte orda size yasak olan şeylerin başında uyumak gelir… İşte bank’ın bir yatağa, otogarın bir eve, ayakkabının bir yastığa, ceketin ise battaniyeye döndüğü yerde bir parça olsun uyumak… Siz bu ne demektir bilir misiniz? Öneririm, gidin bir akşam bir otogarda, uykusuzluğun izlerini takip edin evsizlerin yüzlerinin coğrafyasında… Sonra dönün ve yükselen binalara ve evlerine dönen insanlara bakın…
Sonra dua edin Evlerinde yataklarında uyuyabilenlerle, banklarda parklarda camilerde otogarlarda uyutulmayanların karşılaşacağı o günün şiddetinden hiç birimiz kaçamayacağız. Hesap günü: ”Bizi yeryüzüne yeniden gönder Rabbim, yeryüzünü döşek yatak yapalım” diyeceğiz. Ama o gün çok geç olacak. “Somyaların ve döşeklerin yastıkların yakıt olduğu o günden sana sığınıyoruz. Uykuyu yaratan Rabbim. Yatağı altımızdan tavanı üstümüzden çeken bu zalimlere karşı bize yardım et. Sokaklarda donarak ölenlerin, camii avlularından kovulanların, otogarlardan dışarı atılanların, bir sıcak
çay ve bir tost’a ruhunu ve bedenini satanları cennette altlarında yumuşak yataklar olan cennetlere koy Rabbim…”
Diyarbekir / 3 Yîl Qaldî Diyarbekir’deyim. Duruşlarından ve bakışlarından hangi esnafın Yurtsever, hangisinin Hizbullahî (Mustazaf-Der) olduğunu anlayabiliyorum… Facebook duvarımda Ceylan Önkol’un ailesine, Uğur Kaymaz’ın ailesini ziyarete gideceğimi duyurduğumda ise Hizbullah çevrelerinden arkadaşlarım sitemli mesajlar atıyorlar. Neymiş ben hep Pkk’lıların acılarını ziyaret ediyor muşum, neden Müslümanların yaşadığı acıları da paylaşmıyormuşum? Ne yapmam lazım peki diye soruyorum: “Susa’ya da git.”, “Şehid Abdusselam’a da git.” diyorlar. Susa yani Silvan’ın bir köyü. Bakıyorum başka birisi mesaj atmış. Sizin oralarda ne işiniz var? Dinsiz, kâfir Pkk’lılar… Cenazelerin üstünde Pkk bayrağı sarıyorlar. Siz de onları ziyarete gidiyorsunuz. Allah size bunun hesabını soracak diyor. Oysa benim Rabbim Roboskê’de katledilen 34 insanın hesabını soracak diyorum. Oysa ben herkese gitmek istiyorum ki. Fidan Güngör’ün arkadaşlarına da gidiyorum. Acının dokunduğu herkese... Sur içinde geziyorum. Dağ kapı sokaklarında gezerken gördüğüm 3 kare. Çocuklar, güvercinler ve panzerler. Çocuklar panzerlerin etrafında oynarken mahallede uçuşan güvercinler dönüyordu tepemizde. Dağ kapıdan dolanıp Urfa Kapı’ya giderken direnen bir şehirler kirlenen bir şehri iç içe gördüm. Çok şeyler gördüm. Bazı şeyleri ise görmedim. D.Bekir öfkeyi ovan bir kent. Başına devletin silahı dayalı. Beline ise Dağın silahı dayalı. Yaşamak buralarda hep sus, şüphe ve tetik… Balıkçılar başından Ulu Cami’ye doğru yürüyorum. Mala Dengbejan’dan (Dengbejler Evi) tanıdığım birkaç amca Ulu Cami civarında küçük taburelere çökmüş çay içiyor. Davet ediyorlar. Çantamı indirip, oturuyorum yanlarına. Amcalardan en yaşlı olanı yüzüme bakıyor dikkatle. Bense herkese selam verip hal hatır sormakla meşgulüm. O sıra gözlerini kısarak yüzüme bakan amcaya “Sen 301
Peki Hes ne demek? Baraj ne demek? Hayat buralarda nehirlerin etrafına kurulmuş. Dil, kültür, yemek, folklor ve daha nicesi nehrin kenarında şekillenmiş. Hes’lerle suyu kelepçelemek demek, hayatı Batı şehirlerine doğru kovalamak demek.
nasılsın amca?” dediğim sırada, “3 yîl qaldî!” cevabını alıyorum. Şaşırıyorum.“Anlamadım amca, ne 3 yılı?” diye soruyorum. Bu sefer “500 yılîn dolmasina 3 yîl qaldî” diyor. “Anlamadım, nasıl yani?” dediğim de ise amca Kürtçe anlatmaya başlıyor. Diğer bir amca ise Türkçeye çeviriyor benim için. Amca ne mi anlatıyor? “Kürtler 500 yıldir esaret altindadirlâr. 500 yıldir küleler. Yavuz Salim’den beri Kürtler bir uykudadir. Ama artık bitti. 3 yîl qaldî. Kürtler uyaniyurlar.” Amca, Dicleli. Yurtsever bir ruha sahip. Konuşmalarından anlayabildiğim kadarı ile Kürtlerin İslam’a olan hizmetlerine rağmen yine Müslüman olan diğer ülkeler tarafından yok sayılmalarının kahrıyla yaşananların telafisini 3 yıl sonra gerçekleşecek olan özgürlüğe bağlıyor idi. Neden 3 yıl? Neye dayanarak 3 yıl dediğini anlayamadım. Ama gözlerinde gördüğüm ışık ve bir Türkle karşılaşınca bunu heyecanla belirtme isteği beni “Kürt Sorunu” adı altındaki yaşananları 1980’den 1930’lardan alıp da Yavuz Selimlere kadar gitme mecburiyetinde bıraktı.
Batman- Hasankeyf / Hasankeyf Allah’ındır! D.Bekir’den sonra Batman Hasankeyf’e geçiyorum. Hasankeyf sular altında kalmasın isimli bir bilgilendirme kampı düzenleniyor. Yüreğimde bir sızı. Annemi, babamı kaybetmişim gibi… Hasankeyf sular altında kalacak diyorlar. İnsanlar Hasankeyf’i boşaltıyor diyorlar. Devlet öyle istedi diyorlar. Kürdistan dolaylarındaki Hes’lerin askeriyenin projeleri olduğunu öğreniyorum. Kürdistan’a doğru geldikçe yapılan barajların güvenlik ve kontrolleri askerde. 302
Hasankeyf Sular Altında Kalmasın programında yapılacak olan Ilısu Barajı’ndan ötürü 199 köyün sular altında kalacağından bahsediyorlar. Programa katılan gençler ekseriyetle Kürt. Hakkâri’den Van’dan D.bekir’den gelmişler. Kimisi İstanbul’dan… Var olan savaşı sadece dağlar üzerinden okumak ekolojik açıdan ne tür bir köleleştirme yapıldığını unutturuyor. Asker ile gerilla ölümlerinden öte doğa ölüyor. Canlılık ölüyor. D/uyuyor muyuz? 200’e yakın insan gelmiş programa. Nehrin kenarına ateşler yakılmış. Halka olmuşuz. Nehrin ve ateşin sesini dinleyerek konuşmalar yapılıyor. Söz almak isteyenler ayağa kalkıyor. Ben de konuşuyorum. Söze: Hasankeyf Allah’ındır diyerek başlıyorum. Sözlerim merakla karşılanıyor. Allah nereden çıktı şimdi. Allah’la ne alakası var gibilerinden. Çünkü bu mesele ilgilenen insanların çoğu dini bir saygı duyulacak vicdanlarda bir inanç meselesi olarak bakıyor. Anarşistler, sosyalistler, ateistler, ekolojistler… Müslümanlar yok! Gözlerim arkadaşlarımı arıyor. Biz de olsaydık diyorum. 199 köy için söyleyecek bir sözümüz olsaydı… Sözlerime: Şirk kavramı ile devam ediyorum. “Şirk ile Şirket kelimesini açarak devam ediyorum. Şirket çok ortaklılık demektir. Şirk de Allah’ın Mülk’üne ortak olmak demektir. Mülk Allah’ındır, yani Hasankeyf Allah’ındır. Öyle ise burada yaşayan halkların ve dünyanın ortak bir değeri olan Hasankeyf’i sırf baraj yapmak için sular altında bırakmak Allah’ın ‘mülk’üne ortak olmaktır. Hasankeyf dünyanın ve bölgenin bir hakikatidir! Hasankeyf’i sular altında bırakmak ise ‘küfür’dür. Küfür hakikatin üstünü örtmektir.” Gecenin ilerleyen vaktinde yanıma Yurtsever, Anarşist, Sosyalist gençler geliyorlar. Biz sanıyorduk ki diyorlar. Din ve iktidar beraber el ele vermiş, Kürdistan’a savaş açmışlar. Yani şimdi senin
inandığın din bunu mu diyor? Yani şimdi senin nasıl sağ siyasetlerin kucağına kaydığını; Sol’un niçin inandığın Tanrı anlayışı Hasankeyf sular altında ateizm’in kucağına kaydığını anlatıyorum. Müslüman kalmasın mı diyor? Şaşkınlar! Evet diyorum. demek sağcılık demek değildir. Sol demek ateistlik Mülk Allah’ındır, o yüzden Hasankeyf kimsenin demek değildir. Sol dünyaya ekonomi-politik açıdan Mülk’ü değildir. Allah’a ait olan bir şeyi neo-liberal daha eşitlikçi bakmanın bir mücadele konseptidir. politikalarla şehvetle yağmalıyorlar… Allah ve İlk solcuların Hz.İsa ve havarileri olduğunu, İslam doğanın tahribatına karşıdır! Bir Müslüman Komünizm’deki Komün kavramının komünyon olarak abdestsiz ve abdestli kapitalizm’in karşısında ayinlerinden mülhem olduğunu anlatıyorum. Birisi durmak bizim inancımızın şiarlarından “La İlahe soruyor: “Ne yani biz şimdi boşuna mı din düşmanı İllallah”a tekabül eder diyorum. Bu nehirlere ve olduk?” Senin anlattığın İslam’la bizim gördüğümüz dağlara karşı İlahlık taslıyor çağın insanı, dedim. Biri İslam bir değil! sordu, La İlahe İllallah’ı burada Meleler, Seydalar tespihte çeker. Sen İslam’ın sol yorumunu yapıyorsun Sayıyorum. 15 kişi var etrafımda. Bütün soruları bize. Senin anlattığın sol’dur, dedi. Nehre baktım. Bu cevaplamak zorunda kalmak.. Soruyorum kendime: nehir hangi suçundan dolayı HES’lerle kelepçeleniyor Urfa’da D.bekir’de siz de gelin dediğim arkadaşlarım diye sorduğumuzda bunu sol zannediyorlar. Bunun neden gelmediler? Peygamber Sevdalıları mitinglerine İslami-sol olmadığını anlatmak zorunda kalıyorum. koşarak gidenler ‘Hasankeyf yok ediliyor’ dediğimde Nehri bırakıyoruz. Sol nedir? neden arkalarını döndüler… İslam nedir? diye sabahlayan İçimde kendi sorularımı, dışımda Bu nehir hangi suçundan bir konuşma bizi alıyor. Nehir ise meraklı soruları kendimce dolayı HES’lerle orada kanıyor. Hasankeyf orada cevaplandırmaya çalışarak sabaha kanıyor. Oradan bir anarşist yol alıyoruz. Soruyorum kendime: kelepçeleniyor diye zıplıyor: “Peki, madem bu kadar “Sabah Yakın Değil mi? “ sorduğumuzda bunu ezilenlerden özgürlüklerden yanadır, anlattığın din. Öyleyse sol zannediyorlar. Şırnak-Roboske / söyle bana Muhammed neden 11 Bir Bulaşık Makinesi, Bunun İslami-sol kadın almış? Diğeri soruyor: Ayşe, Bir Gelin, Bir de Adalet! olmadığını anlatmak 9 yaşında imiş! Bir diğeri oradan Hasankeyf’ten ayrılıyorum. soruyor: Ateistleri bulduğunuz zorunda kalıyorum. D.bekir’e dönüp Ferhat Encü ile yerde öldürün demiş! ‘Sen buluşuyorum. Beraber Cizre’ye Nehri bırakıyoruz. Sol ateist misin?’ diye soruyorum. gidiyoruz. Yanımda kardeşleri nedir? İslam nedir? diye ‘Evet’ diyor. Bana sorduğunuz katliamda paramparça olmuş bir soruların altında yatan gerilim ne sabahlayan bir konuşma insan… Ara sıra fark ettirmeden yazık ki Turan Dursunların din dönüp yüzüne bakıyorum. Ferhat bizi alıyor. Nehir orada anlayışıdır. Bakın her şeyi baştan hep uzaklara bakıyor. Yakınlarına kanıyor. Hasankeyf orada almamız lazım, diyorum… Ateş bile çok uzağa bakar gibi bakıyor. yanıyor… Nehir kanıyor.. Her kanıyor. Yüzüne bakıyorum. Katliamı şeyi baştan konuşmak zorunda yaşayan köye gidiyorum. İnsanlığın kalıyoruz. Oysa egemenler Ilısu nasıl bir “esfeli safilin” yaşadığını barajında sona gelmişler… TOKİ’ler yapılmış… düşünüyorum. Yolda hep ölümleri konuşuyoruz. Ben ise Allah demek ekmek demektir, özgürlük Ferhat diyor ki “ölüm oruçlarına yatanlar bizim demektir, diyorum. Allah demek Allahçı ve Allahsız irademizdir, ölümler gelmeye başlasın sen o zaman her türlü zulme ve yalana karşı baş kaldırmaktır, gör, bu halkı durduramazlar o zaman.” İlginçtir ki bu diyorum. Öyleyse Müslümanlar nerede, neden burada sözü sadece Ferhat’tan duymuyorum. Ölüm oruçları değiller, diye soruyor bir başkası… Müslümanların başladığından beri herkes bunu söylüyor. Ölümler 303
geldiği zaman görürsünüz siz! Soruyorum neden ölümler geldiği zaman diye. Kimse bilmiyor. Toplum ağzını açmış ölüm yiyor. Ezenler de ezilenler de birileri ölürse harekete geçiyor. Birileri ölmeden de bir şeyler yapılamaz mı diye soruyorum. Aslında ölüm oruçları cephesinde de gizliden gizliye bir ölüm bekleyişi var. Birisi ölse istediğimiz ivmeyi o zaman yakalarız gibilerinden bir bekleyiş… Kimsenin ölmemesi bazılarına yeterli gelmiyor mesela… Cep telefonuma bir mesaj geliyor. “Oralara gitmeni takdir ediyorum ama İnşallah katledilen askerlerin ailelerine de gidersin. Sadece onlar ölmüyorlar.” Buralara gelmek yakın çevremi etkiliyor. Kimileri yakınlaşırken kimileri uzaklaşıyor. Şırnak’a giriyoruz. Burnum yanmaya başlıyor. Nedenini anlayamıyorum. Derken boğazım yanmaya başlıyor. Birden bire ağzını burnunu tutarak koşan insanlar çıkıyor karşımıza. Derken bir taş yağmuru. Önümüzdeki araba taşa tutuluyor. Ferhat sakin. Ne oluyor diyorum. Önümüzdeki arabanın “özel harekât”tan olduğunu anlamışlar diyor. Polisler gaz bombası atmış. Ardından başlayan taş yağmuru. Tek bir taş bizim olduğumuz minibüse gelmiyor. Ön araba ise taşlarla dövülüyor. Ama daha ilginç olanı ise arabanın umurunda değil. Yavaşlıyor, hızlanıyor. Normal seyrinde devam ediyor. Şırnak’ta olan biten olağan seyrinde devam ediyor. Cizre’den itibaren her şey değişiyor. İnsanlar, giyimler, alıştığım Kürtçe değişiyor. Dağların şekli değişiyor.
düzenlediklerinden bahsediyor. Onun verdiği yer isimleri ise daha önce gelmemiş olmama rağmen çok yakından bildiğim isimler. Nasıl mı? Ana haber bültenlerinden… Ana haber bültenlerindeki çatışma haberleri farkında olmadan bölge isimlerini tek tek öğretmiş bize. Gelmediğimiz ve görmediğimiz bir coğrafyanın isimlerini ne yazık ki ölümler üzerinden öğrenmişiz… Roboski’ye varıyoruz. Akşamına “komik bir abi gelmiş” diye duyan geliyor, duyan geliyor. 20’ye yakın çocuk var etrafımda. Evde ağır bir hava. Çocuklarla oynuyorum. Anneleri gelip teşekkür ediyorlar. Bu çocuklar 11 aydan beri gülmediler. Çünkü biz hep ağlıyoruz ve susuyoruz. Çocuklarla oynarken “Bu hayatta istediğiniz 3 şey nedir?” diye soruyorum. Komik komik cevaplar veriyoruz. Hepimiz gülüyoruz. Bir çocuk diyor ki: “Benim bu hayatta en çok istediğim şey cennete gitmek, arkadaşlarım… ımmm. (üçüncüyü düşünüyor) sonra diyor ki: cennette facebook’um olsun! “ Yine başlıyoruz gülmeye. Cennetten mesaj atarsın artık arkadaşlarına, diyoruz. Biri diyor ki “Bu bilgisayar delisidir abe!” Derken 15 yaşlarında bir kıza dönüyorum. Peki, sen ne istersin, diyorum. Duruyor. Utanıyor. Sonra bir bulaşık makinesi. İki, Gelin. Üç, Adalet… Neden diye soruyorum. Bulaşık yıkamaktan canım çıkıyor diyor. Neden Gelin, diye soruyorum. Bir gelinimiz olsaydı benle sohbet ederdi. Biz çok konuşmuyoruz. Annemler hep susuyor, diyor. Adaleti soruyorum. Katliamın failleri bulunsun, diyor.
Yolda dağları soruyorum Ferhat’a. Şu tarafta Gabar var diyor. Bu tarafta da Cudi var diyor. Zihnime birden bire Atv, Kanal D gibi kanalların spikerleri üşüşüyor. “Gabar Dağında 3 terörist ölü ele geçirildi. Cudi Dağındaki operasyonda 4 asker şehid oldu Evet sayın seyirciler, Bugün Çukurca kırsalında teröristlerle girilen çatışmada 2 terörist öldürülürken 1 asker şehid oldu!” Oysa Ferhat o sıra bana oraların güzelliğinden, çocukken neler yaptıklarından, beraber nasıl geziler 304
5 gün kalıyorum Roboski’de. 5 gün boyunca Sıla-i Rahim, diyorum. Amca çekiyor arabayı sağa. çocuklarla oynuyorum. Kadınlar hep ağlıyor çünkü. Sarılıyor bana. Erkekler ise susuyor. Kimsenin tadı tuzu yok. Nasıl olsun ki. Ama köye gelen misafirlerin gözlerine “Ellax senden razi olsin. Yani sen şimdi bıraya bizlari merakla bakan çocuklar büyüklerin dünyasından uzak ziyarete geldin he?” Yani bir görevin da yox? duruyorlar. Onlar şimdi önemli şeyler konuşacak. Siz ses yapmayın Yok, diyorum. “Oğlum öldürüldüğünden diğer odaya gidin oluyor. 5 gün beri yemek yiyemiyoruz. 5 gece diğer odalarda çocuklarla “Yani, bu kışta hem de, Kürtçe de oynayarak geçiriyorum. Boynuma bilmiyursin? Hanım, sofrayı seriyor. sarılıyorlar. Gene gel diyorlar. Oturuyoruz. Oğlumuz Roboskê’nin adalete olduğu kadar Bilmiyorum amca. aklımıza geliyor. morale de ihtiyacı var. Güleç, esprili insanlar bu ezici atmosferde Sıla-i Rahim he? Sıla-i Rahim he? Ağlayarak kalkıyoruz köylülerin yanlarında olabilseler Allahallaaa!.. Sıla-i Rahim he? sofradan. Sonra bizim keşke. Yeterince politik, yeterince Hem de buralı değilsin. Sıla-i kız kaldırıyor yemekleri, aktivist, yeterince belgeselci gelip Rahim? Alahhallaaa! gidiyor zaten. Roboskê git gide dokunmadan mutfağa acının nesnesine dönmeye başlıyor. Amcanın şaşkınlığından götürüyor. Oysa bir baba bana şöyle demişti: anlıyorum. Kardeşsizliğimizi… “Oğlum öldürüldüğünden beri yemek yiyemiyoruz. Hanım, sofrayı seriyor. Oturuyoruz. Oğlumuz aklımıza geliyor. Ağlayarak kalkıyoruz sofradan. Sonra bizim kız kaldırıyor yemekleri, dokunmadan mutfağa götürüyor. Böyle işte. Ne yapacaksın. Kimsenin çocuğu ölmesin istiyoruz biz. Barış olsun! …”
Sonra ben olmasaymışım, Şemdinli’ye gitmeseymiş, şu an bir gerilla kızın cenazesi gelmiş Yüksekova’ya. Onun taziyesine gidecekmiş. Ama bana ayıp olurmuş. Beni Şemdinli’ye yetiştirip kendisi taziyeye dönmesi lazımmış. Biraz hızlı gitmemizden dolayı bana ayıp olur muymuş, olmaz mıymış?
Yüksekova / “Senin Bu savaşta Ne İşin Var?”
Sakıncası yoksa beni de götürür müsün dedim. Sevindi. Kırdı direksiyonu çarşıya doğru… Camiye geldik. Cami kapısının karşısındaki duvarda kızın resmi vardı: Şehid Hira Rüstem (Merve Özge Özcan).
Şemdinlili bir öğretmen arkadaşımı ziyarete gidiyorum. Hakkari’de soruyorum: Şemdinli’ye nasıl giderim? Önce Yüksekova’ya gideceksin, oradan Şemdinli servislerine bineceksin. Dediği gibi de yapıyorum. Yağmurlu bir gün ortası Yüksekova’ya iniyorum. Hemen Şemdinli’ye geçeyim, diyorum. İlçe arabalarından birine biniyorum. Yaşlı bir amca geçiyor direksiyona. Sohbete başlıyoruz: Memur olmadığımı, öğrenci olmadığımı, araştırmacı olmadığımı, belgesel de çekmediğimi, gazeteci de olmadığımı, özel polis falan da olmadığımı öğrenince gözlerini açarak ve şaşkınlıkla soruyor: “Senin bu savaşın ortasında ne işin var buralarda?”
O sıra bir adam yaklaşıyor. Tokalaşıyoruz. Amca, Türk olduğumu ve taziyeye geldiğimi söylüyor. Adam yüzüme bakıyor. Hoş geldin kardeşim diyor. Hoş bulduk diyorum. Giriyorum camiye. 150 kadar erkek. 3-5 dakikada bir birisi “Şehidimiz için bir Fatiha” diyor Kürtçe. Herkes Fatiha okuyor… O sıra cami imamı bana hoş geldiniz, diyor. Tanışıyoruz. Şemdinli’de ziyaretine gittiğim öğretmen arkadaş, imamın arkadaşı çıkıyor. Hakkari’de ziyaret ettiğim insanlar da İmamın arkadaşları imiş… İmam seviniyor. Sonra cemaate dönüp Kürtçe bir açıklama 305
yapıyor. Benden kısa bir konuşma yapmamı rica ediyorlar. Alıyorum mikrofonu elime…
patladığını çok sayıda yaralı olduğunu ve bir çocuğun öldüğünü öğreniyorum.
Mersin Anamurlu olduğumu… Buraya gelmeden önce Mersin’de Şemdinli kırsalındaki çatışmadan dolayı cenazeleri gelen 2 askerin arasından geldiğimi… Bugün de Şemdinli kırsalındaki bir çatışmadan dolayı cenazesi gelen bir kızımızın taziyesine gelmenin yüreğimi dağladığını, aileye baş sağlığı, kıza ise Allah’tan rahmet dilediğim, bu savaşın bitmesi için elimizden geleni yapmamız gerektiğini… Kısacası söylenecek ne kadar yuvarlak laf varsa hepsini ettim. Çünkü inandırıcı değil biliyorum.
Tekrar Şemdinli’ye dönüyorum ertesi günlerde. Şemdinli’de derin bir sessizlik var. Kimse konuşmuyor. Herkes Pkk’yi bekliyor. Devletin hiçbir kanalı izlenmiyor zaten. En çok izlenen iki kanal Sterk Tv ile İmc Tv. Kim yapmıştır sizce diye soruyorum görüştüklerime. Pkk açıklar diyorlar. Neden Pkk’yi bekliyorsunuz diye soruyorum. O yaptıysa biz yaptık der de ondan diyorlar. Ya Devlet, diye sorma lüzumu hissetmiyorum.
Bana “Acaba Mit’midir?” diye korkarak baktıklarını, ‘Bir Türk neden gelsin ki cenazemize?’ diye şüphelendiklerini çok net görebiliyordum. Ama ben söylediklerimde samimi idim. 19 yaşında bir kızın cenazesine 60-70 yaşında bir sürü yaşlı insan gelmiş… Hayat burada tersine dönmüş. Yaşlılar gömüyor gençleri…
Sterk Tv’de ana haberleri izliyoruz. Türk medyasının sakladığı gerçeği biz duyuruyoruz diyen spikere dikkat kesiliyorum. Bir karakola yapılan baskının canlı kamera görüntülerini yayınlıyorlar. Karakol düşüyor. Son asker de öldürülüyor. Baskını yapan gerilla sevincini arkadaşları ile “Bıji Serok Apoooo” diye haykırarak paylaşıyor… “Türk Ordusu gerilla karşısında tel tel dökülüyor” diyor spiker.
Cami çıkışı birçok insan gelip sarılıyor. Kürtçe bir sürü şey söyleyip gittiler. Çantamı aldım. İmam seni bırakmam dedi. Aldı beni evine götürdü. Çok ağır ve çok acı şeyler Bölgede Fethullahçı anlattı: Yüksekova’da yaşamanın zor olduğunu, at izinin it izine karıştığını, mesela en basitinden, panzerin içindeki polislerin kahkaha attığını, bir çok polisin kredi kartı borcu kapatarak döndüklerini.. Sonra beraber gittik Şemdinli’ye..
Şemdinli / Soğanın Kardeşi, Karpuzun Arkadaşı!
kadrolaşmanın, amacının ve sonuçlarının İslam’ı bağlamayacağını açıklamak zorunda kalıyorum. Biz bunları konuşurken Tugay’dan kalkan helikopterler hızla Şemdinli dağlarının arkasına dolanıyor.
Şemdinli’ye iniyoruz. Gözüme çarpan dağın ismini soruyorum. Efkâr dağı diyorlar. Arkadaşım geliyor. Efkâr dağının önünde sarılıyoruz. Üzerinde yerel elbiseler var. Gün kısa; birkaç saatlik sohbete sıkıştırıyoruz özlemimizi. Şemdinli’den ayrılıyoruz. Biz ayrıldıktan 5 dakika sonra bir bomba 306
Misafiri olduğum evin annesi ah diyor derinden! Burada, Tugay’a baskın olduğunda, ben ne kadar ağladım! Buradan onlarca asker cenazesi kalktı. Ama medyada birkaç asker öldü diye verdiler. Oysa biz gözlerimizle gördük. Cesetleri birbiri ardına yüklendi diyor… Nasıl üzülüyorum o askerlere. Onların hepsi benim yavrum diyor kadın. Kürtçe söylüyor. Arkadaşım Türkçe’ye çeviriyor.
Pkk sempatizanı ve Marksist bir adam var yanımızda. Konu konuyu açıyor. Ben kulluk felsefesine inanmıyorum diyor. Ben bırak devlete Allah’a bile kulluk yapmam diyor. Diğer arkadaşların İslamcı hassasiyetleri var. Bana bakıyorlar. Adama dönüyorum. Gerilla sevincini “Bıji Serok Apo” diye ifade ederken neden “Bıji Azadi Kürdistan” demedi.
Bir savaşta hayatını riske atan bir gerilla neden bunu tüm Kürdistan’a armağan etmedi de Apo’ya indirgedi diye soruyorum. Hadi, o gerillanın kendi zemininde ve atmosferinde bu anlaşılabilir bir durum. Bundan sen niye memnunsun, diye sordum. Mesela acaba burada da Apo’ya Kulluk Felsefesi kurulmuyor mu alttan altta, diye soruyorum. O halde Allah’a kul olmak ne demek, bunu konuşuyoruz. Adam hep ama hep Fethullahçılardan örnek veriyor. Din diye iki şeyden bahsediyor: Hizbullah ile Fethullahçılar…
Olmaz mı diyorum. Olmaz diyor. Yüzüne bakıp gülümsüyorum. Aç mısın yavrum diyor. Ana az önce yedik ya! Olsun, diyor! Aç mısın yavrum? Evimiz soğuktur. Dizlerine battaniye bırakam mı? Canının istediği bir şey var mı, hazırlayayım. Kocana ne oldu diye soruyorum. Kaçaktan gelirken askerler vurdu diyor. O sıra yine bir helikopter havalanıyor. Kadın yine, ölümler gelecek, diyor. Sonra yine soruyor, Şemzinane Xezdıki? E’re diyorum. Xazdıkim… Gülümsüyor….
Hayır, diyorum! İslam=Fethullahçılık değildir. Bölgede Fethullahçı kadrolaşmanın, amacının ve sonuçlarının İslam’ı bağlamayacağını açıklamak zorunda kalıyorum. Biz bunları konuşurken Tugay’dan kalkan helikopterler hızla Şemdinli dağlarının arkasına dolanıyor. Kadın yüzüme bakıyor. Çocukları öldürmeye gidiyorlar diyor. Sabah ölüm haberleri alacağız diyor.
Diğer gün haber geliyor. Yaralılardan bir çocuk daha ölmüş. Cenazesi geliyor Şemdinli’ye… Bu arada PKK, HPG sitesinden duyuru yapıyor. Saldırıyı kendilerinin yaptıklarını ama yanlış bir eylem biçimi olduğunu duyuruyor.. Bombalı saldırıda hayatını kaybedenlerin yakınlarına baş sağlığı dileyip özür diliyorlardı. Bu eylemi yapan milislerin cezalandırılacağını, bu tür eylemleri artık tasvip etmediklerini, halkı korumaları gerektiğini, ailelere her türlü tazminatın ödeneceğini…
Diğer gün Sterk Tv’de öldürülen gerilaların resimleri yayınlanıyor… Ailesinin kendisiyle gurur duyduğu bir kızın resmini görüyorum. Kanal değiştiriyorum. Kadın programları, reklamlar… Kapatıyorum. Evin annesi geliyor. Sohbet ediyoruz. Türkçen güzel ama diyorum. Bazı kelimeleri unutuyormuş. Komşulardan yardım istiyorum diyor. Geçenlerde yine unutmuş. Bir türlü hatırlayamamış. Komşusunun kapısını çalmış. Sormuş: “Kız, o soğanın kardeşinin ismi neydi?” “Sarımsak mı ” diye sormuşlar. “Hah demiş. Tamam sarımsaktı…” Başka bir gün yine kapıyı çalmış. Demiş, “bir şey vardı anam ama adını unuttum.” “De hele” demişler.” Hani o karpuzun arkadaşıdır, o neydi ki?” “Kavun mu” diye sormuşlar. “Hah” demiş “kavundur tamam!” Kurdî-Der’deki Türkçe kurslarına katılmış. Neden Türkçe öğrenmek istiyorsun diye sordum. Şemdinli’ye Batı’dan gelen memurlar, öğretmenler oluyormuş. Kadınları kendilerini yalnız hissetmesinler istemiş.. O yüzden Türkçe öğrenmek istemiş… Gelenler neden Kürtçe öğrenmiyorlar anne diye soruyorum. Ayıp olurmuş onlara. Misafir sayılırlarmış. Hiç öyle şey olur muymuş!!
Hiç değilse özür diliyorlar. Ama ya devlet? Roboski’den dolayı hala özür dilemedi diyor Şemdinliler… Burada devlet, örgüt olmuş. Örgüt ise Devlet… Hayat burada başka akıyor. Ankara’dan ya da İstanbul’dan göründüğü gibi değil… Bombalı saldırıdan ötürü ölen 2.çocuğun cenazesine katılıyorum. Kimse ağlamıyor. Kararlı bir suskunluk var. Birden kalabalığın sağında ve solunda ellerinde silahlı özel harekâtçıları görüyorum. Keskin gözlerle kalabalığı süzüyorlar. Elleri tetikte. Derken yeşil elbiseleri ile Tugay Komutanları geliyor. 307
Halk tiksinerek bakıyor. Pkk, saldırıyı sahiplenince kendisine ağır bir para cezası kesilen Hakkarili bir bunlar da fırsat bu fırsat diyerek halktanmış gibi esnaf ise Van’a hicret edeceğini söylüyordu. Bunlardan görünmeye çalışıyorlar, diyorlar. Askeriyenin çok korkuyorum. Ne zaman ne yapacakları belli sahtekâr olduğu düşünülüyordu. olmuyor diyordu. Neden? Geçen sene Askeriyeden Mehmet Akif Ersoy: Şüheda atılan havan mermisi ile ölen 4 Mesela, birisi hakkında falankeş fışkıracak toprağı Şemdinlili sivilin cenazesinde cemaatçidir demek yeterli. Ne neden yoklarmış peki? Pkk zaman nerede kim vurduya sıksan şüheda diyordu. saldırıyı üstlendiği için cenazeye gideceği belli olmaz diyorlar. Kürdistan’da toprağı gelen komutanlara ise halk Buralarda bir insana yapılacak sıktığınız zaman her iğrenerek bakıyordu... en büyük hakaret, küfür o kişinin cemaate yakın olduğunu yerden toplu katliamlar, Komutanlar alanı terk ettiler... söylemektir… gizli mezarlar ve ağıtlar Hepsi kilolu, şişko, iri yarı fışkırıyor… Ha, bir de tiplerdi... Cemaat demek burada her türlü pis işi yapmak üzere kadrolaşmış gerilla cenazelerini Hem devletin hem de Pkk’nin sinsilik demek.. sıktığınız zaman belediye öldürdüğü 2 çocuğun taziyesine başkanları fışkırıyor. Şahitlik ederek ayrıldım Şemdinli Soruyorum: Neden beyaz ve Yüksekova’dan... yurtseverlerin çocukları Cemaatin Birileri Rojbin isimli lüks okullarında? Zengin ve politik dairelerde oturuyorlar. yurtseverlerin çocuklarının Sonuç Gerilla cenazeleri geliyor. gittiği okullar neden boykota Beni en çok şaşırtan ise götürülmüyor? Bedel ödemek Yüksekova’da anlatılanlar idi. ve boykotlar neden yoksul Polislerin çocuklarla çalıştığını mahallelerin omzunda? Mesela cemaatin okul ve söylediler. Bazı çocukların polislerden para aldıklarını. dershaneleri değil de niçin garibanların okulları ve Taş atmaları ve kepenk kapattırmaları karşılığında mahalleleri sürekli boykotta? panzerlerle müdahale eden polislerin müdahale başına 200 lira aldıklarını… Dağlardan gelen gerilla cenazeleri neden hep yoksulların çocukları? Buralara gelen çoğu polisin, müftünün, kadroluların kendilerine ermeni dölü olarak baktıklarını ve ölürsek Bu ezen –ezilen çelişkisine sizin yurtseverliğiniz şehidiz kalırsak gazi diye düşündüklerini… ne diyor diye soruyorum. Özgürlüğümüze kavuştuğumuzda bu sorunlarla da ilgileneceğiz Kapatılan her kepenkin ve müdahalenin o polislere hewal diye cevaplıyor bir arkadaş.. ücret olarak geri döndüğünü, polislerin müdahale etmeye dünden hazır olduklarını, daima kışkırtıcılığı Mehmet Akif Ersoy: Şüheda fışkıracak toprağı sıksan polisin yaptığını… şüheda diyordu. Kürdistan’da toprağı sıktığınız zaman her yerden toplu katliamlar, gizli mezarlar ve ağıtlar Fethullahçılıkla ters düşen imamların Seydaların fışkırıyor… Ha, bir de gerilla cenazelerini sıktığınız ise ispiyonlandığını… Pkk’nin ise bunlara bakarak zaman belediye başkanları fışkırıyor. Birileri Rojbin İslamcı hassasiyetleri bölgede istemediğini… isimli lüks dairelerde oturuyorlar. Gerilla cenazeleri geliyor. Birileri daha çok Ankara’ya gidiyor. Ateş En doğu’ya geldikçe Pkk’ye çok öfkeli Pkk’liler ile de düştüğü yeri yakıyor. Ölüm hem hayatı hem de karşılaştım… Hewal sen önderliği eleştirmişsin diye 308
politikayı örgütlüyor… Nasıl ki Türk Ordusu’nda daima yoksul askerler ölüyor ise burada da ölenler daima onurlu ve yoksul ailelerin çocukları. Oğlu dağda olan bir babayla konuşuyorum. Sarılıyor boynuma. Evim evindir diyor. Bir gün bu savaş bitecek. Biz gene kardeş olacağız. Gerilla babası kardeş olacağız derken şehirlerin cafe’lerinde, stk’ların odalarında ise birileri Kürtler ile Türkler artık kardeş değildir diye bağırıyorlar. Peki kardeşlikle sömürülmedi mi Kürtler? Doğrudur! Ama Seyda M. Burhan Hedbi’nin dediği gibi İslam kardeşliği ile Kardeşlerin İslam’ını bir birinden ayırmak lazım!
Teybi çalıştırıyor. Şiwan’ın yanık sesi minibüsü dolduruyor: “ey lê lê.... wey lê lê... Ferman e ûy... hawar... hawar... “ Sonra kulağımda bir ezgi duyumsuyorum. Yıllar önce dinlediğim ezginin sözleri şimdi karşımda kendime söylediğim bir nakarat ile dilimi yakıyor: “Dersim viran olmuş, Piran kan boğulmuş Ateşler içinde, Zilan zulüm dolmuş Washington yazarmış tağutlar yaşarmış
Kürd muhalefetinin politik mücadelenin saraylarından ziyade ölümlerin mahallesine göz attığımda ise gördüğüm ezilenin ezileni ezdiği…
Kur-an’da söylerdi zalimler böyleymiş Bu kadar ölüm, bu kadar zulüm Bu kadar zulüm altında Bu kadar ölüm çağında Neredesin Müslüman? “
Uxur Be Hewal (Dal rüzgârı affetse de kırılmıştır bir kere)
(Şehidler Kervanı) Surç-i lisan ettiysem affola...
Bunca gördüklerim ve göremediklerimin arasında ayrılırken Şemdinli-Yüksekova’dan, askerler durduruyor kontrol noktasında minibüsü. İranlılar ayrılsın diyorlar. İranlılar ayrılıyor. Tek Türk ben ve Yüksekovalılar; diğerleriniz arabaya binsin diyorlar, biniyoruz. İranlıları sıraya diziyorlar. Donlarına kadar kontrol ediyorlar. Gidebilirsiniz diyorlar. Araçtaki bir teyze ağlıyor... Kızına hazırladığı paketlermiş. Yırtıp içine baktılar. Sanki kadını yırtıp içine baktılar. Şoför gaza bastı. Ve yüksek sesle söylendi. Bu gene iyi günlerimiz ha. Eskiden bir de döverlerdi. Hakaret ederlerdi. Hatta eşyalarımıza el koyarlardı. Şimdi gerilla var, eskisi gibi değil. Artık biz Kürtler eskisi gibi değiliz... 309
Ăœmit Aksoy
l o b t Fu ve
Aya kO
310
Susurluk hadisesi cereyan ettiği vakitler ben daha bu kadar büyümemiştim. Çok küçük de değildim ama ne olup ne bittiğini tam olarak kestirecek bir salahiyetim yoktu işin doğrusu. Herkes bir şeyler söylüyordu sağda solda. Ve bütün bu karmaşık ağlarla ilgili bağlantılar zihnimde olmadığı için de bende duyduğum birkaç kelimeyi zihnimde döndürüp duruyordum. Çaresiz. Bu kelimelerden oluşmuş yegâne cümle de şuydu: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” Benim çok sevdiğim, o güzelim yayık ayranıyla meşhur Susurluk artık bir “milat”ın, dönüm noktasının, yani “artık”lı bir cümlelerin adıydı “artık”. Memleket futbolu da, 3 Temmuz’la birlikte başlayan süreçte (Bu replik tamı tamına sevgili Aykut Kocaman’ın istisnasız her konuşmaya
O yu
nlar
başladığı cümledir), çocukluğunu ve ilk gençliğini Susurluk’la doldurmuş bizler için, tıpkı o günlerdekine benzer hissiyatlar uyandırmıştı. Polis-mafya-siyasetçi üçgenine benzer geometrik şekillerin nihayet futbolumuzda da göreceğimize dair olan umutla birlikte, bu güzel oyunu sevenler olarak içten ve yavaşça mırıldanıyorduk farkında
olmadan: Galiba artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak… Eskiden olsa Susurluk gibi bir hadiseyle futbol arasında bir mahiyet/nitelik yani ağırlık farkı vardır diye düşünürdüm. Ama geldiğim noktada artık futbol o azmanlaşan haliyle bu ağırlığı kendi lehine doğru hayli kapatmış durumda. Bu iki unsur arasında pek bir fark yoktur. Bununla birlikte, memlekette futbolun hepimiz üzerinde taşıdığı ağırlığı göz önüne aldığımızda, ilk defa böylesi büyük bir operasyon cereyan ediyordu işin doğrusu ve ister istemez hepimiz (en azından bazılarımız) hevesleniyorduk bir “temiz eller”i de dünya gözüyle bizler de göreceğiz diye. Gelinen noktada hiç de bizim beklediğimiz gibi gelişmedi olaylar elbette. Nedense hiç şaşırmadığımız bir şekilde, tıpkı Susurluk’takine benzer cereyan etti her şey: Susurluk’un geç dönem
ı
çocuklarından Ergenekon ve 3 Temmuz süreciyle de bir kez daha anlamış olduk ki bizim memlekette işler “sulandırma” denilen tuhaf bir mekanizmayla birlikte sapla samanın birbirine karıştığı bir 311
duruma evriliyor. Böyle olunca da kimin eli kimin cebinde anlaşılmıyor; kim neye, neden karşıydı bu arada belirsizleşiyor; başlangıçta güdülen amaçlar bir araca dönüşüyor ve nihayet belirli çıkarlar doğrultusunda/sonucunda bütün bu süreç kötü bir siyasetin elinde bir pazarlık nesnesine dönüşüyordu. Bir pazarlık nesnesine dönüşen ve sözde adaleti tesis edeceğine inandığımız durumların aynısını iş bu 3 Temmuzla başlayan süreçte de görmüş olduk çok şükür. Memleketimizin kimyası da, kaderi de, kara bahtı da böyleymiş. Yapacak bir şey yok. Bununla birlikte bütün bu süreçte kendi payıma anladığım en önemli durum şu sanırım: Memleketimizde “temizlik hissiyatı” artık iyiden iyiye azalmış durumdadır. Temizliğin imandan olduğuna inanan yahut bununla “büyüyen” bizler için artık anlaşılıyor ki böyle bir hassasiyet çoktan bir geçmişte kalan, bir “hayal” olmuş durumda. Temizlik falan istemiyoruz artık. Hiç kimsenin böyle bir beklentisi, derdi, tasası
falan yok. Yok, çünkü “imanımızda” bir problem, sorun var. Bu kesin.
Kendini kapital ve endüstriyel olana açmak o kulübe çağ atlatmak olarak sunulur, büyümek ve büyümektir asıl olan. Hal böyle olunca da kimsenin temizlikte gözü de olmuyor elbette. Bunun futbola tercümesi ise şu oluyor: Biz şu maçı kazanalım da, şikeyle mi kazanıyoruz, tehdit mi ediyoruz birilerini yahut masa başı operasyonlar mı düzenliyoruz bu bizi hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Altta kalanın canı çıksın, bize her yol mubahtır, kötüler daima kazanır… Bu cümleleri ne kadar uzatırsak uzatalım; değişen hiçbir şey olmayacak… Futbol söz konusu olduğunda kirlenmekten korkmayan bu kafa yapısı daha da belirginleşiyor, gün yüzüne çıkıyor. Bizim bir spor, daha da özelde bir futbol kültürümüz var mıdır sorusuna vereceğimiz cevap ne yazık ki “Var” olacaktır bu anlam da. Yani bazılarımızın düşündüğü ve yazdığının aksine memleketimiz futbol kültüründen fazlasıyla nasibini almıştır esasında. Ama buradaki sorun bu cari spor/futbol kültürünün oldukça kötü bir beslenmeyle büyüyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Memlekette şike olur, fakat bu çözülmesi, bitirilmesi, temizlenmesi gereken bir sorun olarak görülmez. Ya da şöyle söylemek daha doğru olacak galiba: Böylesi bir durumu gerçekten çözmek isteyenler vardır var olmasına ama çözmek istemeyenler kadar değil. Bu durumdan daha fenası ise şudur: Bu türden meseleleri çözmek istemeyenlerin
yaptıkları en ahlaksızca hareket, bu durumu bir şantaj, tehdit ve en önemlisi de bir pazarlık aracına dönüştürmektir. Bu son noktaysa bize iki şey söylüyor aslında: Bunlardan ilki böylesi bir çözümsüzlük üreten futbol kültürünün insanlarda sandığımızdan daha fazla bir tahribat yapması, bütün o fairplay, “respect” teranelerine rağmen var olan düşmanlıkları körüklemesi, arttırması; diğeriyse bu oyunun güzelliğine halel getirecek bir anlamda adalete dair olan inancımızı sarsmasıdır. Artık geldiğimiz noktada bu oyunun içinde yer alan aktörlerin birbirine karşı olan güveni zedelenmiş durumdadır. Bu oyunun her bir aktörünün kendi dışındaki hiçbir unsura güvenmemesi ise aslında tam da sahadaki futbola güvenmemiz anlamına geliyor aslında. Hal böyle olunca da herkesin birbirini suçladığı bir atmosfer oluşuyor kaçınılmaz olarak. Örneğin, bir takımın taraftarları bir gazeteyi onların en sevmediği takımı desteklemekle suçlarken, karşı takımın taraftarları da yine aynı gazeteyi tam tersi bir suçlamayla itham edebiliyorlar garip bir şekilde. Bu, bize ne türden bir güvensizlik ortamında olduğumuzu gösteren şahane bir örnektir. Adaletin tesis edilemeyeceğine olan inancımız günden güne artıyor ve kendimiz dışındaki herkesi suçlu 312
bellediğimiz bir halet-i ruhiyeye giriyorsak; üzgünüm ama iş işten çoktan geçmiş demektir. Oysa bu, gerçekten de çok ama çok güzel bir oyundur. Ve bu güzel oyunun içinden, mafyanın, her yol mubahtırın, şikenin dışında başka hikâyeler de bulmanın, o hikâyeleri çoğaltmanın, büyütmenin, daha ahlaki bir takım unsurlara sırtımızı dayamanın da imkânları mevcut. Ve bu oyun kendi doğasında, içinde bulunduğumuz bu kötü zamanlardaki her şeyi tersine çevirecek bir takım unsurları barındırmaktadır esasında. Çünkü bu oyun, bir takım oyunudur her şeyden önce: Bir tenis maçındaki gibi siz ve rakibiniz yoktur sadece kortta. Bir futbol maçında sizden biraz daha iyi ve kötü arkadaşlarınız vardır ve onlar olmaksızın siz (ne kadar iyi bir oyuncu olursanız olun) hiçbir şeysinizdir. Dolayısıyla en az kendiniz kadar onları da önemsemeniz, değer vermeniz gerekiyor. Yardımlaşmanın, kadir kıymet bilmenin en güzel anı olabilecek bir durum vardır ortada yani. Bu çok ama çok önemli bir noktadır ve bizim kendimize temel almamamız gereken unsurlar da buralarda gizlidir aslında. Durumu daha iyi anlamak isterseniz gözümüzü taraftarlara çevirmemiz yeterli olacaktır: Seyircilere değil ama taraflara: Onlar, bir şeye aşkla, imanla, sevgiyle bağlanmanın en güzel örneğidirler aslında. Bu oyun sadece bir hafta sonu aktivitesi değildir: Bir rehabilitasyon aracı değildir yani sadece. Burada
söz konusu olan bir amaç uğrunda bir araya gelmenin, bir şeye adanmanın en güzel örneklerinden birisiyle karşı karşıyayızdır: taraftarlık. Karşılıksız sevmenin, o (yani takımınız) mutlu olunca mutlu olmanın, o üzülünce üzülmenin adıdır. Hallenmektir, iyi günde kötü günde yanında olmaktır kendi takımının. Kızsan da, sövsen de bırakıp gidemeyeceğiniz dostunuz, kardeşinizdir sizin takımınız. Çünkü sizin takımınız, sizin ta kendinizdir: Beğenseniz de, beğenmeseniz de bu böyledir. Burada taraftarların atladığı yegâne noktanın tam da karşılarında tıpkı onlar gibi yine bir taraftarın olduğunu unutmalarıyla ortaya çıktığını altını kalın harflerle çizmek gerekmektedir. Bu unutmanın en önemli sebebiyse içinde bulunduğumuz endüstriyel futbol çağında herkesin hırpanileşmesi, sadece ve sadece kazanma hırsıyla beslenmeleri ve en önemlisi de parayla saadetin olacağına dair o sahte inançtır. Bu unutma, tam olarak bir futbol maçının ancak ve ancak karşınızda en az sizin kadar iyi bir takım ve onların taraftarları olursa anlam kazanacağını unutmaktır aslında. Dolayısıyla çözüm endüstrileşmiş futboldan çıkmakla ve karşınızdaki taraftarın sizle olan benzerliğini, aynı yol ve hikâyenin bir parçası olduğunuzu anlamakla sağlanabilir. İşte tam da bu futbol endüstrisinin en çok korktuğu şeydir. Gelinen bu noktada ise kaçınılmaz olarak bir aktör analizi yapmamız gerekmektedir. Kabaca dört
aktörden bahsetmek mümkün aslında: Yöneticiler, medya, futbolcular ve taraftarlar. Yöneticilerden başlayalım: Türkiye’deki futbol kültürünün şöyle bir denklemi var tuhaf bir biçimde: İşine geldiği zaman profesyonel, yöneticiliği bilen, kapitalist, hukuka bağlı, müşteri memnuniyetinden yana ve en nihayet o işin patronu; ama işine gelmediği zaman “feodal bir beylik” kıvamında, kendinden menkul bir hukuku sürekli devreye sokan, sıfır müşteri memnuniyeti, “Beğenmiyorsan anca gidersin”le başlanan konuşmalar, asgari saygıdan bile yoksun faşizan bir ruh hali. İş bu durum, memleketteki futbol idaresinin en genel ve gündelik halidir. İstisnasız bütün futbol yöneticileri bu feodal kapitalizmden beslenmektedirler. Şike sürecinde Aziz Yıldırım’la özdeşleşen, cisimleşen bu hal aslında futbolumuzun ta kendisidir. Adı ve soyadıdır; soyağacıdır. Aziz Yıldırım, son (zamanlarda) o hiç beğenmediği AKP iktidarının futboldaki en tipik yansımasıdır aslında. Ama işte memleketteki diğer “siyasi” partiler AKP’den ne kadar farklıysa, Aziz Yıldırım’da diğer yöneticilerden o kadar farklıdır. Yıldırım’ın dışarıdan bize hoş gelen bir takım icraatları da aslında kendi iktidar 313
hırsının, elinde bulundurduğu gücün büyüme arzusundan başka bir şey değildir. Başka bir söyleyişle, Yıldırım’ın “başarılı” icraatları endüstriyel futbola eklemlenmenin en tipik, bayağı ve klişe yöntemlerinden, tavırlarından müteşekkildir bir bakıma. Banaldir, bildik ve tanıdıktır. Burada kendini kapital ve endüstriyel olana açmak o kulübe çağ atlatmak olarak sunulur, büyümek ve büyümektir asıl olan. Özal’la başlayan, Erdoğan’la tavan yapan “icraatın içinden” klişesinin futboldaki “gülümseyen” yüzüdür Aziz Yıldırım. Bir diğer aktörse medyadır. Medya, futbol endüstrisindeki kıymeti özellikle yayıncı kuruluşun
Şike sürecinde Aziz Yıldırım’la özdeşleşen, cisimleşen bu hal aslında futbolumuzun ta kendisidir. Adı ve soyadıdır; soyağacıdır. “marka değerimizi” göz önüne alarak verdiği paraların ardından inanılmaz bir boyuta varmıştır. Bu şu anlama gelmektedir. Kısacası: Burada neredeyse herkese ekmek vardır; herkes bir şekilde burada kendine bir yer bulur. Çünkü burası artık bir “sektör” olmaktan çıkıp, “sistem”i olan bir mahiyet arz etmeye başlamıştır. Bu andan itibaren ise, “sistem”in içindeki her unsur, sistemi eleştirenler de dâhil olmak üzere, belirli bir düzeye kadar, sistemi içerden besleyen bir görev arz etmektedirler. Yayıncı kuruluşun yaklaşık 3 sene önceki son ihalede verdiği paranın memleket futbolun büyümesindeki (siz bunu rant diye okuyun) payı göz önüne alındığında, medyanın bu işin neresinde durduğu, borusunun ne kadar öttüğü daha kolay bir şekilde anlaşılabilir. Aslında burada şöyle bir hikâye söz konusu: Medyanın içinde, değerli, anlamlı ve de doğru eleştiri yapanların varlığı elbette yadsınamaz. Ama gelin görün ki asıl mesele çoktan başka bir ivme, kavis almıştır. Futbolumuz çoktan endüstrileşen kapital bir sürece girmiştir ve medyanın ahlaklı, eli yüzü düzgün adamlarının da tek başlarına bir şeyler yapamayacağı bir dönem vardır artık karşımızda. Medyanın iktidarla bu kadar yakın temasının olduğu bir ortamda bu durumun başka bir hal alması için, Amerika’nın yıkılmasını beklemekten başka bir seçeneğimiz yok… Çünkü medya
bu işin tetikçisidir, taşeronudur, en kaypak olan kısmıdır. Kendisi ne kadar büyük olursa olsun, iktidar karşısında, güç karşısında hep o kötü taşralı kodlarıyla hareket etmektedir. Gelelim futbolculara: Aldıkları onca parayla bu işin bir yandan en “bahtiyar” bir yandan da en aşağılanan unsurudur futbolcular. Bir genelev kadınının kendi “güzelliğini” pazarlayarak hayatını kazanmasıyla ülkemizdeki futbolcuların durumu arasında bir fark yoktur. “Güzellikleri” bir gün solacak, vakitleri bir gün bitecek olan futbolcu kardeşlerimizin, kendilerine yapabildikleri kadar “servet” yapmaları şarttır. Buradaki önemli nokta ise, onların aldıkları paranın “gerçek-üstü” boyutlarından çok, onların bu güzel oyunun bir piyonu olmaya doğru hızla yol almalarıyla ilgilidir aslında. Parayla alınabilen şeylerin makus kaderi yine parayla satılabilmeleridir. Taraftar olanlar bilirler: En güzel futbolcu, (hadi eski dilimizle söyleyelim) topçu golden sonra tribünlere koşandır. Ama gelin görün ki artık golden sonra tribünlere koşacak kadar temiz ve namuslu futbolcular bulmak imkânsızdır. Onlar çoktan, sermayenin, sistemin bir unsuruna dönüşmüşlerdir. Ve tribünler bunu yani bu sahte ve ikiyüzlü durumu çok ama çok iyi bilmektedir
314
Ve elbette taraftarlar: Onlar bu işin, asıl cefasını çekenlerdir. Onca hatalarına, vurup kırmalarına, bir dolu yanlış hareketlerine rağmen bu kirden batmış durumda, bu kör dövüşünde olan sektörün tartışmasız en temiz olanlarıdır onlar. Onların ne kadar temiz olduklarını anlamak için, bütün bu aktörlere dönüp, “İlk taşı günahsız olanınız atsın!” demek yeterli olacaktır. Futbolu eski güzel günlerine döndürmek şu anda deveye hendek atlatmak kadar zor elbette. Ama bu, eğer bir gün yapılacaksa, tek bir yolu var: Bu işin bir halk eylemi, halkın oyunu olduğunu yeniden birilerine anlatmak, anlatabilmek. Ve bu halk oyunun buradaki adıdır taraftarlar:
Bunca kirlenmiş, göz gözü görmeyen bu zifiri karanlıkta, kendileri de hızla kirlenen, ama yine de en naif olan taraftarlara bin selam olsun…
Ruhta Yanan Ateşin İzleri Safa Dallı
Sanat; ruhu besleyen, basireti keskinleştiren, zevki incelten, muhayyileyi çalıştıran, kalbi yumuşatan bir zevktir.
K
elimelerin yetmediği bir alandan bahsederken kendimi çok aciz hissediyorum. Kalplerimizde yazılı olanı; sanatı, beraberce düşünüp, hissedelim istiyorum.
ve hani benim iznimle çamurdan kuş biçimi gibi taslıyordun(yapıyordun), içine üflüyordun da benim iznimle bir kuş oluveriyordu;…” Anladığımız kadarıyla Allah’ın izniyle yaratma(halketme) işi, Kur’an’ın bir insan için (Hz. İsa) kullanmakta bir sakınca görmediği bir iştir.”1
Sanat, eserinde olduğu gibi tanımında da sübjektiftir. Yüzyıllardır tekrar tekrar tanımlanmıştır. Kelime karşılığı; iş işlemek, güzel işlemek, yaratmaktır. İnsanın sanatında bu yaratma yoktan var etme değil, ‘haleka’dan gelen ‘halk etme’ yani; “Var olan bir şeye şekil ve mahiyet vererek, yeni bir varlık oluşturma” dır.
Allah’ı bilmek, tanımak, anlamak ve sadece O’na kul olmak için yaratıldık. O’nun için bakarız annelere ve O’nun ne kadar merhametli olduğunu anlamaya çalışırız. O’nun o sonsuz merhameti en çok annelerde tecelli etmiştir, yaratıcılığı da sanatçılarda. Bir tiyatro oyuncusu sahneleyeceği karaktere kendi ruhundan üfler. “Bir sanat eseri, bir ruh içinde yanan ateşin bir neticesidir; eserin kendisi bu ateş değildir. Daha doğrusu eser, onun varlığına tanıklıktır, ateşin bıraktığı izdir.”2
Kur’an-ı Kerim Al-i İmran Suresi 49. ve Maide Suresi 110. ayet-i kerimelerinde Hz. İsa’dan söz eder. Orada Hz. İsa İsrailoğulları ile karşılaşır. Ve haleka kökünden tehlüku yani, yaratma, yapma işi için bu kelime kullanılır. Yapılan işin mahiyetini iyi anlamak için birisini okuyalım. Maide suresi 110. ayeti, mealen şöyle: “Allah (şöyle) buyurduğu vakit; ‘Ya İsa İbn Meryem! Sana ve validene olan nimetimi düşün; hani seni Ruh’ul Kuds(Cebrail) ile müeyyed kıldım(destekledim)! İnsanlara söz söylüyordun hem beşikte iken hem yetişkin iken ve hani sana kitabet, hikmet, Tevrat ve İncil öğrettim
Sanat ruhla ilgilidir. Kaynağı ve merkezi akleden kalptir, kişiye özeldir. Gerçek Sanatkâr olan örneksiz yaratan Allah’ın sanatının gönle vuran yankılarından doğmakta, onun tükenmez kaynağından beslenmektedir. “Gerçek sanatkâr, Allah’a rakip(!) değil hayran olur: Esere bakarak müessire ulaşır ve hayran olur. Çünkü sanat; ruhu besleyen, basireti keskinleştiren, zevki 316
incelten, muhayyileyi çalıştıran, kalbi yumuşatan bir zevktir. Bu zevke ermiş insan demeye gelen sanatçı, Allah’ı tanımada başkalarından daha avantajlıdır.”3
“Kur’an’ın alelade bir okuyucu veya bir tahlilciye sistemsiz göründüğü ve birbirine zıt unsurları bir araya getirdiği intibaını uyandırdığı malumdur. Ne var ki Kur’an, edebiyat değil, hayattır. Dolayısıyla ona bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakmaya başlanır başlanmaz güçlük ortadan kalkar ve bu yanlış intibalar da değerini kaybeder. Kur’an’ın yegane hakiki tefsiri hayat olabilir”6
Düşünelim! “Bir plajda, kumlara serilen şu gencin güneşin altın ışıklarını saçtığı, denizin en parlak olduğu ve yanına uzanan tanrısı gibi taptığı kadının kendine en yakın geldiği anda bile, ansızın içini saran garip sıkıntıda, bilmediği bir şeyi yitirmiş veya bulamamışlık duygusunda, heyecan artışında, eksiklik arayışında, bir başka, ideal bir dünyanın ipuçlarını görüyoruz. Şuuraltından böyle bir ülke çıkıyor, kendini ham kayalara işlemek istiyor. Şairler nerdeyse onu söyleyecekler, piyes yazarları nerdeyse basubadelmevti sahneye koyacaklar.”4 İşte o ideal dünyaya duyulan özlemdir sanat.
Tiyatro hayatın ‘oku!’nmasıdır. Farkındalıktır. Farkedemediğin konu ve alanlarda gözünün ve gönlünün açılmasıdır. İnsanın kendisine uzaktan bakmasıdır. Nefsini bilmesinde atılmış çok önemli bir adımdır. İnsana insanı insanca anlatır. İnsanlara, kendine çeki düzen veren bir kadının ayna karşısında yaptığını yaptırır. Tiyatro hayattan beslenir. Yaşla değil yaşanmışlıkla ilgilidir. Hakkı ve sabrı tavsiyedir. Akleden kalpler için tesirlidir. ‘Çok derin ve üstün olana ilişkin vukuf, anlayış, kavrayış demek olan; hikmettir!
Hissedelim!
Ali Şeriati: “Sanat, Allah’ın insana verdiği bir Düşünmenin, hissetmenin ve yaratmanın emanettir. Allah bu emaneti, yere, göğe, bütün vaktidir. Özümüze hicretimizde sanatı dağ ve denizlere sundu ama hiçbiri yüklenmedi. kullanabilmek duası ile... Bu ifadeyle anlatılmak istenen, Allah’ın durup “ Ey dağ ve gökyüzü! Siz ister misiniz bu emaneti ?” demesi ve onların da “hayır!” “EY İNSANLAR! Yeryüzünde meşru Kur’an’ın demeleri, sonra insanın yüklenmesi ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın ve yegâne hakiki değildir. Aksine, dağlar ve denizler, şeytan’ın izinden gitmeyin: zira o sizin tefsiri hayat yaratıcılık, duyarlılık ve var olandan apaçık düşmanınızdır.(Bakara Suresi, fazla bir ihtiyaca sahip değildirler. 168. Ayet) olabilir. Onlar ne muhtaç olduklarını, ne ıstırap çektiklerini, ne dertli olduklarını, ne de yaratabileceklerini hissederler. Sadece insandır, 1 Metin Önal MENGÜŞOĞLU, Vahiy ve Sanat, Pınar yüklenen. Neyi? Hissedebildiği, seçebildiği ve Yayınları yaratabildiği bir yeteneği. Sanat; tabiat ve varlığı, 2 ve 6 Aliya İZZETBEGOVİÇ, Doğu Batı Arasında istediği halde bulunmayan şekle sokmak veya İslam, Yarın Yayınları isteyip de bulamadığı şeyleri meydana getirmek 3 Mustafa İSLAMOĞLU, Hayatın Yeniden İnşası İçin, için, Tanrı’nın yaratmasının tecellisi olan bu Düşün Yayıncılık varlığın sürdürülmesinde insan yaratıcılığının tezahürüdür.”5 der ve bu tarifler böyle uzayıp 4 Sezai KARAKOÇ, İslam, Diriliş Yayınları gider… 5 Ali ŞERİATİ, Sanat, Fecr Yayınları
317
Ey Müslümanlar Neredesiniz?! Muhammed Enes Uçar
“O halde olması gerekenler ve olmayanlara, yapılması gerekenler ve yapılmayanlara İslami bağlamdan bakarak, zalimin kim olduğuna karar vermeli Müslüman. Uyguladığı zulümlere rağmen “Bizim görmediğimiz, bilmediğimiz dengeler söz konusu” diyerek zalimi haklı çıkarmaya, zulmü meşrulaştırmaya çalışmak, “Şeriat zahire bakar” kaidesini göz ardı etmektir.”
Y
ıl 1995. Neden toplandığı, adları sanları, yaşları ve düşünce itibariyle toplumun hangi kesimine mensup olduğu tespit edilemeyen bir grup kadın, Cumartesi günü İstiklal Caddesi, Galatasaray Lisesi önünde oturma eylemi gerçekleştirdi. 318
Yıl 1999. İki yüzüncü kez Cumartesi günü toplanan şu meşhur “kim olduğu bilinmeyen kadınlar” yine Galatasaray Lisesi önünde basın açıklamasında bulundu ve oturma eylemi gerçekleştirdi. Yedi aydır kahraman polisimizin izinsiz yapılan bu gösterilere yılmadan usanmadan gaz bombası ve coplarla müdahalesi kimileri tarafından şiddet unsuru olarak lanse edildi. Bunun üzerine polisimiz hakarete uğrarken bu kadınların hala “neci” oldukları tespit edilemedi. Fakat eyleme müdahale sonuç getirdi ve kendilerine “Cumartesi Anneleri” diyen grup eylemlerine son verdi.
Fakat bu Allah tanımaz sistem, zalimlikte hudut tanımadan anneleri bile yıldıracak fiiliyatlarına devam etti. Bu meseleyi Kürt meselesi özelinde ele almanın ötesinde genel bir “kaybedilme” meselesi olarak da düşünmekte fayda var. Evet, bu zulmü görenlerin büyük çoğunluğu Kürttü lakin farklı meşreplerden ve ideolojilerden insanlar da aynı zulme maruz kaldı. Zalimi ve zulmünü meşrulaştırmayı, zalimi zalim olarak kabul etmemeyi, ya da zalim olduğuna kat’i surette iman ederek karşısında durmayı belirleyen nedir? Adı, kimliği ne olursa olsun zalim, zalim midir bizce, yoksa kimliği mi belirliyor onların zalim olup olmadığını? Aslında zulmün tanımını yaparsak biraz doğruya meyleder algılarımız. Çok net ve basittir aslında; bir şeyin olması gerektiği gibi olmamasıdır “zulüm”. O halde olması gerekenler ve olmayanlara, yapılması gerekenler ve yapılmayanlara İslami bağlamdan bakarak, zalimin kim olduğuna karar vermeli Müslüman. Uyguladığı zulümlere rağmen “Bizim görmediğimiz, bilmediğimiz dengeler söz konusu” diyerek zalimi haklı çıkarmaya, zulmü meşrulaştırmaya çalışmak, “Şeriat zahire bakar” kaidesini göz ardı etmektir.
Gitmiyor, bu şekilde olmuyor. Yazıya başlarken tamamen ironi yapmayı hedeflemiştim fakat olmuyor. Öfkeleniyorum, her ne kadar bu ironiyle birilerine giydirmeye, laf sokmaya çalışsam da konunun mahiyeti itibariyle ironi yaptığımı bildiğim halde kendimden iğreniyorum. Nedir ki bu kadar acı olan şey, ironi yaparken bile insanın kendisinden iğrenmesine sebep olacak şey? Toplum içerisinde mazlumun derdiyle dertlenip, zalim otoriteler karşısında Hakkı haykırmayı kendine görev bilenler için kayıtsız kalınamayacak bir topluluktur aslında bu kadınlar. Her eylemde ellerinde fotoğraflar var ve bunların büyük çoğunluğu en az 17 yıllık. Yani bu kadınların büyük çoğunluğu en az 17 yıldır çocuklarını görmüyor, seslerini duymuyor, mezarlarına gidemiyor, mezarlarının yerini bilmiyor, daha da acısı mezarları var mı yok mu, onu dahi bilmiyorlar.
Gözaltında “kaybedilen” insanların büyük bir haksızlığa maruz kaldığı ayan beyan ortadadır. “Haksızlık karşısında sessiz kalan, dilsiz şeytandır” ifadesi bizlere haksızlığın uygulayıcısı olan zalimlere karşı durmamız, sözümüzü haykırmamız gerektiğini söylerken biz Müslümanlara ne oluyor da bu zulme ve zalimlerin cezasını çekmesi için girişimde bulunmayan bugünün iktidar sahiplerine karşı durmuyoruz. Yoksa bizler de zalimin zulmüne göz yumarak zalim olma gafletinde miyiz?
Kim peki bu gözaltındayken devlet tarafından “kaybedilen” kişiler? Evet, onlar siyasi suçlulardı(!). İstedikleri bu zalim sistem yerine kendilerince hakkaniyetli gördükleri bir sistemdi. Mesela, bunların büyük çoğunluğu Kürtlerin asimile olmadan bu toplumda var olabilecekleri bir düzen istiyorlardı. Tarih içerisindeki rolü ne olursa olsun hiçbir ırkın diğerinden üstün olamayacağını söylüyorlardı.
319
Nedir ki, Allah’a iman eden bizlerin; hesabın çok çetin, azabın da çok şiddetli olduğu o günden daha fazla korkmasına sebep olan şey? Niyedir bu Müslümanların üzerindeki suskunluk, atalet? Ölü toprağı serpilmiş gibi oturduğumuz yerlerden seyirci kalmaktan başka yapabilecek bir şeyimiz yok mu? O halde nerde kaldı Allah’a kulluk? Sadece namaz kılmak, oruç tutmak ve hayatlarımıza yansıtmadan “Lailaheillallah” demek midir kulluk, Müslümanlık?
de Taksim’e gittim. Lakin gördüğüm manzara hiç de iç açıcı değildi. “Müslüman mazlumun yanındadır” söylemlerinin gerçekten Ak Parti’nin tutumu gibi lafta kaldığına şahit oldum. Sağıma döndüm, soluma döndüm; kayıp yakınları hariç destek için oraya gelmiş üç beş başörtülü abla ve tanıdık birkaç sima haricinde Müslümanları meydanda göremedim. Toptancı bir üslupla herkesi töhmet altında bırakmak istemem ama herkesin üzerine alınması gerektiğini de söylemeden geçemeyeceğim doğrusu. İhtimal o ki; Müslümanların bir kısmı o gün, o saatte, “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler zalimlerin hafta sonu da olması hasebiyle ya uykusunda ta kendileridir” ayet-i kerimesini göz ardı uyuyor, ya kapitalizmin mabedi olmuş alışveriş etmeden, Müslümanca, yaşayabiliyor muyuz şu merkezlerinde cirit atıyor, ya hayatlarımızı? Yoksa Kemalist bir sinema salonunda hafta ideolojinin eseri olan, “Nedir ki Allah’a iman sonunu değerlendiriyor(!), zalimlikte sınır tanımayan eden bizlerin; hesabın yahut televizyon karşısında şu devletin bir destekçisi mi çok çetin, azabın da çok cumartesi programlarından oluyoruz? Sadede gelmek birini izliyor. Kendimize gerekirse Ak Parti’yi şiddetli olduğu o günden dönüp bir daha Müslüman meşrulaştırma çabaları, bu daha fazla korkmasına olmanın gereklilikleri ayeti göz ardı ederek Ak Parti sebep olan şey? Niyedir bu bağlamında düşünmemiz hükümetini zalim-mazlum gerektiği kanaatindeyim. denkleminde konulması Müslümanların üzerindeki Ahval böyleyken kimse kalkıp gereken yere koymamaktır. suskunluk, atalet? Ölü İslam âleminin durumundan, “Ama bu kayıplar Ak Parti toprağı serpilmiş gibi gidişatından şikâyet etmesin. hükümetinin zamanında Öncelikle kendimize soralım olmadı ki!” seslerini duyar oturduğumuz yerlerden “Biz ne haldeyiz?” diye. gibiyim. Peki, yukarda seyirci kalmaktan başka bahsettiğimiz zulme göz yapabilecek bir şeyimiz yok yummak ve üstünü örtmek, Bu yazıyla içimdekileri bir açığa kavuşturmamak nebze olsun ifade etmenin, mu?” üzerinden düşündüğümüzde en azından sorulması gereken Ak Parti mazlumun yanında soruların bir kısmını sormanın mıdır, yoksa zalim midir? Devletin şimdiye kadar verdiği rahatlıkla tekrar ironi yapabilirim sanırım. uyguladığı zulümlerle yüzleşmek hesaplaşmak “Neci” oldukları tespit edilemeyen bu kadınlar cihetinden üç beş laf sarf etmek, görevini yerine sonraki cumartesilerde de saat yine 12:00’de getirmek midir; yoksa sarf edilen lafların yerine Galatasaray Lisesi önünde toplanıp oturacaklar. adaleti tesis etme çabaları mıdır aslolan? Kısacası Onları tanımak isteyenler için kısaca bir tasvir lafla peynir gemisi yürümüyor. gerekirse şöyle diyebiliriz; Cumartesi günleri Galatasaray Lisesi önünde ellerinde karanfille oturma eylemi yapan, polis müdahalesinde ise Ak Parti hükümetinin geçmişle yüzleşme söylemi Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen bu tağut sonrası tekrardan umutlanan bu anneler 31 devletinin neferlerine karşı “bize evlatlarımızın Ocak 2009 günü yine aynı yerde oturma eylemi mezarını verin, ellerimizi yakanızdan çekelim” gerçekleştirdi. 24 Kasım cumartesi günü yani diyen ablalar, teyzeler, nineler… bu eylemlerin dört yüzüncü haftasında ben 320
İslamcılığın Eylemlilikle Yeniden İnşası
Yıldız Ramazanoğlu
Türkiye ateş çemberinden geçiyor cümlesi kaç kuşaktır peşimizi bırakmıyor. Bu güne kadar ne zaman eşit ve adil yaşamanın mücadelesi verilse, özel şartlarımızdan dolayı bunun mümkün olmadığına, henüz zamanın gelmediğine dair açıklamalar yapılmıştır. Hükümranların baskılarına, ayrımcılıklara, şiddete ve pervasız hak ihlallerine katlanmamız, dayatmaların hikmetinden sual etmememiz isteniyor her zaman. 1990’da kurulan Mazlum-Der İslamcıların kurduğu ilk insan hakları derneğidir. “Mazluma dini ve kimliği sorulmaz” ilkesiyle sayısız insan hakkı ihlaline karşı mücadele verildi bu güne kadar. Çok geniş bir matbuatı, birikimi, arşivi ve web sitesi var ve başlı başına bir yazı değil kitap konusu. 1999’da Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği kuruldu(Özgürder). 28 Şubat sürecinde okullarına alınmayan genç kızların ve onlara destek veren erkeklerin girişimiydi. Fakat ülkenin bütün acılarına ses vermekle kalmamış Orta Doğu’daki işgallere ve haksızlıklara karşı da sayısız eyleme imza atmışlardır. Birçok ilde şubeler açılmış ve etki alanı oldukça genişlemiştir. Kürt meselesi üzerine forumlar, çalıştaylar ve sempozyumlar düzenlemenin yanı sıra birçok kitap ve araştırma da yayınladılar. Haksöz dergisi ve Ekin yayınları gözden geçirilmelidir. Yine 1999’da kurulan Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği
(Ak-der) de kadınların kuruluşu. Dindar kadınların fütursuzca çiğnenen temel haklarından hareketle kurulmuş olsa da toplumsal meselelere sahip çıkan, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan bir üslubu benimsediler. En son çalışmaları kimi alevi yurttaşların kapılarına bir takım işaretler konduğu haberleri üzerine Adıyaman’a gidip durum tespiti yapmaları, çok önemli bir rapor hazırlamaları, orada alevi kardeşlerimizle kucaklaşmaları ve konu hakkındaki dayanışma ve titizliklerini göstermeleri. Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği (Tokad) Tokat ilinde mukim bir gurup duyarlı aydının çabasıyla kuruldu ve iyiliği yaygınlaştırmak kötülükleri önlemek ve Müslümanların siyasal duruş ve hareketlerine katkı sağlamak için kuruldu. Son beş yılda birçok can alıcı bildiriye imza attılar. Malatya’ya konuşlandırılan Füze kalkanına karşı, doğal gaz ve benzine yapılan zamlara karşı, İstanbul’da naylon çadırlarda yanan işçiler için eylemler yaptılar, Tokat tarihinin ilk 1Mayıs eylemini düzenlediler, neo-liberal faşizme karşı durduklarını gösterdiler ve İslami çevrelere her vesileyle Kürt sorununda sorumluluk çağrısı yaptılar. Toplumsal adaletin edebi ve siyasi boyutlarıyla tartışıldığı sempozyumlar düzenlediler.
Başörtüsüne Özgürlük Platformu Van İzmir ve Sakarya gibi birçok ilde kadınların hakları için sayısız eylem yaptılar. Platformhaber etrafında geniş bir dayanışma ve haberleşme gurubu kuruldu ve şimdilerde eylem alanlarını genişletmek üzere karar alındı. 2008’de genç üniversitelilerin kurduğu Özgür Açılım’da gençler liberal ideoloji ile temelden çatıştıklarını, özgürlük ve adalet için mücadele verirken ahlaki tutarlılığın peşinde olduklarını bildiriyorlar. Kapitalizm ve türevlerine karşı mücadeleyi ön görüyorlar. Son on yıldır kimi Müslümanların “bizimkiler iktidarda” rahatlığı içinde hareket etmelerine karşı durarak herkesi kendi imtihanında sahneye çıkmaya, banttan değil canlı yayına, başrol oynamaya, ilahi koroya katılmaya, baharlara kapılmaya, zulümlere isyana, erdemliler ittifakına, genç olmaya ve genç ölmeye çağırıyorlar kuruluş bildirisinde. Dikkat çeken eylemleri arasında Çocukluktan Merkeze başlıklı sergiyi sayabiliriz. Terörle mücadele Kanunu Mağduru çocukların gayrı resmi hikayesinin anlatılmaya çalışıldığı sergi çok etkileyiciydi ve iki gün boyunca birçok oturum da gerçekleştirdiler hukuki değişikliği sağlamak için. Filistin sergisi, Hrant için Adalet için yürüyüşlerine katılım ve birçok kültürel aktivite gerçekleştiren
Tokat tarihinin ilk 1 Mayıs eylemini düzenlediler, neo-liberal faşizme karşı durduklarını gösterdiler ve İslami çevrelere her vesileyle Kürt sorununda sorumluluk çağrısı yaptılar.
Geçtiğimiz ay bir gurup İslamcı Mazlum-der eski başkanı Ömer Gergerlioğlu’nun önerisiyle Adalet Talebimiz Var başlıklı bir imza kampanyası ile Hrant Dink davasının takipçisi olacaklarını bildirdiler. gurup son olarak Vicdani Red haftası düzenledi. Geçtiğimiz ay bir gurup İslamcı Mazlum-der eski başkanı Ömer Gergerlioğlu’nun önerisiyle -ki birçoğu geniş kitlelerin temsilcileriAdalet Talebimiz Var başlıklı bir imza kampanyası ile Hrant Dink davasının takipçisi olacaklarını bildirdiler. Burada Cemal Uşak, Rıdvan Kaya, Ali Bulaç, Ramazan Kayan, Cihan Aktaş, Özlem Yağız ve daha birçok öncü isimden söz edebiliriz. Hür Beyan Hareketi, Umut Gençliği, Mavera Gençlik Hareketi, Genç Öncüler gibi birçok yeni hareket filizlenmiş durumda. Çaycuma’da 15 işçinin çöken köprü yüzünden kayboluşunun, Tuzladaki tersane işçilerinin başına gelenlerin ve daha nice ihmallerin, aldırışsızlıkların, insanı değersizleştiren piyasa ortamının, başörtülü kadınların başına gelenlerin hesabını soruyorlar. Emek ve Adalet platformu ise sol ve İslamcı gençlerin ortaklaştığı bir platform. Hikmet Kıvılcımlı’nın Dinin Türk Toplumuna Etkileri ve Allah Peygamber Kitap adlı çalışmalarını, İlhami Güler’in Direniş Teolojisi’ni, İhsan Eliaçık’ın Mülk Yazıları’nı birlikte okuma tecrübesi yaşıyorlar ki bu birliktelikler daha önce olmuş şeyler değil. İslamcıların İslam’da sosyal adaleti derinleştirme çabaları ve sosyalistlerin de din karşıtı
olmayan bir sosyalizmi inşa etme gayretlerinin bir araya gelmesinden iyilik doğacağını düşünmek hayalcilik olmasa gerek.
2008’de genç üniversitelilerin kurduğu Özgür Açılım’da gençler liberal ideoloji ile temelden çatıştıklarını, özgürlük ve adalet için mücadele verirken ahlaki tutarlılığın peşinde olduklarını bildiriyorlar. Kapitalizm ve türevlerine karşı mücadeleyi ön görüyorlar. Kendilerine Antikapitalist Müslümanlar diyerek 1 Mayıs 2012’de Taksim Meydanında işçi bayramına katılan gençlerin tutumu çok tartışıldı, kimilerince yadırgandı özellikle dindar kesimde kıyasıya eleştirildi. Has parti kurucularından Prof. Zeki Kılıçarslan’a göre din mezhep etnisite ve yaşam tarzı bakımından bu kadar çeşitliliğin olduğu bir 324
toplumda, gerçek bir sınıf -emek veya halk hareketinin bu kültürel farklılıkları içermesinden daha doğal bir şey olamazdı. Yaşananlar eşyanın doğasına uygundu tamamıyla. Uğruna mücadele verilen Müslümanlık içeriği ve mahiyeti bakımından tartışılıyor. Hatta Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din kitabındaki dinin özü ve saptırılmış halinin karşılaşması söz konusu bu fikir çarpışmalarında. İslami duyarlılığı olan gençlerin servetin ve gücün belirli ellerde toplandığı sömürü düzeninden hiç de hoşnut olmadıkları ortada. Çeşitli platformlarda, evsizlerle, başörtülü kadınlarla, yoksullarla, göçmenlerle kısaca mustazaflarla dayanışma içinde olmaya çalışıyorlar. Din bunun için değilse nedir misyonu diye kafa yoruyorlar. Bundan yaklaşık on yıl önce Türkiye’nin farklı illerinden kadınlar “buluşankadınlar” adıyla bir sivil inisiyatif gurubu kurmuş internet üzerinden hayatımızı çocuklarımızı toplumumuzu geleceğimizi ve itikadımızı ilgilendiren birçok konuyu tartışmaya açmıştık. Yapılmak istenen yalnızca gündemdeki konular üzerine görüş alışverişinde bulunmak değildi. Tersine dayatılan konuların dışına çıkarak özgürce kendi gündemimizi oluşturmak ve varoluşumuzun temellerini derinleştirmekti. Bu amaçla her yıl bir başka şehirde toplanan iki gün boyunca tanışan konuşan ve tartışan kadınlar öyle ağır baskıların tarifi imkansız sıkıntıların ve kuşatmaların içinden geliyorlardı ki dilin kurulumunda ister istemez mağduriyetin
baskıların yansımaları vardı. Dil zaman içinde mağduriyetten üretkenliğe evrildi. Bazen buluşankadınlar imzasıyla bazen de gurubun içinden bazı katılımcıların daha spesifik iradesiyle birçok bildiriye açıklamaya ve kampanyaya imza atıldı. Sınırlara İnat Adalet; Roboski İçin Adalet Platformu, Sivas Yasında Buluşankadınlar, Ceylan Önkol için imza kampanyası, Uludere için Buluşan kadınlar, Şirince Yok Olmasın, Vicdani redçi Muhammed Cihad’a Özgürlük, Gökdelenlere karşı İstanbul Kaybolmasın, Cafer Solgun’a Destek, 28 Şubat 1000 yıl Süremez bildirileri, imza kampanyaları, Gazze katliamında Mısır’a boykot bloğu, Gazze için Küresel Ses bloğu, Çatalca’daki yurt selle zarar gördüğünde Ali Nesin’e destek ziyareti, hatırlayamadığım başka nice müdahil olmalar, inisiyatif almalar. Hükümete yönelik Uludere İçin Adalet talebimize ses ver! çağrısı “idarecilerimizin Allah’tan korkmalarını, hesap gününü düşünmelerini ve failleri saklayarak suça ortak olmamalarını istiyoruz. Sorumluları ortaya çıkartmaktansa, öldürülenlerde kusur arama çabalarına son vermelerini talep ediyoruz. Hak yerini bulmadığı takdirde, dünyada ve ahirette adil olmadıklarına şahitlik edeceğimizi ilan ediyoruz” diye bitiyor. İslamcılar, dindar insanlar, ne dersek diyelim onlara, 2006’da bir araya gelen Genç Sivillerin ve 2007’de kurulan Yüzleşme Derneği’nin oluşumunda yer almışlar, Darbelere dur De
gösterilerine kitlesel olarak katılmışlardır. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonunun da TMK Mağduru Çocuklar için Adalet Çağırıcıları olarak verilen mücadelenin de bir parçası olmuşlardır ilk günden itibaren. Irak işgalinin hemen akabinde oluşturulan çok önemli bir sivil inisiyatife, Doğu Konferansı’na giremedik bile.
Son on yıldır kimi Müslümanların “bizimkiler iktidarda” rahatlığı içinde hareket etmelerine karşı durarak herkesi kendi imtihanında sahneye çıkmaya, banttan değil canlı yayına, başrol oynamaya, ilahi koroya katılmaya, baharlara kapılmaya, zulümlere isyana, erdemliler ittifakına, genç olmaya ve genç ölmeye çağırıyorlar.
açıkça söylemek zorundayım ki bu eylemlilik beyin fırtınalarının, düşünsel birikimin, yeniden yapılanan zihinlerin amansız sorgulamaların ve yüzleşmelerin sonucu gerçekleşti, gerçekleşiyor. Bazen kopmalar oldu, bazen başka ideolojilere kapılıp gitmekle itham edildik. Sanki insanların birbirlerinin deneyimlerinden birikiminden yararlanması, karşılıklı etkileşim içinde olması hiç olmayacak ve olmaması gereken bir şeymiş gibi. Başkasının hakkı hukuku için verecek bir dilim enerjisi mesaisi olmayan insanlar nice suçlamalar, etiketler üretti bu ruh yücelmelerini mahkum etmek akim bırakmak için. Fakat her koşulda akmaya bakmak en iyisi. Adaletin eşitliğin ve kardeşliğin yolunu bulmak ve izlemek insanlığın ilk günden itibaren temel hedefi.
Aslında Türkiye’nin ortak vicdan tecrübesine eğilmeye çalıştığım Bağdat Fragmanı ve birkaç hafta önce yayınlanan Görme Bahçesi kitaplarında daha detaylı bilgilere ulaşmak mümkün. Bütün bu çabaların bir parçası olmaya gayret etmiş biri olarak 325
Alıntı, AltÜst
Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi Ziyareti Seda Erdoğan
Biz sekiz arkadaşla birlikte merak ve iştiyakla gelirken Kartal’a, içimizde KAİHL’yi ilk defa görecek olanlar da vardı, eski yuvasına gelmenin heyecanını yaşayanlar da…
2
012 yılının Mayıs ayı sonları… Duyduk ki bizi bekleyen, bizi merak eden yürekler varmış. Heyecanla, içimiz kıpır kıpır düştük yollara. Hayat çok kısa; ilkokul, lise, üniversite derken bir bakmışsınız yaşamak sınavının içine düşmüşsünüz… Özgür Açılım üniversiteli gençlerin öncülüğünde oluştu ve daha çok üniversitelerde var olmaya çalışıyor. Ancak bu sefer ki durağımız bir liseydi ve sonrasında kanaat getirdik ki Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi bu istikamet için başlanabilecek en iyi okuldu. Oradaki muazzam gençlik bizi eski yıllarımıza götürmekle birlikte, gelecek için kocaman umutlar beslememize vesile oldu. 326
Biz sekiz arkadaşla birlikte merak ve iştiyakla gelirken Kartal’a, içimizde KAİHL’yi ilk defa görecek olanlar da vardı, eski yuvasına gelmenin heyecanını yaşayanlar da… Yol boyunca her birimizin kalbinden ayrı dualar geçti, belki aynı…
Düzenlenen çeşitli seminerleri, okuma gurupları, gezileri ve daha bir çok etkinlikleriyle, okulun tüm imkanlarını öğrencileri için hazırlayıp onların hizmetine sunduğunu bu şenliklerde daha yakından görürsünüz. Bizi işte tam da bu dönemde misafir ediyorlar. Hocalarımızdan Sedat Tuğcan ile görüştükten sonra kütüphaneye giderken koridorlarda bizi heyecanlandıran şeyler görüyoruz; Cahit Zarifoğlu, Itri, Yunus Emre… Kütüphane içi öğrencilerin en iyi istifade edebileceği şekilde hazırlanmış. Aylık edebiyat, kültür ve sanat dergileri raflara konulmuş. Bir yanda ders çalışan, bir yanda kitap okuyan rafları kurcalayan öğrenciler gözümüze takılıyor. Yılların emektarı kütüphane sorumlusu Hanife abla yine orada, hala sakin, hala güler yüzlü, hala sabırlı. Yeter ki öğrenciler oraya gelsin okusun ve devamlı uğrasın.
Okulun son dönemleri, özellikle de sınav ertesi ise, öğrencileri sınıflarda görmek pek mümkün olmaz. Okulun sıcak havası ve gençler daha giriş kapısındayken bizi karşıladı. Bizi bekleyen Kartallı kardeşlerimizle selamlaştıktan sonra kısaca okulu gezdik. KAİHL, yeni binaları, bahçesi, fiziki yapısıyla bir liseden çok daha fazlası olduğunu gösteriyordu. Kartal’ın bilhassa öğrencileri üniversite ortamına hazırlayan kültürel bir alt yapısı var. Bilen bilir, her yılsonu düzenlediği yaz şenlikleri, bu okulun öğrencilerine sadece derslerle değil, ders dışı sosyal etkinliklerle de her anlamda destek sağladığının en büyük göstergesidir.
Yavaştan otururken yerlerimize Kartallılar* da doldurmaya başlıyor kütüphaneyi. Anlatmaya başlıyoruz, “2008 yılında, 28 Şubat sonrası oluşan tahrifleri bertaraf etmek, üniversite ortamında İslami mücadeleyi devam ettirmek için birkaç Müslüman başörtülü gencin bir araya gelmesiyle…” diye başlayan hikâyemizi.
327
çalıştığımızı ifade ediyoruz. Kendi dönemimizin sıkıntılarını göze alarak, 1400 yıllık geleneğe sırt çevirmeden, Kur’an ve sünnet çerçevesinde, tüm kuşatıcılığıyla İslam’ı kendimize rehber edinerek ortak bir yaşama fıkhı geliştirmeye çalıştığımızı anlatıyoruz. İnsan en sıkıntılı olduğu zamanlarda en güzel işlerini ortaya koyarmış. 28 şubat ve sonrası, Müslümanlar üzerinde oluşturulan baskı ortamı ve akabinde oluşan imkanlar, Özgür Açılım’ı salih ameller peşinde koşmaya zorladı. Özgür Açılım olarak kurumsallaşma gibi bir amacımızın olmadığını söylüyoruz. Hedefimizin üniversite dönemi ve üniversite sonrası, hayat telaşı içinde savrulmamak için imkan yettiğince duayla, coşkuyla, hayal gücümüzle, ‘kendi “İnsan imtihanımızda sahneye çıkıp başrol oynamak’ kendisi gibi niyetinde olduğumuzu ifade ediyoruz. Gençlerden düşünen, inandığını yaşamaya çalışan kişilerin biri bize çıkışarak soruyor; “daha önce neden yanında kendini daha güçlü hisseder, birlikte güzel liselere gitmediniz, bizi neden bu kadar geç ziyaret işler yapabileceğine yürekten ettiniz??” Yakamıza yapışan inanır. Cemaat olmanın getirdiği bu soru, belki bu sitemli tavır 28 şubat ve sonrası, nimetler burada yatar çünkü. hoşumuza gidiyor. Şayet liselerin Müslümanlar üzerinde Üniversitedeyseniz, bireysel çoğu KAİHL gibiyse, gecikmekle olarak tutunmanız ayakta gerçekten hata etmişiz! oluşturulan baskı kalmanız ve ilerlemeniz çok ortamı ve akabinde güçtür. Hele ki başörtüsü gibi Biraz Alıntılar Defteri’nden oluşan imkanlar, Özgür büyük bir imtihanınız varsa. bahsedip sözün de vebali, hakkı Aynı hayalleri kurarak, aynı ve nimeti olduğundan dem Açılım’ı salih ameller rüyayı görerek, birbirine sımsıkı vuruyoruz. Gerek Alıntılar peşinde koşmaya zorladı. tutunarak Hz. Peygamber’in Defteri gerekse Özgür Açılım Özgür Açılım olarak (s) övdüğü cemaat olma bir var olma çabasıydı, “nasıl bilincine vararak yaşamak, hakikatli bir tavır ortaya kurumsallaşma gibi bir hayatı anlamlı kılar…” Bu koyarız”ın, kendi kimliğimizle amacımızın olmadığını çerçeveden sonra, Özgür Açılım üniversitede kalabilmenin söylüyoruz. olarak gerçekleştirdiğimiz sancısıydı. Tarihe imanlı bir faaliyetleri bizim için bir sosyal gençlikle şahitlik edebilme etkinlik değil, sosyal sorumluluk çabası… Sahip olunan imkanları projesi de değil, boş zaman işi hiç değil, hayatı insanlık için, İslam adına, Allah adına ne Müslümanca düzene sokma çabası olarak yapılıyorsa ona güç katmak üzere kullanmak, gördüğümüzü ifade ediyoruz. Dört yıllık birikimin her müslümanın boynunun borcu ve Tevhid tüm son hasadı olan, itina ile hazırladığımız, üzerine suların bir okyanusta buluşmasıdır bizim için… çocuğumuz gibi titrediğimiz Mesel’i tanıtıyoruz sonra. Güzel bir soru geliyor; “neden Mesel, ne Hz. Peygamberimiz (s) az da olsa devamlı olan anlama geliyor?” “Bizim güzel bir ‘Mesel’emiz” ibadetin daha makbul olduğundan bahseder. var diyoruz, Kur’an’daki darb-ı meselden Biz Özgür Açılım olarak her Pazar toplanıp ders yola çıkarak hayata şık bir misal getirmeye yapmayı ibadet saydık, hayata bir borç bildik 328
ve uykularımızı infak ettik. Üniversiteyi sadece okul dersleriyle sınırlı tutmadık, yaşanabilir kıldık.
zarif bir duruş sergilemektir’ diye ekliyoruz. Derslere kitapları dışında yapılan okumaların temel konularda büyük bir birikim olacağından bahsediyoruz. Hatta daha da ileri gidip 9,10,11 . sınıfta, erkenden dershaneye gitmenin gereksiz ve anlamsız olduğunu fısıldıyoruz. “Umarız daha çılgın, daha korkunç bir ders çalıştırma şekline bürünmez bu durum” derken, galiba birileri bizi duymuş olacak ki gençlerin gençlik vakitlerini tutsak eden bu kurumlar yavaş yavaş kapatılıyor.
Bir Kartallı Kartal’da güçlüdür, kudretlidir, kendine güveni tamdır, ayakları yere sağlam basar. Çünkü nerede olduğunu nerede durduğunu iyi biliyordur, çünkü yuvası çok sağlamdır. Ancak ‘Kartallı’ olarak elinize verilen -Türkiye’deki bir çok gencin sahip olamayacağıbu imkanlar sorumluluğun büyüklüğünü, vebalin fazlalığını da getirir. Allah kullarını verdiği imkan ölçüsünde sorumlu tutar. Bir Kartallı üniversiteye gittiğinde ondan beklenilen şüphesiz daha fazlası olacaktır. Bu yüzden bu okulun öğrencisi için lisedeki 4 yılını gerek okumalarıyla, gerek aldığı derslerle ve katıldığı etkinliklerle heybesini doldurarak üniversiteye adım atmak, sahip olduğu nimetlerin şükrüdür aynı zamanda.
Hayatımızın merkezinde, bizi vahyi ‘yaşamaktan’ alıkoyan herhangi bir meşgalenin, hayatın hiçbir döneminde olmaması gerektiğini ifade ederken, üniversite sınavının gelip geçici olduğunu hatırlatıyoruz. İslam’ın bir vakıf medeniyeti olmasından yola çıkarak, bizlerin de kendimizi Allah’a vakfettiğimizi, adanmış olmanın, Allah için bir varoluş ortaya koyma çabasının gelip geçici araç olan dünya uğraşlarından daha kazançlı olacağından bahsediyoruz. Uzun uzadıya anlatıyoruz, kendimizi açıp onları dinliyoruz ki yarına umutla bakabilelim.
Genç olmak, genç kalmak ve genç ölmekten bahsediyoruz.’Müslüman ehtiyar olamaz’ sözünü hatırlatıyor arkadaşlardan biri. Eğer liseyi üniversitenin tarlası olarak kabul edersek, tüm bu sözlerimizin, arzularımızın tohumları KAİHL ve onun gibi okullarda barınıyor. Bir lise öğrencisinin hayatı sadece derslerden ibaret olmamalı diyoruz. ‘Asıl sınav yaşamak’ ve ‘hayatta
Sohbetimiz bitip yavaştan okuldan ayrılırken buradaki dinamizmi, heyecanı ve coşkuyu kuşanıyoruz. Arkamızdan gelecek, meşaleyi alıp daha ileri götürecek dirayetli, heyecanlı, şuurlu ve pırıltılı bir nesil kalplerimizde dua olarak yeşeriyor. Siz ciddi bir iş yapmak isteyince hayat er ya da geç teveccüh buyuruyor! Seda Erdoğan-Kartal’a dair güzel anılarını anımsayarak yazdı* Kartallı olmak bu okula özgüdür. Okulun gelmiş geçmiş bütün öğrencilerine ve dahi emektarlarına işaret eder.
329
Çocuk Kitaplığı
Sufi ile Pufi / Mevlana İdris Zengin Resimleyen: Dağıstan Çetinkaya / Uçurtma Yayınları Birbirlerine tıpatıp benzeyen ve sadece çoraplarının renklerinden ayırt edilebilen Sufi ile Pufi (Suat ile Fuat) aynaya hiç bakmazlar. Neden mi? çünkü onlar ikiz. Aynaya bakmak istedikleri zaman birbirlerine bakarlar. Bütün gün yaptıkları birbirleri ile çekişmek ve her şeyi altüst etmektir. Sufi ile Pufi’nin maceralarını küçük kız kardeşleri Ayça’nın dilinden okuyoruz. Bu kitabı okuduktan sonra Yalnız Tilki serisinin diğer kitaplarını da okumak isteyeceğinizden Sufi ile Pufi’nin pek yaramaz olduğuna emin olduğum kadar eminim.
Pıtırcık Bilinmeyen Öyküleri / René Goscinny Resimleyen: Jean Jacques Sempé / Can Çocuk Yayınları Asterix ve Red Kid’in yazarı olan Goscinny’nin yazdığı, Sempé’nin resimlediği, Ptırcık’ın deyimi ile çok “kıyak” öyküler sizi bekliyor. Bu seride arkadaş canlısı Pıtırcık, sınıfın en tembeli Dalgacı, sürekli yemek yiyen Lüplüp, kavgacı Toraman, her istediği alınan zengin Gümüş, sınıf birincisi Çarpım, Dırdır, Tıngır, Sırım ve tabii ki teneffüslerde onlara göz açtırmayan Karagöz’ün hikâyelerini Pıtırcık’ın ağzından okuyacaksınız. Tümü Can Çocuk Yayınları’ndan çıkmış bu serinin diğer kitapları şöyle; ‘Küçük Pıtırcık’, ‘Pıtırcık Futbolcu’, ‘Pıtırcık Kampta’, ‘Pıtırcık Pazara Gidiyor’, ‘Pıtırcık Satranç Oynuyor’, ‘Pıtırcık Tatilde’, ‘Pıtırcık’a bir Öpücük’, ‘Pıtırcık’ın Bir Bisikleti’. 30 ülkede toplamda 10 milyondan fazla satan Pıtırcık öyküleri Le Petit Nicolas (2009) adı ile sinemaya uyarlandı.
Küçük Kara Balık / Samed Behrengi Resimleyen: Mehmet Sönmez / Can Çocuk Yayınları İran’lı yazar Samed Behrengi’nin en ünlü kitaplarından birisi olan Küçük Kara Balık, annesi ile ırmakta yaşayan küçük bir balığın hikâyesini anlatıyor. Nehirde diğer balıklar ile sakin bir yaşam süren Küçük Kara Balığı düşündüren, keyfini kaçıran bir şeyler var. Küçük Kara Balık’ın bitmek tükenmek bilmeyen merakını gidermek için çıktığı serüvenini anlatan kitap Mehmet Sönmez tarafından resimlendirilmiş. Bu kitabı sevdiyseniz, Behrengi’nin Bir Şeftali Bin Şeftali kitabını da sevmeniz muhtemeldir.
330
Hazırlayan, Tuba Metin
Charlie’nin Çikolata Fabrikası / Roadl Dahl Resimleyen: Quentin Blake / Can Çocuk Yayınları Charlie, annesi, babası, iki dedesi ve iki ninesi ile büyük bir kentin bitiminde küçücük, derme çatma tahta bir barakada yaşamaktadır. Onu en mutlu eden şey ise yoksul oldukları için yılda sadece bir kez yiyebildiği Willy Wonka çikolatalarıdır. Charlie’nin yaşamı dünyanın en büyük çikolata fabrikasının sahibi olan Willy Wonka’nın çok gizli fabrikasını 5 talihli çocuğa gezdireceğini açıklaması ile değişiverir. Umpa Lumpalar, çılgın fabrikatör Wonka ve diğerleri bu kitapta. Bu kitabın devamı niteliğinde bir de Charlie’nin Büyük Cam Asansörü adında bir kitap yazmış Roadl Dahl. Alışılmışın dışında bir yaşam öyküsü okumak isteyenler için ise, yazarın kendi yaşam öyküsünden kesitler sunduğu Küçük Adam Büyürken tam size göre.
Güneşi Bile Tamir Eden Adam / Behiç Ak Resimleyen: Behiç Ak / Yayın evi: Günışığı Kitaplığı Küçük bir adanın tamircisi olan Kadir Bey’in tamir edemeyeceği hiç bir şey yok gibidir. Üstelik tamir ettiği eşyalara öyle güzel masallar uydurur ki, ne kadar eskise de atmaya kıyamaz sahipleri. Ancak bu durumdan rahatsız olan birileri vardır; Adanın beyaz eşya satıcısı ve nalburu. Ayrıca adalılar da evlerinin daha modern görünmesi için eski eşyalarını satıp yerlerine yenilerini almak istemektedir. Herkesin derin muhabbet beslediği Kadir Bey’i kırmadan bu işi yapmanın bir yolu olmalıdır. Uzun toplantılar sonucunda adalılar neye karar verecek dersiniz? Aynı zamanda oyun yazarlığı yapan ve 30 yıldır karikatür çizen Behiç Ak’ın diğer kitaplarına bakmadan geçmeyin. Özellikle, Vapurları Seven Çocuk ve Kedilerin Kaybolma Mevsimi kitaplarını mutlaka okumalısınız.
Şeker Portakalı / Jose Mauro de Vasconcelos Can Çocuk Yayınları Kalabalık ve oldukça yoksul bir ailede yaşayan Zeze, 5 yaşında olmasına rağmen yaşından beklenmeyecek kadar zeki ve bir o kadar da yaramazdır. Bu yaramazlığı çoğu zaman yalnız kalmasına ve büyükler tarafından dayak yemesine sebep olur. Zeze’nin küçük dünyasında sığınacağı iki şey vardır, en yakın arkadaşı Manuel Valadares ve bahçelerindeki şeker portakalı fidanı Minguinho ya da diğer adı ile Xururuca. Zeze’nin bu zor yaşamı şeker portakalı fidanı ile ve en yakın dostu Valadares ile biraz olsun eğlenceli bir hale dönüşecek mi dersiniz?
331
Türkiye’yi Geziyorum - Levent Serisi / Mustafa Orakçı Resimleyen: Derya Işık Özbay / Timaş Çocuk Yayınları Levent ve tayfası yine nerede? Komik ve muzur Levent’in sınıf arkadaşları ve kardeşi ile gezdiği diyarları gezmeye ne dersiniz? Levent ve tayfası Rize’de çay topluyor, Pamukkale’de antik kentleri, Çanakkale’de tarihi mekânları, Mardin’de taş evleri, Kapadokya’da peri bacalarını geziyor, yörenin insanlarıyla tanışıp kültürlerini öğreniyor. Siz de bu tayfa ile birlikte şehir şehir gezip farklı diyarları tanımak isterseniz 5 kitaptan oluşan bu seri tam size göre.
Ay Tutulması / Serkan Aka, Ayşe Pınar Köprücü Resimleyen: Serkan Aka / İletişim Yayınları Penceresinden gökyüzüne bakan Gün, Ay’ın gökyüzünü terk etmek üzere olduğunu görür. Ancak Dünya’nın geri kalanı bu durumun farkında olmadan mışıl mışıl uyuyordur. Aynı akşam uykusundan uyanan Gece de fark eder Ay’ın yerinde olmadığını. Kimse fark etmeden Ay’ı yerine koyma görevini üstlenir Gün ile Gece. Gün ile Gece’nin birbirlerine zıt doğaları beraberliklerine engel olmak için kapıda bekleyedursun biz bu şairane beraberliğin hikâyesine başlayalım.
Küçük Prens / Antoine De Saint - Exupery Mavi Bulut Yayınları Basit bir çocuk kitabı gibi görünen ancak insana, hayata, doğaya dair derin izler, anlamlar içeren Küçük Prens, bir çocuğun gözünden yetişkinlerin dünyasını anlatır. Gerçek hayatta da pilot olan yazarın Sahra Çölü’ne düşmesi ve Küçük Prens ile tanışması ile başlayan kitap, büyüklerin dünyasına saf çocuk bakışı ile bakmayı başarabilmiş nadir kitaplardandır.
Bir Eşeğin Anıları / Comtesse De Seguar İş Bankası Yayınları Burnunu soktuğu her şeyi karıştıran, zeki, becerikli, yardımsever bazen de kötü kalpli bir eşektir Marsıvan. Yerinde duramayan, sürekli yeni aileler bulan bu sevimli eşeğin maceralarını okurken çok eğleneceksiniz.
332
Kim Duma Dum Kime / Gökhan Özcan Uğur Böceği Yayınları “Lütfen bu kitabı okuyan bütün çocuklar parmak kaldırsınlar. Sonra parmaklarını indirsinler. Sağ ellerinin baş ve işaret parmaklarıyla burunlarını sıksınlar. Bu halde ayağa kalkıp bir şiiri sonuna kadar okusunlar. Seslerinin tuhaflığına bakıp gülsünler. Sonra el parmaklarının sayısınca çiçek, ayak parmaklarının sayısınca hayvan ismi söylesinler. Sonra ellerini çeşmenin altına uzatarak bir güzel yıkasınlar, yüzlerine avuç avuç su çarpsınlar. Çimlerin üzerine uzanıp kendilerini bir güzel kurutsunlar. “(Kitabın arka kapağından) Birbirinden güzel ve keyifli denemelerden oluşan bu kitap bir çocuğun diliyle dünyayı yorumlarken hiç fark etmediğimiz garip ayrıntılar ile buluşturuyor bizi.
Şişko’nun Bütün Adamları / H. Salih Zengin Ağaç Kitabevi Nane, Filozof, Sırık, Palaska, Fıçı, Dört İşlem, Pasaklı, Keçe ve Tırmık bir yurtta aynı odayı paylaşan çocuklardır. Her biri ayrı bir hikâye olan bu çocukların maceralarını okurken hem gülecek hem de hüzünleneceksiniz.
Şirin İş Başında Serisi / Birsen Ekim Özen Timaş Yayınları Birsen Ekim Özen’in kaleme aldığı Şirin İş Başında Serisi’ni okurken Şirin’in yaptığı işlere hayret edecek, bu çokbilmiş afacan kızın maceralarını keyifle okuyacaksınız.
Masal Masal / Aytül Akal Uçanbalık Yayınları Çocuk ve gençlik yazınının usta kalemlerinden Aytül Akal’ın masalları Masal Masal adlı bu kitapta toplandı. Tam elli sekiz masal içeren bu kitap altı bölüme ayrılmış. Kitap, Geceyi Sevmeyen Çocuk, Canı Sıkılan Çocuk, Kardeş İsteyen Çocuk, Sabahı Boyayan Çocuk, Masalları Arayan Çocuk adlı masal dizileri ve tek tek basılan masallardan oluşuyor.
333
Bilinç Kitaplığı
Kuran-ı Kerim Meali / Ali Bulaç
D
ine samimi olarak bağlanmak isteyen insanlar haklı olarak vahyi anlama çabasına girişmişlerdir. Ancak genel manada, var olan vahyi Arapça metinden anlama yoksunluğu, haklı olarak Müslümanları Kur’an-ı Kerim’i mealinden okumaya itmiştir. Kur’an-ı Kerim meali okumak hurafelerle karışmış mevcut din anlayışını Kitabımızla sorgulama şeklinde etkili olarak başlamışsa da zamanla hurafeleri sileceğiz diye vahyin mealinin ötesinde bir kişi veya eser tanımamaya kadar varmıştır. Bu hal Robinson Crusoe’nun adaya düştüğü gibi bir Müslüman’ın bir yerde sadece vahiy ile baş başa kalması şeklinde tezahür etmiştir. Dini kaynağından alma çabası bazı olumsuz sonuçlara vardı diye, bu çabadan vazgeçmek doğru değildir. En doğru olan şey, araştırılanın ne olduğunu bilmek ve önemli unsurlarını tespit etmektir. Konu din olunca da bu dinin kaynağını anlama çabası arınmanın en önemli yönünü teşkil eder. Arapça metninden Kur’an-ı Kerim’i okuyup anlamak büyük bir nimettir. Ancak Arapça bilmeyen ve arınmak isteyen Müslümanlar için meal okumanın Kur’an-ı Kerim’i anlamada büyük bir öneme sahip olduğunu hatta onu okumanın ibadet olduğunu söyleyebiliriz. Peygamber(s)’den bu yana kavramlar vahiydeki muhtevasını tam olarak koruyamamıştır. Bu alandaki ıslah çabası vahyi anlamak için okuyarak ve onun şahitliğini yaparak sürdürülebilir. Tüm Müslümanlardan Arapça öğrenmelerini bekleyemeyeceğimiz için onları dinin özüne yönlendirmeliyiz. Mealden yanlış anlama ve uygulamaların ortaya çıkması mümkündür. Ancak dinin kaynağından bihaber bir hayat yaşamak daha büyük bir yanılgıdır. Vahyi anlama ibadetini yerine getirirken elde edilen sonuçlar mutlak hakikatlermiş gibi düşünülmemeli diğer müminler ile hakkı sabrı tavsiye bağlamında yanlış anlamalar giderilmeli ve vahyi (doğru) anlama çabası kesintisiz sürdürülmelidir.
Riyazus-Salihin / İmamı Nevevi
Ş
ehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı da yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v), O’nun kulu ve Resulüdür. Bu girişten sonra, hadis ilmi, ilimlerin en şereflisi ve en değerlisidir. Nasıl olmasın ki! İnsanların komutanı ve önderi, Muhammed (s.a.v)’dir. Yüce Allah, “(Kıyamet) günü bütün insanları önderleriyle çağıracağız [1] buyurmaktadır. Hamd ve cömertlik, Allah’a mahsustur... Allah, şöyle diyen Emîr San’ânî’ye rahmet eylesin: Selamım, hadisçilerin üzerine olsun. Çünkü ben, doğru yolu gösterme mahiyetinde olan hadisleri sevmeye bağlıyım.”Cenab-ı Allah, ister tahkik ve isterse te’lif konusunda olsun hadis ilmi ve nebevi sünnet alanında birçok kitap yazma hususunda beni başarıya ulaştırdı. Bu kitaplarla ancak Allah’ın rızasını ve ahiret hayatını arzulamaktayım. Hadisler; ihtilafa düşülen konularda insanları aydınlatan, böylece hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in kendisine indirildiği Peygamber’in sözü olarak üstün bir değer ifade eder ve büyük önem taşır. Yine Kur’an’da birkaç türlü yorumlanabildiği için manası kolayca anlaşılmayan (müşkil) ayetler, hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir. Kitap, ‘konularına göre’ (ale’l-ebvâb) usulüne göre hazırlanmış olup 41 bölüm bulunmaktadır. Okuyucuya yararlı olacağı düşünülerek hadisin içinde geçen ifadeler ile ilgili olarak çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Kitap, sahabe ismine göre esas alınmış olup bu doğrultuda rivayet edilen hadislerin varyantlarına yer verilmiştir.
334
Seçen, Ramazan Kayan
Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslami Davet / Celalettin Vatandaş
“
O, Allah’ın, insanlara, dünya ve ahiret hayatlarını esenlik yurdu’ (Yunus, 10:25) kılacak yolu göstermek için gönderdiği elçilerinin sonuncusu Hz. Muhammed (s)’den başkası değildi. Söz konusu olay ise, O’nun, Allah’ın elçisi olarak seçildiğini bildiren ve böylelikle insanlara mutlak hakikâtleri bildirme sürecini başlatan vahiyle ilk defa muhatap oluşuydu. Bu olayı, yani ilk vahyin gelişini takiben, kıyamete kadar ki zaman içerisinde yaşayacak bütün insanlar için gerçek mutluluğun, adaletin, huzurun, güvenin, iyiliğin, güzelliğin yolunu gösterecek ilâhî bilgiler yirmi yılı aşkın süreyle vahyolundu. Vahyolunan her ayetle bireysel ve toplumsal hayatın olması gereken en mükemmel şekli, en güzel muhtevası bildirildi, açıklandı, gösterildi. Vahyolunan ayetler ve o ayetlerin oluşturduğu Kur’an önce elçisini eğitip yetiştirdi. O’nun ilâhî talimatlarıyla mükemmelleşen ve tüm insanlık için en güzel model haline gelen uygulamaları ve yaşantısı ise ilâhî bilginin pratiğe aktarılışı olarak anlam kazandı. Böylelikle, insanlığa sunulan dosdoğru ve en güzel hayat tarzı, teorik esaslar halinde insanlara bildirilen bir bilgi yığını olmaktan çıktı; ilâhî bilgi O’nun şahsında en mükemmel modelini buldu; insanlık O’nun şahsında bir insanın ulaşabileceği en mükemmel aşamaya erişti. ...” Kitabın dikkat çekici yönlerinin başında Hz. Peygamber (s)’in siretinin detaylı bir biçimde ele alınmasının yanı sıra O’nun daveti, davetin safhaları ve davet metodu gibi konular üzerinde de yoğunlaşılmış olması. Eser bu yönüyle biyografik bir siyer çalışması olmanın ötesinde bir nitelik kazanıyor. Allah’ın emirlerini doğrudan insanlara tebliğ eden bir elçi olarak Hz. Peygamber (s)’in nasıl bir yol izlemiş olduğunun incelendiği bölümler O’nun davetini her yönüyle bize aktarıyor. Çünkü müminler O’nun davetini miras alacak kimselerdir. Hz. Peygamber (s) vahiy tamamlandıktan sonra bu dünyadan ayrılmıştır ama iyiliğe davet O’ndan Müslümanlara kalan en önemli mirastır. Davet konusunda Celaleddin Vatandaş tarafından kitapta sıkça vurgulanan hususlardan biri vahiy sürecinin eğitici ve dönüştürücü yönüdür. Celaleddin Vatandaş’ın kaleme aldığı siyerde öne çıkan bir durum da Kur’ân-ı Kerim’in kaynak olarak merkeze alınmış olması. Özellikle Hz. Peygamber (s)’in şahsiyet özelliklerinden ve sıfatlarından bahsedilirken ayetlere sık sık atıflarda bulunuyor. Kur’ân’ın peygamber tasavvuru esas alınıyor ve aynı zamanda Hz. Peygamber (s)’in de Kur’ân’ın belirttiği ideal insan tipinin kusursuz örneği olduğu vurgusu üzerinde duruluyor.
İslam İlmihali / İsmail Kaya
B
u kitaptan, İslam’ın itikad, ibadet, hukuk, dua ve mükellefe yüklediği şahsi hal bilgisi hususundaki hükümlerini öğreneceksiniz. Kitap zamanımızın ihtiyaçları dikkate alınarak hazırlanmış en kapsamlı ve en dinamik ilmihal kitabıdır. Özellikle siyasi, sosyal, hukuki ve iktisadi alanlarda, İslam’ın hükümlerinin ne olduğu hususunda bilgi vermesi bunun delilidir.
335
İslam’a Giriş / Muhammed Hamidullah
H
amidullah’ın “İslam’a Giriş” kitabının bu kadar tutulan bir eser ve yaygın oluşu elbette bir rastlantı değildir. Bu durum kitabın kendi alanında ilklerden olmasıyla ve İslam’a genel ama esaslı ve kapsamlı bir giriş vermesiyle izah edilebilir. Muhammed Hamidullah Fransa’daki insanların İslam hakkında gerçek ve akademik bir uslupla yazılmamış olan bilgiye muhtaç olduklarını anladı ve 1959 yılında Fransızca yazmış olduğu Kuran mealini (“Le Saint Coran”) tamamladı. İslam’a Giriş kitabında Hamidullah İslam’ın genel tarihi ve Rasulullah’ın hayatına yanı sıra İslam’ın öğretisi ve bunun tezahürlerini, bir Müslümanın günlük hayatını, İslam’ın kaynaklarını, İslam’ın siyaset ve iktisat anlayışını ve İslam’ın değişik bilim ve sanat dallarına katkılarını sunmaktadır.
Kitabın özelliklerinin biri de sade dilidir. Hamidullah yabancı Arapça asıllı kavramların yerine mümkün oldukça kavramın orijinal anlamına yakın Fransızca terimler kullanmıştır. Kitabın en belirgin özelliklerinden birisi ise bilgiyi biriktirme ve sunma yöntemidir. Muhammed Hamidullah hayatı boyunca bilgi biriktirmek ve yorum katmadan okuruna iletmekle meşgul olmuştur. Bir arkeologun meşguliyetine benzeyen bu objektif yaklaşımdan dolayı Prof. Hamidullah bir “Siret arkeologu” olarak nitelendirilmiştir. Eserin somut bilgi üzerine bina edilen karakterine başka bir örnek ise Muhammed Hamidullah’ın Tasavvuf anlayışıdır. O kendisini ne bir mutasavvıf olarak görmektedir ne de Tasavvufun içeriğini inkâr etmektedir. O daha çok bir orta yolu seçerek kendilerini mutasavvıf diye adlandıranların fikirlerini İslam tarihi ve sahih rivayetler ile hangi ölçüde örtüştüklerini sınamaktadır.
Çağdaş Kavramlar ve Düzenler / Ali Bulaç
B
ireysel ve toplumsal sorunların tek tek insanların gücünü aştığı bir dünyada hayatımızı derinden etkileyen “çağdaş düzenleri ve kavramları” anlatmak, sanıldığının aksine güç bir iştir ve yoğun bir çaba ister. Yaklaşık beş yılda hazırlanan bu kitap böyle bir çabanın ürünüdür. Amaç, içinde yaşadığı kültürel ve sosyal çevreyi anlama ihtiyacını duyan genç kuşaklara ve çağını sorgulamak isteyen aydınlara modern dünyayı biçimlendiren sosyal ve ekonomik düzenlerle bunları besleyen kavramlara ilişkin doğru ve sağlıklı bilgiler vermek, eleştirme ve alternatifler arama yollarını göstermektir. Şeriati’nin “Durmak ve her esen rüzgâra kapılmamak benim dinimin özüdür.” İfadesiyle gıcırdıyor kalem. Durmak, hareketsizlik, statik bir yapıda olmak anlamında değil, her esen rüzgâra kapılmayan içinde volkanlar taşıyan dağ gibi olmak anlamında. Dinimin özüdür/cehaletten sonra gelen imanla beraber sahip olmam gereken özelliklerden biridir; dağ gibi olmak her esen fikir akımına ve kavrama karşı. Varlığından bir şey kaybetmemek, fikir akımlarını ve kavramları Allah’ın boyasıyla boyama “ Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?” sırrınca. Çağdaşlık veya çağdaş olma insanın yaşadığı çağı modernitenin gözlüğüyle yeniden okuma çabası. Yazara göre ise “çağdaş olmak; çağın kendine özgü alanı içinde bugünkü modern telakkiye göre düşünmek, yaşamak ve tasarlamaktır.” Komünizmi, Faşizmi veya Kapitalizmi kabul etmek çağdaşlık olarak kabul edilebilir. Peki ya İslam. İslam çağdaş mıdır? Bu soruyu yazar; “İslam, içinde bulunduğu çağın farkındadır. Ve bu anlamda muasır’dır; ama asri değildir” Tüm çağların üstündedir, sadece bu asra hitap etmemektedir. Bilakis onun muhatabı tüm asırlardır.
336
Allah Eri’nin Ahlak ve Kültürü / Said Havva
Z
engin ve doyumsuz bir içeriğe sahip ve bana göre “başucu” kitabı niteliğinde bir eser…
“Sunuş” bölümünde “İslam dünyasında dinden dönme var mıdır?” Sorusuna ayetler ışığında sorunlarımızı ve sorumlularımızı, sapmalarımızı ve saplantılarımızı, içinde bulunduğumuz halin dışarıdan ve biz Müslümanlardan kaynaklanan nedenleri nefesinizi tutarak okuyacaksınız. Bu bölüm işin başında olanlar için bir yol ayrımı kılavuzu gibidir. “Allah erinin kültürü” bölümü ve sonrasında yazar; bir Müslümanın iman, ahlak, amel bütünlüğünün ulaşma sürecini, metodunu, amaç ve hedefini ayrıntılarıyla dile getirmektedir. Kitabı hakkında; “Bizim bu kitapları yayınlamaktaki amacımız, gerçek anlamda mümin kişinin ortaya çıkmasını sağlamak, İslam şahsiyetine bağlı kimseyi yetiştirmektir. Fakat bu (Allah erinin ahlak ve kültürü) kitabı yayınlamaktaki gayemiz ise, Allah yolunda gerçek anlamda Mücahidin ortaya çıkmasını temindir.” Diyen Said Havva’nın bu harika eserini okuyan herkesin “yazarın” bu temennisi doğrultusunda hareket edeceği düşüncesindeyim.
Arınma Yolu 1-2 / Abdulhamid Bilali
H
edefe giderken Müslüman fertlerin taşıması gereken sıfatlar yanında, onların dinamizmi olan manevi değerleri koruma ve geliştirmeye dikkat çekiyor. Düşmanların hedef saptırmaya yönelik taktikleri ise zaman ve şartların zorlamaları karşısında ilkelerden ve asıl amaçtan uzaklaşmaya karşı en iyi korunma silahı, ruhi motivasyonla pratiği yönlendirmesidir. Bu kitap, yetişmekte olan bütün İslâm davetçilerinin okuması gereken, okunurken haz alınacak, kalpleri yumuşatacak ve okuyucunun yaşantısını doğru istikamete yönlendirebilecek nitelikte, değerli bir kitaptır. Görünüş itibariyle küçük olmasına rağmen içeriği itibariyle gayet büyüktür.
Yürek Devleti / Mustafa İslamoğlu
B
u dünyanın en büyük devletine sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek; içimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından haberdar olmak gerek. Kur’an’ın iniş biçimi ve yeri konusundaki tartışmalarda kimi âlimler arş’ı kalb olarak kabul ederler. Bu görüşü kalb konusundaki kimi ayetler de desteklemiyor değil. ‘Mekansız’a mekan olabîlen kalb, insana şahdamarından daha yakın olan Allah’ı konuk edecek kapasitede yaratılmıştır. Allah bir göğüste iki kalb yaratmadığına (Ahzab, 4) göre bir kalb ya Allah’a tahsis edilmiştir ya da gayrıya. Eğer Allah’tan gayrıya tahsis edilmişse bu durumda beytullah değil beytülmakam, beytülmal, beytüşşehvet, beytünnefs ve hatta beytüşşeytan olur. İnsanların önce yüreklerinden vurulduğu öylesi-ne bir toplumda, İslami hareket, yürek devletini kurabilmiş kaç er çıkartabilecektir!
337
Kuran’a Göre Dört Terim / Mevdudi
İ
LAH, RAB, DİN ve İBADET; bu dört terim Kur’an terminolojisinde temel bir öneme sahiptir. Kur’an’n tüm daveti yalnızca Allah Teâla’nın Rab ve İlah olduğu şeklindedir. O’ndan başka ne herhangi bir İlah ve Rab’e herhangi bir uluhiyet ve ne de Rububiyet vardır. O’nun şeriki de yoktur. Bu yüzden sadece O’nun İlah ve Rab olarak kabul edilmesi, O’ndan başka herkesin ilahlık ve rablik iddiasının reddedilmesi, O’na ibadet edilip başkalarına edilmemesi, dinin sadece O’na hasredilmesi, diğer başka dinlerin ise reddedilmesi gerekmektedir.
Yoldaki İşaretler / Seyyid Kutub
B
ugün insanlık bir cehennemin kenarında bulunmaktadır… Bu hal, başının üstünde asılı duran yok oluş tehdidinden değildir… Bu, bir hastalık belirtisidir ama hastalığın kendisi değildir. Gerçek sebep, insan hayatının, gölgesinde sağlıklı bir şekilde büyüyüp gelişebileceği değerlerin iflas etmesidir. İnsanlığa verebileceği hiç bir değeri kalmayan batı dünyasında bu durum oldukça belirgindir. O batı dünyası ki, iflas noktasına varan tükenmişlikten sonra, kendi varlığını kendisine bile ikna edecek hiçbir şeyi kalmamıştır. Doğu bloğunda da durum aynıdır. Marksizm fikir bazında hissedilir bir şekilde gerilemiştir. Marksizm ve benzeri sistemler, insan fıtratının yapısı ve gerekleriyle çatışırlar. Bu nedenle ancak bozuk bir ortamda veya uzun süren baskıcı bir rejimin bulunduğu toplumlarda kabul görürler. Ancak Marksist toplumlarda da ekonomik iflas başlamış bulunmaktadır. İnsanlık için yeni bir yönetim biçimi zorunludur. Artık batılı insanın, insanlığa önderliği son bulmak üzeredir. Bu, batı uygarlığının maddî olarak iflas etmesinden ya da ekonomik veya askeri güç olarak zayıflamasından değildir. Bu, batı sisteminin fonksiyonunun bitmesindendir. Onun, yönetimde kalmasını sağlayacak bir değerler bütünü yoktur. Maddî alanda, Avrupa dehasının ulaştığı uygarlık düzeyini ayakta tutacak, onu geliştirecek; aynı zamanda, insanlığın tanıdığı değerlerle mukayese ederek; yeni, ciddi, bütüncül bir değerler sistemini, köklü, dinamik ve gerçekçi bir yöntemle insanlığa sunacak bir yönetim zorunludur. İşte bu değerleri, bu yöntemi elinde bulunduran sadece ve sadece İslâm’dır.
Müslüman Olmam Neyi Gerektirir / Fethi Yeken
“
İnsanların çoğu, ya kimliklerinde “Dini İslam’dır” yazılı oldukları için veya Müslüman anne ve babanın çocukları oldukları için Müslüman’dırlar. Gerçekte ise bu her iki grup da Müslüman olmalarının manasını anlamıyorlar. Bu dine mensup olmanın neyi gerektirdiğini bilmiyorlar. Bu sebeple onların bir yerde, İslâm’ın ise bambaşka bir yerde olduğu görülür. Bu kitabı yazmamın gayesi bütün bu sorulara cevap vermek ve her Müslüman’ın gerçek manada İslâm’a mensup olması ve gerçek bir Müslüman olabilmesi için İslâm’ın kendisinden ne istediğini ve vazifelerini açıklamaktır”. İki bölümden oluşan kitabın birinci bölümü; Bir kimsenin gerçekten Müslüman olabilmesi için kendisinde bulunması gerekli olan en önemli özelliklerden bahsediyor. İnancımda, ibadetimde, ahlakımda, evimde ve ailemde, nefsimi yenmem ve istikbalin İslam’a ait olduğuna inanmak gibi konulara değiniyor. İkinci bölümü; “İslami harekete mensup olmam neyi gerektirir” başlığı altında işlenen bu bölümü, İslam’a tam ve doğru olarak mensup olan kimsede bulunması gereken önemli vasıflardan bahseder. İslam için yaşamak, İslam için çalışmak, İslami hareketin önemi, biat ve üyeliğin şartları gibi konuları işlemekte.
338
Diriliş Neslinin Amentüsü / Sezai Karakoç
K
endimin bir diriliş eri olduğuma inanıyorum. Bir Diriliş Cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum.
Bu nasıl bir savaştır? Topla, tüfekle, bombayla yapılan savaş olmaktan önce ve öte, bir ruh savaşıdır. Ruhlar arasında olan bir savaştır. Bu savaşlarda bedenlerden, maddî vücutlardan önce ruhlar, manevî vücutlar, yani var oluşlar düşer, tutsak olur, yenilgiye uğrar. Ya da tersine düşürür, tutsak eder, yenilgiye uğratır. Bu bir zihniyet savaşıdır. Karayla akın savaşıdır. Bu bir hayat tarzı, dünya görüşü, yani bir medeniyet savaşıdır. Bedenimin, maddî vücudumun, benliğimin özü olan ruhumun bir aleti, bir kemanı, bir silâhı, bir donatımı olduğuna inanıyorum. Düşmanı 12′den vurmak için kullanılan bir silâh. Bu açıdan, beden de, maddî vücut da, onu çevreleyen fizik âlem, bu dünya da, hepsi âdeta ruhun uzantısı olarak yüce bir anlam kazanıyor. Vücudum ruhumun buyruğunda olmalıdır. Ruhum da mutlak âleme başını uzatmalı, oradan soluk almalı, oradan göz ve gönül almalıdır. Ben insanın ruh, ruhun da bir tapınak olduğuna inanıyorum. Bir başka deyişle, insan ruhunda bir tapınak, insan ruhunun bir tapınak olduğuna inanıyorum. İnsan orada kendi içine eğilir; o dupduru suda bulanıklığa ait ne varsa temizlenmeli ve o mermersi geometride tek ışık ve tek aydınlık yansımalıdır: Allah’a inanma ışığı ve ona inanma aydınlığı. Sesimi yükseltirsem bunun için yükseltirim. Yoksa bunun dışında dünyada hiçbir şey ses yükseltmeye değmez. Yaşamayı ve ölmeyi, mekâna ilişmeyi, zamana girmeyi, daha doğrusu zaman ve mekânla diyalog kurmayı, ancak ve ancak bu inanç uğruna göze alabilirim. Aşktır o benim için. Yoldur. Anlamdır. Sestir. Ülküdür. Varoluştur.
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler / Rasim Özdenören
İ
nsanın, toplumsal hayatı gibi düşünce hayatının da karmaşıklaştığı bir dünyada “müslümanca düşünme”nin imkân ve yöntemi nedir? İslâm konusunda yeterli “malumat”a sahip olmak, “müslümanca düşünmek” için yeter mi? İslâm özü ve bütünüyle kaynaştırılamayan bilginin, düşünme etkinliğini oryantalist bakış açısına mahkûm etmesi kaçınılmaz olmayacak mı? Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’inde aydınların kafa karışıklıklarının kavramların içini ithal düşüncelerle doldurmalarından kaynaklandığını ifade etmişti. Yol yürünmüş, çimen ezilmişti. Arkadan birileri geliyorsa, önden gidenlerin yoldaki cefalarının bereketi iledir. Geçmişi kritik etmek, eleştirel nazarın tahlillerinden geçirmek başkadır; geçmişte yazı- çizi ile “kökleri toprağın derinliklerini saran, dalları semaya uzanan ağaçlar gibi” kelimeler dermeye çabalamış yazarları tahkire varan mülahazalar sarfetmek başkadır.
339
Doğu ve Batı Arasında İslam / Aliya İzzet Begoviç
B
ir yanda tahrife uğramış bir dinin kalıntıları üzerinde düşüncelerini şekillendiren ve o düşünceler uygun yaşamaya gayret eden insanlar. Diğer yanda bilimi Tanrı edinip, onun kurduğu materyalist düzenin büyük-küçük parçaları olmuş insanlar. Ve hepsinden ayrı olarak hâlâ taptaze, hâlâ dipdiri, tertemiz İslâm. Şu an dünya üzerinde müessir üç görüş: Maneviyatçı, materyalist ve İslâmî. Dünya kurulalı beri ortaya atılmış düşünce, felsefe ve ideoloji sistemleri bunlardan birine dayanmaktadır. Maneviyatçı düşünce; esas varlığın ruh olduğunu, Materyalist düşünce; yegâne varlığın madde olduğunu savunur. İslâm ise, ruh ve maddenin birliğinden yola çıkar. İnsanın ruhî yönüne de, maddî yönüne gerektiği manada eğilir. Ruhuyla diğer canlılardan ayrılan insan, bedeniyle de meleklerden ayrılır. Kendini iyiye ve doğruya davet eden ruhuyla seyisi olduğu beden bineğini sır’at-ı müstakime doğru koşturduğunda meleklerden üstün olması bu sebepledir. Beden imtihanın sebebidir. Bunun için ötelenemez. Ruh ise Hakk’ın beden fanusuna emanetidir. Unutulmamalı, üzeri örtülmemelidir. Bu ikiliği kendinde cem eden, bu ikiliğin farkında olan ve ikisinin de hakkını gözeten insan hakiki muvahhiddir. Bedeni öteleyen maneviyatla, ruhu yok sayan materyalistler birbirlerinden müteessirdir, etkilenirler.
İnsanın Dört Zindanı / Ali Şeriati
M
erhum Şeriati’nin birçok kitaplaşmış çalışmasında olduğu gibi bu çalışması da öğrencilere yaptığı konuşma notlarından derlenmiştir. Şeriati, bu çalışmasını Ekim 1970’de Abadan’da üniversite öğrencilerine hitaben yapılmıştır.
Sorumlu olmanın nedenini “insan” ile tanımlayan Şeriati önceliği insanı tanımlamaya verir. Sahi nedir insan? Üstad’ın tezi “Dört Zindan” meselesi üzerinedir ve dört zindana geçmeden insanın tanımıyla meseleye girer. Ona göre, varlık olan insan, beşer ve insan olarak ikiye ayrılır. Beşer etten, kemikten, yiyen, tüketen ve durduğu yerde sabit bir varlık olmasına rağmen insan beşerin olabilen, -imek halidir. Yani durmayan, seçebilen, ilerleyebilen, etin ve kemiğin çok üstünde bir varlık. Zaten üstadın dikkat çektiği üzere Kur’an-ı Kerim’de bazı yerlerde beşer, bazı yerlerde insan kelimesi seçilmiştir. Üstadın konuşmasında ve Hatemi’nin dip notta seçtiği kıssalar konunun anlaşılır olması açısından önemlidir.
Hatıralarım / Hasan El-Benna Hatıralarım, Hasan El-Benna’nın çocukluğundan gençliğine ve nihayetinde olgunluk dönemine uzanan mücadele içerisinde geçmiş ömrünün lisân-ı hâlidir. Kitapta bizleri karşılayan ilk duygunun hiç tereddütsüz “samimiyet” olduğunu söyleyebiliriz. Herhangi bir edebi kaygıya, ifâde bocalamasına düşmeksizin derdini/dâvasını anlatan Üstâd en çokta gerçekliği ile hakikatliği ile bizi anlattıklarına bağlıyor. Kitap iki kısım olarak ayrılabilir. İlk bölümde eğitimi/çalışmaları/sosyal hayatı ve bu zaman içerisinde karşılaştıkları yani onun Hasal El-Benna olmasını sağlayan şeyler anlatılırken ikinci bölümde daha ziyade Müslüman Kardeşler’in faaliyetleri,amaçları,programları Mısır üzerindeki etkilerinden bahsedilmektedir.
340
Sünneti Anlamada Yöntem / Yusuf El-Kardavi
İ
slam dünyasında, özellikle İslam fıkhı alanında son dönemlerde oldukça önemli eserler veren Yusuf el Kardavi bu eserinde İslam fıkhının temellerini oluşturan kaynaklardan biri olan Hz. Peygamber’in sünnetini nasıl anlamamız gerektiğini anlatmaktadır. Beş bölümde ele alınan Sünnet; Birinci bölümde sünnetin tanımı, kapsamı, önemi ve delil olma özelliğinden bahseder. İkinci bölümde sünnetin İslam’daki yeri ve hüccet değerinden bahseder. Üçüncü bölümde sünnetin bir müracaat kaynağı olduğunu ispat eden müellif, dördüncü bölümde sünneti anlamak için gerekli ilkeler ve ölçüleri ifade etmektedir. Beşinci ve son bölümde kitabın ana gövdesini oluşturan sünnetin teşri yönünü ele alır ve teşri olan ve olmayan farkını ortaya koymaya çalışır. Kardavi, Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarının kimi toplumlarda hala devam etmesinin sünneti yanlış anlamaktan kaynaklandığını söyleyerek, Hz. Peygamber’in bazı tasarruflarının çağın gerekleriyle birlikte düşünülmesinin gerektiğini vurgulamaktadır. Peygamber’in sünnetinin anlaşılması için zayıf ve uydurma hadislere başvurmanın doğru olmadığını ve bu alanda yeterli miktarda sahih hadisin mevcut olduğunu ve onların yeterli olacağını belirtmektedir. Hadislerin anlaşılması için hadislerin varid olduğu sebepler (Esbab-ı vurud), şartlar ve maksatlar ışığında değerlendirmek gerektiğini savunan yazar, bu hususta bazı hadislerin yanlış anlaşıldığını örnekleriyle anlatmaktadır.
Kuran’ı Nasıl Anlayalım? / Mevdudi
K
ur’an ne türden bir kitabtır? Kur’an’ın nüzul şekli nasıldır? Terkibindeki sır nedir?
Kur’an’da yer alan tartışmaların üzerinde dönüp dolaştığı ana konular nelerdir? Kur’an neden bu konuların araştırılmasını istemektedir? Kur’anda yer alan çeşitli bahislerin ve değişik. konuların tümünün toplandığı ana bahis ve temel ilke nedir? Kur’an; hedefini belirtmek için ne türden bir açıklama yoluna başvurmuş ve ne gibi deliller getirmiştir? Bu ve benzeri önemli sorular üzerinde durup da ona, daha işin başlangıcında cevap aramaya kalkışan bir insan, Kur’an’ı etüd ederken birçok tehlike ve çıkmazlardan kurtulma imkânına ulaşır. Ayrıca Kur’an’ı anlama ve kavrama konusunda önünde geniş yollar belirir. Şüphesiz ki, elde dolaşan tertîb, te’lîf şekillerini Kur’an-t Kerim’de arayan kişi istediğine ulaşamayınca Kur’an’ın sayfaları arasında bir boşluğa düşer. Aslında onun bu boşluğa ve bocalayış içerisine düşmesinin ana nedeni; Kur’an’ı etüt edip anlamak için gerekli olan temel prensip ve kuralları bilmemiş olmasından başka bir şey değildir.
Kuran’da Kıyamet Sahneleri / Seyyid Kutub
“
Babacığım, bu eserimi senin ruhuna ithaf ediyorum. Ben küçük bir çocuk iken ruhuma ahiret korkusunu sen yerleştirdin. Bana öğüt vererek, ya da beni döverek bu duyguyu aşılamış değilsin. Ama gözümün önünde yaşıyordun: içinde ahiret korkusu dilinde ahiret anısı. Üzerinde bulunan bir hakkı ödemeğe son derece itina gösterir, senin başkası üzerinde bulunan hakkında müsamaha ederdin. Ahiretten korkardın, bunu için cezalandırmağa muktedir olduğun bir kötülüğü affederdin ki bu sana ahiret gününde kefaret olsun.”
341
İslam’ın Etrafındaki Şüpheler / Muhammed Kutub
Ş
üphesiz İslam davetçileri insanlara diyorlar ki:
Bu din tek başına bir nizamdır. O yalnız inanç değildir. Yine o sadece ruhu terbiye etme ve faziletleri öğretme vasıtası da değildir. Bunlara muzaf olarak belki hakikatte İslamiyet adil iktisadi bir nizam, dengelenmiş içtimai bir sistem, medeni ve cezai bir hukuk nizamı, devletler arası bir kanun, akılcı bir yönetici, beden ve ruh eğitimcisidir. Bunların hepsi, ahlaki yönetim ve ruhi terbiyeden ibaret olan bir mizaca bürünerek akideden kurulmuş bir temel üzerine oturtulmuştur. İslamiyet, aralarında sosyalizm ve komünizm de olmak üzere bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı, bütün nizamların hiçbirinin malik olamadığı hayatiyet unsurlarına dün ve bugün malik olduğu gibi yarın da malik olacaktır. İşte bunların yanı sıra gençlerin karşısına dikiliveren sürpriz onları sarsar da kendilerine malik olamazlar ve şöyle seslenirler: Köleliği, ağalığı, kapitalizmi mubah kılan, kadını erkeğin yarısı sayan ve onu evinde hapseden... Ceza sistemini, “El kesme, recmetme ve değnek vurma” şeklinde düzenleyen; saliklerini zenginlerin vereceği ihsanlarla yaşamaya terk eden ve onları, bir kısmı diğerlerini istismar edecek şekilde zümrelere bölen; emekçilerin normal yaşama teminatını sağlayamayan, böylece daha neler ve neler ortaya salan bu nizam mı?
Ruh Terbiyemiz / Said Havva Sofu geçinen bazı cahiller gördükleri herkese, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır”, tekerlemesini söyleyip duruyorlar (ki buna birkaç defa kendim de şahit oldum). Cahil sofular bunu söyleyerek, cahil olan şeyhlerinin propagandasını yapmaktadırlar. Cahil olan sözde sofi kimse alim olan şeyhinin propagandasını yapmaktadır. Yine nerede ve ne zaman söyleyeceğini bilmeyen ve hata işleyen sofular da bunu tekrar etmektedirler. Eğer bu ifade doğru ise ki asla değildir- bu takdirde bu şu manayı ifade eder, Kim kendisine şeriat ve din ilimlerini, akaidini öğreteceği bir din bilgini bulamaz, kısaca ne öğrenen ve ne de öğrenmeyi kabul eden kimse demektir. İşte ancak böylelerinin şeyhi şeytandır. Ancak ilmin ışığında hareket eden kimsenin şeyhi yani yol göstereni ilimdir, şeriattır ve doğru akidedir.” (Said Havva Ruh Terbiyemiz S. 99-100 )
Namaz / Abdullah Yıldız
“
Namaz; fiilî bir dua ve niyaz, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Allah huzurunda huşu ve hudû dolu bir boyun eğiş ve Allah´ın düşmanlarına karşı nefret dolu bir kıyam ve başkaldırıdır. “Namaz; sürekli bir yüceliş ve yükseliştir: Münker´den Ma´rûf´a, kötülüklerden iyiliklere, zulumattan nûr´a, tekebbürden tezellüle, dünyevilikten uhrevîliğe, nefsin ve Şeytan´ın esaretinden ilahî hürriyete doğru bir yüceliş, bir geçiş ve bir inkılaptır.”Namaz kılan bir mü´min, bir bakıma günde beş kez muharebe meydanına çıkmakta ve “Allah´u ekber” sloganını dilinden düşürmeyerek nefsiyle ve Şeytan´la kıyasıya savaşmaktadır. Zaten; ilâhlaştırılmaya meyyal olan nefisleri ayaklar altına almadan, putlaştırılan dünyaya ve onun nimetlerine karşı ahireti tercih etmeden, şeytana ve onun askerlerine kin duymadan, Allah´ın dışında ilahlık ve Rablık iddia eden bütün otoriteleri reddetmeden kılınan namaz beyhudedir. “Yalnızca Allah´a ibadet edeceğine ve yalnızca O´ndan yardım dileyeceğine” dair söz verdiği halde; sahte ilâhlara kullukta bulunmaya, onlara alkış tutmaya devam eden, Allah´ın dışındaki fani varlıklardan medet bekleyen kimse, havanda su dövüyor demektir.” ...
342
Hac / Ali Şeriati
H
acc genel olarak insanın Allah’a doğru bir seferidir. Hareket ve hareket yönüdür. Ademoğullarının yaratılış felsefesinin sembolik bir gösterisidir. Bu felsefenin muhtevasının somuta dökülmesidir. Tek kelimeyle Hacc yaratılış tiyatrosudur.
Bugün Hacc kavramı; Tevhit, Cihat, Şehadet, İman vb. kavramlar gibi batılılar tarafından nasıl yanlış algılanıp yorumlandıysa, bugün bizim toplumda da aynı şekilde yanlış algılanıp yorumlanmaya başlanmıştır. Şeriati’ye göre; Tevhid öğretiminin okullarda başlayıp, okullarda bittiğini görüyoruz. Sonra gündeme gelse bile bu yalnızca Rabbani Ariflerin ve hikmet bilginlerinin toplantılarında konuşulmakla sınırlı kalmakta ve üstelik Kelam ve felsefi bahisler biçiminde hayattan kopuk konular ve halka yabancı bir zihniyet olarak ortaya çıkmaktadır. Hacc aslında Mahşer gününün bir simülasyonudur. Yeryüzündeki tüm coğrafyalardan gelen insanlığın birlikteliği ve topluluğun adıdır. Makam, mevki, şan, şöhret, soy, sop, rütbe, ünvan, dil ve renklerin bir anlam ifade etmediği bir yerdir Hacc.
Batılılaşma İhaneti / Mehmet Doğan
B
atılılaşma İhaneti ilk defa 1975 yılında yayımlandı. Yirmi yıl boyunca devamlı ilgi odağı olan ve sürekli basılan bu kitap, geniş bir okur-yazar kitlenin düşünce ve tavırlarının oluşumunda, en azından çağdaş tabulardan bağımsızlaşmasında müessir rol oynadı. Batılılaşma İhaneti esas itibariyle yakın tarihe yönelik bir meydan okumadır. Merhum Cemil Meriç kitap yayınlandığı zaman onu bir “ithamname” olarak nitelemişti. Kitabın yirmi yıldır azalmayan bir ilgiye mazhar olması şüphesiz öncelikle ele aldığı konunun aktüalitesini yitirmemesinden kaynaklanıyor. Fakat sırf konunun güncelliği böyle bir sonuç doğurmaya yetmez. Ele aldığı hususları cesaretli değerlendiriş biçimi ile birlikte, vardığı sonuçlar da ilginin sürekliliğini sağlamıştır. Yazarı kitabın gördüğü ilgiyi, en çok maşeri vicdana, kamunun hislerine tercüman olmasına bağlamaktadır. Bir mağlubiyetin ideolojisi olan Batılılaşmanın doğru değerlendirilebilmesi için Batılılaşma İhaneti mutlaka okunmalı...
Buhranlarımız / Said Halim Paşa
S
aid Halim Paşa, ikinci Meşrutiyet devrinin önemli fikir ve devlet adamlarındandır. Eski Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. 1913-1916 yıllarında, Balkan Harbi’nin sonu ile Birinci Dünya Harbinin ilk senelerinde sadrazam olarak hükümetin başında bulunmuştur.
Meşrutiyet dönemi aydınlarını meşgul eden ve eserlerine yansıyan temel fikri akımlar; İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Batıcılık’tır. Bu fikri uyanış devresinde Said Halim Paşa, “İslam birliği” ve “İslamcılık” akımının en öndeki temsilcilerinden birisi olmuştur. Meseleleri bu açıdan ele almıştır. Döneminin seçkin fikir ve siyaset adamları arasında, asil ve vakur bir Prens, vatansever bir İslamcı mütefekkir, mütevazı ve halim bir insan olarak saygı görmüştür. Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız adlı kitabı, 1919 yılında yayınlanmıştır. Bu cildin içerisinde on yılda ayrı ayrı kaleme alıp yayınladığı, memleket meseleleri üzerine İslamcı bir bakış açısıyla yapılmış denemelerden oluşan yedi farklı eseri vardır.
343
Stratejik Derinlik / Ahmet Davutoğlu
U
luslararası ilişkiler alanını da bünyesinde barındıran sosyal nitelikli çalışmalar temelde beş boyutludur: Tasvir (betimleme), açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirme. Aslında bütün bu süreci bir bütün içinde görmek gerekmektedir. Derinliğe sahip stratejik bir analiz yapabilmek için, aldatıcı görüntülerin tesiri altında kalınmaması gerekir. Analiz edilen stratejik parçalar sistematik bir bütün içinde yorumlanmalı ve bu bütünden tekrar anlamlı parçalara dönülebilmelidir. Türkiye’nin stratejik konumunun analizini hedefleyen her çalışma bu metodolojiyi göz önünde bulundurmalıdır. Türkiye’nin coğrafi derinliğini kavramaya çalışmak birçok kara ve deniz havzasını doğrudan ilgilendiren kapsamlı bir stratejik alan üzerinde analiz yapabilmeyi ve ilişki bağlantıları görebilmeyi gerektirmektedir. Dinamik bir değişim süreci geçiren toplumların önünde temelde üç farklı psikolojiye dayanan üç alternatif vardır: Birincisi; statik bir tavrı benimseyerek uluslararası yapının dinamizminin geçmesini beklemek ve bütün tanımlama ihtiyaçlarını uluslararası sistemin istikrara kavuşmasına kadar ertelemektir. İkincisi; uluslararası dinamizminin akışına kendini kaptırmaktır. Üçüncüsü; kendi dinamizmini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girmektir.
İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü / Sezai Karakoç
İ
slam’ın sosyalizm ve kapitalizme göre konumlandırılmaya çalışıldığı bu günlerde herhalde okunması gereken en önemli eser Sezai Karakoç üstadın “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü” adlı eseridir. Üstadın bu eseri çok hacimli olmamasına rağmen meseleyi ‘efradını cami ağyarını mani’ bir şekilde anlatmaktadır.
Son iki yüz yılda her alanda olduğu gibi Batı düşüncelerini temel alan Türkiye’deki bazı düşünür ve yazarlar iktisat ilmi alanında da İslam’ı bu düşüncelere entegre etmeye çalışmışlar, adeta bir meşruluk temeli arar gibi hareket etmişlerdir. Bunun sonucu olarak İslam’ın öngördüğü bazı iktisadi esasları delil göstererek bazıları İslam ile kapitalizmi, bazıları da İslam ile sosyalizmi birbirine yaklaştırma gayretine düşmüştür. Halbuki bu gayret beyhudedir; zira İslam sui generis bir iktisadi model önerir. Üstat şöyle diyor: “Sistemler arasında bir takım benzerlikler bulunması birbirlerine irca için yeterli sebep olamaz.” İslam’ın önerdiği iktisadi model bir yönüyle(serbest pazar) kapitalist modele benziyor olabilir; ancak faiz yasağı, zekat kurumu, ahiret inancı bu modelin kapitalistik bir modele dönüşmesini engelliyor. İslam sosyal dengeyi sağlayıcı araçları önermekle sosyalizme yaklaşmış gibi görünüyor; ancak ticareti ve özel mülkiyeti helal kılmakla sosyalist bir modelin önünü kapatıyor.
344
Ali Ulvi Kurucunun Hatıratı / Ertuğrul Düzdağ
Ü
stad Ali Ulvi Kurucu Bey, Türkiye’de ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat... Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden millî, dinî şiirleri ve insanı manevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir illim ve irfan önderi... Üstad Ali Ulvi Kurucu Bey, bir Anadolu çocuğu... İlk feyzini doğduğu muhitten aldıktan sonra yüksek tahsilini Kahire’de yapmış; son elli altı senesini Medîne-i Münevvere’de yaşamış ve orada vefat ederek, sahâbîlerin yanına uzanmış mes’ud bir insan... İslâm dünyasının manevî ve siyâsî binbir hâdise ile sarsıldığı yakın tarihi bizzat yaşamış; önemli olay ve şahsiyetlerle tanışmış; bir Müslüman aydının, aydın bakışı ile bunları değerlendirmiş, bir fikir ve mânâ büyüğü... Onun hatıraları, bizler için, bir ilim, irfan ve maneviyat kaynağı olduğu kadar, yakın tarihimiz için de bir “şifre çözücü” ve geleceğimizi tâyinde bir yol gösterici olacak...
Öncelikler Fıkhı / Yusuf El-Kardavi
B
ugün fıkhımızda önem arz eden kavramlardan biri de, “öncelikler fıkhı” (fıkhu’l-evleviyyât) kavramıdır. Buna “Amellerin Mertebeleri Fıkhı” (fıkhu merâtibi’l-a’mâl) de denilebilir. Bu tabirle kastedilen, hüküm, değer ve amellerden her birinin adalet ölçüsüyle kendi sırasına konmasıdır. Daha sonra vahiy ve akıl nurunun -ki bu “nûr üstüne nûrdur” (Nûr, 24:35)- ilettiği sahîh şer’î ölçülere dayanarak bu hususlarda daha öncelikli olan diğerine takdim edilir. Mühim olmayan mühim olana, mühim olan daha mühime; tercih edilmeyen tercih edilene, faziletçe üstün olmayan üstün olana veya daha üstün olana takdim edilmez. Aksine takdim hakkı olan öne alınır, geri bırakılması gereken geri bırakılır, küçük meseleler büyütülmez, önemli olan basite alınmaz. Zarar vermeden ve haddi aşmadan, her şey en doğru kıstas ile yerli yerine konulur. Din nazarında değerler, hükümler, ameller ve teklifler birbirinden oldukça farklıdır. Kısacası hepsi aynı mertebede değildir. Ünlü fakih Yusuf Karadavi aynı esaslara dikkat çektiği bu eserinde, önceliklerin gözetilmesini dinin doğru anlaşılması için şart saymıştır. Eserde önceleme anlayışının gerekliliği ispat edilmiş, bu yöndeki ihmallerin kötü sonuçlarına işaret edilmiş ve pek çok alandaki önceliğe örneklerle yer verilmiştir.
345
Okuma Listesi Sosyal Bilimleri Açın
Kaostan Düzene
Gulbenkian Komisyonu
Ilya Prigogine, Isabelle Stengers
Metis Yayınları
İz Yayıncılık
Bilim ve İktidar
Büyük Dönüşüm
Federico Mayor, Augusto Forti
Karl Polanyi
İletişim Yayınları
Tübitak Yayınları
Siyasal İlahiyat
Kapitalist Dünyanın İç Evreninde
Carl Schmitt
Peter Sloterdijk
Dost Yayınları
Kırmızı Yayınları
İktisadı Felsefeyle Düşünmek
Post-Liberalizm John Gray
Feridun Yılmaz
Dost Yayınları
İletişim Yayınları
Soyut Toplum
Tek Boyutlu İnsan
Pınar Yayınları
İdea Yayınevi
Anton C. Zijderveld
Herbert Marcuse
346
Seçen, Abdurrahman Arslan
Kozmopolis
Stephen Toulmin Paradigma Yayınları
Er-Riaye Nefis Muhasebesinin Temelleri El-Muhâsibi
İnsan Yayınları
Bilimsel Devrimlerin Yapısı
Batı Karşısında Asya Daryüş Şayegan
Thomas Kuhn
Ağaç Kitabevi Yayınları
Kırmızı Yayınları
Yoksulların Gücü
Jean Robert, Macit Rahnema
İhya-u Ulumiddin İmam Gazali
Özgür Üniversite Kitaplığı
Piyasa İslamı
İnsan-ı Kâmil
Özgür Üniversite Kitaplığı
Gelenek Yayınları
Patrick Haenni
Azizüddin Nesefi
Buhranlarımız
İslam Peygamberi
İz Yayıncılık
Beyan Yayınları
Said Halim Paşa
Muhammed Hamidullah
347
İki Güzel Adama Selam!
“Yıldız Ramazanoğlu, dün toprağa verdiğimiz ebedi Üsküdarlı Abdülkadir Kibar’ı, bir dönem çıkardıkları Yazı dergisi etrafında yazdı”
…
“Feridun ağabey, Feridun ağabeyimiz. Pek azımız tanıyor onu. Lakin yaptığı hizmetleri duymayan yok gibi. Gençlere adanmış bir hayat ömrüne karşılık. Ve bir sermayesi var ki, sadece gönülden inancı, hiç tükenmiyor… Kimi zaman gençlerin mutfağında umudun aşçısı, kimi zaman yorulmuş gönüllerin teşvik aracı. “ EKSİKLİK NEREDEYSE BEN ORAYI TAMAMLARIM” anlayışı ile görev seçmeyen, kantinden bulaşığa, şoförlükten onarıma kadar Umut Gençliği’nin birleştirici ve yapıcı kalesi… Feridun ağabey… Hakkını ödeyemeyiz, emeklerinin karşılığını veremeyiz. Lakin biz gençler, bir zamanlar toprağa saçtığın tohumların başaklanmış haliyiz. Allah senden razı olsun. “EY RABBİMİZ, biz Umut Gençliği olarak razıyız Feridun ağabeyimizden. Sen de razı ol ve onu rahmetinle kuşat…” –(www. umutgencligi.com) * Özgür Açılım olarak Umut Gençliği ile aynı hissiyatı paylaşıyoruz. Fotoğrafta Feridun Abi’yi matbaa ziyaretlerimizden birinde görüyoruz. Bize sevinçle matbaayı gezdiriyor ve makinelerin işleyişini anlatıyor. Her defasında kaç kişi gidersek gidelim, bize bol bol kitap ve defter hediye etmeyi de ihmal etmiyor. Bize maddi- manevi, gönülden destekleri için minnettarız. Cennette buluşmayı dileriz!
Dergide kardeşlik, cemaat ve ümmet vurgusu dikkat çekiyor 6. sayının başyazısı Abdülkadir Kibar’a ait: “Kur’anın Rehberliğinde” (Eylül 1986). Kibar burada, Fatiha suresindeki “İyyake na’budu ve iyyake nestain” ayetinin Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinden derinlemesine bir okumasını yapmış. Müfessire göre İslam cemaatinin oluşması Fatiha suresinden sonradır. Çünkü Fatiha suresini anlamış, içine sindirmiş bireyler kibirden arınır ve vicdanları genişler. ‘Bir vicdan diğerini en azından kendisine eşit değerde görmedikçe, zararından kendi zararı gibi üzüntü duymadıkça cemaat şuuru oluşmaz’ diyor. … Bütün bunları hatırlamamıza sebep olan Abdülkadir kardeşimizin mekânı cennet olsun. Yıldız Ramazanoğlu rahmet dilekleriyle yazdı” (www.dunyabizim.com)
Fotoğraf albümü
1.Mavi Marmara 2.Nevzat Tarhan 3.Mavi Marmara 4.Suriye Eylemi 5.Hülya Şekerci 6.Muharrem Balcı 7.Türk Darbeler Tarihi Paneli 8.Sokak İftarlarından Bir Görüntü 9.Türk Darbeler Tarihi Paneli 10.Ragıp Duran 11.Gelenekselleştirilmek İstenen İsraf Kampanyaları Protestosu 12.Hüseyin Akın 13.Yargının Mağdurları 14.Semih Kaplanoğlu 15.Kışla Tipi Eğitime Son 16.Tekel İşçileriyle Protesto 17.Abdurrahman Arslan Dersi 18.İETT’yi Protesto 19.Kemal Özer İle Gıdalar Üzerine
20.Haftalık Derslerden Birinde 21.Hayri Kırbaşoğlu 22.Burhan Kavuncu 23.Çocukluktan Merkeze 24.Adem Özköse 25.Gazze Eylemi 26.Esra Arsan, Neslihan A. Arıkan 27.Tesettür Moda Fuarı’na Karşı! 28.Çocukluktan Merkeze 29.Cüneyt Sarıyaşar 30.Bilgi Üniversitelilerin Yanındayız 31.Başörtü Eylemi 32.28 Şubat’ı Yargılıyoruz 33.Gençler Kur’an’ı Konuşuyor 34.Tesettür Moda Fuarı’na Karşı! 35.Birimiz Üşürse Hepimiz Üşürüz!
1
3
4
2 5
9
10
11
15
16
6
8
7
12
17
18
13
14
19
Abdullah Sabit, Konya’da doğdu. Ankara’da büyüdü. İstanbul’da evlendi. Kahire’ye, Şam’a, Bağdat’a, Casablanka’ya gitti. Şu an İstanbul’da yaşıyor
Kim kimdir?
Abdullah Yıldız, 1954 yılında Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Ayşehoca köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Adana İmam Hatip Lisesi’ni 1973 yılında bitirdi. Aynı yıl girdiği Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nden 1976’da mezun oldu. 1980’den itibaren çeşitli eğitim kurumlarında toplam 23 yıl öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yıllarında haftalık Yeniden Milli Mücadele dergisinde; 1978-1980 döneminde aylık Pınar dergisinde yazılar yazdı. 1981’de Pınar Yayınları’nın oluşumunda yer aldı. 1991 yılından bu yana Umran dergisinde, Ocak 2001’den bu yana da her Salı günü Vakit/Yeni Akit gazetesinde yazıyor. 2006’da bir grup yazar arkadaşı ile birlikte kuruluşuna öncülük ettiği Namaz Gönüllüleri Platformu’nun halen devam eden çalışmaları, bütün Türkiye ve Avrupa’da binlerce insanın namazla buluşmasına ve namaz bilinci kazanmasına zemin hazırladı. Abdullah Yıldız evli olup, dört çocuk, üç de torun sahibidir. Abdurrahman Arslan, 1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Yazıları Bilgi Hikmet, Gelecek, Umran, İlim ve Sanat, Köprü ve Birikim dergilerinde yayınlandı. Serbest çalışmaktadır. Ahmet Kılıç, 1984 Tokat doğumlu, 1998 Bakırköy İmam Hatip Lisesi orta kısımdan mezun olup, 356
2002 yılında Pertevniyal Lisesi’nden mezun olmuş, 2008 yılında da Bilgi Üniveristesi Hukuk Fakültesinden mezun olup, mezun olma işlerini bitirmiştir. 2009 yılından bu yana avukatlık yapmaktadır. 2011 Mayıs’ından beri Eslem Kılıç’la evlidir. Ahmet Örs, - 8 Şubat 1974 Niksar doğumlu. 1996’da İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun.1996’dan bu yana edebiyat öğretmenliği yapıyor. Tasfiye Edebiyat-Düşünce dergisinin editörlerinden. TOKAD bünyesinde yer alıyor ve Özgür Yazarlar Birliği başkanlığını yürütüyor. Mine Örs’le evli, biri kız, üç çocuk babası. “Yüzümüzü Ağartan” ve “İlim Yayma’nın Penceresi” adlı iki kitabı bulunmaktadır. Alev Erkilet, 1962 Ankara doğumludur. İlk, orta ve lise öğrenimini TED Ankara Koleji’nde tamamladı. 1983’te Hacettepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans (1985) ve doktorasını (1996) araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde tamamladı. Bu dönemde DPT’nin Özel İhtisas Komisyonları’nda ve AAK için yapılan Metropolde Kariyer Meslekleri ve Aile Yapısı Temelinde Yaşama Tarzları araştırmasında görev aldı. Bölüm yazarlarından biri olduğu araştırma raporu 1997 yılında yayınlandı. 1997–2000 yılları arasında Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalıştı. 2000 sonrasında Ele Geçirilemeyen Toprak: Kuzey Kafkasya, Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler,
Eleştirellikten Uyuma, Toplumsal Yapı ve Değişme Kuramları ve İstanbul Halkının Dilencilik Olgusuna Bakış Açısı (İ. Coşkun ile birlikte) adlı kitaplarını yayınladı. 2006–2007’de İ.B.B.’nin Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi’nin sosyolojik araştırmalarını yürüttü. Aynı yıl ASAGEM için yapılan Medya Profesyonellerinin ve Medyanın Aile Algısı araştırmasında görev aldı. Bu rapor da 2008 yılında yayınlandı. Erkilet 2012 Şubat ayından bu yana Kırklareli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde yardımcı doçent olarak çalışmaktadır. Ali Ayçil, 1969 yılında Erzincan’da doğdu. Atatürk Üniversitesi KKEF “Tarih” bölümünü bitirdi. Şiirleri Dergâh, poetik yazıları Hece-Edebiyat Dergisi, hikayeleri Hece-Öykü’de yayınlandı. Halen Gerçek Hayat dergisinin Yazı İşleri İşleri Müdürlüğünü yapmaktadır. Ahmet Mercan, 13 Mart 1956 yılında Bayburt’da doğdu. Bayburt Endüstri Meslek Lisesini bitirdi (1975). İstanbul’da grafikerlik, ajans editörlüğü, Selâm dergisi yazı işleri müdürlüğü ve yöneticilik yaptı. 1988’den beri Anlam Ajans yayın yönetmenliğini sürdürüyor. Şiir dışında deneme, inceleme, oyun, masal türlerinde de eserler verdi. Sesli yayıncılıkta Bant Tiyatrosu türünde çok sayıda senaryo yazdı, yönetmenlik yaptı. Pamuk Bulut Ormanı isimli oyunu 2000 yılında İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelendi. Otuzdan fazla oyunu çeşitli radyolarda seslendirildi. 50’den fazla şiir bestelendi. Yazı ve şiirleri Selâm, İmza, Yeryüzü,
Özülke, Kar-delen ve Umran dergilerinde yayımlandı. Asım Gültekin, 1975 Amasya Taşova doğumlu Asım Gültekin, Ahıska Türklerinden olup lise öğrenimini Kartal İmam hatip lisesinde tamamladı. O yıllardan itibaren edebiyata, kitaba olan ilgisi başlamıştır. Kartal Anadolu İmam Hatip’te kültürel çalışmalara öncülük etmiş, burada yeni projeler geliştirerek Kartal Anadolu İmam Hatip’e bir dinamizm getirmiştir. Ardından Marmara Üniversitesi Edebiyat bölümünden mezun olmuş, üniversitede de birçok hayırlı hizmetleri olmuş. Asım Gültekin damgasını orada da hissettirmiştir. Dünya Bizim web sitesi ve Cafcaf dergisi editörlüğü gibi birçok kültürel yayın ve oluşumun içinde aktif olarak yer alan Gültekin, onlarca seminer, konferans ve toplantıların konuğu olmuştur. Alper Gencer, 1980 yılında Van’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Bir buçuk sene boyunca Bingöl’ün Yedisu ilçesinde hekimlik yaptı. Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki sene nöroşirurji asistanı olarak görev aldıktan sonra istifa edip İstanbul’a geri döndü. Özel bir hastanede acil servis hekimi olarak çalışmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Ammar Kılıç, Şehir Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisansı yapıyor Atasoy Müftüoğlu, Yetmiş yaşındayım. Kırk altı yıldır Eskişehir’de bir “outsider” olarak 357
yaşıyorum. Zanzibar’da bilinç alışverişi yaptığım daha çok arkadaşım var. Şimdiye kadar yayınlanmış 25 kitabım var. Hiçbir kitabım ile ilgili olarak bir reklam çalışması yapılmadı. Hiçbir kitabım çok satar kitap olmadı. Dünyanın pek çok ülkesinde pek çok uluslararası konferansta tebliğler yayınladım. Ölmeden önce “Kalanlara Selam Olsun” adında bir kitap yazmak istiyorum. Ülkem İslam’dır. Kendimi aziz İslam milletinin bir parçası sayıyorum. Hayatımın merkezinde sorumluluk duygusu var. Namım yürüsün diye hiçbir şey yapmadım, yapmıyorum. Daha çok bağnazlık, anlayışsızlık duvarları ile karşı karşıya geldim. Son bir kaç yılı genç arkadaşlarla birlikte bilinç üretmeye çalışarak, içerik üretmeye çalışarak, eleştiri/muhalefet/sorgulama üretmeye çalışarak, dünyayı bir bütünlük içinde takip etmeye çalışarak geçirdik, geçiriyoruz. Bu kadar. Aybüke Ekici, 1983’te bir bozkır şehri Aksaray’da doğdu. O günden bu güne arayış içinde ve savrulup gitmeden Rabbinin ipine sımsıkı sarılma derdinde. Hukukçu olmasına hukukçu ama adaletin ağır aksak gidişine bir hançer indirip köhne sistemi yıkmak en büyük hayali. Yolculuğunun şimdiki durağı İstanbul olsa da durmaya niyeti yoktur, zira Allah’ın geniş arzı onu beklemektedir. Şehit olacağı günleri görmek üzere inşallah. Ayhan Bilgen, gazeteci-yazar insan hakları savunucusu. 1971 yılında Sarıkamış’ta dünyaya geldi. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı. Maz-
lumder Ankara Şube Başkanlığı, Genel Yönetim Kurulu Üyeliği ve sonrasında Genel Başkanlığı görevlerini yürüttü. Son dönemde demokratik anayasa hakkında yaptığı çalışmalarla dikkat çekmektedir. Ayşe Şener, ilahiyat ve felsefe eğitimli. Okuder başta olmak üzere farklı sivil toplum kuruluşlarında Kuran Yolculuğu adlı ile seminerler veriyor. Hece’de, Sonpeygamber.info gibi dergi ve internet sitelerinde yazıyor. Banksy, 10 yıldır başta İngiltere olmak üzere farklı ülkelerde yaptığı çarpıcı duvar resimleriyle ünlenen sokak sanatçısı. Gazze’de utanç duvarının üzerine çizdiği resimlerle büyük yankı uyandırmıştı. Gerçek kimliği bilinmemektedir, Banksy eserlerinde kullandığı imzasıdır. “Gerilla Sanatçı” olarak tanımlanan Banksy, anti-militarizm, insan hakları, kapitalizm ve ekoloji gibi temaları barındıran çizgileriyle ünlü. Bekir Berat Özipek, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden 1989 yılında mezun oldu.1992 yılında aynı üniversitede yüksek lisansını tamamladı. 2000 yılında Ankara Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 2007’de doçent oldu. İstanbul Ticaret Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi olan Doç. Dr. Özipek, ağırlıklı olarak çağdaş siyasi teoriler, insan hakları, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük ve azınlık hakları gibi konularda çalışmalar yapıyor. Eylül 2012’de Neslihan Özipek’ le evlendi ve mutlu bir insan olarak hayatına devam ediyor. Allah cümlesine uzun ömürler versin.
Burhan Kavuncu, yazar. Bülent Şahin Erdeğer, 1980 İzmit Derince doğumlu. Sakarya Üniversitesi Tarih bölümünde eğitim aldı. Arkadaşlarıyla birlikte Kur’an Nesli Dergisi’ni çıkardı. 2006 - 2008 yılları arası Şam’da İslami İlimler ve arapça eğitimi aldı. Milat Gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır. Cahit Koytak, 1949 yılında Erzurum’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Erzurum’da yaptı. İÜ Kimya Fakültesinden mezun oldu (1973). Ankara Şeker Fabrikasında kısa bir süre çalıştı. Daha sonra İstanbul’da ticaretle uğraşmaya başladı. İngilizce ve Fransızca’dan kitap çevirileri yaptı. Evli ve yedi çocuğu var. İlk şiirleri 1971 yılında Diriliş dergisinde yayım-landı. Şiirlerini 1977’den itibaren Kriter, Yönelişler, Kelime, Yedi İklim, Hece dergilerinde yayımladı. Franz Fanon’dan çevirdiği Siyah Deri Beyaz Maske ile 1983 Türkiye Yazarlar Birliği Çeviri Ödülünü aldı. Carlos Latuff, 1968 doğumlu Brezilyalı siyasi karikatürist. Küreselleşme ve kapitalizm karşıtı karikatürlerinin yanında, anti-siyonizm temalı geniş bir albümü var. Dünya genelinde, meydana gelen yerel meseleler için de kalem oynatan Latuff, kendi eserlerini ‘kavgacı’ olarak nitelendiriyor. Celalettin Vatandaş, İlk ve orta öğrenimini Kırşehir’de tamamladı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü kazandı. Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini Türk Modernleşmesi üzerine yaptı. 358
Yüksek Lisans tezinde Türk Modernleşmesinin Osmanlı dönemini, Doktora tezinde ise Türk Modernleşmesinin Cumhuriyet dönemini araştırdı. Kanada’da bir toplumsal uyum politakası olarak çokkültürlülük üzerine, Almanya’da da Türklerin aile yapıları üzerine araştırmalar yürüttü. Prof. Dr. Celalettin Vatandaş’ın Sosyoloji-Bilim-Düşünce Tarihi-İslam konulu çok sayıda makalesinin yanı sıra Aile ve Şiddet (Türkiye’de eşler arası şiddet), Çokkültürlülük, Ulusal Kimlik (Türk Ulusçuluğunun Doğuşu), Hz Muhammed’in Hayatı ve Daveti, Vahiyden Kültüre, Tevhid ve Değişim, Kur’an ve Hayat, Türkiye’de Aile, Trabzon’da Aile Yapısı ve Problemleri ve Trabzon’da Kentleşme (Kentlileşme Süreci ve Problemleri) isimli kitapları bulunmaktadır. “Trabzon’da aile içi şiddet”, “Türkiye’de Aile Yaşam Döngüsü ve Ailelerin Tüketim Eğilimleri”, “Emniyet Teşkilatı Çalışanlarının Mesleki Sorunları”, “Türkiye’de Aile Yapısı ve Problemleri” konulu araştırmaları yürütmüştür.Karadeniz Teknik Üniversite’si İ.İ.B.F’de Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölüm başkanlığı da yapmıştır. Halen Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı yapmaktadır. Cihad Kına, 1989 yılında Fatsa’da doğdu. Mimarlık bölümü mezunu, çalışmakta. Cihan Aktaş, (d. 1960, Refahiye, Erzincan) Türk gazeteci, yazar ve mimar. Yazar Ümit Aktaş’ın kardeşi. Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’ni (1978) ve İstanbul DGSA Mimarlık Fakültesi’ni (1982) bitirdi. Mimar, basın danışmanı ve ga-
zeteci olarak çalıştı. Yeni Devir’de köşe yazıları yazdı. Halihazırda Taraf gazetesi ve Dünya Bülteni internet sitesinde köşe yazıları yazıyor. Hayal Perdesi e-dergisinde sinema yazıları,www.sonpeygamber.info’da ise dini içerikli makaleleri yayınlanıyor. 1995’te TYB (Türkiye Yazarlar Birliği), 1997’de Gençlik Dergisi tarafından ‘Yılın Hikayecisi’, 2002’de TYB tarafından yılın romancısı olarak ödüllendirildi. 2009’da “Kusursuz Piknik” isimli hikaye kitabı ESKADER tarafından yılın hikaye kitabı ödülüne lâyık bulundu. Halihazırda Tahran’da Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde dersler veren Aktaş evli ve iki çocuk annesidir. Dağıstan Çetinkaya, 1970’de Kırıkkale’de doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nden 1998’de mezun olmuştur. İlk kişisel sergisi olan 1993’te Karikatür ve Mizah Müzesi’nde açılan çalışmasını diğer kişisel sergileri izledi. Uluslararası karikatür yarışmalarına katılarak 1990, 1993 ve 2002 yıllarında bu yarışmalardan ödüller aldı. Karikatür, illüstrasyon ve grafik tasarımları ile Gırgır, Cıngar, Hıbır, Ustura gibi mizah dergilerinde; İzlenim, Aksiyon, Yeni Asya, Hürriyet, Zaman ve DMG Magazines gibi basın organlarında yer aldı. Zaman gazetesinin 2007’de yayından kalkan haftalık eki Arkadaşım Dergisi’nde çizgi editörlüğü yaptı. Zaman Yorum sayfalarında yayımlanan illüstrasyonlarını ve “Kral ve Soytarı” adlı çizgi bantlarını hâlen sürdürmektedir. Emre Berber, - Ankara Üniversitesi’nde Hukuk okuyorum, Hür
Beyan Hareketi’nde sorumluluk şuurumuza yakışır bir biçimde asra şehadet etmeye gayret ediyorum. Vahyî perspektife mutabık bir şahsiyet, bir idrak, bir mücadele metodu ve en önemlisi etraflı, tutarlı, bütüncül, kimliksel bağlamda kalmayan ama kimlikten de müberra olmayan bir içerik oluşturmaya çabalıyorum. Etyen Mahcupyan, 1950’de İstabul’da doğdu. Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nde kimya mühendisliği ve işletme yüksek lisansı yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iktisat yüksek lisansını tamamladı. Aynı fakültenin Uluslar arası İktisat Kürsüsü’nde 1977-1980 yılları arasında asistanlık yaptı. 1978-1980 arasında Toplumcu Düşündergisinin editörlüğünü yaptı. 1980’den bu yana çeşitli kuruluşlarda yöneticilik yapıyor. Halen Zaman gazetesinde yazılarına devam ediyor. Kitapları: İdeolojiler ve Modernite, Osmanlı’dan Postmodernite’ye, Radikal Yazılar I, Radikal Yazılar II, Yönetemeyen Cumhuriyet, Büyük Travmanın Eşiğinde, Türkiye’de Merkeziyetçilik: Devlet ve Din, Zihniyet Yapıları ve Değişim, İkinci Tanzimat, İçimizdeki Öteki, Batıyı Anlamak, Türkiye’yi Anlamak. Fatma Benli, İstanbul’da doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. Marmara Üniversitesinde Başörtüsü yasağı nedeni ile yarıda bıraktığı Özel hukuk alanındaki yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Kendine ait özel bir hukuk bürosu bulunmaktadır. Özellikle Aile Hukuku, İş Hukuku ve Gayrimenkul davaları üzerine yoğunlaşmaktadır. İş 359
davalarında bilirkişilik yapmaktadır.Ekim 2012 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye İnsan Hakları Kuruluna atanmıştır. Avukat olup ismi Georgetown Üniversitesi tarafından yayımlanan “Dünyanın En Etkili 500 Müslümanı” listesinde yer almaktadır. Fatma İlhan, 1990’dan beri nefes alan, şuan İstanbul İlahiyatta okuyan talabe-i müzmine. Fatma Barbarosoğlu, 1962’de Afyon’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirdi (1984). Aynı bölümde Türk-İslâm Felsefesinde Tasavvufî Eğitimin Değerlendirilmesibaşlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini tamamladı (1987). İ.Ü. İktisat Fakültesi Sosyal Yapı-Sosyal Değişme Anabilim Dalında Modernleşme Sürecinde Moda-Zihniyet İlişkisibaşlıklı teziyle sosyoloji doktoru oldu (1994). Söz konusu tezi, Moda ve Zihniyet (İz Yayıncılık, 1995) adıyla neşredilmiş ve büyük ilgi görmüştür. Akademik çalışmalarının yanısıra edebiyat ile de meşgul olan yazar, hikâyelerini Acı Deniz (İz Yayıncılık, 1996, ikinci baskı 1998) adlı kitabında toplamıştır. Filiz Işıker, İstnabul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Yüksek Lisans Öğrencisi Fuat Kına, Aslen Fatsalı ve fakat İstanbul’da ikamet ediyor. Boğaziçi Üniversitesi İktisat bölümünden iyi ortalamalı bir lisans diploması istirham ediyor. Hür Beyan, Emek ve Adalet ve Özgür Açılım’ı harbiden seviyor. Sakarya Adalet Girişimi’ni, TOKAD’ı (veya Eğitim ilke-Sen’i) ve bunlar
gibi dünyayla hakikati konuşan az sayıda inanmışı müstekbirlerin gözüne sokmak istiyor. Halime Şahin, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenimine devam etmekte. Hamide Nur Mert, Namık Kemal Üniversitesi Gıda Mühendisliği 4. Sınıf öğrencisi Hayri Kırbaşoğlu, 1954 yılında Manisa’da doğdu. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Aynı fakültede 1983 yılında Hadis dalında doktorasını yaptı. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır. Alternatif Hadis Metodolojisi, İslam Düşüncesi’nde Sünnet, Ahir Zaman İlmihali’nin de aralarında bulunduğu pek çok eserin müellifidir. Huri Küçük, İstanbul üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünden 2012 Haziran ayında mezun oldum. Eviri çeviri işleriyle meşgul olup Müslüman bir kadın olarak varoluş savaşı vermekteyim. Eylemlerimizin, amellerimizin, sözlerimizin ve düşüncelerimizin üniversitelere, kalelere, Taksim’e, Fatih’e sıkıştığı değil ancak mahallemize, apartmanımıza, ailelerimize, parklarımıza, bahçelerimize yayıldığı takdirde başarıya ulaşılabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden Müslümanlığımız pankartlarımızdan önce kişiliğimize ve iletişimimize sirayet etmeli ki birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye eden insanların olduğu bir dünya kuralım. Attığımız her adımda Allah’ı ve ölümü unutmamamızdır dileğim, Rabbim unutturmasın,
Şeytan’ın da unutturmasına izin vermesin. Hüseyin Akın, 1965, Sinop doğumludur. Bütün öğrenim hayatı İstanbul’da geçti. Şişli İmam Hatip Lisesi (1983) ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini (1989) bitirdi. Çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptı. Halen İstanbul’da öğretmenliğe devam ediyor. Özülke dergisini kurdu ve yönetti. Milli Gazete, Akit, Sağduyu gazetelerinde kültür-sanat yazıları yazdı. Halen İbrahim Tenekeci ile Kırklar dergisini yayına hazırladı. Yazı ve şiirleri İkindi Yazıları, Kardelen, Düşçınarı, Endülüs, Ünlem, Özülke, Kırklar dergilerinde yayımlandı. İlhami Güler, 1959 yılında Tortum’da dünyaya geldi. 1980 – 1985 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans öğrenimini tamamladı. 1996 yılında yardımcı doçent, bir yıl sonra doçent ve 2004 yılında profesör oldu. 1997’den 2009’a dek çıkan İslamiyat dergisini çıkaranlar arasında bulundu, 2005 yılında resmiyet kazanan Doğu Konferansı çalışması içinde yer aldı. Bu dönemden sonra Doğudan dergisi ve Fikirzamanı internet sitesinde yazılar yazdı. 2010’da kurulan Halkın Sesi Partisi kurucu üyelerinden biri oldu. Halen AÜ İlahiyat Fakültesi’nde görev yapmakta olan İlhami Güler, evli ve iki çocuk babasıdır. Kadrican Mendi, 1971 yılında Adıyaman’da doğdu. İlk ve ortaokulu İzmit, liseyi Sakarya’da tamamladı. 1991 yılında eğitime başladığı İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Halen kamuoyunda Başörtüsü 360
Platformları olarak bilinen Adalet ve Özgürlükler Platformu’nda faaliyet yürütüyor. Kerem Gürel, 90’lı, Marmara Üniversitesi, Biyoloji Öğretmeni Adayı. Mahir Orak, hukukçu, avukat. Mehmet Ali Başaran, (1983-…) Mehmet Baransu, Ardahanlı bir aileye mensup. 7 Mart 1977 tarihinde Iğdır’da doğdu. Henüz iki aylıkken Tapu Kadastrocu olan babasının tayini Erzurum’un Oltu ilçesine çıktı. İlkokul 4’e kadar burada okudu. Babası da kendisi gibi mücadeleci bir insandı. Bir milletvekilinin ve iş adımının hazine arazilerini üzerine geçirmesine karşı çıkınca, babası terör bölgesine sürüldü. Erzurum’un Hınıs ilçesinde ilkokulunu bitirdi. Aynı ilçede İmam Hatip Lisesi’ne gidip, ortaokulu tamamladı. Liseyi Erzurum merkez’de İmam Hatip Lisesi’nde bitirdi. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünü kazandı. 1998 yılında mezun oldu. 1995 yılında mesleğe ilk adımı attı. Akşam gazetesi, Aksiyon dergisi, Hürriyet gazetesi ve 32. Gün Haber programında çalıştı. Ardından yüksek lisans tezini hazırlamak üzere Amerika’ya gitti. Burada 4 yıl kaldı. Türkiye’ye dönüşünde birçok yabancı ajansta ve televizyonda freelance olarak çalıştı. Cihan Haber Ajansı’nda Uluslararası Satış Yöneticisi olarak 2 yıl görev yaptı. 2007 yılında buradan ayrıldı. Ardından Taraf gazetesinde çalışmaya başladı. Kuruluşundan itibaren Taraf’ta çalışmaya devam ediyor. 2010 yılında aynı gazetede
köşe yazmaya başladı. Yayımlanmış üç kitabı bulunuyor: Karargah, Mösyö, Pirus. Devletin gizli belgelerini açıklamak suçlaması dahil hakkında yüzün üzerinde dava açıldı. 800 yılla yargılandı. Bir çok davadan beraat etti. 50’ye yakın davası devam ediyor. Kaç yılla yargılandığını şuan kendisi de hatırlamıyor. Mehmet Lütfi Arslan, 1972 yılında Vezirköprü’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Merzifon’da tamamladı. İşletme ve iktisat eğitimi aldı. 1997 yılından itibaren ALTINOLUK Dergisi Yazı İşleri bölümünde çalışmaya başladı. ALTINOLUK English, ALTINOLUK Portal ve Söz Ola Editörlüğü görevlerini yürüttü. 2000-2002 yıllarında ABD’de bulunarak Georgetown Üniversitesi’nde iletişim dalında yüksek lisans yaptı.2011 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’de İktisat Tarihi alanındaki doktorasını tamamlayarak Doktor oldu.Halen GENÇ Dergisi’nde editörlük görevini yürütüyor, gençlerle ilgili sivil toplum ve sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyor. Evli, üç çocuk babasıdır. Yayınlanmış kitapları: Yaşanmış Hikayeler (Erkam Yayınları), Dert Çağrısı (Genç Kitaplığı), Hakîm ile Genç (Genç Kitaplığı) Merve Yüce, Yüce’lerin Merve. Dünya hayatı 1990 Nisan’ında başladı. O tarihten beri ömrünün çoğu İstanbul’da geçti. Lise sıralarında başladığı okul öncesi eğitim serüvenine Kıbrıs’ta devam etmek zorunda bırakıldı! Öğrencilikten emekli olalı birkaç ay oldu. Şu sıralar özel bir kolejde 4 yaşındaki çocukların “Öğretmenim seni çok seviyorum”u olarak görevini ifa etmektedir.
Metin Önal Mengüşoğlu, 1947 yılında Elâzığ’da dünyaya geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın apoletli memurlarından olan babasının tayinleri nedeniyle Elazığ, Maden, Diyarbakır ve Malatya’da ilk, orta ve lise öğrenimini tamamladı. Lise yıllarını geçirdiği Malatya’da şiir ve öykü çalışmalarıyla ülkenin belli başlı dergilerinde göründü. Fikir ve Sanatta Hareket, Türk Yurdu, Çağrı, Defne, Yeni İstiklâl, İslâm Medeniyeti bunlardan bazılarıdır. Mengüşoğlu, güzel şiir okumasıyla da ünlüdür. Mevlana İdris Zengin, 1966 yılında Kahramanmaraş, Andırın’da doğdu. 1989 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. İkindiyazıları, Diriliş, Dergâh, Albatros, Geniş Zamanlar ve Gerçek Hayat gibi birçok dergi ve gazetede, şiir, hikâye ve denemeleri yayımlandı. Ayrıca, çocuk edebiyatı dalında birçok kitap kaleme almıştır. Muhammed Celep, Akıp giden zamandan kendisine verilmiş olan sermayesini hüsrana uğrayanlardan olmamak için kullanmaya çalışmakta; bu uğurda okumakta, yazmakta ve yaşamakta olan, adamın biri. Muhammed Enes Uçar, 1991 Fatih doğumlu. Zamanında bulunduğu habitatta adaptasyonu beklerken mutasyonu bulan, aradıkça da bulmaya devam eden bir insan. Halen Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticarette okuyor. Muhammed Mansur Acuner, İTÜ İmalat Mühendisliğini bitirmek üzeredir. Yaşama ve yaşatmaya gayret etme niyetinde olan 361
bir arkadaş. Anahtar kelimeler: neden?/ nasıl?/ var oluş/ dil / tasarım/ makine. Muhammed Yücel, 1992 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. Sınıf öğrencisi. Muharrem Balcı, 1952 yılında İstanbul’da doğan Muharrem Balcı, 1977 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin bitirmiştir. Serbest avukat olarak mesleğini icra etmenin yanında hukukçu bir aktivist olarak çeşitli vesilelerle çeşitli etkinliklerde boy göstermiş, aynı zamanda bir insan hakları savunucusu olmuştur. 14 yıldır Genç Hukukçular Okuma Grubu’na gerek maddi gerekse de manevi olarak destek verip, istikrarlı bir şekilde devam ettiren Av. Muharrem Balcı, Yeşilay genel başkanlığı görevini başarıyla yürütmüştür. Murat Kurtuldu, 1984 Kocaeli-İzmit doğumluyum. 1998’den bu yana İslami çalışmalarda, hassaten Kur’an Nesli dergi, site ve organizasyonlarında görev aldım. Grafik tasarımcıyım. İzmit’te yaşamaktayım. Mustafa İslamoğlu, Mustafa İslamoğlu, 28 Ekim 1960 senesinde Kayseri’nin bir ilçesi olan Develi’de dünyaya geldi. İlk ve orta eğitimini doğduğu ilçede yaptı. Yüksek öğrenimine, ilk önce Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nde başlamış, akâbinde İlâhiyat Fakültesi’nde, daha sonra da Kahire’de, El-Ezher Üniversitesi’nde İslam Hukuku Fakültesi’nde sürdürmüştür.Yazı hayatına edebiyatla başlamış, ilk makalelerini 1980’de Milli Gazete’de, daha sonra 1982-
83 yılları arasında Yeni Devir gazetesinde yayınlamıştır. Edebi ürünlerini ise Mavera, Aylık Dergi ve Dergâh gibi yayın organlarında yayımlamış ve üniversiteler arası şiir yarışması birincilik ve ikincilik ödülleri almıştır. Nazife Şişman, Gerede’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi okudu. Tercümeyle başlayan yayın serüveni telifle devam etti. Çalışmaları, kimlik siyaseti, gündelik hayat, beden sosyolojisi gibi konularda yoğunlaşmakta. Yayınlanmış eserlerinden bazıları: Emanetten Mülke: Kadın, Beden, Siyaset; Küreselleşmenin Pençesi, İslam’ın Peçesi; Günün Kısa Tarihi; Başörtüsü: Sınırsız Dünyanın Yeni Sınırı; Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında. Bugünlerde teknolojideki hızlı değişimin hayatı yaşayışımız ve zihniyetimiz üzerinde yaptığı değişiklikler üzerinde kafa yoruyor. İletişim teknolojisiyle, dijital teknolojiyle ve teknoloji felsefesiyle ilgili konular var tezgâhında Nebiye Arı Çelik, 1988 doğumlu, Allaha kul olmak çabasında olduğu söylentileri yaygın. Kendisi muhalif ve şair olmakla nitelenmesine rağmen henüz acemi olmaktan öteye geçemedi. Orhan Demir, 1977 Tokat doğumlu, İktisat Fakültesi mezunu. Mali Müşavirlik yapmaktadır. 2002-2008 Döneminde Tüketiciler Birliğinde Genel Başkan Yardımcılığı yaptı. Toplumun bedensel, ruhsal ve sosyal olarak iyilik haline önem veren bir grup arkadaşıyla beraber “iyiliğiniz ve sağlığınız için” sloganıyla 2009 yılında Hasta Hakları Aktivistleri Derneğini kurdu. Temel hak ve
özgürlüklerin toplumda tanınması bilinmesi ve bu hakların kullanılmasına yönelik TV ve radyolarda programlar yapmaktadır. Ramazan Kayan, 1956 yılında Malatya’da doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Malatya İmam Hatip Lisesi’ne kayıt yaptırdı. İmam Hatip Lisesi’ni 1976’da bitirdi. Daha sonra İmam Hatiplik görevine başladı. İmam Hatiplik görevi yaparken İnönü Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne devam etti. 1982 yılında bu okuldan mezun oldu. Yazar özellikle İslami ilimler üzerinde araştırmalarını sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Rüştü Hacıoğlu, 1972 yılında Bulgaristan’da doğmuş, küçük yaşta siyasallaşmayı mümkün kılan ırk ayrımının çocuk dünyasında anlaşılabileceği kadarını kayıtlarına ekleyip, bu ayrımcılığın doğal sonucu göçmenlikle İstanbul’un varoşlarında ilk gençliğine ulaşmıştır. Türk eğitim sisteminin bilumum propagandasına maruz kalan her “Türk Genci” gibi, makbul vatandaş olmasına ramak kala “Müslüman Gençlikle” tanışıp, kurgusal bir gerçekliğin başka bir (kurgusal) bakışla sorgulanmasının mümkünlüğüne tanık olmuş ve makbul vatandaş olarak tebaanın parçası olmaktan, siyasal özne olarak toplumun parçası olma yolculuğuna adımını atmıştır. Sanayide, soğuk demir işi zanaatkârı olma yolunda yalpalayan adımlarla yolculuğunu sürdürmektedir. Evli ve 2 çocuk babasıdır. Hayali; özel ya da bir kamu kuruluşunda kariyer yapıp, sınıf atlayabileceği konforlu bir mevki ile ‘saygınlık’ kazanabilmektir. 362
Sabiha Ünlü, 956 Ilgaz(Çankırı) doğumluyum. Çocukluğum ve sonrası İstanbul’da geçti. İst.Üni.Fen Fak. Biyoloji Bölümü mezunuyum. Kısa bir süre(3yıl) biyolog olarak çalıştım. İmam Hatip’te ve çeşitli kurslarda öğretmenlik yaptım. Seksenli yıllarda yazmaya başladım. Mektup Dergisi’nde sürekli yazdım.(15 yıl). Aynı zamanda Selâm Gazetesi’nde, gazetenin çıkışından kapatılana kadar aralıksız yazmayı sürdürdüm.(1994-2000) Başta Mazlum Der olmak üzere, Gureba-ı Müslimin, Eğitim Der gibi çeşitli STK’ların kuruluş aşamasında bulundum ve bu kuruluşların, İnsanların Hak ve Özgürlüklerinin korunması-mağduriyetlerinin giderilmesi konusunda yaptıkları çalışmalara gönüllü katıldım. 2005 yılında Yüksekova’ya (Hakkari) yerleştim ve beş sene orada kaldım. Üç senedir de Diyarbakır’da oturmaktayım. Yayınlanmış iki kitabım var. Batıl itikatları konu alan, DİLEK TAŞLARI isimli kitabım 1986’da, İnkılâp Yayınları’ndan çıkmıştı. Kürt Sorununu konu alan, BİZİM TOPRAĞIN DİLİ isimli kitabım 2012’de, Öze Dönüş Yayınları’ndan çıktı. Safa Dallı, 1990 yılında doğduğu şehir olan İstanbul’da yaşıyor. Tiyatro eğitimi alıyor, hobi olarak inşaat mühendisliği okuyor. Seda Erdoğan, Marmara Üniversitesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği mezunu Selahaddin Eş Çakırgil, 1945’lerde Samsun- Kavak ilçesinin Muradbeyli köyünde dünyaya gelmiş..Ortaokulu Kavak’ta bitirdikten sonra, Sağlık Bakanlığı’na bağlı Ankara Sağlık Meslek Okulu’na yatılı olarak okumuş.. Kon-
ya, Diyarbakır ve İstanbul’da çeşitli hastanelerde çalışırken, 1967-73 arasında, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş ve bir taraftan da 1972’lerden itibaren Bâb-ı Âli’de Sabah ve 1975 başından itibaren de Millî Gazete’de günlük ve Ufukve Sebil’de haftalık yazılar yazmaya başlamıştır. Yazılarında, ‘devletin kısmen de olsa dinî ilkelere göre yönetilmesini istemek yönünde matbuat yoluyla propaganda yapmak’ suçlamasıyla, 163. maddeye aykırılıktan mahkûm olup, İst.-Paşakapısı, Şile, ve Gebze cezaevlerinde yatmış ve 1977-78’lerdeki bu mahkûmiyeti sırasında da yazılarını müstear isimlerle sürdürmüş ve hapisten çıktıktan sonra ise, ülkenin anarşi, terör ve kaos kıskacında olduğu o karanlık dönemde Tevhîd, sonra da Hicret gibi haftalık dergilerin sorumluluğunu üstlenmiş ve bu arada yazılarından dolayı başta 163. maddeye ve 5816 sayılı kanuna aykırı fikirler açıklamaktan dolayı, 30 kadar dâva daha açılmıştır. Yeni mahkûmiyet kararları 15 seneyi bulunduğu ve kendisinin de gizli adreslerde yaşadığı bir sırada, 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi olunca, yurt dışına çıkmak zorunda kalıp gizlice İran’a geçmiş ve askerî rejim de, onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. Uzun yıllar İran’ı merkez edinip, Pakistan, Hindistan, Afganistan, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu ülkelerinde dolaşmış; İslam Cumhuriyeti’nin Sesi Radyosu’nun türkçe bölümünde yayınlarda bulunmuş; Keyhan, İslam Çağrısı, Kudüs Yolu gibi periodik türkçe dergilerin yayınlanmasında sorumluluk almış ve bu arada, Türkiye’de yayınlanan aylık Tevhîd dergisiyle; önce haftalık, sonra günlük çıkan Selâm gazetelerinde
de yazılarını sürdürmüştür. 1999 yılı başından itibaren Batı Avrupa ülkelerine geçmiş olup, hâlen Almanya’da bulunmaktadır. Almanya’da iken, yazılarını önce, Millî Gazete ve sonra Vakit gazetelerinde günlük yazılarını sürdürdü. Daha sonraVakit’ten ayrılmak zorunda kaldı. Şu anda da, yazı çalışmalarını değişik zeminlerde sürdürmektedir. 28 Şubat 1997 Askerî Müdahale günlerinde de hakkında açılan, ‘Kudüs Ordusu’ adında bir gizli teşkilat ve terör örgütü kurulmasında rol aldığı gibi iddialara dayalı dâvalar dolayısiyle, 33 yıl önce ayrıldığı ülkesine yine dönememektedir. Selman Demirci, Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi. Sema Erdoğan Başaran, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Psikoloji okudu. Çocuklara dair çalışmakta. Sherman Teichman, Tufts’ta 1984’ten bu yana sanat ve sosyal bilimler alanında öğretim üyeliği yapan Teichman, Harvard Üniversitesi Kennedy Hükümet Okulu Politika Enstitüsü’nün geçmişteki akademisyenlerinden ve bu enstitü ile Boston Üniversitesi ve Emerson Koleji’nin eski öğretim üyelerindendir. Gazeteci olarak ise Boston’da WBUR Ulusal Halk Radyo’sunun Peabody Ödülü kazanan dış politika analisti ve Boston Review’ın sosyal bilimler editörüdür. İsrail Hükümeti’nin karşı terörizm ve uzun erimli stratejik planlama konusundaki danışmanlarından olanTeichman, Eski Sovyetler Birliği ve Orta Amerika’da faaliyet gösteren Uluslararası Af Örgütü’nde da aktif görev almıştır. 363
Eğitimini, Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Akademisi, John Hopkins Üniversitesi, Kudüs Üniversitesi ve Chicago Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler ve sosyal düşünce üzerine almıştır. Olimpik düzeyde bir eskrimci olan TeichmanTufts Üniversitesi’nin eskrim takımının çalıştırılmasına yardımcı olmaktadır. Sibel Eraslan, 1967’de İstanbul’un Üsküdar ilçesinde doğdu. Üsküdar Kız Lisesi’ni (1985), İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirdi (1989). İnsan hakları, kadınların eğitimi, istihdamı ve haklarıyla ilgili inisiyatiflerde görev aldı. Teklif ve İmza dergilerinde yazdı. Halen Vakit gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Öyküleri Dergah, Mostar ve Hece dergilerinde yer aldı. Suhaib Webb, SuhaibWebb, Amerikalı-Müslüman çağdaş bir eğitimci, aktivist ve öğretmendir. Çalışmalarında klasik ve çağdaş İslam düşüncesini harmanlayarak, Batı’da yaşayan Müslümanların kültürel, sosyal ve politik bağlarına dikkat çekmektedir. 1992 yılında Müslüman olduktan sonra, Webb müzik endüstrisindeki kariyerini terk ederek eğitime yönelik tutkusunun peşinden gitmiştir. Merkez Oklahoma Üniversitesi’nde Eğitim üzerine lisans eğitimini tamamlanmış ve Senegal asıllı tanınmış bir Müslüman akademisyenden İslami İlimler üzerine yoğun bir eğitim almıştır. Büyük Oklahoma Şehri Müslüman Cemaatinde imamlık görevine başlayan Webb, burada hutbeler okumuş, din dersleri vermiş ve ailelere ve gençlere danışmanlık yapmış, bunların yanı sıra ABD’nin çeşitli bölgelerinde imam ve İslami top-
luluklarda yerleşik akademisyen olarak görev almıştır. Şehadet Ekmen, İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu, Goldsmiths Londra üniversitesinde CognitiveandClinicalNeuroscience Yüksek lisans öğrencisi. Şu anda Boston’da tez çalışması yapmakta. Şeyma Çalışan, Bilgi Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri mezunu. Şeyma Genç, İstanbul Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunu. Şeyma Olgaç, Memleketim Mardin.22 yaşındayım. İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 4.Sınıfta okumaktayım. Biz gençlerin çok güzel işler yapabileceğine yürekten inanıyorum. “Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer gerçekten inanıyorsanız en güçlü siz olursunuz.” (Âl-i imran139) ayeti sloganımdır. Rabbimizin ilgisinden, inayetinden, merhametinden mahrum kalmamak dileğiyle... Taha Ovacı, 1995 İstanbul doğumluyum. Aslen Malatyalıyım. İstanbul İmam Hatip Lisesi son sınıf öğrencisiyim. Çeşitli STK’larda İnsan Hakları ve Hürriyetleri alanında elimden geldiğince destek olmayı boynumun borcu bildim. Çünkü hesap var, Allah’tan korkarım. Orta düzeyde Web ve Grafik Tasarım bilgim var. Şuanda bu alanda kendimi geliştirmekle uğraşıyorum. Ayrıca Allah nasip ederse sinema okumak istiyorum. Roboski (Uludere)’nin Türkiye de gündem olmamasından ötürü dertliyim. Tasarımda da bu konuyu vurgulamak istedim.
Tuğba Metin, Okula gidip gelmekte, bir yandan da çocuk kitapları okumaktadır. Ümit Aksoy, bir gün voleyi vuracak diye bekliyor. Ümit Aktaş, 1955 yılında Erzincan Refahiye’de doğdu. İTÜ Elektrik Mühendisliğinden mezun oldu. Çeşitli dergilerde deneme yazıları ve şiirler yazdı. Yazarın bugüne kadar Toplumsal Hareketlerde Yöntem, Anarşizm, Tarihin Devrimci Yüzü ve İslami Devrim, Düşünsel Yöntemler ve Toplumsal Hareketler, Osmanlı Çağı ve Sonrası, İslami Hareketin Vasıfları, İslami Hareket ve Yöntem, Okuma Serüveni, Akıl Aşk ve İslam gibi kitapları yayınlanmıştır. Ümit Aktaş’ın Adem isimli bir romanı ve Cennetten Düşüş isimli bir de kitabı bulunmaktadır. Halen Özgün İrade, Özgün Düşünce dergilerinde ve Özgün Duruş adlı haftalık gazetede yazılar yazmakta ve yöneticilik yapmaktadır. Yasemin Üstünsoy, Eylül 1988 doğumlu. İstanbul’da bir imam hatip ortaokulunda matematik öğretmeni olarak görev yapıyor aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Felsefe yüksek lisans öğrencisi. Yıldız Ramazanoğlu, Eczacı, sivil toplum temsilcisi ve yazar Yıldız Ramazanoğlu, 1958 Ankara doğumlu. Ankara Kız Lisesi’ni ve Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi. Birçok süreli yayında denemeler ve hikâyeler yayınladı. Birçok kitabı olan Ramazanoğlu, zaman zaman çeşitli gazetelerde yazılar yazmaktadır. Evli ve iki çocuk annesidir. 364
Yusuf Kaplan, 1964 yılında Şarkışla’da doğdu.İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri’de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü, Sinema-TV Ana Sanat Dalından mezun oldu. Üniversite öğreniminden sonra İngiltere’ye gitti. 1989 yılında M.E.B.’dan İngiltere’de “master+doktara” yapmak üzere burs kazandı.1991 yılında East Angila Üniversitesi’nde “Story-Telling and Myth-Making Medium: Television” adlı master tezi hazırladı. 1992 yılının Nisan ayında Londra’da Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic’te Dr. Roy Armes’ın danışmanlığında doktara yaptı. İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, İslam, Kadın ve Aile gibi dergilerle Zaman ve Milli Gazete gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röportaj ve çevirileri yayımlandı. Michel Foucault, Baudrillard, Milan Kundera, Umberto Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı. Bir süre Yeni Şafak gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendi. Ardından 3 yıl Umran Dergisi’ni yönetti. Halen Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmakta ve Yeni Şafak Gazetesi’nde yazmakta. 25 Şubat 2006’ya kadar TV5 Genel yayın Koordinatörlüğü yaptı, daha sonra TVNet’in kurucuları arasında yer aldı. Yusuf Kot, 1984 doğumlu tasarımcı ve çizer. Faruk Günindi ile birlikte Cafcaf dergisinde Kılavuz adlı sayfayı çizdi ve bir dönem derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Şu sıralar Sade Hayat Derneği ve Sade Pazar’da fıtrî bir yaşamın inceliklerini kovalıyor.
İSİMLER SÖZLÜĞÜ
365
366
367
Çıkış Birinci yıllık
Özgür Açılım Platformu 2008 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencisi bir grup müslüman tarafından kuruldu. Bir cemaate, tarikata, partiye, derneğe veya vakfa sırtını yaslamadı ve fakat böylesi oluşumları da yadsımadı. İslam’ın ufku ve kuşatıcılığı ile yeryüzünde adaletin tesisi için hakikatin şahidi olarak gerekli eylem ve söylemi üretme çabası içinde oldu. Platform, Bilgi Üniversitesi’ne ait Santralistanbul Kampusü’nde, üniversiteli olsun olmasın, talep eden ve gelenlerle her hafta sonu birlikte kararlaştırılan bir konu/kitap/olay üzerinden dersler yürütmekte.
Söz konusu derslerde ortaklaşılan teorinin pratiği olan amellerin derlemesi, Özgür Açılım Platformu’nun ilk Faaliyet Raporu Şubat 2010’da ÇIKIŞ adı ile çıktı. Müslümanca düşünüşü ciddi biçimde sekteye uğratan modern ve ötesi ve benzeri kaostan Çıkış’a ve Biz’im Allah’ın izni ile dosdoğru yola Çıkış’ımıza bir gönderme ile, içinde yaşadığımız çağa müşterek ilk bakışımız ve nakışımız bu. Kevser Çakır ve Birsen Korkmaz’dan sonra, ikinci yılda bu görevi Adnan Akan ile birlikte devralan sözcümüz Sema Erdoğan’ın ‘Bismillah Dedik Çıktık Yola’ adlı yazısı ile başlıyor Çıkış. 38 sayfa ve 1000 adet basıldı. Matbaa’da Cavit Göveç, Allah kendisinden razı olsun, tam destek verdi. Özgür Açılımlılar tarafından, başta İstanbul olmak üzere, birkaç büyük şehirde, üniversitelerde, kültür merkezlerinde ve ilgili etkinliklerde bir mevsim diliminde ücretsiz dağıtıldı. Ebatı, kağıdı ve renk seçimleri ile sempati uyandıran Çıkış’ın tasarımı Onur Gülköken’e ait. Fotoğrafları Sabiha Çimen ve Cihat Caner imzalı. Özgür Açılım bu ürünü verene dek site editörlüğünü yapan Hüseyin Güneş ismi de anılıyor künyede. Öte yandan uzun bir isim listesi daha baştan dikkati çekiyor. Buradaki isimlere, kuruluş’un zor ilk yılında, emekleri için teşekkür borç bilinmiş: Mehmet Ali Başaran, Ahmet Kılıç, Fatma Turan, Büşra Bulut, Bülent Şahin Erdeğer, Tuba Metin, Ammar Kılıç, Rukiye Dindarol, Hatice Kübra Arslan, Ayşenur Korkmaz, Ersen Akyıldız, Esra Aydın, Şeyma Nur Boz, Betül Serdengeçti, Ahmet Muhsin Yurtoğlu, Sinan Erçin, Ezgi Kübra Güven, Şafii Çelik, Mustafa Coşkun, Elif Eren, Merve Çakır, Ayşenur Karahan, Ömer Faruk Karagüzel, Raziye Öztürk, Serdar Timur, Hatice Esra Aydın, Havvanur Tekin, Havva Yıldırım, Gülsüm Kavuncu, Şeyma Çalışan, Şehadet Ekmen, Betül Taşdelen, Fatma Saçlı, Hande Pekiner, Özgür Yalçın, Saliha Merve Kaya, Fatma Köse, Ozan Yüksel, Zübeyr Berk, Aysel Işıkvarlı, Emine Nur Çakır, Zeynep Uzunurgancı, Gülay Ergün, Şeyma Genç, Aslı Samur, Lütfiye Beceren, Dilşah Büşra Kartal, Ceyda Özen, Merve Nayman, Fatma Şişli, Şeyma Zulaloğlu, Sabriye Çetin, Melike Bayraktar. “De ki: Yâ Rabbi, gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir kuvvet ver.” (Kur’an, İsra Suresi 80. ayet)
Kâim İkinci yıllık
Özgür Açılım Platformu Çıkış’ın ardından İkinci Yıllığı Kâim’i ortaya koydu. Bir yıl sonra, Şubat 2011’de okurun önüne çıkan söz konusu eser sözlerden doğma, eylemlerden olma! Özgür Açılımlı gençlerin sergiledikleri şahitlikleri, serdettikleri itirazları, organize ettikleri programları ve haftalık derslerin ‘okuma’ notlarını derleyen bir dergi Kâim. 120 sayfa. Baskı’da İstanbul Matbaacılık, grafik tasarım’da Murat Kurtuldu imzası bulunuyor. Kâim, müslümanın birincil duasına, fatiha’sına selamla bakıyor muhatabına, bir fotoğraf kapağında: “Bizi dosdoğru yola ilet!” Üçüncü senenin sözcülüğünü Ammar Kılıç ile birlikte yürüten Tuba Metin’in giriş yazısı yapıyor açılışı: ‘Bismillah ile’
Mesel Üçüncü yıllık
Fatiha Suresi ile açılan ve Asr Suresi ile kapanan yıllığın iki kapağı arasında genişçe bir soruşturma dosyası öne çıkıyor. “Nasıl bir Müslüman Gençlik Hayal Ediyorsunuz?” sorusu üzerine Abdullah Yıldız, Abdurrahman Arslan, Abdurrahman Dilipak, Abdülaziz Bayındır, Ahmet Faruk Ünsal, Ahmet Mercan, Ahmet Örs, Ahmet Varol, Ali Ünal, Asım Gültekin, Atasoy Müftüoğlu, Ayşe Şener, Cihan Aktaş, Hilal Kaplan, Hüseyin Akın, Lütfi Bergen, Merve Kavakçı İslam, Metin Önal Mengüşoğlu, Muharrem Balcı, Nureddin Şirin, Ramazan Kayan, Senai Demirci, Sibel Eraslan, Süleyman Gündüz, Ümit Aktaş ve Yıldız Ramazanoğlu ‘nun duygu ve düşünceleri okurlarla buluşuyor.
Özgür Açılım Platformu, Mazlumder, Şefkatder, Akder, Emek ve Adalet Platformu, Kalplere Sevinç Bırakanlar İnisiyatifi ve Mavera Gençlik Hareketi ile birlikte sene içinde sokak eylemleri yapmış, evsizlerin hallerine dikkat çekmişti. Bu çalışmaların mahsulü olarak Türkiye’de evsizlerin durumu “Evli Evine, Evsizler Nereye?” adlı dosyada ele alınmış Mesel’in diğer dosyası Türkiye’de büyük bir sorun olarak ötelenegelen ‘zorunlu askerlik’ ile alakalı: “İbadetten İhanete Vicdani Ret” Abdurrahman Arslan, Adam Deen, Ali Emre, Ali Ural, Beytullah Önce, Davut Erkan, Muharrem Balcı, Ramazan Kayan ve Serdar Bülent Yılmaz ile yapılmış söyleşiler, okurlara farklı farklı alanlarda, 371
güncelliğini yitirmeyecek konuşmalar dinleme imkanı sunuyor. ‘Esirgeyen, bağışlayan direnmenin adıyla’ Atasoy Müftüoğlu’na armağan edilmiş Yıllık’ta Atasoy Müftüoğlu’nun gençlerle birlikte okuduğu, üzerinde dersler yaptığı kitapların listesi de yer alıyor. Mesel’i Bansky, Hasan Aycın ve Yusuf Kot’un karikatürleri; Ammar Kılıç, Salih Adıyaman ve Abdullah Sabit Tuna’nın afiş ve İllüstrasyon tasarımları derinleştirmekte. Mescitlerde, üniversitelerde, öğrenci evlerinde veya kültür sanat merkezleri ve benzeri yerlerde karşınıza çıkabileceği belirtilen eser, hediye edilmek üzere infak edilmiş olup, ücretsizdir. www.timeturk.com
Mesel, Mükellefiyetlere Dikkat Çeken Bir Yıllık Alıntılar Defteri’yle ayraçları vesileyle tanışıp Mehmet Ali Başaran’la söyleşi yaptığımda, uzun bir takibe başladığımı düşünmüyordum. Ara ara yazılar gözüme çarptı, çıkışlar, açıklamalar. Baktım ki Özgür Açılım Platformu, 28 Şubat’la dağıldığı ve Ak Parti iktidarıyla sindiği iddia edilen Müslüman gençlerin duruşunu, dilini, bu yeni vakitlerdeki yürüyüşünü bir cepheden gösteriyor. Türkiye’de Müslümanların sahip olduğu “ordunun peygamber ocağı olması” gibi konulardaki, sağcı ve militer kompleksleri bir çırpıda aşmış ve istikametine net bir perspektifle bakabilen bir birliktelik olarak tanıdım Özgür Açılım’ı. Her işlerini dikkat ve beğeniyle takip ettim, açık açık özendim yaptıkları işlere, geçen üç yıl boyunca. Tekel işçilerini ziyaret ederken de görüldüler, YÖK protestolarında yumruklarını sıkarken de.
“Sağcı ve militer kompleksleri bir çırpıda aşmış ve istikametine net bir perspektifle bakabilen bir birliktelik olarak tanıdım Özgür Açılım’ı.” 372
Üçüncü adımları Mesel oldu
Mükellefiyetlerine odaklı bir gençlik hayal ediyorlar
Yıllardır her Pazar farklı konu/kitap/olay üzerine düzenledikleri okuma ve toplantıları aralıksız devam ediyor. Bu soluksuz tempodan kalanları, o yılda biriktirdiklerini, üç yıldır yayımladığı yıllıklarla duyuruyor Özgür Açılım. Çıkış (2009), Kâim’in (2010) ardından geçen yılın semeresini toparlayan, Özgür Açılım’ın üçüncü yıllığı Mesel çıktı.
“Nasıl Bir Müslüman Gençlik Hayal Ediyorsunuz?” ise bir soruşturma. Her ekolden Müslüman yazarın dâhil edildiği çalışma, geniş bir perspektif oluşturuyor. Kimi cevaplar devrime işaret ederken, kimisi itidalle yol alınacak bir değişimi sabitliyor. Soruşturmanın sahih bir özeti olarak Yıldız Ramazanoğlu’nun cevabını işaretledim. Hayret ve haşyet makamını terk etmeyen, ikili ilişkilerde ve cemaatte haklarının değil mükellefiyetlerinin derdiyle kâim bir gençlik arzu ettiğini söylüyor Yıldız Hanım.
İki temel konusu var Mesel’in: “İbadetten İhanete Vicdani Ret” ve “Nasıl Bir Müslüman Gençlik Hayal Ediyorsunuz?” Vicdani ret konusunda ilk defa Müslümanlar arasından bu denli gür bir ses yükseliyor. Dosyada yer alan yazı ve söyleşilerde meselenin fotoğrafı net olarak ortaya konmuş oluyor. Enver Aydemir’in yazısı, daha öncesinde söylediği ve yazdığı cümleler gibi oldukça sıkı bir tebliğ ihtiva ediyor. İlk olarak Ahmed bin Bella’dan öğrendiğimiz vatan kavramının eleştirilmesine dönük Aydemir’in yorumları ve toplumun militarizasyonuna karşı cümleleri de yeni bir yolu işaret ediyor. Dosyada yer alan, Meryem Rabia Taşbilek’in kavramlar üzerinden gerçekleştirdiği oylumlu okuma ve tartışma tabir yerindeyse bir manifesto. Dikkatli bir şekilde okunması ve tetkik edilmesi gereken bir metin.
Mesel çıktıktan sonra düzenledikleri 3. Müslüman Öğrenciler Buluşması ise gerçekten önemli ve gerekliydi. Vicdani reddin konuşulduğu toplantıdan çıkan ortak metnin önemi, Özgür Açılım Platformu’nun yanı sıra, Hür Beyan Hareketi, Umut Gençliği, Felah Çağrısı ve Mavera Gençlik Hareketi’nin de imza koymasıyla daha da artmış bir çağrı oldu. Toplanmasındaki öneme ve güvene yakışan bir metin. Platform sözcüsü Filiz Işıker’in kelimeleriyle söylersek, “Her zaman sabırlı ve itidalli olmaya çalışan, adil olmaya çabalarken başkalarına ve kendisine zulmetmeden Allah’a sığınan iyi yürekli az sayıda” gençten oluşan Özgür Açılım’ın, başta Müslüman Öğrenciler Buluşmaları olmak üzere tüm işlerinde muvaffak olmalarını Allah’tan niyaz ediyorum. M. Fatih Kutan bir selam verdi
dunyabizim.com
373
Özgür Açılım Merve Akbaş
374
hizayı bozuyor! Özgür Açılım Platformu geçtiğimiz günlerde “Mesel” adlı bir yıllık çıkardı. “Bu platform ne işe yarar?” derseniz cevabımız şu: Onlar “Müslümanca bir tavır” ortaya koymak için yola çıkmış bir grup genç. Mesel de dertlerini yeniden dile getirdikleri ciddi bir ürün. Özgür Açılım’dan Filiz Işıker’le Mesel’i ve platformlarının diğer çalışmalarını konuştuk…
375
gibi bir ‘yıllık’ esasında. Mesel’den önce de KAİM ve ÇIKIŞ isimli yine yıl içerisinde yaptığımız işlere yer verdiğimiz faaliyet raporlarımız vardı. Ancak “Mesel” Allah’ın izniyle Kaim ve Çıkış’a nazaran çok daha iyi bir iş oldu. Emeği geçen herkese buradan çok teşekkür ediyoruz tekrar. Mesel’de özellikle öne çıkarmak istediğimiz birkaç önemli mevzu vardı. Biri ‘Evsizler’ bir diğeri ‘Vicdani Red’ meselesi. Bu mevzular biraz daha kıyıda köşede kalan, birçok Müslümanın belki gündeminde dahi olmayan meseleler. Müslümanların ciddi bir söylemi yok ne yazık ki bu iki mevzuyla alakalı olarak. Dünyanın birçok ülkesinde Vicdani Red bir hak olarak tanınırken Türkiye’de suç sayılıyor. Vicdani reddini açıklayan insanlar ciddi cezalara çarptırılıyor, halkı askerlikten soğutmakla suçlanıyor ve belki de en önemli husus bu insanlar sindirilmeye çalışılıyor. Çeşitli nedenlerle askerlik yapmayı reddeden kişiler uzun ve maalesef çok yıpratıcı bir süreç sonunda çürük raporu verilerek toplumda damgalanmış olarak yaşamlarını sürdürmeleri isteniyor. Diğer önemli mevzu ise Türkiye’deki ‘Evsizler’. Evsizlik özellikle büyükşehirlerde çok ciddi bir sorun. Bununla ilgili ne yazık ki devlet ve bilhassa belediyeler çok çok yetersiz kalıyor. Hava ancak sıfırın altına düştüğü zaman insanlar sokaklardan “toplanıyor”. Bizler bu sorunun
Özgür Açılım Platformu’nun adını son zamanlarda fazlaca duyuyoruz. Çalışmalarına ne zaman başladı platform? Özgür Açılım Platformu,
temelleri yaklaşık 4 sene evvel Bilgi Üniversitesi’nde birkaç Müslüman öğrenci tarafından atılan bir oluşum. Üniversite ortamında birçok oluşum var esasında ama kendinizi ait hissedebileceğiniz bir oluşum yoksa çok yalnız hissediyorsunuz ve söyleyecek bir sözünüz varsa eğer bunu tek başınıza yapmanız çok mümkün olmuyor. Çok sinik kalabiliyorsunuz. Ama sizin gibi düşünen daha doğrusu inanan birileriyle sesiniz hem daha gür çıkıyor hem de inandığınız değerleri daha çok insana ulaştırabiliyorsunuz.
Ne yapar Özgür Açılımcı gençler?
Özgür Açılım gençlerinin birçoğu üniversite öğrencisi, bir kısmı çeşitli işlerde çalışıyor. Ama hepimizi ortaklaştıran nokta olaylara bakış açımız. Yani Müslümanca bir tavır serdetmek. Elimizde “Mesel” adını verdiğiniz bir yıllık var. İçeriğiyle, baskısıyla dolu dolu, keyifli bir kitap gibi adeta. Nedir bu Mesel? Biraz anlatır mısın? Mesel sizin de söylediğiniz
376
bir an evvel çözüme kavuşturulması için birkaç duyarlı grupla sabahlama etkinlikleri gerçekleştirdik bu meseleyi gündeme getirebilmek adına ancak çok başarılı olamadık. Bizler evsizlerin yılın 365 günü barınabilecekleri, rehabilite edilebilecekleri mekânlar açılsın diyoruz.
bir duruştan kaçınan, birilerinden aldığı direktifler doğrultusunda değil Allah’ın emrettiği şekilde davranmayı kendine şiar edinen gençler olma duası ve çabası içerisindeyiz.
Bir haberde “Hizayı bozan gençlik” olarak tanımlanmışsınız. “Hiza” derken, neyi kast ediyoruz burada?
Önemsediğimiz bir diğer konu da İslami camianın önemli şahsiyetlerinin Müslüman gençler hakkındaki fikirlerini öğrenmek ve bunları bir şekilde derleyip paylaşmak. Çok ciddi sayıda isimle konuştuk. Bizi çok heyecanlandıran ve yüreklendiren değerli fikirlerini bizlerle paylaştılar.
“Hizayı Bozan Gençlik” tanımını, ‘Nasıl Bir Müslüman Gençlik Hayal Ediyorsunuz?’ isimli soruşturma dosyamızda Metin Önal Mengüşoğlu’nun sorumuza cevaben bize gönderdiği yazıya uygun gördüğü başlık. Haber de o başlığı manşet yapmış. Sanırım yerinde bir tanım olmuş. Zira hiza bu ülkede çok da iyi şeyler anımsatmaz birçoğumuza. Devlet resmi ideoloji sayesinde ülke insanını hizaya sokmaya çalıştı yıllardır. Zorunlu eğitim ve zorunlu askerlik uygulamalarıyla bunu en keskin şekilde yaptı. Hiza belki de milletin dinine, değerlerine “balans ayarı” çekmektir yeri geldiğinde. Hizayı bozmak işte bu kurguyu bozmak olabilir. Hizayı bozmak, üzerimizde oynanan gayri insani, gayri İslami, haksız ve hukuksuz oyunları bozmaktır. Hizayı bozmak Müslüman gençlerin boynuna borçtur. Hizayı bozmak bizim için namazdır, zekattır. Aslında bizler olması gerekeni yapıyoruz ya da söylüyoruz, yaptığımız işler toplumda genel bir “hiza”yı bozuyorsa bu iyi bir şey olsa gerek.
Mesel’in kapak dosyası “Nasıl bir Müslüman gençlik hayal ediyorsunuz?” başlığını taşıyor. Özgür Açılım bu sorunun neresinde peki? Bizler ilhamını Kur’an ve Sünnet’ten
alan ve bu minvalde çaba gösteren gençleriz. Hayatı bir bütün olarak algılayan, bölüp parçalamayan, adaletsizliklere karşı adil bir tavır takınan, mazlumun yanında olan ve belki de en önemlisi pasif ve edilgen
Mesel’e ulaşmak isteyen ve misalen Sivas’ta yaşayan bir genç ne yapmalı? Mesel’e ulaşmak zor değil. Bizden talep edildiği taktirde adrese gönderiyoruz. Bize mail atabilir arkadaşlar. Bazı illerde arkadaşlarımıza topluca gönderiler yaptık ancak tabi her yere gönderemedik henüz.
377
r Bismillahi
Biz ikilemler, tutarsızlıklar, sanılar ve sanallıklar çağında doğan gençler; İslam’ın üflediği ruhtan, dinamizmden ne ölçüde besleniyoruz? Zihnini, kalbini ve vicdanını kolaycılıkla başkalarının eline teslim eden edilgenler miyiz? Karışıp kalabalıklara, herkesleşerek, hüsrana mı döküleceğiz bu gidişle; bu gidiş nereye?
Bugünün dünyasının Türkiye’sinde, Kur’an’ı okuyan gençler olarak gidişata dair söyleyebileceğimiz sözlerimiz var mı? Hangi sorumluluk alanlarına ait hissediyoruz kendimizi? Nelerden rahatsızız? Kimleri rahatsız ediyoruz? Kendi aleyhine dahi olsa adaletle hüküm veren kişiler miyiz? İzzet ve şerefi heva ve heveslerde değil de Allah’ın yanında biliyor ve bulabiliyor muyuz?
ı r ğ
Biz genciz ve ilhamımızı Kur’an’dan alıyoruz. Kralın karşısına dimdik çıkan Mağara Arkadaşları’ndan, Calut’u alnından indiren Davut’tan, İsmail’den, Yusuf’tan, Mus’ab’dan, Hüseyin’den alıyoruz.
Kur’an’ın öğütlediği bir varoluş mücadelesinin peşinden gitmek istiyoruz. Adilliğin, hakperestliğin, şahitliğin ardından peşisıra koşmaktır niyetimiz. Sevgili Peygamberimizin (s.) adımlarını ‘yoldaki işaretler’ kabul edip, O’nun çizdiği ufka gözümüzü dikiyoruz. En derin, en ince ve en yüce anlamlarla donanan hayat kitabımız Kur’an’ı düne terketmeyecek; görünmeyen geleceğe, ütopyalara kurban vermeyeceğiz. O, zamanlarüstü olduğu kadar, bu zamanın da sokaklarını adımlar. Güne bakar. Bugünün gerçekliğine temas eder, yoksa İslam adına ortaya konan herbir söz, tavır, çaba hayalî zeminlerin, romantizmlerin, nostaljik duygulanmaların birer enstrümaahim! nına dönüşecektir. rahmanirr
O’nun Resulü Hz. Muhammed Mustafa’ya selam olsun.
Alemlerin Rabbi Allah’a hamd,
Platformu Özgür Açılım in Adalet! Özgürlük iç
Herkesi kendi imtihanında sahneye çıkmaya, banttan değil canlı yayına, başrol oynamaya, kendi şiirini okumaya, ilahî koroya katılmaya, baharlara kapılmaya, mazlumlara yardıma, zulümlere isyana, erdemliler ittifakına, Fatiha’da Biz’e, vakfedilmiş İz’e, bin tefekküre, bin tezekküre, bin teşekküre, genç olmaya ve genç ölmeye çağırıyoruz!
Biz, üniversite çevresinde bir araya gelmiş müslüman gençlik, insanlık tarihinin en eski ve gerekli davetini yineliyor, batıl karşısında hakkı teklif ediyoruz.
Birileri risk almadan ve sıkıntı çekmeden cennete gitme formülü bulmuş, bu formülü kurumsallaştırmış ve hatta ‘kimliğe’ bürümüş olsa da müslüman akıl bilir ki Kur’an ve Peygamber Hayatı aksini söyler. Müslüman akıl bilir ki ‘şeytan’ güncelliğini yitirmez!
‘Bizimkiler iktidarda’ olduğundan, değişimi parlamento siyasetinin dar kalıplarında aramak yeterlidir! Düzenin kendisiyle hesaplaşmak bir kenara bırakılabilir! Müslümanlar sistemle girişilen Hak kavgasından başka semtlere taşınabilir! İzle gör politikasına güdümlü kalabilir! Öyle ya, “bizimkiler iktidarda!”
İnsanı doğaya, doğasına, fıtratına, Yaratıcısına yakınlaştırma mücadelesi vermekle emrolunmuş müslümanlar son 10 yılda ‘orjinal’ bir bahaneye tutunmuş görünüyorlar bu topraklarda: “Bizimkiler iktidarda!”
Türkiyeli Müslümanların hatırı sayılır bir kısmı konfor ve iktidar keyfi sürerken, hatırı sayılmayan bir ‘azınlık’ ise, içine düşülen zihnî sömürgelikten özgürleşme derdinde.
Genç olmak en velûd zaman ve imkândır; burada soruyor ve sorguluyoruz.
ağ
irrahman
Bismillah
irrahim
Ev rewşa me diçe li ku?
destê kesên din dikin? Ma tev qerebalixê buyîn û wek herkesî tevgerînê ve emê bikevin ziyan û zirarê?
îslamê û dînamîzma wê dizanin? Gelo em kesên tebatî, yên ku mêjî, dil û ûcdana xwe bi rehetî teslîmê
Em ew cîwanên ku di dema dudilî, bêînsîcamî, zen û feraziyan de hatine dinyayê ne. Gelo em çiqasî rihê
de, li cem xwedê dizanin û dibînin?
dikin? Li dijberîya me xwe be jî, gelo em bi edaletê ve hikum didin? Gelo em rûmet û şerefê ne di hewesan
ji bo vê rewşê bibêjin hene? Em xwe di kîjan mijaran de berpirsiyar hîs dikin? Em ji çi aciz in? Em kê aciz
Em ew cîwanên vê Türkiyeyê, yên ku di dinyaya îroyîn de Quranê dixwînin in.Ma gelo gotinên me yên ku
hember qral û tîk sekinîne, Davutê ku Calut ji enîya wî avêtiye erdê, ji Yusuf, Mushab û Hüseyin distînin.
B an
Em cîwanin û îlhama xwe ji Quranê hildidin.Em hêza xwe ji wan hevalên şikeftê, yên ku derketine li
romantîk an jî nostaljîk.
wisa neba hemû gotin, tevger û hewldanên ku ji bo navê îslamê tên kirin wê bibana hewldanên xeyalî,
e, û ew kuçeyên vê demê jî bi gav dike. Ew li rojê dinêhêre.Ew têkiliyê bi heqîqeta îro ve datîne.Heke
terka do nekin.Emê wê nekin qurbana ûtopyayan û pêşeroja ku nayê xuya kirin.Ew li ser hemû deman
Emê kitêba xwe ya jiyanê ango Quranê, ya ku bi meneyên herî kur, xweşik û bilind ve hatiye dorpeçkirin
asoya pêxemberî me, ya ku wî xêz kiriye.
şahidiyê bezandine.Em gavên pêxemberê me yê delal wek “îşaretên rê” qebûl dikin û em çavê xwe dikûtin
Em dixwazin li du tekoşîna hebûnê, ya ku Quran temeyê dide me herin.Niyeta me li du edaletê, heqqê û
Hemd ji xwedayê Rebbê alemê û resûlê wî Hz.Muhammed Mustafa be.
hezaran sipas bikin, hezaran bibîr bînîn, bibin cîwan û cîwan bimrin.
Çeviri, Türk
an Tosun
dikin ku di Fatihayê de bibêjin em, şopa hatiye vaqifkirin bişopînin.Em bang dikin hezaran bifikirin,
biharê bibin. Alikarê feqîran bikin, serî li zilmê hildin. Piştgiriya kesên xwedî bi erdem bikin. Em bang
listika rola sereke dikin. Bangî xwendina helbesta xwe dikin. Em bang dikin ku beşdarî koroya îlahî û
Em bangî herkesî dikin ku bila derkevin li ser dika xwe. Ne weşana bandê, em bangî weşana zindî, bangî
dûbare dikin. Li hember bêbîniyê, pêşniyariya heqqê dikin.
Em cîwanên misilman, yên ku li zanîngehê hatine li cem hev, banga dîrokê, ya ku herî kevn û pêwîst
zane ku “şeytan” rojane ye û winda nabe.
“nasname”. Lê ne wisa ye. Mêjiyê misilman zane ku Quran û Pêxembêr berevajî vê dibêje. Mêjiyê misilman
Hinekan formûla çûyîna cennetê ya ku bê rîsk û bê acizî dîtine, ev formûl sazî kirine û wisa ku xistine
ye, çawa be “Yên me bûne îktidar!”
kirin êdî dikare li cihên din bê kirin! Polîtikaya “Temaşe bike û bibîne” êdî dikare bê rêxistin. Ma ne wisa
de bigerin. Ev besî wan e. Dikarin dev ji hesab ji hev pirsînê berdrin! Şerê heqqê, ya ku bi sîstemê ve tê
Ji ber ku “Yên wan bûne îktidar!” ew êdî dikarin guherandinê di nav siyaseta qalibên teng, ên parlementoyê
wan hatiye dayîn, di van deh salên dawîn de li ser vê axê pir rihetin: “Yên me bûne îktidar!”
Ew misilmanên ji bo ku mirovan nêzîkî xwezayê, kesayetiyê û xwedî bikin divê têkoşîn bikin ferman li
dibêjin “kêmanî” jî, rêya ji mêtinkariya zîhnî xelasbûyînê digerin.
Gelek Misilmanên li Türkiyê di nav rihetîyê de ne, kêf û zewqa îktîdarê diajon. Gelek kesên ku jê re
Cîwanî dema herî xweş û xwedî bi derfet e. Em li vir dipirsin û pirs dikin.
B an g
ﻟﺼ ﻼ ﺓ ﻋ ﻠ ﺇﻥ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻜﺮﻳﻢ ﻳﺘﻤّﻴﺰ ﻋﻦ ﻏﻴﺮﻩ ﺑﺄﻧﻪ ﻳﺴﻊ ﺍﻷﺯﻣﻨﺔ ﺍﻟﻤﺘﻌﺪﺩﺓ ،ﻭﻟﻴﺲ ﻣﻌﻨﻴﺎ ﺑﺎﻟﺤﺪﻳﺚ ﻋﻦ ﻰ ﻣﺎﺽﺭﺳ ﺍﻧﺘﻬﻰ،ﻪ ﺑﻞ ﻮ ﻟ ﻣ ﺤﻤﺪ ﺐ ﺣﻮﻝ ﺗﺤﻘﻴﻖ ﺍﻟﺤﻴﺎﺓ ﺍﻟﻴﻮﻣﻴﺔ ﻭﺍﻟﻤﺴﺘﻘﺒﻠﻴﺔ ﺍﻟﺮﺍﻗﻴﺔ ﻧﺮ ﻭﺍﻟﺴﺎﻣﻴﺔﻳﺪ ﺍﻟﻤﻌﺎﻣﻠﺔ ﺍﻟﻴﻮﻣﻴﺔ ﺳﻮﺍء ﻓﻲ ﻓﻲ ﺼ ّ ﺟﻞ ﺍﻫﺘﻤﺎﻣﻪ ُﻣْﻨ َ ُ ﺃ ﻥ ﻧ ﺴ ﻴ ﺮ ﺍﻟﻌﻤﻞ ﺃﻭﺍﻟﺒﻴﺖ ﺃﻭﺍﻟﺸﺎﺭﻉ ﺃﻭﺍﻟﻤﺪﺭﺳﺔ ﺃﻭﺍﻟﻤﺴﺠﺪ ﺃﻭﻏﻴﺮﻫﺎ ،ﻭﺇﻥ ﺿﺮﺑﻨﺎ ﺑﻬﺬﻩ ﺍﻟﻤﻌﺎﻧﻲ ﻋﺮﺽ ﻋﻠﻰ ﻛﺎﻥ ﺍﻟﺤﺎﺋﻂ ﺍ ﻟ ﻨ ﻬ ﺞ ﺍﻟﺬ ﻧﺼﻴﺒﻨﺎ ﻣﻦ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻜﺮﻳﻢ ﻣﺠﺮﺩ ﺍﻷﺣﻼﻡ ،ﻭﺍﻟﺤﻨﻴﻦ ﺇﻟﻰ ﺍﻟﻤﺎﺿﻲ ﻻ ﻏﻴﺮ.ﻫﺪﻓ ﻨ ﺎ ﺇ ﻗ ﺎ ﻱ ﺭﺳﻤ ﻣ ﺔ ﻭﺗﺤ ﻘ ﻴ ﻖ ﺍ ﻟ ﻧﺤﻦ ﺍﻟﺸﺒﺎﺏ ﻣﺼﺪﺭ ﻗﻮﺗﻨﺎ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻜﺮﻳﻢ ﻧﺴﺘﻤﺪ ﻣﻨﻪ ﺍﻟﻘﺼﺺ ﻭﺍﻟﻌﺒﺮ،ﻧﻨﻓﻘﺪ ﺍﻫﺘﻢ ﻛﺜﻴﺮﺍ ﺑﺎﻟﺸﺒﺎﺏ ﻌ ﻛﺜﻴﺮﺍ،ﺪﻝ ، ﻓﻤﺜﻼ: ﺣ ﺘ ﻰ ﻈﺮ ﺍﻟ ﻰ ﻭﻛﻴﻒ ﺍﻧﺘﺼﺮ ﻧﺒﻲ ﺍﷲ ﻧﺸﺎ ﺍ ﻷ ﻓ ﺩﻳﻨﻬﻢ، ﺃﺻﺤﺎﺏ ﺍﻟﻜﻬﻒ ﻭﻣﻮﺍﺟﺘﻬﻢ ﻟﻠﻤﻠﻚ ،ﻭﺻﺒﺮﻫﻢ ﻋﻠﻰ ﺍﻷﺫﻯ ،ﻭﻋﺪﻡ ﺗﻔﺮﻳﻄﻬﻢ ﻓﻲ ﻖ ﺍﻟ ﺬ ﻱ ﺧ ﻭﺳﻠﻄﺎﻥ ـ ،ﻭﻫﻜﺬﺍ ﺇﺳﻤﺎﻋﻴﻞ ،ﻄﻂ ﻭﻳﻮﺳﻒ،ﻟ ﻨ ﺎ ﺩﺍﻭﺩ ـ ﻭﻛﺎﻥ ﺷﺎﺑﺎ ـ ﻋﻠﻰ ﻋﺪﻭﻩ ﺍﻟﻤﻠﻚ ﺟﺎﻟﻮﺕ ـ ﻭﻛﺎﻥ ﺻﺎﺣﺐ ﻗﻮﺓ ﺑﻤﺜﺎ ﺑ ﺔ ﺳ ﻴ ﺪ ﻧ " ﺎ ﻣ ﻣﻌﺎﻟﻢ ﻭﻣﺼﻌﺐ ،ﻭﺣﺴﻴﻦ. ﻓ ﻲ ﺍ ﻟ ﻄ ﺮ ﻳ ﻖ ﻟﻦ ﻧ ﺘ ﺮ ﻙ ﻫﻞ ﺳﻴﻜﻮﻥ ﻟﻨﺎ ﺩﻭﺭ ﺇﻳﺠﺎﺑﻲ ﻣﺮﺷﺪﺍ، ﺣﻴﺎﺗﻴﺎ ﻣﺎ ﻣﻮﻗﻔﻨﺎ ﺍﻟﻴﻮﻡ ﻧﺤﻦ ﻓﻲ ﺗﺮﻛﻴﺎ ﻛﺸﺒﺎﺏ ﻧﻘﺮﺃ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭﻧﻌﻴﺸﻪ ﻣﻨﻬﺠﺎ ﻛﺘ ﺎ ﺏ ﺣ ﻴ ﻓﻲ ﺗﻮﺟﻴﻪ ﺍﻷﻣﻮﺭ ﻧﺤﻮ ﺍﻷﻓﻀﻞ؟ ﻣﺎ ﻭﻇﻴﻔﺘﻨﺎ ؟ ﻣﺎ ﻫﻲ ﻣﺴﺆﻭﻟﻴﺘﻨﺎ ؟ ﻭﻫﻞ ﻧﺴﺘﻄﻴﻊ ﺎ ﺗﺤﻤﻠﻬﺎﺗﻨﺎ ﺍﻟ ﻭﻓﻲﻘﺃﻱ ﻣﺠﺎﻝ ؟
ﻭﺍﻷﻭﻫﺎﻡ. ﻭﺗﻮﺟﻴﻬﺎﺗﻪ ﺍﻟﻌﺎﻟﻴﺔ ﻭﺍﻟﻌﻤﻴﻘﺔ ﻓﻲ ﺣﺎﺿﺮﻧﺎ ﻭﻣﺴﺘﻘﺒﻠﻨﺎ ،ﻣﺒﺘﻌﺪﻳﻦ ﻋﻦ ﺍﻟﺨﻴﺎﻝ ﻭﺍ
ﺪﷲ
ﺒﺴ ـﻢ ﺍ ﺑﻤﺜﺎﺑﺔ " ﻣﻌﺎﻟﻢ ﻓﻲ ﺍﻟﻄﺮﻳﻖ ﷲ ﺍ ﻟـ ــ ﺮ ﺤ ﻤ ﻦ ﺍﻟــ ـ ـﺮﺤﻴﻢ ﻧﺴﺘﻔﻴﺪ ﻣﻦ ﻣﻌﺎﻧﻴﻪ ﻟﻦ ﻧﺘﺮﻙ ﻛﺘﺎﺏ ﺣﻴﺎﺗﻨﺎ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻜﺮﻳﻢ ﻛﺘﺎﺑﺎ ﻳﺘﺤﺪﺙ ﻋﻦ ﺍﻟﻤﺎﺿﻲ ﻓﻘﻂ ،ﺑﻞ ﻧﺮﻳﺪ ﺍﻟﺃﻥﺤﻤ
ﻧﻨﻈﺮ ﺍﻟﻰ ﺍﻷﻓﻖ ﺍﻟﺬﻱ ﺧﻄﻂ ﻟﻨﺎ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﻣﺤﻤﺪ ﺻﻠﻰ ﺍﷲ ﻋﻠﻴﻪ ﻭﺳﻠﻢ ،ﻭﻧﺮﻧﻮﺍ ﺃﻥ ﻧﺴﻴﺮ ﻋﻠﻰ ﺇﺭﺷﺎﺩﺍﺗﻪ ،ﻟﺘﻜﻮﻥ
ﻫﺪﻓﻨﺎ ﺇﻗﺎﻣﺔ ﻭﺗﺤﻘﻴﻖ ﺍﻟﻌﺪﻝ ،ﺣﺘﻰ ﻧﺸﺎﻫﺪﻩ ﻋﻴﺎﻧﺎ ،ﻟﻨﻤﻴﺰ ﺑﻴﻦ ﺍﻟﺨﻴﺮ ﻭﺍﻟﺸﺮ.
ﺧﻠﻘﻨﺎ ﻷﺟﻠﻪ. ﻧﺮﻳﺪ ﺃﻥ ﻧﺴﻴﺮ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻨﻬﺞ ﺍﻟﺬﻱ ﺭﺳﻤﻪ ﻟﻨﺎ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﺍﻟﻜﺮﻳﻢ ،ﻓﻲ ﺗﺤﻘﻴﻖ ﺍﻟﻤﻌﻨﻰ ﺍﻟﺬﻱ ُ
ﻭﺍﻟﺼﻼﺓ ﻋﻠﻰ ﺭﺳﻮﻟﻪ ﻣﺤﻤﺪ
ﺍﻟﺤﻤﺪ ﷲ
ﺒﺴــﻢ ﺍﷲ ﺍﻟـــﺮﺤﻤﻦ ﺍﻟـــــﺮﺤﻴﻢ
Ç
Şe y eviri,
ﻧﻨﺎﺩﻱ ﻛﻞ ﺍﻷﺷﺨﺎﺹ ﻟﻴﺒﺬﻝ ﻧﻔﺴﻪ ﻭﻟﻴﺮﻳﻨﺎ ﺷﺠﺎﻋﺘﻪ ﻭﻣﻬﺎﺭﺗﻪ ﻓﻲ ﺍﻣﺘﺤﺎﻥ ﺍﻟﺤﻴﺎﺓ ﺍﻟﺨﺎﺹ ﺑﻪ ،ﻟﻨﺆّﺩﻱ ﺟﻤﻴﻌﺎ ﺩﻭﺭ ﺍﻟﺒﻄﻮﻟﺔ ،ﻟﻨﺴﺎﻋﺪ ﺍﻟﻤﻈﻠﻮﻣﻴﻦ ،ﻟﺜﻮﺭﺓ ﺿﺪ ﺍﻟﻈﻠﻢ ،ﻟﻠﺘﻔﻜﻴﺮ ﻭﺍﻟﺘﺄﻣﻞ ،ﻭﺑﺬﻝ ﺍﻷﺭﻭﺍﺡ ﻭﺍﻷﻧﻔﺲ ﻭﺍﻷﻣﻮﺍﻝ ﻷﺟﻞ ﺫﻟﻚ.
ma G
en
ﻧﺤﻦ ﺍﻟﺸﺒﺎﺏ ﺍﻟﻤﺴﻠﻢ ﺍﺟﺘﻤﻌﻨﺎ ﻓﻲ ﺍﻟﺠﺎﻣﻌﺔ ،ﻭﻧﻘﺘﺮﺡ ﺗﺠﺪﻳﺪ ﺍﻟﺪﻋﻮﺓ ﺍﻟﻘﺪﻳﻤﺔ ﺍﻟﻀﺮﻭﺭﻳﺔ ،ﻭﻫﻲ ﺃﻥ ﻧﺘﻌﺎﻭﻥ ﻋﻠﻰ ﺗﺸﺠﻴﻊ ﺍﻟﺤﻖ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺨﺮﺍﻓﺔ. ç
ﻓﻲ ﻫﺬﻩ ﺍﻟﺒﻼﺩ ﻣﻦ ﻳﺤﻴﻂ ﺑﺎﻟﺤﺎﻛﻢ ﻣﻦ ﺑﻄﺎﻧﺘﻪ ﺃﻛﺜﺮﻫﻢ ﻳﻔﻜﺮ ﻓﻲ ﺍﻟﻤﺎﻝ ﻭﻓﻲ ﻛﻴﻔﻴﺔ ﺍﺳﺘﺜﻤﺎﺭﻩ ،ﻭﻻ ﻳﻔﻜﺮﻭﻥ ﻋﻤﻠﻴﺎ ﻓﻲ ﺇﻗﺎﻣﺔ ﺍﻟﻌﺪﺍﻟﺔ ،ﻭﺗﻄﺒﻴﻖ ﻣﻌﺎﻟﻢ ﺍﻹﺳﻼﻡ ﺍﻟﺘﻲ ﻓﻴﻬﺎ ﺍﻟﺨﻴﺮ ﻟﻠﺸﻌﺐ ﺟﻤﻴﻌﺎ ،ﻭﻳﺴﺘﺒﺪﻟﻮﻥ ﺍﻷﻟﻔﺎﻅ ﺍﻹﺳﻼﻣﻴﺔ ﺑﻤﻌﺎﻧﻲ ﻏﺮﺑﻴﺔ ،ﺿﺎﺭﺑﻴﻦ ﻋﺮﺽ ﺍﻟﺤﺎﺋﻂ ﺍﻹﺳﻼﻡ ﻭﺍﻫﺘﻤﺎﻣﻪ ﺑﺎﻟﺤﺮﻳﺔ ﻭﺍﻟﻌﺪﺍﻟﺔ ﻭﺍﻟﻤﺴﺎﻭﺓ.
ﺗﻜّﻮﻥ ﺷﺒﺎﺏ ﻓﻲ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﺰﻣﺎﻥ ﺍﻟﻮﻟﻮﺩ ،ﻭﻫﻨﺎ ﻧﺮﺟﻊ ﺇﻟﻰ ﺃﻧﻔﺴﻨﺎ ﻭﻧﺴﺄﻟﻬﺎ ،ﻳﻌﻴﺶ ﻣﻌﻈﻢ ﺍﻷﺗﺮﺍﻙ ﺍﻟﻤﺴﻠﻤﻴﻦ ﻃﻴﺒﻲ ﺍﻟﻨﻔﻮﺱ ،ﻭﻟﻜﻦ ﺍﻷﻗﻠﻴﺔ ﻣﻨﻬﻢ ﻣﺤﺰﻭﻧﻮﻥ ،ﺑﺴﺒﺐ ﺣﺎﻝ ﺃﺻﺎﺑﻬﻢ ،ﺇﻧﻪ ﺍﻻﺳﺘﻌﻤﺎﺭ ﺍﻟﺬﻫﻨﻲ!!
ﺊ ﺍﻟﺴﻴﺮ ؟ ﻫﻞ ﻧﻌﺮﻑ ﺇﻟﻰ ﺃﻳﻦ ﻧﺴﻴﺮ ؟ ﻭﻧﺤﻦ ﻧﺨﺘﻠﻂ ﺑﺎﻻﺯﺩﺣﺎﻡ ﺍﻟﻔﻜﺮﻱ ﻫﻞ ﻧﺨﻄ ُ
ﻫﻞ ﻧﺴﻠﻢ ﻓﻲ ﻋﻘﻮﻟﻨﺎ ﻭﻗﻠﻮﺑﻨﺎ ﻭﻭﺟﺪﺍﻧﻨﺎ ﺇﻟﻰ ﻳﺪ ﺍﻵﺧﺮﻳﻦ ﺑﺴﻬﻮﻟﺔ ؟
ﻫﻞ ﻧﺤﻦ ﻣﻨﻔﻌﻠﻮﻥ ،ﻣﺘﺄﺛﺮﻭﻥ ؟
ﻛﺸﺒﺎﺏ ﻣﺎ ﻫﻮ ﻣﻘﺪﺍﺭ ﻧﺸﺎﻁ ﺃﺭﻭﺍﺣﻨﺎ ﺑﺎﻹﺳﻼﻡ ،ﻭﻛﻴﻒ ﻧﺠﻌﻠﻬﺎ ﻧﺸﻄﺔ ،ﻻﺳﻴﻤﺎ ﻭﻧﺤﻦ ﻓﻲ ﻋﻬﺪ ﺍﻟﻤﺘﻨﺎﻗﻀﺎﺕ، ﻭﺍﻟﻈﻨﻮﻥ ،ﻭﺍﻟﻐﻴﺮ ﻭﺍﻗﻌﻴﺔ.
ﻣﺎ ﻣﻮﻗﻔﻨﺎ ﺍﻟﻴﻮﻡ ﻧﺤﻦ ﻓﻲ ﺗﺮﻛﻴﺎ ﻛﺸﺒﺎﺏ ﻧﻘﺮﺃ ﺍﻟﻘﺮﺁﻥ ﻭﻧﻌﻴﺸﻪ ﻣﻨﻬﺠﺎ ﺣﻴﺎﺗﻴﺎ ﻣﺮﺷﺪﺍ ،ﻫﻞ ﺳﻴﻜﻮﻥ ﻟﻨﺎ ﺩﻭﺭ ﺇﻳﺠﺎﺑﻲ ﻓﻲ ﺗﻮﺟﻴﻪ ﺍﻷﻣﻮﺭ ﻧﺤﻮ ﺍﻷﻓﻀﻞ؟ ﻣﺎ ﻭﻇﻴﻔﺘﻨﺎ ؟ ﻣﺎ ﻫﻲ ﻣﺴﺆﻭﻟﻴﺘﻨﺎ ؟ ﻭﻫﻞ ﻧﺴﺘﻄﻴﻊ ﺗﺤﻤﻠﻬﺎ ﻭﻓﻲ ﺃﻱ ﻣﺠﺎﻝ ؟ ﻣﺎ ﻫﻲ ﺍﻟﻤﻮﺍﺿﻴﻊ ﺍﻟﺘﻲ ﺗﻘﻠﻘﻨﺎ ؟ ﻫﻞ ﻧﺤﻦ ﺃﺷﺨﺎﺹ ﻧﺤﻜﻢ ﺑﺎﻟﻌﺪﻝ ﻭﺍﻹﻧﺼﺎﻑ ؟ ﻫﻞ ﻧﺠﺪ ﺍﻟﻌﺰﺓ ﻭﺍﻟﺸﺮﻑ ﻋﻨﺪ ﺍﷲ ﺑﺨﺪﻣﺔ ﺩﻳﻨﻨﺎ ﻭﺇﺳﻼﻣﻨﺎ ﻭﻋﻘﻴﺪﺗﻨﺎ.
ﻭﻣﺼﻌﺐ ،ﻭﺣﺴﻴﻦ.
rrahe
the crowds and by becoming ‘anyone’? Where are we heading to?
give in their minds, hearts and consciences to others’ hands? Will we get frustrated by blending in with
and virtualities, live on the soul and dynamism that are blown by Islam? Are we the passives that easily
To what extent are we, the young that are born in the age of dilemmas, inconsistencies, suppositions
end? Can we find and acknowledge the dignity and honour not in the desires but alongside of Allah?
turbed by us? Are we those people that seek for justice in spite of being the disadvantaged ones in the
course of progression? Which areas do we feel responsible for? What are we disturbed by? Who are dis-
As young Qur’an readers of Turkey that we live in today, is there a word that can describe the general
!
right before the king, from David who killed Goliath, from Ishmael, Joseph, Mus’ab and Hussein.
ismi All B We are young and we take inspiration from the holy Qur’an. From the People of the Cave that stand up-
instrument of imaginary grounds, romanticism and nostalgic affectivities.
ni al a m h a r r ahi al
at the ‘day’. It touches the reality of today otherwise every word, attitude and effort will turn into an em
utopias and a future that cannot be seen. It paces the streets of this time besides being timeless. It looks
equipped with the deepest and the most elaborated, supreme meanings and will not sacrifice it to the
hammed (pbuh), regarding his steps as “signs on the way”. We will not leave behind our book of life that
of fairness, defending justice and testimony. We are staring at the horizon drawn by the Prophet Mo-
We want to go after an existence struggle preached by the Qur’an. Our intention is to pursue the track
And peace be upon His Messenger Mohammad Moustafa.
All praise is to Allah, Lord of the worlds,
a
i, Çevirto sand thought, to a thousand remembrance, to a thousand thanking, to being young and dying young!
Ş Halime
the oppressive, to the alliance of righteous people, to the “We” in Fatiha, to the devoted Sign, to ahthouin
poem, to join the Divine chorus, to be carried away with springs, to help the oppressed, to rebel against
We call everyone to get on the stage in his/her own trial, to play the leading role, to read out his/her own
tation of humanity history and offer the Truth against the Falsehood.
We, the young Muslims coming together around university, repeat the oldest and most necessary invi-
his actuality!
Qur’an and the life of Prophet (pbuh) tells the opposite. Muslim mind knows that ‘shaitan’ never fails
and institutionalize this formula and giving an “identity” to it, a Muslim mind always knows that the
Although some people find the formula of entering Paradise without taking risks and having difficulties
see’ policy! Of course, “our people are in power!”
that do not fight for the ‘justice’ but abide with the system! They can remain dirigible by the ‘wait and
policy! It can be left aside to settle accounts with the regime itself! Muslims can move to other districts
Since “our people are in power”, it is enough to seek the alteration in narrow forms of the parliament
last 10 years: “Our people are in power!”
nature, disposition, creation and the Creator, seem to rely on an “original” excuse on this lands for the
The Muslims that have been commanded to strive to make the human being closer to the nature, his/her
considerable” amount struggle for becoming free from being mental colonies.
While the considerable amount of Muslims living in Turkey enjoy the comfort and power, the other “in-
Being young is the most productive time and opportunity. We ask and question in this era.
! l l a
Soruşturm
“Kölelere özgürlük!” Kur’an, Beled Suresi
Rahmân Ve Rahîm Allah’ın Adıyla ASR şahit olsun; • Elbet insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır. • Ancak, Allah’a inanıp güvenenler, erdemli ve sorumlu davrananlar; ve birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.
a; Abdullah Yıl dız, Ahmet Mer can, Alev Er kilet, Ali Ay çil, A sım Gülte kin, Atasoy Müftüoğlu, Ayhan Bilgen, Bur han Kavunc u, Cahit Ko ytak, Celalettin V atandaş, Cih an Aktaş, F a tm a Barbarosoğ lu, Hüseyin Akın, İlham i Güler, Kadrican M endi, Mehm et Lütfi Ars lan, Metin Önal Mengüşoğlu , Muharrem Nazife Şişm Balcı, an, Sabiha Ünlü, Selah addin Eş Çakırgil, Sib el Eraslan, Ü mit Aktaş, Y R am a z a no ğ ıldız lu, Yusuf Ka plan Post er; Aliya İzzetb egoviç Tebaa Ve İtizalc iler Ali Şeriati D ua