Özel Akdeniz Başarı İlköğretim Okulu
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
2
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
Çanakkale Savaşı Hakkında Basılan
iLK HATIRA KiTABINDAN NOTLAR ganimet olarak alınan bir mitralyözün atış talimi seyredilir. Seyahatin dördüncü günü Anafartalar grubu ziyaret edilir. Burada Mustafa Kemal ile heyet bir araya gelir. Eserin bu kısmında yer alan ifadeler Mustafa Kemal’in kahramanlığının daha o günlerde nasıl dilden dile dolaştığının da göstergesidir: - Bu grubun kahramanı Mustafa Kemal Bey’e, bu büyük kumandana bütün İslamlar ve müttefiklerimiz medyunu şükrandır. Anafartalar’ın en nazik bir zamanında Mustafa Kemal Bey’in aldığı tertibat ve tertip ettiği bir hücum sayesinde boğaz büyük bir tehlikeden kurtulmuştur. Heyet-i İlmiye bu zatı şerife esasen ani-l gıyab (daha görmeden) gönül vermişti. Memduhları öyle bütün kemâlâtıyla karşılarında tecelli edince hepsi bülbül oldu, şakıdı. Her biri hissiyatını bir başka şekilde meydana koydu. Mustafa Kemal Bey de bilmukabele beyan-ı ihtisasat ederek heyeti büsbütün kendine meftun etti.
Ç
anakkale Savaşları esnasında cepheye, memleket müdafaasında gösterilen kahramanlıkların halka ve gelecek nesillere duyurulması amacıyla iki önemli heyet ziyareti gerçekleşmiş. Bu heyetlerden ilki, Harbiye Nezareti’nin teşebbüsleriyle tertip edilen “Heyet-i Edebiye” ikincisi ise Suriye, Filistin ve Lübnan’dan gelen, ağırlığını alimlerin oluşturduğu “Suriye ya da Arap İlmî Heyeti” Uryanizade Ali Vahid Efendi işte bu ikinci heyetin mihmandarlarından biri. 18 Ekim 1915 Pazartesi tarihinde başlayan, beş günlük ziyaretin anlatıldığı eserde, Ali Vahid Efendi duygu ve düşüncelerini, hissettiklerini edebi bir üslupla anlatmış.
Daha sonra harp sahalarını gezmek üzere heyet altıya ayrılmış, Ali Vahid Efendi İsmail oğlu tepesine giden gruba dahil olmuştur. İntikal esnasında etraflarına düşen top mermileriyle savaşı yaşamak da kendilerine nasip olur. Ali Vahid Efendi harp sahasını incelerken yerde bulduğu bir şarapnel parçasını eline alır. O esnada yakınında bulunan bir zabit, elindeki şarapnelin bir askeri şehit ettiğini söylemesi üzerine Ali Vahid Efendi elindeki parçayı hüzünle yere atar. Geç bir vakitte kaldıkları yere dönerler. Fırtınalı bir geceden sonra sabah, heyet Hasan Mevsuf tabyasını ziyarete gider. Burada anlatılanlar Güllenin bini bir paraya... Bir oraya, bir buraya lap lap, güp güp düşer durur. Bini bir paraya... yine inayeti ilahinin, zaferin kazanılmasındaki tesirini izah etmektedir. İnsanı “Allah” kolluyor. Yoksa sağ kalmak ne mümkün. Ortalık ateş içinde. Milletin de gözüne ne gülle görünüyor, ne bir şey. Ateş gibi çalıştı. İki dakika içinde onca cephaneyi uçurdu, siperlere yetiştirdi.
Düşmanın yerden gökten yağdırdığına asker metelik vermedi. Hazreti Allah böyle yürek verdi bu askere... Biz o ateş içinde çalışırken askerin biri de kalkmış şakır şakır oynuyor: “Zorla değil ya, öldürmüyor bu herifin güllesi be! Korkmayın!” diyor, göbek atıp duruyor. Çanakkale cephesine dair eserde anlatılan son iki hatıra ise Uryanizade’nin son gece karşılaştığı bir doktordan dinlediği hatıralardır.
Heyet, Akbaş İskelesi’nden cepheye ulaşıyor. Buradaki şehitlik ziyaretinden sonra kalacakları yere geçiyorlar. Ertesi sabah top sesleri arasında kılınan bayram namazı ve namazdan sonraki bayramlaşma eserde genişçe anlatılıyor. Öğleden sonra Arıburnu Cephesi’ni ziyarete gidiliyor. Arıburnu Cephesi’nde anlatılanlar bize hem kahraman askerlerimizin tevazusunu hem de Çanakkale Savaşları esnasında yaşanan ilahi yardım, muhafaza ve inayetin askerlerce nasıl hissedildiğini anlatıyor:
O gece mülaki olduğum bir doktor da şöyle hikâye ediyordu: “Şu askerin bu harpte gösterdiği metaneti, fedakârlığı tarif kâbil değildir. Bakarsın bir asker gelir, kol parçalanmış: “Doktor şu kolumu kes!” der, fütûr bile etmez. Kolunu değil, sanki saçını kestirecekmiş gibi lâkayıt davranır, bir taraftan da “Ah canına yandığım. İntikam alamadım.” diyerek göğsünü yumruklar durur. Hele o hastanelerdeki mecruhlar sabretmezler de, henüz yaraları iyileşmeden gizlice taburlarına kaçıp tekrar harbe girerler. Bir defa da tuhaf bir şey oldu. Bu da askerlerimizin ulûvvi cenabını (yüksek ahlakını) gösterir. Malum ya bazı yerlerde bizim siperlerle düşman siperleri arasında mesafe pek azdır, hemen 15-20 hatve (adım) kadar bir şey. Bir gün böyle yakın bir Fransız siperinden bizim sipere bazı murdar şeyler atılır. Bizim askerler de bunların yaptıklarına karşılık bir mendilin içine biraz fındık, ceviz koyup o düşman siperine atarlar. Çıkının içindekini gören Fransızlar yaptıklarından utanmış olmalılar ki hemen o mendilin içine bisküvit bağlayarak tekrar bizim sipere atarlar. Bir daha da o siperden bize ateş edilmez. Daha bunun gibi neler…
- Kumandan Bey bize civarda cereyan eden vakayi’-i azîme (önemli olaylar) hakkında tafsilat verdiler. Vaziyetleri hiç gözümün önünden gitmez. Ayağa kalkıp gür bir ses, açık bir lisanla hikâye ettikleri vakayi’in mevki’lerini (olayların yerlerini) de elleriyle gösterirlerdi. Biz onların muvaffakiyetlerini tebrik ve huda pesendâne (Allah rızası için) mesailerinden dolayı kendilerine teşekkür edecek olduk, hazret hiç oralara yanaşmayıp: ‘Efendiler siz ne söylüyorsunuz? Biz mucizeler gördük, harikalar seyrettik. Bu böyle iken biz nasıl olur da kendi sa’y ve tedbirimize bir kıymet verebiliriz? Alimallah öyle işler oldu, öyle şeyler görüldü ki ne akla sığar ne de fenne! Bunlar vikayat-ı ilahiden (Allah’ın koruması) başka bir şey değildir.’ diyordu.
- Ba’dez- zafer (zaferden sonra) “Hasan Mevsuf” namı verilen tabyaya giderek oradaki bataryayı ziyaret ettik. Zabitandan biri eliyle toplardan birini okşayarak bize dönüp: “Efendiler! Düşman 5 Mart’ta (Miladi 18 Mart) yalnız bu bataryaya tam üç bin mermi attı. Lakin saklayan Allah sakladı. Düşmanın yaptığı zarar işte bundan ibarettir bakınız.” diyerek ehemmiyetsiz çizintiyi gösterdi. Ben kendimden geçerek hemen dudaklarımı o hilafet kapısının mübarek kilidi üstüne koyup tebrik ettim.
Diğer bir zat da, şöyle hikâye eyledi: Bir gün düşman gemileri bir sahayı saatlerce ardı arkası kesilmeksizin dehşetli bir atış altına aldı. Yüz binlerce mermi atarak yaktı, yıktı; kastı kavurdu. Orasını öyle bir hale getirdi ki saklanacak yer koklanacak hava bırakmadı. Bunun üzerine düşman başladı oraya askerini çıkarmaya. Hesapça artık karşı koyacak kimse kalmamıştı. Lakin tam sırası gelince bir “Allah Allah” tır koptu. Bizim asker hücuma kalkmıştı. Şaşılacak şey! Sanki sur-u İsrafil’e karşı ölüler dirilip kalkmışlardı! Onları saklayan “Allah” saklamış o kadar atış, o kadar kıyamet onlara tesir etmemiş. Üzerlerine melekler kanatlarını germiş. İşte düşman bu hal, bu harika karşısında neye uğradığını anlayamadı. Akıl ve fen de mahcup kaldı.
Tepenin vechi tesmiyesi (isim verilmesi) hakkında izahat verdiler. Kale-i Sultaniyeli Hasan Bey o bataryanın kumandanı, Trablusgarplı Mevsuf Bey de takım zabiti imiş. 5 Mart’ta (Miladi 18 Mart) boğazda vuku bulan şiddetli taarruzda kemal-i maharet ve şecaatle (cesaretle) bu bataryayı idare eden bu iki zat ikindi vakti birbirini müteakip burada yaralanarak şehit düşmüşler. Biz o iki mübarek zatla diğer şühedanın ruhlarına Fatiha okurken boğazın koyu mavi dalgaları koşup geliyor, düşmanın mağruk (batık) tahte’l-bahrinin (deniz altısının) meydanda kalan aksamına çarparak köpükler saçıyordu.
Sonrasında heyet, harp sahalarını ve siperleri ziyarete devam etmiştir. Bu bölümde ve eserin değişik yerlerinde Ali Vahid Efendi, yolların, siperlerin intizamından ve harcanan emeğin büyüklüğünden övgüyle bahseder. Üçünçü gün hastane ziyaretleri yapılır. Öğleden sonrasında ise
Özel Akdeniz Başarı İlköğretim Okulu
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ Sahibi Özel Akdeniz Başarı İlköğretim Okulu Adına Akif İNCİ Yayın Kurulu Ömer TUNÇ Yayın İnceleme Kurulu Pınar GÖK - Türkan MUMCU Ümmiye KUTSAL - Hatice TAŞKIRAN İdare Yeri Özel Akdeniz Başarı İlköğretim Okulu Manavgat / ANTALYA Tel: 0.242 776 66 55 Görsel Yönetim
Tel: 0.242 241 07 80 www.nbajans.com - info@nbajans.com Basım Yeri Arslan Matbaa - 0.242 340 09 15 Gazetemizde yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
-Kirmastılıyım (Bursa Mustafakemalpaşa ilçesinin eski adı). Adım Hacı Mehmed. -Yaşa be Hacı Mehmed! Sen ne vakitten beri buradasın? Buralarda neler gördün söyler misin? -Ah Efendi neler görmedim ki... Lakin doğrusunu istersen, bu sefer millet iyi tuttu işi... Asker de of demedi. Bakarsın ayak dağılmış, darmaduman olmuş. “Hayla arkadaş arabayı! Korkma biz dayanırız.” derdi. Çok defa biz yorulur uyurduk, arabayı o halleriyle yaralılar haylarlardı. Ne bizde, ne de hayvanlarda dinlenmek var. Hayvancıklarıma torbayı bile yolda takardım. Hem yerler hem giderlerdi. Geceyi gündüze kattık. Dayanmakta olursa bu kadar olur... Efendi! Sen ne dersen de! Asker, Balkan Muharebesi’nin öfkesini bu düşmanlardan aldı. Yahu vuruluyor da “of” demiyor bu asker. Usulcacık yanındakinin kulağına: “Ben vuruldum arkadaş.” der, verir silahını, fişengini yanındakine. Kendi sessiz sedasız çekilir, ölür de gık demez be! -Eyy Hacı Mehmed! Söyle bakayım daha neler gördün? -Ah be efendi! Hangi birini söyleyeyim? Bu düşmanın bize yapmadığı kalmadı; ama iki para etmedi. Demin ateş içine girdin mi demiştin. Şimdi hatırıma geldi. Bir gün “Kirte” tarafında rap arabalarına cephane veriyorduk. Bir şarapnel geldi, orada bizimle beraber çalışan bir delikanlıyı parçaladı. O zavallı can alıp can verirken bize: ”Aman Kardaşlar! Ben gidiyorum, siz elinizi çabuk tutun! Cephaneyi yetiştirin! Kardaşlarımız siperlerde ateş içinde.” diyerek ruhunu teslim etti. Biz de yaradanım Allah dedik, yapıştık cephaneye ha babam ha!
Daha sonra heyete bir tabyanın nasıl işlediğini gösteren bir atış talimi yapılır. Uryanizade, tabyadaki askerlerin intizamına hayranlığını ifade etmektedir. Akşam üzeri, gezinin bu son gününde, kaldıkları yere doğru at arabalarıyla hareket ederler. Uryanizade Ali Vahid Efendi’nin arabacıyla arasında geçen konuşmalar oldukça önemlidir. Arabacı cephede, cephane ve yaralı taşıdığı için bizzat savaşı yaşayan biridir. Pek çok olaya şahit olmuştur. Yukarda anlattığımız hatıralar daha çok Çanakkale Savaşları’ndaki ilahi inayeti vurgularken, arabacının anlattığı hatıralarda cephede savaşan askerin metaneti öne çıkmaktadır. Çanakkale destanının bu eşsiz kahramanlık tablolarını bizzat kendilerinden dinlemeniz için sizleri Uryanizade Ali Vahid Efendi ve Arabacı Hacı Mehmet ile baş başa bırakıyorum: - Sen nerelisin, adın nedir?
Eserde anlatılan hatıralar maalesef burada bitiyor. Hatıraların tamamı düşünüldüğünde Çanakkale Savaşları’nda iki önemli hususun öne çıktığını görmek mümkün. Birincisi askerin sarsılmaz metaneti, ikincisi de Allah’ü Teala’nın muhafazası ve inayeti. Çanakkale Savaşları’ndan maneviyatın çıkarılmaya çalışıldığı şu günlerde, bizzat savaşan komutanların ağzından ifadeler içeren bu eserin, Çanakkale ruhunu gerçekten anlamaya çalışanlar için çok güzel bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
3
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
Çanakkale’de
BOMBARDIMAN
ALTINDA YAZILANLAR...
M
ehmet Kâzım Efendi [Eşmeli]’nin muhârebe esnasında düşmanın hemen her gün denizden ve havadan gerçekleştirdiği bombardımanlar altında tuttuğu günlükteki sıcak notlardan onun şahit olduğu ilâhî yardıma dair bölümleri ve aynı günlükten; harbin bütün dehşet ve şiddetini, yaşanan kayıpları, hastahaneleri bile bombalayan haçlı karakterini, neticede Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zaferin bizden yana tecellî ettiğini anlatan notlardan bazıları da şöyle:
11 Mayıs 1331 Cuma günü zâbitân efendilerin Şevki Bey’in taburunda mayıs maaşlarını ahz etmek [almak] için nezdimde bir süvari ile birlikte Harafem Çiftliği’ne giderken Maydos’tan [Eceabat’tan] geçiyorduk. Alaturka saat 4’te dış denizden düşmanın donanması Çanakkale’yi bombardıman edip öyle zannettim ki deniz kenarında bizim toplarımız düşmanın tayyâresine endaht ediyor [atış yapıyor]. Veyahut denizde tahtelbahre [denizaltına] ateş ediyor. Hâlbuki düşmanın gemiden endaht ettiği mermi, Kale-yi Sultânî’ye düştüğünde ol kadar patlıyor, yanımızda gibidir. Maydos’un içerisinde askerler var idi. Hemen kaçıp Akbaş’a gidecek yolun sahilde bir büyük tepe arkasına millet tecemmu ve dehçiler gelip mübârek dehler top ve mermi gürültüsünden acı acı bağırmaya başladılar. Düşmanın birinci mermisi Çanakkale Çimenkale’nin yanına düştü. İkinci mermi, deniz kenarına düştü. Üçüncü mermi cephânelik şark-ı cenûba 200 hatve [adım] ilerisindeki hanelere düşüp hemen büyük bir harîk [yangın] zuhur etti. Cumartesi sabaha kadar harîk teskin olmamıştı. Hafazanallah az kaldı cephaneliğe tesadüf ediyordu. Çok şükürler olsun Cenâb-ı Hakk’a ol tehlikeden bizleri kurtarıp şâduman eyledi.
24 Temmuz’da [1331] Arıburnu Cephesi’nde şiddetli muharebe olmuştur. 28 Temmuz’a kadar muhârebe devam edip akşam üzeri biraz teskin olmuştur. 29’uncu akşamı gece saat 6’da muhârebe devam edip şiddetli muhârebe olmuştur. 25 Temmuz’da Cuma gecesi [Perşembe akşamı] Bolayır Cephesi’ne yakın Anafarta Tepesi’ne düşman 7000 efrad çıkarıp büyük bir muhârebe olmuştur. O geceki muhârebeden yiğit, bin gazi, Akbaş İskelesi’ne gelip vapura râkiben Lapseki Hastahanesi’ne gönderilmiştir. 26 Temmuz 1331 tarihinde Gelibolu civarında donanmamız Barbaros, düşmanın iki adet tahtelbahirleri tarafından torpillenip batırılmıştır. İçerisinde tayfaları dahî kurtulamamıştır. 27 Temmuz 1331 tarihinde 15 buçukluk obüs topları Arıburnu’na 6 çift manda ile getirilip hemen düşmana endaht [atış] olduğunda İngilizler firar edip sâhile dökülmüştür. Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, cümle ordularımıza kuvvet ve cesaretle muzafferiyet ihsan buyursun, âmîn… 28 Temmuz 1331’de Arıburnu Cephesi’nde bulunan toplarımız düşmanı denize kadar püskürtüp 350 esir alıp Akbaş’ta Şirket Vapuru’na bindirilmiştir.
Gönüllü Bombacı “Henüz 13 yaşında bir küçük delikanlı... Fotoğrafın üzerinde bir not... “Gönüllü Bombacı” Başka bir bilgi düşülmemiş... Duruşuyla, kararlığıyla, gözlerinden okunan özgüveniyle “Gönüllü Bombacı”... Ne yapmıştı da ona bu sıfatı layık görmüşlerdi?”
28 Temmuz 1331’de yevm-i Salı ikindi vaktinde düşmanın 3 adet tayyaresi Akbaş İskelesi’nde bir saat kadar dönüp 5 adet bomba attı. Biri denize diğerleri iskele kenarına ve iskelenin yanlarına düşüp 1 jandarma şehit ve 1 başıbozuk mecruh ölüp maûne de duhan yüklü olarak harîk zuhuruyla mauna batmıştır. Başka zâyiat yokdur, elhamdülillâh. 3 Ağustos 1331 yevm-i Pazartesi sabahleyin dış denizden düşmanın donanması Akbaş
İskelesi’ni bombardıman edip birinci mermi mezkûr iskelenin 100 metre mesafesinde tepeye düştü. Tepenin altında ise asker ve postahane var idi. Elhamdülillâh hiç sakatlık yoktur. 2’nci, 3’üncü mermiler iskelenin kenarında kuma düştü. Fakat iskelenin yan tarafına düştüğünden hiç sakatlık olmadı.
3 Ağustos 1331 yevmi Pazartesi ikindi zamanı Akbaş İskelesi Gelibolu’ya karşı iskelenin bir kurşun menzilinde deniz kenarında hastane olup hastaneye iki defa olarak dış denizden bombardıman edip hastane ise çardak gibi çam ağacı ve dalından olup ol kadar yandı. Elhamdülillâh, hastaları içerisinden güç [de olsa] kurtarıldı. Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, cümle ümmet-i Muhammed’i kazalardan saklasın, âmin. Mermiler bizim cephane kolunun üzerinden geçerken bayağı bağırıyordu; vızıltısı, on dakikalık yere gider.
3 Ağustos 1331 tarihinde tayyareler gelip 5 adet bomba attılar. Biri az kaldı büyük vapura tesadüf edecekti. Diğer mermileri Akbaş Meydanı’nda arabacılar üzerine ve iaşe önünde düştü. Yiğit gazilerden iki nefer şehit ve üç nefer mecruh [yaralı] olmuştur. Başka sakatlık yoktur. 4 Ağustos 1331 yevmi-i Salı Akbaş İskelesi’nde cephane nakline memur bulunduğum esnada sabah erken saat 9 buçukta düşmanın tahtelbahiri deniz kenarında yük ihraç eden Şam ve Halep vapurlarının arasında Almanya vapurunu torpilleyip mezkûr vapur 1 milyon 400.000 kilo arpa ile karaya yan tarafına olarak oturdu. Torpilin isabeti vapurun orta yerinden sakamet idi. Tayyaremiz hemen yetişip tahtelbahire 2 adet bomba attı. Fakat isabet ettiremedi. Cenabı Hak büyük kazalardan cümlemizi muhafaza eylesin, âmin. 6 Ağustos 1331 yevmi Perşembe Arıburnu’nda toplarımız pek şiddetli muharebeye devam etmişlerdir. 7 Ağustos 1331 yevmi Cuma saat 11.50 raddelerinde düşmanın tayyaresi Akbaş İskelesi’nde bulunan Şam vapuruna 1 adet bomba atıp vapurun içerisine düştü ise de [sadece] 3 nefer şehit olmuştur. Başka vukuat yoktur. 8 Ağustos 1331 Cumartesi 3 adet tayyare birden gelip sabahleyin üçer bomba attılar. Elhamdülillâh bir kaza olmadı. 11 Ağustos 1331 yevm-i Salı İtalya ile İngiliz donanmaları Boğaz’da büyük hücumlar ettiler. Donanmaları adanın arka tarafından bombardıman ediyordu. Kumkale’deki büyük çaplı toplarımız bombardıman ediyordu. O büyük toplar patladığı zaman -hâşâ şümme hâşâ- gök gürler gibi sesleri çıkardı. Kıyametten bir alâmet idi. Rabbim Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, biz âciz kullarının kusurunu afv ile elhamdülillâh muzafferiyeti yine bizim ordularımıza ihsân eyledi. 25 Ağustos 1331 Salı saat 6’da dış denizden düşmanın donanması 22 adet mermi endaht edip Akbaş İskelesi’ne ve civarlarında bulunan demirhane ve tayyare topçularının ve cephane kollarının yanlarına yakın mermiler düştü ise de hikmeten lillâh hiçbir kaza zuhûr etmedi ki, Cenâb-ı Lem-yezel Hazretleri’ne şükürler olsun.
4
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
18
Mart Deniz Savaşı’nda şehit olan askerlerin anısını yaşatmak ve kahramanlıklarını yâd etmek amacıyla olaydan bir yıl sonra, 18 Mart 1916’da yapılacak ilk tören için girişimlere başlanmıştı. Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Nihat Paşa’ya gönderilen 12 Mart 1916 tarihli bir yazıda, “...18 Mart 1915 Deniz Savaşı münasebetiyle, bu tarihte şehit olan askerlerin hatıralarını yaşatmak ve yâd etmek amacıyla askeri bir tören yapılacaktır...” denilmişti. Türk askerleri için yapılacak tören ile ilgili olarak Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın bu törenlere ilişkin öneri ve temennileri sorulmuştu. Ayrıca, ilgili yazıda, dini töreni takip eden bir askeri tören ve resmi geçit yapılacağı, bu askeri tören ve resmigeçit için en uygun ve yakın birliklerin bu törene katılımlarının sağlanması istenmişti. Aynı yazıda Alman askerleri için de öğleden önce 10.30’da mezarlıkta dini bir tören yapılacağı belirtilmişti. Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın 15 Mart 1916 tarihli yazısında, 12 Mart 1916 tarihli yazı ile istenilen önerilerle ilgili olarak ayrıntılı bilgi verilmiş ve törenin ne şekilde yapılacağına ilişkin program ortaya konulmuştu. Yazıda, “...18 Mart 1915 Deniz Savaşı’nda kahramanca hakkın rahmetine kavuşan şehitlerimizin ve diğer askeri şehitlerimizin aziz hatıralarını yâd etmek için bu Mart’ın on sekizinci günü askeri bir tören yapılacak ve şehitlerimizin ruhlarına dua okunacaktır...”denilerek törenin amacı ile ilgili ayrıntılı bilgiler verilmişti (9).
Rumeli tarafında en uygunu tugay komutanının huzurunda ayrı bir tören yapılmasıdır. Toplantının ardından resmi geçit yapılacaktır. Bu konuda sizin tekliflerinizi de rica ederim. Erkan-ı Harbiye Yüzbaşısı (..?...) *** Genelkurmay ATASE Arşivi Klasör No: 4685 Dosya No:340 Fihrist No:45-1,45-3 45-6,45-7 Müstahkem Mevki Karargahı 02.01.1332 (15.03.1916) 5 Mart 1331 (18 Mart 1915) savaşlarında kahramanca hakkın rahmetine kavuşan şehitlerimizin ve diğer askeri şehitlerin aziz hatıralarını yad etmek için bu martın beşinci (18 Mart) günü bir askeri tören yapılacak, şehitlerimizin ruhlarına dua okunacaktır. 1) Burada bulunan bölümlerin oluşturulacak hastane birliği arkasındaki şehit mezarlığında 09.30’da toplanılarak burada inşaat istihkam taburunun imamı tarafından dua okunacak. Boğaz müstahkem mevki komutanı da duada hazır bulunacaktır. Merkez bölüğünden bir takım Nağra’dan bir takım Mecidiye’den bir takım İnşaat istihkam bölüğünden bir takım Hastaneden bir müfreze İstihkam bölüğünden bir takım Muhabere bölüğünden bir takım 2) Dardonos mıntıkasındaki birliklerden oluşan bir müfreze Dardonos civarındaki şehitlikte toplanarak dua edeceklerdir. 3) Hamidiye’deki mürettep bölük Hamidiye arkasındaki şehitlikte bulunarak Hamidiye Alman askerlerinin dini törenleri sona erince 3. Alay müftüsü tarafından burada şehit askerlerin ruhlarına dualar okunacaktır. 4) 4. Alaydan oluşturulan birlik merkez tabyalar gerisinde toplanarak burada tugay komutanı huzurunda dualar okunduktan sonra tugay komutanı tarafından bir muayene yapıldıktan sonra resmi geçit yapılacaktır. 5) Erenköy, İntepe ve Seddülbahir’de mıntıka ve grup komutanları tarafından kendimıntıkalarının uygun bir yerinde dini tören ve askeri tören yapılacaktır. 6) Yukarıda birinci maddede zikredildiği gibi hastane arkasında şehitlikteki duadan sonra birlikler yerlerine dönecek ve sadece subaylar komutasında, 3. Alay 2. Taburdan bir takım Dardonos mıntıkasından bir takım Merkez jandarma bölüğünden bir takım İstihkam bölüğünden bir takım Hamidiye’den oluşturulan bir takım (Bunlar saat 11.30’da Hamidiye tabyasında belirli bir düzen dahilinde muayeneyi müteakip resmi geçit yapacaklardır) 7) 6. Maddede gösterilen grupların subayları törene katılacaktır. 8) Törende giyilecek kıyafetler de şöyledir. Başta kalpak, resmi üniforma, belde kılıç ve bel kayışı, ayakta çizme olduğu halde nişan ve madalyalar da takılarak gelinecektir. Müstahkem Mevki Komutanı Genelkurmay ATASE Arşivi Klasör No: 4685 Dosya No:340 Fihrist No:45-9,45-10
Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın bu yazısında geçen “... Diğer şehitlerimizin aziz hatıralarını yâd etmek...” sözü ile de törenin, sadece 18 Mart Deniz Savaşı’nda şehit olan askerlerin anılması ile kalınmayıp, aynı zamanda diğer savaş alanlarında ve kara savaşlarında şehit olanların da anılmasıyla bu tarihin, “Şehitleri Anma Günü” olarak ilan edildiği anlaşılmaktadır. Söz konusu yazıda, törene katılacakların törende giymeleri gereken kıyafetlerle ilgili olarak uyulması gereken kurallara da geniş bir yer verilmişti. Buna göre subaylar törene başlarında kalpak olmak üzere resmi üniformalarını giyerek, bellerine kılıç ve bel kayışı takarak, ayaklarında çizme olarak ve aldıkları tüm nişan ve madalyalar takarak geleceklerdi. 16 Mart 1916’da yayımlanan bir tamimle “18 Mart’ta yapılacak askeri törenlerde aşağıdaki talimata uyulacaktır” denilerek törenin programı konusunda açıklama yapılmıştı. Buna göre; 1.Hamidiye tabyasında yapılacak resmigeçidi, 3. Alay Komutanı Kaymakam Zeki Bey komuta edecektir. 2.Subaylar törene nişan ve madalyalarını takarak, resmi kıyafet ve kalpak giyeceklerdir. Resmi geçit tüfekli yapılacaktır. Diğerler hususlar telefon ile bildirilecektir. 3.17 Mart’ta saat 10.00’da Hamidiye tabyasında, donanmanın resmigeçidi yapılacaktır. 18 Mart’taki resmigeçitte bulunacak askerler, bu törende de hazır bulunacaktır. 4.18 Mart’ta hava yağmurlu olursa, bunun için ayrıca emir verilecektir (15). Boğaz Komutanlığı’nın 16 Mart 1916 tarihli bir başka yazısında da tören ile ilgili ve taltif edilen subaylar hakkında bilgi verilmişti. Bu yazıya göre, 18 Mart 1915 Deniz Savaşı’nda şehit olan askerleri anma amacıyla bir askeri tören yapılacağı, zamanının da Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın programına göre öğleden önce 09.30’da başlayacağı, 10.30’da Hamidiye’nin girişindeki mezarlıkta Alman askerleri için bir dini tören yapılacağı, ardından da 11.30’da Hamidiye’de resmi geçit yapılacağı ve bu geçidi de Zeki Bey’in komuta edeceği bildirilmişti (16). Yine aynı yazıda, taltif edilenlerin isimleri yazılarak, törende bu kişilere ödül verileceği belirtilmişti. Buna göre, İkinci Sınıf Demir Salib Nişanıyla taltif edilenler arasında, İntepe 12’lik Tabya Komutanı Teğmen Şevket, İntepe 8,8’lik Usedom Tabya Komutanı Teğmen Sami, Çiftetepe Tabyası Komutanı Üsteğmen Abdullah, 14’lük Tabya Takım Komutanı Üsteğmen Niyazi, İkinci Grup Yaveri Hüseyin, İntepe İnşaat Bölüğünden Fahri’nin isimleri zikredilmişti (17). Sonuç olarak, Türk tarihinde önemli bir yere sahip olan Çanakkale Savaşlarının birinci dönemi olan 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Savaşı’nda şehit olan askerlerin, anılması için yapılan 18 Mart 1916’daki bu ilk tören, sadece bu şehitleri anmak için kalmamış daha geniş bir anlam kazanarak bütün şehitlerin anılmasını yönelik bir tören olmuştur. Böylece, 18 Mart tarihi “Şehitleri Anma Günü” olarak belirlenmiştir.
Ekler: Genelkurmay ATASE Arşivi Klasör No: 4685 Dosya No:340 Fihrist No:45 Çanakkale 28 Şubat 1331(12.03.1916) Müstahkem Mevki Komutanı Nihat Paşa’ya, Paşa Hazretleri,
5 Mart 1331 (18 Mart 1915) deniz savaşları münasebetiyle bu gün şehit olanların hatıralarını yaşatmak için küçük bir askeri tören yapılacaktır. Alman askerleri için öğleden önce 10.30’da mezarlıkta dini ayin yapılacaktır. Türk askerleri için de bir tören teklifinizi rica ederim. Muhtemelen dini ayini müteakiben topluca bir geçit töreni yapılacaktır. Bu meyanda en yakın ve uygun bataryalarla birliklerden de küçük temsilci birlikleri bulunabilir.
Boğaz Komutanlığı Çanakkale 3 Mart 1332 (16 Mart 1916) 1) 5 Mart 1331 Deniz Savaşında şehit düşen askerleri anma amacıyla bir askeri töreni yapılacaktır. Zaman: Müstahkem mevki komutanlığının düzenine göre öğleden önce 09.30’da bir dini tören yapılacaktır.10.30’da Hamidiye’nin girişindeki mezarlıkta Alman askerleri için bir dini tören yapılacaktır. Bunu müteakip.11.30’da Hamidiye’de resmi geçit yapılacaktır ve resmi geçide Zeki Bey komuta edilecektir. 2) Taltif: İkinci sınıf demir salib nişanıyla taltif olunanlar: -İntepe 12’lik tabya komutanı Mülazım-ı Evvel Şevket -İntepe 8,8’lik Usedom tabya komutanı Mülazım-ı evvel Sami -Çifte Tepe tabyası komutanı Mülazım-ı sani Abdullah -14’lük tabya takım komutanı Mülazım-ı sani Niyazi -İkinci grup yaveri Hüseyin -İntepe inşaat bölüğünden Fahri Bu yazı daha önce, SAYILIR, Burhan, “1915 Deniz Savaşı’nda Şehit Olan Askerleri Anma Amacıyla Yapılan İlk Tören ve Bu Törenin ‘Şehitleri Anma Günü’ Olarak İlan Edilmesi, Akademi Günlüğü Dergisi, Ankara 2005, künyeli olarak yayımlanmıştır.
Öğrencilerimizin Kaleminden... ÇANAKKALE’DEKİ YİĞİTLERİN ZAFERİ Çanakkale, destanların yazıldığı, Türk’ün asıl kahramanlığını gösterdiği yerdir. Kurtuluş Savaşı’nın kalbinin attığı yerdir orası. Bu savaş Türk milletinin azmini, dayanışmasını gösterir. Savaşın o zorlu yıllarında bir kuru ekmek yenilen öğünlere, hiç bitmeyen çatışmalara rağmen bu zafer kazanılmıştır. Bunu sağlayan ise Türk milletinin birliği, beraberliğidir. Toprağı sıksanız kan çıkan o günde milli dayanışmadır bizi birlikte tutan. Bu savaş kolay değildir. Savaş sırasında ortalık kan gölüne dönmüş, cesetler etrafa savrulmuştur. Düşman böyle bozguna uğratılmıştır. Büyük Önder Atatürk bizi bir araya getirmiş, ülkemizi işgalcilerden korumamıza öncülük etmiştir. Seyit Onbaşı ve daha nice kahramanlar yılmadan savaşmıştır. Çanakkale, bizim gururumuzdur. Bayrağımızdaki kırmızının anlamıdır, orada dökülen kandır. Bize düşen Atatürk’ün bin bir zorlukla kurduğu, Çanakkale’nin aydınlattığı “Cumhuriyet”imizi koruyup, kalkındırmaktır. Unutmayın “Çanakkale Geçilmez.”
Sebile ÖZTÜRK 7/D
ZAFERİN ADI “ÇANAKKALE” Dünya haritası yeniden çiziliyor, “Mehmetçik” Zaferin adı “ÇANAKKALE” Ellerde cetveller, kalemler Hasta adam diye anılan Osmanlı Ne Mutlu Türk’üm Diyene! Savaşan askeri “Mehmetçik” Zaferin adı “ÇANAKKALE” Ülküsüyle hareket eden yüz binler Bir an bile düşünmeden ölümü Şehidin adı “Mehmetçik” Bir lider doğuyor, Tarih ona gülümsüyor Zaferin adı “ÇANAKKALE” Conkbayırı’nda O, Anafartalar’da O Yanında her zaman “Mehmetçik” Zaferin adı “ÇANAKKALE” Medeni Avrupa bir araya gelmiş Yer gök kan olmuş Çelik gemiler boğaza dolmuş Boğazın her iki yanı “Mehmetçik” Zaferin adı “ÇANAKKALE”
ÇANAKKALE GEÇİLMEZ Köylüsü, kentlisi, kadını, çocuğu Gazisi, şehidi, her Türk insanı, Kanlarıyla yazdılar, Çanakkale Geçilmez! Orada bir destan yazdılar, Kılı kırk yardılar, Boğazları vermemek için, Düşmana meydan okudular. Bu topraklar uğruna, Susuz aşsız kaldılar, Kar kış demeden, Canla başla savaştılar. Öyle bir güç verdi ki Allah, Seyit Çavuş’a Kaldırdı adeta, Çanakkale’yi omzunda.
Düşman birçok denemeden sonra anlamış Karşısındaki asil bir millet Bulunduğu yer Türk’ün kutsal toprağı Tarihin akışını değiştiren A. Buse ERDOĞAN 7/D
Der ki kahraman şehitlerimiz: “Türk’üz, Müslüman’ız, Bu ülke için yaşar, Bu ülke için ölürüz, Yeter ki dalgalansın göklerde bayrağımız!”
Ceren GÖDEK 5/D
5
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
Ç
anakkale Deniz Zaferi’nin 95’inci yıldönümünde, merkeze bağlı Halileli köyü sırtlarındaki meçhul şehitliğin sırrı çözüldü. Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır, 95 yıldır gizemini koruyan şehitliğin Üsteğmen Hilmi Efendi’ye ait olduğunu açıkladı. Sayılır, yaptığı araştırmalar sonucunda, Meçhul Şehitliğin Üsteğmen Hilmi Efendi’ye ait olduğunu belirledi. Çanakkale Savaşları’nda çok sayıda Türk subayının şehit olduğunu anlatan öğretim üyesi Burhan Sayılır, bunlardan birisinin de Üsteğmen Hilmi Efendi olduğunu söyledi. Kayseri’de dünyaya gelen Üsteğmen Hilmi Efendi’nin 1905’te harp okuluna girdiğini, 1908 yılında ise teğmen olarak mezun olduğunu anlatan Yrd. Doç. Dr. Burhan Sayılır şunları söyledi: “1911’de üsteğmenliğe terfi eden Hilmi Efendi bu rütbede iken Balkan Savaşı’na katıldı. Çanakkale Savaşı’nda Anadolu (Asya) Grup Komutanlığı bölgesinde Kumkale’de bulunan 31. Alay 2. Tabur 6. Bölük’te görev yaptı. 25 Nisan 1915’te Kumkale’ye asker çıkarmak üzere yapılan yoğun İtilaf Donanması bombardımanda, Halileli sırtlarında bulunan askeri yapı isabet aldı ve tahrip oldu. Binada bazı asker ve subaylar sağ olarak, bazıları yaralı olarak
Ç
anakkale muharebelerinden sonra 1916 yılında inşa edilen bir abidenin fotoğrafları Avustralya Savaş Müzesi’nde ortaya çıktı.
Abide niçin dikilmişti? 25 Nisan 1915 çıkarmasından sonraki kara muharebelerinden bir netice alamayan itilaf kuvvetleri, Ağustos 1915’te Suvla Körfezi taraflarından yeni bir çıkarma planlamışlardı. Bu çıkarma esnasında Türk askerlerini yerinde tutmak ve Suvla taraflarına asker kaydırılmasını önlemek maksadıyla Arıburnu cephesindeki Anzak askerleri genel bir taarruza geçmişlerdi. Kanlısırt, Conkbayrı’na çıkan hatta bir tepedir. 25 Nisan günü burada cereyan eden savaşlar neticesinde 2000 şehidin kanıyla sulanmış ve kandan bir sırt haline gelmiştir. O gün bu sırta “Kanlısırt” adı verilmiştir. 6-7 Ağustos 1915 tarihindeki bu genel taarruz Anafartalar ve Kanlısırt’ta yoğunlaşmış ve o gün binlerce Türk askeri cepheyi tutmak için göğsünü vatana siper etmiş ve şehit olmuştu. Kanlısırt Muharebesi olarak bilinen bu savaşta, sadece burada 1520 şehit verilmiş ve 4750 asker yaralanmıştı. Avustralya savaş tarihçileri o günü anlatırken, Türk askerinin cesaretini hayranlıkla yad etmekte ve “…gerçekten de, Kanlısırt’ı kahramanca savundular.” demektedirler. Suvla Körfezi çıkarmasından da bir netice alamayan itilaf kuvvetleri Çanakkale’nin geçilemeyeceğini anlayarak Ocak 1916’ da yarımadayı terk ettiler. Kanlısırt’taki bu müthiş kahramanlığın hatırasına Türk askerleri tarafından “Düşmanı bu noktadan ileriye geçirmedik.” diyerek bir abide dikildi. Abide hakkında bilgiler Çanakkale Savaşı harp sahalarına dair en detaylı çalışma Şevki Paşa’nın 1916 yılında hazırladığı oldukça detaylı olan haritadır. Bu haritada her iki tarafın siperleri, mevzileri, anıtları ve şehitlikler detaylı olarak gösterilmiştir. Bugün Gelibolu Yarımadası’nda yeni yeni düzenlenen şehitliklerde bu harita esas alınmaktadır.
Kanlısırt’taki bu abidenin tam yeri Şevki Paşa tarafından işaretlenmiştir. Aynı haritada Çataldere’de de bir anıt olduğu anlaşılmaktadır. Çanakkale harp sahaları alanında ilk çalışmalarda bulunan rahmetli Ramazan Eren, ‘Çanakkale Kahramanları’ adlı kitabında bu abidenin kitabesi olduğunu söylediği bir metne yer vermektedir: Kanlısırt – Şehitler Abidesi Kitabesi İngilizlerin 38’liğe kadar mermi atan gemisi, bombası ve çivi saçan tayyaresi, yeraltından lâv püsküren lâğımı, yeryüzünden ateş ve çelik fırlatan obüs ve bombası vardı. Türk’ün ancak bir Allah’ı vardı. Bir de fedasından çekinmediği hayatı ile kanı. Türk’ün zoru İngiliz’i kaçırdı. Kaçan İngiliz kalan Türk’e şeref ve şan bıraktı. Bunu en çok şu sırtta gömülmüş kalmış binlerce kahramana borçlu olduğunu unutma. Ey zair! (Ziyaretçi!) Bu hatırayı muvaffakiyet, yiğit Türk şehitlerine 16. Fırka’nın cephenin en kanlı noktasında şükran ve ihtiram nişanesidir. Hülâsa, 125 rakımlı Şüheda Tepesi üstünde bu şehitlik şimdi yoktur. Burada gömülü şehitlerimiz 19. ,16. ve 2. Tümenlere bağlı birliklerin kahramanları idi. Foroğrafı kim çekti? 1919 yılında, içersindeki meşhur Charles Bean’in de bulunduğu Avustralya tarih komisyonu Gelibolu Yarımada’sında oldukça detaylı bir çalışma yapmıştır. Kanlısırt Şehitler Abidesi’nin ortaya çıkan bu fotoğrafı da bu komisyon tarafından çekilmiş ve bu güne ulaşmıştır. Bu fotoğraf Australian War Memorial de G01752 numarasıyla kayıtlıdır.
Kanlısırt Şehitler Abidesi’ni kim niçin yıktı? Türk askeri Çanakkale’de yazdığı kahramanlık destanına rağmen, Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup kabul edilmiş ve buna göre bir muameleye tabi olmuştur. Mondros Mütarekesi ve 1918’ de Lozan Antlaşması’yla Boğazların kontrolü ve dolayısıyla Gelibolu Yarımadası harp sahaları İngilizlerin yönetimine ve insafına terk edilmiştir. 1936 yılına kadar bu böyle devam etmiştir. Çanakkale’yi geçememenin uhdesi içinde kalan İngilizler Mondros Mütarekesi ve Lozan Antlaşması ile harp sahalarına, ellerini kollarını sallayarak girince ilk işlerinden biri, savaştan hemen sonra yapılan Türk abidelerini dinamitle patlatmak olmuştur. Dinamitle patlatılan bu abidelerin parçalarını memleketlerine yılbaşı hediyesi olarak göndermişlerdir. Bu yıkımdan kurtulan tek abide Kireç Tepe Jandarma Anıtı’dır. O da cepheye uzak ve sapa bir noktada olması sebebiyle muhtemelen gözden kaçırılmıştır. Kanlısırt Şehitler Abidesi’nin yerinde bugün ne var? Abidenin yerinde bugün boş bir alan var. Öylesine tahrip edilmiş ki temellerinden dahi eser kalmamış. Fakat tam yerini tespit edebilmek için elde yeterince kaynak mevcut. İlk olarak abidenin eldeki fotoğrafı yer tespitine imkân tanıyacak detaylar içeriyor. Özellikle abidenin arka planındaki tepelerin kıvrımları yer tespiti için önemli bir kaynak durumundadır. Bu fotoğraf elimize geçer geçmez hemen yer tespiti için Kanlısırt’a gittik ve anıtın yer tespitini sağlayacak fotoğraflar çekmeye çalıştık. İkinci olarak, abidenin yeri Şevki Paşa haritasında net olarak işaretlenmiştir. Harita uzmanları buradan hareketle tam bir tespitte bulunabilirler.
kurtuldu. Bazıları ise şehit oldu. Şehit olanların için de Üsteğmen Hilmi Efendi de vardı. Şehitler Çeşmesi adı verilen mevkide enkazdan çıkarılanlar için bir şehitlik oluşturuldu. Ancak bu şehitliğin kime ait olduğu yıllardır bilinmiyordu. Benim arşivlerde sürdürdüğüm çalışmalar neticesinde, kayıtlara kayıp olarak geçen Üsteğmen Hilmi Efendi’nin şehit olduğu ve yine o bölgede üsteğmen olarak görev yapan Mehmet Efendi tarafından enkazdan çıkarılarak bugün meçhul şehitlik olarak bilinen yere defnedildiği bilgisine ulaştım. Bu nedenle Meçhul Şehitliğe, Üsteğmen Hilmi Efendi’nin adının konulması 95 yıl sonra şehidin şehitliği ile buluşması olacaktır. Ayrıca şehitliğin düzenlenmesi de anlamlı olacak.” Yrd.Doç.Dr. Sayılır, uzun süredir üzerinde çalıştığı proje sona erdiğinde Gelibolu Yarımadası ve Kumkale bölgesinde kısa süre sonra meçhul olan hiçbir anıt ve mezarlık kalmayacağını da sözlerine ekledi.
6
“...Düşmanın gür sesli büyük topları Delik deşik etti toprağı yarı Korkak Frenklerin yokmuş hiç ârı Bugün bizden vatan razı olacak Nefer şehit ordu gazi olacak.” *** in üç yüz otuz bir Mart’ının beşinci günü(18 Mart 1915) sabah erkenden keşfe giden bir tayyaremiz, Bozcaada civarında; 15 İngiliz, 4 Fransız zırhlısıyla 3 kruvazör ve pek çok torpido, nakliye ve mayın tahrip gemisinin Boğaz’a doğru hareket hazırlığında olduğunu haber verdi. Bu haber, muhtelif gözetleme postalarının raporlarıyla ciddiyetini arttırdı. Zabit ve erler, uykusuz geçen gecelerin yorgunluğunu unutarak; büyük bir sevinç ve itimatla, her şeyi hazır olan sevgili toplarının başına geçmişler; şu pek mukaddes vazife ve fedakârlık saatlerinin yaklaşmasını bekliyorlardı. İstihkâmlarda ruhani bir faaliyet başlamıştı. İş başındaki nöbetçilerden, cemaatle kılınan sabah namazına yetişemeyenler teker teker koşuyor; çam ağaçlarının koyu yeşil gölgeleri altında, kalplerinden taşan ibadet coşkusuyla; her şeyin Hâlik ve Hâkimi olan Allah’a ve onun irade-i lemyezelîsine muti yakarışlarını yükseltiyorlardı. İlerleyen vakitte, düşmanın deniz üzerindeki çelik kaleleri; sağlarından, sollarından ve önlerinden ateşler saçarak Boğaz’ın karşısında sıralandılar. Onların bilmem kaç saatlik yola kadar uçup giden koca gülleleri, tabyalarımızın üzerine bir çelik yağmuru gibi yağıyordu. İşte bu ateş tufanıyla Türk bataryalarını zebun bıraktıklarına kani olup Boğazdan içeri girdiler. Herkesin kabul edeceği gibi tarafların kuvvetleri arasında zalim bir nispetsizlik ve düşmanda önemli derecede üstünlük vardı. Zırhlıları son sistem bir kale; ağır çaplı ve yeni modeldeki çok sayıdaki topları, adeta birer cehennem makinesi; araç ve diğer teçhizat ise “İngiliz istila emeline” eşit azamette idi.
B
İşte bu güçlü donanma; henüz Boğaz önündeki gösterişli manevralarıyla, harp hazırlıklarının derecesini denerken, Londra ve Paris’te de İstanbul’a seyahat programları hazırlanmış; Boğaziçi’nin mavi ve ışıltılı dalgaları karşısında geçirilecek günlerin hayali ve düşüncesiyle, vapur acenteleri tarafından seyahat biletleri bile basılmıştı. Onların düşüncesine göre; zırhlılar bir defa Boğaz’dan içeri girdikten sonra bu büyük harbe bitmiş nazarıyla da bakılabilirdi. Çünkü Osmanlı başkentinin düşmesi, Osmanlı’nın felç olması demekti. Sonra Karadeniz’e çıkan bu filo, Rusya ile birleşecek ve Karadeniz’deki hâkimiyet, Balkan devletlerini de işgalcilerin yanına çekecekti. İşte her şey, “Bir İngiliz bankasının hesap hareketleri” gibi gayet kolayca ve pek basitçe hesaplandı. Fakat kazanç hanesinin yalancı rakamları arasında görülemeyen ve hesaba katılmayan bir şey vardı: Mehmed’in iman gücü!.. Salvo atışlar aralıksız sürüyordu. Bizimkiler; yumruğunu, düşmanını sezmez yerine indirmek istiyormuşçasına hiç kımıldamıyordu. Sanki bu arkası kesilmeyen çelik sağanağı altında sersemleşmiş, kıpırdanacak hali kalmamış izlenimi veriliyordu. Korkunç zırhlılar buna aldandılar mı? Bilmiyoruz. Zırhlılar, ilerlemeye devam ederek karayı daha yakından kasıp kavurmak, küçücük de olsa bir hayat izi bırakmamak; sonra da kollarını sallaya sallaya Boğaz’dan geçmek istiyorlardı. Bu rahatlığın etkisiyle biraz daha sokuldular. Şimdi, bu hesabın bu kadar kolay halledilemeyeceğini anlatmak sırası topçularımıza gelmişti. O vakit birdenbire; Dardanos’tan, Hamidiye’den, Rumeli Mecidiyesi’nden, Dardanos’un arkadaşı Baykuş Tabyası’ndan, biraz daha içerilerdeki gizli bataryalardan bir gümbürtüdür koptu. En dehşetli gök gürültülerine bile rahmet okutan bu demir fırtınası içinde; kısa ve metanetli seslerle verilen emirler, yanık bir dua sıcaklığıyla yüreklerden koparak göklere doğru yükselen tekbirler de ayrı bir yankıyla savruluyordu siperlerde. O küçücük Dardanos, karşısındaki cehennem zebanilerine, bir aslanın vakarıyla saldırıyor; on beşlik güllelerini, mutlak isabet kastıyla ve hesaplayarak savuruyordu. Tam bu sırada, Dardanos’un hizasına düşen Irresistible zırhlısının yana yattığı, yavaş yavaş Karanlık Liman’ın kaynayan dalgaları arasına kaybolmaya başladığı görülmez mi? Ta Erenköy sırtlarından başlayıp Boğaz kıyılarındaki küçücük bataryalara kadar yayılan bir tekbir yankısı ve bir alkış tufanıdır koptu. Bu manzara,
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
aynı zamanda Mehmed’in aslan yürekliliğini ve âlicenaplığını da gösterdi. Zırhlı batarken bataryaların ateşi birden kesildi. Hatta Anadolu sahilindeki Mehmetlerin, zırhlıdan denize dökülen düşman askerlerini kurtarmak için suya atıldıkları görüldü. Bu insanlık tablosu karşısında düşman da şaşaladı; birkaç dakika ateşini kesti. Düşman zırhlısının battığı yere koşuşan işgal donanmasının torpidobotları, deniz üzerinde çırpınan askerlerini kurtarmaya çalışırken bizimkiler yine ses çıkarmadılar. Elinden silahı düşmüş mağluplara saldırmak, Türk’ün ezeli kahramanlığına yakışmazdı. Bu durgunluk çok sürmedi. İleriye atılan Ocean ve İnfleksible; batırılan bir diğer zırhlı Bouvet ile beter olan İrresistible’nin öcünü almak ve kendilerine yol açmak için daha bir şiddetle gülle yağdırmaya başladılar. Dardanos’un genç kumandanı Üsteğmen Hasan Bey; yardımcısı Teğmen Mevsuf Efendi ile beraber bir saniye bile durmadan, oturmadan, toptan topa seğirtiyor; kendilerini toplarının başından, gözlerini düşman zırhlılarından ayıramıyorlardı. Bataryaların hemen önüne düşen top mermilerinin tarrakası kulak zarlarını yırtıyor; her patlamanın ardından, cehennemi bir duman kütlesi ve toprak yığını gökyüzüne savruluyordu. Barut kokusunun da eklendiği bu kütle, doğruca siperlerimizin üzerine yığılıyordu. Mehmedlerin barut isine ve toprağa bulanmış yüzlerinde göze çarpan tek şey; imanla parıldayan ve korkudan eser taşımayan gözleriydi. Akşam yaklaştığı halde düşman hâlâ yerinde sayıyor, bir adım daha ilerlemeye muvaffak olamıyordu. Bizim tam isabetli güllelerimiz, öne geçen bu iki zırhlıyı, belki geriye dönemeyecek derecede zedelemiş; en arkada, kızgın yanardağlar gibi ateşler kusan Quinn Elizabeth zırhlısını bile epey sersemletmişti. Onun yanındaki Gaulois da dumanlar ve alevler içinde kalarak sendeleye sendeleye gerilemişti. Zırhlılar, akşamın alacakaranlığı içinde geldikleri gibi çekilip gidiyorlardı. Bu kahredici dönüş anında Ocean ile İnfleksible’ın ne oldukları anlaşılamamış; savaş kızgınlığında kaybolan iki zırhlı, Boğaz’ın mavi suları arasında yitip gitmişti. O kadar umulmayan, beklenmeyen bir şeydi ki bu; mağlubiyetin ağırlığı altındaki gözler göremez, zihinler düşünemez olmuştu. Bu korkunç seyyar kaleler, Karanlık Liman’da mıhlanıp kalmış; siperlerimize o kadar cehennem kustuktan sonra, pısırık horozlar gibi kös kös geri gitmişlerdi. Tabyalarımız yine yerlerinde, toplarımız yine kundakları üzerinde duruyordu. Ortada; toprak sarsıntısından, beş on şehitten ve yaralıdan başka bir zarar görülmüyordu. Akşamın narin sisleri yavaş yavaş inerek gecenin siyah örtüsü her tarafı sararken Dardanos Tabyası; hem muzafferiyeti hem de iki şerefli kumandanının matemini bir arada yaşıyordu. Zırhlıların biri, Dardanos’a son bir gülle savurmuştu. Bu kör tane, melun bir tesadüfle, Dardanos’un sargı yerine düşmüş; orada, şefkatli sözlerle bataryasının yaralılarını teselli eden batarya kumandanı Üsteğmen Hasan ve arkadaşı Teğmen Mevsuf’u koca bir toprak yığını altına almış, ikisini de şehit etmişti. Biri, akşamın hüznüyle suskun Kale-i Sultaniye(Çanakkale)’nin, ötekisi ise Trablusgarp’ın, vatana hasret giden yavrularıydı. Onlar bir yürekle, bir imanla, birlikte çarpışmış; en sonunda birlikte ölmüşlerdi. Hâşâ, ölmemişler, kahramanlıklarına layık olan gerçek ve ebedî bir hayat kazanmışlardı. Geriye; Dardanos’un eski zamanlardan gelen o şöhretini tamamıyla silen, tamamıyla unutturan yeni bir isim bırakmışlardı: “Hasan Mevsuf Bataryası !” Hasan-Mevsuf Bataryası’nı, yaşlı gözlerle selamladık. Süzülen gözyaşlarımızda yüreklerimizin en heyecanlı şükranları titriyordu. O soylu Türk subayı Hasan ki dünyaya yeni gelen kızını görmesi ve adını koyması için savaştan birkaç gün önce, kendisine izin verildiğinde kaşları çatılıyor; böyle bir zamanda topunun başından ayrılmayı ihanet sayıyor, “Nasipse savaşın neticesi alındıktan sonra görürüz” deyip susuyor; bir süre bekledikten sonra da, şahadetin cennetten yükselen kokusunu almışçasına ekliyordu: —Kızımın adını Didar koysunlar! **************************************************************************** “Zırhlılar ateş menziline girinceye kadar kıpırdamayın denilmişti. En önden, torpil tarayıcı gemilerle irili ufaklı torpidobotlar geliyordu. Arkalarından zırhlılar; sağ ve sol kıyılara, üzerimize ateş kusarak ilerliyorlardı. Fransız’ın Bouvet zırhlısı tam karşımıza geldi, durdu.
Üzerimize yağan mermilerden, kulaklarımızı yırtan gürültülerden çekiniyorduk; ama kulaklarımız, verilen emirlerde, gözümüz ya karşımızdaki düşmanda ya elimizdeki işlerdeydi. Kendimizi kaybetmiştik. Birden yanık yanık okunan bir ezan sesi işittik. Bölüğümüzün imamı yüksekçe bir yerden “Allah-ü Ekber! Allah-ü Ekber!” diye haykırırken hain bir mermi geldi ve zavallıyı şehit etti. İçimizde bir yerler kanıyor, göğsümüzden taşıyordu. Derken, bir mermi de cephaneliklerden birine düştü. Yalnız mülazımımız Bursalı Adil Efendi’nin elini yaktı. Alev, duman ve top gürültüsü arasında; uzaktan, bir göçüğün olduğu yerde çınlayan bir alkış sesi duyduk. Her tarafta tekbirler yankılanıyordu. Ne oluyor diye etrafımıza bakındık. Sonra karşımızdaki “Bouvet”nin ateşler, alevler içinde bir tarafına yatarak batmakta olduğunu görünce o kadar sevindik ki… Birkaç dakika ateşe bir durgunluk geldi, toplar patlamadan kaldı. Fakat biraz sonra düşman daha ziyade kudurdu, ateşini tekrar şiddetlendirdi. Biz de karşılığını vermekte gecikmedik. Şimdi, karşımızda daha büyük bir hiddetle kabaran iki zırhlıyı da “Bouvet”nin yanına göndermeye çalışıyorduk. Kumandanlarımız: — Haydin yiğitler, Rumeli Mecidiye’miz vurulmuş! Gün gayret günüdür! Şehitlerimizin hesabını soralım! Şu gâvura geçit vermeyelim! Diye haykırmaya başladılar. Tam o sırada, arkadaşlardan Ahmet Onbaşı’nın bacağı koptu; sıhhiye neferleri kendisini sargı mahalline götürdüler. O, bacağının ağrısını unutmuş; top başından ayrılmak istemiyordu. ‘Beni topumun başına götürün, daha vazifem bitmedi !’ diye yalvara yalvara şehit oldu. O toz ve duman cehenneminin içinde bir de ne görelim! Bir düşman zırhlısı karşı sahile paralel vaziyette Marmara’ya akmıyor mu? Hemen, herkes yeni bir hevesle işine sarıldı. İşte o vakit; karşıdan, Rumeli Mecidiyesi’nden, bir gürleme oldu. Hepimiz, bir saat evvel susturulan bataryamızdan kopup gelen barut dumanının süzülüşüne kapılmış öylece bakıyorduk. Zabitlerimiz şaşkın, yerle bir olan Rumeli Mecidiyesi’nden yükselen gürlemeleri dinliyordu. Rumeli Mecidiyesi, yaralı bir kurt gibi çarpışıyordu. İkinci gülle miydi üçüncü mü bilmem; düşman zırhlısının üstünden, göğe doğru büyük bir patlamanın dumanı minareleniverdi. Sonradan anlattılardı da biz de işittik. Hakikatte, Rumeli Mecidiyesi Bataryası yerle bir olmuş; ama orada bir Koca Seyit varmış ki Allah’ıma emanet! Bakmış ki bütün arkadaşları şahadete uçmuş; üstelik o koca mermileri kaldıran vinç de yıkıkmış; ama durur mu Seyit! 215 okkalık o koca gülleleri kavrayıp Allah’ın izniyle sürermiş namluya, verirmiş ateşi. Vurduğu gemi de Ocean mı neymiş adı. Ertesi gün Cevat Paşa’mız gitmiş, gözlerinden öpmüş: “Aferin oğlum, Din-ü İslam’ın ve dahi vatanın selametindeki gayretin makbul olsun İnşallah! Sen bu mermiyi nasıl kaldırdın bir göster hele!” deyince Koca Seyit bir hamle etmiş mermiye; velâkin kaldıramamış. Cevat Paşa: “O zaman nasıl kaldırmıştın oğlum?” diye sorunca, Koca Seyit: “Anamın öğrettiği duaları okudum ilkin; hem o mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doldu kumandanım. Kendimde bir başkalık hissettim. Şehit arkadaşlarım da yanımdan yöremden tutuverdiler. Düşmanı görürsem gene kaldırırım.”demiş. O gün akşam olup sular kararmaya başlayınca, karşımızdaki zırhlılar ve daha arkadakiler, şeytan gibi encikleriyle beraber geri geri gitmeye başladılar. Arkadaşlarımızdan birkaçı şehit olmuştu; ama Allah’ımıza çok şükür düşmanı kaçırdık, vazifemizi yerine getirdik.” **************************************************************************** “O gün, subay ve erlerin gözlerindeki şevk, galibiyet neşesi görülecek şeylerdendi. Hissediyor ve biliyorduk ki düşman, payitahtımızın şevket kapısını zorlayıp kırmak istiyor. Biz; o mazlumların sığınağını asla yıktırmayacağız! İstihkâmlarımızdan daha metin olan göğüslerimizi, daima düşmanlarımıza karşı tutacağız. Her asker için topunun, her subay için bölüğünün başı bir şahadet makamı olmadıkça; düşman, karşısında daima kahredici bir kuvvet görecektir. Biliyoruz ki bu milletin padişahları, şehzadeleri, uleması, hükeması ve dahi fukarası gerekirse kılıcı beline takar; tüfeği boynuna asar; gazaya, cihada gider. Askerlik şerefli, a’lâ ve imtiyazlı bir meslektir. Ya biz, fertleri böyle fedakârlık ve kahramanlıkla meşhur olan o ecdadın varisi olmayalım mı? Harbin en müthiş ve en ateşli gününü yaşıyorduk. Düşman bombardımanı, bize pek tabii geliyordu. Üzerimizden geçen
Muharebe başladığı zaman müstahkem mevki istihkamları ve topları Hamidiye Mecidiye Aziziye Tabyaları
mermileri el ile tutacak gibiydik... Bu defa düşman, ölüm fırtınaları koparan o kadar çok top ve havan mermisi atmıştı ki nasıl olup da siperlerimizin alt üst olmadığına onlardan çok biz hayret ediyorduk. Akşamın karanlığı iyice çökmüştü. Biraz sonra, çavuşlarımdan biri bana yaklaşarak: —Efendim, dedi. Bizim bataryadan Kadir oğlu Sadık (Ankara’nın Koçhisar kazası Kaman Köyü’nden Oruç Oğullarından), şimdi siperden fırladı. Düşmanın gündüz attığı top ve havan mermilerinin patlamayanlarını kucaklayıp düşman siperlerinin önüne götürüp bırakıyor. Kendisine o kadar söyledik. Etme be Sadık! Gel... Tehlikelidir; dedik; ama dinlemedi... Ve eliyle göstererek; —İşte... Bakın! Dedi. Gerçekten kahraman Sadık karanlıktan istifade ederek, top ve havan mermilerini düşman siperlerinin önüne taşıyor, yerleştiriyordu. Dönüşünde Sadık’ı çağırdım. —Sadık, ne yaptın! Yarın yine bize atsın diye, düşmana top ve havan mermisi mi taşıyorsun? —Hayır; efendim. Onları kendi kazdıkları kuyuya düşüreceğim. —Nasıl! Onlara cephane, mermi, top ve havan mermisi taşıyarak mı? —Kusura bakmayın kumandanım... Bana yarın sabaha kadar müsaade edin... O zaman düşman siperlerindeki kuyuları görürsünüz. Maksadını anlamıştım. Bu fedakâr vatanperveri, bakışlarımla ve bütün ruhumla takdir ve teşvik ederek “Peki, Sadık! Göreyim seni” dedim. Şafak atar atmaz, düşmanın karşımızdaki iki siperinin kulakları tırmalayan infilâklarla alt üst olduğu ve pek çok zayiat verdiği görülüyordu. Kahraman Sadık, gece yerleştirdiği top ve havan mermilerini, tam isabetli atışlarıyla infilâk ettirmede muvaffak olmuştu. Hemen yanına gittim. —Kumandanım bak, akşam dediğim kuyuları görüyor musun? Diyor ve gülüyordu. Akşama kadar, Sadık’ın hep bir aslan gibi saldırdığını gördüm. Ne çare ki akşamüzeri hain bir kurşun, yeni bir kahramanlığı sırasında onu toprağa serdi. Sadık, yaralanan bir düşman askerini siperimize getirmek üzere iken, yan tarafından gelen bir kurşun, Ona pek arzuladığı şehitlik rütbesini kazandırıvermişti. Görüyorsunuz ya; askerliğin dünyadaki asil rütbesi gazilik, ahretteki yüksek makamı ise şahadettir. Bu yüksek mertebeye kavuşmak için yegâne çare düşman karşısında sebat ve metanettir.” **************************************************************************** “O gün, bir ara gözlerim sahilde; namluları parçalanmış, kırık dökük karma karışık Kumkale İstihkâm topları arasında bir noktada durdu. Bir Türk ve bir Fransız askeri, her ikisi de süngülerini birbirine saplamışlar, birbirini öldürmüşler; sanki yeni dikilmiş bir çift heykel gibi öylece ayakta duruyorlardı… Etrafımızda şarapnel misketleri vızıldıyordu! İki askerimiz, bu misketlerden ağır yaralandı. Sıhhiye erleri, kulübede bu askerlerin yaralarını sarıyordu. Tam o sırada bu yaralı askerlerden biri bana: —Bi şey değil gumandanım, emme .. Düşmanı göremeden .. Ona bi mermi olsun atamadan .. Çok acındım bu yarama! Diyordu. Öbürüne baktım, hiçbir şey söylemiyor; yattığı yerde, kolunu deniz tarafına doğru uzatmış ve yumruğunu sıkmış, zırhlılara bakıyordu. Gözleri; alınamamış bir intikamın hırsını yaşatır gibi kısılıyor, yaşarıyordu.” **************************************************************************** “...Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa Yazdı bu destanı girerken sofa Muradı gitmektir arşı tovafa Bugün bizden vatan razı olacak Nefer şehit ordu gazi olacak.” Kaynaklar: - Çanakkale’de İntepe Topçuları, Yeni Nesle Harp Hatıraları, İstanbul-1932 - Donanma Cemiyetinin Haftalık Gazetesi, -13 Mart 1334 (1918) - Kumkale Muharebeleri, Resimli Su Basımevi, İstanbul-1932 - Yeni Mecmua “fevkalade nüshası”, - Mayıs 1334 (1918) - Çanakkale Destanı, Çanakkale Valiliği Yayınları, Mart 2005
7
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULÜBÜ
Gayrimüslim
VATAN ŞEHİTLERİ...
A
ram Andonyan, Balkan Savaşı tarihi konulu kitabında şunları anlatıyor: Savaşın çeşitli cephelerinde ve Yanya’da olduğu gibi görevlerini fedakarane yerine getiren Ermeni askerler, aynı şekilde batı ordularında da bu görevlerini ifa ederek Türk komutanlar tarafından cesaret ve sadakatleri takdire şayan oldular. İstanbul’da yayımlanan Alman yayın organı Osmanischer Lloyd’un muhabiri şöyle yazmaktaydı: “Yanya savunmasında bulunan askerler arasındaki birkaç yüz Ermeni cesaretle savaştılar. Ermeni askerlerden biri subayını selamladığı esnada o kadar yorgundu ki, ayakta durmakta zorlanıyordu. Zorlukla silahına dayanmış, dizleri titremekteydi.” Subay: - Neyin var? Ayakta duramıyor musun? diye sordu subay. Ermeni Asker: - Gücüm kalmadı, ancak önemi yok. Hiçbir acı çekmeden ölebilirim, yeter ki imparatorluğumuz, Osmanlı İmparatorluğu ayakta kalsın diye cevapladı. Ermeni Askerlere Övgü Askerliğinin dördüncü yılını ifa eden başka bir Ermeni asker de, dört yıl daha memnuniyetle askerlik yapabileceğini söylüyordu, yeter ki Osmanlı kılıcı sürekli parlasın. Aram Andonyan’ın anlattığına göre, Yanya’da ünlü olan Ermeni subaylarından biri de Eskişehirli Dikran Efendi’dir. Delvino’nun kuvvetlerinde görevliyken, savaşın başlarında Vizani çevresinde Arnavut güçlerini 2. mülazım olarak komuta eder. Gösterdiği cesaret ve başarıdan dolayı Esat Paşa kendisini herkesin önünde överek, doğrudan savaş alanında kendisine Mülazım-ı Evvel görevini tevdi eder. Yüzbaşı Kucakladı Yüzbaşı Baba Zühtü, Yanya’da, Vizani taraflarında savaşan Eskişehirli iki Ermeni askerin kahramanlıklarını anlatıyordu. Bu askerler ateş altında yılmayıp Arnavut arkadaşlarına güzel birer örnek olmuşlardı. Yüzbaşı, “Ermeni soyunun sadakatine ve fedakârlığına çok şey borçluyuz” diyordu. Kendisini dinleyenler arasında iki Ermeni’nin bulunduğunu görünce yüzbaşı onları kucaklayarak öptü. ‘Seni de mi Kaybettik?’ Yüzbaşı Sokrat İncesu 1964’te “I. Dünya Savaşı’nda ÇanakkaleArıburnu Hatıralarım” kitabını yayımladı. Rum olan İncesu, kitaba şu cümlelerle başlıyor: “Kafkasya’da, Filistin’de, Arabistan Çölleri’nde ve nihayet -dünyayı yenenlerin yenildiği yer- olarak tarihe geçen Çanakkale’deki harplere iştirak etmiş, değerli silah arkadaşlarımla sevinçli ve elemli günler yaşamış bir Türk zabiti olarak, hatıralarımı bu minik eserimde toplayıp nazarlarınıza arz etmeyi zevkli bir vazife telakki etmekteyim.” Sokrat İncesu, savaşın bütün dramlarına tanık oldu. Gözünün önünde binlerce Türk askeri şehit düştü. İncesu, pek çok cephede savaştı. Kirte cephesinde yaralandı. Sıhhiye erleri tarafından cephe gerisine getirildiğinde Kaymakam Ali Rıza Bey’in “Vah yavrum, evladım Sokrat’ım. Seni de mi kaybettik?” sesi hayal gibi geliyordu. Ancak üç gün sonra gözlerini açtı. İncesu, ölümü cephe gerisine erteleyenlerden olarak savaştı. Cemal Paşa’nın teftişinden geçti. Kendini ‘Makineli Tüfek Kumandanı Sokrat’ diye takdim etti. Filistin cephesinde 23. Piyade Alayı’nın 12. Makineli Bölüğü’nü kumanda ederken Mustafa Kemal’i gördü, onun askeri olma mutluluğunu yaşadı. Komutanlarından takdir gördü. Bir teftiş esnasında Enver Paşa, Mülazım Tahsin Efendi ve Yüzbaşı Sokrat’ı çağırdı: “Kahraman evlatlarım; bilhassa son harekâtta göstermiş olduğunuz fedakârlıktan dolayı ordu sizi harp madalyasıyla taltif etmiştir.” diyerek madalyaları takıp gözlerinden öptü. ‘Düşman İlerlemesin’ Kitapta, 8. Bölük Kumandanı Sokrat Efendi’ye gönderilen bir emir şöyle: “Mevzilerinizi sıkı tutunuz, bulunduğunuz ara siperin yanlarına siper kazarak askeri bu siperlere yerleştiriniz. Düşmanın bir adım ileri atmasına eldeki tüm kuvvetle karşı koyunuz. Sizi Allah’a emanet ederim. Tabur kumandanı Mithat.” İncesu, kitabı şu sözlerle bitiriyor: “Çanakkale, Gelibolu, Kanlısırt, Arıburnu, Kitre, Seddülbahir ve I. Dünya Savaşı’na sahne olan Çanakkale harp sahalarını gezmek ve binlerce isimsiz vatan şehidinin yattığı bu mübarek toprakları ziyaret ederek ruhlarına bir Fatiha okumak her Türk’ün bir vecibesi ve yurt vazifesi olmalıdır.” Vatanperver Gayrimüslimler Osmanlı Teşkilatı Mahsusası’nın başında bulunan Eşref Kuşcubaşı der ki: “Şu gerçeği tarih önünde tekrarlamak isterim; Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan bütün Rumlar, Ermeniler, Yahudiler asla hain değillerdir. Aralarında öz ve halis Türk kadar bu topraklara bağlı, hatta bu topraklar için seve seve ölecek insanlar çıkmıştır. En nazik ve buhranlı günlerde birçok Ermeni ve Rum vatandaşlarımızdan, en vatanperver Türkleri gıpta ettirecek yakınlık görmüşüzdür. Bu, ahlak sahibi kadirşinas insanlar bizlerle beraber gülmüş, beraber ağlamışlardır. Malta sürgünleri içinde Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardır.” Atatürk Ne Dedi? “Unsur-u hakim olan Türklerle tevhid-i mukadderat (kader birliği) etmiş sadık bazı unsurlarımız vardır ki, bilhassa Museviler, bu millete ve bu vatana sadakatlerini ispat ettiklerinden, şimdiye kadar müreffehen imrar-ı hayat (hayat sürmek) etmişler ve bundan böyle de refah ve saadet içinde yaşayacaklardır.” (İzmir İktisat Kongresi, 2 Şubat 1923) Serdarı Ekrem ve Harbiye Nazırı İzzet Paşa: “Her hususta Yahudi askerlerimizden fevkalade memnun olduk.” Galatasaraylı Şehitler Galatasaray Lisesi’nin içinde “Vatan Uğruna Şehitlerimiz” diye bir
bölüm var. Mermer bir kitabe üzerine isimler yazılmış. Kitabenin sağ ve solunda ise şehitlerin fotoğrafları var. Galatasaraylı bu şehitlerin içinde gayrimüslimler de var. Abdurrahman Robenson: Türkiye’de izcilik hareketinin kurucusu. Gönüllü olarak gittiği I. Dünya Savaşı’nda, 11 Nisan 1915’te Erzurum’da şehit oldu. Galatasaraylı futbolcu olan Robenson cepheye sevk edilirken Ali Sami Yen’e yazdığı mektupta, göğsünde Galatasaray flaması taşıdığını, ölürse onunla gömülmek istediğini söyler. Yakup Robenson: Gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katıldı. Abisi Abdurrahman Robenson’un cephede ölümünden bir yıl sonra, 16 Aralık 1916’da Sina Çölü’nde şehit düştü.
Mıgırdiç Dikranyan: Mekteb-i Sultani II. sınıf talebesi ve kulübün I. takım futbolcularından olduğu halde I. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılır. Temmuz 1916’da Bitlis’te şehit olur. Agop Elmasyan: 1880 Mekteb-i Sultani mezunudur. Altmış yaşında olmasına rağmen I. Dünya Savaşı’na gönüllü doktor olarak katılır. Çanakkale’de yaralıları tedavi ettiği sırada, bombardıman sonucu 23 Şubat 1918’de şehit düşer. Kurtuluş Savaşı’nda Yahudilerin Tutumu İspanya sürgününden kaçıp Osmanlı’ya sığınan Yahudiler, Osmanlı ve Cumhuriyet’le tevhid-i mukadderat (kader birliği) etmişler. Çanakkale Savaşı’nda olduğu gibi Kurtuluş Savaşı’nda da bunun
birçok örneği var. İzmir’de Yunan ordusunun çektiği bayrağı indiren Yahudi genci Nesim Navaro’dur. Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden sonra bölgeye gelen Yunan Kralı Konstantin, dini cemaat heyetleriyle görüşür. Yahudilerden de ‘Yunan yönetiminden memnun olduklarını’ ifade eden bir beyan talep eder. Yahudi cemaati, baskılara rağmen bu isteği yerine getirmez. İzmir’de, Boaz Efendi Menaşe, Bayındır’da Jak Uziyel, Bergama’da Benjamen Katan, Çeşme’de Salamon Tuvi, Aydın’da Behor İsak Halegua, Bursa’da David Saba, İstanbul’da Albert Kohen, Dr. Jak Behar ve Dr. Robert Behar, Becerano... Türklerin yanında yer alır, sürekli Türk tezini savunurlar.
Özel Akdeniz Başarı İlköğretim Okulu
BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ KULUBÜ
Anneler..
Cephe Gerisindeki Kahraman Karaköy taraflarında tramvay beklerken elinde fotoğrafı ile evladını arayan annenin hikâyesi
A
nnelerimizin vatan ve millet sevgisini göstermesi bakımında hayli manidardır. Onlara hürmetlerimizi takdim ederek aşağıda biri Çanakkale Muharebeleri sırasında diğeri başka bir zamanda cereyan etmiş iki hadiseyi sizlerin bilginize sunuyorum: Birkaç gün oluyor: Kadıköy vapurundan henüz çıkmış, Karaköy'den gelecek olan tramvayı intizaren mevkideki elektrik direğinin gölgesine sığınmıştım. Yakıcı bir haziran güneşi ortalığı kavuruyor, sıcaklığın etkisiyle yumuşayan asfalt kaldırımlar üzerinde yürüyebilmek pek ziyade müşkülat arz ediyordu. Hava sakindi. Yalnız ara sıra boğaz içinden kopup gelen serin bir esinti, çehreleri latif bir temasla okşuyor, sonra yine aynı sıcak aynı cehennemi hava başlıyordu. Güneşin tepe noktasına yaklaştığı şu sırada köprü üzeri pek tenha idi. Hele Haliç'e doğru olan yaya kaldırımı üzerinde tramvay bekleyenlerden başka hemen kimse yoktu. Yalnız Karaköy cihetinden bastonuna dayanarak ağır ağır ilerleyen kahraman bir gazi geliyor, vakit vakit etrafı temaşa ettikten, boğaza karşı büyük büyük nefesler aldıktan sonra ilerliyordu. Henüz kesb-i afiyet ettiği anlaşılan bu kahraman, sinesinde harp madalyası parlayan bu Türk yavrusu genç yüzbaşı, iyice yaklaşmış idi ki, nereden geldiğine dikkat edemediğimiz bir kadın kendisine yaklaştı. Elindeki kâğıdı göstererek: - Oğlum, burada ne yazar okur musun? diye sordu. Zabit cevap verdi: -Valide, görüyorsun ki çok zaman ayakta duracak halim yok. Şuradan arabaya bineceğim. Uzun bir şey değilse ver okuyayım. Bir taraftan bu sözleri söylerken diğer taraftan ihtiyar kadını hoş etmek için uzatılan kâğıdı aldı. Fakat bir nazar-ı seri atf eder etmez zabitin gözleri açıldı. Rengi birden değişti:
- Alayın... Taburundan Ali oğlu Osman... Valide bu senin nendir? - Oğlumdur yavrum. Kendisini tanıyor musun? - Nasıl tanımam. Benim bölüğümden idi. Hem en kahraman neferlerimizden idi. Çok yiğit oğlun varmış valide. - Aman oğlum, bir zamandır kendisinden bir haber alamadım. Senin malumatın varsa söyle. - Merak etme valide. Elbet bir gün haber alırsın. Git evine otur. Böyle bir kahraman yetiştirdiğin için iftihar et. Yüzbaşı bu sözleri söyleyerek uzun sorguya çekilmemek için boş geçmekte olan bir arabaya atladı. Artık her şeyi anlamış olan kadın da tebessümden, kat'a renk vermeyerek uzaklaştı. Haliç tarafında olan merdivenden aşağı inerek tenha bir köşe buldu. Burada gözyaşlarını bıraktı. Bir müddet kimseye göstermeyerek ağladı. Sonra gözyaşlarını sildi. Üstünü başını topladı. Teessürden nişane verecek küçük bir eser bırakmayarak yukarı çıktı. Felaketinden renk vermemeye çalışan bu muhterem valide tramvayı bekleyen birkaç yolcu arasına karıştı. Ve henüz gelen aşinalarından bir kadın ile selamlaştıktan sonra konuşmaya başladı. Bu sahneye şahit olan herkes bu muhterem valideye bir hiss-i hürmet ve tazim ile bakıyordu. Şu metin kalpli Türk validesi, bütün tesirini ruhunun derinlerinde gizleyerek, oğlundan malumat soran refikasına veriyordu: - Bu gün sabahtan beri sağlam bir haber alamamıştım. Şimdi burada bir zabite tesadüf ettim. Kendisine yaklaştım. Asker oğlumun yüzbaşısı imiş. Kat'i bir şey söylemedi. Oğlumun gayretini ve kahramanlığını çok meth etti: "Böyle bir kahraman yetiştirdiğin için iftihar et." dedi. Kalbim diyor ki, Osman'ım şehit olmuştur. Fakat her halde, ister gazi,
ister şehit olsun, değil mi vazifesini yapmıştır. Gam yemem. Allah devlete, millete zeval vermesin. Bu sırada Karaköy cihetinden bir İstanbul tramvayı görünmüş, herkes tramvaya binmek için ilerlemişti. (A. Tahsin, “Harp ve Kadınlarımız”, Sabah, 24 Haziran 1331 - 7 Temmuz 1915, s. 3.) Bilecik İstasyonu’nda ise başka bir ana oğlunu askere uğurlamaktadır. Oğluna verdiği nasihat Müslüman Türk annesinin dini ve vatanı için evladını şehit vermeyi bir mukaddes vazife bilişinin vesikasıdır: - Oğlum, Hüseyin dayını Şıpka’da, babanı Dimetoka’da, kardeşleri Çanakkale’de yatıyorlar! Sen benim son yongamsın! Minarelerden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri körlenecekse sütlerim haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa, dayının ruhuna Fatiha okumayı unutma. Haydi Oğul! Allah yolunu açık etsin. Ana nasihatlerini dinleyen oğluna son defa sarıldı, oğul anasının elini bir daha öptü, trene doğru yürüdü. Türk kadının bu yüksek ruh halini gören subay anaya yaklaşarak sordu: - Ana, demek sizin ailenin bütün erkekleri şehit oldular ha? Ah oğul ah! Ne ailesi, ne sülalesi; elli yıl var ki, köyümüzün sokaklarında bir genç dolaşmaz oldu ve yine elli yıl var ki, biz gencimizi köyümüzün mezarlığına gömemedik, her biri, bir cepheye gönüllü gitti. Analar yiğitlerini bir daha geri gelmeyeceklerini bile bile cepheye göndermiştir. Biri Osman’ını, diğeri Hüseyin’ini, bir başka anne ise Hasan’ını saçını kına yakarak vatanının ve dininin bekası için gözlerindeki yaşı yüreklerine akıtarak; ama bir o kadar da mutmain bir şekilde cepheye göndermiştir. Dr.Lokman Erdemir
aynı silahlı olduğundan o da hücumda.
Cevabını verince, heyecanla:
Çifte nara ve klarnet en tiz perdede bir tempo tutturuyor. Köroğlu ile Arap Özengi de kasaturalarını birbirine vurarak ve birbirinin hakikaten can düşmanı imiş gibi vaziyetler alarak çevik hareketlerle vuruşuyor.
- Belki hepsi şehit düşmemiştir. İçlerinden yaralanıp geriye gelenler vardır belki.
Biz seyirciler heyecandan heyecana düşüyoruz. Son derece zevk duyuyoruz. Bu seyrine doyulmaz oyun bu şekilde sona eriyor. Bu eğlence günlerce konuşma konusu oldu. İşte bu yiğit şimdi önümden geçiyordu. Onunla görüşmek aklıma geldi. Yüksek sesle: - Köroğlu! diye seslendim. Başını kaldırdı, baktı. Yanıma yaklaşması için elimle işaret ettim. Bir subay olduğumu görünce silahını omzundan indirdi. Hızlı adımlarla karşıma dikildi. - Emret Efendim! Bu temiz kıyafet ve tavırlı yiğide: - Gazan mübarek olsun Köroğlu.. Mutlaka birçok düşmanı süngüden geçirmişsindir. İnşallah arkadaşlarından kimse zayi olmamıştır, dedim. Köroğlu biran durakladı. Yutkundu. Gözlerinden sicim gibi yaş akmaya başladı, sonra titrek bir sesle cevap verdi: - Sağ olunuz. Maalesef on bir arkadaşım da şehit düştü.
9
Temmuz 1915 tarihindeki mücadeleden sonra tekrar Kumkale bölgesine dönme emri alan birlikler o gece Akbaş İskelesi’nden Çanakkale’ye döndüler. 10 Temmuz günü Çanakkale’den Erenköyü’ne doğru yürüyüşe geçildi. Yürüyüş esnasında kimse gülmüyor ve konuşmuyordu. Sanki tümenin üzerine tam bir hüzün çökmüştü. Nasıl çökmesin ki, daha iki gün önce aramızda olan 3.600 aslanı zayi etmiştik. Kolbaşında yürüyorduk. yaklaşıyorduk.
Erenköyü’nü
geçmiş
ordugâhımıza
Bir ara arkadan gazilerin halini tetkik etmek aklıma geldi. Yolun biraz açığında höyüğe benzeyen yüksekçe bir tepe vardı. Atımdan inip bu tepenin üzerine oturdum. Şimdi birlikler geçiyorlardı.
önlerine
bakarak
sessiz
sedasız
önümden
Birlikler geçip gitmişti. Şimdi de yüz metre kadar geriden bir er sökün etmişti. Yaklaştı. Tüfeğinin dipçiğini sağ omzunun arkasına atmış, sağ eliyle tüfeğinin namlusunun ucunu tutmuş, iki metre boyu ile Koca Yusuf’ları, Adalı Halil pehlivanları andıran bir yiğit bu. Omuzlarının genişliği de hiç onlardan aşağı değildi. Koca çanta, onun arkasından ilk mektep çocuklarının çantası gibi kalıyordu. Aramızdaki uzaklık 20–30 metre kalınca onu tanımıştım. Bu Köroğlu idi. Zığındere’ye hareketimizden birkaç gün evvel taburlardan biri bir şenlik tertip etmiş, bu şenliğe bizi de davet etmişlerdi. Tabur erleri
çok güzel oyunlar oynayıp hünerler göstererek bize, çok tatlı ve eğlenceli bir zaman geçirtmişlerdi. Meydan boşalıp da her şeyin bittiği sırada bir klarnet ile çifte naranın “Köroğlu” havasını çaldığını duyduk. Lakin ortada ne Köroğlu var ne Ayvaz ne de Arap Özengi. Hava devam ediyor. Lakin meydanda kimse yok. Sağımıza baktık elli metre mesafede dört kişi yere yatmış. Bunların önünde Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki heykelde düşmanı gözetleyen erin aynı bir elin alnına götürüp güneşin ışığına mani olarak ilerisini gözetliyor. Diğer elinde silah.. Solumuza baktık. Durum aynı, lakin gözetleyici bir zenci idi. Çok sevdiğimiz güzel bir Köroğlu oyunu seyredecektik. Keyfimize diyecek yoktu. Tamamen çifte nara ve klarnetin tempolarına uygun bir ileri hareket başladı. Kısa kısa sıçramalar, diz çökmeler, her durumda ateş etmeler, ateş himayesi, yan ateşine almak için sağdan soldan açılmalar… Karşı hareketler o kadar canlı oluyor ki biz seyirciler adeta nefes alamıyoruz. Bir taraf saldırıya geçerse diğer taraf savunuyor. İki taraf birbirine yaklaşıyor. Nihayet süngü takılıyor, hücum yapılıyor. İki tarafın erleri yerlere seriliyor. Şimdi meydanda büyük bir aslanı andıran Köroğlu tüfeğini yere bırakmış elindeki kasatura ile karşısına dikilmiş olan ve bir kaplan gibi çevik hareket eden Arap Özengi’ye saldırıyor. Arap Özengi de
- Hayır efendim. Hepsi muharebe meydanında kaldı. Keşke ben de şehit olsa idim de böyle öksüz gibi tek başıma kalmasaydım. Onların hasreti beni öldürecek! Gözlerinden hala yaş geliyordu. Sonra yalvarır bir şekilde boynunu bükerek bana: - Yaralarım tazelendi. Tahammül edemeyecek bir hale geldim. Müsaadenizi istirham ediyorum. - Allah sabır versin kardeşim. Ağlama. Daha çok dövüşeceğiz. Bize de Cenabı Allah arkadaşlarının rütbesinin nasip etsin. Millet ve memleket düşmandan kurtulsun da bizler yolunda feda olalım. Haydi, uğurlar olsun. O kumandanına selam verdikten sonra çekip gitti. Daha sonra taburuna gidip Köroğlu’nu ve arkadaşlarını sordum. Hepsi İstanbul delikanlısı imiş Köroğlu da yüksek maaşlı bir memur imiş. Ona bir daha rastlamadım. Çifte nara: iki küçük davuldan oluşan çalgı. Bu hatıra Aydın Ayhan Bey’in “Çanakkale… Ah! Çanakkale” kitabından alınmıştır.