İLKER BALKAN KÖR KUYU - ROMAN -
"Bilime ve dünyayı anlamak için en iyi yöntemin bilim olduğuna inanıyorum. Din olgusuna bir bilim adamı olarak yaklaşıyorum. Tanrı'nın varlığını kanıtlayan sağlam bir kanıt görmüyorum. Dini inançlara, başkalarının hayatına müdahale etmediği ya da bilimle çelişmediği sürece karşı da değilim. Ölülerle temas kurmak, telepati, akü okuma, hayaletler, ruhlar, psi, psikokinesis, bedeni terk edip uçma gibi paranormal şeylere inanmıyorum çünkü bunların gerçekliğini doğrulayacak kanıtlar bulunmuyor. Aynı gerekçeyle, refleksoloji, homeopati, spiritual şifacılık gibi alternatif tedavilere ve özellikle psikanalize kuşkuyla yaklaşıyorum." İnanılmaza İnanmak Lewis Wolpert
-1–
İlk cinayetini doğduğunda işledi Sevilay; doğmak onun elinde olan bir şey değildi, doğmamak da öyle. Damarlarında gezinen kanın tamamını annesinin plasentasından almıştı; genetik mirasının yarısını da babasından. Onların varlığıydı; Sevilay'ın tanrısı, onu var eden iki kişi vardı: Annesi ve babası. O kadar. İlk düşmanları onlardı. Annesini, daha doğmadan evvel öldürmüştü Sevilay; baştan da demişti doktorlar, yaşınız bir hayli geçkin, tehlikeli olur bu hamilelik. Ayrıca çocuk doğurmak için çok geç, prematüre olarak sezaryenle almamız gerekir çocuğu. Bu da onun hayatını tehlikeye atar. Kabul etmemişlerdi. Yaşamlarının tamamını çocuk hayaliyle dolu geçirmişlerdi. Önce küçük yaştan itibaren aileden zihinlerine enjekte edilmişti çocuk sahibi olma fikri. Zaten genetik bir gereklilikti bu. Her canlı isterdi kendi DNA'sını yaşatmayı, bunun için de üremeyi. Ama bundan çok daha baskındı zihinlerindeki şartlanma. İlla ki çocuk olmalıydı. Nilgün evlendiğinde 19 yaşındaydı, İbrahim 23. İlk yıllar çocuk istemediler, sözde önlemlerle korundular bundan. Genç evlenmişlerdi, İbrahim subaydı; kariyerinde ilerlemek için oradan oraya tayin oluyor, NATO görevlerinin peşinde dünyanın hemen her yerini dolaşıyordu. Fakat sonra, artık zamanı geldiğini
düşündükleri bir gece karar verdiler Sevilay'ı var etmeye. Adını bile daha o zamandan seçmişlerdi. Erkek olursa Serkan, kız olursa Sevilay. Erkek olsundu ya, iyiydi. Hem soyadını devam ettirirdi, hem de erkek adamın erkek oğlu olurdu. Ama olmadı. Nilgünl'e günler, geceler boyunca seviştiler. Sevişmek artık zevk veren bir eylem olmaktan çıkmıştı. Nilgün, sabah uyandığında gözünü üzerine abanmış İbrahim'le açıyor, gece de işini bitirip kendisine arkasını dönmüş İbrahim'e bakarak kapatıyordu. Ama olmadı, Sevilay bir türlü vücuda gelmiyordu. Günler geçtikçe moralleri bozuluyordu. 2 ay arada bir sevişip bekledikten sonra, 25 gün, her gün 2 kez sevişerek denediler Sevilay'ı var etmeyi. Ama olmadı, bir türlü olmuyordu. Sevilay adını verdikleri hiçlik bir türlü gerçeğe dönmüyordu. "Kızınız olacak sizin," demişti falcı bir kadın Nilgün'e, "Ama biraz zahmeti var. Olmasa iyi ya, pek hayır değil gelişi." Azarlamıştı kadını Nilgün. Zaten herkese kötü şeyler söyleyip duruyordu. Hayatta hep kötü şeyler mi oluyordu? Lakin hep iyi şeyler de olmuyordu. Tez zamanda hamile kalacağını söyleyen bir yığın iyi niyetli falcı, bir türlü o tez zamana ulaşamayan Nilgün'e artık moral veremiyordu. Subay eşi olarak değil, banka memuresi olarak yaşıyordu aslında. Ama son zamanlarda o kadar durgun, huzursuz ve içine kapanıktı ki, onu görenlerde neredeyse bir tiksinti uyandırıyordu. Depresyon dediğimiz şey, o günlerde henüz bu kadar popüler değildi; herkes Nilgün'e bir haller olduğundan bahsediyordu. Falcılar bile iyi niyetli olmaktan vazgeçmişlerdi. "Kuzum ne oldu sana," diye soranlara, "Hiç," diyordu Nilgün. Derdi içinde saklıydı ve kadınlığın birinci kuralıydı derdini içinde tutmak. Kadın yuva kurandı, dayanandı, sineye çekendi; kadın her derdin ardından gözyaşlarını içine akıtıp kocasına çay getirendi. İnsanlığı, kadının kadınlığına bağlıydı.
Annesi söyleniyordu durmadan. "Yapın artık bir çocuk, yaşınız geldi geçiyor. Torun sevmek istiyorum." Babası da aynı teranedeydi, "Torun sevmeden ölürsem gözüm açık gider," diyor, başka da bir şey demiyordu. Tek kızlarıydı Nilgün. Ve babasının gözleri de gerçekten açıktı öldüğünde. Annesi, ağlayarak, elleriyle kapatmış, Nilgün'ün yanma gelerek bir tokat atmış ona ve "Gözleri açık gitti babanın, senin yüzünden. Ne olurdu bir çocuk doğuraydın da göreydi adamcağız," demişti. Nilgün, sonunda çaresizce başını öne eğmiş ve "Olmuyor anne," demişti, "Yıllardır denedik ama olmuyor." Bu sözler bir itiraftı ama babasının ölümünden daha bir üzüntü, daha büyük bir yastı annesi için. "Nasıl olmuyor," diye sordu, anlamsız bir soru, sadece zaman kazanmaktı, sindirmek için duyduklarını. "Olmuyor işte. Kaç zamandır deniyoruz, gebe kalamadım bir türlü." Yangın yeri gibiydi yüreği Nilgün'ün. Babasını kaybetmiş, annesinin tokadını ta ciğerine, vicdanına yemiş ve eksikliğini de yüzüne vuran annesine karşı boynu bükük kalmıştı. Nilgün, beş para etmez biriydi o an, daha anne bile olamıyordu, kadın bile olamıyordu. İnsanın dişisine kadınlığı getiren annelikti ama o anne bile olamıyordu. Çarpık düşünceler... Yaşama eziyet ediyordu Nilgün yaşadığı her gün. Babasının vefatından birkaç gün sonra İbrahim aradı; sonunda akıllarına gelmişti. "Doktora gidelim," dedi İbrahim, keder sesinden okunuyordu; yenilgiyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Birisi kusurluydu, iki yarım bir tam etmeden çocuk olmazdı, öyle derdi anneannesi Nilgün'ün. Şimdi hangisinin kusurlu olduğunu öğrenme
vaktiydi. Her ikisinin de aklına gelmişti aslında doktor, hem de çok zaman önce ama ikisi de kusurlu olan taraf olma korkusuyla bunu dillendirememişti. İbrahim'e söylenmeyecek laflar söylemişti kayınvalidesi, İbrahim ağır adamdı, kabul edememiş, sindirememişti bunları. Kusur kızındadır, diye içinden geçirmişti ve karar vermişti doktora gitmeye. "Böyle olmayacak Nilgün, doktora gidelim," dedi İbrahim telefonda. "Gidelim," diye teslim oldu sonunda Nilgün, doktordan evvel nice çareler aramıştı aslında, İbrahim’in haberi yoktu. Gitmediği hoca, cinci, büyücü kalmamıştı. Ne dualar, muskalar para etmişti, ne de şifalı otlar, ne olduğu belirsiz karışımlar, saç telinden kandamlasından büyüler... Faydası yoktu. Dünyada işler böyle yürümüyordu ya, hayal âlemindeki insanlar umutlarını tesadüflere bağlamışlardı. Bir duaya, muskaya bağlayıp umutlarını şifa bulan yoktu ya, hep olası olan oluyordu, mümkünün dışına çıkılmıyordu ama herkes görmek istediğini görüyordu. Dünyada mucize diye bir şey yoktu, istatistik olarak gerçekleşme olasılığı çok düşük olan, çok nadir olaylar vardı. Mucize, istatistikteki nadir olaylara günlük dilde verdiğimiz addı. Ve herkesin bir mucize beklentisi vardı. Nilgün'ün istediği şey de yaşamı pahasına mümkün olacak ve çözüm de muskadan, büyüden değil tıptan gelecekti. "Hazırlan, bir saate alacağım seni bankadan. İzin alabilir misin?" "Alırım," dedi Nilgün. İzin aldı da. Doktora giderken, elindeki her şeyi, tüm umudunu, tüm varlığını kaybetmiş bir insanın ağır ruh hali vardı üzerinde. Boşlukta kalmış kulakları uğulduyor, içinin basıncı tenini yarıp geçmek istiyormuş gibi oluyordu. Tüm bunlardan da kötüsü, gözleri kararıyor, heyecanlandığında salgıladığı adrenalin hormonunun garip etkilerine maruz kalarak kendisine karşı hırçın ve anlayışız oluyor,
her şeyden anında, oracıkta vazgeçiyordu. Bir çocuk arzusunun insana yaptırmayacağı şey yoktur. Yalnızca genetik değil, sosyal büyük bir gereksinimdir çocuk. Şimdi ise, asla bir çocuk sahibi olamayacağını öğrenme olasılığı vardır ki, Nilgün'ü içten içe çürüten bir kuruntudur. Nilgün, kendisine dönüp bir baksa, ölü bir insana bakıyormuş gibi hissederdi. Bir insan içten nasıl ölürdü? İşte tam da Nilgün'ün öldüğü gibi. Zaten kararlıydı, eğer kusurluysa ve çocuğu olmuyorsa, seçeceği yol buydu. Ölmek. Yaşamanın damarında gezinen kanla bir ilgisi yoktu; yaşamak için kadın olmaya gereksinimi vardı. İbrahim ise daha metanetliydi. O, askerlerin içinde büyümüştü hep, çocukken de askerdi. Evde, albay olan babasının komutalarına harfiyen uyardı. Her sabah 7'de kahvaltı başlar, 7.15'te biterdi. Şımarıklık yoktu, sevgi desen donuk bakışlardaydı, bayramda öpülen ellerden sonra sıvazlanan kafalardaydı. Zar zor edilen telefonlarda, çocuklar nasıl diye sorulmasındaydı. Geçmişte sevgiyi epeyi aramak gerekmişti; şimdi de öyleydi İbrahim için. Şimdi hayatında Nilgün vardı ama çocuk yoktu ve çocuk olmadıkça Nilgün de kayboluyordu. Aşk, aralarında gelişen bir duygu değildi; aynı mahalledeydiler Nilgün'le İbrahim. İbrahim'in ataması yapılınca, annesi evlendirmek istemişti İbrahim’i. Nilgün daha 18'ini yaşıyordu. Lise bitmişti ve aklında üniversite yoktu. Zaten o yıllarda kimsenin aklında yoktu üniversite. Nilgün'ü gösterip sormuştu annesi İbrahim'e ne dersin, diye. Evlenilecek bir kızın nesine bakılacağını bilmeyen İbrahim, "Sence münasipse olur," demişti. Münasipti. Gidip istemişlerdi Nilgün'ü. Nilgün, İbrahim’i eskiden de tanırdı; mahallede top oynadığı, gazoz kapaklarına iddialar gömülmüş çocukluk yıllarından. Yatılı askeri okula gidince ayağı kesilmişti İbrahim'in mahalleden ya baba ocağıydı gene de dönüp dönüp geliyordu. Nilgün kimseye âşık
olmamıştı. O, âşık olacak bir kız değildi. Ama İbrahim yakışıklı sayılırdı. Nilgün, hemen her genç kız gibi üniforma severdi, İbrahim’e de yakışıyordu hani. "Ne dersin kızım, gönlün var mı," diye sormuştu babası usulen. Daha evvel konuşulmuştu konu oysaki. Gelecekleri haber alındığında sormuştu babası aranızda ne var, diye. "Hiç," demişti Nilgün. "Gelip isteyecekler seni," demişti annesi, "Gönlün var mı, varacak mısın İbrahim'e?" Hayır, dememişti Nilgün. Bu yeterdi. Evet, denmezdi o zamanlar. Hemen düğün yapılmış, ev bark döşenmiş ve genç çiftimiz mutsuzluğa yelken açmıştı, İbrahim 23 yaşında subaydı, Nilgün daha 19. Sevgisiz geçen 19 seneden sonra, kocasından da sevgi göremeyeceğini anlayınca Nilgün, itaatkâr bir eş olmak yerine çalışmak istemişti. Bankada işe yerleştirmişti onu İbrahim, bankayı da, yaptığı işi de hiç sevmemesine rağmen, çalışmak özgürlüktü ve bu özgürlük iyi gelmişti Nilgün'e. Bir de çocuk doğurup kadın olabilseydi... İbrahim’in şark görevi vardı, 3 yıl. Çocuk istemediler o dönem; Nilgün İstanbul'da kalmış, bankada çalışmaya devam etmişti. Ayda bir kez izinli gelen İbrahim ise her gelişinde usulen seviştiği karısının hamile kalmayışını düşünmemiş, "Ben uzaktayken çocuk istemiyor, korunuyor galiba," diye açıklamıştı annesine bir keresinde. Zavallı Nilgün, macera peşinde koşmaya devam ediyor, kendince çözümler arıyordu o zamanlar bile. Annesi, Nilgün'ü sıkıştırıp duruyor, o da "Daha düşünmüyoruz anne, hele bir İbrahim dönsün temelli, bakacağız," diyordu. Bu sıralarda başlamıştı hocalardan, falcılardan medet ummaya. O zamanlar
aklına gelmiyordu "kusurlu" olabilecekleri, tesadüf etmiyordu. Ama kaderde varsa Allah verirdi, öyle deyip duruyordu. Korkunç bir falcıya gitti bir gün. "Ne dileğin varsa tut, fincanı öyle kapa," dedi falcı. Çocuk diledi Nilgün ve fincanı kapadı. Yanında bankadan arkadaşı ve belki de tek arkadaşı Meltem vardı. Falcı, fincanı kontrol etti ve soğuduğuna kanaat getirerek fincanı kaldırdı. Bir süre baktı, sağa çevirdi, sola çevirdi, ilginç sesler çıkardı, gözlerini kocaman açtı, bir süre kapattı ve sımsıkı kapalı tuttu. Sonra konuşmaya başladı. "Dileğin bir çocuk, bunu görüyorum," dedi. Nilgün şaşırmıştı. Gelmeden önce randevu alan arkadaşının, telefon konuşması sırasında ağzından çocuk lafını kaçırdığını bilmiyordu tabii, Meltem bile farkında değildi bunun. "Evet," dedi Nilgün, "Olacak mı peki?" "Senin kısmetin değil o çocuk. Burada bir kaya var, yavrunla senin arana girmiş. Kızın olacak ama eziyeti var epeyi." "Ne yapmam gerek," diye ümitsizce sormuştu Nilgün. Hatırlıyordu o halini. O sevimsiz kadına neredeyse yalvaracaktı çare söylemesi için. Ayaklarına kapanmaya, istediği kadar para ödemeye ve ne derse yapmaya hazırdı. "Kocana kuvvet macunu lazım," dedi falcı, "Erkekliği yetmiyor, uzanmıyor rahmine kadar. Kızınla aranda bir mesafe var, onu kocanın kapatması lazım." "Nasıl," diye yalvarmaya devam eden Nilgün'e üç gün sonra gelmesini söylemişti kadın. Ona şifalı bir macun hazırlayacaktı kocasına vermesi için. Para da anlaştılar.
Macun dediği, 3-5 bitkinin karışımı bir kimyasal çorbaydı. 15 dakikada hazırlanıyordu ya bekletmek iyiydi, kıymeti artıyordu macunun. Bunu çözmüştü falcı kadın. Kocasına gülümsedi ve "Hallettim," dedi, "Kar bakalım biraz macun." İçine düşen umut acı veriyordu Nilgün'e. Umut vardı ama beklemesi de gerekiyordu. O üç gün kolay geçmedi. Bu sıralar yine ziyaretlerine gittikleri annesiyle babası torun isteklerini dile getirmişler, hatta başka bir konu konuşmamışlardı bile. Nilgün, üzerinde gittikçe artan düzeyde bir baskı hissediyordu. Garip olan baskının sadece Nilgün'de anlam kazanıyor oluşuydu. Kimse İbrahim'e tek laf etmiyordu, herkesin derdi Nilgün'leydi sanki. Çocuk olmaması bir suçtu ve tek suçlu da oydu. Üç gün sonra, iki aylık maaşını vererek aldığı macunu, "çaktırmadan" kocasının yemeklerine koymaya başladı. Macun kutusunda macun kalmayana, İbrahim yemeklerin tadından şikâyetini arttırıp kavga çıkartana kadar macunu yemeklere eklemeye ve hiç zevk almadığı halde her akşam kocasına sevişmek için yalvarmaya, seviştikçe acı çekmeye, canı yandıkça çocuğunu özlemeye, arzusunu büyütmeye, umutlarını tüketmeye ve yok olmaya devam etti. Çocuğu olmayan otuzuna yaklaşmış bir kadın haline gelmeye başladıkça, toplumun saygısını yitirdiğini görüyor ve hiç olduğu yaşamda nefes alacak bir yer bulamıyordu. Macun, çocuk konusunda işe yaramamış ama umutlarını yıkmıştı. Ama bu deneme, son olmayacaktı.
"Öleceğiz ve bu bizi şanslı kılıyor. Çoğu insan hiçbir şekilde ölmeyecek çünkü onlar hiçbir zaman doğmayacaklar. Burada, benim yaşadığım yerde olabilecekken gerçekte gün ışığını hiçbir zaman göremeyecek olması muhtemel insanlar, Arabistan'daki kum tanelerinden daha fazladır." Gökkuşağını Çözmek Richard Dawkins
-2–
Hamileliğinin yedinci ayı yeni bitmişti ve sıcak bir yaz günüydü. Yataktan çıkması neredeyse yasak olan Nilgün artık 38 yaşındaydı; kendisine bir ömür kadar uzun gelen yıllar boyunca hayalinin peşinden koştuğu kızı artık karnında büyümekteydi ve içinde hissettiği o muhteşem, gittikçe kabaran duygunun da annelik değil sevgi olduğunu anlayamıyordu bir türlü. Hayatında hiçbir yerde sevgi görmemiş bir kadının içinde aniden bir sevginin alevlenmesi, onu başka biri haline getiriyordu. Bu aşktı ve dönüşü olmayan bu yolda yürümesini sağlıyordu. Bir ömür aşksız nasıl geçer? Sevmenin uzağında zorunluluklarla çıkılmış bir yolda, adına evlilik denen bir hapishanenin içinde gibiydi Nilgün ve başından beri eksik yaşadığını algılayamayacak kadar da uzaktı dünyadan. Başka bir yaşam mümkün olabilirdi aslında ama o başka bir yaşamın peşinden gitmek yerine, kendi yaşamının içinde hapsolmaya ve ondan beklenenleri yapmaya çalışıyordu. Neredeyse 20 yıldır çalışıyordu. Emekliliğine şunun şurasında 3 yıl kalmıştı ve sonunda hamileydi. Eksikliğinden kurtulmuş, kadınlığa terfi etmişti ya bu hiç de kolay olmamıştı. Yatağında baygına yakın bir halde yatıyordu. Kafası, çocuk düşüyle geçen, baskılarla dolu yıllara takılmış kalmıştı. Şeker
hastalığı çıkmış, tansiyon problemi baş göstermiş, kalbe giden damarlarının biri tıkalı olduğu için iki kez anjiyo olmuş, bedenen harap hale düşmüştü. Kendilerine itiraf edemeyip yıllarca bekledikten sonra, İbrahim'in ani kararı ve telefonuyla gittikleri doktor, pek çok test yapma gereği duymuş, sonunda da elinde bir raporla çıkagelmişti. Günler, her zamankinden uzun, boğucu ve sıkıntılı geçmişti. Özellikle de Nilgün için. Sevilay, uzak bir gelecekte duruyordu belki, belki de asla gelmeyecekti. Kız doğuracağına ikna olmuştu, içinde bir yerlerde, çok derinde bir yerlerde, kızıyla yaşayacağı günlerin hayalini kuruyordu. Kızını görüyor ama kendisini onun yanında göremiyordu asla. Bunu garipsese de, kızının varlığına alışmaya başlamıştı. Olmayan bir cana bu kadar bağlanmak delilik mertebesinde olsa da, Nilgün, kızıyla geçireceği tatlı anları uzatmak için yataktan çıkmaz ve hep uyur olmuştu. Kutular dolusu uyku ilacı içiyor, işten eve gelir gelmez uyuyor ve sabaha zar zor ama bir nebze olsun mutlu uyanıyordu. Olmayanın hayali yıkıcıydı. Karmakarışık duygu dünyası, içinden çıkılamayan hayaller ve dünyayı umursamayan bir robot. Nilgün'ün çocuk baskısıyla geçen yıllarda geldiği nokta tam da buydu. Doktor, samimi, şakacı ve biraz da ukala bir adamdı. Belli ki Nilgün'den de küçüktü ve onların bu çocuk hayaline sımsıkı sarılmalarına da anlam veremiyordu. "İbrahim Bey," dedi gözlüklerini iş olsun diye taktığı belliydi, önündeki kâğıdı gayet rahat okuyordu. "Size kötü haberlerim var. Sperm sayınız, eşinizi hamile bırakmak için yeterli sayılır ancak eşinizin rahim duvarı, döllenme sonrası yumurtanın tutunmasını sağlamıyor. Pek çok kez gebelik gerçekleşmiş olmalı ama en çok 72 saat içinde vücut bu gebeliği sonlandırıyor." İkisi de anlamadan bakmışlardı doktorun yüzüne. Çocuk sahibi olamayacaklarını mı söylüyordu doktor, yoksa bir öneride mi
bulunuyordu? Bilmiyorlar, kilitlenmiş bir şekilde ona bakıyorlardı. "Yani," diye sordu Nilgün. Yüzü kül rengine dönmüş, kirpiklerinin ucunda, gözünün tam kenarında bir damla gözyaşı peyda olmuştu. "Yani uzun bir tedavi dönemi geçirmeniz gerek. Bu tedavi ile rahim güçlendirilip gebe kalmanız sağlanabilir. Ama yaşınız bu tedavi için geçkin, genellikle 30 yaşın üstündeki bayanlara tavsiye etmiyoruz. Çünkü hem tedavi süreci normalden uzun sürüyor, hem de ilerleyen yaşta gebelikle ilgili riskler artıyor." Dünyalarını yıkan o sözler, yüreklerinde bir süre yankılandı. Çözüm vardı ama yine, Sevilay'a giden yolda, anneyle kızı arasında kocaman bir engel vardı. Doktor, daha sonra Nilgün'ün de kendisine defalarca sorduğu, kendini kahrettiği ve kaderine lanet ettiği o soruyu sordu: "Şimdiye kadar neden gelmediniz?" Gelmemişlerdi çünkü hem bu durumu kabul etmekten korkmuşlardı, hem de tavsiye üstüne tavsiye veren büyükleri dinlemişler, olmayacak insanlardan, boş yere çareler ummuşlardı. Umut, en kolay satılabilen şeydi ve hemen her durumda gerçekten de çok para ediyordu. Onlar da umut peşinde pek çok paralar harcamışlar ama asla bir şifa bulamamışlardı. Şifa, çok geç keşfettikleri, hem de kendilerinden neredeyse hiç para istemeyen devlet hastanesindeydi. Yanılmışlardı ve bunun acısını hiç bu kadar güçlü hissetmemişlerdi. "Ben her şeyi göze aldım," dedi Nilgün, "Ne gerekiyorsa yapın. Yalvarırım beni bir anne yapın." Tedavi en az beş yıl sürecekti, bir garantisi yoktu ve ilaçların yan etkileri vardı.
Kabul ettiler. Yan etkilerinden değil, çocuk sahibi olamamaktan korktular ve İbrahim, o doktor görüşmesinden sonra tam 8 sene karısına dokunmadı. Aynı yatakta uyudular, aynı sofrada yemek yediler, ortak tayinle Balıkesir'e gidip 5 yıl kaldıktan sonra İstanbul'a yine beraber döndüler. Karı koca gibi değil de ev arkadaşı gibi yaşıyor, artık neredeyse birbirlerinden kaçıyorlardı. Yine de, tedavi gördükleri onca seneye rağmen, bu durumu Nilgün annesi dâhil kimseye söylememek konusunda İbrahim'e baskı yapmış, o da bu konuya dâhil olmamanın verdiği rahatlıkla daima bu konudan uzak durmayı seçmişti. Nilgün'ün babasının öldüğü güne kadar da bu sırrı saklamışlardı. İşte o gün, Nilgün, annesinden yediği tokat ve babasının açık giden gözlerinin ardından, yenilgiyi kabul etmişti. Perişandı. Bedeni, aldığı ilaçlara isyan ediyor, zihni de kaderine lanetler yağdırıyordu. Kalbi kırık, bozguna uğramış, eli ayağı tutmaz halde kalmış, bir yıkıntıya, bir enkaza dönüşmüştü ruhu. Hayatında hiç kimse, bir kez olsun onu anlamamıştı. Herkes, kendi doğrularında yaşaması için zorlamıştı onu ve o da buna isyan etmeden, hatta çok kez direnmeden kabul etmişti boyun eğmeyi. Ama bitmiyordu. İnsanların zulmü, içini kanatan bu yaraların, batırılan iğnelerin sonu gelmiyordu. Kimsenin onu umursamadığı bile aklına gelmiyordu. Bir insan, nasıl kabul ederdi bu kadar hiçbir şey olmayı? Nilgün etmişti. Kocası için ev kadınıydı sadece. Annesi için yüz karası olmuştu. Ve şimdi içten bir nefretle ona bakan bu kadına "anne" demek gelmiyordu ya içinden, itiraf, belki biraz da artık daha kırılacak şey kalmadığından kolayca yapılıvermişti. Annesi, tabii bunun üzerine boş durmamıştı. İnançlı bir insandı ve her şeyin çözümünün dualarda, muskalarda, okuyup üflemekte olduğuna inanırdı. Tanrı duaları kabul eder ve kullarının mutluluğu için elinden geleni yapardı. Bu kadar mutsuzluk, günahlar arttığı ve
insanlar Tanrı'dan uzaklaştığı için vardı ona göre. Hocasına gitti. Hoca dediği, mahallede kendi bahçeli evinde kendi tekkesini kurmuş, müritler edinmiş ve durmadan vaazlar veren, okuyup üfleyen, muskalar yazan, kurşunlar döken ve bağışlarla servet edinmiş bir zattı. "Allah rızkımı veriyor, sevap yüklendikçe misliyle veriyor," derdi çevresindekilere, hesaplarındaki sıfırların sayısı ile tapu dairesindeki dosyalarının sayısı aynı hızla artarken. Allah'ın rızası ile onun adını kullanarak zenginliğe erdiğini düşünüyordu. Yaptıklarının faydalı olduğuna kendisini bile inandırmış olan bu zat, müthiş bir hatipti ve insanların konuşmalarından etkilenmemesi mümkün durmuyordu. Nilgün, annesinin zoruyla hocanın karşısına çıktı. "De bakalım derdini hemşire," dedi hoca efendi. Elindeki kocaman tespihi çekiyor, gir cüppesinin üzerine sarkmış beyaz sakalını ovalıyordu. Hareketsizlikten 150 kiloya yaklaşmış ve her yanı ağrıyan, tüm eklemleri uyuşmuş, kansere esir olmuş bu adam, kendisine şifayı doktorlarda ararken şifa dağıtmaya çalışıyordu ki Nilgün, aylar sonra, aynı hastanede hocayla karşılaşacak ve 3-4 gün sonra da aynı hastanede öldüğü haberini alacaktı. "Bebek sahibi olmak istiyorum ama rahmim döl tutmuyor," dedi Nilgün annesinin ezberlettiği cümle ile. "Allah'ın izniyle, bebeciklerini alırsın kucağına kızım. Ama Allahu Teâlâ nasip etmezse yapacak bir şey de yok. Bizim dualarımızı işitir o; lakin cevap verip vermemek, rıza gösterip göstermemek inayetimiz ötesinde yalnız ve tamamen Hakk'a aittir. İnançlı ol kızım, Allah yardımcımız olsun." "Âmin."
Odadaki herkes, belki de en güçlü sesle Nilgün'ün annesi "Amin," demişti bu duaya. Sonra, haftalarca sürecek, uyduruktan bir yığın seremoni gördü Nilgün. Okunmuş sulardan, okunmuş pirinçlerden, okunmuş meyan köklerinden tiksinmeye başlayıncaya kadar, değişik tariflerde tüketti. Hocanın sopasının altına yatıp, karnına dualar eşliğinde sopa darbeleri yedi. Annesinin zoruyla buradaydı ve hiçbir şey olmuyordu. İbrahim'e anlatmıştı baştan kendi gittiği hocaları da. Ama doktora gideli beri anlatmıyordu. Kızmıştı İbrahim ve artık para dökmek yerine tıbba güvenmek konusunda nutuk atıp duruyordu evde. Tedavinin birinci yılı bitmiş, aynı zamanda hoca efendinin dualarında da doruk noktasına gelinmişti. Doktor, yeniden ilaçları reçete ettikten sonra, "Hiç denediniz mi," diye sormuştu İbrahim'e. Yüzünden, sevişmekten kaçan bir adamın utanan ve umutsuz halleri okunan İbrahim'in sessizliği yanıttı. "Deneyin," demişti doktor İbrahim'e. "Arada bir deneyin." İbrahim'in içinden gelmiyordu. Odalarını bile ayırdıkları Nilgün'e, göreve gideceği sabahın gecesinde söyledi bunu, yeni bir habermiş gibi. O gece, salondaki kanepenin üzerinde, renksiz, okşamaktan uzak, sevginin kırıntısı olmayan bir düzende Nilgün'ün içine tohumlarını bıraktı İbrahim. Yaptıkları sevişmek değildi, sadece çiftleşmişlerdi. Koyunlar, köpekler, atlar ve tüm diğer memelilerin üremek için yaptıkları gibi. Ne Nilgün soyunmuştu, ne İbrahim. Sadece bir kısacık an, İbrahim, Nilgün'ün kokusunu içine çekti, özlemişti bunu. Ama Nilgün, ölü bir kokuyla, ölü bir beden gibiydi. Bir ölüyle sevişiyormuş hissiyle dolan İbrahim tiksinmiş ve işini bitirir bitirmez televizyonu açmış, "Ben bir çay koyayım," diyen Nilgün'e bakmadan, televizyon karşısında, uzun yıllardır ilk kez, içini burkan acıyı serbest bırakarak ağlamıştı.