Politika Dergisi
Sayı 12 Editörlerimiz > Emrah ÖZDEMĐR > Gökhan DAĞ Yazar Kadromuz > Ahmet Tuna ALP > Ali Đhsan UĞUZ > Asaf ŞĐMŞEK > Beşir ĐSTEMĐ > Bilgin TÜRK > Emrah ÖZDEMĐR > Erbil DENĐZ > Erdal ALTUN > Erdinç AYDIN > Evren YELKANAT > Gamze G. KONA > Gökhan DAĞ > Kadir Levent BECĐT > Levent SEÇER > M. Burak KAHYAOĞLU > Miraç ÇEVEN > Naile DUMAN > Neylan ÇEVĐK > Nihat ATAR > Nuran TALAY > Osman ACAR > Osman BUDAK > Özcan NEVRES > Sevda EĞER > Timur V. DOĞRUOK > Yamaç KONA Karikatürler > Irmak ATABERK Redaksiyon > Emrah ÖZDEMĐR > Mehmet Mustafa KAKI Kapak Tasarım > Emrah ÖZDEMĐR Web Tasarım > Gökhan DAĞ > Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
Editörden... Yeniden merhaba, Politika Dergisi’nin değerli okuyucuları. Şubat 2009 sayısı ile karşınızdayız. Umarım, istemlerinizi karşılayabilecek bir sayı çıkarabilmişizdir. Bu sayımızla ilgili, genel olarak bilgileri vermeden önce aramızdan ayrılan ve aramıza yeni katılan arkadaşlarımızı sizlere sunmak istiyorum. Aramıza yeni katılan yazarlarımızdan ilki; Almanya’da Türkiye’yi başarıyla temsil eden Prof. Dr. Levent Seçer. Sayın Seçer’i sitemizde uzunca tanıttığımız için, burada ayrıca değinmiyoruz. Bu sayıda Levent Hocamızın yazısı bulunmamaktadır. Daha sonraki sayılarımızda, bir aksilik çıkmazsa, Seçer’in yazılarını bulabileceksiniz. Aramıza katılan diğer arkadaşlarımız ise; Nihat ATAR, Neylan ÇEVĐK ve Nuran TALAY. Nihat ATAR; emekli bir müfettiş ve zaten daha önceki sayılarımızda okur yazısı olarak yazılarına yer verdik. Neylan ÇEVĐK; şehir planlamacılığı okuyan ve politikaya çok fazla ilgisi olan bir arkadaşımız. Nuran TALAY; birçok haber portalında yer alan bir arkadaşımız. Yeni yazarlarımızın tümü, dergimize ve ülkemize katkı vereceği öngörülerek kadromuza katılmıştır. Đnanıyorum ki siz de onların yazılarını çok beğeneceksiniz. Üç arkadaşımız da bu sayıda yazılarıyla yer almıştır. Ceren YALDIZ ve Burak ĐNAN arkadaşlarımızla ise, “kadrolu yazar” olarak yollarımız ayrılmıştır. Aramızda kesinlikle bir düşmanlık olmadığından, daha sonra bu veya başka şekilde aramızda olabilirler. Onlara yaşamlarında başarılar diliyorum. Gelelim; bu sayımızın içeriği hakkında bilgi vermeye. Bu sayımızda iki önemli röportajı sizlere sunacağız. Bunlardan ilki; araştırmacı, gazeteci, yapımcı, ülkemizin çıkarlarını her platformda savunan değerli aydınımız; Banu AVAR. Banu AVAR, sıkışık programı arasında, Davos olaylarıyla gündeme gelen Orta Doğu politikaları hakkında düşüncelerini bizimle paylaştı. Verdiği destek için Banu Hanım’a teşekkür ediyoruz. Şaşıracağız bilgileri içeren röportajı okumanızı salık veri-
rim. Röportaj yaptığımız diğer konuğumuz, daha doğrusu konuklarımız; ünlü müzik grubumuz Baba Zula’nın üyelerinden Murat ERTEL ve Levent AKMAN. Akman ve Ertel ile eğlenceli, düşündürücü, sürükleyici bir mülakat yaptık. Beğeneceğinizi umarım. 12. sayımızın içeriğine kısaca göz atarsak; Gamze G. KONA Hocamız, Türkiye - Đsrail ilişkilerinin niteliğini ve yakın geçmişte yaşadığı önemli noktaları kaleme aldı. Ben, sizlere yaşamın içinden bir cemaat gerçeği sunmaya çalıştım. Ekonomi-finans konusunda yine Timur ve M. Burak arkadaşlarımız güzel yazılara imza attılar. Ali Đhsan UĞUZ’un Che, Fidel ve Mustafa Kemal’i ele aldığı yazısı da mevcut. Asaf ŞĐMŞEK, yazısıyla, Siyonizm’in faşist yönetimler ile bağlantısını ortaya koymaya çalışıyor. Evren YELKANAT da 3 sayı aralıktan sonra 12 Eylül dosyasını aralamaya devam ediyor. Kültür sanat içeriğimiz de geniş ve başarılı, diye düşünüyorum. Buradan tüm arkadaşlarımızın yazılarına değinemeyeceğim için, sizlere içeriğin hepsini okumanızı tavsiye ederim. Gerçekten olabildiğince başarılı bir sayı ortaya koymaya çalıştık. Üzüntü verici bir haberimiz var. Maalesef; aydın, ilerici, bilim kadını Türkel MĐNĐBAŞ’ı yitirdik. Değerli hocama Tanrı’dan rahmet, sevenlerine ve tüm Türkiye’ye başsağlığı diliyorum. Türkel Hocamızın geçmişte yazdığı bir makalesini de dergimizin içeriğine koyduk. Bu arada, yazarlarımızdan Mehmet Burak KAHYAOĞLU resmen öğretim görevlisi oldu. Bu sevinçli haberi de sizlere iletiyorum. Kahyaoğlu’yu tebrik ediyor ve ona yeni yolunda başarılar diliyorum. Aydınlık, barış dolu günler diliyorum. 13. sayımızda görüşmek dileğiyle...
editor@politikadergisi.com
Politika Dergisi
Sayı 12
09.02.2009
iletisim@politikadergisi.com
Đçindekiler Banu AVAR Röportajı
“Osmanlı geliyor”, “Üçüncü Abdülhamit geliyor” sloganları arasında Türk halkı uyutulurken, “Büyük Đsrail Projesi” planlanıyor.
MÜLAKAT
Geçmiş Sayı Kapağı Politika Dergisi Sayı 11
(Araştırmacı-yapımcı Sayın Banu AVAR’la yapılan röportaj)
sy. 38 Türkel MĐNĐBAŞ’ın anısına: Genç Đşsizler Ordusunun Oyu
MÜLAKAT
Baba Zula Röportajı
Baba Zula’dan Murat ERTEL ve Levent AKMAN’la yaptığımız keyifli röportaj...
Yitirdiğimiz Türkel Hocamızın anısına, O’ndan bir makaleyi sizlere sunuyoruz.
sy. 64
sy. 41
Gündeme Dair Gökhan DAĞ’ın GÜNDEMDEKĐ KONULARLA ĐLGĐLĐ DEĞERLENDĐRMELERĐ
sy.8
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
Đçindekiler Hakkımızda Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yaratılmış ve halen de yaratılmak istenen apolitik gençliğe bir karşı duruş fikrinden doğan Politika Dergisi, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı olduğu taktirde her türlü görüşe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'ndan, görevini ise Gençliğe Hitabe’den almıştır.
Davos Krizi ve Türk - Đsrail Đlişkile- Köstebek Var! rine Özel Bir Bakış (Dış Politika)
(Đnceleme)
DR. GAMZE GÜNGÖRMÜŞ KONA
EMRAH ÖZDEMĐR
sy. 14
sy. 17 Bir Siyonist’in Hatıra Defteri (Đnceleme-Yazı Dizisi) ASAF ŞĐMŞEK
sy. 20 Kapitalizm ve Kapitalizmin Birey Üzerindeki Hegemonyası (Yorum) MĐRAÇ ÇEVEN
sy. 23 Demokrasi Anlayışının Değişen Yüzü (Đnceleme-Yorum) NEYLAN ÇEVĐK
sy. 28
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
Đçindekiler Görevimiz
1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.
Neden Üretmiyoruz? (Ekonomi-Finans) M. BURAK KAHYAOĞLU
sy. 30
Bu Döngüde Sen Nerdesin? (Ekonomi-Finans) TĐMUR DOĞRUOK
sy. 79
Tarih Yapraklarından Üç Devrimci (Fidel Castro, Che, M. Kemal) (Tarih-Yorum) ALĐ UĞUZ
sy. 32
(Tarih-Yorum) ERDĐNÇ AYDIN
sy. 42
Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... (Đnceleme-Yorum)
Mumcu Đle Söyleşi (Đnceleme-Yorum) SEVDA EĞER
Bursa Tarihi Üzerine; Đki Biyografi, Bir Yüzleşme
sy. 47
12 Eylül’ün Ardından (2)
BĐLGĐN TÜRK
sy. 51
Siyaset Yerelde Başlar
(Yakın Tarih-Yazı Dizisi) EVREN YELKANAT
sy. 55
(Tarih-Yorum) ERDĐNÇ AYDIN
Timsah Gözyaşları
sy. 76
Türkler ve Kürtler (Đnceleme-Yorum)
(Yorum-Güncel) OSMAN BUDAK
sy. 60
BEŞĐR ĐSTEMĐ
sy. 62
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
Đçindekiler Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.
Çağdaşlığa Giden Yol
Alkışlar Başbakan’a (Sahne Sizin)
(Yorum)
(Yorum-Güncel)
NĐHAT ATAR
sy. 35
NURAN TALAY
Lider
Ayrılaşmış Aynılar
(Yorum)
(Yorum-Güncel)
OSMAN ACAR
sy. 45
ERBĐL DENĐZ
Alt Katmanlarda “Biz Kime Hizmet Ediyormuşuz” Sorunsalı
Neler Oluyor?
(Yorum)
(Yorum)
AHMET TUNA ALP
sy. 57
ÖZCAN NEVRES
PD KÜLTÜR SANAT Cumhuriyet Çınarı—2. Bölüm (Sayfa 89)
P—Tiyatro: Bernarda Alba’nın Evi (Sayfa 94)
P—Kitap: Parfümün Dansı (Sayfa 97)
Türk Rock’ının Şubat Matemi (Sayfa 87)
P—Kitap: Yeni Çıkanlardan (Sayfa 88)
P—Film: Seçkiler (Sayfa 86)
ÇIZIKTIRMAK (Sayfa 21, 84, 98)
sy. 37
sy. 58
sy. 83
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
Gündeme Dair... Gökhan DAĞ
Kur’an (Kursun) Kursu, bize ne diyemeyeceğimiz bir olay bana kalırsa. Bekir Çokun’un dediği gibi: Ce Ha Pe(S)!
Küreselleşme denilen şeyin faydaları var mı diye sorsam birçok kişi bana hayır yok der. Ben de onlara hadi be oradan derim.
Neymiş her mahalleye bir Kur’an Kursu’ymuş. Böylece bu tarz kursların idaresi daha kolay olacakmış.
Küreselleşmenin faydaları git gide artıyor. Küreselleşme bir anlamda yerelin evrenselleşmesi değil de nedir ki?
Bunlar hiç atasözlerini kulaklarına küpede mi yapmaz: Nerede çokluk orada b.kluk!
Bakın bizim yerelimiz, yerel seçimlerimiz nasıl da bir anlamda Davos’ta evrenselleşebildi! Bu küreselleşmenin faydası değil mi şimdi sorarım size!
AKP bu olaya tepkili. Ülkede siyasetin beyni sulandı:
Başbakan bir anda yerel seçim mantığıyla hareket edip, yerel seçimlerimizi evrensel hale getirmedi mi? Bence getirdi. Đşte küresel Başbakan budur. Küresel Başbakanın şerefine, bu sayıdaki gündeme dairi yazdığımı belirtirim. Bu sayıda bu köşe senin şerefine Başbakan! Halkın şerefi nerede derseniz, git gide şerefsizlerce elden, avuçtan alınıyor; ele veriliyor. O yüzden bu sayı Başbakanın şerefine. Ne de güzel gösterdi hitabet sanatını tüm dünyaya. Davos bir forum, laf edene korum mantığıyla hareket etti. Sonu hayrola. Birazdan değineceğiz. Kemal Kılıçdaroğlu; bizim de çok önceden bildiğimiz üzere, Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı oldu. Açık ve seçik belirteyim ki, oyum ve dualarım onunla olacak. Yalnız Kur’an Kursu olayını söylerse bir dakikalığına düşünebilirim. Gündemde birde böyle bir bomba var.
Bir şeyi savunması gerekenler savunduklarına karşı çıkıyor, savunmaması gerekenler savunmadıklarına sarılıyor. Boşuna okumuşuz siyaset bilimini. Yanlış anlatmışsınız değerli hocalarım! Başka ne oldu ya! Benim de beynim sulandı tüm bu olanlardan. Haa! Melih Gökçek mal varlığını açıkladı. Ne fakirmiş meğer. Boşuna günahını almışız. Boşuna keşke Đ. Melih Gökçek kadar zengin olsam demişiz. Allah iyi ki dualarımızı kabul etmemiş, yoksa gerçekten dileklerimiz boşuna olurdu. Đ. Melih Gökçek ve boşuna. Ne kadar da güzel uydu. Ne yapsak boşuna. Anketler Melih Gökçek’in hala seçim yarışında önde olduğunu gösteriyor. Fakire genelde acır bizim milletimiz. Bu fakirliği Melih Gökçek’e artı oylar getirecektir muhakkak. Ekonomik kriz bizi teğet geçecek demişti Başbakan. Gerçekten de onları teğet geçti. Bizi ise delip geçmeye devam ediyor. Eskinin işçileri, emekçileri, bugünün işsizler ordusu elemanları. Allah hepsi-
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
nin işi rast getirsin. Değerli Uğur MUMCU’yu ve Abdi ĐPEKÇĐ’yi bu senede olanlardan habersiz andık. Đşte habersiz olduğumuz konular? Yakalananlar gerçekten katil mi? Bu olayların arkasında gerçekten Ergenekon var mı? Tuncay Güney katili veya katilleri biliyor mu? TRT 2’nin adının değişmesini öneriyorum. Adı Tuncay Rahatça Tıraşla olsun istiyorum. Demokratik olarak böyle bir talepte bulunuyorum. TRT 1’de zaten Tayyip Radyo Televizyonu olmaya doğru gidiyor. Ödediğimiz faturalarda sürekli TRT için vergi ödüyoruz. Yazıklar olsun. Haram, zıkkım olsun. Hakkımı helal etmiyorum ben. Silahları yerin altına gömen, o kadar kişi öldüren bu örgütün gücü bir Tuncay Güney’e yetmedi. Ne gerizekalı bir örgütmüş ki, her şeyi Tuncay Güney’e anlatmışlar. Tuncay Güney her geçen gün örgütün bir numarasını değiştiriyor. TRT 2’den alt yazılar geçiyor: x kişisi Ergenekon ile ilişkili. Sonuç: x kişisi 2 saat sonra emniyetin elinde. Bu kadar ucuz mu ya tüm bunlar? Yılmaz ÖZDĐL’in dediği gibi; Yahudilere yalancı diye laf söyleyeceksin, sonra da bir Haham’ın ağzının içine bakacaksın. Oh ne ala! Ve maalesef Türkel MĐNĐBAŞ’ı sonsuzluğa uğurladık. Ergenekon’a bulaşmadan aramızdan ayrılan bir aydın, dersleri sonsuza kadar devam edecek bir akademisyen olduğu için, kendisini yazılarından ötürü az da olsa tanıyabil-
09.02.2009
diğim için mutluyum. Türk milletinin başı sağ olsun. Tuncay Güney onun adını anmadığı için de ayrıca huzurluyum. Şimdilik geçen dönemle ilgili aklıma gelenler bunlar. Hemen genelden özele doğru değerlendirmeye başlayalım.
Davos Olayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kimisine göre bu olayda sonuna kadar haklı, Kimisine göre sonuna kadar haksız, Kimisine göre ise bazı yerlerde haklı, bazı yerlerde haksız. Modertaörün tavrı konusunda Başbakan’a katılmamak elde değil. Bir ülkenin Başbakan’ına bu tarz bir el kol hareketiyle yaklaşmak oldukça yakışıksız. Ben bu olay ile ilgili Đnal Batu’nun söylemine sonuna kadar katılıyorum: “Doğru sözleri yanlış bir adam, yanlış bir yerde söyledi.” Neydi doğru sözler? Filistin’in Đsrail tarafından yok edildiği. Peki, neden yanlış bir adam olarak nitelendirme yapıldı? Çünkü daha düne kadar, hatta belki bugün bile Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’dan söz ediyoruz. Dolayısıyla BOP çerçevesinde Filistin’in bu halde olduğu bilinirse, Recep Tayyip Erdoğan direk yanlış bir adam konumuna düşüyor. Peki, neden yanlış bir yer? Çünkü orası nihayetinde bir diplomatik arena. Bu şekilde davranışlar gerek Başbakan’dan olsun, gerekse başkası tarafından son derece yanlış.
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
Başbakan ve yanında o oturumda bulunanların tümünün kontrolü kaybettiğini gördük. Peki, Davos’ta yaşananlar bir yerel seçim oyunu olabilir mi? Ben bunu yüksek olasılık görüyorum. Çünkü; 1– Başbakan, Davos’ta Filistin’e tanklarla girerken mutlu olan Đsrail Başbakanları olduğunu söyledi. Bu bilgisine rağmen neden hala Filistin konusunda ve diğer konularda Đsrail ile ortak hareket etti. 2– Türkiye’yi temsil eden bir Başbakan’ın elinde neden AKP klasörleri vardı. 3– Yerel seçimler öncesi bozulan itibar bu şekilde yeniden onarılabilirdi. Tüm bunlar Davos’ta yaşananların bir oyun olabileceği ihtimalini de beraberinde getiriyor. Aman dikkat diyoruz. Bir site: www.davosfatihi.com
CHP’nin Açılımları Her parti bir açılım tutturdu gidiyor; ama CHP gerçekten kimsenin eline su dökemez bu konuda. Kara çarşaf açılımından sonra yeni açılım her mahalleye Bir Kur’an Kursu.. Amaç buraların CHP tarafından açılarak çok iyi bir şekilde denetlenebilmesi. CHP şu mantığı yaymaya çalışıyor: bizim dışımızda Kur’an Kursu açanlar buraları iyi denetleyemezler! CHP’ye yakışan siyaset bu değil. CHP Halkın Düzeyine Çıkmalı. Yoksa iş tekrardan bir felaket olabilir. Az öncede belirttiğim gibi bir şeyi savunması gerekenler onu savunmuyor, bir şeyi savunmaması gerekenler onu
09.02.2009
savunmaya başlıyor ve bir anda savunulan, savundukları şeye bir karşı refleks oluşuyor. Olan politikaya oluyor maalesef. Yanlış politika yapmak, doğru politika yapmak yerine konunca doğru politikaları uygulamak da yanlışmış gibi algılanıyor. Sonuç: Bugünün Türkiye’si işte... Nitekim A&G Araştırma Şirketi’nin yapmış olduğu anketler sonrası halk yapılan bu açılımları samimi bulmadığını ve bir seçim yatırımı olarak gördüğünü belirtti. Sadece çarşaf açılımı ya da Kur’an Kursu açılımıyla da sınırlı değil üstelik bu araştırma. AKP’nin Alevi açılımı, AKP’nin Nazım Hikmet açılımı AKP’nin TRT 6 (Şeş) açılımı. Açın bakalım daha nereye kadar açacaksınız. Bir gün bu halk size bir şey açacak ama burada yazamıyorum maalesef. Anlayan anladı işte..
Kemal Kılıçdaroğlu Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Laf CHP’den açılmışken devam etsin bari. CHP geçtiğimiz günlerde sizin de hatırlayacağınız üzere Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayını belirledi: Kemal Kılıçdaroğlu.. CHP bunun yanında çarşaf açılımında büyük rol oynayan ve birçok ünlü ismi CHP’ye katan birisini Belediye Meclis Başkan Adayı olarak belirledi: Gürsel Tekin.. Genel Sekreterlik görevi içinde şehir planlamacısı Dr. Alper Ünlü.
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
09.02.2009
CHP Đstanbul için üçlü bir modelden yana hakkını kullandı açıkçası.
Burada yazımı uzun uzun tekrar belirtmeyi düşünmüyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Đstanbul için aday gösterilmesini ben açıkçası istemiyordum. Çünkü kendisi daha önemli görevleri üstlenebilecek bir karakterde; fakat olaya başka bir açıdan bakarsak daha önemli görevlere gelmesi için de bulunmaz bir fırsat.
Özetlemek gerekirse, demokrasilerdeki tavır bir demokratlık tavrıdır şüphesiz. Aynı zamanda demokrasinin mekaniği demokratik kurumlarla işler.
CHP, ĐSKĐ olayından sonra Đstanbul’da sol partilere olan bakışı kırmak için çabalıyor. Anketlere göre şansı pek yok; ama Fatih Çekirge’nin yazdığı habere göre AKP anketinde Đstanbul için Kemal Kılıçdaroğlu önde çıkmış. Dolayısıyla bu AKP’de bir panik yarattı. Bu paniği Recep Tayyip Erdoğan’dan görebilmek de mümkün. Her fırsatta, her alanda Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklenen bir başbakan izliyoruz televizyonlarda. Kemal Kılıçdaroğlu zeki bir şahsiyet. Geri planda kalmadı ve Ekrem Tosun denilen bir kişiyi başbakana sordu. Bakalım Ekrem Tosun kim, Başbakanın oğlunun neyi?
Yine aynı şekilde demokrasi bazen yerelden genele ulaşır. Hatta yerel demokrasi genel demokrasinin işleyişi için bulunmaz bir fırsattır. Yukarıda yazdıklarım demokrasi teorisinde bize öğretilenler… Fakat durum böyle olamayabiliyor. Demokratik olduğunu savunanlar sırf kendi çıkarları için demokrasiye kilit vurabiliyorlar. Đşte kendi çıkarları ile demokrasinin çıkarları arasında sıkışıp kalanların hastalığına ben yazımda daha önce hiç kullanılmamış olan Demokratik Şizofreni kavramını uygun gördüm. Daha detaylı bir çalışmaya yaklaşık bir ay sonra başlamayı ve bu konuda bir kitap yazabilmeyi umuyorum. Şimdilik daha uzunca bir yazı için; http://www.politikadergisi.com/node/668 adresine bakılabilir.
Burada benim canımı sıkan Başbakan’ın tavrı.
(Bu arada Değerli Yazarımız Sevda Eğer’in yazıma yorumlarıyla renk katması beni gerçekten mutlu etti. Kendisi başka hastalıklarda tanımladı. Takdire şayan)
Başbakan’ın Recep Tayyip Erdoğan olması dolayısıyla değil. Bu harekette bulunan başbakanlık sıfatını üstlenen her kim olursa olsun bu tavır çok yanlış.
Eklemeyi unuttum: Đstanbul için oyum Kemal Kılıçdaroğlu’na. CHP’li olduğu için değil, sonuna kadar hak ettiğini düşündüğüm için.
En kısa zamanda öğrenmek dileğiyle.
Peki, bu tavır, nasıl bir tavır? Politika Dergisi’nin sitesinde yazmış olduğum yazılarda bu konuya değinmiştim. Yazımın başlığı Demokratik Şizofreni.
Đ. Melih Gökçek Mal Varlığını Açıkladı Neredeyse her siyasete atılanın, her belediye başkan aday adayının hayalidir
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
Đ. Melih Gökçek kadar zengin olmak. Örneğin; Ahh, bir gün ben de belediye başkanı olsam da Đ. Melih Gökçek kadar zengin olsam.. Đşte Đ. Melih Gökçek bu hayallerin tümünü mal varlığını açıklayarak yıktı. Neyi var Đ. Melih Gökçek’in? Eşinin emekli ikramiyesi ve kendisinin birikimi sonrasında bankada 100 bin TL. Akçakoca’da bir evini sattığı için 95100 bin TL para bankada. Eşinin ve oğlunun evleri. Çayyolu’nda kooperatif ev. Pursaklarda 500 metrekare arsa Ve bir Silah. Silah’dan sonra da bana iki de bir bunların sorulmasından rahatsız oluyorum bilesiniz lafı. Kaynak: www.ensonhaber.com Gökçek Mal Varlığın Ne? Ben tekrar soruyorum. Đ. Melih Gökçek’in mal varlığının bu olduğuna inanmıyorum çünkü. Hiç arabası yok Đ. Melih Gökçek’in. Silahı var ama mermisi yok mesela. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural; Đ. Melih Gökçek’in yalan bildirimde bulunduğunu belgeleriyle ortaya koydu ve Đ. Melih Gökçek’in istifasını istedi. Đ. Melih Gökçek de eğer öyle bir şey varsa istifa ederim dedi. Bakalım neler olacak? Oktay Vural’ın söylemleri doğru çıkarsa Đ. Melih Gökçek görevinden ayrılabilir; ama ayrılması yetmez önümüzdeki seçimlerde de adaylıktan çekilmesi gerekir. Bunu da unutmamak lazım tabii. Sonuç olarak artık Đ. Melih Gökçek
09.02.2009
kimseni hayallerini süslemiyor. Đ. Melih Gökçek kadar zengin olsam keşke söylemlerini artık duyamayacağız. Meğerse Đ. Melih Gökçe ifa ettiği göreve göre oldukça fakir biriymiş. Ne saf, temiz duygulu bir adammış meğer. Merak ettiğim bir konu var: Acaba silahı elmas kaplı mı? Nokta. TRT Skandalları Devam Ediyor! TRT son yıllarda Türkiye’nin televizyonu olmaktan çok sanki bir partinin yayın organı gibi hareket ediyor. Đktidardaki parti TRT’ye nasıl hareket etmesi gerektiğini detaylarıyla anlatıyor ve TRT’de bunu uyguluyor. TRT devletin yayın organı. Dolayısıyla TRT’nin devleti, sadece iktidar olarak algılayan tutumundan uzaklaşması gerek. TRT, AKP; Alevi açılımına başlamadan önce neredeydi? O zaman neden Alevilerin Cem Törenleri’ni yayınlamıyordu. Aleviler için iftar vakti, TRT ve AKP’nin samimi olmayan hareketlerini yemekle başlamaz. TRT 6 çıktı şimdide. TRT 6 denilen şey birleştirici bir varsayım olarak sunulduysa bana kalırsa tutmayacaktır. Türk’sen TRT 1’den başlayarak TRT 5’e kadar izle. Kürt’sen TRT 6’yı izle. Yok ya! Buna çanak tutacaktır TRT 6 mantığı. Birleştiricilikten çok ayrımcılığa işaret edecektir. Sadece bununla ilgili de değil yaşananlar. Yazımın başlarında da belirttiğim gibi TRT 2, Haham mı, MĐT ajanı mı yoksa şaklaban mı olduğu bilinmeyen bir adamın sorgusunu yayınladı.
Politika Dergisi
Sayı 12
iletisim@politikadergisi.com
Kim yapmıştı bu sorguyu? Emniyetin böyle bir soruşturma kaydından haberi olmadığı ortaya çıktı üstelik! TRT’de saatlerce birçok insan, Tuncay Güney’in açıklamaları doğrultusunda suçlu gibi algılandı. Devletin televizyonu bunun hesabını verebilir mi? CHP kalksın özür dilesin diyor! Hayır yetmez. Daha fazlasını yapmalı. Ney düğü bilinmez bir adamı al, devletin televizyonunda ifadesi işte budur diye yayınla. Bu nasıl mantık? TRT’nin reyting kaygısı mı var? Bizlerden alınan vergilerle TRT geçimini sağlayamıyor mu? Tuncay Güney denen şaklabanın bu görüntüleri nereden ve ne kadara alındı? Hiç kimse kusura bakmasın ben vergimi TRT böyle şaklabanları yayına çıkartsın diye vermiyorum. Ben masum insanların benim vergimle suçlanmasına izin vermiyorum. TRT benim kanalım olduğu kadar, orada suçlanan insanların da kanalı. TRT’nin bunu yapmaya ne hakkı var? Acilen hesap verilmeli. 2B Yasası Hakkında Aslında söylenecek pek bir şey yok. Sadece yazıklar olsun demek geliyor içimden. Ahmet Necdet Sezer bu kanunu veto etmişti; fakat Abdullah Gül… Çevrecinin Daniskanı Başbakan’ı yüksek derecede kınıyorum. Bu olaya dur diyebilecekken demedi. Yazıktır.
09.02.2009
Orman vasfını yitirmişse bu alanlar bu yasaya evet diyen herkesi o ormanlarda odunluğa davet ediyorum. Hakkımda dava açılacaksa da açılsın. TEMA Vakfı bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyor, lütfen desteğinizi esirgemeyiniz. Obama Koltuğuna Oturdu! Dönekler için önemli olan “iktidarda kimin olması gerektiği” değil, “iktidarda kimin olduğudur” (Amerika’nın Bağımsızlık Savaşı’nı konu alan Revolution filminden) Dolayısıyla bizde de dönek çok. Bush gitti, yerine Obama geldi; fakat dönek hala aynı dönek. Hemen dalkavukluğa başladık. Yakışır mı Türk halkına? Hayır yakışmaz. O yüzden Bush ve Obama arasında bir fark varsa bu farkı çok iyi analiz edip ona göre stratejiler belirlemek gerekiyor. Bu stratejinin de döneklik, dalkavukluk aşamasında olmaması şart.
Bu sayılık benden bu kadar değerli okuyucular. Yerel seçimlere kısaca değinsem de daha detaylısına inşallah gelecek sayımızda. Bazı konuları atladım biliyorum ama altı sayfalık köşem doldu maalesef. Mazur görün lütfen. Başımdan birçok sorun geçiyor bu aralar. Dik durmaya çalışıyorum; ama nereye kadar? Desteğinize ihtiyacım var. Mutlu günler temennisiyle. Hoşça kalın…
gokhan.dag@politikadergisi.com
Sayfa 14
Politika Dergisi
Davos Krizi ve Türk - Đsrail Đlişkilerine Özel Bir Bakış demokratik Đsrail devletini algılayış biçimleri ve Đslami gruplardan yükselen Đsrail karşıtı baskılar gibi ülke içi faktörlerden de etkilenmiştir. (Yavuz,1991, ss.42-43)
“Đsrail’le ilk diplomatik ilişkilerin kurulması 1949 yılında Türkiye'nin Đsrail’i tanımasına kadar uzanır.”
Dr. Gamze Güngörmüş KONA Đsrail’le olan ilişkiler, Soğuk Savaş döneminden sonra, özellikle 1990’ların ikinci yarısında beklenmedik biçimde gelişmiştir. Bununla birlikte, bu iki devlet arasındaki ilişkilerin geçmişini incelediğimizde, Türkiye’nin Đsrail’e yönelik politikasının esas olarak; 1946-64 yılları arasındaki güvenlik kaygıları, 1964’den sonraki Kıbrıs sorunu ve 1977-83 arasında yaşanan petrol krizi gibi dış faktörlerle şekillenmiş olduğunu görürüz. Türkiye’nin Đsrail’le ilgili politikası, ayrıca Türkiye’yi yönetenlerin seküler ve
Đsrail’le ilk diplomatik ilişkilerin kurulması 1949 yılında Türkiye'nin Đsrail’i tanımasına kadar uzanır. Türkiye’nin, tarihsel nedenlerden dolayı Arap devletlerine duyduğu güvensizlik; Türk yetkililerce Orta Doğu’da Türkiye’ye en yakın devlet modeli olarak görülen Đsrail’in modern, demokratik ve seküler devlet modeli; Arap devletlerinin başındaki yönetim kadrosunun antidemokratik, despot ve totaliter olması; Türkiye’nin 1923’te Irak’la Musul sorunu ve 1939’da Suriye’yle Hatay problemi gibi toprak anlaşmazlıkları; ABD’de etkili bulunan Yahudi lobisinin önemi; bölgedeki Arap devletleriyle, özellikle Suriye’yle mevcut anlaşmazlıklar; 1492’de Đspanya’dan kovulan Yahudileri ülkesine kabul eden Osmanlı Đmparatorluğu döneminden itibaren Yahudilere karşı beslenen olumlu duygular; bunların tümü Türkiye’yi önce Đsrail’i tanımaya, ardından özellikle 1945 ve 1965 yılları arasında bu devletle ilişkilerini artırmaya sevk etmiştir. Bununla birlikte, 1965’ten sonra bazı siyasal ve ekonomik nedenlerden dolayı, Türkiye’nin Đsrail’le olan ilişkileri giderek bozulmaya başlamıştır. Siyasal nedenler arasında en önemli olanı 1963 ve 1964’deki Kıbrıs krizi esnasında ve 1974’deki Türk
Sayı 12
Barış Harekatı’nı takiben Türkiye’nin siyasal yalnızlığa itilmesiydi. Türkiye, Kıbrıs sorunu konusunda uluslararası siyasal arenada desteksiz kaldığını ve ABD ile ilişkilerinin soğuduğunu yoğun olarak hissetmeye başladığı dönemde, Arapların desteğine şiddetle ihtiyaç duydu ve Arap devletleriyle ilişkilerini geliştirme yolları aramaya başladı. 1973 Arap-Đsrail Savaşı sırasında Ankara, Đsrail’e yardım sağlamak amacıyla Türkiye'deki askeri üslerin kullandırılmayacağını resmi olarak ifade etti. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1979 yılında diplomatik olarak tanınması, siyasal yalnızlığından kurtulmak amacıyla Arap dünyasının desteğini almak için Türkiye'nin attığı ikinci somut adımdı. Siyasal nedenlerin yanında, 1979’daki petrol krizi ve 1980’lerde Türkiye’nin karşılaştığı ekonomik sorunlar da Türkiye’yi, daha Arap yönelimli, daha az Đsrail taraftarı bir dış politika izlemeye zorladı. Daha çok bu dış nedenler ve kısmen de dönemin koalisyon hükümetindeki diğer ortağının Đslami ideolojisine bağlı olarak Türkiye, Đsrail'in Kudüs’ün daimi başkent olduğuna ilişkin 30 Temmuz 1980’de yaptığı resmi açıklamayı eleştirdi. Bir ay sonra da Kudüs’teki Başkonsolosluğu kapattı. Eylül 1980’deki Askeri Darbenin ardından üç yıl süren askeri rejim, Türkiye’nin bir yanda ĐKÖ’deki katılım ve sorumluluklarını artırırken, diğer yanda Đsrail'le olan ilişkilerini azalttı. Türkiye’de 1983 yılında, askeri rejimin sona ermesinden sonra yapılan ilk seçimlerde iktidara gelen Anavatan Partisi Genel Başkanı Turgut Özal, Türkiye’nin dış politika girişimlerinde hiçbir tarafı ihmal etmeksizin Arap devletleri-Đsrail ve ABD-Orta Doğu dengesini sağlamayı başardı. Đsrail'le ilişkiler giderek gelişmeye başladı. Özal’ın dış politikası esas olarak, Türk ekonomisinin gelişmesi için Türkiye’ye maksimum faydayı sağlayacak devletlerle ilişkiler geliştirmeyi hedefleyen liberal ekonominin iyileştirilmesini amaçlıyordu. Türk-Đsrail ilişkilerindeki en dikkate değer gelişme Soğuk Savaş dönemi sonrasında yaşandı. Türkiye’nin, güvenlikle ilgili olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dikkatini kuzeyden güneye, Türkiye'nin sorunlarının bulunduğu Đran,
Sayfa 15
“Türkiye’nin Đsrail’le olan inişli çıkışlı ilişkisi, Türkiye’nin Đsrail’e karşı takındığı olumsuz tavrın arkasında yatan etki-tepki ilişkisine dayanmaktadır.”
Irak ve Suriye gibi ülkelere çevirmesine yol açan yeni oluşumlar, Türkiye'yi Đsrail'le dostluk kurmaya zorladı. Bundan başka, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinde ortaya çıkan gecikme de Türk yetkililerin bu devletle ilişkilerini geliştirmesini hızlandırdı. Đki devlet arasında gelişen ilişkiler, Şubat 1996’da Askeri Eğitim Anlaşmasının imzalanmasıyla zirveye ulaştı. Görüşmeler gizlilik içinde yapıldı ve sadece Nisan 1996’da Türk tarafından sızan haberlerden duyulabildi. Bilinen nedenlerden dolayı Türkiye, bu yeni ortaklığın sadece ekonomik boyutu üzerinde durmayı uygun buldu. (Robins, 1997, s.83; Economist, 1998) 1996’dan bu yana iki devlet arasındaki ilişkiler, her iki taraf için de pratik sonuçlar sağlayarak gitgide gelişmektedir. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, 11 Eylül 2001 yılından itibaren Türkiye, Irak operasyonunu takiben Kuzey Irak’ta oluşması kuvvetle muhtemel bir Kürt devleti karşısında Đsrail’in alacağı kalıcı politik tavrı büyük bir endişeyle beklemektedir. Türkiye’nin Đsrail’le olan inişli çıkışlı ilişkisi, Türkiye’nin Đsrail’e karşı takındığı olumsuz tavrın arkasında yatan etki-tepki ilişkisine dayanmaktadır. Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin her bir Đsrail karşıtı politik tavrı, o anda mevcut uluslararası veya ülke içi durumların sebep olduğu ve Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu veya yararlanmak istediği hadiselere gösterdiği tepki olarak yorumlanmalıdır. Hadiseler kısaca ele alındığında dahi Türkiye’nin Đsrail’e karşı takındığı olumsuz tavırların arkasında, o dönemdeki iç ve dış olayların sebep olduğu ve Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı veya yararlanmak istediği meselelerin sebep olduğu etki-tepki bağlantısının yattığı gerçeği görülmektedir. Bu hipotez, altı somut örnek çerçevesinde çözümlenerek kanıtlanabilir. 1. Đlk örnek olarak, Türkiye’nin 1966 yılında Đsrail’le ilişkilerini dondurma kararı vermesi, ki bu çözüm-
Sayfa 16
Politika Dergisi
BM’de Đsrail’e karşı bazı kararların lehinde oy kullanılmasıdır.
“Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine, Filistinlilere karşı giriştiği eylemler ve uyguladığı politikalar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Şaron hükümetini devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Bu tepkilere yol açan etki, Erdoğan’ın kamuoyunu memnun ederek itibarını arttırmak isteğidir.”
lememizde tepki kısmını ifâde etmektedir, hadisesi alınabilir. Türk Askerî Đstihbaratı’ndan Sezai Orkunt 1966 senesinde Đsrail askeriyesine Türkiye’nin Đsrail’le ilişkilerini, ABD’nin Rum Ortodoks Kilisesi’nin Đstanbul üzerinde tarihi hak iddialarını desteklemesi sebebiyle dondurmak istediğini bildirmiştir. Bu durumda itki, Türkiye’nin ABD’yle söz konusu mesele üzerinde bir diyalog zemini yaratmak için Đsrail’le olan ilişkilerinden faydalanmak istemesidir. 2. Đkinci örnek, 1973 yılında Türkiye’nin Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıması; 1975 yılında Siyonculuğu ırkçılıkla bir tutan BM kararı için olumlu oy kullanması; ve 1979 senesinde Filistin Kurtuluş Örgütü’ne Đstanbul’da büro açmasına müsaade etmesidir. Bunların hepsi 1973 senesinde yaşanan petrol bunalımı neticesinde Türk karar alıcıların petrolün petrol ithal eden ülkelere karşı bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünerek Arap dünyasının petrol kaynaklarından mümkün mertebe sorunsuz bir şekilde faydalanılması amacıyla verilmiş ve uygulanmış kararlardır. Bu örnekte itki, petrol ihtiyacı ve bu ihtiyaca dayanan bir tehdit algılaması; tepkiyse, bu tehdit algılaması sebebiyle Arap dünyasıyla ilişkilerin geliştirilmesi için FKÖ’nün desteklenmesi ve
3. Üçüncü örnek, Đsrail’in 1980 yılında Kudüs’ün birleşik başkenti olduğunu açıklaması üzerine Türkiye’nin Đsrail’le ilişkilerini 1981 senesinde azaltmasıdır. Đlişkilerin azaltılması şeklinde tezahür eden tepkiye sebep olan itkilerden biri, o dönemde Türkiye’yi idare eden askerî darbe yönetiminin çoğunluğu Müslüman olan halkın nazarında meşruiyet kazanmak ve yetkesinin desteklenmesini temin etmek; diğeri de, bu ihtiyacın en iyi şekilde Arap dünyasından uzaklaşmadan yapılabileceği inancıdır. 4. Ele aldığımız dördüncü örnekteki tepkiler, 1987 yılında patlak veren Đntifada üzerine Türkiye’nin Filistin tezlerine yönelik duygudaşlığını artırması; Filistin Devleti’ni 1988 senesinde tanıması ve Đsrail’le askerî anlaşmasını durdurması şeklinde ortaya çıkarken, bu tepkiye sebep olan itki, anılan dönemde Türkiye’nin Arap dünyasıyla olan ticaret hacminin beş kat artmış olmasıdır. 5. Đnceleyeceğimiz beşinci örnek ise 2000 senesinde vukuu bulan Đkinci Đntifada’dır. Đkinci Đntifada üzerine Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine, Filistinlilere karşı giriştiği eylemler ve uyguladığı politikalar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Şaron hükümetini devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Bu tepkilere yol açan etki, Erdoğan’ın kamuoyunu memnun ederek itibarını arttırmak isteğidir. 6. Đnceleyeceğimiz son örnek ise geçen hafta Davos’ta gerçekleştirilen Filistin Oturumu esnasında yaşanan krizdir. Oturumda Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine, Gazze’de Filistin halkına yönelik olarak düzenlenen eylemler ve uyguladığı politikalar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Đsrail hükümetini devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Bu tepkilere yol açan etkiler dizgesi halen tartışılmakta olup, bu tepkiye yol açan temel etkenin; Erdoğan’ın Orta Doğu halklarını memnun ederek itibarını artırmak ve Türkiye’yi Orta Doğu’da yönlendirici güç konumuna taşımak istediğidir. Netice olarak, iki ülke arasında yaşanmış olan tüm olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye’nin Đsrail’le 1950 yılından beri süregelen ilişkisi her ne kadar inişli çıkışlı olsa da, tedrici biçimde ve olumlu yönde gelişmiştir. Bir bakıma bu ilişki “Orta Doğu’da komşu olmaya sonsuza dek yazgılı iki yalnız adamın geç kalmış işbirliği “ olarak da tanımlanabilir.
gamze.kona@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 17
Köstebek Var! Emrah ÖZDEMĐR
“Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar; her adım erken sayılır, her adım 20 gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir, civcivleri terk eden kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terk etmek gibi bir şeydir…” (Fethullah GÜLEN) Necip Hocam ve Onun gibiler yazdı; komplo teorisi dediniz, küresel fotoğrafı sunduk; uçarı dediniz. Hocamı öldürdüler; Ergenekon öldürdü dediniz. Bu kez size yaşamın içinden iki öykü sunacağım. Bu öykülerdeki olaylar tamamen gerçek, kişiler güvenlik nedeniyle- düş ürünüdür.
***
Sıradaki Hedef TSK! Öykünün Geçtiği Yer: Ankara. Öykünün Kahramanları: Abi: “Malum” cemaatte sıkça kullanılan bir unvan. Bölge abisi, ev abisi gibi tanımlamalarla etkinliği değişkenlik gösterebilir. Öyküdeki “Abi” Ankara’nın merkez ilçelerinden birisinde “bölge abisi” konumunda yer alan bir kişidir. Lise ve üniversiteye hazırlık aşamasında bulunan gençleri organize etmekle yükümlüdür. Osman: Lise döneminde cemaate girmiş ve abartısızca söylenebilir ki, cemaatin kulu durumunda yer alıyor.
“Necip Hocam ve Onun gibiler yazdı; komplo teorisi dediniz, küresel fotoğrafı sunduk; uçarı dediniz. Hocamı öldürdüler; Ergenekon öldürdü dediniz. Bu kez size yaşamın içinden iki öykü sunacağım. Bu öykülerdeki olaylar tamamen gerçek, kişiler -güvenlik nedeniyle- düş ürünüdür.”
Bekir: Bekir de Ahmet gibi, cemaatin sözünden ayrılmayan bir genç. Ahmet: Bekir ve Osman’dan bir sınıf altta olup, hizmet (!) evlerinde çok zaman geçiren, “abi”lerinin sözünden çıkmamaya çalışan bir liseli. Yasin: Gelir durumu pek iyi bir durumda olmayan, kırsal kökenli bir gencimiz. Uzun yıllar cemaatin içinde bulunmuştur. Osman, Bekir ve Yasin’in lise dönemleri bitmek üzereydi. Abi, onlara gelecekleri konusunda yönlendirme yapacaktı. Hizmet aşkından, gücü elde etmeleri gerektiğinden bahsederek bir giriş yaptı konuşmasına. Sonra devam etti: “Arkadaşlar, Askeriye’ye girmemiz isteniyor.” Tabii bu konu, bir anda şaşkınlığa yok açtı. Evet, bazı hizmetlerde bulunmayı kabul etmişlerdi zaten; ama bu çok şaşırtıcı bir istekti. Cemaatin Ordu ile ne işi olabilirdi? Diyelim ki işi oldu; Ordu, cemaattekileri bünyesine alır
Sayfa 18
Politika Dergisi
Peki, subay okuluna girmek istemezlerse ne olacaktı? Bu sorunun cevabını, diğer arkadaşlarımızın durumlarına dönerek bulacağız. Anlaşılan o ki bu bölgeye, subay gönderme görevi verilmişti.
Abi, birçoğumuzun bildiği; fakat medyanın dillendiremediği şu gerçeği söyledi: “Emniyet zaten elimizde, hizmet edeceksen eğer, Orduya girmelisin. Şu an elimize geçirmemiz gereken yer, orasıdır.”
mıydı? Osman söz aldı: “Abi, ama benim gözlerim bozuk ve burnumun görünüşünde sorun var.” Abi, çok rahattı: “Osman hocam, gözlerine lazer operasyonu, burnuna da estetik müdahale yapılacaktır; tabii maddi karşılık alınmadan. Sen meraklanma.” Osman, hizmet aşkıyla yanıyordu, istekliydi; ama soru sormaya devam ediyordu: “Peki, lazerle göz tedavisi anlaşılmıyor mu? Bildiğim kadarıyla anlaşılıyor Abi.” Abi, hafifçe Osman’ın sırtına vurdu ve “Sen meraklanma Osman. Halledeceğiz.” dedi. Durum şaşılmayacak gibi değildi. Sırf dindar çocuğu diye subay okullarına öğrenci adaylarının alınmadığı söylenirdi hep. Ama şimdi hak etmedikleri hâlde, üstelik cemaatten oldukları için bunlar alınacak mıydı? Bekir’in de fiziksel sorunları vardı. Peki, subay okuluna girmesinde engel teşkil edecek miydi bu durum? Tabii ki hayır.
Gelelim Yasin’in durumuna. Yasin’in maddi olanakları az olduğundan; cemaat, nur evlerinde devam etmesi karşılığında -tabii bu böyle dile getirilmez- ona ücretsiz olarak, dershane hizmeti verilmesi sağlandı. Elbette, böyle pazarlık yapar gibi olmazdı bu işler. Öyle olurdu ve uygulanırdı. Söylenmezdi. Yasin, dershaneye kaydolurken, senetlere imza atmış; fakat ödenmesi beklenmemişti. Madem ödenmesi istenmeyecekti; neden senetler çöpe atılmıyordu? Yasin’e de “Abi” tarafından diğerlerine yapılan yönlendirme yapılmak istendi. Yasin, Abi’ye, üniversite öğrenimi görüp, bu şekilde bir hayat kurmak istediğini belirtti. O da ne? Bugüne kadar, kafamızdaki şekilleri hep tebessüm dolu olan “abiler” bir anda sertleştiler. Kibar yolla, şu anki insan kaynağı ihtiyacının Orduda olduğu belirtildi. Emirlere uyulması ve hizmetin sizi nerede kullanacağına karışılmaması gerçeği vardı demek ki. Yasin, karşılıksız diye söylenegelen hizmetin, o kadar da karşılıksız olmadığı gerçeğini gördü. Elbette büyük bir şaşkınlık içindeydi. Sonrası mı? Ücretsiz olarak dershaneye kaydolan Yasin’den, vicdansızca son iki taksit istenilmiş ve tahsil edilmişti. [Ahmet’in öyküsünü buraya koymamızın sebebi, bir gerçeği göz önüne getirmektir. Ahmet, bunlarla aynı dönemin öğrencisi olmamış ve öyküleri aynı zaman diliminde gerçekleşmemiştir.] Ahmet de bir yıl sonra, yine abilerinden aynı telkini almıştı. Ahmet, askerî disipline giremeyeceğini ve olursa, polis olabileceğini belirtti. Abi, birçoğumuzun bildiği; fakat medyanın dillendiremediği şu gerçeği söyledi: “Emniyet zaten elimizde, hizmet edeceksen eğer, Orduya girmelisin. Şu an elimize geçirmemiz gereken yer, orasıdır.” Ahmet de bu şok karşısında “hizmet”ten çıktı. Şu an ne mi oluyor? Bekir ve Osman, tüm fiziksel sorunlarına rağmen, -adını burada veremeyeceğimsubay okuluna devam ediyorlar. Ankara’ya döndüklerinde, abileri ile görüşüyorlar ve yüz yüze görüşmeler dışında, kesinlikle konuşmuyorlar. Peki, bu “şakirtleri” hak etmedikleri hâlde, subay okuluna alan güç kimdi? Bunları alan güçlerle, TSK’dan dışarıya bilgi sızdıranlar aynı güçler olabilir mi? E, biz boşuna mı yırtınıyoruz “fetokrasi” diye!
***
Sayı 12
Sayfa 19
“Biz O Büste Tükürüyoruz.” Öykünün Geçtiği Yer: Konya. Öykünün Kahramanları: Abdullah: Konya’nın bir ilçesinde cemaatçi bir yurtta kalan öğrenci. Militan bir cemaatçidir. Önder: Atatürkçü duyarlığı olan, Abdullah ile aynı ilçede bulunan bir genç. Olay, 28 Şubat sürecinde gerçekleşmiştir. Abdullah, fanatik bir cemaatçi olup, söylemleriyle tam bir Cumhuriyet karşıtıdır. 28 Şubat sürecinde sinmeye başlayan anti-laik hareketlerin maske takmaya başlamasıyla birlikte, Abdullah’ın kaldığı öğrenci yurdu da bir takım riyakârlıklar yapmaya başlamıştır. Yurda Atatürk büstü yaptırıldığını öğrenen Önder, Abdullah’a sorar: “Hani, Atatürk’e karşıydın? Bak, sizinkiler bile Atatürk büstü yaptırmışlar yurdun girişine.” Abdullah’ın cevabı alçakçadır: “Biz yurda girerken, o büste her gün tükürüyoruz.”
*** Bu öyküleri sizlerle paylaşmaktaki amacım; zaten yıllardır size göstermeye çalıştığımız büyük
Abdullah’ın cevabı alçakçadır: “Biz yurda girerken, o büste her gün tükürüyoruz.”
resmin, küçük kanıtlarını ortaya koymaktır. Cemaatin faaliyetleri konusunda araştırmalarım ve belgelerim mevcuttur; fakat bugün ortaya konması için yeterli olgunluğa erişmemiştir. Süreç bu biçimde işlerken, size dosyanın ucundan ve yaşamın içinden örnekler vermeyi uygun buldum. Đleride yazı dizisi veya kitap olarak, sizlere sunacaklarımız elbette var. Demokratik hakları savunmak başka, yabancı güçlerle işbirliği yapıp ülkenin kuyusunu kazmak başka. Cemaatin içindeki yurtseverlerimiz, kendilerine gelsinler; yoksa düzeltemeyecekleri hatalara aracı olmaktan, tarih onları yargılayacaktır. Şimdi yazıma M. Said al-Ashmawy’nin “Đslama karşı Đslamcılık” adlı kitabından bir alıntı ile son veriyorum. Ülkenin tüm değerlerini yozlaştırıp, gücü cemaate teslim edenlere ithaf olsun: “Siyasal iktidar ciddiyet ve olgunluktan uzak oluşu, gerçekçilikten uzak davranışı ya da cehalet yüzünden zenginlikleri bol bol harcayıp gerçek anlamda gelişme kaygısı taşımaksızın ulusun diri güçlerini tüketti. Daha da kötüsü, -en azından kısa erimli, yani yöneticinin ömrü süresince- halka hesap vermemek için halkı yozlaştırıp, ülkenin özlemleriyle bağdaştıracak yerde kitlelerin isteklerini başıboş bıraktı. Geliriyle emeği, özlemleriyle olanakları arasındaki dengeyi kollamaksızın herkes bir tüketim yarışına kaptırdı kendini. Mal birikimi, toplumsal, iktisadî ve siyasal düzenin bozulması pahasına toplumsal statü göstergesi haline geldi.”
Demokratik hakları
Yazı, Mısır’dan ve Mısır’daki Siyasal Đslam hareketinden bahsediyor. Yoksa siz, Türkiye’yle mi ilgili sanmıştınız?! Bilmem, anlatabiliyor muyum derdimi?
savunmak başka, yabancı güçlerle işbirliği yapıp ülkenin kuyusunu kazmak başka.
emrah.ozdemir@politikadergisi.com www.emrahozdemir.net
Sayfa 20
Politika Dergisi
Bir Siyonist’in Hatıra Defteri (1)
“Eğer amacımız bir Yahudi devleti kurmak idiyse -ki böyledir- soykırım karşıtı Đngilizlere değil, Yahudi karşıtı Nazilere yakın durmak gerekirdi; çünkü ırkımız ancak ırkçı bir ideolojinin paletleri altında ezilerek kendine bir vatan arayabilirdi.”
Asaf ŞĐMŞEK Alman Siyonistlerine hayranım; çünkü onlar müttefiklerle birlikte hareket etmediler. Alman Siyonistler, Hitler’le işbirliği yaparak tarihin seyrini değiştirdiler. Almanya’da Hitler döneminde dahi nasıl ayakta kalınacağını bize öğreten onlardır. Yahudilerle Alman Siyonistlerin değeri, Hitler için başka başkaydı. Bunu sağlayan, Alman Siyonistlerin dâhiyane politikasıydı. Eğer amacımız bir Yahudi devleti kurmak idiyse ki böyledir- soykırım karşıtı Đngilizlere değil, Yahudi karşıtı Nazilere yakın durmak gerekirdi; çünkü ırkımız ancak ırkçı bir ideolojinin paletleri altında ezilerek kendine bir vatan arayabilirdi. Đşte böylesi bir fırsatı bize sunduğu için elbette tanrıya değil ama bir Siyonist olarak Hitler’e müteşekkirim. Bazı sözüm ona Yahudi geri kafalılar bizi Hitler ve Mussolini faşizmi döneminde anti-faşist bir mücadele içinde olmamak ve hatta onlarla anlaşma içinde bulunmaktan dolayı suçlayacaklardır. Böylesi kudretli ordulara karşı biz Yahudiler elbette direnemezdik. Nitekim bunu deneyenler oldu. Sonuç hüsrandan başka bir şey değildi. Eğer biz de böylesi bir çılgınlığa katılacak olsaydık ırkımızın geleceğini tehlikeye atmış olacaktık. Yapılması gereken reel politika, elbette güçle uzlaşmak olmalıydı; ama bunu sadece Siyonist kurulumuz bilmeliydi. Siyonist kurulumuzun asıl gayesi, Yahudilerin hayatlarını kurtarmak olamazdı; çünkü bunu yapacak şartlar yoktu. Bu kadar güçlü değildik. Hitler gibi bir delilin karşısında şansımız yoktu. O halde Filistin’de devlet kurmak, ırkımızın tek kurtuluşu
olacaktı. Büyük üstat, Đsrail devletinin ilk yöneticilerinden Ben Gourion, 1938’de bu konuda çok açık konuştu: Eğer bilsem ki hepsini Đngiltere’ ye götürerek bütün Almanya (Yahudi) çocuklarının tamamını kurtaracağım ve Đsrail toprağına götürerek de yarısını kurtaracağım, ben ikinci çözümü tercih ederim. Zira bizler yalnızca bu çocukların hayatlarını değil, Đsrail halkının tarihini de düşünmek zorundayız.” (1) Biliyorum ırkdaşlarım, bunları duymak sizi üzebilir; ancak bilmelisiniz ki tarih boyunca sürgünlere maruz kalmış vatansız ırkımızın devlet kurması birkaç Yahudi’nin hayatından daha önemlidir. Biz Siyonistler için açıktır ki Yahudi devleti Yahudilerin hayatından elzemdir. Çünkü Đsrail’i kurmak için böylesi bir fırsat elimize bir daha geçemeyebilirdi. Biz Siyonistler, saf kanı koruma idealiyle yaşarız. Yahudi, Yahudi doğandır ve bu böylece sonsuza kadar sürer. Biz başka milletlere karışmamalıyız, başka milletler de bize karışmamalıdır. Bu, Tanrısal bir vazifedir. Evet, tarihte bizler ırkçılıktan hiç rahatsız olmadık. Öyle ki Siyonistler olarak Hitler’e hep hayranlık besledik; çünkü aramızda söylem olarak fark yoktu. Bugün yaşıyorsak, Hitler sayesindedir. Irkdaşlarım, sakın ola bizi kutsal emanete ihanetle suçlamayın. Evet biz Siyonistler Nazilere bir çok kez hizmet ettik. Biz Alman Siyonist Federasyonu olarak Nazi partisine 21 Haziran 1933’te şifreli bir yazı gönderdik: Irk ilkesini temel almış olan yeni devletin kuruluşunda, bizler cemaatimizi bu yeni yapılara uydurmayı temenni ediyoruz. Bizim Yahudi milliyetini kabulünüz bize Alman halkıyla ve onun milli ve ırki gerekçeleriyle açık ve samimi ilişkiler kurma imkânı vermektedir. Bu tavrımız şüphe götürmez, çünkü bizler bu temel ilkeleri küçük görmüyoruz, çünkü bizler de Yahudi topluluğunun saflığının korunması için karma evliliklere karşıyız.” (2) Evet, biz rasyonel ve gerçekçi bir tavırla Nazilere bir teklif de sunduk: “Almanların bu işbirliğini kabul etmeleri durumunda, Siyonistler yabancı ülkelerdeki Yahudileri Alman aleyhtarı boykottan uzak tutma çabasında bulunacaklardır.” (3) Đşte Alman Siyonist örgütümüzün böylesi özverili çalışmaları sonucunda Hitler’in kadroları bizim bu tavrımızı memnuniyetle karşıladılar. Çünkü Hitler ve Nazi partisi Almanya’dan Yahudileri sürmek istiyordu. Biz de tüm Avrupa’ da ki Yahudileri kurulma aşamasında olan topraklara bekliyorduk. Đşte bu iki politikanın birlikte uygulanabilirliğini gösteren Alman Siyonistlerinin dâhiyane siyasetiydi. Zayıfken dahi diplomasimizin başarıya ulaştığının en açık kanıtı, Nazi teorisyenlerinden Alfred Rosenberg’ in şu ifadeleridir. “Alman Yahudilerinin her yıl belli bir kısmı-
Sayı 12
nın Filistin’ e taşınması için Siyonizm ciddiyetle desteklenmelidir.” (4) Bundan sonra Naziler Yahudileri yeni bir tasnife tabi tuttular. Kötü Yahudiler ve görece daha iyi, işe yarar Yahudiler. 1935’te, SS Güvenlik Örgütü başkanı iken, SS’in resmi organı Das Schwarze Korps’ta “Görünmeyen Düşman” adlı yazısında, Reinhardt Heydrich, Yahudiler arasında şöyle bir ayrım yapıyordu: Yahudileri iki kategoriye ayırmalıyız: Siyonistler ve asimilasyon yanlıları. Siyonistler tavizsiz bir ırkçılık anlayışını savunuyor ve Filistin’ e göç yoluyla, kendi Yahudi devletlerinin kurulmasına yardım ediyorlar… Bizim iyi dileklerimiz ve resmi iyi niyetlerimiz bu kimselerden yanadır.” (5) Ve siyasetimizin ulaştığı başarıdan diğer kanıtlar… Wilhelmstasse’nin genelgesi: Đlk sırasında Siyonistlerin bulunduğu bir kategorinin güttüğü gaye, aslında Alman politikasının Yahudilere karşı takip ettiği gayeden pek az uzaktır.” (6) Övünç duyduğumuz başka bir alan da medya idi. Siyonist kuruluşumuzun yayın organı olan Jüdische Rundschau 1938’e kadar yayın hayatını sürdürebilmişti. Ve artık en iyi olduğumuz alanda, 1933’ den itibaren Nazilerle ortak çalışmalara başlamıştık: Ekonomi. Bu çerçevede iki ayrı şirket kurduk. TelAviv’de ve Berlin’de. Bu iki şirketle daha Siyonistler
Sayfa 21
olarak Yahudilerin göçünü sağlıyorduk. Berlin ya da Hamburg’taki belirlenmiş olan bankalara 1.000 sterlin para yatıran bir Yahudi göç edebiliyordu. Göçmen, Filistin’e vardığında yatırdığı parayı oradan alabiliyordu. Bütün bu işlemler, Nazi iktidarı tarafından keyifle izleniyordu. Biliyorum, yeni nesil Yahudiler bunu anlamakta güçlük çekecektir. “1.000 sterlini olmayanlar peki?” diye soracaklardır. Evet, biz de farkındaydık, “seçici bir göç”tü bu. Mecburduk, geride kalanları düşünemezdik ve milyoner olanlar yeni devletin kuruluşunda hayati bir öneme sahipti. Bu bir itiraf aslında; ama aynı zamanda tarihi bir gerçek. Bizler, Siyonistler olarak Nazi Almanyasından Yahudi sermayesini kurtarmayı, bizler için yük olacak olan işe veya savaşa elverişsiz, sefil Yahudilerin hayatlarından daha önemli buluyorduk. Đşte böylece Nazilerle işbirliği 1941 yılına kadar böylece sürdü. Bütün bu olup bitenler Siyonist kongrenin emriydi zaten.. Ben Gurion’un bakış açısı da böyleydi: “Siyonist’in görevi, Avrupa’da bulunan Đsrailoğulları’nın “geri kalanı”nı kurtarmak değil, aksine Yahudi halkı için Đsrail’in toprağını kurtarmaktır.” “ Yahudi Ajansı’nın yöneticileri, şu hususta mutabık kalmışlardı: Kurtarılabilecek olan azınlık, Filistin’deki Siyonist planın ihtiyaçları göz önünde bulundurularak seçilmeliydi.” (7)
irmak.ataberk@politikadergisi.com
Sayfa 22
Politika Dergisi
Nihayet Musollini, bütün bu görüşmeler sonrasında ona şöyle dedi: “Bir Yahudi devleti kurmanızda size yardım edeceğim.”
Siyasetimizi elbette açıklamak mümkün değildi. Kendi içimizde çelişkiler taşıyorduk. Belki tam anlamıyla haklı olduğumuza inanmıyorduk; ama bütün bunları düşünerek de vakit kaybedemezdik. Dönem romantik olma dönemi değildi. Đşte bu hislerimi bir akşam birlikte kahve içtiğimiz Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Namun Goldman da paylaşıyordu. Daha sonra otobiyografisinde de anlatacağı bir olayı benimle o gece paylaşmıştı. 1935 yılında Çek Dışışleri Bakanı Edouard Benes ile sohbet ederken, Çek bakanın kendisine hitaben yaptığı konuşmayı aktarıyordu: “Transfer uzlaşmaları yoluyla Hitler’e yapılan boykotu kırmalarından ve Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Nazizm’e karşı direnişi reddetmesinden dolayı sizleri kınıyorum. Ve Goldman bu konuşmayla ilgili düşüncelerini: “Hayatımda, çok sayıda can sıkıcı müzakerelere katılmak zorunda kaldım; fakat kendimi hiçbir zaman o iki saat içindeki kadar zavallı ve mahçup hissetmedim. Benes’in haklı olduğunu hücrelerime varıncaya kadar hissediyordum.” ifadeleriyle aktarıyordu. (8) Siyonist kurul, sadece Hitler’le değil, Musollini ile de temas kurmuştu. Đlk görüşmeler 1922 yılında oldu. 1922 yılında, kurulumuz, Đtalyan faşizminin mimarı Musollini ile üç kez görüşmüştü ve bu görüşmelerin sonucunda Büyük Üstad Weizmann Musollini tarafından 3 Ocak 1923’te ve 17 Eylül 1926’da kabul edildi. Nihayet Musollini, bütün bu görüşmeler sonrasında ona şöyle dedi: “Bir Yahudi devleti kurmanızda size yardım edeceğim.” (9) Bizler Avrupa’da tüm faşist yönetimlerle ciddi görüşmeler yapabilecek durumdaydık. Öyle ki Hitler’in Avrupa Yahudilerine karşı zulmünün en acımasızlaştığı dönemlerde bile ilişkilerimiz değişmedi; çünkü doktrinimizin hedefi Yahudileri kurtarmak değil, güçlü bir Yahudi devleti kurmaktı. Nitekim bu ideal çerçevesinde 2 Mart 1948’de Haham Klaussner, Amerikan Yahudi Konferansı’na bir ra-
por sundu : Đnsanları Filistin’ e gitmek için zorlamak gerektiği kanaatindeyim… Onlar için bir Amerikan doları hedeflerin en büyüğü olarak gözükmekte. “Zorlamak” kelimesiyle teklif ettiğim bir programı kastediyorum… Bu program daha önce ve çok yakınlarda işe yaradı. Polonya Yahudileri nin boşaltılmasında ve “toplu göç” tarihinde yararlı oldu… Bu programı uygulamak için, “yer değiştirmiş kimseler”e konfor sağlamak yerine, onlar için mümkün olabilen en fazla konforsuzluğu icat etmek lazım… Ardından da Yahudileri hırpalamak için Haganah’a başvuran bir yol izlemek gerek.” (10) (Haganah: Đsrail ordusunun temelini oluşturan terör örgütüdür. 1920 yılından Đsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadar terör faaliyetlerini sürdürmüş, Filistin’deki köylerde sayısız katliam gerçekleştirmiş, dünya üzerindeki tüm Yahudi halkını Filistin toprakları üzerine yerleştirmeyi hedeflemiştir. 1948 yılında Hanagah, “Tsva Hagana le-y Israel” adını almış ve Đsrail ordusuna dönüştürülmüştür. ) Bütün bunlar yaşanırken Đngiliz ahmaklar bizi kurtarmaya çalışıyordu. 1940 yılında Hitler’in tehdidi altındaki Yahudileri Maurice Adası’na göndererek güya bize iyilik yapmaya çalışıyorlardı. Bu, kongremiz tarafından duyulduğunda tüm üyeler sinirden ayağa kalkmıştı. Acilen bir şeyler yapılmalıydı ve uzun mülahazaların ardından eylem planı belirlenmişti. Bu plana göre Đngilizlere karşı kin ve öfke uyandırabilmek için, bu Yahudileri taşıyan Patria adlı Fransız gemisi 25 Aralık 1940’ta Hayfa limanında havaya uçurulacaktı ve böyle de oldu. 252 kurtulmaya çalışan Yahudi ve geminin Đngiliz mürettebatı öldü. Planın başarıya ulaşması, kongremizde büyük bir sevinçle karşılandı. Evet ırkdaşlarım. Siyonistler olarak bizler küçük sayılarda Yahudi’yi kurban etmiş olsak da koskoca bir siyon yıldızının parlamasını sağladık. Kendi vatanımızı elde etmek ve kendi Siyon yıldızımızın altında sonsuza kadar var olmanın idealiyle yaşadık. Belki acılar çektik, belki zayıflarımızı faşizmin kollarına teslim ettik; ama bütün bunlar Siyonist kurulumuzun dâhiyane iradesiydi. Böyle olmasaydı Đsrail olmazdı ve Đsrail olmasaydı bütün dünyada Yahudiler hala acı çekiyor olurlardı. (Devam edecek)
asaf.simsek@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 23
Kapitalizm ve Kapitalizmin Birey Üzerindeki Hegemonyası Miraç ÇEVEN
“Weber'e göre tarihsel süreç içerisinde
Kapitalizmin birey üzerindeki etkisini anlamak için Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitaba başvurmak gerekir. Ben kitabı okuyup okumadığınızı bilmediğimden Yrd. Doç. Dr. Suna Tekel’in ders notlarından alınmış bir özetle yazmaya başlıyorum:
çeşitli toplumlar kapitalist nitelikteki
“Weber, toplumsal yaşamda insanların düşünce, inanç ve değerlerinin belirleyici olduğunu ileri sürer ve çağdaş Batı toplumlarında ortaya çıkan kapitalizmin; yalnızca Batı Avrupa toplumlarında yer alan inanç ve değerler sisteminin etkisi altında ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Weber'e göre tarihsel süreç içerisinde çeşitli toplumlar kapitalist nitelikteki ekonomik etkinlikler içinde bulunmuşlardır; ancak kapitalizm tarihsel özgünlüğe sahip somut bir toplumsal sistem olarak yalnızca Batı Avrupa'da ortaya çıkmış ve çağdaş Batı dünyasının uygarlığına dönüşmüştür.
toplumsal sistem olarak yalnızca Batı
Max Weber' e göre kapitalizm amacı en fazla kâr yapmak olan ve aracı durumdaki işle ilgili faaliyetlerin ve üretimin örgütlenmesi olan işletmelerin varlığıyla tanımlanmaktadır. Bu ise Weber'e göre batı kapitalizminin tarihsel olarak temel özelliğini oluşturan kar isteğiyle akılcı disiplinin birleşmesi olarak görülmektedir. Weber'e göre bilinen tüm toplumlarda para kazanma hırsında olan insanlar vardır, ama ender olan bu isteğin fetihle, spekülasyonla ya da serüvenle değil disiplin içinde ve bilimin öncülüğünde yapılan para kazanma faali-
ekonomik etkinlikler içinde bulunmuşlardır; ancak kapitalizm tarihsel özgünlüğe sahip somut bir
Avrupa'da ortaya çıkmış ve çağdaş Batı dünyasının uygarlığına dönüşmüştür.”
yetleri, kapitalist faaliyetlerdir. Kapitalist bir işletme bürokratik örgütlenme aracılığı ile en fazla kar etmeyi amaçlamaktadır. Burada en fazla kar deyimi de sadece olabildiği ölçüde kar etmek değil sınırsız birikim yapma isteğini de içermektedir. Her tüccar yaptığı herhangi bir işte olabildiğince kar etmek ister. Kapitalisti belirleyen ise, kazanç isteğini sınırlamaması ve üretim isteğini de sınırsız kılacak bir biçimde daha çok biriktirme isteği ile harekete geçirmesidir. Weber çeşitli toplumlardaki insan davranışlarının, insanların var oluşları konusundaki genel anlayışları çerçevesinde anlaşılabilir olduğunu savunur. Dinsel dogma ve bunların yorumlarının dünyanın bu görüşünün ayrılmaz parçası olduğunu, bireylerin grupların davranışlarını özellikle de ekonomik davranışlarını anlamak için bunları anlamak gerektiğini ileri sürmüştür. Böylelikle Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde dinsel anlayışların ekonomik davranışların gerçekten belirleyicisi olduğunu buradan toplumlardaki ekonomik değişmelerin nedeni olduğunu göstermek istemiştir. Böylelikle Weber, Protestan ahlak anlayışı ile kapitalizmin işleyişi anlayışı arasında entelektüel ya da tinsel bir uygunluk kurmayı amaçlamıştır. Max Weber'in iddiası, öne sürdüğü tez kapitalizm anlayışı ile Protestanlık arasında anlamlı bir uygunluk olmasıdır. Şimdi Weber'in kullandığı Protestan ahlakının temel özelliklerinin neler olduğunu görelim: Bu anlayışa göre dünyayı yaratan ve yöneten, mutlak, yüce bir Tanrı düşüncesi vardır. Ancak insan sınırlı aklı ile bunu kavrayamaz. Mutlak, güçlü, esrarlı Tanrı her bir insanın kurtuluşunu ya da lanetlenmesini önceden belirlemiştir. Đnsan, çabaları ile önceden alınan bu kararı değiştiremez. Kurtuluşu ya da lanetlenmesi Tanrı tarafından belirlenmiş
Sayfa 24
Politika Dergisi
“Đnanan kişi Tanrı için çalışmalıdır ve kâr elde etmelidir. Başarı kazanmalıdır. Bu düşünce biraz akıl yorulduğunda aşırı mistikleşmiş Hristiyan düşüncesi içine Martin Luther tarafından enjekte edilmiş, yarım yamalak anlaşılmış Đslami düşüncedir.”
olan insanın bu dünyadaki ödevi ise Tanrı için çalışmaktır. Weber'e göre bu dinsel öğeler diğer dinlerde de dağınık halde bulunmaktadır; ama bu öğelerin Protestan din anlayışı içersinde bileşimi özgün, tektir ve sonuçları açısından da önemlidir; çünkü bu görüş her türlü mistisizmi (insanın sınırlı aklı ile sınırsız akla sahip Tanrı'yı kavrayamaması) dışlamaktadır. Yaratılanın sınırsız aklı ile yaratıcının sınırsız aklı arasında iletişim önceden yasaklanmıştır. Böylelikle ayinlere de karşı çıkılmıştır. Đnsan bilinci bu anlamda doğa düzenini kavramaya yönelmiştir. Weber'e göre bu anlayış bilimsel araştırmanın gelişmesine dolaylı olarak yararlı olmuştur. Bu anlayışa göre bu dünyada inanan kişi Tanrı için çalışmalıdır. Birey kurtuluşunun belirsizliğinden kaynaklanan onu içinde tutamayacağı korkuyu aşmak için çalışmaya sevk edilmektedir. Böylelikle dünyevi başarılar, özellikle ekonomik başarılar, toplumda önem kazanmaktadır. Bu teolojik anlayışın yorumu aynı zamanda bireyciliği de güçlendirmektedir. Herkes Tanrı karşısında yalnızdır. Akılcı, düzenli, sürekli çalışma Tanrının emrine boyun eğme bir çeşit ibadet olarak yorumlanmaktadır. Protestan ahlakı, inananlara bu dünyanın nimetlerinden sakınma ve çileci bir davranış emretmektedir. Diğer taraftan akılcı bir biçimde çalışmak ve karı harcamamak, kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranıştır; çünkü tüketilmeyen karın sürekli olarak yeniden yatırımlara ayrılması ile aynı anlama gelmektedir. Kapitalizm işin akılcı örgütlenmesini gerektirmektedir, üretim araçlarının gelişmesini sağlamak için karın büyük kısmanın tüketilmeyip biriktirilmesini içermektedir. Bu anlayış ise yukarıda anlatıldığı gibi Weber'e göre Protestan ahlak anlayışının değerleri ile örtüşmektedir.” Burada belirli noktalara değinmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Đnanan kişi Tanrı için çalışma-
lıdır ve kâr elde etmelidir. Başarı kazanmalıdır. Bu düşünce biraz akıl yorulduğunda aşırı mistikleşmiş Hristiyan düşüncesi içine Martin Luther tarafından enjekte edilmiş, yarım yamalak anlaşılmış Đslami düşüncedir. Amacı insanları çalıştırmak, çalıştırmak ve daha çok çalıştırmaktır. Protestan düşüncenin temelinde bu dünyanın hakimiyeti yatar ve bu bir an önce elde edilmelidir. Đşte biz de Amerikalılar tarafından düzenlenmiş eğitim sisteminde bunu içselleştirdik. Sürekli iyi ya da doğru yapmak yerine başarılı olmak savı beynimize yerleştirildi. Đlkokuldan üniversiteye aldığımız dersleri hakkıyla öğrenip öğrenmediğimizden çok hangi sınavdan ne kadar başarılı olduğumuz ile Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Üniversite Sınavı ile yarış atı gibi yarıştırıldık. Başarısız olanlar önce aileleri, sonra çevreleri tarafından aşağılandılar. Çocukluğunu yaşamayan, merak ettikleri şeyleri araştırmaya vakti ve gücü olmayan, tamamen ezbere dayalı bir sistemde nasıl en iyi ezberlenir ya da öğrenmeden kısa yoldan nasıl sınavlardan kurtulunuru öğrenen nesiller yetiştirildi. Bu nesil yetişirken sürekli yalanlarla beslendi. Üniversiteye girerlerse hayatlarının kurtulacağı yalanı idi bunlar ve bu yalanlara aileler de inandırılmıştı. Bu “başarı” kavramını sosyal hayatın her yerine zerk ettiler. Bir nesil Amerikan film ve dizileri ile büyütüldü ve dikkat edilirse o dizilerde hep dalga geçilen tiplemeler ya çalışkan, öğrenmeye çalışan; şişe dibi gözlüklü tipler ya da “loser” dedikleri utangaç, içine kapanık tiplerdir. Hâlbuki Doğu toplumu, tarihsel geleneğinden ve inanç yapısından dolayı bilgili insanları sever. Hatta alim diye onları ayrı bir sınıfa sokar. “Loser” adı verilen zavallı ya da içine kapanık tiplere de yardım etmek, topluma kazandırmak ister. Dizi ve filmler ile arkadaşlık ilişkilerimizden sevgili nasıl olunura ve hayallerimize kadar her şeyi bu film ve dizilerle şekillendirdiler. Ezberci bir eğitim sistemi, önünde sonunda istenilen insan tipinin harcını oluşturacaktır. Öğrenme-
Sayı 12
yen, kafasını kullanmayı bilmeyen insan “loser” olmamak için ve de çoğunlukla araştırma isteği ve çalışkanlığı olmadığı için sloganlar ve düşünce kalıpları üretecek, çevresine öyle bakacaktır. Bu insan başarılı olmak istiyorsa bencil olmak zorundadır. Herkes rakibidir ve onların önüne geçmeli ve kazanmak için her türlü hile ve ayak oyununu, yalanı ve düzenbazlığı yapabilmelidir ve yapacaktır. Ahlak, din gibi şeyler ayak bağıdır. Bazı zamanlarda işe yarar ama sadece Tanrı isim olarak kalmalı insanların hızını kesmemelidir. Öyle çok çalışmaya, çabaya falan gerek yoktur. Bu düzende başarılı olanlar bilenler değil, çalışanlar değil, çakallardır. Yukarıda halkın ağzıyla yaratılmak istenen kişinin tipolojisini özetlemeye çalıştım. Kapitalizm çok kâr etme ve bunu biriktirme sanatıdır. Buna göre toplumda elde bulunan para az sayıda kişinin eline geçebilmesi için birilerinin bu paraları geniş kitlelerin elinden gasp etmesiyle ancak mümkün olabilir. Bunun olabilmesi için de insanların yalnız kendilerini düşünmeleri, “ne yaparım da bunu elde ederim” hayali kurabilecek kadar vahşileşmeleri gerekir. Đşte kapitalizm savaşı esas bu fikri üretmek üzerinedir. Bunu ülkemizde bildiğimiz gibi bir gecede zengin olan insanlar, yıllarca boşuna okumuş ve büyük kısmı neredeyse hiçbir şey öğrenmemiş insanları üreterek yaptılar. Biz bu cahil toplumun içinde bilgi, kültür, sanat gibi kavramaları sevdiğimiz için yalnız bırakıldık. Đnsanlar açtı ve bunlara vakitleri ve de istekleri yoktu. Đyi, ahlaklı insan sözlerle göklere çıkarılırken; yaşarken yok edildi, cezalandırıldı.
Sayfa 25
“‘Aşk’ kelimesinin manasını bile kendi filmleri ile öğrettiler. Aşkı heyecanla ve de cinsellikle sınırladılar. Hâlbuki aşkın ne olduğunu en iyi bilen Leyla ve Mecnunları, Ferhat ile Şirinleri yazan bizler, aşkı bile Batı mantığı ile kirlettik.”
Çok üretimin olduğu bir dünyada tüketim de çok olmalıdır. Kapitalizmin özü, her şeyi metaya, tüketim malzemesine dönüştürmektir. Đnsanı toplumun diğer fertleri ile aynı yapmaktır. Farklı olanların ruhunu, gücünü isteğini kısacası karakterini bin bir zorlukla yok etmektir. Bu işin en iyi yapıldığı yerler, büyük şehirlerdir. Başarıyı ve çabayı hemen isteyen düzenin askerleri de aynen onun gibi hareket etmeli, sabırsız davranmalıdır. Ve de öyle yaparlar, artık inanç, sabır, vefa, iyilik sözden ibarettir. Zaten bu bencil insan kavramının yok etmek istediği model; çalışkan, idealist, başkalarını da kendi kadar düşünen iyi insandır. Đşte bu cendere içinde bizler eriyip gitmekte hikmetli ve önemli sözleri duymak bile istememekteyiz. Ve üretilmiş kelimeleri kullanarak kendimizi tüketiriz. Ne de olsa hayata bir kere geldik yaşamak lazım. Bir daha genç olamayacağız Artık başkalarını değil kendimi düşünmek istiyorum. Anlamak değil yaşamak istiyorum. Sabretmek istemiyorum şimdi istiyorum.
“Aşk” kelimesinin manasını bile kendi filmleri ile öğrettiler. Aşkı heyecanla ve de cinsellikle sınırladılar. Hâlbuki aşkın ne olduğunu en iyi bilen Leyla ve Mecnunları, Ferhat ile Şirinleri yazan bizler, aşkı bile Batı mantığı ile kirlettik. Günümüz toplumunda artık insanlar birbirleri için mücadele etmeyi bırakmış bir toplumdur. Evlilikler bile bir ego savaşına dönmüştür. Đyi de, bu birey kapitalizm için neden önemlidir? Çünkü bu bireyin yok etmek istediği zihniyet, insan-
Sayfa 26
Politika Dergisi
“Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz? Đyi mi? Bencil mi? Çünkü bilin ki ikisi aynı bünyede yaşayamaz!”
lara iyi ve güzeli anlatabilir. Bunları onlara gösterip sunabilir. Bu zihniyet yargılar. Niçin insanların çoğu açken birileri zevk için milyon dolarları sokağa atabilir, der. Ülkesini, insanlığı korumaya çalışır. Bu birey yok edilmelidir. Bunu yapabilmek için gerekli zemin hazırlanır. Bu zihniyetteki bireylerde yavaş yavaş yorulur, yenik düşer ve onlar gibi olur ya da acı içinde yok olur. Bu zihniyet ancak yeterli bilgi ile donatılmış ve temiz bir inançla kendini beslenmiş bir şekilde bu savaştan çıkabilir. Yoksa bize sundukları yol bellidir. Toplumda pop şarkıcısı ya da dansçı olmayı hayal eden çok insan çıkabilir; çünkü bu, resmi ideolojinin desteklediği şeylerdir. Bunlar yıllarca filmlerle beslenmiş insanların metalarıdır; çünkü bu tarz hayaller sistem için yararlıdır. Suya sabuna dokunmaz insanlar için iyi ve güzel değerler üretmezler. Toplumda bol miktarda bu hayallerle bezeli insanlar bulabilirsin; ama “ben iyi bir yazar olacağım” diyen insan sayısı diğerine göre çok azdır. Artık hayaller “ben en fazla parayı kazanacağım”, “en fazla kadınla yatacağım” ile sınırlıdır ve Đslamiyet’in özellikle uyardığı şey bize hakim olmuş durumdadır. Bu da nefstir.
Nefs, insanın önüne haz ve dünyevi zevkleri koyar, sürekli bir şeyler ister ve elde ettiklerinde asla tatmin olmaz. Bu istekleri karşılanmazsa ele geçirdiği insana sürekli ruhsal acılar verir. Onu, elde ettiği iyi ve güzel şeylerden mahrum eder. Şımarık bir çocuk gibidir ve eğitilebilir; ama kapitalizm, onun eğitilmesini değil, azdırılmasını ister. Çünkü nefsi terbiye olmuş insan satın alınamaz, korkutulamaz. Bu istek ve arzuların hangisinin ilahi, hangisinin nefsle ilgili olduğunu ancak şu şekilde anlarız: Mantıksız bir şekilde bunun için içimizden gelen bir istek duyuyorsak ve de bunun mantıksal bir açıklamasını ya da iyi bir amaca ulaşıp ulaşmayacağını düşünmek bile istemiyorsak, bu nefsten kaynaklanır. Doğruluk değil, mutluluk vaat eder ve son perdede acı verir. Günümüzde adı “bencillik” olmuştur ve bencil insan güçlü değil, aksine, zayıf ve sorunların çözümlerinden kaçan insan tipidir. Kendini kandırmak için “ben güçlüyüm” yalanına sığınır. Esas güçlü kişi kendi zararına ve mutsuzluğuna yol açacaksa bile iyi olanı yapandır. Kapitalist ahlak iyiye düşmandır ve yenebilmek için türlü yollar dener. Diğer açıdan da şeytan nefsle ortak çalışarak insana mutluluk vaadi ile geçici, boş işlere hatta kötü işlere yönlendirir. Cennet yolu insana zor ve tatsız gelen işlerle doludur. Cehennem yolu ise zevk, eğlence ve sefa ile doludur. Annelerimizi hatırlayalım, eğer ikinci yolu seçselerdi, bizler asla bugünkü halimize gelemeyecektik. Yolu bilmek ile o yolda ilerlemek çok faklı şeylerdir. Şimdi şu soruyu kendine sor: Nasıl bir insan olmak istiyorum? Đyi insan, bu dünyada türlü işkencelere maruz kalsa da huzurludur ve mutluluğu buradan yakalar; çünkü elindeki gücü sabır ve imandır. Son tahlilde yaşarken de, öbür dünyada da başı diktir. Bencil insan ise heyecanın, anlık mutlulukların, keyif ve zevkin peşindedir. Kısa vadede mutlu olsa da uzun vadede huzur ve mutluluğu yoktur. Çünkü sürekli kendini kandırır. Geçmişiyle ve bugünüyle yüzleşemez. Sonrasında da bunun hesabını veremez. Şimdi buna siz karar verin ve cevabı içinizde tutun. “Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz?.” Đyi mi? Bencil mi? Çünkü bilin ki ikisi aynı bünyede yaşayamaz!
mirac.ceven@politikadergisi.com
Say覺 12
Sayfa 27
Sayfa 28
Politika Dergisi
Demokrasi Anlayışının Değişen Yüzü
Baudrillard’ın dediği gibi, “Küreselleşmeyi bize dayatılan emir, insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de bu kargaşa ortamında gerçek anlamlarını yitiren küreselleşmenin elemanları olarak algılayabiliriz.”
Neylan ÇEVĐK Türkiye’nin demokratikleşme süreci, kimi zaman, gerçek demokrasi kavramına gölge düşürecek politikalara sahne oldu. Hem hükümetler, hem de uzun vadede bundan yarar sağlayacak kişiler tarafından bilinçli veya bilinçsizce türlü uygulamalar gerçekleştirilerek toplumun bütüncül demokrasi anlayışına balta vuruldu. Bu uygulamalar, ideolojisiz ve apolitik bir toplum yarattı. Yoruma açık olmayan, üstünde kişilerin eleştiri yapmasının mümkün olmadığı, belki de bilime has özellikler olan kendi içinde doğruluğu kanıtlanabilen bir yapıya dönüştürülmek istendi; dinamik yapısından çıkıp statikleşti, pratik yapısının yerini teori aldı. 1960’ların sonunda, yönetimin gidişatına muhalif üniversite öğrencilerinin mahkemelerde yargılanması, devlete tehdit oluşturdukları düşünülerek yargı tarafından kimilerinin idam edilmesi, 1980 askeri darbesinde birçok aydının gözaltına alınması ve işkence edilmesi gibi olaylar; bilerek ya da bilmeyerek, korku kültürünü yaratma politikasına dönüştü. Durumun kötü tarafıysa, iktidarların bu uygulamaları toplumun yararına yaptıklarını sanmasıydı. Bu süreçlerden sonra toplumda oluşan psikoloji dahilinde, insanlar, politik uygulamalara ve demokrasiye bilinçlerini kapayarak körleştiler, sağırlaştılar, gördükleri şeyi görmezlikten geldiler. Yıllar geçtikçe, yanlış uygulamaları içlerinde yargılasalar da kanıksadılar. Bu uygulamalar, demokrasiye geçişteki sancılar olarak herkesin bildiği olaylardır; fakat bir süre sonra “yanlış”, “doğru” oluverdi. Türkiye’de bu süreçte doğruya giden tek güzergahtan sürekli sapılmasının sonucu
demokrasi yoruldu ve halk tarafından da yanlış anlaşılmasının çoktan önü açılmış oldu. Đktidarlar, kurban patolojisine dönüşen ahlaki bir ödevden hareketle toplumun demokratik dönüşümünün sağlanamayacağı, demokrasi mücadelesinin bir insanlık ve ahlak savaşı olmadığı, bu mücadelenin ancak iktidar ilişkileri ve var olma hakkı çerçevesinde düşünülmesi gerektiğini anlayamadılar. Spinoza’nın dediği gibi: “...o kadar kudretsiz insanlar var ki işte onlardır tehlikeli olanlar, işte onlardır iktidarı ele geçirenler. Ve iktidarı - kudret ve iktidar mefhumları birbirlerinden o kadar uzaktadırlar ki iktidar insanları iktidarlarını başkalarının kederi üzerinden kurabilirler ancak. Kedere ihtiyaçları vardır. Kölelerden başka kimse üzerinde iktidar kuramazlar ve kölelik, tam anlamıyla kudretin azalışının rejimidir. Đktidarlarını kederle kuran, ancak öyle yönetebilen insanlar vardır. Şu tipten kederler rejimi kurarlar: ‘Pişman olun’ tipinde, ‘nefret edin birilerinden’ tipinde ve ‘eğer nefret edecek birisini bulamazsanız, kendinizden nefret edin’ tipinde...” Kapitalizm ve küreselleşme, insanlara demokrasi götürür gibi, “siz özelsiniz” der gibi yaklaştı. II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Amerikan hegemonyası altında bir liberalizmin ortaya çıktığı ve burjuvazinin kendi partisinin iktidara geldiği görüldü. Zaten yönetilenlerce “komünizmden kaçan” Türkiye, NATO’ya üye olmuştu ve sanayisi için bazı destekleri Amerika’dan almıştı. Yine ‘80 darbesinin hemen ardından gelen Turgut Özal iktidarı; bu sıkılmış, bastırılmış zor zamanların arkasına rahat bir nefes olarak görüldü. Artık globalleşmenin tam olarak başladığı yıllarda, serbest piyasanın hükümranlığı, Türkiye’de de olmadığı kadar ekonomiye ve hayat tarzına damgasını vurdu. Stratejisi ve yöntemi itibariyle, demokrasiden inancı zayıflatılmış halkın haklarını geri vermenin yolu, özgür ve kendilerine özgü olduklarını materyallerle; seçtikleri giysiyle, aldıkları arabayla ortaya koymaları şeklindeydi. Bunları yaparken, insanları kandırmayı da demokrasinin ve özgürlükçülüğün (ekonomik olarak en kötü durumdakiler için bile “siz özgürsünüz” diyerek, burada aynı din sömürücülerinde olduğu gibi yani sömürdüklerinin dizginlerini özgürlük şantajıyla, kendi tahakkümünü başkalarının özgürlüğü olarak yaşama ihtiyacında devam ettirdi) kılığına girerek başardı. Baudrillard’ın dediği gibi, “Küreselleşmeyi bize dayatılan emir, insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de bu kargaşa ortamında gerçek anlamlarını yitiren küreselleşmenin elemanları olarak algılayabiliriz.” Đnsanları birbirini aldatmaya, yalnız kendi çıkarını düşünmeye, ahlaki olmayan yollara başvurduran ve kendini kurtarmaya götüren bu zihniyet; halkın demokrasi konusundaki açığını çok iyi görmüştü ve zamanlaması mükemmeldi. Đnsanlar, toplumdan
Sayı 12
kopuş yaşadılar, fakat birey de olamadılar; çünkü ekonomik düzenlemeler ve iktidar işbirliği, kendi hayatlarının seyircisi olmaya mahkum etmişti. Milenyuma gelirken ise Berlin duvarının yıkılması ve SSCB’nin de parçalanması gibi gelişmeler tüm dünya milletlerini etkilediği gibi, Türkiye’yi de etkilemişti. Gitgide tek kutuplu olmaya başlayan dünyada, artık ideoloji değil; milliyetçilik, etnik, din özellikler globalizme bir tepki olarak öne çıktı. Fakat toplumlarda öne çıkan bu fikirler, yine çoğunlukla bundan yararlanmak isteyenlerin hedefi oldu. AB’nin Türkiye için etnik köken vurgusu yapıp, bölgelere ayrılmak ve federasyona yönelme baskısı yapması ve böylece isteklerini daha kolay dayatacağı bir ülke yaratmak istemesi, buna bir örnektir. Bununla birlikte, değişen koşullar altında insanların kolektif ve bireysel yollardan kendi gerçekliğini yarattığı gözlemlenebilir; fakat insanların bu belirli döneme ait düşünceleri, bireylerin ve dönemlerin bu durumlarını sahiplenmek ve kendi istediği sonuçlara varmak için kullanan “kurnaz akıl”lılarca idare ettirilebilirdi. Dindar ve yobaz bazı çevreler, susturulmuşluk ve ifade engeliyle karşılaşan toplumun bu tür bir demokrasiye tepkilerinin farkına vardı ve mevcut güvensizliği dine ve manevi değerlere çevirerek arkalarına almakta sakınca görmedi-
Sayfa 29
ler. Bu bağlamda, yine bir takım kişiler tarafından din, bazı bireylerin kamusal alanda farklılıklarını ortaya koyma malzemelerinden biri haline getirilmeye başlandı. Bugün Türkiye’de varolan hükümetin çokluk oyla iktidarda olması da bu durumun iyi bir sömürüsünü yapmasıyla gerçekleşmiş ve hükmünü koruyan “güvence ihtiyacı”ndan sebeplenmiş olması, AKP hükümetinin, demokrasi sözcüğünü kendi istifade edeceği durumlar için sarf etmesi, bu tutumun diğer bir örneğidir. Demek ki demokrasiyi insan hakları tabanlı anlamak gerekiyor. Her vatandaş o topluma ait olduğunu, oy hakkıyla feda ettiği özgürlüğünün karşılığını bireyi, topluma düşürecek, erdemi maddiyata indirgeyecek politikalarla almak istemiyor. Aksi takdirde, “tehdit ve şantajla uygulanan demokrasi, kendi kendini içten içe yok ediyor.”
neylan.cevik@politikadergisi.com
Sayfa 30
Politika Dergisi
Neden Üretmiyoruz? çerli olan ekonomik sistemin insana dair temel varsayımlarına kısaca göz atmak gereklidir:
“Paradan para kazanmak hem daha kolay, hem daha kârlı ve hem de daha risksiz iken insanlar üretim yapmaktan vazgeçecektir. Bu ise insanlığın sadece dar bir kesiminin çıkarına olacaktır.”
Mehmet Burak KAHYAOĞLU Üretmek, insanın kendini ifade etmesi hususunda en önemli yol olarak kabul edilmektedir. Burada sözü geçen “üretim” kavramının çerçevesi, en dar anlamıyla fiziki bir mal üretiminden geniş anlamıyla bir fikir üretmeye kadar götürülebilir. Yani önemli olan ortaya bir “şey”in konmasıdır. Üretmeden tüketen insanlar, her ne kadar itiraf edemeseler de bu durumdan oldukça rahatsız olurlar. Bunun nedeni, üretim yapmadıkları için tüketmeye hakları olduğunu düşünmemeleridir. “Üretmeyen insan ya kişisel zaaflarının kölesi olmuş salt bir tüketici, ya da yönlendirildiği konu ve ürünlerin bağnaz bir tüketicisi olur. Bugün insanlık, bir katma değer yaratmadan kaynakları tüketmenin yol açtığı psikolojik sorunlar ile karşı karşıyadır.”(1) Bu durumda, “neden üretmiyoruz” sorusu önem kazanmaktadır. Bu sorunun cevabını vermek için günümüzde ge-
“Kapitalizm, kendi tanımladığı insan tipi üzerine inşa edilmiş bir sistemdir. Bu tanıma göre insan, bencildir; diğerleriyle rekabet halindedir ve çıkar peşinde koşar.”(2) Sistem bu varsayımlar üzerine kurulduğundan, insanın ekonomik hayatta aktif olabilmesi için bu davranış kalıplarına istemeden de olsa uyum sağlaması gereklidir. Buradan hareketle, mevcut sistemin insanlığın geneline huzur ve mutluluk getiremeyeceği sonucuna ulaşmak zor değildir ve yaşadığımız ve etkisi giderek artıran kriz bu sonucu bir kez daha göstermiştir. Milyonlarca insan işsiz kalmış, dolandırıcılık artmış ve en önemlisi, temel insani değerler zayıflamıştır. Đnsanların sosyal ve ekonomik hayatlarının yönlendirilmesinde ve sınırlarının çizilmesinde bir takım ortak değerler kümesine her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Bu anlamda en kabul edilebilir referans olarak dinler kabul görmektedir. “Hinduizm, Taoizm, Judizm, Hristiyanlık, Đslamiyet gibi dünya nüfusunun büyük bir kısmı tarafından kabul edilen inanç sistemleri ise bencilliği, rekabeti ve çıkar peşinde koşmayı kınamışlardır. Bu inanç sistemlerinin çağlar boyunca geliştirmeye çalıştıkları insan, toplumcudur, diğerleriyle dayanışma içindedir ve doğruluk peşinde koşar.”(3) Sonuç olarak, kapitalist sistemin en kritik varsayımları yanlıştır. Đnsanlar bu davranış kalıplarına uymak zorunda bırakıldıklarından dolayı da ekonomik kararlarında tam anlamıyla özgür değildirler. Kâr peşinde koşan bireyleri ilgilendiren tek konu, çıkarlarının fazlalığıdır; yapılan iş değildir. Bu anlamda faizden para kazanmak veya gerçek bir üretim yaparak istihdam yaratmak farksızdır. Para günümüzde artık bir araç değil, amaç olarak kabul edilmektedir. Sistemin mecbur bıraktığı şekliyle, insanlar doğal olarak en fazla getiri elde edebilecekleri alanlara yöneleceklerdir. Paradan para kazanmak hem daha kolay, hem daha kârlı ve hem de daha risksiz iken insanlar üretim yapmaktan vazgeçecektir. Bu ise insanlığın sadece dar bir kesiminin çıkarına olacaktır. Çözüm aslında oldukça basittir; üretim yapmak! Batılı toplumlar bile tüketime dayalı ekonomik sistemin zararlarını kabul etmiştir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde kişi başına düşen borç otuz beş bin dolar düzeyindedir. Son kriz ile birlikte, üretime dayalı ekonomik sistemlerin daha fazla geliştirilmesi gerekliliğini belirtmişlerdir; fakat üretim yapmak için öncelikle bu işin kârlı hale getirilmesi gereklidir. Dünya üzerindeki bütün insanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek özelliklerde ve koşullarda üretim yapmak özendirici hale getirilmelidir. Bu koşullar
Sayı 12
Sayfa 31
oluşturulursa insanlar kağıt parçalarına yatırım yapmayacaktır ve şu an yaşadığımız türden krizleri tekrar yaşamamız ihtimali azalacaktır. Yapılan üretimin yaratacağı istihdam ve katma değer hem daha fazla insanın bir “değer” yaratmasına olanak sağlayarak üretememenin doğurduğu psikolojik sorunlardan kurtulmasını sağlayacak, hem de daha sağlıklı bir gelir dağılımına yol açacaktır. Sonuç olarak, herkesin ihtiyaçlarının karşılandığı, herkesin ürettiği; yani sosyal ve ekonomik olarak tatmin olmuş bireylerden oluşan, bunun yanında temel insani değerlerin korunduğu bir dünya yaratmak mümkündür. Fakat öncelikle insan kendiyle yüzleşmelidir. Para bir araç mıdır, yoksa amaç mı?
Dipnotlar (1) Fındıkçı, Üretime’’ (2) Ertuna, Direnişi’’, s.9
Đlhami, Đ,Ö,
2009,
2005,
‘‘Tükenmişlikten
‘‘Kapitalizmin
Son
(3) Ertuna, 2005
mburak.kahyaoglu@politikadergisi.com
Seçimlere ilişkin her şey burada. Siz de secimler.com.tr’deki yerinizi alın.
Sayfa 32
Politika Dergisi
Tarih Yapraklarından Üç Devrimci (Fidel Castro, Che, M. Kemal) - O halde seninle birlikte ben de geliyorum. - Hayır, hayır sevgili dostum. Senin Küba’da yapacak çok şeyin var. Böyle bir şeyi asla aklından geçirme.
“Siz varsınız ya, sevgili dostum. Bana ihtiyaç yok, diğer yoksul ülkelerin bana sizden daha çok ihtiyacı var.” (Che Fidel Castro diyaloğundan)
Kalktılar. Che, Fidel Castro’yla vedalaşırken ona bir mektup uzattı. - Fidel, ben ülkeden ayrıldıktan sonra bu mektubu Küba halkına okursun. Unutma, ben ayrıldıktan sonra. Daha önce değil. Kucaklaştılar. Yanı başında ve kucağında onlarca çatışmada yüzlerce yoldaşını kaybetmiş ve yaşadığı onca acıya rağmen bir damla göz yaşı dökmemiş Fidel Castro, bu ayrılığa daha fazla dayanamadı ve gözyaşlarını saklamak için arkasını dönmek zorunda kaldı.
Ali Đhsan UĞUZ Eylül’de Küba bir başka güzeldir. Gökyüzünü delen ağaçların hüzün şarkıları söyleyip son danslarını sergileyen yaprakları, sarı ve kahverenginin en güzel tonlarıyla kaplamıştı her yeri. Güney Amerika’ya özgü çiçekler, tabiat ananın izniyle kış gelmeden son güzelliklerini sergiliyordu. Bu güzel eylül gecelerinin birinde, Küba başkanlık sarayı her zamanki hareketliliğinde değildi ve o akşam sanki konuttan cenaze çıkmış gibi sessiz ve sakindi. Etrafta kimsecikler bulunmuyor, sadece bir iki hizmet görevlisi kadının yavaşça gidip gelmeleri ve fısıltı ile birbirlerine konuşmalarına şahitlik ediyordu konutun duvarları. Başkanlık sarayının bir odasında hafif bir ışık dışarıya sızmıştı. Odada tarihin öve öve bitiremediği iki adam karşılıklı oturmuşlar kahvelerini içerken aynı zamanda ünlü Küba purolarından yakıp o akşamın anısına kendilerince cömertlik yapıyorlardı. Odadaki sessizliği, kızıl sakallı ve uzun suratlı adam bozdu: - Che, demek yarın kesin olarak gidiyorsun ha? Ona sadece can yoldaşı Fidel, “Che” diyebilirdi. Genelde herkesin “Doktor” diye hitap ettiği adam, seyrek sakallarını okşayarak yanıt verdi: - Evet, Fidel. Yarın gidiyorum. - Ama Che, Küba halkının daha sana ihtiyacı var. - Siz varsınız ya, sevgili dostum. Bana ihtiyaç yok, diğer yoksul ülkelerin bana sizden daha çok ihtiyacı var. Fidel Castro, purosundan derin bir nefes çekerek yanıt verdi.
1965 Eylül ayının son günlerinde Che Guevara Küba’yı terk edip bilinmezliğe doğru yol alırken; Fidel Castro, Che’nin ünlü veda mektubunu 7 Ekim 1965’te Küba halkına okuyordu.
Fidel, Dünyanın başka ülkeleri benim mütevazı çabalarımın yardımını istiyor. Ben senin Küba'ya olan sorumluluğunun sana olanak vermediği şeyi
Sayı 12
Sayfa 33
yapabilirim. Ayrılmamızın zamanı geldi. Bunu acı ve sevincin karışımıyla yaptığım bilinsin; burada benim kurucu umutlarımın en safını ve sevdiklerim arasında en sevgili olanı bırakıyorum ve beni evladı gibi kabul eden bir halkı bırakıyorum. Bu, benim ruhumdan bir parça koparmaktır. Yeni savaş alanlarında bana vermiş olduğun inancı, halkımın devrimci ruhunu, görevlerin en kutsalı olan nerde olursa olsun emperyalizme karşı mücadele etme görevini yerine getirme duygusunu taşıyacağım. Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım, örneğin için sana teşekkür ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum.
“Rüşvetçi, demagojik, iki yüzlü politikacılar her yerde var olmaya devam ettikçe; Che'nin saf, devrimci ve tutarlı insanlık örneği bunların arasından çıkıp gelecektir. Korkaklar, oportünistler ve hainler bu dünyanın üstünde olmaya devam ettikçe; Che'nin kişisel cesareti ve devrimci doğruluğu daha fazla takdir edilecektir.” (Fidel Castro)
Fidel Castro, 1998’de yaptığı bir konuşmada, Che Guevara hakkındaki görüşlerini şu sözlerle bütün dünyaya ilan ediyordu:
Her zaman zafere kadar! Ya devrim, ya ölüm! Ernesto Che Guevara
“Daha çok yolsuzluk, bencillik ve yabancılaşma oldukça; bir sürü yerli, etnik azınlık, kadın ve göçmen ayrıma maruz kaldıkça; çocuklar hala seks ticaretinde mal olarak satıldıkça veya yüz milyonlarcası çalışmaya zorlandıkça;hala dünyaya göz ardı etmeler, sağlıksız koşullar, güvensizlik ve evsizlik hakim oldukça Che'nin derin insani mesajı göze çarpacaktır. Rüşvetçi, demagojik, iki yüzlü politikacılar her yerde var olmaya devam ettikçe; Che'nin saf, devrimci ve tutarlı insanlık örneği bunların arasından çıkıp gelecektir. Korkaklar, oportünistler ve hainler bu dünyanın üstünde olmaya devam ettikçe; Che'nin kişisel cesareti ve devrimci doğruluğu daha fazla takdir edilecektir. Diğerleri görevlerini yerine getirme yeteneğinden yoksun kaldıkları sürece, Che’nin demirden iradesi daha çok beğenilecektir. Bazı bireyler en temel özsaygıdan yoksun oldukça, Che'nin onur ve saygınlık duygusuna daha fazla hayran olunacaktır. Şüpheciler çoğaldıkça Che'nin insana olan inancı daha çok takdir edilecektir. Kötümserlerin sayısı artıkça Che'nin iyimserliği; tereddüt edenler artıkça Che'nin küstahlığı değer kazanacaktır. Aydınlar diğerinin emeğini daha fazla israf ettikçe, Che'nin sade yaşamının, çalışma ve araştırma gayretinin değeri daha fazla anlaşılacaktır."
1965’in Eylül ayında Küba’dan ayrılıp bilinmeyene doğru yola çıkan Che'yi, ölüm, Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı. Barrientos'un askerleri, onu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras yakınlarında kıstırdılar. Bacağından ağır bir yara aldı ve
Sayfa 34
Politika Dergisi
“Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin kaynağımız oldu. 1919'da Anadolu'dan emperyalistleri atmak için Bandırma gemisiyle Samsun'a çıktı. Büyük bir zafer kazandı. Biz de tam kırk yıl sonra, ülkemizden faşistleri kovmak için Granma gemisiyle Havana'ya çıktık.” (Fidel Castro)
Hieguras'ta bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısında eğilmedi ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi. Aradan geçen kırk yıldan sonra, Che dünya halklarının kalbinde her geçen gün destanlaşırken onu öldürenler tarihin tozlu sayfalarında lanetle anılmaktadır. Can yoldaşı ve yakın dostu Fidel Castro ise emperyalizme karşı direnebilen tek sosyalist kale olan ülkesi Küba’da başkanlığı kardeşine devrederek anıları ile yaşamaktadır.
den faşistleri kovmak için Granma gemisiyle Havana'ya çıktık. Biz de zaferle kucaklaştık. Ben de devrim gerçekleştirdim; ama Atatürk'ün yaptıklarını yapamazdım. Türkler, sağdan sola doğru yazarken, Harf Devrimi ile tam tersi yönde yazmaya başladı. Kıyafet Devrimi ve Medeni Kanun'la kadınlara getirilen statü çok önemliydi. Ona ve devrimlerine hayranım. Kendinize başka bir önder aramayın.” (Sabah Gazetesi) Yok Fidel Castro, sen bu işleri bilmiyorsun. Biz Atatürk’ün adını dağlara taşlara veririz, beton yığınlarından yapılma binaların kapısına onun ismini yazarız; hatta 10 Kasımlarda onun için yas tutar, milli bayram günlerinde süslü laflar ederiz; ama asıl yaşaması gereken fikirlerini ülkemin her metrekaresinden sileriz. Hatta onun adına darbeler yapar, Atatürkçü ve bağımsızlık yanlısı ne kadar genç varsa hapse tıkar, işkencelerden geçiririz. Hatta arada bir kabadayı edasıyla gürleyen (ama sadece gürleyen) birini başbakan yapar onun masallarını dinler, mışıl mışıl uyuruz. Herkese iyi uykular.
ali.uguz@politikadergisi.com
Yazımızı Fidel Castro’nun kendisi gibi devrimci ve dünyada emperyalizme karşı verilen ilk savaşın komutanı ve önderi Mustafa Kemal Atatürk hakkında söylediği sözlerle bitirelim: “Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin kaynağımız oldu. 1919'da Anadolu'dan emperyalistleri atmak için Bandırma gemisiyle Samsun'a çıktı. Büyük bir zafer kazandı. Biz de tam kırk yıl sonra, ülkemiz-
Küba’daki Atatürk büstü. Büstün alt kısmında Türkçe ve Đspanyolca “Yurtta sulh, cihanda sulh.” yazmaktadır.
Sayı 12
Sayfa 35
Çağdaşlığa Giden Yol Nihat ATAR Toplumlar için en ideal hedef, hiç şüphesiz ki çağdaşlaşmaktır. Toplumları bu hedefe götürecek yolu seçmeden önce çağdaşlıktan ne anladığımıza bakalım. Çağdaşlık; yaşamımızı, içinde yaşanılan zaman dilimine uydurmak; en son ve en iyi yaşam biçimine, insan hak ve özgürlüklerinin tamamına sahip olmak; doğanın, bilimin, teknolojinin ve uygarlığın tüm ürünlerinden ve birikiminden yararlanıyor olabilmektir. Hümanist düşünce, bu tanımlamayı; “yaşamı daha iyi hâle getirmek, kendinden sonra geleceklere daha iyi yaşanabilir bir dünya bırakmak” olarak yapmaktadır. Çağdaşlık, canlılar içinde sadece birey ve toplum olarak insanlar için geçerli olan bir kavramdır. Đnsana yakışan, insanın hak ettiği bir yaşam ve davranış biçimidir. Çağdaşlık, birey ve toplum yaşamının eğitimden sağlığa, üretimden ticarete, güvenlikten ekonomiye, savunmadan kültüre kadar tüm alanlarını içerir. Toplumların çağdaş sayılabilmesi ve kendi içlerinde huzuru tesis edebilmeleri için de çağdaşlığın toplumun tüm kesimleri için geçerli kılınması zorunluluğu vardır. Đnsan, öteki canlılardan farklı olarak, doğasından gelen akıl, mantık, kolay öğrenme, sorgulama, gerçeği, daha iyiyi ve yeniyi arama, yaratma, üretme gibi yetilere sahiptir. Bu yetileri sayesindedir ki çağdaşlaşmaya uygun ve her zaman hazır bir canlıdır. Bu yetilerini geliştirip kullanabilmesi, ailesinden başlayarak; içinde yaşadığı toplumun koyduğu kurallara ve içinde yaşadığı ortama bağlıdır. Çağdaşlaşmaya giden yolun başında bilimsellik
“Bilimsellikten uzaklaştırılmış, mahrum edilmiş toplum ve bireyler, zaman içinde doğuştan gelen tüm yetilerini kaybetmeye başlarlar. Kendilerine ve değerlerine yabancılaşırlar.”
vardır. Bilimsellik, öncelikle insana doğuştan getirdiği akıl, mantık, kolay öğrenme, bilgi ve deneyimi kullanabilme, sorgulama, gerçeği, yeniyi ve daha iyiyi arama, üretme, yaratıcılık gibi yetilerini geliştirip kullanabilmesini sağlar. Bu sayede, insan yaşamı her gün daha iyi hâle gelir. Sorunlar daha kolay çözülür. Bireyler sosyalleşir. Toplumlarda barış, dayanışma ve huzur oluşur. Gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya devredilmiş olur. Bir önceki neslin kendisine bıraktığı dünyaya karşı, kendisi de sonradan gelecek nesillere devraldığından daha iyi yaşanabilir bir dünya bırakarak insanlık görevini yerine getirmiş olur. Bilimsellik, insan aklının kendisi için ürettiği ve en değerli olan ürünüdür. Toplumların kalkınması, uygarlaşması, yaşamını daha iyi hâle getirmesi; ancak bilimsellikle gerçekleşebilir. Kalkınabilmiş toplumların bireyleri, temel gereksinimleri en iyi biçimde karşılayabilme şansına sahiptir. Eğitimleri, sağlıkları ve sosyal güvenceleri devlet garantisindedir. Bu garantiler birey ve toplumlar için özgürleşme, gelişme, üretme ve çağdaşlaşma için en uygun ortamları yaratır. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri, dayanışma gibi insani değerler böyle ortamlarda kolay yeşerir. Barışı, huzuru ve demokrasiyi tesis etmek daha kolay olur. Bilimsellikten uzaklaştırılmış, mahrum edilmiş toplum ve bireyler, zaman içinde doğuştan gelen tüm yetilerini kaybetmeye başlarlar. Kendilerine ve değerlerine yabancılaşırlar. Başkaları tarafından kolay yönlendirilebilir hâle gelirler. Üreticiliğini, yaratıcılığını yitirirler. Bu tür bireylerin yaşam için mücadele güçleri zayıflar. Bu bireyler, başkalarına ve yardımlara bağımlı hâle gelirler. Tepki ve davranışlarında içgüdüleriyle hareket eder, karnını doyurmak gibi bedensel gereksinimlerini gidermekle yeti-
Sayfa 36
Politika Dergisi
“Kendi halkının kalkınmasını, bilimselleşmesini, çağdaşlaşmasını engelleyen, halkını dinî baskı altında tutan, emperyalistlerin oyuncağı olduğunun farkına varamayan terör örgütü Hamas da aynı derecede suçlu ve günahkârdır.”
nirler. Đnsan olma bilincini ve özgürlüğünü yitirerek, köleleşirler. Aklın, mantığın yerini inançlar, hurafeler, tabular, korkular ve töreler alır. Birey; kendine olan güvenini, sağduyusunu ve onurunu yitirir. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri kaybolur. Birer sosyal varlık olmaktan çıkıp bencilleşir. Toplumda saldırganlık, gasp, kin ve öfke, farklılıklar arası çatışmalar artar. Yaşamlarında oluşan tüm boşlukları, tek dayanakları olarak kalan inançlarla doldurulmaya çalışır. O yüzden de inançlar konusunda çok katıdırlar. Çağdaşlığın ve bilimselliğin; coğrafyası, ırkı ve dini yoktur. Belki bu söyleme itiraz edecekler vardır. “Yoksulluk daha çok Đslam ülkelerinde görülüyor, bu ülkelerden çok bilim adamı yetişmiyor”, “terör denince akla hep Đslami terör örgütleri geliyor, teknoloji hep belli ülkelerde gelişiyor, tek Tanrılı dinler hep belli iklim ve coğrafyalarda başlayıp yayılmış, inançların en çok sorun olduğu ülkeler Đslam ülkeleri” gibi örnekler de verilebilir. Biraz hafızalarımızı yoklayalım. Bilimselliğin geçerli olmadığı toplumlarda çağdaşlaşmanın gerçekleşemediğini, çağdaşlaşamamış toplumlarda kalkınmanın, refahın, mutluluğun, huzurun, sevginin ve demokrasinin yaşama geçirilemediğini hemen görebiliyoruz. Çağdaşlaşmanın önünde de daima iki engel göze çarpıyor. Görünen engel; o toplumlardaki yöneticiler. Kendisini hep o noktada tutmak isteyen, o noktada kaldığı sürece sorun yaşamak istemeyen yöneticiler. Kendilerini bu şekilde topluma kabul ettirmiş, arkalarına toplumun karşı çıkamayacağı, tartışamayacağı inançları koymuş yöneticiler. Peki, bu tavrı sergileyen sadece Đslam ülkelerindeki yöneticiler mi olmuş; hayır. Geçmişte Hristiyan âleminde daha ağır vakalar yaşanmış. Ama yaşanan “Rönesans ve Reform” hareketlerinden sonra artık bu tavır o âlemde taraftar bulamıyor. Museviler de benzeri süreci yaşayıp rahatlamışlar. Đslam
âlemi hala bu süreci tamamlayamamış olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Ya Türk toplumu? 1923 - 1946 tarihleri arasında çağdaşlaşma sürecini başlattık. Ne yazık ki tamamlayamadan geri dönüşe geçtik. Ama hiç değilse, o kısa dönem içinde bile çağdaşlaşmanın, bilimselleşmenin toplumumuza neler kazandırdığını, daha neler kazandırabileceğini net olarak görebildik. Gelelim çağdaşlaşmanın ve bilimselleşmenin önündeki görünmeyen -ki artık günümüzde pek kendini saklama gereği duymuyor- ikinci engele. Đkinci engel; küreselleşme, dünya ile entegre olma gibi isimler altında karşımıza çıkan, toplumların ve emeğin sömürülmesi, yani emperyalizmdir. Bugün kulağımıza hoş gelen NATO, BM, AB, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların arkasında hep bu insanlık ve barış düşmanı kurum var. Önce toplumların yönetimlerini denetimine alıyor. Kendi ülkelerinde hiç akıllarına getirmedikleri “Ilımlı Đslam” modelini uygulatarak, adım adım toplumu bilimsellikten ve çağdaşlıktan uzaklaştırarak sömürülmeye ve parçalanmaya hazır hale getiriyorlar. Bizim için ideal diye gösterdikleri bu projeyi kendi ülkelerinde neden uygulamıyorlar, dünyanın bütün ülkelerinde yetişen din adamlarını değil de neden bilim adamlarını bir şekilde kendi ülkelerine ithal ediyorlar dersiniz? 23 gün süren kısa bir aradan sonra tekrar başlatılan Gazze katliamının suçlusu ve günahkârı bu iki engeli oluşturanlardır. Gazze’yi bombalayan Đsrail kadar, onun arkasındaki emperyalist ülkeler, onların güdümünde oluşturulan uluslararası kuruluşlar da suçludur. Kendi halkının kalkınmasını, bilimselleşmesini, çağdaşlaşmasını engelleyen, halkını dinî baskı altında tutan, emperyalistlerin oyuncağı olduğunun farkına varamayan terör örgütü Hamas da aynı derecede suçlu ve günahkârdır. Bu örgüt gerçekten halkı için çalışıyorsa, halkını seviyor, ona iyilik etmek istiyorsa, öncelikle terörü bırakmalı. Halkı ve devleti ile bütünleşip çağdaşlaşmaya yönelmeli. Silah yerine bilime sarılmalı. Bu ülkeye yardım etmek isteyenler, önce bu toplumun çağdaşlıkla, bilimsellikle tanışmasını sağlasın. Kalıcı ve gerçek yardım budur. Bu yardıma bireyler ve toplum olarak bizlerin de gereksinimimiz olduğunu düşünüyor, emperyalizmin tasfiye edilebildiği bir dünya umudumu herkesle paylaşmak istiyorum. nihat.atar@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 37
Alkışlar Başbakan’a (Sahne Sizin) Nuran TALAY
Đşte Atatürk’ün izinde giden, işte yürekli Başbakan… Tüm dünyanın gözü önünde Şimon Perez’e, pardon moderatöre, resti çekti… Kahraman Başbakan, büyük coşku ile karşılandı. Ne geceydi ama… Gecenin o saatinde ellerinde pankartları ile havaalanına koşmuş insanlar; bu sevgi, bu aşk başka bir şey... Sakın kıskandığımı düşünmeyin, benimki merak aslında. Geç bir saatte insanlar böylesi organizasyonu nasıl sağladılar? Matbaalarda hazırlanmış pankartlar nasıl temin edildi? Her gün saat 24.00’de kapanan yeraltı treni sabaha kadar nasıl çalıştı? Ah tabii bu kadar kömür, erzak ve sadaka yardımının karşılığının bir şekilde ödenmesi gerekiyordu. Seçim öncesi AKP’ye körü körüne destek vererek ve sandık başında iki yardım uğruna geleceğine “ipotek” koyarak “oy” ile desteklemek var. Yoksa yeni bir gözdağı mı vermişti Başbakan! Đstediğim anda bindirilmemiş kıtaları toplarım diye. Biliyorsunuz; “Cumhuriyetine ve değerlerine” sahip çıkan, ellerinde ay-yıldızlı bayrakları ile mitinglerde olanları, bindirilmiş kıta olarak değerlendirmişlerdi. Gelelim restin ayrıntısına; Şimon Perez’e, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz, siz şöylesiniz böylesiniz derken, Başbakanın aklına Irak’ta 1,5 milyonu aşkın insanın katledişine sessiz kalışı geldi mi? Ya da peşmergeye kefilim, Barzani ile anlaşma yapacağım derken, şehit olan kınalı kuzularımızı anımsadı mı? Binlerce şehidimizin katiline “Sayın” diye hitap edişini unuttu mu? IMF’ ye ümüğümüzü sıktırmayız derken; ümük şöyle dursun, bir bir fabrikaları yok ederken bu söylemini hatırlamış mıydı? Madem Türkiye sizin çok önemli Başbakan; O hâlde bir terörist gruba nasıl destek veriyorsunuz? PKK yıllarca terör listesine alınmamıştı. PKK terörüne karşı olurken, Hamas’a destek vermek nasıl bir anlayış? Hamas özgürlük savaşçısı; topraklarını koruyorsa, PKK da aynısını yapıyor demezler mi?
“Şimon Perez’e, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz, siz şöylesiniz böylesiniz derken, Başbakanın aklına Irak’ta 1,5 milyonu aşkın insanın katledişine sessiz kalışı geldi mi?”
O zaman şakır şakır evlatlarımız şehit olurken bu suça ortak olunmuyor mu? Davos’ta bu resti çekmek, sizi kahraman yapmaz Başbakan! Siz orada Türkiye’nin başbakanı olarak bulundunuz. Size gerekli sürenin eşit şekilde tanınmamış olması hoş bir davranış değildi, buna katılıyorum; ancak “kodum mu oturturum” tavrı ile ülkemizin temsil edilmesine de katılmıyorum. Uluslararası alanda da bu kültürünüz nasıl değerlendirilecek, bunun etkilerini hep birlikte göreceğiz. Yine de huzurunuzda Başbakanı alkışlıyorum… Neden mi? Seçim öncesi, bu tiyatro oyununda başrolde oynadığı için… (Oyunun adı: Yerseniz)
nuran.talay@politikadergisi.com
Sayfa 38
Politika Dergisi
Politika Dergisi—Banu Avar Mülakatı Banu AVAR: “Yeniçağ gazetesinden Arslan Bulut’un söylediği gibi “Osmanlı
da şimdilik masa başı bir programla yola devam ediyorum. “Dünya Düzeni” adlı programla yine benzer konuları ART’de ele almaya devam edeceğim.
geliyor”, “Üçüncü Abdülhamit geliyor” sloganları arasında Türk halkı uyutulurken, “Büyük Đsrail Projesi” planlanıyor. Đsyankar Şiilere karşı itaatkar Sünni yönetimler, “halklarına rağmen” oyunun piyonları olacak; sonuçta bölge, Siyonizm’in emrine sunulacak.”
Mülakatı Gerçekleştiren: Emrah ÖZDEMĐR
TRT ĐLE YOLLARIN PROGRAM
AYRILMASI VE YENĐ
Emrah ÖZDEMĐR: Banu Hanım, okuyucularımızın hemen hemen hepsi sizi yakından tanımaktadır. Yine de, geriye dönersek; Tuncay Güney'e dahi mikrofon uzatan TRT'den tasfiye süreciniz hakkında kısaca bilgi ve değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? Banu AVAR: TRT’de “Sınırlar Arasında” ile 4 yılda 82 ülkeden gözlemleri izleyicilerimizle paylaştık. ‘Demokrasi, özgürlükler’ safsatalarıyla göz boyamaya çalışanları, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana hatlarını deşifre eden programlar yaptık. Sınırlar Arasında taraflı bir programdı; Türkiye’nin tarafındaydı. Özellikle ‘Hangi AB’ bölümleriyle TRT’yi işgal altında tutan bir kesimden büyük tepki aldık. Ve 2008 Mayıs’ında program yayından kaldırıldı. Yeni genel müdürün yöneticilerinden biri, programın yayından kaldırılmasında “bazı büyükelçilerin” şikayetlerinin etkili olduğunu açıkça söyledi. ‘Türkiye’de Türkçe bakışlı bir program’ onları rahatsız etmişti… Washington ve Brüksel hakimiyeti altındaki Türkiye yönetimine basın yayını kontrolde tutma görevi verilmişti. Bugün TRT ve bir iki kanal dışında tüm televizyonlar, bir iki gazete dışında tüm gazeteler ‘sistem’in doğrudan kontrolü altındadır ve Amerika’nın ‘projeleri’ doğrultusunda bilgi kirliliği yapmaktadırlar. Şubat başı itibariyle kontrolde tutulamayan kanallardan birinde; Avrasya Televizyonun-
“ÜÇÜNCÜ ABDÜLHAMĐT” SLOGANLARI ARASINDA YAPILAN CAMBAZLIK Emrah ÖZDEMĐR: Sayın Avar, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Davos çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda değişik fikirler dolaşmakta ve tabii ki kamuoyunda en etkili olanı; Tayyip Bey'in "Davos Fatihi" diye adlandırılması. Bunun yanında; Đsrail'in Türkiye'ye fatura ödeteceğini öne sürenler var. Peki, bu çıkış sizce göründüğü gibi midir; yoksa mesela "New Ottoman" projesinin bir uzantısı mıdır? Sizin gündeme getirdiğiniz, "Şii direnişini kırma" programı çerçevesine de sığabilir mi? Banu AVAR: Türk halkı tarih boyunca çok oyun izledi. Son yıllarda sahnelenen oyunlar, hızla sarılan bir filmi izlemeye benziyor. Türkiye bölgede üzerine en çok bahis açılan ülke. Morton Abromowitz 1995 yılında “Önce SSCB, ardından Yugoslavya… Sıra Türkiye’de!” dememiş miydi? Amerikan imparatorluğu, 2050 yılında bir Büyük Orta Doğu devletini hayata geçirme arzusunu yayınladığı haritalarda gösteriyor. Đstanbul merkezli bir federal devletten dem vuruyor. Suudi Arabistan’dan Ürdün’e, Đsrail’den Lübnan’a yayılan bir devlet; ortasında Türkiye. Orta Doğu’da bir Amerikan devleti rüyası bu. Yeniçağ gazetesinden Arslan Bulut’un söylediği gibi “Osmanlı geliyor”, “Üçüncü Abdülhamit geliyor” sloganları arasında Türk halkı uyutulurken, “Büyük Đsrail Projesi” planlanıyor. Đsyankar Şiilere karşı itaatkar Sünni yönetimler, “halklarına rağmen” oyunun piyonları olacak; sonuçta bölge, Siyonizm’in emrine sunulacak. “Davos Fatihi” toplantının hemen ardından söyle-
Sayı 12
diği öfkeli sözleri moderatörle sınırlandırdı. Azar işitip, ‘katil’ dediği Peres’ten hiç söz etmedi. ‘Süre eşitliği’ üzerine odaklandı. Tüm televizyonlardan servis edilen ağır konuşmasıyla, Türk halkının uzun zamandır beklediği ‘dik duruş’ gösterilmiş, bu duruş, belediye seçimleri için gerekli yatırımı yapmıştı. Đsrail’le bozulan havaya gelince; ertesi gün Başbakan Olmert halkına ve bakanlarına “Türkiye’nin seçim arifesinde Müslüman bir ülke” olduğunu söyledi. Üst düzey yetkililere “Türkiye’yle gerilim yaratacak beyanlardan uzak durmaları” mesajını verdi. Erdoğan’ın küresel rotada yürümesi şarttı. Đçerde Davos Fatihi olarak görülmeli, dışarıda anlayışla karşılanmalıydı… Çünkü şimdi Osmanlıcılık zamanıydı!
DÜNYA SU FORUMU GERÇEĞĐ Emrah ÖZDEMĐR: Yalçın Küçük Hocanın kamuoyuna sunduğu "Orta Doğu için Siyonist Plan" adlı 1982 tarihli raporun uzantıları bugün var mı, varsa nelerdir? Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Kivunim'de yayınlanan Orta Doğu Đçin Siyonist Plan adlı rapor, Orta Doğu’da çizilecek yeni sınırları tarif etmişti. Lübnan, Suriye, Đran, Irak ve Türkiye dinî ve etnik
Sayfa 39
bazda parçalara bölünecekti. Hedefe giden yolda en önemli adım bir Kürt devletiydi. Irak, Türkiye ve Suriye’den parçalar kopararak oluşturulacak bir Kürt devleti, bölgedeki 2. Đsrail olacak ve Büyük Đsrail’in “büyümesindeki” en etkin adım olacaktı… Bugün Türkiye, bu projenin tam ortasında yer almaktadır. Projenin en önemli adımlarından biri 14 Mart 2009’da atılacak. Dünya Su Forumu Türkiye’de toplanacak. Bu masum isim kimseyi kandırmasın! Bu toplantıda Türkiye’nin su kaynakları pazarlanacak… Kürt devletinin hayata geçişiyle petrolün denetimini eline geçirecek olan Đsrail, Batı adına Fırat ve Dicle suyunun kontrolüne de talip! 1967’den beri ‘su savaşının’ içindeki Đsrail, Avrupa Birliği’nin arkasında Türkiye’ye kılıç çekiyor… O nedenle öfkeli sözler onu hiç ilgilendirmiyor. O yürüdüğü yoldan hiç şaşmıyor. Bakın, Arslan Bulut 3 Şubat 2009 tarihli yazısında ne diyor: “Son Katılım Müzakereleri Çerçeve Belgesi’nde, Fırat ve Dicle sularının aralarında Đsrail’in de bulunduğu uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesi isteniyordu! Üstelik, Fırat ve Dicle sularının kontrolü demek, Erzurum’daki Palandöken Dağları’nın kontrolü demektir. Çünkü su kaynağı orasıdır!” Avrupa Birliği Türkiye’deki suların denetimi için bir konsorsiyum kuruyor, bunun içine Đsrail’i katıyor ve
Banu AVAR: “Bu masum isim kimseyi kandırmasın! Bu toplantıda Türkiye’nin su kaynakları pazarlanacak… Kürt devletinin hayata geçişiyle petrolün denetimini eline geçirecek olan Đsrail, Batı adına Fırat ve Dicle suyunun kontrolüne de talip!”
Sayfa 40
Banu AVAR: “(Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında) Özellikle Türkiye’nin Đran’la çatıştırılmasının üzerinde duruyor, Türkiye’nin bölgede lider konumuna getirilmesi gereğinin altını çiziyor, Yeni Osmanlıcılık ve Hilafet rolünün öneminden bahsediyor…”
Suriye sınırından Erzurum’a kadar olan bir bölgenin suyunda söz sahibi olmak için hak iddia ediyor… Đşte Siyonist planın Mart ayında Türkiye’ye son darbesi bu olacak…
FULLER’ĐN KĐTABI Emrah ÖZDEMĐR: CIA Türkiye masası eski şefi Graham Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adlı kitabını nasıl değerlendiriyorsunuz? Banu AVAR: CIA istasyon şefi Fuller, kitabında “yeni düzen”in Türkiye’ye biçtiği yeni rolleri el kitabı olarak servis ediyor. Kemalizm’in Türkiye’yi bölgeden soyutladığından giriyor, AKP yönetimindeki Türkiye’nin, Adriyatik’ten Çin’e, nasıl etkili olduğundan çıkıyor… Özellikle Türkiye’nin Đran’la çatıştırılmasının üzerinde duruyor, Türkiye’nin bölgede lider konumuna getirilmesi gereğinin altını çiziyor, Yeni Osmanlıcılık ve Hilafet rolünün öneminden bahsediyor… Fuller ve arkasındaki “yeni dünya” imparatorluğu peşindekiler bu kitapla Orta Doğu’da bir kaos planladıklarını ve bu cehennemi yaratacak ilmeğin AKP
Politika Dergisi
yönetimindeki Türkiye olacağını fısıldıyorlar. Đran’la savaşan bir Türkiye, Arap milliyetçilerinin nefretini üzerine toplamış bir Türkiye, eskiden olduğu gibi bugün de emperyalizmin rüyasıdır… Ancak bunu gerçekleştirebildikleri takdirde, önümüzdeki 20 yıl içinde gerekli kaynaklara, madene, suya, petrole kavuşacaklar. Önce büyük kaos yaratılacak ardından yeni sınırlar ortaya çıkacak ve taşlar yerine oturduğunda Büyük Ortadoğu (Amerikan ) devleti oluşacaktır. Ama bu rüyadan onları, “uyanık bir millet” tıpkı 1919’da olduğu gibi uyandıracaktır.
TÜRKMENLER, ERDOĞAN’IN GAZZE ÇIKIŞINI KENDĐLERĐNDEN NEDEN ESĐRGEDĐĞĐNĐ MERAK EDĐYOR Emrah ÖZDEMĐR: Türkiye'nin Đsrail'e yönelik çıkışının Doğu toplumlarındaki etkisi, Türkiye ve Doğu için bir fırsata çevrilebilir mi? Banu AVAR: AKP yönetimindeki Türkiye, çevresindeki ülkelere, sürekli çelişkili, karmaşık mesajlar gönderiyor. Kerkük, Musul, Telafer’deki Türkmenler, Tayyip Erdoğan’ın Gazze konusundaki çıkışını, neden kendilerinden esirgediğini anlamakta zorlanıyor. Azerbaycan, hayretle Ermenistan’la müzakereleri seyrediyor. Kıbrıslı Türkler, Erdoğan’ın Loizidu, Aristis ve son olarak Orams davası ile Kıbrıs’taki tüm hakların elden gidişine ne dediğini merak ediyor.
TÜRKĐYE SĐZDEN BU ÜLKE ĐÇĐN SENTEZLER YAPMANIZI BEKLĐYOR Emrah ÖZDEMĐR: Gençlerin oluşturduğu bir proje olan Politika Dergisi aracılığıyla, gençlerimize son bir mesajınız var mı? Banu AVAR: Türkiye’nin başına en çok çorap örülen bir dönemin gençleri olan sizler, titiz birer araştırmacı olmak zorundasınız. Hamasetten kaçarak, bilimsel çalışmalara hız verme zamanı… Her konuda detaylı araştırmalar yapılmalı… Đşte önümüzde Dünya Su Forumu, işte önümüzde Musul meselesi, işte basın yayının hokkabazlığı. Đşte sözüm ona “aydınlar” ve dehşet verici tezleri. Türkiye, sizden bu ülke için sentezler yapmanızı bekliyor.
iletisim@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 41
Türkel MĐNĐBAŞ’TAN Bir Makale: Genç Đşsizler Ordusunun Oyu! Bu kadar "komik" bir seçim arifesi galiba hiç yaşamamıştık. Seçim günü yaklaştıkça AKP Genel Başkanı rolündekinin tansiyonu daha da yükseliyor. Meclis Başkanı rolünü üstlenen de kendini darbeci general sanıp estirmeye başlayınca, insan kendini "22 Temmuz seçmeni" değil de Direklerarası'nın tuluat tiyatrolarından birinde sanıyor. Gelin görün ki, Direklerarası çoktan tarihe karıştı. Darbeci general rollerine de bugünlerde pek rağbet yok. Kaldı ki onlar bile 2 milyon 447 bin işsizin azarla, tehditle yola getirilemeyeceğinin artık farkında! Çünkü bu ülkede: * 15 yaş üstü nüfusunun dörtte biri, yani 12.1 milyonu 15-24 yaş arasında. Yani genç! * Bunların 3.7 milyonu çalışıyor. Yani her 100 çalışanın 17'si 15-24 yaş arasında! * Her 100 gencin 18.7'si de işsiz!. Yani, genç işsizliğinin tepe yaptığı 1989-2001 arasındaki 17.7'lik oranın da üstünde!. * 15-19 yaş aralığındaki her 100 gençten 82'si, 20-24 yaş aralığındaki her 100 gençten 54'ü kayıt dışı çalışmakta! * Lise çağındaki 15-19 yaş grubundaki her 100 gençten 22'si okulda değil çalışma yaşamında! AKP iktidara geldiğinde her 100 genç işsize 13 iş aramayan genç düşerken 2006'da 83 genç düşmeye başlamış. Mevsimlik çalışanlar da eklendiğinde iş aramayanların sayısı 95'e çıkmış! Bu arada sakın ola ki iş aramayan gençleri rantiye ya da tembellikten iş aramıyor sanmayın. Onlar çalışmak istedikleri halde iş aramaktan bezmiş, iş bulamamak korkusu içinde olan gençler. TÜĐK onları işsizler arasına katmamakta. Đstatistiklerdeki adları "tampon genç" ! Bu gençlerin bir kısmı yaş haddini aşamadıkları için oy kullanamayacaklar. Bu nedenle de partilerin seçim bildirgelerinde onlara yer verilmemiş, ama... O bildirgelerde oy verme yaşında olan 22 Tem-
muz'un seçmeni gençlere, özellikle de üniversite diplomalı gençlere de yer yok!.. Başta AKP olmak üzere tüm siyasi parti kurmaylarının, Ankara Ticaret Odası'nın TÜĐK'in verilerini temel alarak hazırladığı "Genç Đşsizler Ordusu" ve "Kayıtsız Gençler" raporlarına bakmalarında yarar var. Çünkü o raporda yer alanlar yarının değil bugünün üretim ve yönetim kadrolarında yer alacak ya da yer alması gerekenlerle ilgili. Örneğin: Türkiye'nin nitelikli işgücü dediğimiz, bir fakülte ve yüksekokuldan mezun olan, 1989-2001 arasında her 100 diplomalı gençten 30.8'i işsiz iken, AKP döneminde bu oran 35.1'e yükselmiş!. Yani, eğitim olanakları genişlerken iş olanakları artmamış, aksine azalmış!.. Peki ne olmuş da eğitim olanaklarındaki iyileşmeye rağmen istihdam artmamış diyorsanız... Ekonomik büyümenin kaynağına, gelen dış sermayenin hangi sektörleri hedef aldığına ve istihdam yaratma koşulu aranıp aranmadığına bakmanız yeter. AKP'nin yeniden iktidar olması halinde durumu nasıl telafi edeceğini merak ediyorsanız seçim bildirgesine bakmak yeterli. Genç işsizlere çözüm olarak - "Kendi işlerini kurmaları"nı özendirmek için "Gençler Đşadamı Oluyor" programı başlatmayı; - "Özel istihdam büroları" açmayı önermekte. Gençlere işsizliği özelleştirerek çözüm yaratmayı vaat etmekte! Kısacası AKP, 2006-2010'da da iktidar olursa parası olana işini bulacak! Bunun adı da genç girişimcilik olacak!.. AKP'nin genç işsizlere yönelik vaatleri sınıflar arasındaki farklılıkları keskinleştireceği ve ayırımcılığı pekiştireceği için demokratikleşmeye aykırı ise de bunun diğer partilerinkine göre daha gerçekçi olduğunu söylemek gerek. Hiç olmazsa ne yapacağı belli. Yani? AKP tek başına iktidar olursa : - Büyüme artmaya devam etse bile istihdama yansımayacak; - 1997'den 2006'ya yüzde 26'dan yüzde 21'e gerileyen yatırımların ulusal gelir içindeki payı bu dönemde de gerilemeye devam edecek. Not: Bu makale 16.07.2007 tarihinde yayınlanmıştır. Mekanın Cennet olsun saygıdeğer Hocam...
Sayfa 42
Politika Dergisi
Bursa Tarihi Üzerine; Đki Biyografi, Bir Yüzleşme “Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki: “Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim hâlde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” 15 dakika sonra Çiğiltepe alınmış; ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.” (Kemal Atatürk) Erdinç AYDIN Reşat ( Çiğ ilt ep e) (1879, Đstanbul - 27 Ağustos 1922, Çiğiltepe) Türk asker. 1879'da Đstanbul'du. Ziya Paşa'nın oğludur. 1896'da Harp Okulu'nu bitirerek Türk Ordusu'nun farklı komuta kademelerinde görev yaptı. Trablusgarp ve Balkan Savaşları'na katılmış, Yanya savunmasında yaralanmıştır. Askerî Mahkeme üyeliği yapmış, I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Aynı zamanda 5 .ve 4.rütbeden mecidi nişanları, gümüş muharebe, liyakat, tahsiliye, Alman ve Avusturya harp, demir salip nişanlarıyla taltif edilmiştir. 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde görevlendirilmiştir. 1918'de Đngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Millî Mücadele'ye katılmak üzere Đnebolu'dan "Đstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Mezarı; Ankara, Devlet mezarlığında ya da Çiğiltepe şehitliğinde olduğu ikilemi vardır. (Wikipedia) Albay Reşat Bey: “Sözümü tutamamış oldu-
ğumdan dolayı yaşayamam.” (27 Ağustos 1922) Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit oluşunu TBMM’de şöyle anlatmış: “Bir taarruz gününde (27 Ağustos 1922) en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu nedenle, düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı, Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize (Çiğiltepe) hakim olamadınız?” dedim. Cevaben dedi ki “Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız.” Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki: “Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim hâlde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” 15 dakika sonra Çiğiltepe alınmış; ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.” 30 Ağustos Zafer Bayramımızın nasıl gerçekleştiğini Başkomutan söyle haykırır: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları; Afyonkarahisar-Dumlupınar büyük meydan muharebesinde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve seçkin ulusumuzun fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtladınız. Sahibimiz olan büyük Türk ulusu geleceğine güvenmekte haklıdır. Savaş alanlarındaki başarı ve fedakarlıklarınızı yakından görüp izliyorum. Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getireceğim. Ödüllendirme için Başkumandanlığa öneride bulunulmasını, Cephe Kumandanlığına buyurdum. Bütün arkadaşlarımın, Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önünde bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin kaynaklarını kullanarak, yarışmayı bütün gücüyle sürdürmesini talep ederim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. Đleri!” (Mustafa Kemal, 1 Eylül 1922)
Bursa’nın Kurtuluşu Ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı başlatılan Büyük Taarruz, hedefine adım adım ulaşır çok kısa bir zamanda.
Sayı 12
Sayfa 43
11 Eylül 1922 - Bursa'nın Kurtuluşu, 3. Kolordu 1. Piyade Tümeni ve Genelkurmaylık ATESE kayıtları; Bursa’da 39 Şehit.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının savaş tarihine verdiği son Şükrü Naili Gökberk, (1876, Selanik -1936, Edirne) Türk asker. Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve siyaset adamı. 1921'de Anadolu'ya geçti. 15. Tümen Komutanı olarak Kütahya - Eskişehir Savaşları ve Sakarya Savaşına, 3. Kolordu Komutanı olarak da Başkomutanlık Meydan Savaşına katıldı. Bursa, Eskişehir ve nihayet Đstanbul'un düşman işgalinden kurtuluşu sırasında Türk ordusunun başında şehre giren Kurtuluş Savaşı kahramanıdır. (Wikipedia) 3.Kolordu, Şükrü Naili Paşa komutasındaki birlikleriyle Bursa´ya yürüdü. 1.Tümenin süvarileri 9 Eylül´de Yunan direnişini birkaç yerinden aşarak 10 Eylül gecesi şehrin güneyine girdi. Sabahın erken saatlerinde ise güzel Bursa tahribe uğramasına fırsat verilmeden hakiki sahibine tekrar kavuştu. Aynı günlerde Mustafa Kemal Đzmir’e varmıştır ve “Geldikleri gibi giderler” dediklerini gittikleri yerden muzaffer bir ordu komutanı olarak hak ettikleri şekilde uğurlamıştır. Akşam yazarı Falih Rıfkı’nın Đzmir’de Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı konuşma: Đzmir denizi karşısında, millet ordularının Başkomutanından zafer hikâyeleri dinliyoruz. “...Zaferin Đstanbul’u ve tüm dünyayı şaşkınlığa düşüren, akıllara durgunluk veren yanlarından biri de sürati idi. Askerlerimiz Đzmir’e girdiği zaman, Yunan ordusunun arda kalanları henüz şehri terk etmemişti. Bu çabukluğun nasıl olabildiğini Sayın Paşa’dan sorduk: - Ordumuzun hızlı ve sıkı kovuşturması sayesinde... doğrusu daha saldırıya başlamazdan önce, dört yüz kilometreyi geçen uzaklık üzerinde kesintisiz ve tüm ordularla, düşmana soluk aldırmayacak kadar hızlı bir kovalama yapmak bakımından köklü hazırlıklarda bulunmuş ve önlemler almıştık. Düş-
harekât örneğinin değeri, bu harekât tüm aşamalarıyla incelendikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir.” (Mustafa Kemal)
man kuvvetleri büyük meydan savaşında yenildikten sonra Dumlupınar mevzilerinde, Uşak’ın doğusunda Takmak, Alaşehir, Salihli civarında ve son kez olmak üzere Đzmir’in yirmi beş otuz kilometre doğusundaki hazırlanmış türlü türlü mevzilerde savunmaya girişti. Bu girişimlerin her birinde düşman ordusunun artakalanları bir kez daha yenilip bozgun edilerek ordumuz Đzmir’e girdi. Görülüyor ki 26, 27 Ağustos günleri uygulanan yarma hareketi ile 28, 29, 30 Ağustos günlerinde gerçekleşen meydan savaşı aşamaları ve yukarıda saydığımız yerlerde düşmanı bozguna uğratan türlü saldırılara katıldığı hâlde ordularımız ana kuvvetleri ve tüm savaş araçları ile dört yüz kilometreyi on gün içinde aştılar. Diyebilirim ki atlı tümenlerimizle yaya birliklerimiz düşmanı ezip Đzmir’e yürümekle birbirleriyle yarışmışlardır. Đzmir rıhtımında atlı askerlerimizin kılıçları denizde resimleşirken, yaya askerlerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını gökyüzüne yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının savaş tarihine verdiği son harekât örneğinin değeri, bu harekât tüm aşamalarıyla incelendikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük
Sayfa 44
Politika Dergisi
Hindistan lideri Mahatma Gandhi, Kurtuluş Savaşı'nı ''Mustafa Kemallerin zaferi, dünya için bir hürriyet ve istiklal çağının sancağıdır.'' diyerek selamlarken, Pakistan lideri Cinnah, emperyalistlere şöyle sesleniyordu: ''Bütün dünyaya sesleniyorum. Ne biz, ne de her kıtada yaşamakta olan esir ve mazlum milletleri bundan sonra tutamayacaksınız.'' orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20, 25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize Đzmir’e kavuşmak için her gün bu uzaklığı aştıran güç kaynağının ne yüce bir yurt aşkı olduğunu anlamak zor değildir.
yorum.'' Askeri zaferin ardından siyasi zaferin gelebilmesi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar tam bir psikolojik savaş haline dönüşmüş. Zaferi kazanan büyük Türk milleti; Yunanistan’da bir hükümetin askeri darbe ile devrilmesine, Đngiltere’de iktidarın el değiştirmesine neden olmuştu. Sadece büyük Türk milletinin makus talihini değil; ezilen bütün ulusların esin kaynağı olurken 20. asrın tarihinin fakir ve onurlu insanlar tarafından yazılabileceğini hem kendimize hem dünyaya gösteriyorduk. Siyasi zafer için askeri duruş, güç ve kararlılığımızı bir kez daha göstermek durumu ortaya çıktığında, tereddütsüz başkomutan Mustafa Kemal; 22 Aralık 1922 Lozan Konferansı'nın kesilmesi ihtimaline karşı, orduya hazırlık emri veriyordu. Bir tarih yazılmıştı. Birilerinin 6 ayda geçerse, 1 günde geçmiş sayarım diye Yunan Savunma hattına dair verdiği raporlar; 26-30 Ağustos günü sonunda 6 günde geçilmiş, işgal güçleri olanca hızı ile 9 Eylülde Đzmir’den 11 Eylülde Bursa’dan temizlenmişti. Đzmir, Torbalı, Balıkesir, Bandırma tarafında kalan birkaç kuvvet de gemilere binerek kaçmak zorunda kalmışlardı.
- Harekâtta hedef tutulan amaç öncelikle yalnız Đzmir’e girmek mi idi? Bursa’ya harekât nasıl çevrildi? - Askerî düzenlememiz ve ayrılan kuvvetlerimiz her iki amaca güç ve güvenle ulaşmasını sağlayacak derecede idi. Gerçekten düşüncelerimizde doğruluğun bulunduğu Đzmir’in sabah, Bursa’nın akşam olmak üzere her ikisinin aynı günde geri alınmış olmasından ileri gelir." (atam.gov.tr) Atatürk'ün 1 Eylül'de Dumlupınar'da verdiği ''Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. Đleri!'' emri 9 Eylül 1922'de Đzmir'de noktalanırken, yalnızca Türkiye için değil, dünyanın bütün ezilen ulusları için yeni bir çığır açılıyordu. Hindistan lideri Mahatma Gandhi, Kurtuluş Savaşı'nı ''Mustafa Kemallerin zaferi, dünya için bir hürriyet ve istiklal çağının sancağıdır.'' diyerek selamlarken, Pakistan lideri Cinnah, emperyalistlere şöyle sesleniyordu: ''Bütün dünyaya sesleniyorum. Ne biz, ne de her kıtada yaşamakta olan esir ve mazlum milletleri bundan sonra tutamayacaksınız.'' 13 Eylül 1922 günü ulusa bir bildiri ile müjdeyi verir Atatürk: ''Asil Türk Milleti, ordumuz 9 Eylül 1922 sabahı Đzmir'imizi ve yine 9 Eylül 1922 akşamı Bursa'mızı zaferle boşalttı. Akdeniz, ordularımızın zafer şarkıları ile dalgalanıyor... Anadolu'nun kurtuluş zaferini kutlarken sana Đzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da sunu-
***
Bugün neler olmakta o topraklarda, bizim topraklarımızda, bir neslin kendini feda eylediği, adına vatan dediği bu topraklarda? Ekonomik kriz aldı başını gitti. Bursa’da 36.000 kişi işten çıkarılmış… Neredeyse, sadece Bursa’da 3.Kolordu 1. Tümen şehitlerimizin her birine 1.000 tane işsiz düşüyor. Bana sorarsanız toprağın üstünün sıkıntıları o kadar büyük; ama halk kendi kaderine sahip çıkarsa, geçicidir. Fakat toprağın altı kan ağlamaktadır! Şahadet mertebesine erenlerin de, yaşarken “ölü” hâle getirilmişlerin de ruhu şad olsun… Nereden nereye? erdinc.aydin@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 45
Lider Osman ACAR Siyasetin odak noktasında birey vardır. Ve bu bireyi siyasete bağlayan etmenlerin başında lider gelir. Lider karizma/kahramandır. Lider Allah tarafından verilen çekicilikle bireyi kendisine itaate zorlar. Tebessümünden tutun da yürüyüş şekline, duruş pozisyonuna, vücut diline kadar eylemselliğine dikkat etmelidir lider. Lider aşktır, tutkudur, rehberdir, örnektir. Bu açıdan bakıldığında belki de bugün, siyasetimizin düşük seviyeliliğinin başında lider eksikliği kriteri önemli yer tutar. Her ne olursa olsun, bence; Türkiye hep tanıdığı, gördüğü simaları siyaset sahnesinde desteklemekten bıkmış durumda. Artık halkta yeni bir lider gebeliği başladı. Ve bu liderin genç olması da elzemdir. Türkiye’nin geçmişine baktığımızda, bir lider takımı oluşturabiliriz. Halkçı Ecevit, Mücahit Erbakan, Başbuğ Türkeş, Parlak Zekâ Demirel bunların en önde gelen isimleridir. Fakat geçmişimizdeki lider verimliliğimiz günümüzde de yok, böyle giderse gelecekte de olmayacak. Peki, bunu nasıl önleriz? Yerel kurumlara bağlı Liderlik Merkezleri, Gençlik
“Fakat geçmişimizdeki lider verimliliğimiz günümüzde de yok, böyle giderse gelecekte de olmayacak.”
Meclislerine gençleri çekmelidir. Siyasi partilerin siyasi okulları devreye bu noktada girerek, gençleri apolitik bir toplumdan kurtarmalıdır. Bu sadece birkaç öneridir ve daha birçok politika, uygulama alanına koyulabilir.
Politika Vaat Yönü Halkın, politikacıyı başa getirmesinin sebebi, şüphesiz hizmet beklemesidir. Öyleyse politikacı, siyasi taban olarak güçlü ve koltuğunda kalıcı olmak istiyorsa, halka hizmeti kutsal görevi bilmelidir. Politikacıların vaat sözlüğüne gelirsek, işe tamamen politikanın hitabet sanatından söz etmek gerekir. Politikacı, hitabet sanatını konuşturarak siyasi arenadaki bireyleri kendisine bağlar, yani etkiler. Lider için; hitabet, halka hitap şekli son derece önemlidir. Çok sert olmamalı, mimikleriyle hitabeti coşkuya kavuşturmalıdır lider. Kendi yazdığım ve K.K.T.C. genel seçimlerinde uygulama alanına koyduğum bir lider vaat metni şöyledir:
“Sayın Halkım, Burada genelde ülke, özelde yerel yönetimler olarak yepyeni bir Türkiye yaratmak üzere toplandık. Şüphesiz bu yolda olmanın kutsallığı ile sizlere önderlik ediyorum ve beni sizlerin yarattığının bilincindeyim. Öncelikle yaşadığımız yerel yönetim biriminin ve ülkemizin sorunlarına çözüm yolları üreteceğime, en içten güvenimle sizlere söz veriyorum. Şu ana kadar yaptıklarım, yapacaklarımın teminatı durumundadır. Đnanın ki bundan sonra da, yapacaklarım bu eylemlere referans oluşturacak durumdadır. Herhangi bir kesimden olsun veya olmasın,
Sayfa 46
ben burada bulunamayan halkımın da lideriyim ve bu izde yürüyeceğim. Her durumda ve her koşulda, lider olarak her zaman arkanızda değil, her zaman yanınızdayım. Gelecek günlerin, bizlere tamamen erdemli görevleri gebe bırakması dileğiyle… Paylaşımcı ve engin kişiliğinize binlerce kez selam eder, sizleri olanca erdemli kişiliğimle kucaklarım. Allah bizi şaşırtmasın, Allah bizi şımartmasın…’’
Đktidara Atıf Sevgili okurlarım; bunun yanında, iktidara veya siyasi erke yöneltilecek bir diğer hitapta çok ince noktalarla beraber göz önündeki olaylara değinilmelidir. Bu konuda verebileceğim bir diğer örnek de şöyledir; bu konuşma, Kuzey Kıbrıs’ta bulunan CTP-BG erkine yönelik olarak kendi kalemimle yazdığım bir konuşmadır:
YAZIKLAR OLSUN: SESLENĐŞ KONUŞMASI “Sayın arkadaşlarım ve çok değerli büyüklerim; CTP iktidarıyla ülke öyle bir düzeye getirilmiştir ki bunu şu sözlere söylemem daha doğru bir üslup olur: Yazıklar olsun…
Politika Dergisi
Evet, başlayalım isterseniz. Gerçekten yazıklar olsun... Hem de binlerce kez yazıklar olsun. > Bu ülkeyi sadece bir tek kişinin politikasıyla yönetenlere yazıklar olsun... Kırmızı başlıklı kızın maceraları gibi, ülkeyi basit söylemlere terk edenlere yazıklar olsun… > Đhanet edenlere, soyanlara, hortumculara, hırsızlara, sahtekârlara, yalancılara yazıklar olsun… > Milletinin emanetlerini, milletinin düşmanlarına satanlara yazıklar olsun… > Yoksulların, işçilerin, ülke bireylerinin emeğini cebine indirenlere yazıklar olsun… > “Avrupa Birliği, Kıbrıs Birliği” denilerek toplanan oyları eşe, dosta, peşkeşe çevirenlere yazıklar olsun… > Đktidar meşruiyetini Rum tarafında arayanlara yazıklar olsun… > Milletinin babası olarak meclise girip, yalnızca kendi çocuklarının babası olanlara yazıklar olsun > Seçim zamanı milletinin kölesi olup, keyif zamanı milletinin efendisi olanlara yazıklar olsun…
osman.acar@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 47
Mumcu Đle Söyleşi Sevda EĞER
Ona Üzülme, Onunla Gülümse Mumcu’yla birlikte yazayım dedim bu defa; ne haddimeyse! Takayım onun gibi gözlüklerimi. Alayım önüme gazeteleri. Okuyayım haberleri, makaleleri ve bir yandan da söz vereyim kendi kendime; onun gibi ‘bu gün kızmadan yazacağım, bu gün gülümseteceğim insanları. Seyrediyor mudur acep beni, bilinmeyen metafiziksel boyutlardan? Yazıdan önce paranoya başladı şimdi, iyi mi? Kesin izliyordur! Vallahi de billahi de izliyordur! Hem de kıs kıs gülüyordur! Önce izliyordur, sonra gülümsüyordur, sonra da ikisini aynı anda yapıyordur! Neyse canım. Cesurum ben, hem de kararlı, bir de sakin. Sigarayı tersten yakacak kadar sakinim; daha ne olsun! Daktilom yok gerçi, demli çay da! Ne yapayım, sevmiyorum yazarken yiyip içmeyi! Ama olsun, deniyorum en azından, bu da bir şey değil mi? “Tamam Sevda, bu da bir şey! Đkna oldum kararlılığına, hem de cesaretine! Yaz bakalım, ne yazacağız” dediğini duyar gibiyim! Şey, o zaman ben giriyorum mevzuya abi. Flaş haber geçti az önce. Bir Ergenekon dalgası daha olmuş. Otuza yakın gözaltı var gene, ne diyorsunuz? Beni bırak şimdi! Sen ne diyorsun, birlikte yaz-
“O zaman şöyle diyebilir miyiz abi? Birileri şu ya da bu şekilde ciddi bir güç oluşturmuştur. Zamanında göz yumulmuş, destek sağlanmış; ama ilerde geri alınmak koşuluyla yapılandırılmış. Şimdi de…”
mayacak mıydık bu yazıyı? Ha, evet abi. Ben siz büyüksünüz, önce sizin fikrinizi alayım diye sorayım dediydim. Şimdi bu Ergenekon… “Anlaşıldı Sevdacığım. Şimdi Sevdacığım, bir meseleye girerken önce hecelersin. Detaya inersin canım kardeşim. Problemi en küçük parçasından çözümlemeye başlarsın. Nedir Ergenekon Sevdacım? “Erg” kökünden gelir. “Erg” güç demektir, değil mi? “Erg” daha sonra, cesur kardeşim, “en” ekini almıştır ve ne olmuştur; “ergen”! Ergen, olgunlaşmış demektir. Toparlayıp, “gücün olgunlaşması” dersek, ortada meydana çıkmış, gelişimini tamamlamış bir güç var, diyebilir miyiz, benim kararlı arkadaşım? Hmm… Peki, bu meydana çıkmış ergen güce ne yapmak gerekir, güzel kardeşim? Konmak gerekir! Đşte sondaki “kon” eki de bu ifadeyi tamamlayan son hecedir.” O zaman şöyle diyebilir miyiz abi? Birileri şu ya da bu şekilde ciddi bir güç oluşturmuştur. Zamanında göz yumulmuş, destek sağlanmış; ama ilerde geri alınmak koşuluyla yapılandırılmış. Şimdi de… Orada dur Sevda kardeşim! “Şu, bu” laflarıyla geçiştirmeyeceksin. Açıkça yazacaksın, değil mi? Derin devlet, daha doğrusu kontrgerilla lafını ne zaman duymuştur bu millet, güzel kardeşim? 1974 senesinde abi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, örtülü ödenekten para isteyince, başbakan olarak Ecevit soru vermiştir “nereye bu para” diye. O da şıppadanak adresi vermiştir. Neresidir paranın gideceği yer Sevdacım? Ben söyleyeyim cesur kardeşim; Özel Harp Dairesi. Ne iş görür bu Özel
Sayfa 48
Politika Dergisi
“Semih Sancar’ın lafını aynen aktarayım istersen: “Kurumun amacı ülkenin bütünlüğüne yönelik ortaya çıkacak tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle ülke içerisinde direnişi örgütlemektir.” Peki, o güne kadar Ecevit bu daireyi hiç duymadığına göre, para aktarımı da hiç olmadı demektir, değil mi canım kardeşim; en azından o gün istenen rakam kadar büyük bir meblağ mevzu olmamıştır.” Harp Dairesi? Semih Sancar’ın lafını aynen aktarayım istersen: “Kurumun amacı ülkenin bütünlüğüne yönelik ortaya çıkacak tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle ülke içerisinde direnişi örgütlemektir.” Peki, o güne kadar Ecevit bu daireyi hiç duymadığına göre, para aktarımı da hiç olmadı demektir, değil mi canım kardeşim; en azından o gün istenen rakam kadar büyük bir meblağ mevzu olmamıştır. Peki, o vakte kadar kim sağlıyordu dersin bu dairenin finansmanını? Yine Semih Paşanın ağzından aktaralım: “ABD yani (CIA)!” Şimdi, canım kardeşim, Özel Harp Dairesi 1958 senesinde kuruldu. Demek ki dairenin kurulduğu 1958’den 1974 senesine kadar para işinden ABD sorumluydu. Peki, nedir bu ABD’nin derdi? Neden verir yeşil yeşil banknotları? Cevap bulabilmek için derhal o yıllara dönmek ve dünyanın hâline bir bakmak gereklidir, değil mi Sevdacığım? Ve bu tarih yolculuğunda da çıkış noktamız Türkiye’nin yanı başında duran SSCB olmalıdır. Yani komünizm belası! Ne illettir bu komünizm belası, sen bilmezsin benim cesur arkadaşım. Bir adam komünist olmaya görsün. Marx’ın başını çektiği “diyalektik materyalizmin” peşine takılıp, “tüketim mallarının kabiliyete göre alınması, yok efendim üretilen malın ihtiyaca göre paylaştırılması, özel teşebbüs ve kişisel zenginliğin yok edilmesi, toprak reformuydu, yok işçi diktatörlüğüydü” ortalığı birbirine katarlar Alimallah! Zaten öyle de oldu. Ne oldu? Abi, kısaca özetleyeyim istersen. Lenin, 1917 Ekim Devrimi ile beraber, Marx’ın diyalektiğinden biraz daha farklı bir yaklaşımla proletarya diktatörlüğüne dayanan sosyalist iktidarını oluşturdu. Ama asıl hedefi sosyalizmi tüm dünyaya yaymaktı. Peki, bunun için uygun koşullar var mıydı güzel
kardeşim? Aslında abi, Almanya Spartaküs Grubu’yla, Macaristan Bela Kun Grubu’yla Avrupa’da sosyalist devrim girişimlerinde bulundular; ama başarısızlıkla sonuçlandı. Zorbalıkla baş edemeyeceklerini anlayan ihtilalciler legal yöntemleri denemeye başladı. Mesela Bulgaristan, Fransa, Japonya, Norveç, Đtalya gibi ülkelerde komünist vekiller meşru yollardan sosyalizmi yaymak için ciddi uğraşlar veriyordu. Ama kısa süre içerisinde karşı tepkiler de örgütlendi. Milliyetçilik ve faşizm hızla yayıldı. Tabii Enternasyonal’in başında bulunan SSCB’nin de o kadar sevildiği söylenemezdi. Özellikle liberal ülkeler (Đngiltere, Belçika, ABD) ve burjuva ülkeleri (Polonya, Finlandiya, Baltık ülkeleri) ciddi bir SSCB ve komünizm aleyhtarlığı göstererek trajik müdahalelerle sosyalist grupları lağvetmeyi başardılar. Tabii Avrupa ve Baltık ülkelerinde bir türlü istediği sıçrayışı yapamayan Lenin, rotayı az gelişmiş ülkelere çevirdi. Giderek zenginleşen Avrupa’ya ve sömürüye karşı duran kızgın gençler SSCB için bulunmaz bir nimetti. Demek ki sevgili kardeşim, bu noktada tekrar başa dönersek ABD’nin sorunu burada başlamış oluyor, diyebilir miyiz? Batı Avrupa’da umduğunu bulamayan SSCB, savaş süresince komünizmsosyalizm propagandaları ile Türkiye’de hayran kitlesini arttırmış olabilir mi? Olur mu, olur! Bal gibi
Sayı 12
olur, hem de! Soğuk Savaş sürdükçe, komünizmin Türkiye’ye de yayılması ve aynı Soğuk Savaş sürecine girmesi an meselesidir. Ne olur Türkiye de komünizme geçerse? Rusya ve ABD arasındaki tampon bölge durumundaki Türkiye, bir anda kapitalist ABD’den ise, komünist SSCB’ye taraf olur. Üstelik ABD’nin Orta Doğu’daki kapitalizm baskısı ve günümüze kadar gelen zorbalığı, Đsrail’e tam destek olmakla beraber, Türkiye’nin ileri karakol zabitliğindeki başarısına ve ABD’ye olan sadakatine yaslanmaktadır. O hâlde ne yapılmalıdır, canım kardeşim? Antikomünist örgütlenmeler oluşturulmalıdır. Zaten o yıllarda, -daha ciddi olmak üzereRumlar ve Türkler arasında hararetlenen komünizm hayranlığı, ABD destekli işte bu resmi oluşumlarla ve ne yazık ki “zor” ile bertaraf edilmiştir. Zor ile, şiddet ile müdahale olması şaşırtmamalıdır seni canım kardeşim. Zaten tanımlanan yöntem budur. Aslında o yıllarda Türkiye’de de komünist partileşmeler oldu, ama tutunamadılar abi. Tutunamaz Sevdacığım, neden? Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddelerine göre; bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde tahakküm tesis etmesine kalkan veya ülkedeki iktisadi ve sosyal düzeni yıkmaya yönelen her türlü tüzel kişi ve fiili topluluk suç işlemiş sayılır. Dediğin gibi; sosyalist ve komünist yönetim biçimlerini düşünüp yaymaya çalışanlar olmuştur. Ben onlara; düşünerek kaşınanlar diyorum. Zira anayasa bu davranışı kesin olarak yasaklamıştır. Yani bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını düşünerek kaşınırsanız suçtur. Bu amaçla anayasayı kısmen veya tamamen çiğnemiş olursunuz. Anayasayı çiğnemek belediye parkında çimleri çiğnemeye benzemez. Adamı ihale kaybetmiş müteahhide benzetirler. Aslında sadece “teşebbüs” suçtur. Anayasayı iyice çiğnersen bu suç olmaz. Çiğnemeye teşebbüs ederken yakayı ele verirsen başın belaya girer. Bu yüzden anayasayı çiğnemeye teşebbüs etmeyeceksin. Daha doğrusu aklından geçirmeyeceksin. Aklından geçirirsen düşünmüş olursun; teşebbüstür, suçtur. Ama ihlal edersen paçayı kurtarırsın. Zamane komünistlerinin atladıkları mesele işte buydu! (1) Anlaşılıyor ki Uğur Abi, kontrgerilla en yakın ihtimalle 50 yıl önce kuruldu. Ancak şimdi öyle bir hava oldu ki; sanki derin devlet Ergenekon’la ortaya çıktı. Susurluk ve Ergenekon birebir ilişkilendirildi ve derin devlet bunlardan ibaret kılındı. Đyi de bu aradan geçen elli yıl boyunca neden hiç kimse böyle bir oluşumu sorgulamaya cüret etmedi? Desek ki 70’li yıllara kadar gizliden yürütüldü! Ama Ecevit önüne gelene “kontrgerilla da ne ola?” diye sora sora mevzuyu öyle bir dillendirip basının ağzına düşürdü ki, cunta yönetimiyle başa geçen Kenan Evren, daireyi kabul edip, bir de açıklama yap-
Sayfa 49
“Aslında sadece “teşebbüs” suçtur. Anayasayı iyice çiğnersen bu suç olmaz. Çiğnemeye teşebbüs ederken yakayı ele verirsen başın belaya girer. Bu yüzden anayasayı çiğnemeye teşebbüs etmeyeceksin. Daha doğrusu aklından geçirmeyeceksin. Aklından geçirirsen düşünmüş olursun; teşebbüstür, suçtur. Ama ihlal edersen paçayı kurtarırsın. Zamane komünistlerinin atladıkları mesele işte buydu!” mak zorunda kaldı. Ya sonra? Tekrar sümen altı! Mesele Türkiye’deki komünizm dalgasının yok edilmesi idi ise, 80 ihtilaliyle zaten o konu kapanmış olmadı mı abi? Neden dağıtılmadı daha sonra? O kadar şeffaf devlet meraklısı vardı da, neden bazılarının ölmesi, birilerinin emekli olması, başka birilerinin ecnebi memleketlere ilticası beklendi? Neden üç beş yazar ve sendikacıdan başka, kimse yıllarca var olmasına rağmen kontrgerillayı dillendirmedi? Dillendirmezler kardeşim, dillendirmezler! Neden dillendirsinler Sevdacım? Dikkat edersen, Özel Harp Dairesi’nin faaliyette olduğu süre boyunca, halkın sürekli kaynamakta olduğunu görürsün. O yıllarda neler oldu neler, haberin yok mu senin canım kardeşim? Sağ-sol çatışmaları yayıldı Anadolu’da. Sokak ortasında, işkencede insanlar öldürüldü. Sonra tekrar sağ-sol çatıştı! Hemen bu arada faili meçhul cinayetler oldu. Derken ihtilal! Sonra farklı olarak- sağ-sol çatışmaları oldu ve sonra darbe. Meçhul cinayetler sürmeye devam ederken, bir yandan da hem fanatik dinci tarikatlar hem de PKK terörü örgütlenmesini sürdürmekteydi; değil mi güzel kardeşim? Bu örgütlerin yöntemlerine bakarsan gelişimlerinin birbirine paralel, birbirinin eş güdümünde ilerlediğini görürsün, canım kardeşim. Bu durum da sağcı, solcu, dinci, bölücü örgütlerin belki de başka başka yapılanmaların taşeronu olup olmadığı sorusunu bile aklına getirebilirsin. Đlk PKK baskını ne zaman oldu Sevdacım? 1984. Ülkenin bütünlüğüne yönelik tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle halkı örgütleyecek olan kontrgerilla da mevcut o tarihte, değil mi? Şimdi diyelim ki 80 ihtilaliyle Türkiye’de komünizm tehlikesinin son kırıntıları da yok edildi. Peki, bu yok oluşun yarattığı boşluk neyle dolacaktı? Kapitalizm! ABD o kadar parayı, silahı, eğitimi boşuna mı vermişti? O hâlde bu nasıl sağlanacaktı Sevdacım? Liberal
Sayfa 50
“Toplumsal çözülme de işte bu noktada başlıyor ve tüm hızıyla devam ediyor, edecektir. Zaten döneklik yalnızca bizim topluma özgü bir olgu değildir; tersine evrensel bir aydın hastalığıdır. Bir sağa, bir sola… Bir sağa, bir sola… Şanzımanlı Arçelik gibi mübarekler!”
Politika Dergisi
1996’da Mercedes’in parçalarıyla birlikte ortalığa saçılan Susurluk skandalının netleşmesi için 12 sene beklenmesinin gereği nedir? O dönem Đstanbul DGM’de Cumhuriyet Savcıları tarafından yapılan yargılamalar, uzayıp giden davalarda esas çözülmesi gereken; ucu bürokratlara, askerlere, MĐT’e dayanan ilişkiler ne hikmetse aydınlanamamışken, şu anki hükümet veya Cumhuriyet Savcılarının farkı nedir benim güzel kardeşim? Ne değişmiştir de rahatça generalinden rektörüne, gazetecisinden TV patronlarına, eski MĐT’çiden sanatçısına… Resmen sokaktan yakaladıklarını içeri alıp, sorgular oldular canım kardeşim? Susurluk davasının sanığı da, tanığı da, müdahili de nasıl oldu da bir anda sanık sıfatıyla aynı fotoğrafta yan yana kondu?
ekonomi sistemine geçişle…
Küresel anlamda terörün yön değiştirmesi olabilir mi abi? Türkiye’deki mafya, çete, PKK gibi örgütlerin birinci finans kaynağı uyuşturucu, silah kaçakçılığı değil mi? Türkiye bu trafikte epey etkin bir güzergah.
Anladım abi. Sonuçta amaç; komünizmi bitirmek değil, kapitalizmi dikte ettirmek. Dolayısıyla esas mesele bu aşamada başlamış oluyor. Yani 80 sonrası Özal’ın liberal ekonomi anlayışı, ulusal ve uluslararası ekonomi politikası beş on kişiyi milyoner yapıp binlerce insanı sefalete sürüklerken arada çıkan çatlak seslerin de “sesinin” birileri tarafından kısılması icabı ile taşeronlar hep el altında tutuldu.
Ha işte orda kal, canım kardeşim: güzergah-tı. Zurnanın peşrevini nihayet yakaladın. Ancak buna şimdi zaman yok. Bugün çok yoğunum biliyorsun, anma etkinlikleri yapıyorlar benim için! Ama ben önce bir Ankara’yı turlayacağım. Bakalım Marksist’in döneğinden, sosyal demokratın dangalağından ve liberalin alaturkasından kimler kimler var güzel ülkemin kaderine hükmeden, bilirsin hiç sevmem böylelerini, hiç hoşlanmam. (3)
Ve kısılan bu sesler güzel kardeşim, başka birilerine korku verdi, veriyor. Bir zaman aynı üniversitede okuyan, aynı davada yargılanan, bazen aynı gazetede yazan insanlar çekinmeden birbirlerine sırtını dönüp “tanımazdım, etmezdim” diyebiliyor. Toplumsal çözülme de işte bu noktada başlıyor ve tüm hızıyla devam ediyor, edecektir. Zaten döneklik yalnızca bizim topluma özgü bir olgu değildir; tersine evrensel bir aydın hastalığıdır. Bir sağa, bir sola… Bir sağa, bir sola… Şanzımanlı Arçelik gibi mübarekler! (2) Aslında, bütün bunlara gerek yoktu canım kardeşim; hem de hiç gerek yoktu. Yıllarca yazdım, araştırdım, okudum. Ve her sorunun cevabına yaklaştıkça sınırlarımızın öte tarafında kendimi buldum. Ulusal ve uluslararası ticari faaliyetlere, haksızlık ve yolsuzluklara her baktığımda Arap ve Đsrail ortaklıklarıyla karşılaştım. Uluslararası politik strateji ve ülke içindeki savunma mekanizmasına eğildiğimde ABD ve yine Đsrail güdümüyle sarsıldım. Tecrübelerime dayanarak söylemeliyim ki şimdiye kadar bahsettiklerimiz “derin devletin” d’si bile olmadığına göre, ilk baştan sorduğun Ergenekon bilmecesi de, bu karmaşık bulmacanın olsa olsa en son parçasıdır. Sorulacak sayısız soru arasında hemen birkaç tane sıralanabilir. Mesela;
Tamam abi, ama söz ver tekrar görüşeceğiz. Söz canım kardeşim; yine görüşeceğiz, mutlaka görüşeceğiz.
Dipnotlar
(1) Uğur Mumcu: Liberal Çiftlik (2) Uğur Mumcu: Tarikat Siyaset Ticaret (3) Uğur Mumcu: Tarikat Siyaset Ticaret
sevda.eger@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 51
Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... Bilgin TÜRK
“Đslamcı kesim kalemşorları Ergenekon’u o kadar büyüttüler ki
Ergün Poyraz; Musa’nın Gülü kitabını yazmasıyla gündeme oturmuş ve AKP’lilerin saldırılarına maruz kalmış, Erdoğan ve Gül’ün açtığı davalardan beraat etmiş, sonrada bir soruşturma kapsamında cezaevine girmişti. O günlerde kimse Ergenekon’un adını bilmiyordu ve duymamıştı. Ulusalcı kesim tarafından kulak kabartılarak takip ediliyordu. Ben dahil birçok kişi tarafından AKP’nin kendine muhalifleri tasfiyesi olarak görülüyordu ya da o amaçla başlatılmıştı. Sonraki süreçleri burada anlatmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz. 14 Mart’ta Đlhan Selçuk’ların sabaha karşı evlerinden alınması sonraki süreçte, Mustafa Balbay’lardan Sinan Aygün’lere kadar Türkiye’nin tanınan birçok ismi Ergenekon’la bağdaşlaştırıldı. Sokaktaki adam bile bende mi Ergenekoncuyum? diye sordu. Toplumun üzerine korku ve kin sarıldı. Artık hemen hemen herkes Ergenekon’u konuşmaya başladı. Đslamcı kesim kalemşorları Ergenekon’u o kadar büyüttüler ki Cumhuriyet döneminin en önemli davası haline getirdiler. Ahmet Taner Kışlaların, Bahriye Üçokların, Abdi Đpekçilerin hatta ve hatta Başbakan Erdoğan’ın bile bu ülke Hablemitoğlu cinayeti yaşamış, sonrada her şeyi örtbas etmiş bir ülke dediği Hablemitoğlu cinayetlerini bir tarafa bırakarak en önemli davayı Ergenekon yaptılar. Tabii bu Ergenekon safsatasını çıkaranların Hablemitoğlu cinayetiyle de ilişkileri var. Bunu da yazımın ilerleyen kısımlarında açıklayacağım; ama öncelikle BND, BFV, GSG9 Alman istihbarat birimleri hakkında kısaca bilgi sahibi olalım. Alman istihbarat birimleri ve vakıflarının Hablemitoğlu cinayetiyle ilişkisi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Böylece Ergenekon’da ele geçirilen silah ve bombaların bu birimlerle bir ilişkisi olup olmadığını sorgulayalım… BND, 1948’de Federal Almanya Başbakanı Kondrad Adenauer’un isteği ve ABD’nin izniyle Nazi Almanyası’nın SS istihbaratının ünlü Gehlen grubunun oluşturduğu kadrolarla 1956’da Alman dış istihbarat servisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2. Dünya Savaşı sonrası güçlenen Sovyetler’e karşı CIA’nin bizzat içinde yer alan ve NATO’ya üye ülkelerde kurulan istihbarat servisleri arasında en ünlü iki isimden birisidir. Diğeri de meşhur Đngiliz istihbaratı MI6’dır. 1952 yılında Korgeneral Daniş Karebelen tarafından kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu'nun, gayriresmi adı olarak Ergenekon kullanılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında, güçlenen Sovyetler Birliği'ne karşı, Paramiliter bu yapılanma-
Cumhuriyet döneminin en önemli davası haline getirdiler. Ahmet Taner Kışlaların, Bahriye Üçokların, Abdi Đpekçilerin hatta ve hatta Başbakan Erdoğan’ın bile bu ülke Hablemitoğlu cinayeti yaşamış, sonrada her şeyi örtbas etmiş bir ülke dediği Hablemitoğlu cinayetlerini bir tarafa bırakarak en önemli davayı Ergenekon yaptılar.” nın en bilindik isimleri; Đtalya'da “Gladio”, Belçika'da “Rüzgar Gülü”, Almanya'da “Gehlen Harekatı” olarak ortaya çıktı. Avrupa'da NATO'ya üye olan her ülkede 1950'lerin başında yapılandırılan bu güçler, diğer Avrupa ülkelerinde deşifre edilip ya tasfiye edildi ya da değişik görevlerde kullanılmaya başlandı. BND, özellikle Sovyet ve Doğu bloğuna karşı en etkili ve başarılı istihbarat birimi olarak bilinirdi. Sovyetler’in dağılmasıyla artık önemini yitiren BND, 90’lı yıllardan sonra uyuşturucu işi ile uğraştı ve Almanya için iç ve dış istihbarat toplamaya başladı. BND, özellikle emperyalist devletlerin sanayi devriminden sonra hammadde gereksinimden dolayı dünyada kendilerine uydu devletlerin daha yararlı olacağını keşfetmesinden sonra, Almanya’nın uydu devlet olarak gördüğü ülkelerde köstebek ve işbirlikçi bulmak için çalışmaya başladı. Almanya, büyüyen ve görev alanı genişleyen BND alt kolları olarak iç istihbarat BFV’yi (Anayasayı koruma Teşkilatı), operasyon timi olarak da GSG9 timini kurmuştur. GSG9 timi 1972 yılında Filistinli ‘Kara Eylül’ adlı grubun Münih olimpiyatlarından kaçırdığı Đsrailli sporcuların ve teröristlerin ölmesi üzerine vurucu güç olarak kurulur. Alman Hava Yolları Lufthansa uçağı, Filistinli teröristler tarafından Somali’ye kaçırılır ve GSG9 timinin operasyonuyla tüm rehineler kurtarılır. Almanya’da sonraki birçok terörist eylemlerde kullanılan ve başarılı olan GSG9, Almanya’nın içerde ve dışarıda kullandığı en güçlü vurucu timi olmuştur. GSG9 adı, özellikle Hablemitoğlu’nun katledilmesinde en çok adı geçen timdir. 21. Dönem DSP Đs-
Sayfa 52
Politika Dergisi
“Hablemitoğlu, öldürülmeden 6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda, Hablemitoğlu’nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığını ve çıkan kitabının raflardan indirilmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu konuda başarılı olamayınca sıcak teknik takibe alınıyor. Yine cinayetten 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timi Đstanbul’a geliyor. Ancak bu tim Havaalanı’ndan diplomatik pasaportlarla giriş yapıyor. Bu grubun çeşitli eğitimlerden geçmiş antiterör birimi olması da ayrı bir ilginçlik taşımaktadır.” tanbul Milletvekili olan Zafer Güler’in Alman Derin Devleti kitabında belgeleriyle ortaya konuluyor. Bu konu üzerinde çok fazla durmayacağım; ancak şunu da belirtmek isterim ki bu yazımın en büyük kaynaklarından birisi de Zafer Güler’in “Alman Derin Devleti” kitabıdır. Zafer Güler’in kitabındaki Hablemitoğlu’yla ilgili kısımları Rauf Atilla Polat’ın kaleminden size kısaca aktaracağım. Bu ufak alıntımdan umarım rahatsızlık duymazlar. Đşte Hablemitoğlu cinayetindeki Alman parmağı: “Hablemitoğlu, öldürülmeden 6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda, Hablemitoğlu’nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığını ve çıkan kitabının raflardan indirilmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu konuda başarılı olamayınca sıcak teknik takibe alını-
yor. Yine cinayetten 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timi Đstanbul’a geliyor. Ancak bu tim Havaalanı’ndan diplomatik pasaportlarla giriş yapıyor. Bu grubun çeşitli eğitimlerden geçmiş anti-terör birimi olması da ayrı bir ilginçlik taşımaktadır. Tabii bu grubun Türkiye’ye niçin geldiğini ne MĐT, ne TSK, nede Emniyet biliyor. Đşin garip tarafı Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir şekilde Türkiye’den ayrılmaları. Hablemitoğlu öldürülmeden üç saat önce bölgedeki baz istasyonlarının bozuluyor olması da ayrı bir soru işareti taşıyor. Cinayetten 2 gün sonra da Türkiye’de görev yapan diplomatların ve vakıflarda çalışan yetkililerin Türkiye’ye geri dönmesi de çok dikkat çekici bir husus. Çünkü onlar geldikten sonra basın yavaş yavaş, cinayetin üzerine gitmemeye başlıyor. Emniyet birimlerinin ipuçları yok oluyor, istihbaratçılardan artık ses çıkmamaya başlıyor ve cinayet Başbakanı’nda dediği gibi örtbas ediliyor. Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarının, son on beş yılda AKP-MHP-DSP dışındaki partilere 300 milyon Euro’ya yakın para yardımı yapmış olması, Emniyet güçlerimizin de son yirmi yılda 200 milyon Euro’ya yakın yardım alması çok riskli ve tehlikeli bir yol olmuştur. Ayrıca Alman emniyetinin her yıl açmış olduğu kurslara Türk emniyetinin katılması ve onlardan eğitim alması, Alman emniyeti ile Türk emniyetinin iç içe olması bizim açımızdan büyük bir problemdir. Bu iç içe bulunmanın vesilesiyle Alman narkotiği bizim bütün içyapımızı öğrenme şansı yakalamış oluyor. Türk polisi Alman vakıfları üzerinde iz toplayıp ve bazı yerleri basmaya başladıktan sonra; Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’na şöyle bir yazı gönderiyor; Alman Hükümeti soruşturmadan rahatsız olmaktadır. “Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin” deniyor. Ne yazık ki Emniyetimiz olayı çözmeye başlarken, 2001 yılında ki Dışişlerimiz geliyor, buna engel oluyor. Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayacak bir acziyeti bizim ülkemizde yaşamak zorunda kalıyoruz.” Burada bir de kısa bir not aktarmak istiyorum: Hablemitoğlu’nun katledişinden sonra çıkan “Köstebek” kitabında Hablemitoğlu DSP koalisyonu döneminde Dışişleri ve Đçişleri Bakanı olarak görev yapan Sadettin Tantan ve Đsmail Cem’in Alman vakıflarına üye olduğunu yazmıştır. Sanırım o dönemde Sadettin Tantan’ın ve Đsmail Cem’in tehditlerin ve koruma istenmesi olaylarının üzerine gidilmesini istememesini çok da yadırgamamak gerekir; çünkü Hablemitoğlu’nun aldığı tehditlere rağmen dönemin Đçişleri Bakanlığı tarafından bir polis koruması verilmemesi ve bir nevi Hablemitoğlu’nun cinayetine davetiye çıkarılması Hablemitoğlu’nun Tantan’la Cem’in Alman vakıflarıyla ilişkisi olduğunu doğrular
Sayı 12
Sayfa 53
görünüyor. 1952’de Daniş Karebelen Seferberlik Tetkik Kurulu’nun gayriresmi adı olarak ortaya çıkan Ergenekon, 1970’lerde Ermeni Terör Örgütü Asala’nın 42 diplomatımızı katletmesi üzerine yine CIA odaklı olarak Asala’yı çökertme planında kullanıldı. 1990’larda özellikle Özal döneminde kullanılmaya ve palazlanmaya devam etmiştir. NATO'nun özel harp stratejisi kapsamında kurulan istihbarati vurucu güçler, Özal sonrasında görevi bitince hem konumu hem de düşmanının fazla olması bakımından Türkiye’de saklı iç güç olarak Özel Harp Dairesi’ne aktarılan ve gereksinim duyulmayan kişilerin tasfiye edilmesiyle CIA odaklı bu NATO planı son bulmuştur. Ancak Mesut Yılmaz’ın Can Dündar’ın programında söylediği gibi, bu planın enstrümanı olarak kullanılan kişiler, zaman içinde kendi çıkarları için çalışmaya başladığından dolayı devletin başına bela oldular. Kendi çıkar çetelerini kuran bu kişilerin; Susurluk, Ömer Lütfi Topal gibi olaylara karışması sonunca toplumda yanlış bir “derin devlet” anlayışı doğurdu. NATO’nun bu özel harp stratejisi; Đtalya, Belçika, Türkiye gibi ülkelerde sarpa sararken Đngiltere Almanya gibi ülkelerde ülke çıkarlarını koruyan çok etkin istihbarati güçler haline geldi. Sovyetlere karşı istihbarati güçler olarak ortaya çıkan Ergenekon’u, bugün tamamen AKP muhalifi olanların, AKP’nin kendisine karşı olanları tasfiye etmesi olarak görürken… AKP yandaşı ve Türk Silahları Kuvvetleri karşıtlarının da ulusalcı ve TSK’nin işi olarak birbirlerini suçladığı bir soruşturmaya döndü. Đşte bu da tam emperyalist devletlerin istediği planın gerçekleşmesi demektir. Đçeride büyük bir kaos ortamı ve karmaşayla herkes birbirine düşman. Dünya’nın herhangi bir yerinde yola bomba döşeyip 5 kişinin ölümüne sebep oluyorsanız Almanya’dan siyasi irtica talep edebiliyorsunuz. Dünyadaki birçok köktendinci gruplar ve birçok terör örgütü, Almanya’da elini kollunu salla sallaya dolaşıyor. Birçoğu, Alman derin devleti olan BND, BFV, BKA ve GSG9 ile içli dışlılardır. Tabii ki 11 Eylül sonrası süreçte ABD’nin bastırması ve Alman halkının korkması üzerine bu ikili ilişkiler yeraltına indi. Almanya, kendine uydu yapmayı düşündüğü bütün ülkelerin bu aşırı örgütleriyle bağlantılar kurarak o devletlerde sürekli iç karışıklıkların mimarlarından oldu. Dünya altın piyasasının iki liderinden biri olan Almanya’nın, özellikle altın rezervlerine sahip ülkelerde daha çok iç karışıklıklar yaratmaya çalıştığı, bilinen bir konudur. Ancak Almanya’nın gücü yetmeyeceği ABD, Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Đtalya, Fransa, Đspanya, Yunanistan, Finlandiya, Đsveç gibi ülkeler vardır. Ancak bu ülkelerde milli ve ekonomik çıkarlarına ters düşen altın üretimine karşı, Almanya, gözüne dört ülke kestirmiştir. Bu ülkeler; Türkiye, Hindistan, Peru, Gana’-
“Sovyetlere karşı istihbarati güçler olarak ortaya çıkan Ergenekon’u, bugün tamamen AKP muhalifi olanların, AKP’nin kendisine karşı olanları tasfiye etmesi olarak görürken… AKP yandaşı ve Türk Silahları Kuvvetleri karşıtlarının da ulusalcı ve TSK’nin işi olarak birbirlerini suçladığı bir soruşturmaya döndü.” dır. Đşte Ergenekon soruşturmasıyla biz de tam bir kaosun içine girmiş durumdayız ve birçok noktayı gözümüzden kaçırıyoruz… Burada sorulması gereken en önemli soruları işte bu yüzden kaçırıyoruz: 1- Ergenekon savcılarına bu istihbaratları kim veriyor? (Bu sadece Tuncay Güney’in söyledikleri veya bir kişinin fal bakarmış gibi bakıp da tutması olayı değildir.) 2- Ergenekon savcılarının yurtdışındaki istihbarat birimleriyle veya içerdeki dış istihbaratlara bağlı kurumlarla herhangi bir bağlantıları var mıdır? 3- Dünyadaki neredeyse bütün köktendinci gruplarla ilişkisi olan Alman derin devletinin, Ümraniye’de bulunan ve eşlerinin çoğu köktendinci gruplarca kullanılan bombalarla bir ilişkisi var mıdır? 4- Kendi ekonomik çıkarlarına ters olduğu için sürekli olarak düşman gördüğü Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor? 5- Osman Pamukoğlu’nun da belirttiği gibi, Ankara Sincan’da yeraltından çıkan silah ve bombaların çok yakın bir zamanda gömüldüğü belli oluyor. Alman derin devletinin o silah ve bombaların gömülmesiyle herhangi bir ilişkisi var mıdır? 6- Ergenekon soruşturması daha çok bugün BND, MĐ6, CĐA gibi hem istihbarat hem de gizli vurucu güçlerin Türkiye’deki şekli olan Özel Harp Dairesi’ni yıpratıp, çökertme amacında mı ilerletilmek isteniliyor? 7- Ergenekon soruşturmasında dış güçlerin parmağı var mıdır? 8- Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma
Sayfa 54
Politika Dergisi
istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır?
“Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli Đstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir?”
kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır? 9- Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? 10- Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli Đstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir?
Bugün sorulması gereken bu sorular büyük bir deformasyona uğratılarak hasıraltı ediliyor. Herkes birbirini suçluyor, birbirine suç atıyor ve 1970’li yıllar gibi “bizden” ve “bizden değil” diye keskin kamplara ayrılıyoruz. Kuşkusuz ki bu işten sadece ve sadece biz, yani TSK ve Türk halkı zararlı çıkıyor. Türkiye’nin ekmek gibi parçalanıp ufalmasını isteyenlerse bütün emellerine ulaşmış oluyor. Burada suçlular, devlet çıkarını değil kendi çıkarlarını düşünüp bir de devletimizi alet ediyorlarsa tabii ki üzerine gidilip gerekli cezası verilmelidir. Ancak safsatalarla, ne olduğu belirsiz kişilerin sözleriyle suçsuz insanları yok yere cezalandırmak, en önemlisi siyasi çıkarlar için ülkemizi ileride çok büyük bir kaosa sürükleyecek adımlardan kaçınılmalı, ülkemizi bölmeyi amaçlayanların ekmeğine yağ sürülmemelidir…
bilgin.turk@politikadergisi.com
11- Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli
Basın Şehidimizi Unutmadık
(9 Ağustos 1929— 1 Şubat 1979)
9 Ağustos 1929 tarihinde Đstanbul’da dünyaya gelen Abdi Đpekçi, lise öğrenimini 1948’de Galatasaray Lisesi'nde tamamlamasının ardından, bir süre Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti. 1943 - 1948 seneleri arasında, KırmızıBeyaz ve Şut adlı spor dergilerinde yazı ve karikatürleri yayımlanan Đpekçi, 1948 1949’da Yeni Sabah ve 1950’de de Yeni Đstanbul gazetelerinde muhabirlik ve yazı işleri sekreterliği görevlerini üstlendi. 1951'de Đstanbul Ekspres Gazetesi’nde yazı işleri müdürlüğü yapan ve 1954'te genel yayın müdürlüğüne başladığı Milliyet Gazetesi'nde, 1959'da başyazar olan Đpekçi, yazılarındaki demokratik üslubu, hak ve özgürlükleri savunan tavrı ve tarafsız gazetecilik ve habercilik ilkesi ile basında saygı duyulan bir kişi olarak görülmekteydi. Abdi Đpekçi, 1 Şubat 1979 tarihinde, Nişantaşı'nda trafikte yavaşlayan arabasına yanaşan, adından Papa suikastıyla de söz ettirmiş, Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldü. Ölümünden sonra Milliyet Gazetesi’nin, Durum köşesinde yazdığı yazılardan bazıları bir kitapta toplanan Đpekçi, Afrika (1955), Đhtilalin Đçyüzü (1965), Đnönü Atatürk'ü Anlatıyor (1968), Liderler Diyor ki (1969), Dünyanın Dört Bucağından (1971) gibi bazı eserlerin altına da imza attı.
Sayı 12
Sayfa 55
12 Eylül’ün Ardından (2) Evren YELKANAT “12 Eylül’ün Ardından” adlı yazı dizimin ilk bölümünde (PD Sayı 8); 12 Eylül'le birlikte gözaltına alınanların, öldürülenlerin çoğunun hangi ideolojiye mensup olduğunu; öldürülen gençlerin ağzından nasıl bir düzen kurmak istediklerini aktarmış ve son olarak da 12 Eylül'ün toplumun hangi kesimlerini palazlandırdığını açıklamıştım. Yazı dizimin ikinci bölümünde ise 12 Eylül'ün hemen öncesinde; ekonominin yapısını ve durumunu, okurlarıma söz verdiğim gibi ekonomik verileri de kullanarak açıklamaya gayret edeceğim. 12 Eylül'ün getirdiği ekonomik yıkımı kavrayabilmek için, 1970'li yılların son dönemlerindeki ekonomik duruma ve göstergelere bakmak, bizim için belirleyici bir ışık olacaktır. 1970'li yıllarda hâkim duruma geçen sanayi burjuvazisi ve işçi sınıfı arasındaki çelişki şiddetlenmişti. Montaj sanayiinin gelişmesi ve buna bağlı olarak gelişim gösteren dayanıklı tüketim malları sanayii, (Beyaz eşya, elektrik süpürgesi, otomobil, televizyon vs.) zamanla yan sanayi kollarını da teşvik ederek, modern sanayi görünümü kazanmıştı. Burada montaj sanayii için bir paragraf açmak istiyorum:
“Türkiye'nin teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlılığı ise, mevcut yıllar arasında sürmekteydi. Buna mukabil, dış pazara yönelim de oldukça zayıftı. Tekstil sektörüne yapılan devlet desteği ise artarak devam etmekteydi. Toplam üretimin %60'ını ise özel sektör gerçekleştirmekteydi.”
“Montaj sanayii, 1960'lardan sonra gelişmiş ülke şirketlerinin veya çok uluslu şirketlerin, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz emekten yararlanarak, pazardan pay kapmasını sağlayacak olan bir tür yatırımdır. Montaj sanayiinde üretim parçalara ayrılmıştır ve parçalar üretildiği ülkenin dışında birleştirilir. Sadece bu işlem ülkede gerçekleştirildiği için, montaj sanayiinin ekonomiye katma değeri düşük seviyelerde olur. Montaj sanayii, tüketim malı üreten hafif sanayiler içindir ve ağır sanayinin yapılamadığı durumlarda güçlenir.” Türkiye'nin teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlılığı ise, mevcut yıllar arasında sürmekteydi. Buna mukabil, dış pazara yönelim de oldukça zayıftı. Tekstil sektörüne yapılan devlet desteği ise artarak devam etmekteydi. Toplam üretimin %60'ını ise özel sektör gerçekleştirmekteydi. 1974 yılında Etibank Seydişehir Alüminyum Tesislerinin kurulumu ve Karabük Demir ve Ereğli Demir Çelik fabrikalarının üretimi arttırması, sanayi burjuvazinin istekleri ile paralel bir nitelik taşırken, işçi sınıfı; hem sendikal haklarının varlığı, hem işçi sayısındaki artış, hem de işçileri ve işçi örgütlerini destekleyen ve onlara yol gösteren 78 Kuşağı'nın ses getiren eylemlerle kendilerini omuzlaması sonucu toplumda güçlenen bir sınıf olarak, sanayi burjuvazisinin karşısına dikilmişti. 1977 yılındaki iktisadi kriz ise, ara ve yatırım malı sanayisini ve teknolojisini emperyalizme bağımlı bir ithal ikameci politikayla birlikte birleştiren Türkiye'de; 1969 yılında dünyada çıkan büyük krizin gecikmiş bir hâlini yansıtıyordu. 1977 yılındaki krizle birlikte, döviz kaynakları erimeye başlayan Türkiye için yolun sonu gözükmeye başlamıştı. Dış ticaret
Sayfa 56
Politika Dergisi
“Ücret/kâr oranını düşürmek, işçi sınıfının elde edebildiği özgürlükleri yok etmek, ancak sendikaları saf dışı bırakmakla olabilirdi. Bunu yapacak güç ise 24 Ocak kararlarını kabul ettiği hâlde, işçi sınıfının tepkisinden ürkerek, bu kararları uygulamaya sokamayan Demirel değil, 12 Eylül cuntası olacaktır.” göstergelerinin hızla bozulması ile birlikte, ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’lara kadar düşmüştü. Kriz koşullarının, ancak dışardan gelecek bir destekle çözüleceğini düşünen hükümet ve bürokratik çevreler IMF ile temas etmeye başlamışlardı. IMF ise vereceği yardımı “aynen günümüzde olduğu gibi” belirli şartlara ve koşullara bağlı olarak vereceğini açıklamıştı. IMF'nin Türkiye'den isteklerini ise şöyle sıralayabiliriz: Yapılan “devalüasyonların” yetersiz olduğu ve gereğinin yapılması, Ücretlerin ve tarımsal desteklerin dondurulması, Talebin parasal önlemlerle daraltılması. IMF reçetesinden başka çözüm yolu göremeyen dönemin hükümeti, IMF ile anlaşmanın geniş emekçi kesimler üzerine büyük yük bindireceğini ve oluşacak duruma işçi sınıfının tepkisinin de çok sert olacağını bilmekteydi. Hükümet, bu yüzden tek tutunacağı dal olan IMF ile anlaşamıyordu. Krize önlem için ise fiyat kontrollerini devreye sokmak zorunda kaldı. Fiyat kontrollerinin devreye sokulması ise kıtlığı attırdı ve karaborsayı teşvik etti. Türkiye 1977 yılından sonra, darbeye kadar her yıl devalüasyonla karşılaştı. Enflasyon ise tırmanıyordu. 1978'de enflasyon %53 olurken, 1979'da %64 oldu. 1975 yılında, sanayi kesimindeki “Gayri Safi Kârlar / Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Oranı” % 8,7’den % 7,6’ya düşmüştür. “Reel Ücretler” ise 1976 ve 1979 yılları arasında %45 artış göstermiştir. Sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın boyutunun arttığını gösteren bu verilerin en önemlisi ise “ücret/kâr” oranlarıdır. Marx bu orantıyı şöyle ifade eder: “Kapitalist ile, işçinin paylaşacakları değer, yal-
nızca bu sınırlı değer, yani işçinin toplam emeği ile ölçülen değer olduğundan, bunlardan biri fazla aldığı zaman öteki eksik alacaktır, biri eksik aldığı zaman da, öteki fazla alacaktır. Bir nicelik sınırlı ise, bunun bir parçası, ötekinin azalmasına ters orantılı olarak artacaktır. Eğer ücretler değişirse, kârlar da ters doğrultuda değişecektir. Ücretler düşünce kârlar yükselecektir, ücretler yükselince de kârlar düşecektir. Daha önce varsaydığımız gibi, eğer işçi üç şilin, yani yarattığı değerin yarısını alıyorsa ya da eğer onun bütün işgününün yarısı ödenmiş emekten ve yarısı da ödenmemiş emekten meydana geliyorsa, kâr oranı %100 olacaktır; çünkü kapitalist de işçi gibi üç şilin alacaktır. Eğer işçi ancak iki şilin alıyorsa, yani işgününün ancak üçte-birinde kendisi için çalışıyorsa, kapitalist dört şilin alacaktır ve kâr oranı da %200 olacaktır. Eğer işçi dört şilin alıyorsa, kapitalist ancak iki şilin alacaktır ve kâr oranı % 50'ye düşecektir. Ama bütün bu değişiklikler, metanın değerini etkilemeyecektir. Ücretlerde genel bir yükselme, şu hâlde, genel kâr oranında bir düşmeye yol açacak, ama değerleri etkilemeyecektir. “ 1979 yılında Türkiye'de ücret/kâr oranı %32,1'den %34,1'e fırlamıştır. Ücret/kâr oranlarındaki artışın, 70'li yılların son çeyreğinde giderek hız kazanması, sanayi burjuvazisinin, hükümeti IMF ile anlaşması için zorlamasına yol açmaktaydı. Bu gelişmelerin yanı sıra, enerji arzında meydana gelen tıkanmalar ve sanayide kapasite kullanım oranlarının düşmesinin istihdam üzerine olumsuz etkiler yapması beklenirken, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi nedeniyle istihdam oranlarının düşmemesi sonucunda (yani işçi çıkartılamaması) sanayi burjuvazisi mevzi kaybetmeye başlamıştır. 1979 yılında enflasyon artmasına rağmen, işçi sınıfı enflasyon oranı kadar ücretlerinin arttırılmasını talep ediyordu. Đşçi sınıfının mücadelesi, sanayi burjuvazisini yıldırmaya başlamıştı. Ücret/kâr oranını düşürmek, işçi sınıfının elde edebildiği özgürlükleri yok etmek, ancak sendikaları saf dışı bırakmakla olabilirdi. Bunu yapacak güç ise 24 Ocak kararlarını kabul ettiği hâlde, işçi sınıfının tepkisinden ürkerek, bu kararları uygulamaya sokamayan Demirel değil, 12 Eylül cuntası olacaktır. Sendikaların kapatılması, 24 Ocak Kararlarının uygulanması, ücretlerin dondurulması, işçi sınıfının taleplerinin bastırılmasını ancak faşist bir diktatörlük sağlayabilirdi. 12 Eylül günü faşist cunta, 24 Ocak kararlarının uygulanmasını sağlamak amacıyla yönetimi ele geçirdi. (Devam Edecek)
evren.yelkanat@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 57
Alt Katmanlarda “Biz Kime Hizmet Ediyormuşuz” Sorunsalı Ahmet Tuna ALP
“Eğer geçmişten gelen bir "sistem için Organize bir biçimde, yaşama alanında bazen farklı düzeneklerle karşı karşıya kalır birey. Onu keşfeden düzenek, içselleştirmeyi kolaylaştırmak için önceden varolan reçeteyi uygulamaya başlar. Kendisi de aynı metotlar üzerinden dahil olmuştur sisteme. Đlk olarak, uzlaşı, temel bir argümandır. “Vaktin gelmedi henüz”ün rayda süreç içerisinde yol alacak olması. Kazan kazan her fırsatta hatırlatılmaz. Bu kişiden kişiye değişir çünkü. Kişinin sistem dahili olmayan alanı içinde problem oluşturabilir. Onun için de ayrı krokiler belirlenir, beyne kodlanır. "Onlar farkında değiller." Bu arada varolan alan zaman içersinde basamak basamak genişler. Bir süre sonra "birey" olma durumunu kaybedersin. Üst üste gelir “hâl”i otomatik bir düzeyden götürmekle karşı karşıya kalırsın. "Radikal kararların her an arifesindesindir." Bunu hissettirdiğinde; düzenek seni daha da arada bırakır. Tam olarak neyi, niçin, ne zaman, nasıl yapacağını bilemezsin. Bu da ayrı bir basamaktır. Etrafın senin gibi düşünce yapısıyla sarmalandığı hâlde sen bu “hâl”i belirtemezsin. Aklından geçse de dile gelmez bir türlü. Oysa bir teşebbüs etsen durduramazsın. Eğer geçmişten gelen bir "sistem için beyin" önderliğinde ilerliyorsan daha net yol alırsın. Sona daha hızlı merhaba dersin! Alt katman olduğun için üst yapıyla ilgili en ufak bir somut bilgin olmaz. Đşler sabitlendiğinde biraz berraklaşır. Sonra devreye "yola başladığın yerde varolanların farklılaşmasını gözlemlemek" girer. Hala sabitsindir. Sıkıcı bir du-
beyin" önderliğinde ilerliyorsan daha net yol alırsın. Sona daha hızlı merhaba dersin! Alt katman olduğun için üst yapıyla ilgili en ufak bir somut bilgin olmaz.”
rumdur sürekli ekildiğinin farkında olman. Birikimlerini birbirine yapıştırma yetin, hala iyi çalışıyorsa şansın vardır. Đzleri takip edersin. Takibin, seni bir noktaya getirmesi de gerekmez kimi zaman. Üstte bulunan bir sistem neferi algına takılır. Sende vücut bulmayan bıçağın kemiğe dayanması ondan çoktan kemiği paramparça etmiştir. Diptedir. Dipte yer olmadığının rahatlığı içinde istediği gibi hareket etmektedir. O neferin boşluğu, gerginliği seni de etkisi altına almaya başlar. Đstikametin; seni sen eden değerler bütünü bir an da alt üst olur. Vazgeçsen bir türlü, vazgeçmesen başka türlü. Sancılı süreç içten içe kemirip durur seni. Bir nefes tüm parametreleri harekete geçirir. Kendine engel olamayanların diyarına dönüşür istemdışı olgular. Nedenler sonuçların ellerinden tutmaya başlar. Kir suyla buluşur. Zaman arınmaya akar. Yansıtılanlara hafif hafif yansımaya başlarsın. Bu yansıma restleşmelere yol açar. Artık istesen de durduramazsın. Bütün bunları bir arada barındıracak ortak bir köke ihtiyacın vardır. Ortak bir bakış açısına. Tüm pencerelerden bakıldığında görülen gökyüzü gibi. Koparılmış halkalar bir bir inşa edilir o zaman. Madde üzerine kurgulanan yapı bir anlam da hiç umulmadık an da yerle bir olur. Geçmişte anılmaya hak kazanır yine de. Köke çıkarmayı unutmamalısın bütünseli. Nefes aldığın müddetçe tahterevallidesin. Bunun bilinciyle hareket edersen, bir noktadan alt katmanlarda olsan da yüzleşme kabiliyetin var demektir. Yok, eğer bireysel yapın ağlarla örülüyse, Allah şifa versin demek kâfi.
atuna.alp@politikadergisi.com
Sayfa 58
Politika Dergisi
Ayrılaşmış Aynılar “28 Şubat nerede başladı? Önce buna bir cevap arayalım! Refah-Yol hükümeti zamanında, Refah Partisi mensupları ve bakanlarından Fehim Adak, Fethullah Erbaş ve Đsmail Nacar’ın DEP’li eski milletvekillerini cezaevinde ziyaret etmesiyle mi başladı? Yine Fethullah Erbaş’ın PKK’nın Zap kampına gitmesiyle mi? Veya TSK’dan ilişiği kesilenlerin Refah Partisi belediyelerinde iş bulmasıyla mı?”
Erbil DENĐZ Aylardır, hatta yıllardır “Ergenekon Olayı” ile yatıp kalkıyoruz. Gözaltılar birbirini izliyor, kutuplaşmalar artıyor, sataşmalar hakarete varıyor ve en önemlisi “Ergenekon Olayı” da bir yerlere bağlanıyor. Özellikle önemli kişilerin gözaltına alınması ve bazılarının tutuklanması, politikacıların eline siyasi malzeme, habercilere konuşacak bir şeyler, numaralı cumhuriyetçilere karalayacak yeni yerler verdi. Komik başladı, kahkahalarla devam ediyor benim için bu operasyon. “Ergenekon”u bir yerlere iliştirme sevdasına düşenler önce Agartha’ya kadar bağladılar. “Biz bilinmeyen tarihe bağlayalım da, daha sonra yakın bir yerler buluruz.” düşüncesiyle Agartha ile başlayan serüven, en yakın zaman ola-
rak Susurluk’a bağlandı. Üzerinde çok çalışıldı. “Susurluk’ta Ahmet vardı, burada da Ali var; ikisi de ‘A’ ile başlıyor. Kesin bunlar birbiriyle alakalı.” noktasına kadar gelindi neredeyse. Neden bu bir yerlere bağlama merakı? Eğer gerçekten bir suç örgütüyse bu yapı, Susurluk olmadan daha mı az terör suçlusu sayılacak? Ya da yeni bir yapılanmaysa geçmişinde bir şeyler yok diye, göz mü yumulacak? Peki, bu operasyon 28 Şubat’ın intikamı mı? Ciddiyetle başlayan araştırmalar sonradan yoldan çıkmış olabilir mi? Baştan bir şey çıkmayacağı anlaşılmış, “Madem bir şey çıkmayacak, biz de şu lâiklerden intikamımızı alalım.” diye mi düşünülmüş? Ya da olan bir şeyler çıkmasın diye mümkün olduğunca sap saman karıştırılıyor mu? 28 Şubat’a bağlamak neden bu kadar önemli olabilir? Neden bu kadar önemliymiş gibi gösterilmek istenir? 28 Şubat nerede başladı? Önce buna bir cevap arayalım! Refah-Yol hükümeti zamanında, Refah Partisi mensupları ve bakanlarından Fehim Adak, Fethullah Erbaş ve Đsmail Nacar’ın DEP’li eski milletvekillerini cezaevinde ziyaret etmesiyle mi başladı? Yine Fethullah Erbaş’ın PKK’nın Zap kampına gitmesiyle mi? Veya TSK’dan ilişiği kesilenlerin Refah Partisi belediyelerinde iş bulmasıyla mı? Hangisi olduğunun bir önemi yok. Bu liste uzun uzadıya uzatılabilir. Ancak hepsinin bir temel noktası var: Türk Silahlı Kuvvetleri. Refah Partisi’nin her davranışı TSK’yı tedirgin edecek nitelikteydi. Herhalde bazıları da buradan yola çıkarak, “Ergenekon”u Askeriyeden alınan bir intikam olarak gördüler ve görüyorlar. Olabilir. “Uçak uçuyor, kuş da uçuyor; o zaman kuş da uçak.” Bu mantıkla sadece kendimize eğlence yaratabiliriz, ki nitekim şu anda eğlenceden başka bir şey değil bu dava. Yalnız kimileri için eğlence olan durum, suçsuz bazı kişilerin cezaevinde aylarca kalmasına neden oluyor. Suçlu suçsuz ayrımı yapamayacak kadar beceriksizleştirilen birkaç hukukçu, davaya siyasi olarak bakmak zorunda hissediyor kendini ya da gerçek hislerini gizlemiyor artık. 28 Şubat müdahalesinin “rövanşı” olarak görülmesi, yazılması, yorumlanması; Türkiye’de siyasetin, hukukun ve en önemlisi vatandaşlarının güven ve hislerinin nereye geldiğinin en açık kanıtı değil mi? Yapılan yanlışlar, varsa doğruları; yoksa bulunabilecek olguları gölgede bıraktı, bırakıyor. Türkiye’nin her yerinden mühimmat çıkarken, bunu sadece bu davaya ilişkilendirmek ne kadar doğru? Tarlada, bahçede, yolda, bayırda her yerde atılmış mermiler ve silahlar ortaya çıkıyor. ‘Bunu, durumu suiistimal etmek için kullananlar da gerçekleştiriyor olabilir’ fikri aklımıza gelse de, ne yazık ki bunu ayırt edebilecek iradeye ne güven kaldı, ne de o iradenin ken-
Sayı 12
disi. Yerel seçimler gölgesinde, oy avına düşmüş siyasilerin bu olayı doğal olarak kendilerine rant malzemesi olarak görmesi, halkın ne kadar önemsendiğini de ortaya koyuyor. Bir iktidar düşkünlüğü ve bu düşkünlüğün vermiş olduğu aymazlıkla, “ben bilirim, ben yaparım” düşüncesine teslim ediliyoruz. Demokrasi dedikleri kavram bu olmasa gerek. Güçler ayrılığı ilkesi yanlış öğretildi belki de. Belki de tepemizdekilere hiç bahsedilmedi bunlardan. Ve biz, bu insanları bizi yönetsinler diye seçmeye devam ediyoruz… Sayın Başbakan’ın ve muhalefet liderlerinin, kişisel hırslarına bırakılmış bir gelecek; gelecek olmaktan çıkan bir kâbuslar bütününden başka bir şey olamaz. Her kesimde, farklı farklı tepkiler var. Kimi sisteme tepkili, kimi sistemi kurana, kimi sistemin oyuncularına kimi de sisteme karşı olanlara karşı. “Ortak müşterek” kavramı sadece literatürde kalmış anlamsız iki kelimeden oluşan kelimeler grubu bizim için. Oysa anayasayı eline alıp, okumaya tenezzül eden herkes, nasıl kurumların birbirinin denetleyicisi olduğunu görür. Meclisi Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı’nı yargı. Ama bağımsız bir yargı. Kontrol altına alınmaya çalışılan, köşeye sıkıştırmak için üstüne koşulan yargı değil. Hep söylenir, olağanüstü hâl mahkemelerinin ne kadar adaletsiz olduğundan. Neden peki? Tabii ki cevap tek. Baskı. Baskının yanında korku, yağcılık hisleri ve tabii ki kişilik meselesi. Ama bunları doğuran da baskının ve otoritenin gücü. Hayatını sadece cepleri ve mevkileri olarak gören onur yoksunu kişileri ayırt etmek de yargının görevi. Sizce şu anki yargı bunu gerçekleştirebilir mi? Gerçekleştirmek isteyen mensupların geçmişi didik didik edilmez mi? Didik didik edilen geçmişten, anlamsız eğrilikler çıkarılmaz mı? (Bunu da yaşadık zaten) Yarın neler olabilir, diye düşünmeye bile korkar hâle getirildik. Fazla düşünmek yersiz, birileri bizim için düşünüyor ve yolumuzu tayin ediyor. Onlar oynuyor, biz seyrediyoruz; gerekli yerde duygulanıp gerekli yerde alkışlamaktan başka bir şey de yapamıyoruz. Sandığa attığımız oy pusulalarını,
Sayfa 59
“Yarın neler olabilir, diye düşünmeye bile korkar hâle getirildik. Fazla düşünmek yersiz, birileri bizim için düşünüyor ve yolumuzu tayin ediyor. Onlar oynuyor, biz seyrediyoruz; gerekli yerde duygulanıp gerekli yerde alkışlamaktan başka bir şey de yapamıyoruz.”
satın aldığımız sinema bileti yerine koyuyoruz. Nasıl bir film izleyeceğimize kendimiz karar veriyoruz. Ve bazen başkasının seçtiği filmleri izlemek zorunda kalıyoruz. “Ergenekon” davasını oynanan bir oyun olarak görüp görmemek sizin elinizde. Doğaçlama sahneler mi izliyoruz, kurgu mu; film bitince anlarız, ancak kısa zamanda bitmeyecek bu film, gidişat o yönde. Her gün yeni gözaltılar, her yeni gözaltılar için ek iddianameler, iddianamelerin değerlendirilmesi, savunmalar derken ömür dayanmaz. Yeni nesillere bırakacak bir yükümüz daha var artık. Bu keşmekeş içinde neyi elle tutmaya çalışsak, elimizde kalıyor ya da hiç dokunamıyoruz. Faraziyelerle bir şeyler üretmeye, ürettiklerimizi yine kendimiz tüketmeye devam ediyoruz. Ne kadar doludizgin bir ülkemiz var; Susurluk, Ergenekon, 28 Şubat, PKK, ekonomik krizler, batan bankalar ve kişiler, suikastlar, siyasi hesaplaşmalar ve AKP. Ülkemize yaklaşık 10 yıla damgasını vuran, akla gelebilecek ilk olgular bunlar. Dışarıdan birileri bizi karıştırıyor mu, yoksa biz karışmak için yeterince malzemeye sahip miyiz? Muhakkak ki dış destekli gelişen olaylar da mevcut, ama biz de çok sakin sayılmayız. Temenniler dileye dileye, iyi dileklerle ve bardağın hep dolu tarafını görmekle geçiriyoruz günlerimizi. “Bir şey yapmalı!” mı, bilmiyorum. En iyisi, biz yine büyüklerimize bırakalım; onlar bizim yerimize kuşkusuz bir şeyler yapacaklardır. Filmin konusu da bahtımıza kalmış artık…
erbil.deniz@politikadergisi.com
Sayfa 60
Politika Dergisi
Timsah Gözyaşları “Manavgat suyunun boru hatlarıyla Đsrail’e kadar ulaşması planları da hâlâ hatırlarımızda. Boru hattı daha ulaşmamış olsa bile, gemilerle vatanın suyu Đsrail çölüne nakledilmeyi sürdürüyor. AKP tayfası da su tabancasıyla savaşın yapılmadığını düşünüp, vicdanlarına bu sudan az da olsa serpiyor olmalı.”
Osman BUDAK Đsrail’in Filistin’de başlattığı vahşet, tüm Türkiye’yi tek yürek hâline getirdi. Sağcı solcu demeden vicdanlı tüm yurttaşlar, ortak bir bilinçle hareket edip yaşanan vahşeti yurdun dört bir yanından kınadılar. Anlaşılan Cumhuriyet Mitingleri ile başlayan eylem kültürü sıcaklığını hâlâ koruyor. Đsrail Filistin’e yıllardan beri saldırıyor. Ama bu seferki kadar kolektif eylemler zinciri daha önce olmuyordu. Bu bakımdan halkın gösterdiği eylemsel tepki önemli. Umarız ki bu şekilde de devam eder. Halkın bu ortak iradesini gören AKP de seyre dalmıyor elbet. Đsrail’le yaptığı onca antlaşmayı göz ardı ederek Nazım Hikmet şiirleri eşliğinde “timsah gözyaşları” döküyorlar.
AKP-Đsrail dostluğu AKP ile Đsrail bu kadar dostken ne değişti? Değişen bir şey yok; AKP’nin Đsrail politikası başta olmak üzere. Nedir peki, bu dostluğun nesnel kaynakları? Bunu Đsrail’le olan ticaret hacmine bakarak anlayabiliriz. 2002’de yıllık 500 milyon dolar olan ticaret hacmi, AKP döneminde 2 milyar dolara kadar ulaştı çeşitli kaynaklara göre. Manavgat suyunun boru hatlarıyla Đsrail’e kadar ulaşması planları da hâlâ hatırlarımızda. Boru hattı daha ulaşmamış olsa bile, gemilerle vatanın suyu Đsrail çölüne nakledilmeyi sürdürüyor. AKP tayfası
da su tabancasıyla savaşın yapılmadığını düşünüp, vicdanlarına bu sudan az da olsa serpiyor olmalı. Geçtiğimiz aylarda ise 141 milyon dolarlık uçak satın alındı Đsrailli bir firmadan. AKP döneminde savaş sanayimizin Đsrail’e daha çok bağlandığını söylesek abartmış olmayız. Tam 5 yıl önce AKP-Đsrail dostluğu yine mükemmel bir çizgideydi. Nitekim 2004 Ocak ayında Amerikan Musevi Komitesi ADL tarafından Tayyip Erdoğan’a “cesaret ödülü” verildi. AKP cesaretinin kaynağını da o zamandan öğrenmiş olduk.
Arap’ın Acziyeti, Chavez’in Devrimciliği Arap’ın Arap’a yaptığını, herhâlde yedi cihan bir araya gelse yapamaz. 1948 yılından beri, akan kana sessiz kalan bir Arap Dünyası var karşımızda. Bir dönem direnişe geçtilerse de ellerine yüzlerine bulaştırmaktan başka bir şey elde edemediler. Karga gak derken düşen peyniri de Đsrail kaptı. Bu süreç, Đsrail’in topraklarını bir miktar daha genişletmesiyle sonuçlandı. Bugün gelinen nokta da ortada. Peki, nedir Arap Dünyasının bu sessizliği? Neden sesleri çıkmıyor? Eğer ümmet toplumunu aşamaz ve milli bilince kavuşamazsanız; hem bütünlüğünüzü sağlayamazsınız hem de emperyalizmin elinde böyle oyuncak olursunuz. Arap Dünyasının acziyetinin en büyük sebebi anti-emperyalist, üçüncü dünyacı “milliyetçiliği” yakalayamıyor oluşlarıdır. Milliyetçilik deyince bazı solcu olma iddiasındaki “aydın”larımız hemen ayağa kalkıyor ve faşizm nutukları atmaya başlıyorlar. Oysa üçüncü dünya solcuğunun yapı taşlarından biridir milliyetçilik. Bizim solcu aydınlarımıza göre ise milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir, kökenini bir “burjuva demokra-
Sayı 12
Sayfa 61
“Sağ ve sığ politikanın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaptığı aynıdır; lafta cambazlık, icraatta işbirlikçilik; çünkü anti-emperyalist değil popülisttirler. Anti-emperyalist olamayan da ne kadar ağlasa da zırlasa da ezilenin yanında olamaz.”
Ainesi Đştir Kişinin, Gözyaşına Bakılmaz
tik devrimi” olan Fransız Đhtilali’nden alır. Burjuva sınıfının güçlenmesi sebebiyle kendi pazarının sınırıdır ulus-devletler bu aydınlarımıza göre. Yani millet dediğimiz olgu tamamen burjuvazinin pazarı dolayısıyla üretmiş oldukları bir üst yapı kurumudur. Aynı din gibi. Din geçerli olabilir bu fikir için. Nihayetinde insanlar kendi dinlerini seçmekte özgürdürler. Ama milli kimlik acaba canımızın istediği zaman değiştirebileceğimiz sahte bir kimlik midir? Burjuva demokratik devrim süreci, Avrupa açısından bahsedildiği şekilde gelişmiş olabilir. Ancak bizim gibi milliyetçiliği burjuva unsurlarıyla değil de, emperyalizme karşı kazanılan ulusal mücadelelerle elde etmiş milletler için hiçbir geçerliliği yoktur; çünkü burjuva demokratik devrimi için, takdir edersiniz ki evvela ortada bir burjuva sınıfının olması gerekir. Kendi tarihimize baktığımızda ise milliyetçiliğin çıkışı ile aynı dönemlere rastlayan bir burjuvazi bulamamaktayız. Zaten Lenin de bunu görerek “burjuva demokratik devrimi” yerine “milli demokratik devrim” deme gereği hissetmiştir ve bunu “sosyalist devrimi” destekler bir akım olarak görmüştür. Venezüella Devlet Başkanı Chavez de bunu iyi kavramış olacak ki kendini anti-emperyalist ve milliyetçi olarak ifade ediyor. Bunu kavrayamamış olan Arap Dünyasına da en güzel cevabı Đsrail Büyükelçisini ülkesinden kovarak veriyor.
Sağ ve sığ politikanın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaptığı aynıdır; lafta cambazlık, icraatta işbirlikçilik; çünkü anti-emperyalist değil popülisttirler. Anti-emperyalist olamayan da ne kadar ağlasa da zırlasa da ezilenin yanında olamaz. Bol bol dua göndermek konusunda ise üstlerine yok doğrusu. Đyi güzel, dualarınız ezilen insanlarla olsun da sizler de yaptıklarınızla onların yanında olun. Bırakın takiyyeyi de, hayatınızda, bari bir kez teori-pratik birlikteliğiniz olsun. Sırma köşklerde oturup “yeşil kartlar” almakla ezilen insanların yanında olunmuyor! Yardım kampanyası da yapmayın rica ederim. Đsrail’in kara bağlantısı kapalı. Yardımlarınız denizlerde fenerlerin yanlış yönlendirmelerine kurban gitsin istemeyiz, netekim.
osman.budak@politikadergisi.com
Sayfa 62
Politika Dergisi
Türkler ve Kürtler
“Bugün Diyarbakırlı ya da Şırnaklı olan biri Ankara veya batının başka bir şehrinde, doğum yerini dile getirdiği andan itibaren ona bakış açısı değişir. Ona karşı olan konuşma şekli değişir. Dolayısıyla burada sosyal terörizm başlar.”
Beşir ĐSTEMĐ
Kürt Olmak Öncelikle belirtmek istediğim şu var yazımın başlığından kimse bir anlam çıkarmasın sağa sola çekmesin Evet, Kürtler her yerde özgür konuşamıyor, çünkü süregelen bir önyargı var, bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz çünkü bazı kesimler tarafından “Kürtler teröristtir” diye bir düşünce var ve bu inkâr edilemez. Bugün Diyarbakırlı ya da Şırnaklı olan biri Ankara veya batının başka bir şehrinde, doğum yerini dile getirdiği andan itibaren ona bakış açısı değişir. Ona karşı olan konuşma şekli değişir. Dolayısıyla burada sosyal terörizm başlar. Dünyadaki bütün terör örgütlerinin oluşmasının altında bilinmeyen güçlerin oyunları dışında en büyük etken sosyal terörizmdir. Eğer ki ben Ankara’da yahut Đstanbul’da özgürce doğum yerimi söyleyemiyorsam tabii ki bu sosyal terörizmdir. Şu da var; ben de herkes diye demiyorum, bazı kesimler diyorum ve o kesimler değişmedikçe, görüşlerini değiştirmedikçe, tek millet anlayışına girmedikçe sosyal terörizm doğuran bu olaylar istenmeyen yerlere taşınır ve hiçbirimizin istemediği ve karşı olduğumuz terör olayları meydana gelir. Benim dile getirmek istediğim her iki tarafta da şu kendilerini çokbilmiş görenler, kendilerini devletin sahibi sananlar, iki kardeşi birbirine düşürenler önce şu istatistiklere bakmanızı istiyorum… Örneğin, Türkiye’de Türklerle Kürtler arası evlilik oranı 1976 öncesi yüzde 3,8 iken, bu oran 1979 2006 yılları arasında yüzde 9’a çıktı.
Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verileri; Türkiye’de Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evliliklerin arttığını belgeledi. Sağlık Bakanlığı’nın katkılarıyla öncelikle 80 ilde 20 bin hanede 15 -49 yaşları arasında evlenmiş kadınlara, kendilerinin ve eşlerinin ana dilleri sorularak; etnik yapıları ortaya çıkarıldı. Buna göre; Türkiye’de Türkçe konuşan kadınların yüzde 88’i yine Türkçe konuşan erkeklerle evliyken, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 10’u anadili farklı olan erkekler ile evlenmiş. Araştırmaya göre; Türkiye’de yaşayan vatandaşların yüzde 87’sinin anadili Türkçe, yüzde 11’inin Kürtçe, geri kalan yüzde 2’sinin ise diğer etnik kökenlere mensup oldukları belirlendi. Yine araştırma sonuçlarına göre, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 51’inin evde kocalarıyla Türkçe konuştukları kaydedildi. Araştırmanın en ilginç verilerinden biri ise; Kürtler arasında eğitim seviyesi yükseldikçe Türkler ile karma evlilik oranı yükseliyor. 5 yılda bir yapılan ve sonuçları uluslararası nüfus araştırmaları kurumlarıyla belli bir zaman sonra paylaşılmak zorunda olan Nüfus ve Sağlık Araştırmasının sonuçlarını analiz eden ODTÜ Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Ayşe GÜNDÜZ HOŞGÖR ve Jeroen SMITS, Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evliliklerin oranının kentleşmeyle beraber son on yılda önemli artış gösterdiğine dikkat çekiyorlar. Mayıs 2007’de yapılan araştırmada 50 bin vatandaşla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen anket sonuçlarında dikkatleri çeken bir yön ise kamuoyu, sorunun çözülmesi için terörün mutlaka yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Yine, anket sonuçları irdelendiğinde, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın sonuçlarıyla aynı şekilde, ana dili Kürtçe olanların oranı yüzde 11, “Ben Kürdüm diyenler” ise yüzde 9’dur. Dahası var; Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yarısı, ülkenin batı illerin-
Sayı 12
Sayfa 63
de yaşıyor. Türk-Kürt evlenmesinden doğan 3 milyon insan var. Ekonomik gelişme doğudan batıya iş gücü göçünü, batıdan doğuya da sermaye ve organizasyon göçünü gerektiriyor… Bu özet bilgiler; Türkiye’nin çimentosuna işaret ediyor... Sevr çetesinin gayretleri bu yüzden can yakıyor ama beyhude çaba olduğunu gösteriyor...
“...Asıl bugün düşmanlarla çevrili Türk Kürt Çerkez ve diğer din kardeşlerimizin el ele vermesi sarsılmaz
Özel Bilgi (Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri Nimet Arsan Sayfa: 74-84)
bir bütün oluşturmaları namus ve yaşamımızı kurtarmak için bir zorunluluktur...” (Kemal Atatürk)
Belge: 4 “Türk, Kürt, Çerkez Kardeşiz.” Mustafa Kemal’in Ankara’dan Çerkez Ethem’in ağabeyi Reşit Bey’e gönderdiği 7 Ocak 1920 tarihli telgrafından: “Konu dışı olarak şunu da belirteyim ki; Aznavur’un alçaklığı kendisine ve kışkırtıcı olan Đngilizler ile ayakçılarına yöneliktir. Bu din ve devletin sağlam bir uyruğu olan Çerkez kardeşlerimiz hepimizin övdüğümüz baş tacımızdır. Asıl bugün düşmanlarla çevrili Türk Kürt Çerkez ve diğer din kardeşlerimizin el ele vermesi sarsılmaz bir bütün oluşturmaları namus ve yaşamımızı kurtarmak için bir zorunluluktur...” (Atatürk’ün Özel Arşivi’nden Seçmeler Kültür Bakanlığı Yayını Sayfa: 71) Belge: 2
“Kürt, Türk Kardeşinden Ayrılmayacak.” Mustafa Kemal’in 3. Ordu Müfettişi olarak Amasya’dan Erzurum’daki Kazım Karabekir Paşa’ya gönderdiği 24 Haziran 1919 tarihli mesajın ilk maddesi: “1- Mr. Novil adındaki bir Đngiliz Yüzbaşı Urfa’dan Siverek yoluyla Viranşehir’e giderek Milli aşiretlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş ve Urfa’ya dönmüş. Osmanlı hükümeti için çok kötü propagandalar yapmış. Ancak aşiret reislerinden aldığı kesin cevaplara sevinmemiştir. Kürtler Türk kardeşlerinden kesinlikle ayrılmayacaklarını bu uğurda son kişilerine varıncaya kadar ölüme hazır olduklarını söylemişler. Ayrıca Đngilizlerin kendilerine vermek istediği önemli miktardaki parayı almayarak namus ve yurtseverliklerini göstermişlerdir...” Bence bunun üzerine pek fazla yorum yapmaya gerek yok zaten. Söylenen söylenmiş, yapılan ya-
pılmış, bugünden sonra da kim çomak sokmak isterse o çomak kendisine batar; ne Türkler ne Kürtler ne de başkaları hiçbir zaman dış güçlerin, hainlerin, onursuz insanların oyunlarına gelmeyecek; bir ekmek varsa bölüşecekler. Anlatmak istediğim budur. Bölünmez bütünlüğümüzün dışına çıkan herkes vatan hainidir, bozguncudur, teröre öyle veya böyle yardım edendir. Ve bunların, hem bu ülkenin kaynaklarından faydalanıp, hem de rahatça yaşamaya hakları yoktur. O bazı Türkçü ve Kürtçü olarak geçinenler, elbette bir gün kaybedecekler ve zaten kaybetmişlerdir bile… “Bizim milletimiz vatanı için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu kanıtladı. Milletimiz, yaptığı devrimlerin kıskanç savunucusudur da. Benliğinde bu erdemler yerleşmiş bir milleti, yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.” (M. Kemal Atatürk) Esen kalın…
besir.istemi@politikadergisi.com www.besiristemi.com
Sayfa 64
Politika Dergisi
Politika Dergisi—Baba Zula Mülakatı na çıkarıyoruz...
Murat ERTEL:“Tabii ki Yunanlıların felsefe ve demokrasi kavramı anlamında katkıları var, ama Anadolu’ya bakacak olursanız, aslında Anadolu’nun ve Mısır’ın, Sümerler’ in, Hititler’ in Yunanlılar’ ın kurduğu bu kültürel ve politik birikime inanılmaz bir katkısı var.”
Ünlü müzik grubumuz Baba Zula’nın üyelerinden Murat ERTEL (az ve telli çalgılar, ses) ve Levent AKMAN (vurmalı çalgılar, ritim makinaları, oyuncaklar) ile yaptığımız röportajı sunuyoruz. Mülakatı Gerçekleştiren: Gökhan DAĞ Fotoğraflar: Hayrettin Serdar BAŞBUĞ
Gökhan DAĞ: Baba Zula deyince insanların anlaması gereken müzik tarzı nedir? Sizi tanımayanlar için bunu nasıl ifade edebilirsiniz? Murat ERTEL: Belli bir coğrafyadan bahsedersek, Đstanbul’dan başlamamız gerekiyor. Đstanbul’da ikamet eden ve buranın kültürüyle yoğrulmuş insanlarız. Đstanbul, bilindiği gibi, coğrafya olarak Asya ve Avrupa’nın bir geçiş noktası. Aynı zamanda dünyamıza egemen olan Batı odaklı kültürün içinde, Yunan kültürü temelli bir bakış açısı var. Yunanlı için de aslında Anatolia’nın ve bu toprakların, Doğu ya da oryantal kök olduğunu biliyoruz. Böyle bir durum da söz konusu ve Baba Zula da özellikle, geleneksel halk kültüründen besleniyor. Đster müzikal olsun, ister diğer sanatlar olsun buradan besleniyor; fakat bu kültürün günümüzdeki karşılığı. Kendisi geleneksel olmasa da geleneksel. Hem müzikal değerler hem edebi değerlerden beslenen bir oluşum. Aynı zamanda yalnızca müzikal değil, özellikle performanslarında hatta albümlerinde bile pek çok sanat disiplinini bir araya toplayan ve beslenen bir oluşum söz konusu...
Gökhan DAĞ: Diyorsunuz ki Batının bazı değerleri var, bizim de kendimize özgü değerlerimiz var. Biz bunları harmanlayarak, kendi değerlerimizi ön pla-
Murat ERTEL: Evet, aynen böyle. Zaten Đstanbul’ un coğrafyası da bu. Bizans kavramı 19. yy.dan sonra çıkmış bir kavram. Aslında Doğu Roma’dır. Ondan öncesi de var. Venedik, Ceneviz ve Doğu Roma kültüründen önce Yarımburgaz Mağarası dediğiniz zaman, çok çok eskilere giden bir kültür. Biz bunu Nuh Tufanı’ na kadar bağlıyoruz tarihsel olarak. Bu kutsal kitapların öncesine bile gidiyor. Đlmiye Çığ’dan okuduğunuz zaman, bunun Sümer kültüründe de bir karşılığını buluyorsunuz. Hitit kültürünü de, Sümer kültürünü de buluyorsunuz içinde. Bize göre Đstanbul zaten Nuh Tufanı’yla oluşmuş bir mekan. Aslında genel geçer olarak ilkel diye adlandırılan, ama bizim ilkel olarak adlandırmadığımız kültürlerden de beslendiğimiz kesinlikle söylenebilir...
Gökhan DAĞ: Đstanbul’un da önünde ‘2010 Dünya Kültür Başkenti’ projesi var. Baba Zula’nın bu kültür başkenti misyonuna yüklediği anlam nedir? Bunu sağlayabilir mi Đstanbul? Baba Zula’nın buna etkisi ne olur? Murat ERTEL: Đstanbul’un bunu sağlayabilip sağlayamayacağı, yalnızca 2010’ a bağlı olarak düşünürsek, şüpheli bize göre. Ama zaten sağlamış durumda. Bin yıllardır zaten böyle bir şey var. Yalnızca belirli bakış açısından gören insanlar bunu algılayamıyor. Genelde hep Batı ve Yunan’dan sonra başlayan bir takım görüşler var. Biz bunlara katılmıyoruz. Yalnızca bu değil. Tabii ki Yunanlıların felsefe ve demokrasi kavramı anlamında katkıları var, ama Anadolu’ya bakacak olursanız, aslında Anadolu’nun ve Mısır’ın, Sümerler’ in, Hititler’ in Yunanlılar’ ın kurduğu bu kültürel ve politik birikime inanılmaz bir katkısı var. Đstanbul’a baktığınız zaman, coğrafi oluşumların dışında, ticari olarak da inanılmaz bir nokta olduğunu görüyoruz. Baharat Yolu’nun ve Đpek Yolu’nun bütün Asya’dan gelerek toplandığı nokta, aslında Đstanbul. Doğu Roma Đmparatorluğu’nun başkenti olması, Osmanlı Đmparatorluğu’nun başkenti olması dolayısıyla, Bizans denilen kültürle beraber Osmanlı saray musikisi olarak adlandırabileceğimiz klasik sanat musikisinin merkezi olduğunu biliyoruz. Bunun dışında, özellikle Bektaşi kahveleriyle örneklenebilecek aşık kahvehanesi kültürünün, Eminönü’nün aşık geleneğinin merkezi olduğunu biliyoruz. Yine biraz daha yaklaşırsak eğer, Türk pop müziğinin kantolarla başlaması gerekiyor. Kantoların ve tangoların Đstanbul merkezli olduğunu biliyoruz. Bir de Unkapanı kavramı var ki bu da taş plaklardan başlayan bir gelenek, daha sonra değişik formatlarda devam ediyor. Siz Anadolu’da herhangi bir köyde, o köyün tavrını gösteren bir aşık
Sayı 12
bile olsanız, sonuçta bütün Türkiye’ye ya da bütün dünyaya açılma noktanız Đstanbul. Bunu Yozgat’ta ya da Hakkari’de gerçekleştiremiyorsunuz. Bu, Đstanbul’u gerçekten bir kültür odağı yapıyor.
Gökhan DAĞ: Çok güzel betimlediniz. Biraz politikadan bahsedelim, bugün bu bahsettiğiniz kültür başkentinin ve geçmişe dayanarak Đstanbul’ un iyi yönetildiğini düşünüyor musunuz? Murat ERTEL: Hayır, düşünmüyoruz. Bir kere Đstanbul’u Đstanbul yapan şey, bu kadar çeşitli bir kültürel birikim ve miras. Bu miras vandal bir şekilde hoyratça kullanılıyor ve bu miras sahiplenilmiyor ve güce dayalı hegemonik sistem var. Bu
Sayfa 65
hegemonik sistemin en üstünde de Sünni Đslami kültür oturmuş durumda. Bu belki Selçuklulardan ama en yaygın olarak da Osmanlılardan beri süregelen bir durum. Buradaki kozmopolit kültür ortamını sağlamak gerekiyor. Bu da dinsel, ırksal, dilsel sınırları tanımayıp; onların hepsini birden kucaklamaktan geçiyor bize göre. Mesela; şu anda diyelim ki Đstanbul’dan ve Đzmir’den kaynaklanan rebetiko geleneği var. Ermeni müziği olsun, Bizans müziği olsun, bütün bu kültürler sahiplenilmemiş durumda. Mimari açıdan da böyle bir durum var. Nazım planına uyulmuyor; tamamen parasal, dinsel bir çıkar ilişkisi üzerine kurulmuş olduğu için çok sakat bir denge var bize göre. Levent AKMAN: Đstanbul’un tarihine de bakmak lazım. Yani; Fatih’in fethinden sonra Đstanbul çok
Sayfa 66
Politika Dergisi
Levent AKMAN: “Yani; eğer bir kültür başkenti olacaksa, o kentte yaşayan bütün halk bunu tartışmalı, buna ortak olmalı. O zaman ne olacak 2010 kültür başkenti? Sadece belli bir zümrenin etkinliği olacak.”
uzun süre boş kalıyor. Fetihten sonra büyük bir Rum çoğunluk, kaçıyor gidiyor. Anadolu’dan insanlar getiriliyor iskan etmek için. Onlar da gelmek istemiyorlar. Bu uzun süre böyle gidiyor. Osmanlı zamanında, tamam Sünni bir görüş var; ama Đstanbul’daki azınlık fikri devam etmiyor. Galata devam ediyor, Ermeniler, Rumlar, Pera, Yahudiler var, o sürece kadar devam ediyor. Bu Cumhuriyetin ilanından sonra… Đstanbul, Kurtuluş Savaşı’na bir şekilde karşı çıkmış. Bir kesimde hiç olmazsa ve padişah da burada olduğu için Đstanbul’a karşı bir yabancılaşma doğmuş Ankara tarafından. Bu 50’lere kadar gelmiş. 50’lere kadar Đstanbul hala boş. Deniyor ki aslında Đstanbul’un Türkler tarafından fethi 50’lerden sonra başladı. Neden? Anadolu’dan göç başlıyor. Đnsanlar ekmek derdine düşüyorlar ve politikalarla birlikte, insanlar buraya göçe zorlanıyorlar. Bu Özal zamanında daha da artıyor. Özellikle Güneydoğudaki terör yüzünden birçok köy boşaltılıyor. Beş bine yakın köy boşaltılıyor. Buradan da birtakım Güneydoğulu kültür gelmeye başlıyor ve o zaman işte tam bir curcuna başlıyor. Yönetilememe de, bence esas o zaman başlıyor. 50’lerden itibaren önce bir rant kavgası başlıyor; çünkü gelenler oturmak istiyorlar ve gecekondu kültürü oluşmaya başlıyor. Devlet ve yönetim buna bir şekilde el koyamıyor ve her şey oluruna bırakılıyor. Gelen toprağı kapıyor, gecekondusunu yapıyor, mafyaya parasını veriyor, bitiyor iş. Devlet aradan çıkıyor. Özal zamanında ilçe belediyelerine de bu talan için izin veriliyor. Ondan sonra olay iyice kopuyor. Ve günümüzde de bu yönetilememe yüzünden Đstanbul’un bütün silueti bitmiş durumda. Resmi olarak 15-16 milyon deniyor, ama aslında 20-25 milyon insan yaşıyor bu şehirde. (Gökhan DAĞ: Sirkülasyonlarla 45 milyona filan çıkıyor.) Tabii 45’e çıkıyor. Ve bunu karşılayacak altyapı yok. Trafiğin hâlini görüyorsunuz. Bu, kavşak yapmakla, yol yapmakla da olmuyor. 80’lerde Alman-
larla bir takım görüşmeler yapılıyor. Diyorlar ki Almanlar ‘30 senede biz bütün Đstanbul’un ulaşım hattını hallederiz.’ O sırada yönetimin başında olanların da işine gelmedi tabii ki. Bu şekilde bugünlere geliyoruz. Bugünkü durum bir felaket, korkunç. Bir kere güvenlik yok. Herkesin bir hırsız hikayesi vardır mutlaka. Bizim eve mesela 3 kere girmeye kalktılar. Apartmanda, mahallede girilmeyen ev yok. Güvenliğin sağlanması lazım Đstanbul’da. Ondan sonra trafik; malum. 25 milyonluk bir şehirde tiyatro yok. 3-5 devlet tiyatrosu, belli yerlerdeki tiyatrolar haricinde yok. (Murat: Olan tiyatrolar yıkılıyor. Tepebaşı Deneme Sahnesi’ni örnek verebiliriz.) Levent AKMAN: AKM’yi kapattılar, ‘oraya bir şeyler yapacağız’ diyorlar. Varoşlarda sinema yok. Yavaş yavaş bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Doğru dürüst konser verecek mekan yok. 3-4 bin kişilik, güçlü ses sistemi olan, herkesin rahat rahat konser izleyebileceği mekanlar yok. Sonra da ‘2010 Dünya kültür başkenti’ diyoruz. Bence bu biraz hayal; fakat elden gelecek bir şey yok. Bunu en iyi şekilde eldeki olanaklarla değerlendirmek lazım; fakat 2009’dayız. Biz sanatçı olarak hala ne yapılacağını bilmiyoruz. Projeler yeni yeni çıkıyor ve kendi içine kapanmış bir grup yürütmeye çalışıyor Đstanbul’u. Dışarı da açılmıyor. Yani; eğer bir kültür başkenti olacaksa, o kentte yaşayan bütün halk bunu tartışmalı, buna ortak olmalı. O zaman ne olacak 2010 kültür başkenti? Sadece belli bir zümrenin etkinliği olacak. O zaman gelip geçici bir şey olacak. 2012’de kimse hatırlamayacak Đstanbul’u. Đstanbul’da da kimse hatırlamayacak. Belki 5 sene sonra ya da 20 sene sonra burada doğan çocuklar, buranın bir zamanlar kültür başkenti olduğunu bilmeyecekler; çünkü entegrasyon yok. Halkı katmıyorlar işin içine.
Gökhan DAĞ: Şunu söyleyebilir miyiz o zaman; bir kültür yaratma, bir kültürü yok etme bağlamına mı dönüşüyor Đstanbul’da? Ben şunu anlıyorum, biraz da dert yanıyorsunuz anladığım kadarıyla. Bu ülkenin birçok sanatçısı var. Siz de en değerlilerinden birisiniz bana kalırsa. Sizin gibi sanatçıların, grupların, bu işle uğraşanların fikrinin alınması mı gerekiyordu sizce, bir kültür başkenti olabilmesi için Đstanbul’un? Levent AKMAN: Bence gerekliydi. Sırf müzik grubu olarak da düşünmemek lazım. Tiyatro, sinema, dans, mimari var. Bunlarla, en basitinden ayrı ayrı insanlar toplanırlar, paneller yapılırdı. Bir organizasyon gerekiyor tabii, uğraş istiyor. Bütün müzisyenler toplanır, heykeltıraşlar toplanır, herkes taşlarını döker. Planları ne? Ne yapmak istiyorlar? Şimdiye kadar ne yapmışlar? Bunun envanteri çıkarılır. Daha ülkede envanter yok. Kim ne yapmış, ne etmiş. Birileri bir eserler yapıyor; ama o insan öldükten sonra ve belli bir tanıtım seviyesine gelmemişse kaybolup gidiyor, unutuluyor.
Sayı 12
Murat ERTEL: Kültürel miras sahiplenilmiyor. 2010 diye bir gelecek var, bir sene bile olsa. Ama o geleceğe ulaşmak için; geçmişteki mirası, yakın geçmişten başlayarak, geçmişe doğru giderek sahiplenmek gerekiyor. Bunun yapılmaması çok acı ya da büyük çelişkiler var iktidarla gerçekler arasında. Örnek olarak; Sulukule’ yi verelim. Sulukule, kültürel olarak baktığımızda, Romanların Hindistan’dan göç ettiğini varsayarsak- ki birçok görüş bunu ifade ediyor- dünyaya göçen Romanların ilk yerleşim yeri olarak seçtikleri bir yer. Müthiş değerli bir durum. Kültürel olarak ve müzikal olarak yaşatılması gereken bir durum söz konusuyken, rant karşılığı butik otel yapımı uğruna, bütün bu insanlar darmadağın ediliyor. Ve siz bu kültürün korunması gerektiği konusunda UNESCO ya da Birleşmiş Milletler tarafından uyarılıyorsunuz. Siz 2010’a böyle bir proje sunduğunuzda, bu projenin sahibi olan hükümetle çelişmek durumunda kalıyorsunuz. O zaman ne olacak? Ben Sulukule’yi korumak, bu kültürü kurtarmak istiyorum dediğiniz zaman, onu yıkan adamlara karşı bir proje sunmak zorunda kalıyorsunuz; o zaman büyük bir çelişki ortaya çıkıyor.
Gökhan DAĞ: Đstanbul’un yavaş yavaş adayları açıklanmaya başladı. CHP’den Kemal Kılıçdaroğlu aday. AKP’den yine Kadir Topbaş’ın devam etmesi isteniyor. Sizce, sorun aday problemi mi yoksa sadece bunu elit tabakaya yüklemekte mi suç? Başka bir ifadeyle; toplum olarak da mı bazı şeyleri biz belirlemiyoruz? Murat ERTEL: Sivil halklar diye bir durum var. Politika; sivil olan insanların görüşlerini bildirerek bir katkıda bulunması. Katkı sağlanmıyor. Yani öyle bir durum var ki örgüt dediğiniz zaman, örgütlenme dediğiniz zaman, belli bir korku geliyor insanların aklına. Halbuki hepimiz biliyoruz ki demokrasinin gerçekten yaşayabilmesi için sivil toplum örgütlerinin gerçekten çok aktif olarak yaşama katılması gerekiyor. Siz bunları pasifize ettiğiniz zaman, üniversitelerin, sivil toplum örgütleriyle olan ilişkisi kesiliyor. Bildiğim kadarıyla, böyle kanunlar çıkıyor. Böyle kanunlar çıkarsa, hayatla bağımız kopar. Đnsanların gerçekten iktidar, güç, çıkar gibi bir takım şeyleri bir kenara bırakıp, hakikaten gerçek demokrasi için, sivil yaşam için, uygarlık için bir takım kararlar alması gerekiyor. Bir gökdelene arazi vermek ve oradan büyük rantlar sağlamak yerine, altyapı, bunun nazım planına uyarlı gibi bir takım kaygıları olması gerekiyor. Kadir Topbaş’ın mimar olması iyi diye düşünüyorsunuz; sonra mimari açıdan felaketlere imza attığını görüyoruz. Çok büyük bir hayal kırıklığı. ‘Aman ne güzel, adam mimar’ demekle olmuyor. Mimari olarak öğrendiklerini bir kenara atıyor. Ya da Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç’ın, hukukla ilişkisi ol-
Sayfa 67
Murat ERTEL:“Kadir Topbaş’ın mimar olması iyi diye düşünüyorsunuz; sonra mimari açıdan felaketlere imza attığını görüyoruz. Çok büyük bir hayal kırıklığı. ‘Aman ne güzel, adam mimar’ demekle olmuyor.”
mayan bir adam olması nasıl açıklanabilir? Böyle bir şey olamaz. Herkesin uzmanlık alanında hareket etmesi gerekiyor. Bir belediye başkanının büyük bir nazım planını uygulaması gerekiyor ve 5 yıllık, 10 yıllık, 15 yıllık bir iktidar stratejisi yerine, 100 yıllık, 150 yıllık bir öngörü üzerinden hareket etmesi gerekiyor. (Gökhan Dağ: Günü kurtarmaya çalışıyorlar. Murat: Evet, aynen öyle.) Levent AKMAN: Bir de, özellikle 12 Eylül’den sonra halkın tesiri biçildi, insanlar korkar oldular, apolitik oldular. Herkes, özellikle güç sahipleri ‘istediğimizi yaparız, kimse de bir şey diyemez’ diyor, millet de susuyor. Yani, aslında halkın gücü çok. Biz bunu yaşadık. Mesela Abbasağa Parkı; Yusuf Namoğlu belediye başkanıyken -kendisi de inşaat mühendisidir aynı zamanda- Bu parka rant uğruna girilmeye çalışıldı. Otopark yapılacaktı, birkaç yüz metre içeri girilecekti; fakat, biz orada oturuyoruz, mahalleliler olarak bir anda parlayan bir hareketle bunu önledik, ama 2-3 ay yürüyüşler oldu, protestolar oldu, televizyonlar geldi. Ve burada görüyorsunuz, aslında ufacık bir mahallede bile birçok şey yapılabiliyor. Ama dediğim gibi bu kıvılcım bir türlü çakmıyor bizde. Ve insanlar gücünün de bilincinde olmadığı için, özellikle de bu son Ergenekon’dan sonra iyicene insanlar korkmaya başladı her şeyden. Ve güç odakları da bunu bir şekilde kullanıyorlar işlerine geldiği gibi. Kimse Murat’ın dediği gibi, 100 yıl sonrasını düşünmüyor, herkes gününü kurtarmaya bakıyor. ‘5 sene sonra bankamda benim milyarlarım olsun, arabam olsun, gerisi tufan’ diye düşünüyor herkes. Ve bu düşünce yapısı yukarıdan da aşağıya iniyor artık. Halkta da artık bu doğru bir şeymiş gibi görünmeye başladı. Bu çok tehlikeli bir şey. Güç sahibi olan her şeyi yapar. Padişahlık cuntası yeniden geliyor. Murat ERTEL: Demokrasi anlayışının da oturması lazım. Demokrasi, en çok oyu alanın istediği şeyi
Sayfa 68
Politika Dergisi
sunuz Ergenekon konusunda? Şu anda sizde bir panik oluştu mu Ergenekon’u kötülediniz diye?
Murat ERTEL: “Her şekilde, ortamda bir korku imparatorluğu durumu var. Gerçekten, eleştiri yaptığınız zaman bir paranoya başlıyor. Bu çok çok tehlikeli bir şey, otosansür çok tehlikeli bir şey.”
yapması demek değil. Demokrasi; azınlığın hakkının korunduğu ve yasama, yürütme ve yargının tamamen özerk olduğu bir sistemdir. Bu yapıyı bozduklarını görüyorsunuz şu anda, çok tehlikeli bir şey.
Gökhan DAĞ: Đstanbul’dan bahsettik; ama Türkiye’yi özetledik. Türkiye konusunda ekleyebileceğiniz bir şey var mı? Daha geneli düşünürsek... Murat ERTEL: Dediğim gibi; yasama, yürütme ve yargının özerkliği kesinlikle sağlanmalı. Eğitimin de özerkliği; bu da çok çok önemli. Ve insan haklarının sağlandığı bir ortam gerekiyor. Đnsanların, karşıt görüşte olsalar bile, kendilerini ifade edebildikleri bir ortam sağlanması gerekiyor. Đfade özgürlüğü gerekiyor. Đnsanların düşüncelerini ifade etmelerine bir özgürlük tanımak gerekiyor. Bu hakikaten en temel şeylerden biri. Levent AKMAN: Đnsanların can ve mal güvenliği de sağlanmıyor. 12 Eylül’den sonra, özellikle, PKK terörünün tırmanmasıyla 92’lerden sonra, bir sürü faili meçhul cinayet var. 17.600 insan öldürüldü, bunlarının yarısının cesedinin yeri bilinmiyor. Murat ERTEL: Ve siz bunu protesto etmek istediğinizde, diyelim ki ‘cumartesi anneleri’ gibi bir hareketi ortaya çıkardığınızda, o insanların başına cop vurduğunuz zaman ya da pasif eylem yapan insanlar, AKP genel merkezi önünde oturma eylemi yapan insanları yaka paça götürüp onları dövdüğünüzde, orantısız güç kavramı filan… Hakikaten, büyük, derin bir yara. Çok üzülüyoruz.
Gökhan DAĞ: Murat Bey; az önce, farklı fikirde olan insanlar susturulmaya çalışıyor dediniz. Levent Bey de Ergenekon’dan bahsetti. Bunu soracağımı söylemiştim Levent Bey’e yukarıda. Ne diyor-
Murat ERTEL: Tabii ki oluşuyor. Her şekilde, ortamda bir korku imparatorluğu durumu var. Gerçekten, eleştiri yaptığınız zaman bir paranoya başlıyor. Bu çok çok tehlikeli bir şey, otosansür çok tehlikeli bir şey. Sanata baktığınız zaman, her zaman bir sansür olduğunu görüyoruz. Bize oluyor, çevremizdekilere oluyor. Bu çok önemli bir şey. (Gökhan DAĞ: O zaman şunu anlıyoruz: Siz, hem sanatta, hem politikada, her yerde; istediğimizi söylemek istiyoruz ama söyleyemiyoruz diyorsunuz.) Murat: Şimdi, sanatta şöyle bir şey; bildiğiniz gibi halk arasından birçok örnekler alıyoruz ve bizim pek çok pirimiz var. Ve bu pirlerimizin başına kötü şeyler de gelmiş olabilir. Ama yine de onlardan ilham almaktan vazgeçmiyoruz. Mizah çok önemli bir şey. Mesela Polonya’ya baktığımızda, dışarıdan örnek vereyim; gerçekten pek çok kendileri dışında ülke tarafından işgal edilen, kötü koşullarda yaşayan insanların müthiş bir kara mizah sahibi olduğunu görüyoruz. Ama bunlara rağmen onlar kara mizahları sayesinde, sanatları sayesinde bir şekilde kendi kimliklerini koruyabilmişler. Türkiye’ye baktığınız zaman; Nasreddin Hoca var, Bektaşi fıkraları var, Karagöz ve Hacivat var. Böyle örnekleri gördüğünüz zaman, yüreğinize su serpiliyor. Bir şekilde sanat bütün bunları aşıyor hakikaten. Ama sanatçıların başına da inanılmaz şeyler geliyor. Özellikle de bilim adamlarının. Sanatçıların başına bir şeyler geliyor, hapse giriyorlar, son yüzyılda çok fazla olmasa da bir Sivas Katliamı olabiliyor, Maraş Olayı olabiliyor, bunlar çok çok acı şeyler. Hakikaten çok acı şeyler. Ama özellikle bilim adamlarının başına acı şeyler geliyor. (Gökhan Dağ: Bilim adamları, yazarlar... ) Murat: Evet, yazarlar. Köşe yazarları ya da politik yazı yazanların dışında… Özellikle din bilimcilerin başına gelenler. Turan Dursun olsun, Bahriye Üçok olsun; adını bilmediğimiz insanlar…
Gökhan DAĞ: Bugün Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Hala katilleri bulunamadı. Murat ERTEL: Korkunç bir şey; Hrant Dink hala sürüncemede, Gaffar Okkan… Gerçekten, insanları böyle ayırmak gerekmiyor. Tamam polis devletinden söz ediyoruz, bunun yarattığı korkudan söz ediyoruz, bir yandan da Gaffar Okkan gibi bir adam var önümüzde. Bana göre çok müthiş bir insan. Demokrasi için... (Gökhan Dağ: Diyarbakır’da yaptıkları ortada.) Murat: Evet, ortada. Bu da bir polis. Đnsanları asker, polis, kasap diye ayırmamak gerekiyor. Böyle bir ayrım da var. Önemli olan insanların aydın olması, fikirlerinin güzel olması. Meslekleri ya da toplumsal konumları değil. Mesela, siz avukat olarak düşünüyorsunuz, ama ne avukatlar var. Özellikle son zamanlarda avukatlardan korkulur
Sayı 12
oldu. (Gökhan Dağ: Avukatlar demişken, savcılar var... ) Murat: Tabii savcılar var. Böyle acayip bir durum var.
Sayfa 69
Murat ERTEL: “Ben şunu düşünüyorum: Son on yılda stand-up
Gökhan DAĞ: Zekeriya Öz için ne diyeceksiniz? Ergenekon başsavcısı... Murat ERTEL: Zekeriya Öz, bir hukuksuzluk dramı. 11. dalga diyorlar, 11. dalga tutuklanıyor, iddianame sonradan geliyor. Bu nasıl bir şeydir? Serdar BAŞBUĞ: Hükümetin güdümünde olduğunu mu düşünüyorsunuz? Murat ERTEL: Evet tabii. Hükümet ve polis. Zaten, ortada. ‘Şubemizin girişimleriyle’ gibi cümleler var. Savcılardan çok emniyet güçlerinin payı var olayın içinde. Gökhan DAĞ: Yani bir hesaplaşma var aslında, öyle mi?
diye bir şey çıkmıştı ya, işte Tuncay Güney bunun politik versiyonu. (Gülüşmeler) Bakın bizi bile güldürdü. Hatta hem bizi hem de onu kullanmak isteyenleri epey güldürdüğünü söyleyebiliriz.”
Gökhan DAĞ: Kimdir bu Tuncay Güney?
Murat ERTEL: Đşte, tamamen muhalif olmakla ilgili problemler yüzünden davanın önemi ve ciddiyeti azalıyor. Sanırım Fikret Bila bunu ifade etmişti. Bence çok doğru bir saptama, yani bu davanın ciddiyeti bozulmuştur. Siz şimdi Yalçın Küçük’ün fikirlerine karşı olabilirsiniz; ama nasıl olursa olsun, Yalçın Küçük bir aydındır. Nitekim de serbest bırakılmıştır. Yalçın Küçük’e bu şekilde davranılması gerçekten hiç etik değil.
Gökhan DAĞ: Tuncay Güney ayrıca Deniz Baykal’ın MĐT Ajanı olduğu söylüyor?
Gökhan DAĞ: Bir de Ergenekon Davası’ndan içeri giren herkesin hastalanması durumu var. Ne söylemek istersiniz?
Murat ERTEL: Vallahi, bilmiyorum, sanmıyorum. Deniz Baykal’ın da pek yararı olduğunu söyleyemeyeceğim.
Levent AKMAN: Geçtiğimiz günlerde serbest bırakılan bir gazeteci, 11 aydır içeride olduğunu ve kendisiyle yapılan iki saatlik sorgulamanın yarısının gülme ve dalgayla geçtiğini söyledi. Adam hala ben ne ile suçlandığımı bilmiyorum diyor. 11 ay boyunca bu adam içeride yatmış ve bu adama sen şu suçla suçlanıyorsun dememişler. Bu kepazelik yani. Bir kişi de suçunu bilmeden öldü gitti, böyle de bir şey var ortada. Aslında Ergenekon’u ortaya çıkaranlar çok aptal insanlar. Bu işe hiç girmeyip % 47’nin arkasına sığınarak varlıklarını devam ettirselerdi, şu an muhalif kahramanlar yaratmayacaklardı. Hatta önümüzdeki seçimlerde daha da fazla oy alacaklardı; ama şu an bu davayı ortaya atanlara karşı yavaş yavaş bir tepki oluşmaya başladı. Ergenekon ile birlikte karşı bir güç odağı oluşmaya başladı ve bunu oluşturanlar da kendileri. Bu tepki de giderek artacak ve ben bu davanın bir yere varabileceğini sanmıyorum. Sonuçta şimdi içeride tutulan insanlar bir müddet sonra yavaş yavaş tahliye olmaya başlayacaklar; çünkü Tuncay Güney’in televizyonlarda yayınlanan sorgusundan emniyetin haberdar olmadığı ortaya çıktı.
Gökhan DAĞ: Konu Deniz Baykal’dan açılmışken, Deniz Baykal’ı nasıl buluyorsunuz?
Murat ERTEL: Ben şunu düşünüyorum: Son on yılda stand-up diye bir şey çıkmıştı ya, işte Tuncay Güney bunun politik versiyonu. (Gülüşmeler) Bakın bizi bile güldürdü. Hatta hem bizi hem de onu kullanmak isteyenleri epey güldürdüğünü söyleyebiliriz.
Murat ERTEL: Geri çekilmesi lazım. Bence geri çekilmek bir erdemdir. (Gökhan Dağ: Yerine kimi önerebilirsiniz?) Şu an da Kemal Kılıçdaroğlu’nu görebiliyorum. Levent AKMAN: Lider cuntası yüzünden alttan gelen adam kalmıyor. Mesela soruyorsun, Kemal Kılıçdaroğlu olabilir diyoruz, onun da bir geçmişi olmasına rağmen Melih Gökçek ile bir tartışma sonrası gündeme oturdu. Kendisinin altından gelebilecek kişileri budayan liderler oldukça bu ülke böyle gidecek. Şöyle de bir şey var: Geçmişte Deniz Baykal görevinden çekilmişti. Daha sonra istediği gibi geri döndü. Bu nasıl olabiliyor? Đşte bu sistemin çarpıklığı. Đstemiyoruz; ama yine de başa getiriyoruz. Ayrıca demokrasi, hak, hukuk falan diyoruz; ama partilerde demokrasi yok ki. Lider kimi aday gösteriyorsa halk onları seçiyor. Murat ERTEL: AKP örneği var bir de. Siz görüşlerini bir yana bırakın, hiç önemli değil. Orada da bir lider var ve astığı astık, kestiği kestik. Parti içindeki yapılanmaya baktığınız zaman, zaten kendi içeri-
Sayfa 70
Politika Dergisi
Meydanlara ‘ben Yahudilere şöyle yaparım, Đsrail böyle devlet’ diyor; ama saman altından da “durun, kınamayalım bunu” diyor. Bu korkunç bir şey.
Murat ERTEL: “Đsrail - Filistin sorununa bir ümmet bakış açısından bakmamak gerekir. Bu bir dinler savaşı değil, burada bambaşka güç odakları mevcut.”
sinde demokrasiye ters düşen bir yapı var. Levent AKMAN: Belediye başkanlarını, Tayyip Erdoğan seçiyor. Gökhan DAĞ: Temayül yoklamaları yapıldı ama AKP’de. Baba Zula: Hikâye. Gökhan DAĞ: Đsimlerden gitmeye devam edelim. Deniz Baykal dedik, şimdi de Recep Tayyip Erdoğan’ı ele alalım. Neler düşünüyorsunuz kendisi hakkında? Murat ERTEL: Az önce söylediğimiz gibi, o da tek adam sisteminin bir parçası. Demokrasi oy çoğunluğu ile bitmiyor. Böyle bir durum söz konusu. Gökhan DAĞ: Recep Tayyip Erdoğan, Orta Doğu Projesi’nin Eşbaşkanı olduğunu söylüyor. Đsrail’in Filistin’e saldırması da Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir sonucu değil mi; ama Başbakan televizyonlarda Đsrail’e yapma diyor. Neler düşünüyorsunuz?
Gökhan DAĞ: Bu bahsettiğiniz ikiyüzlülük ve Đsrail’in Filistin’i bombalaması bir toplumsal kaosu da beraberinde getiriyor mu? Bugün insanlar Cuma namazlarından çıkıp, ABD ve Đsrail bayraklarını yakıyorlar. Başbakan’ın söylemlerinden güç alırcasına bu durum ortaya çıkıyor. Baba Zula bu durumu nasıl yorumlar? Murat ERTEL: Bahsettiğiniz durumlar gerçekten çok sakat. Đsrail - Filistin sorununa bir ümmet bakış açısından bakmamak gerekir. Bu bir dinler savaşı değil, burada bambaşka güç odakları mevcut. Ümmet açısından da baktığınız zaman, olay dışarıdan bir şeytan üçgenini andırıyor. Bu üçgen Amerika, Đsrail ve Türkiye olarak tamamlanıyor ve burada bir problem olduğu gözüküyor.
Gökhan DAĞ: Ümmet bakışı derken Türkiye’de yaşanan bir durumu aktarayım. Türk halkının bu bakış açısıyla hareket etmesi sonucu şöyle bir durum oluşuyor sanki: Hamas’ın saldırıları sonrası bir Đsrailli ölürse ortada hiçbir problem yok; ama Đsrail’in saldırmasıyla ortada bir problem var. Bunu nasıl yorumlarsınız? Levent AKMAN: Ben de o konuya gelecektim şimdi. Başbakanın ikiyüzlülüğü aslında halkta da var. Çok uzun süre Đsrail canlı bombalarla mücadele etti. Otobüslerde, otobüs duraklarında bombalar patladı, lokantalarda canlı bombalar cirit attı. Bu canlı bomba haberlerinin sayısı bir dönem haftada en az bire kadar çıkmıştı. Đsrail’de yaşayanlar da insan değil mi? Đsrail’in bugün orantısız güç kullandığı doğrudur; ama onlar da büyük kayıplar vermişlerdir.
Murat ERTEL: Bu işi ben çözemedim. Başbakan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olduğu gibi, aynı zamanda da Ergenekon davasının savcısı olduğunu iddia ediyor. Epey pozisyonu var yani. Yasama, ürütme ve yargıyı üstünde topluyor ve bu da demokrasiye aykırı. Kısacası kendisiyle çelişiyor.
Gökhan DAĞ: Geçmişe baktığımızda, Filistin’in bugünkü durumunu yorumlarsak yabancılara toprak satışının etkili olduğunu görüyoruz. Türkiye’de de bu yönde çalışmalar var, 2B Orman Arazileri Kanunu gibi kanunlar var. Başbakan “ben çevrecinin daniskasıyım” diyor; ama ortada böyle bir kanun çalışması var. Nasıl yorumluyorsunuz?
Levent AKMAN: Başbakan aynı zamanda futbolcu da. Böyle de bir pozisyonu var. Başbakan, Đsrail’e bağırıp çağırıyor da dikkat ederseniz, Türkiye Cumhuriyeti olarak Đsrail’e Meclis’ten bir kınama çıkmadı. Bunun sorumlusu da AKP. MHP ve CHP ortak bir deklarasyon yayınladı Đsrail’i kınamak için; ama AKP buna yanaşmadı; çünkü Tayyip Erdoğan buna yanaşmadı. Bu ikiyüzlülük de çok korkunç.
Murat ERTEL: Ahmet Necdet Sezer bunu veto etmişti görev başındayken ve büyük eleştiriler almıştı. Abdullah Gül ise bugüne kadar sadece bir iki kanun veto etti, gerisini tamamen onayladı. Resmen hükümetin kolu gibi çalışıyor. Burada da çok büyük bir sakatlık var. Cumhurbaşkanının kendisini geçmiş partisinden ayırması gerekiyor. Ancak böyle tarafsızlığını savunabilir. (Gökhan DAĞ: Rektör atama-
Sayı 12
Sayfa 71
ları var Abdullah Gül’ün?) O da çok korkunç boyutlarda. Üniversiteler ve birçok kurumun özerk olması gerekiyor. Gökhan DAĞ: Bahsettiklerinize göre Başbakan’a Cumhurbaşkanından sorumlu Başbakan diyebilir miyiz? Murat ERTEL: Öyle vallahi, öyle görünüyor. Levent AKMAN: Benim eklemek istediklerim var. Yine Đsrail - Filistin mücadelesine döneceğim ben. Bu kriz süresince Başbakan Arabistan’a, Đran’a gitti, Hamas ile görüştü. Obama geldikten sonra dikkat ederseniz, Türkiye’nin adı geçmiyor. Hillary Clinton diplomasi turuna çıkıyor ve dikkat ettiyseniz, gittiği ülkeler arasında Türkiye yok. Obama’nın Orta Doğu temsilcisi tura çıkıyor, Suriye’ye gidiyor; ama Türkiye’ye gelmiyor. Demek ki burada da bir yanlışlık var. Ben Obama’yı aslında biraz şans olarak görüyorum. Bu durum Türkiye’de de dengelerin değişeceğini gösteriyor. Ben Tayyip Erdoğan ile Bush’u aynı görüyorum neredeyse. Đkisi de aynı dönemin insanları. Birisi Ortadoğu Projesi’nin Başkanı, diğeri Eşbaşkanı. Obama’dan sonra bu sistem değişecek bence. Mesela, Obama beklenmeyen bir şekilde Guantanamo Kampı’nın bir yıl içerisinde kaldırılmasını öngören teklifi imzaladı. Bunlar güzel ve beklenmeyen şeyler. Umarım bu şekilde devam eder ve bu böyle devam ederse Tayyip Erdoğan ve AKP cuntası da bitecektir dünya prosedürü yüzünden. Acı bir tarafı da var bu durumun. O da bizim halk olarak başımızdaki dertleri atamadığımız kesinleşecek.
Gökhan DAĞ: Obama’nın gelmesiyle komplo teorileri de sıklaştı. Biri de Đsrail’in Filistin’e bu dönemde saldırması bir plandı; çünkü Obama gelip olaya müdahale ettiğinde iyi bir başkan olarak dünyanın gözüne gözükecekti. Murat ERTEL: Bilemiyorum açıkçası. Levent AKMAN: Ben ona pek katılmıyorum. Đsrailliler kurnazdır, zamanlamalarını çok iyi yaparlar. Resmen yararlandılar. Mesela ABD’de başkan değişikliği bir aylık süreci kapsar ve bu bir aylık süreçte Amerika’da politikasız bir dönemdir. Dolayısıyla dünyada da bu böyledir. Đsrail de bundan yararlandı. Gücünü kullandı. Hamas da Đsrail kadar güçlü olsaydı, bence o da saldıracaktı. Politikasızlık bunlara gebedir yani. Bunları başımıza salan da Bush’tur. Gücü olan istediğini yapar diye hareket edip, Birleşmiş Milletleri takmamayı dünya Bush’tan öğrenmiştir.
Gökhan DAĞ: Bahsettiğimiz Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkemizdeki PKK sorununu tekrardan ortaya çıkardığını siz savunuyor musunuz? BOP
Levent AKMAN: “Ben Tayyip Erdoğan ile Bush’u aynı görüyorum neredeyse. Đkisi de aynı dönemin insanları. Birisi Ortadoğu Projesi’nin Başkanı, diğeri Eşbaşkanı. Obama’dan sonra bu sistem değişecek bence.”
oldu ve Irak’ta bir yönetim boşluğu oldu ve saldırılar sıklaştı mı? Eğer sıklaştıysa BOP kapsamında Eşbaşkan olan Tayyip Erdoğan’ı terör konusunda suçlayabilir miyiz? Murat ERTEL: Tabii ki bahsettiğiniz gelişmeler, oraya çıkıyor. Kendisi yapmış olmasa da nedenlerinden biri sayılabilir.
Gökhan DAĞ: Fakat Başbakan şehit kanından siyasetin en kirli siyaset olduğunu söylüyor. Ne demeli buna? Murat ERTEL: Bunlar gerçekten çok ağır yaralar. Biz sanatçı olarak şunu düşünüyoruz ki dünya gerçekten büyük sorunlarla karşı karşıya. Bunlar yalnızca politik sorunlar da değil. Çevresel sorunlar da var. Buzullar eriyor siz de biliyorsunuz ki. Bunun karşına çeşitli alternatifler sunmamız gerekiyor. Bu alternatifin reel olması için, bunun öncelikle düşünsel ve hayali olarak inşa edilmesi gerekiyor. Kendi hayallerimizde ve sanatımızda bile ütopik bir bakış olması gerekiyor ki bu gerçekleşebilsin. Hayalini kuramazsak eğer, bu hiçbir zaman gerçekleşemez. En azından sanatsal olarak biz bunu kurabilirsek bu gerçekleşebilir. Đster sanal olarak, ister sanatsal olarak bizim böyle bir alan yaratmamız gerekiyor; çünkü sanata baktığımız zaman da çok negatif ve olumsuz şeyler de görebiliyoruz. Baba Zula’nın böyle de bir durumu var. Geçmiştekileri hatırlatarak insanlara bir umut dalı uzatıyoruz.
Gökhan DAĞ: Ben Politika Dergisi’nin kurucusu olarak Baba Zula’ya teşekkür ediyorum; çünkü ülkemizi dışarıda çok iyi temsil ediyorsunuz. Yeni projeler var mı? Murat ERTEL: Tabii ki var. Yeni bir albüm yapmayı planlıyoruz. Şu an o, doğum aşamasında. Bunun
Sayfa 72
Politika Dergisi
birçok turistin sizi dinlediğini, dinlerken de mutlu olduklarını gözlemledim. Sadece dışarıya çıkmakla kalmıyorsunuz, dışarıdan insanları da ülkemize çekiyorsunuz.
Murat ERTEL: “Đstanbul ve Türkiye; bütün dinlere, ırklara ve dillere açık bir yer ve biz de bunu savunuyoruz. Đsrailliler ile Filistinliler bir arada yaşayabilirler mi? Evet, yaşayabilirler; bu mümkün.”
dışında, 2010 öncesi pek çok konser var. Mesela Fransa’da bir Türk yılı var. Fransa – Türkiye ilişkileri sorunlu biliyorsunuz ve bizim orada olmamız önemli. Biz yurdumuzu yurtdışında temsil ediyoruz, bu çok önemli bir şey. Bir kere insanlar orada bizim bir geçmişimiz ve kültürümüz olduğunu anlıyorlar. Bu hakikatten çok önemli bir şey.
Gökhan DAĞ: Geçen günlerde Babylon’da vermiş olduğunuz konseri ben de izledim ve orada
Murat ERTEL: Đstanbul’un kozmopolit yapısından bahsederken bunu ifade ettim. Đstanbul ve Türkiye; bütün dinlere, ırklara ve dillere açık bir yer ve biz de bunu savunuyoruz. Đsrailliler ile Filistinliler bir arada yaşayabilirler mi? Evet, yaşayabilirler; bu mümkün. Ama bunun için bir diyalog, hoşgörü gerekiyor. Empati kelimesinin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. Đnsanların kendisini yalnızca öznel olarak değerlendirmeyip, başkasının yerine koyması gerekiyor. Rumlar, Ermeniler gibi azınlıklar var ülkemizde. Aynı zamanda da Avrupa’dan, Afrika’dan gelen insanlar var ülkemize. Ermeni işçiler halen geliyorlar. Bu çok önemli bir şey; çünkü ortada bir Ermeni sorunu tartışması varken, Ermeniler halen bizim ülkemize geliyor. Bu bizim için çok çok önemli bir şey, işte bizim ütopyamız bu; dünyanın bir arada yaşadığı bir ortam. Avrupa’da biz bunu hissettirebildik. Đstanbul’a da birçok turist geliyor ve biz eserlerimize onların anlayabileceği kelimeler koyuyoruz. Baba Zula’nın işte böyle bir durumu var ve bizden memnunuz. Bizim birleştirici bir yanımız var. Birçok insan negatif yönden, ayrıştırma amaçlı sanat yapıyor. Biz birleştirme amaçlıyız. Ayrıştırma ve negatif üzerinden bir şeyler yaptığınız zaman, toplayabileceğiniz güç hem çok fazla hem de kolayca ve hızlı toplanıyor. Pozitif bir müzikle başladığınız zaman
Sayı 12
daha kalıcı olmayı başarabiliyorsunuz. Gayler, lezbiyenler, Ermeniler, Yahudiler, şunlar bunlar… Gerçekten bir şekilde bizimle ilişki kurabildiklerini görebiliyorlar. Bu da bizim için güzel bir şey. Levent AKMAN: Bir de bu toprakların, gerçekten bir gücü var. Binlerce yıldır, o kadar çok kültür gelmiş geçmiş ki -Hititlerden, Asurlulardan bile öncebu insanlar bir şekilde, birlikte yaşayabilmişler dönem dönem. Bu, biraz da politikalara bakıyor. Mesela; Süryaniler yavaş yavaş Mardin civarına dönmeye başladılar. Köyler kuruluyor. Neden oluyor; çünkü Mardin UNESCO tarafından, korunması gereken bir şehir olarak görülüyor, turizm arttı. Baskıcı olmayan bir politika gelişmeye başladı ve insanlar gelmeye başladı. Ermenilerden bahsetti Murat. Şu an Türkiye’de ekmek parası peşinde koşan 70.000 Ermeni var. Devletin başındakiler, Ergenekon gibi ayrıştırıcı, hınç ve intikama dayalı politikalar yaratacaklarına; üzerine oturdukları toprakların farkına varsalar, buna uygun politikalar üretseler çok daha kolay gelişecek her şey. Bütün mesele orada. Gücün sahibi olan politika, bunu uygulamak zorunda. Ve bu da kardeşlik ve insan hakları üzerine kurulmalıdır. Sen bunları kurup uygulamaya başladıktan sonra, zaten arkası gelecektir. Bu halkın içinde bu güç var. Biz bunu görüyoruz yani. Kars’ta, Karaburun’da, Muğla’da; Anadolu’nun her yerinde çaldık. Adamları görüyoruz. Onlara bir dal uzattığın zaman, sana koca bir ağaç veriyorlar. Bütün mesele; bu potansiyeli kullanmak. Bir
Sayfa 73
Levent AKMAN: “Şu an Türkiye’de ekmek parası peşinde koşan 70.000 Ermeni var. Devletin başındakiler, Ergenekon gibi ayrıştırıcı, hınç ve intikama dayalı politikalar yaratacaklarına; üzerine oturdukları toprakların farkına varsalar, buna uygun politikalar üretseler çok daha kolay gelişecek her şey.” türlü, bu kullanılamıyor; umarım bir gün kullanılacaktır, diye düşünüyorum.
Gökhan DAĞ: Bir de şunu sormak istiyorum. Size zaten soruluyordur. Oylamaların genelde politik temelli olduğu Eurovision diye bir yarışma var. Bunun için size teklif geldi mi, gelirse ne düşünürsünüz? Murat ERTEL: Ben üniversiteye giderken, rahmetli Melih Kibar, bana Eurovision’a katılmamız gereki-
Sayfa 74
Politika Dergisi
yor diye söylemişti. Ben de o sistemin içine girmek istemediğimi, politik temelli ve müzikal açıdan değerli olmayan bir yarışma olduğunu söylemiştim. Çok kızdı bana; ama ben halen öyle düşünüyorum. Levent AKMAN: Ben aynı şekilde şunu söylemek istiyorum: Sertab Erener, o şarkıyı Türkçe söylese kazanabilir miydi? Bence kazanamazdı.
Gökhan DAĞ: Türkçe mi söylenmeli, Đngilizce mi söylenmeli; yoksa, mesela enstrümantal bir şarkıyla nasıl olur? Levent AKMAN: (Gülüşmeler)
Enstrümantal
ilginç
olurdu.
Murat ERTEL: Belirli bakış açıları var. Diyelim ki bir insan virtüöz oluyor ve enstrümantal parçalar yapıyor ya da bir solist oluyor, sözlü parçalar yapıyor. Baba Zula’da bunun böyle bir dengesi var; hem sözlü, hem enstrümantal parçalarımız var. Parçanın uzunluğu olarak; 30 saniyelik parçalarımız da var, 8 dakikalık parçalarımız da var. Müziğin bir sanat olduğuna ve bunda hiçbir şekilde kısıtlama olmaması gerektiğine inanan insanlarız. Dil konusunda da öyle. Biz, sonuçta, rüyalarımızı Türkçe gören insanlarız. Başka dillerle olan ilişkilerimiz olsa da… Önemli olan diyalog. Öyle bir zaman geliyor ki yurtdışındaki konserimizde bir tane Türk var. Komik bir örnektir; Fransa’da Lille kentine gittik biz. Orada 15.000 kişilik bir festivalde çaldık ve orada bir tane Türk vardı. Biliyoruz; çünkü parça sonlarında tezahürat ediyordu. (Gülüşmeler) Şimdi orada tabii ki Türkçe söylüyoruz ve parça aralarında az bildiğimiz Fransızcayla bir iki kelime söylüyoruz. Babylon’da bile bir iki Đngilizce sözcük katıyoruz araya. Önemli olan diyalog; beraber bir şeyleri paylaşmak. Mesela; çizim de bizim işimize çok yarıyor. Enstrümantal da olsa, her parçanın bir kavram etrafında anlattığı bir hikaye var. Sözü olduğunda; insanlar anlamasa bile, çizime bakarak bizim orada ne anlattığımızı anlayabiliyorlar. Bazen dilimizi anlayan insanlardan daha iyi anlayan insanlar olabiliyor. Mesela; pırasa parçası var. Türkçe anlayan bir insandan ‘ulan pırasaya da parça mı yapılır’ diye eleştiri geliyor; ama çizimleri gören bir insan ‘a, siz burada şunu sorguluyorsunuz’ diyor. Yani onun anladığı şey, Türkçe bilen insandan daha doğru olabiliyor.
yılın en önemli lideri. Gerçekten Türkiye için yaptığı çok olumlu şeyler var. Bunların algılanması gerekiyor. Gerek kadın hakları, gerek bağımsızlık olsun; bütün ülkelere emperyalizme karşı savaşılabileceğini ve üstelik buna karşı bir zafer kazanılabileceğini göstermiş bir insan. Gerçekten çok önemli. Ve yaptığı devrimleri devam ettirebilseydi, çok daha önemli şeyler olacaktı. Şu örneği vereyim; Köy Enstitüleri oluşumu, inanılmaz yani. Şu anda Hindistan’ın hangi konumda olduğunu çözebiliyoruz. Hindistan, Çin’in biraz altında görülüyor yükselen bir değer olarak; ama bilgisayar yazılımlarında olsun, elektronikte olsun müthiş bir atılımda olduğunu görüyoruz Hindistan’ın. Bu atılımın en büyük nedenlerinden biri, bizde terkedilmiş olan Köy Enstitüsü ve Halkevlerinin BM tarafından 1950’lerde benimsenerek, bu insanlarda uygulanmasıdır. Onlar, bu formülleri Hindistan’da uygulayarak inanılmaz yaygın bir uygarlık seviyesine gelmesini sağlamıştır Hindistan’ın.
Gökhan DAĞ: Atatürk’ün vasiyetiydi, Köy Enstitüleri; fakat kendi zamanında uygulanma şansı olmamıştı. 1940’da açıldı biliyorsunuz. Yani şunu mu demek istiyorsunuz; Đsmet Đnönü zamanında değil de Atatürk zamanında olsaydı çok daha farklı mı olurdu? Murat ERTEL: Evet, çok farklı olabilirdi. Aynı za-
Gökhan DAĞ: Son olarak Atatürk’le ilgili konuşalım istiyorum. Atatürk hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim? Murat ERTEL: Şöyle söyleyeyim: Kenan Evren Atatürkçü ise, ben Atatürkçü değilim. Atatürkçülük çok fazla kullanılmış ve yozlaştırılmış bir kavram; ama büyük bir devrimci ve yaptığı şeylerle 20. yüz-
Murat ERTEL
Sayı 12
Sayfa 75
manda, Toprak Devrimi yapılabilseydi; bence Kürt sorunu olmazdı, şu anki feodal-töresel düzen yıkılırdı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, şu anda işlevlerini devam ettirselerdi, Halkevleri devam etseydi hiçbir sorun kalmazdı.
Gökhan DAĞ: Levent Bey, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Levent AKMAN: Benim görüşlerim de Murat’ınkilere yakın. Evet, çok büyük bir insan; ama çok kullanılmış bir insan. Mesela, en basitinden sözleri; söylemediği sözler O’na mal edilmiş ve söylediği sözler de yarım yamalak alınmış. “Đstikbal göklerdedir” diye biliriz; ama bunun ‘göğe sahip olamayan, toprağına sahip olamaz’ gibi bir devamı var. Đşine geleni alarak, işine gelmeyeni atarak olmuyor işte. Başka yerlere çarpıtılıyor. Gereksizce fazla tüketilmiş bir insan yani. Kişiliği üzerine bu kadar gidileceğine, fikirleri üzerine bu kadar gidilebilseydi
ve vasiyetleri yerine getirilseydi çok daha farklı olacaktı. Çok değerli bir insan; fakat sonradan fazla putlaştırılarak bir harcandı, yozlaştırıldı, yontuldu. Ama hiç olmazsa, bıraktığı eserler var. Onlar okunabilir. Mesela; Nutuk. Halen Nutuk’u geçebilecek bir kitap yazan devlet adamı yoktur. Özal yapmaya çalıştı bir dönem; ama başkalarına yazdırmayla olmuyor işte. Vallahi, ne diyeyim? Allah rahmet eylesin, özlüyorum ben gerçekten O’nu. Bu yurdun Atatürk gibi liderler yetiştirmesi lazım. Bu potansiyel de var, ama çıkamıyor; çünkü bunların önü kesiliyor. Parti liderleri olsun, güç odakları olsun; ‘hep ben’ dedikleri, toplumu düşünmedikleri için devamlı hayat damarlarımızı kesiyorlar. Murat ERTEL: Birçok kurum emperyalist devletlerden satın alınarak elimize geçti. TCDD olsun, başköşeler olsun… Sümer Bank, Türk Telekom filan hep satılıyor. Adam diyor ki “ben gece yarısı pijamamla kalkarım, gene satarım.” Suları da satıyorlar. Bu nasıl bir şeydir? Ben anlayamıyorum. Her şey para değil gerçekten. Bu yüzden ben krizi de seviyorum. Dünyanın sonunun gelmesi de bence hoş bir şey. Bu kapitalist sistemin çökmesi gerekiyor gerçekten. Bu uğurda acı çekeceksem, çekmeye razıyım; yeter ki insanlar bilinçlensinler.
Gökhan DAĞ: Atatürk’ü sorduk madem, Humeyni’yi seviyor musunuz? (Gülüşmeler) Levent AKMAN: Allah onlara akıl fikir versin. Bir araştırsınlar; rahatları batıyor herhalde onlara (‘Humeyni’yi seviyorum’ diyenlere).
iletisim@politikadergisi.com
Levent AKMAN
Sayfa 76
Politika Dergisi
Siyaset Yerelde Başlar
“Yerel yönetimler tüm dünya üzerindeki demokratik ülkelerde kamu yönetiminin vazgeçilmez bir unsurudur. Yerel yönetimlerin etkinliği, bir ülkedeki demokrasi düzeyini gösterdiği gibi, bir yandan da yerelde meydana gelen olaylara ve yapılması gerekenlere kısa vadede müdahil olabilme avantajını ortaya çıkarmaktadır.”
şı bir fren ve denge unsuru olabilirler. Bu yönetimler, aşırı ölçüde merkezileşmiş bir devletin tehlikesini azaltmada önemli bir rol oynayabilirler. Demokraside yerel muhalefeti, yerel yönetimler meydana getirir. Bu düzende aslolan siyasi gücün bir merkezde toplanması değil, çeşitli gruplar ve yönetim birimleri arasında paylaşımıdır. 1876’da yayınlanan Kanun-i Esasi’den günümüze kadarki anayasalarda yerel yönetimlerin yapıları, görev ve yetkileri anayasal olarak belirlenmiştir. Ancak 1982 Anayasası bu konuda çok daha geniş bir biçim ortaya koymuştur. 1982 Anayasası’nın “Đdarenin Kuruluşu” başlığı altında “merkezi idare” ve “mahalli idareler” yer almaktadır. Bu anayasaya baktığımızda Merkezi Đdare dar kapsamlı, Mahalli Đdareler ise geniş kapsamlıdır. Anayasa’daki düzenlemeye göre yerel yönetimlerin özellikleri şöyle belirlenebilir:
Kadir Levent BECĐT Yerel yönetimler tüm dünya üzerindeki demokratik ülkelerde kamu yönetiminin vazgeçilmez bir unsurudur. Yerel yönetimlerin etkinliği, bir ülkedeki demokrasi düzeyini gösterdiği gibi, bir yandan da yerelde meydana gelen olaylara ve yapılması gerekenlere kısa vadede müdahil olabilme avantajını ortaya çıkarmaktadır. Yerel yönetimler hem korunmalı, hem de geliştirilmeye çalışılmalıdır. Yerel yönetim anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:
a. Yerel yönetimler; il, belediye ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan kamu tüzel kişileridir. b. Yerel yönetimlerin karar organları seçimle belirlenir. c. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. d. Yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur.
1. Yerel yönetimler, yerel hizmetlerin verilmesinde uygun bir sistemdir; çünkü yerel yöneticiler aynı yerelden ortaya çıktıkları için bölgede sorunlara daha vakıf durumdadır. Bu nedenle sorunlara daha hızlı ve kalıcı çözümler üretebilecektir.
e. Görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan yerel yönetim organları veya bu organların üyelerini Đçişleri Bakanı geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar görevinden uzaklaştırabilir.
2. Yerel yönetimler, yerelde yapılması gerekenleri yaparak merkezi yönetimin üzerindeki yükü hafifletebilmektedir. 3. Yerel yönetimler bulundukları bölgelerde yeni hizmet alanları oluşturabilme gücüne sahiptirler.
f. Yerel yönetimlerin seçimleri beş yılda bir yapılır. Ancak, milletvekili genel seçiminden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahalli idare organların veya bu organların üyelerine ilişkin genel ve ara seçimler, milletvekili genel ve ara seçimleriyle birlikte gerçekleştirilir.
4. Yerel yönetimler, hemşehrilik duygularının ve demokratik değerlerin gelişmesinde etkili kuruluşlardır. Geniş anlamdaki “siyasi eğitim”, önce yerel yönetim organlarında görev alarak kendilerini genel politikaya hazırlamaktadırlar. Bu sebeple yerel yönetimler, politikanın “mektebi” olarak kabul edilmektedir.
g. Merkezi yönetim, yerel yönetimler üzerinde idari vesayet yetkisine sahiptir. Đdari vesayet, mahalli hizmetlerin, idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla yapılır. Đdari vesayet yetkisi kanunla düzenlenir.
5. Yerel yönetimler, güçlü merkezi hükümete kar-
h. Yerel yönetimler kendi aralarında birlik kurabi-
Sayı 12
lirler. Birlik kurmaya ilişkin izni Bakanlar Kurulu verir. i. Yerel yönetimlerin merkezi yönetim ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. j. Yerel yönetimlere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. k. Büyük yerleşim merkezleri için kanunla özel yönetim biçimleri oluşturulabilir.
Yerel yönetimlerle ilgili yasal düzenlemelerin Anayasadaki bu hüküm ve ilkelere uygun olması gerekir Anayasa, üç tür yerel yönetimden söz etmektedir. Bunlar, “il özel idaresi”, “belediye” ve “köy”dür. Anayasa, yerel yönetimlerin yalnızca “karar organları”nın seçimle belirlenmesini emretmektedir. Karar organlarının dışında kalan yürütme organları (belediye başkanı, vali ve muhtar) seçimle değil, atama ile belirlenebilecektir. Nitekim olağanüstü durumlarda, belediye başkanları ve muhtarlar seçimle işbaşına gelmiş olsalar da görevden alınabilmekte, yerlerine başkasının ataması yapılabilmektedir. Bu da ülkemizde demokrasi karşıtı müdahaleleri kolaylaştıran bir nitelik arz etmekte ve demokrasiden sapmaları yasallaştıracak oluşumlara neden olmaktadır. Ülkemizde, “il özel idaresi”, “belediye” ve “köy” olmak üzere üç türlü yerel yönetim birimi bulunmaktadır Dünyada yaygın bir hâl almış ve ülkemizde de AKP’nin izlemekte olduğu neo-liberal dünya görüşü gerek gelişmiş ülkelerde, gerekse Türkiye gibi
Sayfa 77
“çevre” ülkelerde ulus devleti gelişme stratejilerinin odağından kaydırırken, yerel birimleri uluslararası alanda öne çıkarmayı öngörmektedir. Bu konuya ilişkin olarak uzun zamandan beri ülkemizde yerel yönetimlere yönelik yasa tasarısı ve bunlara ilişkin tartışmalar ortaya çıkmıştır. Hazırlanan ve pek çok tartışmaya konu olan bu yasa tasarısı merkezi devletin güçsüzleştirilmesi, yerel yönetimlerin federatif bir yapıya bürünmesini amaçlamaktadır. Tabii ki buna hazırlanan kılıfta pek çok yanlış uygulamaya konu olan sözde demokratikleşme hareketidir. Kuşkusuz yerel yönetimlerin kendine özgü yapılarının olması ve bölgede etkin rol alması demokrasi adına büyük önem arz etmektedir. Ancak bu noktada ülkemizin demografik yapısını göz önünde bulundurmakta da fayda vardır. Ülkemizin içerisinde bulunduğu “terör – siyaset – devlet” üçgenini göz önüne aldığımızda federatif devlet yapısının ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ciddi anlamda tehdit etmektedir; çünkü teröre açıktan destek veren DTP gibi partiler, olası federatif yönetim sisteminde ülkenin bazı bölgelerinde bütün gücü eline alıp ülkemizi geri dönüşü imkansız bir uçuruma sürükleme tehlikesindedir. Bunun dışında da ülkemizin 1,5 yıldır gündeminde bulunan Ergenekon davası ile iktidarın sürdürdüğü “muhalefeti sindirme” uygulaması bulundurmaktadır. Yerel yönetimlerde gücü geçirecek olan AKP bölgesel olarak muhalefetleri büyük kıskaçlara alarak ülkede yıkılamayacak bir diktatörlük projesindedir. Ülkemizin kurucusu ve “Tek Adam”lık sıfatını elinde bulunduran Mustafa Kemal’in -istese çok rahat elde edebileceği diktatörlüğe rağmen- bizlere demokrasiyi işaret ettiği genç Cumhuriyetimizde, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ile oynamakta bir sakınca görmeyen AKP iktidarının bu diktatörlük projesine, karşı durulmak zorundadır. Türkiye’de yasalaşma aşamasında bulunan yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması tartışmasına devletin niteliği ve yeniden yapılanmasına ilişkin iki temel noktayı vurgulamakta yarar vardır. Birincisi, devletin yeniden yapılanması sınıflar arası güç dengeleri çerçevesinde gerçekleştiğinden, devletin yeniden yapılanmasının her durumda birikim stratejilerinin ‘ihtiyaçlarına’ karşılık gelen en optimal çözüm biçiminde ortaya çıktığı varsayılamaz. Bu tür bir optimallik, ancak mevcut güç dengelerinin izin verdiği ölçüde oluşabilecektir. Đkincisi, söz konusu ilişki tek yönlü değildir. Devletin değişen biçim ve işlevleri siyasal mücadeleler ve güç dengeleri üzerinde önemli etkiye sahiptir. Diğer bir anlatımla, devletin yeniden yapılanması siyasal güçlerin ve bu güçler arasındaki dengenin yeniden tanımlanmasına önemli etkilerde bulunur. Daha somut bir anlatımla, AKP iktidarı devlet içinde ve etrafında oluşan güç ilişkilerini yeniden ta-
Sayfa 78
Politika Dergisi
yasal çerçeve içinde çalışması öngörülmektedir.
“Siyasi oyunlarla, kömür makarna dağıtmayla, muhalefetin sesini kökünden kısma çabalarıyla yerel yönetimlerde iktidarını korumayı çabalayan AKP iktidarı, demokratikleşme yalanlarıyla kendi diktatöryalarını kurma çabasına bürünmüştür.”
nımlamaya çalışmakta ve ulus devleti merkeze almayan bir yerel gelişme stratejisiyle olabildiğince uyumlu bir yönetsel yapıyı oluşturmayı hedeflemektedir. Birbiriyle yer yer çelişen bu iki hedefin AKP tasarısında nasıl vücut bulduğunu kısaca açıklayarak tartışmayı somutlaştıracağız. AKP tasarısının ana özelliği merkezi yönetim karşısında belediyelerin ve tarihsel olarak hiç bir dönemde güçlü olmayan il özel idarelerinin güçlendirilmesidir. Yerel tercihler dikkate alınarak, imar ve ulaşım hizmetlerinin il düzeyinde karşılanması sağlanacaktır. Daha önce merkezi yönetimin taşra teşkilatları aracılığıyla sağlanan sağlık, eğitim, kültür, sosyal yardımlaşma, turizm, çevre, köy hizmetleri, tarım, hayvancılık alanlarındaki hizmetler bu kurumların araç gereç ve personelleri ya belediyelere ya da il özel idarelerine devredilerek söz konusu yerel yönetim birimlerin söz konusu hizmetleri yerine getirmesi öngörülmektedir. Bu tür bir düzenlemeye paralel olarak mevcut yapılanmada belediyeler ve il özel idarelerine ulusal düzeyde vergi gelirleri toplamından ayrılan % 6 civarındaki pay da dikkate değer biçimde artırılarak % 25 düzeyine getirilmektedir. Söz konusu tasarının bu çerçeve içindeki en çarpıcı düzenlemesi illerde merkezi yönetimin temsilcisi konumundaki valilerin büyük ölçüde devreden çıkartılmasıdır. Mevcut yasal düzenlemede gerek belediyeler üzerinde gerekse de il özel idarelerinin en yetkili makamı olarak valiler merkezin yerel birimler üzerindeki kontrolünü sağlamaktadır. Yeni düzenleme valilerin belediyeler üzerindeki birçok yetkisini ortadan kaldırırken, il özel idareleriyle de ilişkisizlendirmektedir. Bu çerçevede yerel yönetim birimlerinin merkezden özerkliği oldukça artmış bir
Özetlemek gerekirse, AKP’nin yerel yönetimler tasarısı yerele güç ve kaynak aktarımını öngörürken asıl hedefi demokratikleşme değildir. AKP bu tür bir stratejiyle yerelde kendisini daha da güçlü kılmanın iktidar ağlarını genişletmenin arayışındadır. Buna karşılık kaynak aktarımından yararlanacak kesimlerin seçici biçimde AKP iktidarının toplumsal tabanına sınırlanması, geniş halk kesimlerinin dışlanması sonucunu doğuracaktır. Daha da önemlisi çalışan sınıfların olası muhalefeti karşısında ulusal düzey muhatap olmaktan çıkartılarak, muhalefetin yerelleşmesi ve dağınıklaşması da olası hale getirilecektir. Gelişme, gelişme sürecinde yaratılan kaynakların dağıtımının çalışan sınıflar lehine iyileştirilmesi ve demokratikleşme çalışan sınıfların gündemidir. AKP iktidarının yerel yönetimler tasarısı aracılığıyla yapmaya çalıştığı bu tür bir gündemi gözetmeden kendi toplumsal tabanına yönelik kaynak dağıtım mekanizmalarını neo-liberalizmin öngördüğü yerelleşme stratejisiyle uyumlu hale getirme çabasıdır. Bu süreçleri göz önüne bulundurduğumuzda Türk Ulusunun şapkasını çıkartıp önümüzdeki yerel seçimlerde bir düşünmesi gerekmektedir. Yerel yönetimlerde ana unsurun partizanlıktan ziyade hizmet getirme, hizmet sağlama olması gerektiğini görmelidir. Đlginç bir olay vardır. Ülkemizde muhalefette olan siyasi partiler yerel yönetimlerde iktidara göre daha iyi hizmet sağlayabilmektedir. Bunun nedeni ise iktidarda bulunan yönetimlerin muhalefette olan yerleri kazanmak için bölgelerde yatırım yapmayı kolaylaştırmasıdır. Siyasi oyunlarla, kömür makarna dağıtmayla, muhalefetin sesini kökünden kısma çabalarıyla yerel yönetimlerde iktidarını korumayı çabalayan AKP iktidarı, demokratikleşme yalanlarıyla kendi diktatöryalarını kurma çabasına bürünmüştür. 29 Mart’ta gerçekleşecek olan yerel seçimlerde toplumumuz, ülkemizin sürüklenmeye çalışıldığı bu kaostan Cumhuriyetimizi korumalıdır. Esen kalın…
kadirlevent.becit@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 79
Bu Döngüde Sen Nerdesin? Timur Veysel DOĞRUOK “Küresel Mali Kriz”i önceki yazılarımızda genel hatları ve bazı bölümlerde detay olmak üzere inceledik. Peki, geldiğimiz son nokta nedir ya da neresindeyiz bu krizin, sorularına verilecek yanıt nedir? Evet, bu sorunun kime, toplumun hangi kesiminde olan bireylere veya kurumlara sorulduğu burada anlam kazanıyor. Kriz’in çıkış noktasını; ABD’deki mortgage piyasasının likidite krizini meydana getirmesi olarak nitelendirmiştik. Daha sonra Avrupa’ya, Asya’ya sıçradığını ve reel sektörün de küresel anlamda krizden etkilendiğini ve etkilenmeye devam ettiğini yazmıştık.
Đnşaat ve Gayrimenkul Sektörü Đnşaat; yıllara yayılan inşaat ve onarım işleri olarak anılır ve tanımdan da anlaşıldığı gibi, proje vadeleri uzundur. Maliyetler, proje vadeleri, işin büyüklüğü, lokasyon, ulaşım gibi kriterlerin dikkate alındığı ve işin bu kriterler üzerine projelendirilmesi ile kârlılık hedeflenen bir sektördür. Bu durumda, örneğin; elinde nakit birikimi bulunmayan ve bir daire satın almak isteyen ortalama ücretli bir çalışan, uzun vadeli, kredi faizi yüksek bir kredi ürününden yararlanmak durumunda kalabilir. ABD’de mortgage sisteminde %100’den de fazla borçlanma oranı olan finansal ürünler subprime kredi sisteminde cesurca kullandırılmaktaydı. Örnekte verilen tüketicinin, şu an bu durumda bulunmayı denemesi bile büyük cesaret; çünkü onun düşünmesi gereken ya da telaşlanması gereken daha gerçekçi bir sorunu var; “işini kaybetme korkusu”. 10 yıl öncesine ve şimdiye bakarak bile inşaat sektörünün gelişimini görmek gayet net ve mümkün. Nitekim sektördeki kriz, genel olarak ve bireysel anlamda; talebi dar boğaza sürüklese de, kurumsal olarak inşaat sektöründe bulunan şirketler ve güçlü müteahhitler içinde o kadar önemli bir fırsat olarak öngörülebiliyor. Düşen piyasa talebine mukabil, üretimin azalması tedarikçi konumundaki firmaları da hâliyle sıkıntıya soktu ve bazı firmalar, tedarik edilen ürünlerin birim fiyatlarında düşüşe giderek iş hacmini arttırıcı önlemler aldı. Bu durumun bireysel anlamda nihai tüketiciye kadar oranlı biçimde devam ettiği örnekler de mevcut. Yani genel seyir itibariyle fiyatlar aşağı çekilmiş oldu. Bu durum, elinde nakit bulunan yatırımcı için iyi bir fırsat oldu. Büyük holdingler veya şirketler “arsa
“Lüks konutta hız kesmeyen bir talep artışı devam etmektedir. Ciddi fiyat indirimleri olmasa da kriz sonrası satış politikası için yatırım amacıyla edinilebilmektedir. Bu da bize açıkça gösteriyor ki sektörde, ancak elinde nakit bulunanlar krizi fırsata çevirebilmeyi hedefleyebiliyor.”
kapatma” dönemine hızlı bir giriş yaparak, projelerini şekillendirmeye başladılar bile. Kentsel dönüşüm projeleri talepleri ile devletin ilgili mercileri ile de irtibata geçen büyük şirketler, bu dönüşümler için şehir merkezlerine de odaklandılar.
Lüks Konut için Durum (1) Lüks konutta hız kesmeyen bir talep artışı devam etmektedir. Ciddi fiyat indirimleri olmasa da kriz sonrası satış politikası için yatırım amacıyla edinilebilmektedir. Bu da bize açıkça gösteriyor ki sektörde, ancak elinde nakit bulunanlar krizi fırsata çevirebilmeyi hedefleyebiliyor. Lüks konutta verilen hizmetler de çok önemli bir yer tutuyor. Özellikle büyük projeler ve rezidanslar için öngörülen hizmet kalemleri olarak; tüketicisine farklı mimari yapılar ve görsellik hizmeti sunarak projeye başlayan firmalar, ilave olarak; açık, kapalı yüzme havuzları, güvenlik, otopark, kamera izleme sistemleri, akıllı ev projeleri, fitness center, resepsiyon, ev temizliği gibi hizmetler de sunmaktadırlar. Yine lüks konutta yatırım amacı teşkil eden fırsat grubu için bir örnek verecek olursak; Bodrum’da faaliyet gösteren Harmony Homes’ a ait The Port Residence, “5 yıl kira garantili” sloganı ile karşımıza çıkıyor. Harmony Homes, bu garantiyi; sattığı evi, satın alan yatırımcıdan Harmony Homes olarak kiralamak sureti ile ve devre mülk gibi yılda 4 hafta evin sahibine kullanım hakkı vererek sağlıyor. Halihazırda bulunan diğer lüks konut inşaat projelerinden örnekler verecek olursak; Đstanbul’da “varoş imajı”nı değiştirmeye yönelik Yenibosna, Güneşli, Mahmutbey ve Bağcılar’da 11 proje bulunmaktadır. Bu yapılaşmanın içerisinde bulunan pro-
Sayfa 80
Politika Dergisi
“Otomotiv sektöründe, bildiğimiz gibi kapıya kilit vuran yan sanayi kuruluşları, otomotiv devlerinin üretime verdiği aralar ve istihdam düzeyinin ciddi düşüşü her geçen gün devam etmektedir. Otomotiv sektöründeki projelerin vadeleri ve mamul birim satış fiyatları ciddi oranlarda olduğundan piyasa talebi ciddi düşüşle karşılaşmıştır.” jelerde zemin katlarda bile fiyatlar 90.000-100.000 TL’den başlıyor. Bu 11 proje ise; Atlas Konakları, Güneşli Konakları, Yeni Vadi Evleri, Golden Hill, Ihlamur Konakları, Asude Konakları, Üstündağ Evleri, Cuno Yapı Güneşli Evleri, Yeşilvadi, Gülistanbul ve Çınar Olimpia Park Evleri’dir. Yine, Ofton Đnşaat’ın “Elysium Fantastic” isimli projesinde farklı ölçeklerde dairelerin bulunduğu projede satış fiyatları 600.000 $’ı geçiyor. Palms Studios and Shopping projesinde ise fiyatlar 500.000$ gibi meblağlarla ifade ediliyor. Dünyadan Bir Örnek BAE/Dubai Merkezli Emaar Properties dünyanın en önemli gayrimenkul şirketlerinden biri olarak gösteriliyor. Emaar Turkey olarak Toskana Vadisi projesi de lüks konut sınıfında ve geniş çapta talep gören projeler arasında yer almakta. Toskana Vadisi Projesi; Emaar Properties ile Atasay’ın Türkiye yasaları kapsamında net bir yere sahip olmayan Joint Venture (Ortak Girişim) sözleşmesine dayalıdır. iShares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund ABD - iShares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund yıllık veri tablosu aşağıda verilmiştir. Bu fon, kendisine bağlı bulunan endeksin fiyat/ kazanç performansı ve yatırım sonuçlarını inceler. Endeks ise, ABD’nin gayrimenkul sektörünün, kendisine bağlı bulunan alt sektörler de dahil olmak üzere, hisse senedi/tahvil piyasasının performansını ölçer. Bu endeks, Dow Jones Finansal Endeksi’nin alt kümesi pozisyonundadır. (2)
Otomotiv Sektörü Otomotiv sektöründe, bildiğimiz gibi kapıya kilit vuran yan sanayi kuruluşları, otomotiv devlerinin üretime verdiği aralar ve istihdam düzeyinin ciddi düşüşü her geçen gün devam etmektedir. Otomotiv sektöründeki projelerin vadeleri ve mamul birim satış fiyatları ciddi oranlarda olduğundan piyasa talebi ciddi düşüşle karşılaşmıştır. Yine talep korkusu etkisi de halen devam etmektedir. Toplumun dayanıklı tüketim malları, konut, otomobil gibi ihtiyaçlarını Maslow’un ihtiyaçlar piramidinden örneklendirirsek; bu ihtiyaçların piramidin üst katlarına taşımasında da bu psikolojik olgunun etken olduğunu düşünüyorum. Toplum, lüks ihtiyaçlarını ötelemeyi korku ile gerçekleştiriyor ve bu davranışın piyasadaki yoğunluğu ile piyasa talebinin düşmesi de kaçınılmaz oluyor. Kredi tüketicileri de bankalardan veya finans kurumlarından kredi alma yolunda sıkıntıya girdiler. Bankalar belirli bir süredir, özellikle dövizde likit sıkışıklığındaydılar. Bankalar, bu problemi çözdüğünü ve 2009’un ilk 6 aylık beklentilerinde mali anlamda zarar ya da ciddi düşüş beklemediklerini açıklayıp, kredi kullanımına kriz öncesi yöntemlerle agresif biçimde yaklaşmamak gerektiğini de eklediler. Otomotiv sektörünün istihdam üzerindeki etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Lokasyon açısından Avrupa’ya yakın olan ve üretim kalitesi Asya’ya nazaran çok daha iyi olan Türkiye için büyük bir ekmek kapısı ve ticari zenginliktir otomotiv sektörü. Her zaman otomotivdeki kırılmanın etkisinin büyük ol-
Sayı 12
masının yegane sebeplerinden biri olarak belirttiğim proje vadeleri, işte bu durumda tekrar karşımıza çıkıyor. Proje vadeleri; kalıp sistemler ve yan sanayinin çokluğu ile yakından ilintilidir. Örneğin; bir A projemiz olsun. Kısaca, proje teknik çizimleri ve diğer görsel ihtiyaçlar, donanım, konfor ve tasarım ihtiyaçları, güvenlik ihtiyaçları, ilave hizmet ihtiyaçları, inovatif (yenileşimci) diğer ihtiyaçlar, test ihtiyaçları vs. ihtiyaçlar otomotivde bir projenin trendini belirleyici niteliklerdir ve hiç de kısa zaman içerisinde oluşumu ve destek birimleri sağlanamaz. Tabii maliyetlerini göz ardı etmemek gerek ki en önemli kriter de budur. Yatırımların minimum değerleri bile çok yüksek meblağlarla ifade edilmektedir. Bu da projenin talebine yönelik bir başka unsuru doğurur ki o da; risk. Diğer bazı sektörlerdeki gibi “bu olmadı; hadi değiştirelim, yenisini veya başkasını yapalım” alternatifi bu durumda ütopik kalıyor.
Sayfa 81
“2001 krizinde, otomotiv sektörü ihracata ağırlık vererek krizi atlatmıştı. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durum şu an öyle değil. Kriz, küresel nitelikte ve ürünler piyasa ihtiyacı olarak lüks sınıfta.”
2001 krizinde, otomotiv sektörü ihracata ağırlık vererek krizi atlatmıştı. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durum şu an öyle değil. Kriz, küresel nitelikte ve ürünler piyasa ihtiyacı olarak lüks sınıfta. Otomotiv devlerinden General Motors (GM), krizin otomotiv sektörünü vurduğunu adeta haykırmıştı. Bildiğimiz üzere, dünyanın en lüks ve pahalı araçlarını bünyesinde bulunduran GM; piyasaların lüks talebine karşılık vermekteydi ve yatırımcılar için bir yatırım garantisi olarak görülebilmekteydi. GM bünyesindeki araçlar ise; BUICK, CADILLAC, CHEVROLET, GMC, HUMMER, PONTIAC, SAAB ve SATURN’dür. Tüm bu araçlar, özellikle Türkiye piyasasında yan sanayi sıkıntısı olan, yakıt tüketimi ve motor gücü yüksek araçlardır. Petrol fiyatları da yüksek olduğundan Türkiye’de fazla tercih edilen araçlar arasında bulunmamaktadır. GM, hükümet kaynaklarından 12 milyar dolara ihtiyaç duyduğunu ve ihtiyati tedbir olarak da 6 milyar dolara daha ihtiyacını olduğunu, 2012 yılına kadar da belirli noktalara yoğunlaşarak maaşlarda ciddi indirime gideceğini de duyurmuştu. GM 4 milyar dolarlık acil kredi desteğini ABD hükümetinden sağlamıştır. General Motors GM’nin NYSE’deki (New York Stock Exchange – New York Borsası) yıllık ve son 3 aylık seyri aşağıdadır. (3)
***
Sayfa 82
Politika Dergisi
“Devlet, teşvikleri ile enerji maliyetleri ve vergisel yükler üzerinde belirli düzenlemeler gerçekleştiği takdirde; istihdam açısından bir miktar olumlu sinyal yanmış olacaktır kanısındayım.”
Otomotiv sektöründe dünyada ve Türkiye’de de ciddi yankılar uyandıran gelişmeler görülmektedir. Dünyada; Đngiltere’deki otomobil üretiminin %40’ın üzerinde bir oranla azalması, Hyundai’nin kârının düşmesi, Toyota’nın 71 yıldan sonra ilk kez faaliyet zararı açıklaması ve bu durumun Başkan’ı koltuğundan etmesi gibi haberlere ilave olarak, Türkiye’de de otomotiv merkezi şehrimiz Bursa’da faaliyet gösteren Oyak-Renault ve Tofaş’ta üretimin ciddi oranla düşüşü ve satışların bıçak gibi kesilmesi ile istihdamın ciddi oranda azalması haberleri ile de karşılaştık.
Diğer Sektörler ve Đstihdam Diğer sektörlerde genel anlamda, Türkiye’de özellikle, vergisel yüklerin hafifletilmesine yönelik istekler mevcuttur. Daha önce de belirtmiştim; krizden kurtulabilmenin ya da krize direnebilmenin en önemli yolu, iş yapabilme potansiyelini faal kılmaktır. Fabrikaların, imalathanelerin çalışması ve istihdamın sürekliliği sağlanmalıdır. Oda/dernek başkan ve üyelerinin de devletten en önemli istekleri iki ana kalemde buluşmaktadır. Doğalgaz, elektrik gibi enerji maliyetlerinde endüstriye yönelik olumlu düzenlemeler ve KDV ile ÖTV indirimi. Büyükşehirlere ve OSB’lerin yoğun olduğu illere, başka şehirlerden yerleşmiş olan insanlar, geldikleri yerlere geri dönmeye başlamışlardır. Özellikle otomotivde yan sanayi kuruluşlarının sıkıntıya düşmesi genel istihdamı olumsuz olarak etkilemiştir. Devlet, teşvikleri ile enerji maliyetleri ve vergisel yükler üzerinde belirli düzenlemeler gerçekleştiği takdirde; istihdam açısından bir miktar olumlu sinyal yanmış olacaktır kanısındayım. Yine de birincil zorunluluk, iş hacminin arttırılmasına yönelik önlemlerin alınmasından geçmektedir. “Đş”ler arttıkça çarklar dönecek ve insanlar da ekmek parası kaza-
nacaktır. Bu durumlarda, kriz döngüsünde kim nerede? Kriz, kime fırsat; kime tehdit? Saygılarımla,
Dipnotlar (1) Lüks Konut için Durum: Ekonomist | MortgageMarket, 18 Ocak 2009, Yıl:1 Sayı:5 kaynağından iktibas edilen bilgiler. (2) Grafik; NYSE (New York Borsası) internet sayfasında oluşturulmuştur. Ishares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund (3) Grafik; NYSE (New York Borsası) internet sayfasında oluşturulmuştur. General Motors Corporation – 1 yıllık ve 3 aylık toplam 2 grafik
timur.dogruok@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 83
Neler Oluyor? Özcan NEVRES Lanet olsun; sonunda bunları da gördük. CHP lideri Sayın Deniz Baykal, önce çarşaflı ve türbanlı kadınlara CHP rozeti takarak aklınca iktidara giden yolu açmış oldu; ama CHP'li olanların oyunu kısa zamanda açığa çıktı. Onların amacı kendilerinden olan birisinin Eyüp gibi dincilerin kümelendiği yerde belediye başkanlığını kazanmasıydı. Adamlarının aday gösterilmeyeceğini öğrendiklerinde ilk işleri yakalarından CHP rozetlerini çıkarmak ve CHP'den istifa etmek oldu. Görünen o ki bu etik olmayan oyun, yerel seçimlere kadar daha da büyüyerek uzayıp gidecek. Bu durum karşısında kerhen oy vermekte olduğumuz CHP'den tamamen kopmamız gerekecek. CHP'ye oy veriyorduk; çünkü Atatürk devrim ve ilkelerine ondan başka sahip çıkacak başka bir parti göremiyorduk. Peki, bu durum karşısında ne yapmalıyız? Aklımızı başımıza toplayıp, eteklerimizdeki taşları dökerek yeni bir parti arayışına girmemiz gereklidir. Önümüzdeki yerel seçimlerde partiye değil, adaylara göre oylarımızı kullanacağız. Yine de oylarımızı AKP'nin önünü kesebilecek şekilde değerlendireceğiz. CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal, çarşaflı ve türbanlı olayından yeterli ders almamış olacak ki bu defa da Đzmit Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sayın Sefa Sirmen'in her mahalleye kuran kursu açma gibi çok tehlikeli açılımına da destek vermekte hiçbir sakınca görmedi. Oysa adalet dünyasının emekli onursal üyeleri CHP'nin bu açılımı yüzünden tıpkı AKP gibi bir kapatma davasıyla karşılaşabileceği konusunda uyarıyorlar. Sayın Baykal haksız olduğu konularda her zaman yaptığı gibi konuşmalarında ıı, ıı, ıı'ları araya sokarak teklemesini sürdürüyor. Bu durum, savunduğuna kendisinin de inanmadığını açıkça gösteriyor. Peki, bu gelişmeler karşısında CHP'ye oy vermiş olanlar ve vermeyi düşünmüş olanlar ne diyor? CHP seçim kazanmaktan korkuyor mu ki böyle davranıyor, diyorlar. Bir söylentiye göre seçmenlerce yine CHP iktidar yolunda nal toplamaya layık görülünce Sayın Baykal, ülke o kadar kötü durumda ki Allah bizi iktidar olmaktan korudu demiş. Dememiş olsa dahi bu son günlere damgasını vuran olaylar nedeniyle inananların sayısını hızla arttırıyor. Oysa her siyasi partinin amacı; ülke şartları ne kadar kötü olursa olsun, iktidar olmaktır. Đktidar olacaktır ve kendi kurtuluş reçetelerini uygulamaya koyacaktır. Yıllardan beri CHP'den, CHP'nin altı oklu ilkelerine dönüşünü umutla beklemekteyiz. CHP, üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek dirilecek
“CHP'ye oy veriyorduk; çünkü Atatürk devrim ve ilkelerine ondan başka sahip çıkacak başka bir parti göremiyorduk. Peki, bu durum karşısında ne yapmalıyız?”
ve kükreyecek. Diyecek ki biz iktidara geldiğimizde CHP'nin kurmuş olduğu ve bu günkü iktidar tarafından çekirdek nohut parasına elden çıkarmış olduğu o dev eserleri geri alacağız. Yine o muazzam tesisleri Türkiye'nin bel kemiği yapacağız. CHP'nin iktidar olduğu bu ülkede ne limanlar, ne iletişim sistemleri, ne kara ve demir yolları ve ne de madenlerimiz satılamaz. Satılmış olanlar da mutlaka devletleştirilecektir. Beklentimiz böyle ama nerede öyle bir CHP? Nerede öyle bir CHP yönetimi? Yerel seçimler yaklaştıkça iktidarın etik olmayan yardımlarının boyutları da inanılmayacak kadar büyüdü. Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun memleketi Tunceli'de özellikle Kılıçdaroğlu'nun doğduğu ilçede seçmenlere buzdolabı, bulaşık ve çamaşır makinesi, televizyonlar ve halılar dağıtılıyor. Bu dağıtılanlar kimin parasıyla alınıp dağıtılıyor? Yerel seçimlere aday olanlar mı dağıtıyorlar? Yoksa devletin parasıyla mı? Yani bizim paralarımızla mı dağıtıyorlar? Elbette ki bizim paramızla dağıtılıyor. Ödediğimiz vergiler; yatırımlar yapılıp, işsizlik sorununa çare bulmaktansa yardımlarla buharlaştırılmaktadır. Sosyal devletin görevi, halkı fakirleştirip sadakaya muhtaç etmek değildir. Sosyal devletin görevi, insanları iş sahibi yapmak ve her insanın kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlamaktır. Liberal ekonomi gereği özelleştirme gerekçesiyle elden çıkarılan dev fabrikaları satın alanlar, aldıkları fabrikaları çalıştırmaktansa çok değerli olan arsalarından rant elde etmenin yolunu seçtiler. Fabrikaları kapatıp çalışanları kapı önüne koydular. Bu yüzden işsiz oranında çok büyük artış oldu. Bir de dünyayı saran ve bizi teğet geçecek dedikleri ekonomik kriz de eklenince işsiz sayısı on iki milyona ulaştı. Bu sayıyı dört ile çarptığımızda kırk sekiz milyon insa-
Sayfa 84
Politika Dergisi
nımızın aç olduğunu görürüz. Zira bizde halen ailenin geçim kaynağı olan erkektir. Elli milyon kişiye yaklaşan bu insanlarımızı bu açlık çemberinden yapılan yardımlar kurtarabilecek mi? Böyle bir şey olabilir mi? Bu durumun en acı tarafı bu insanların seçim sonrasında unutulacak olmalarıdır. Bir dahaki seçime kadar, onların varlığını kimsenin anımsayacak olmamasıdır.
gelmiş, böyle gider’ bir dünya olunca akıla ve mantığa ne gerek var? Yöneticiler nasıl olsa bir umar bulurlar. Bulamazsalar sonumuz ne olur diye düşünen bile yok. Öyle olmasaydı işsizlik yüzünden içine düştükleri yokluk girdabına rağmen en önemli tüketim mallarına yapılan zamlara tepki göstermezler miydi? Hani nerede o tepki? Doğalgaza yüzde yetmiş iki zam yapanlar, yüzde on yedi indirimle akıllarınca gönül alıyorlar. Ne yazık ki insanlarımız da bu oyuna kanıyorlar. Kanınca da zamların ardı arkası kesilmiyor.
Ülkemizi kara bir bulut gibi saran ve insanlarımıza nefes almayı bile çok gören bu kötü gidişe nice aydın insanımız ‘uyan ey Türk insanı, uyan’ diye haykırmak istese de sesini duyurması olası mı? Hangi yazılı ve görsel basın bu haykırışa yer vermek ister? Verseler de kim okur, kim izler? Đnsanlarımız ceplerinde üç kuruşları bile yokken yarışma programlarına katılıp havadan para kazanma umuduyla sabahtan akşama kadar telefonlarının başından kalkmıyorlar. Bir gözleri televizyonda, bir gözleri de bir türlü düşürmek istedikleri numarayı düşüremedikleri telefonlarında. Onlara göre ‘böyle
/
Irmak ATABERK
HER RENKTEN EMPERYALĐZM
ÇIZIKTIRMAK IRMAK
ozcan.nevres@politikadergisi.com
irmak.ataberk@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 85
Kültür—Sanat Yazarlarımız:
> Ayşegül ĐNAN > Ece ERDAĞ
Sayfa 86
P窶認ilm: Seテァkiler
Politika Dergisi
Sayı 12
Sayfa 87
Türk Rock’ının Şubat Matemi
CEM KARACA
(5 Nisan 1945 - 8 Şubat 2004)
BARIŞ MANÇO
(2 Ocak 1943 - 1 Şubat 1999)
CEM KARACA ALBÜMLERĐ (45’likler hariç)
BARIŞ MANÇO ALBÜMLERĐ (45’likler hariç)
1973- Kardaşlar - Apaşlar (Türkofon VELP 6503)
1975 - 2023 (Yavuz Plak)
1974- Cem Karaca (Apaşlar , Kardaşlar , Moğollar ve Ferdy Klein Orkestrası) (Yavuz LP 1006)
1976 - Baris Mancho (C.B.S. Disques)
1975- Nem Kaldı (Yavuz LP 1012) 1977- Parka (Yavuz LP 1019) 1977- Yoksulluk Kader Olamaz (Yavuz LP 1021) (Dervişan) 1978- Safinaz (Gönül GPLP10)(1994) 1980- Hasret (Türküola 1289) 1982- Bekle Beni (Türküola) 1984- Die Kanaken (Plane RC 0972-88375/76) 1987- Merhaba Gençler Ve Her Zaman Genç Kalanlar
1979 - Yeni Bir Gün (Yavuz ve Burç Plakçılık) 1981 - Sözüm Meclisten Dışarı (Türküola) 1983 - Estağfurullah... Ne Haddimize! (Türkola) 1985 - 24 Ayar (Emre Plak) 1986 - Değmesin Yağlı Boya (Emre Plak) 1988 - 30 Sanat Yılı Ful Aksesuar Manço - Sahibinden Đhtiyaçtan (Emre Plak) 1989 - Darısı Başınıza (Yavuz ve Burç Plakçılık) 1992 - Mega Manço (Emre Plak) 1995 - Müsaadenizle Çocuklar (Emre Plak)
1988- Töre (Emre HE 579) (Oğuz Abadan Orkestrası) 1990- Yiyin Efendiler (Özbir 032) 1992- Nerde Kalmıştık ? (Marşandiz 083) 1997- Ağır Roman (O.S.T) 1999- Bindik Bir Alamete... (MajörMüzik 21550) 2004- Hayvan Terli (DMC)
BÜYÜK USTALARI SAYGIYLA ANIYORUZ, RUHLARI ŞAD OLSUN...
Sayfa 88
Politika Dergisi
P—Kitap: Yeni Çıkanlardan Ortadoğu'da zor günler yaşayan ve Büyük Ortadoğu Projesi'nin askıya alan Amerika Birleşik Devletleri, "Yeni Büyük Oyun"u tekrar Avrasya'ya ve Avrasya'nın merkezi konumunda olan Orta Asya-Kafkasya eksenine taşımanın peşinde... Nitekim, Karadeniz-Kafkasya-Hazar ve Afganistan-Pakistan-Hindistan ekseninde yaşanan son gelişmeler, bunun birer göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, Avrasya bölgesi bir kez daha yoğun bir güç mücadelesine sahne olacağının güçlü sinyallerini veriyor. Peki, ABD niçin "Yeni Büyük Oyun"u tekrar Avrasya bölgesine taşımak istiyor? ABD'nin bu yeni stratejisi bölge devletleri tarafından nasıl algılanıyor? Bölge güçleri Rusya, Çin ve Đran tüm bu gelişmelerin neresinde yer alıyorlar ve her şeyden önemlisi bu yeni süreçte Türkiye'nin yeri nedir ve nasıl bir politika izlemelidir? Bu noktada Türk Avrasyası ne anlama taşımaktadır? YENĐ BÜYÜK OYUN Avrasya'nın Değişen Jeopolitiği M. Seyfettin Erol Barış Yayınevi Ocak 2009
Bu çalışma, yukarıdaki sorular çerçevesinde "Yeni Büyük Oyun"u, küresel güç mücadelesinde Avrasya'nın değişen jeopolitiği kapsamında konunun değerli uzmanlarıyla en güncel biçimiyle irdelemeye çalışmaktadır.
CHE’LĐ ANILAR Fidel Castro Agora Kitaplığı Şubat 2009
“Fidel, Şu anda aklıma çok şey geliyor. Seninle Meksika'da Kübalı devrimcinin evinde tanışmam, bana sizinle gelmemi teklif etmen, Sierra Maestra'da yaşadığımız tehlikeli anlar. Zafer yolunda çok sayıda yoldaşımızı kaybedişimiz. ... Bugün artık daha olgun olduğumuz için bize bir sürü şey daha az dramatik geliyor. Oysa olaylar kendini tekrarlıyor. Ben de kendimi Küba Devrimi'ne bağlayan görevimi tamamlamış olduğumu hissediyor ve sana, bütün yoldaşlara, artık benim de olan halkına veda etme vaktinin geldiğini düşünüyorum. Şimdi dünyanın başka ülkeleri de benim mütevazı çabalarımı talep ediyorlar. Küba'nın başında olma sorumluluğun nedeniyle sana yasak olan şeyleri ben yapabilirim. Ayrılma zamanı geldi çattı artık. ... Eğer son saatim beni başka bir gökyüzü altında bulacaksa, son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Zaten nerede olursam olayım, her zaman sırtımda Kübalı bir devrimci olmanın sorumluluğunu hissedeceğim ve bu sorumluluğa uygun davranacağım. Seni bütün devrimci ateşimle kucaklıyorum. Che.”
Sayı 12
Sayfa 89
Cumhuriyet Çınarı—2. Bölüm “Cumhuriyet, kurumları ve toplumsal Özetleyen: Sevda EĞER
II ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIMIZIN ALTIN ANAHTARI: ÖZGÜRLÜK VE BĐLĐM
1. KARA GÜNLERĐMĐZĐ AK EDEN YĐĞĐT Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için Mustafa Kemal’i anlamak; resimlerini asmak, dış görünüşünü tasvir etmekten ibaret değildir. Bu, yanılgıların en büyüğüdür ve Cumhuriyeti zayıf düşürmeye çalışanların oyunlarına alet olmakla eşdeğerdir. Cumhuriyet’in kurumlarını ve toplumsal içeriğini anlamanın yegane yolu olan Mustafa Kemal’i tanımak, kendi ifadesiyle; duyduklarını duymak, gördüklerini görebilmekten geçmektedir. Cumhuriyet, kurumları ve toplumsal içeriği ile Avrupa devletlerini kıskandıracak nitelikte bir donanıma sahiptir. Devlet ve hukuk düzeni, aile ve eğitim düzeni, kent ve ulaşım düzeni, güzel sanat anlayışı ve daha birçok konuda, henüz sömürgeciliği üzerinden atamamış gelişmiş toplumlardakilere kıyasla çok daha yaşanabilir niteliktedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal, duygu ve düşünceleriyle anlaşılmak zorundadır. Ortak akıl ve düşünce birliğinin sağlanması ve Cumhuriyet’in özümsenmesi, ancak bu yolla olur. Şöyle bir Osmanlı’dan kalan mirasa bakarsak; yıllarca süregelmiş saltanat baskıcılığı, hele son zamanlarında yıkık bir hâl almış, eğitimden yoksun, sanattan yoksun bırakılmış çaresiz halkın diline Ziya Paşa adeta tercüman olmuştur: “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, keşaneler gördüm, Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm.”
Ekonomik, yargısal ve kültürel işgal anlamına gelen “Genel Borçlar Yönetimi (Düyun-u Umumiye Đdaresi)” ve “kapitülasyonlar”, “devletin üstünde bir devlet” konumuyla kendi içinde askerî güç kullanma yetkisine kadar donatılmış durumdaydı. Bu işgal I. Dünya Savaşı sonrasında askerî işgale dönüştü ve imzalanan Sevr Anlaşması ile Anadolu’daki Türk varlığına adeta son verilmek istendi. Mustafa Kemal işte bu zor günlerde kendinde bulduğu güç ve güvenle harekete geçti. Peki nasıl? Bu gücü nereden alıyordu? Hangi nitelikleri onu bu
içeriği ile Avrupa devletlerini kıskandıracak nitelikte bir donanıma sahiptir. Devlet ve hukuk düzeni, aile ve eğitim düzeni, kent ve ulaşım düzeni, güzel sanat anlayışı ve daha birçok konuda, henüz sömürgeciliği üzerinden atamamış gelişmiş toplumlardakilere kıyasla çok daha yaşanabilir niteliktedir.” kadar güçlü ve cesur kılıyordu? Beslenmesi eksik, giysileri pırtılardan oluşan küçücük orduyu, iç savaşları bastıran, büyük devletlerin beslediği Yunan ordusunu kovup ülke topraklarını işgalden kurtaran, Đngiliz Đmparatorluğu’na ve işbirlikçisi öbür devletlere kendi koşullarını kabul ettiren tüm Avrupa’yı etkileyen bir orduya dönüştüren Mustafa Kemal, bu görkemli başarısını hangi özelliklerine borçluydu? Türk toplumunu Ortaçağcıl kurum ve anlayışlardan arındıran, devleti, eğitimi, dili, yazısı, felsefesi ile tüm ileri medeniyetlere örneklik edecek bir değerde ilkelere dayalı bir devrimi hangi nitelikleriyle başarmıştır? Bütün bunların geçerli, yeterli ve tutarlı olması, etkin bir zeka olan Mustafa Kemal’in varlığıyla mümkün oldu. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza değin koruyup savunabilmek için Mustafa Ke-
Sayfa 90
Politika Dergisi
politikaya bulaştırdığı için Đttihat ve
devrimleri yapacağım. Mensup olduğum ulus bana inanacaktır… Bu ulus gerçeği görünce arkadan duraksamasız yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır; devlet yapısı türdeş bir öğeye dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak Batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir toplumsal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığımıza girmemize engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeliyiz. Đnanınız ki bunların hepsi bir gün olacaktır.”
Terakki yönetimine karşı çıkmasının
Nitekim Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da yakınlarına:
“Gerçekleri söylemekten çekinmeyiniz!” Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına temel olan ilkelerinden biri budur. Orduyu iç
nedeni de budur.
“Ben bu konuları daha gençliğimden beri düşünen bir insanım. Eğer size bu konuları yeni düşünmeye başladığımı söylersem inanmayınız.” diyecektir.
mal’in düşünce yapısını tanımak şarttır.
a. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE ‘DOĞRUYA BAĞLILIK’
2. YAŞAMDA EN DOĞRU YOL GÖSTERĐCĐ BĐLĐMDĐR!
“Gerçekleri söylemekten çekinmeyiniz!” Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına temel olan ilkelerinden biri budur. Orduyu iç politikaya bulaştırdığı için Đttihat ve Terakki yönetimine karşı çıkmasının nedeni de budur.
A. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISININ BĐLĐMSEL YÖNTEMĐN GEÇERLĐLĐK ĐLKESĐNE DAYALI OLUŞU Mustafa Kemal’in başarısındaki temel güç, “bilimsel düşünce yapısına sahip oluşu”dur. Dâhiliğinin ve başarısının temelinde; nesnel, araştırıcı, sorgulayıcı ve çok iyi tanımlanmış kavramlara dayalı olması bulunmaktadır. Çocukluk dönemlerine bakarsak; Selanik gibi özgür düşüncenin, felsefenin ve sanatın kolayca ulaşılabildiği bir kentte büyümesi ve babasının “mahalle mektebi” yerine, daha modern olan, Şemsi Efendi Đlkokulu’na göndermiş olması yaşamının başlıca dönüm noktalarındandır. Ailesinin gerçek anlamıyla halktan gelmesi ve eğitim öğretime verdikleri değer, Mustafa Kemal’in bilimsel ölçülere uygun bir kafa yapısına bürünmesini sağlamıştır. Sonrasında Manastır ve Đstanbul gibi Avrupa kentlerinde eğitimini sürdürmesi, bilimsel düşünce yapısını geliştirmesinde dayanak olmuştur. Bir yandan askeri eğitim alırken, diğer taraftan yabancı felsefe ve bilim kitapları okumaya devam etmiş, Abdülhamit’in sansüre dayalı baskıcı idaresi Mustafa Kemal’de ‘özgürlük’ tutkusunu bilemektedir. Henüz 21 yaşında genç bir subayken uykuları kaçmaya başlamıştır. Mustafa Kemal’in, Türk Devrimi’nin tüm programını daha II. Meşrutiyet’ten önceki subaylık yıllarında yaptığını, Bulgar Türkolog Manolof’a söylediği şu sözlerden anlayabiliriz: “Bir gün gelecek, ben, hayal sandığınız bütün bu
YAPISINDA
Cumhuriyet öğretmenlerinden daima ‘düşüncesi özgür, vicdanı özgür, kültürü özgür’ kuşaklar yetiştirmelerini istemiştir. 1928 yılında bir halk bahçesinde bira ve rakılarını içmekte olanlar, geleneksel anlayışla içkilerini masanın altında tutmaya çalışınca; Mustafa Kemal, elinde içki bardağı, ayağa kalkar ve halka şu sözleri söyler: “Sevgili yurttaşlarım! Eskiden bunun yüz katını, gizli gizli çöplüklerinde içen sahtekarlar vardı. Ben o sahtekarlardan değilim. Ulusumun şerefine içiyorum.” Đnsanları baskı yönetimi ve bunun yol açtığı ikiyüzlülük aşağılığından kurtarmak hedefiyle söylenen bu sözlerde “korkutmaya dayalı bir ahlakın, ne bir erdem ne de güvenilir, yani uygulanabilir bir ahlak olmadığını” yurttaşlara anlatıyordu.
b. ATATÜRK DÜŞÜNCESĐNDE ARAŞTIRICILIK ĐLKESĐNE UYGUNLUK Kuramlar insan hizmetine sunulurken, o yer ve zamanın özel koşullarına önemle eğilmek gerekir. Kitaplardaki genel bilgilerle yetinilmemelidir. Mustafa Kemal, Söylev’inde geçen şu sözlerle bilim kavramındaki yetkinliğini göstermektedir: “Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksi-
Sayı 12
nimleri doğrultusunda, işlem ve eylemlerimizle, sözlerin ve kuramların önünde gitmeyi tercih ettik.” Mustafa Kemal’e göre; akıl gözüyle görmek, kuramsal bir bilgiyle olur. Genel kurallarla oluşturulmuş akımları uluslara dayatmak büyük yanlışlar getirir ve çok geçmeden yönetimler üzerinde değişiklikler yapılması kaçınılmazlaşır: “Bir ulus için mutluluk olan bir şey, bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı neden ve koşullar birini mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bir ulusa gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım; ama unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.”
c. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCESĐNDE SORGULAYICILIK ĐLKESĐNE UYGUNLUK Devlet adamlarının, kamu yöneticilerinin her yaptıklarının kamusal denetime, incelemeye, eleştiriye açık ve sorumluluğunu üstlenmeye hazır olması zorunluluğu vardır. Atatürk daima “en iyi bildiği şeyi bile yeri geldiğinde yeniden irdelemek, aynı konuyu inceleyen başkalarına danışmak” ilkesine bağlı kalmıştır: “Bir kararım varken neden onu hemen uygulamıyorum? Hemen söyleyeyim ki ciddi ve ağır bir ka-
Sayfa 91
rar, bir kez uygulanmaya başladıktan sonra, ‘ah keşke şu yanını da düşünmüş olsaydım! Belki başka bir çözüm bulunurdu; yeniden bunca kan dökmeye gerek kalmazdı’ gibi duraksamalara yer kalmamalıdır. Böyle bir duraksama, karar sahibinin vicdanında sürekli kanayan bir yara olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.”
ç. KAVRAM KARGAŞASINDAN ARINMIŞ DÜŞÜNCE Atatürk, Türk toplumunu özellikle kültür ve uygarlık, demokrasi ve laiklik, özgürlük ve hoşgörü gibi tüm temel konularda kavram kargaşasından kurtaracak açıklıkta ve demokratik içerikte tanımlar getirmiştir. Atatürk ilke ve devrimleriyle iç içe olan bu kavramlar, devletin, ailenin, kültür, eğitim ve ekonominin üstün değerlerle oluşumunun başlıca dayanaklarıdır.
3. CUMHURĐYET ÖNCESĐNĐN DÜŞÜNCE ORTAMI Osmanlı Devleti’nin başlıca çöküş nedenlerini; kimileri çok ulusluluğuna, dinsel baskıcılık ve saltanat özelliklerine bağlamaktan kaçınarak, yüzeysel
Sayfa 92
Politika Dergisi
ve yarım önlemler önermiştir. Bunlar dört düşünce akımından oluşur: Yenilikçi akım, baskıcı ve katı Đslamcı akım, ılımlı Đslamcı akım ve Türkçü akım. Ancak bazen çok yerinde tanılar da görülmüştür. Örneğin; Đbrahim Müteferrika’nın “Usul-ül Hikem Fi Nizam-ıl Ümem” yani “Halkların Yaşam Düzeninde Bilimsel Yöntem” adlı eseri bunlardan biridir. Eserde, Batı uygarlıklarının devlet yönetimlerini eskiden olduğu gibi dinsel inançlara değil “akıl”a dayandırdıklarını, akıl yoluyla geliştirdikleri araç ve yöntemlerle karşı durulmaz güçlü ordular kurabildiklerini yazıyordu. Bu saptama, yönetimlerin akla ve bilime dayandırılması gerektiğini ifade eden bir uyarıydı aslında. Ancak bir düşünce akımına dönüşemedi. Zaten Osmanlı’nın gerici idare anlayışı müspet akıl ve bilime dayalı bir yenileşmeye elverişli değildi. Ancak Đstanbul’un fethinden sonra bu tarz devletler yavaş yavaş çağ dışına itilmeye başladı. Artık ulusal devletler ve ulusal ekonomiler dönemi açılmaktaydı. Osmanlı’nın bu çağdışı ve çok uluslu yapısı, onun yalnız basım makinesinin değil, tümüyle Rönesans ve dinde düzenleme devrimlerinin ve coğrafi keşiflerin dışında kalmasına neden oldu. Feodal yapısını korumakta direten Osmanlı Devleti, sömürgeci Batılılarla işbirliğine başladı. 1838’de Đngiltere ile yapılan Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı Devleti’ni yıllarca hammadde satıp, işlenmiş madde satın alan bir ülke hâline getirdi. Đngilizlerin sanayi ürünleriyle yarışamayan yerli esnaf, birer birer kepenk kapatmaya mecbur oldu. Tabii bu sömürgeci ortamda destekli bir karşı akım da çıktı. Mustafa Sami’nin “Avrupa Risalesi” adlı eseri buna bir örnektir. Eserde Avrupa’nın bilimin ve aklın sayısız olanağından faydalandığını; ancak Osmanlı’nın da acilen aynı yöntemlerle bilime yönelmesi gerektiğini vurgulamaktaydı. Sadık Rıfat Paşa da benzer görüşlerle “Avrupa’nın Ahvaline Dair” kitapçığında Avrupa’nın bilim anlayışını takdir etmekte, benzer girişimlerde Osmanlı’nın özgürlükçü olması gerektiğini vurgulamaktaydı. Bütün bunlara karşın, gerici akım da tüm hızıyla sürmekteydi.
Türkçülük akımı, “Türk Yurdu” dergisi aracılığıyla sesini halka duyurmaya başladı. Celal Nuri tarafından kurulan “Đleri” dergisi ise yenileşmecilerin sesi olarak yayınlarını sürdürüyordu.
B. DĐNSEL BASKICILIK AKIMI Baskıcı dinsel akım, toplumun değişmeye açık yasalarla değil; Tanrı’nın buyruklarıyla yönetilmesinden yanaydı ve bu hâliyle aslında; demokrasi, bilimsel düşünce ve egemenlik ilkesinin düşmanı sayılırdı. Baskıcı olmayan Đslamcı akım, laikliği ve demokratik yönetimi reddetmektedir. “Halifelik ve saltanat var olmalıdır; ancak dini kurallar zaman içinde değişikliğe uğrayabilmelidir. Bu durum zaten kaçınılmazdır” ilkesiyle hareket etmekteydi.
C. TÜRKÇÜLÜK AKIMI A. ĐKĐNCĐ MEŞRUTĐYET: “OSMANLININ YIKILIŞ YILLARI” Değişim ve yenilik taraftarı olanlar ile buna karşı olanlar tam olarak kutuplaşmıştı. Yenilikçi fikirleri reddedenler “Sebilürreşad” ve “Volkan” dergileri ile düşüncelerini yayıyorlardı. Bunlar baskıcı din anlayışıyla hareket edenlerdi. Bir de baskıcı din anlayışında olmayan yenilik karşıtları vardı ki onların yayın araçları “Đçtihad” ve “Yeni Mecmua” idi. Bu arada ulusçuluk akımının Araplar arasında yayılması Türkler arasında başka bir akım oluşturmasına sebep oldu. Ziya Gökalp’in önderliğinde kurulan
Osmanlı Devleti, yıllarca “peygamberin ulusudur” düşüncesiyle Araplara ayrıcalıklı davranmıştır. Ancak kendisine asıl dayanak olan Türkleri hep küçük görmüş ve aşağılamıştır. Osmanlı’nın resmi tarihçisi olan Naima bile Türklerden, Etrak-ı Đdrak (Anlayışsız Türkler) veya Etrak-ı na-pak (Pis Türkler) olarak söz etmiştir. Osmanlı’nın yıkılmaya yakın değerini fark ettiği Türkler, bu dönemde “Türkçülük Akımı”nı başlattı; fakat bu oluşumdaki amaç, Anadolu Türkleri değil, genel olarak Türklük idi. Anadolu ve Rumeli’deki Türk halkının demokratik bir ulusal toplum olarak
Sayı 12
örgütlenmesi değildi. Osmanlı’nın varlığını sürdürmekti amaç. Ziya Gökalp’e göre kültür ile uygarlık farklı şeylerdi. Dinsel inançların sürmesi, ancak ulusun kendi dilinde yani Türkçe sürdürülmesi taraftarıydı. Gericilik ve baskıcılığı reddediyordu. Ancak bunların yanı sıra, “halkı ‘uyruk” sayıp ayrıcalıklı bir yönetici sınıf oluşturmak, ülke yönetimini yazılı yasalar yerine “devletlü vali paşaların” takdirine bırakmak, meclisin yetkisini yeniden saltanata ve Enderun hizmetlilerine aktarmak, yeni ordu düzenini kaldırıp yeniçeri ve sipahi ocakları durumuna sokmak, adliye mahkemelerinin yerine tekrar “Divan”ı getirmek, üniversiteyi kaldırıp medreseyi yeniden diriltmek de fikirleri arasındaydı…
Sayfa 93
“Sonuçta birçok düşünce akımı görülmekle beraber, hiçbirinin saltanat ve hilafetten bağımsız bir çare üretemedikleri gözle görülmektedir. Tüm kurtuluş çabaları her koşulda hilafetin ve saltanatın devamlılığının etrafında gelişmiştir.”
Ç. YENĐLĐKÇĐ AKIM Öncü temsilcisi Celal Nuri olan bu akıma göre Osmanlı’nın saltanat ve hilafetçi yönetimi devam etmekle beraber; düşünce, hukuk, aile, eğitim gibi alanlarda günün bilim ve felsefe olanaklarından yararlanılmalıydı. Bunların yanı sıra dinsel inançlar da yenileşmenin dışında kalmamalıydı. Sonuçta birçok düşünce akımı görülmekle beraber, hiçbirinin saltanat ve hilafetten bağımsız bir çare üretemedikleri gözle görülmektedir. Tüm kurtuluş çabaları her koşulda hilafetin ve saltanatın devamlılığının etrafında gelişmiştir.
D. KÜLTÜR VE UYGARLIK AYRI ŞEYLER MĐDĐR? Uygarlık ve kültür birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Tarihte gerçekleşen reformlar, Rönesans, coğrafi keşifler uygarlık için yapılmış köklü kültürel gelişimlerdir. Uygarlığı geliştiren bilim ve akıl, kültürle birbirine paralel ilerlemektedir. Otomobil, tren, uçak yapabilen bir toplumun, aynı düzeyde hukuk, aile, eğitim, devlet, ahlak gibi manevi öğeler bakımından da diğer geri kalmış toplumlardan farkları vardır. Bunu gerici düşüncede olanlar anlayamadılar.
dışında ise barıştan tamamen uzaktı. Japonya’nın sanayileşmesinin yükünü, sömürgesi olan Kore ve Çin çekmekteydi. Çok geçmeden atom bombası ile sarsılan Japonya, ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmakla kalmamış; Amerika’nın General MacArthur’a hazırlattığı anayasa da kelimesi kelimesine Japonya’ya kabul ettirilmiştir. Bu Anayasaya göre, okullarda her türlü din eğitimi kaldırılmıştır. Görüldüğü gibi Japonya’nın Batıdan sadece bilim aldığı ve kültürel bir kayba uğramadığı savı gerçek dışıdır. (Prof Dr. Özer OZANKAYA, CUMHURĐYET ÇINARI - Mustafa Kemal’i “Atatürk” Yapan Uygarlık Tasarımı; Bölüm 2)
Diğer Sayıda: III. SAKARYA’DA ĐKĐ KILIÇ: TAM BAĞIMSIZLIK VE SÖMÜRGECĐLĐK 1. AVRUPA’DAKĐ GELĐŞMELER 2. KURTULUŞ SAVAŞI VE ATATÜRK DEVRĐMLERĐ: SÖMÜRGECĐLĐĞĐ YENMENĐN MODELLERĐ
E. YANLIŞ SUNULAN JAPON ÖRNEĞĐ Uygarlık ve kültürün farklı şeyler olduğunu savunanlar, örnek olarak Japonya’yı göstermektedir. Japonya bir ada toplumudur. Dolayısıyla tarihi boyunca çok az savaş görmüş ve bu sayede kültürel yapılanmasında uzun yıllar kesintiye uğramamıştır. Tarımı oldukça ilerlemiş, 19. yy. ortalarında da feodal yapısı çözülmeye başlamıştır; ancak sanayi aşamasına geçmede Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. Yönetimlerin değişmesi ve sanayileşmede farkı kapatma uğraşları ülke içinde özgürlükten, ülke
sevda.eger@politikadergisi.com iletisim@politikadergisi.com
Sayfa 94
Politika Dergisi
P—Tiyatro: Bernarda Alba’nın Evi
Ayşegül ĐNAN Farklı diyarlar vardır, birbirinden habersiz farklı suretleri ile dünyaya gülümseyen. Ağlayan, isyan eden, coşan, seven, sevilen… Đnsana dair her şeyi yaşamaya heves eden… Đşte bunlar, insana dair her şey, yaşanmışlıklar, benzer öyküler ortadan kaldırır tüm bu farklılıkları… Dertler vardır, sıkıntılar vardır. Acılar gecenin karanlığı kadar gerçektir. Ve de başları kaldırıp bakılan simsiyah gökyüzü kadar aynıdır. Yıldızları seyredip umudu aramak kadar da… Tıkılıp kaldığı ufacık dünyasına isyan edebilen ya da sadece isyan etmeyi arzulayan o kadar çok çehre vardır ki yeryüzünde, bir coğrafyadan diğerine yayılan… Çığlık aynıdır. Aynı sessizlikte aynı dalgın bakışlarda gizli… Đspanyol yazar Federico Garcia Lorca’nın yazdığı “Bernarda Alba’nın Evi” Engin Alkan’ın mükemmel rejisiyle dağıtıyor tüm o dalgın bakışları. Ve bizleri yaşadığımız coğrafyadan bambaşka diyarlara götürüyor tanıdık hikayesiyle… Ve tabii ki baskıların doğurduğu tüm o suskunlukların sonunu getiriyor içimizde büyüttüğü kendi sesimizle. Đlk kez 7 Kasım 2007’de Üsküdar Kerem
Yılmazer Sahnesi’nde seyirci karşısına çıkan oyun, bu sezon yeniden Şehir Tiyatroları sahnesinde. Đlk sezon Bernarda rolüyle izlediğimiz ve Haziran 2008’de kaybettiğimiz Ayça Telırmak’ın anısına yeniden saygıyla… Federico Garcia Lorca’nın son yazdığı eseri olan oyunda, Bernarda Alba’nın kocasının ölümünün ardından sekiz yıl yas ilan edişi ve bu dönemde beş kızı üzerinde uyguladığı despot yönetimin anlatılmasından yola çıkarak; toplumsal ve dinsel baskıların kişileri nasıl büyük felaketlere götürebileceği çarpıcı bir şekilde anlatılıyor.
Sayı 12
Oyun, yapısı itibariyle ağır bir oyun olmasına rağmen, metnin akıcılığı ve başarılı rejisiyle izleyicinin sonuna kadar oyunun içinde kalmasını sağlayabiliyor. Özellikle Engin Alkan’ın rejide oyunu evrensel boyutta ele alması, seyirciye “Evet bu benim duyduğum, evet bu benim gördüğüm, evet bu benim yaşadığım!” dedirtiyor belki de. Toplumsal konuları eserlerinde yansıtan Lorca, özellikle kadınlar üzerindeki töre baskısını dile getirmektedir. Aynı zamanda, döneminin siyasi kaosunu eserlerindeki karakterleri ile özdeşleştirmesiyle de ciddi mesajların yerine ulaşmasını en iyi şekilde sağlamaktadır. Bu oyunda da ülkesinin, insanını yoran o boğucu atmosferini, kızları üzerinde ciddi bir baskı kurmuş bir anneyle özdeşleştirerek yine başarılı bir şekilde anlatmıştır. Başkalarının ne düşüneceğini gereksiz bir şekilde fazlaca önemseyen, kızlarını eve kapatan, onlara adeta insani tüm duyguları, arzuları yasaklayan, bu şekilde belki de aşkın bile ne demek olduğunu onların öğrenememesine neden olan Bernarda; o çok övündüğü değerlerinin bir gün gözünün önünden nasıl yok olup gittiğini görecek, daha da kötüsü; bunu anlaması ancak evladını kaybetmesiyle mümkün olacaktı. Oyunun en can alıcı sahnelerinden biridir belki de Adela’nın yıldızları seyrederken başını annesinin dizlerine yaslamak istemesi ve Bernarda’nın iterek onu uzaklaştırması. Ve Adela’nın hayal kurarkenki o güzel yüzünün günden güne daha çok solmaya başlaması… Başında sevme güdüsünü belki de gereksiz bulmuş, kurallarla yaşamış, kızının sevgi dolu gözlerinde bile umudu yakalayamamış, aşkı ayıplamış bir anne varken; ne kadar da olası bir durum değil mi? Kızlarının tüm bastırılmış duygularını tek bir erkeğe hapsetmesi bir tesadüf değildir bu yüzden, belki de… Farklı çığlıklar duymaktayız yani oyunda… Aynı hikayeden yola çıkan farklı çığlıklar…
Sayfa 95
- Mutlu olmam gerekiyor; ama değilim… - Aynı şey…
Oyunda birkaç dikkat çekici nokta daha var ki, bunlardan bir tanesi; akıldan yoksul büyükannenin beş kızın da duygularına tercüman olması, her seferinde onların söyleyemediklerini haykırması, ama yine her seferinde “deli” damgasını yiyip susturulması. Ve oyunun birçok yerinde gördüğümüz dilenci kadının “dış dünya”nın sesi olması… Adeta dışarıda olup biteni duyurması. Oyun içerisinde güzel ve ince denilebilecek ayrıntılardan… Martirio rolündeki Özlem Türkad’a üç farklı yerde önemli ödüller kazandırmış oyun, oyunculuklarıyla da gerçekten göz dolduruyor. Sahne geçişleri, kostümler, dekorun kullanımı; oyunun ahengini arttıran önemli faktörler. Bu oyunu izlemek, belki de bir anlamda “Geri dön yüreğim…” diyen kadınların isyanını görebilmek, şahit olduğumuz töre cinayetlerine bir kez daha lanet yağdırmak ve insana ait tüm o güzel duyguları büyük bir erdemle taşıyabilmenin ne denli önemli olduğunu anlayabilmek adına, aşkın insan üzerindeki etkisini yeniden keşfedebilmek adına ve gökyüzüne bakarken hayallere dalan o insanların gözlerinde nasıl da ışıl ışıl bir dünya oluşturduğuna şahit olabilmek adına gerçekten izlenmeye değer… Đyi seyirler…
*** Yazan: Federico Garcia Lorca Çeviren: Hale Toledo Yöneten: Engin Alkan Dramaturg: Sinem Özlek Dekor Tasarımı: Ayhan Doğan Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı Işık Tasarımı: Özcan Çelik Efekt Tasarımı: Can Đşitmen Oyuncular
Sayfa 96
Maria Josefa: Bercis Fesci Hizmetçi: Hülya Arslan Dilenci Kadın: Oya Palay La Poncia: Sevil Akı Bernarda: Hale Akınlı Adela: Yeliz Gerçek Martirio: Özlem Türkad Amelia: Ayşen Çetiner Angustias: Elçin Altındağ Magdelena: Neslihan Öztürk Sanat Teknik Müdürü: S. Volkan Sağırosmanoğlu Asistanlar: Nagehan Erbaşı, Yeliz Gerçek Dekor Tasarım Asistanı: Cihan Aşar Kostüm Tasarım Asistanı: Hacer Duran Butafor: Bahri Đridağ, Ferdi Alptekin Işık Uygulama: Sabahattin Gündoğdu, Murat Selçuk Efekt Uygulama: Cihan Đhsan Aydoğdu Sahne Teknisyenleri: Mustafa Konya, Bünyamin Erbaş, Ramazan Bilgili, Hasan Saban, Cumhur “Sizler gibi vücudumun bu evde çürüyüp gitmesini istemiyorum. Dışarı çıkmak istiyorum ben!”
Politika Dergisi
Öndin, Mustafa Demir Aksesuar Sorumluları: Haşim Demir, Süleyman Çetiner Sahne Terzileri: Fatma Pamukçu, Ahmet Söylemez Kuaför: Kadir Ural Fotoğraflar: Nesrin Kadıoğlu
aysegul.inan@politikadergisi.com
Sayı 12
Sayfa 97
P—Kitap: Parfümün Dansı * Thomas Eugene Robbins, Ayrıntı Yayınları Ece ERDAĞ
"Đnsan, doğası açısından, doğal olmayan bir hayvandır. Eğer ölümü
Dünyanın en unutulmaz ikililerinden biridir benim için; “Kudra ve Alobar”. O kadar ki, ikili isim bulma oyununda aklıma ilk gelen isimlerdir, ne zaman Paloma Picasso sürsem çağrışan iki insan... Đki kahramandır zamanın çok ötesinden gelip kokularıyla beni saran. Zamanın çok ötesinden gelmekle kalmayan, bilakis zamanda dolaşıp duran. Söylemişti ya Einstein, enerjinin korunumunda, acaba ölümsüz aşkın tarifini E= mc2 ile mi yapmıştı? Temelde iki karakter üzerine de kurgulu değildir hikâye, bir de tanrısal gücü (ki burada sekteye uğramış, unutulmaya yüz tutmuş, sorgulanmaya açık bir tanrı kavramı söz konusudur) gerçekleyen Pan vardır. Ne zaman tarlalarda yürüsem ve ufka baksam sanki köşeden “Pan” çıkagelir aniden; elinde flütüyle kulağımda buğulu bir prozodi bırakır, gözlerinden alev saçarak bakar yüzüme, aşk zaten sıcak değil midir? Sevgilinin rüyalara iştiraki sonrası bir koku duyulursa uzaklardan, işte o da Pan’ın kokusudur. Đnsanlığın en ilkel, en uzun süren kokusu… Aşkın, sevişmenin, örtüşmenin, kavuşmanın, karışmanın, birleşmenin, koklaşmanın ya da her ne derseniz; bedeninin yarısı keçi olan, “panik” kökeninin kokusu, Pan. Saçlarına ilk ak düşünce Alobar’ın, kaybettiğini anlamıştı krallığını. Ölmek de istemiyordu ya, ne yapsın. Yollara düştü. Ölümsüzlüğün peşine düştü. Đşte o zamana denk geldi sevgilisiyle karşılaşması. Yeryüzünde aşk kaldı mı derken ve tesadüflere olan tüm inancımı yitirmişken, bir esintiyle yüzüme çarpan Pan‘ın kokusuyla karışık çiçek kokusu bana aşkı hatırlattı. Bunca kalp kırıklığının üzerine sevebilmeyi yeni baştan öğrenirken ve çaba denen, zamanında, içi boşaltılmış kavrama yeni anlamlar yüklerken, her gün
yenebilecek bir tek hayvan varsa, o da insandır." diyebilecek kadar cesur, betimlemeleriyle Pan’ı geri getirebilecek kadar dâhi, çok matah olmayan Amerikan kültürüne yeni bir nefes verecek kadar radikal bir yazar Tom Robbins. başka bir soruyla, her gün yeni baştan, her gün belki de kaybedeceğimi bilerek ya da kazanmanın bile anlamsız kaldığı şu oyunda, yeni anlamlar peşinde koşarken, nicedir unuttuğum “sevgili kitabımı” anımsadım; Kudra gibi diretmeyi, Alobar gibi kaçmayı, aradığını bulmak için kaçmayı… Parfümün Dansı’dır aslında rastladığımız, ölümsüzlüğü ararken aşta bulduğumuz… Simsiyah düz upuzun saçlı, uzun boylu, yanık tenli, yasemin çiçeği kokulu, seher gözlü kadın. Kocası öldüğü için onunla ölmeye zorlanan, bir o kadar tutkun yaşamaya ve takmış ölümsüzlüğe... Bunca lezzet varken yaşamda, bunca diyar varken görülmeyi beklenen, bunca meyva varken tadılacak, kamasutra varken kâinatın ruhunu sevmeyi öğreten ve biz henüz kâinatı tam anlamıyla sevmeyi becerememişken; ölmek de nesi! Đçimdeki kadın Kudra, yaşama dirençli yanım, siyah düz upuzun saçlı, uzun boylu, yanık tenli, aşkın peşinden koşan kadın. Yine Kudra. Yine o koku. Yaşadığım her yerde bu iki isim yankılanıyor, rüzgârın sesinden evvel. Đçinde aşk olan her hikayede Uzakdoğu’dan gelen mistik bir koku var sanki; "nadir bulunan bilge kocalar gibi hem dişisine sahip olacak kadar güçlü, hem de ona özgürlüğünü verecek kadar güvenli” bir şeyin kokusu, k23’ün tanımı… Aşk! Tam da gitti, kapıyı yüzüme kapattı derken hatırladım hayattaki şarj noktamı. “Yok artık, hayatta olmaz, mümkünü yok!” diye avaz avaz atıp tutarken, kalbimi kum eleğine çevirmişken homo sapiens’in teki ve kendimden kaçacak yer bile bula-
Sayfa 98
Politika Dergisi
mazken anımsadım, Kudra’yı, Alobar’ı. Birilerinden, bir şeylerden bağımsız bir aşk vardı, belki de sadece bu kez teğet geçmişti. Đşte o kadar yüce bir histi aşk ve faturayı tüm insanlığa kesmek bencillik olmaz mıydı? "Đnsan, doğası açısından, doğal olmayan bir hayvandır. Eğer ölümü yenebilecek bir tek hayvan varsa, o da insandır." diyebilecek kadar cesur, betimlemeleriyle Pan’ı geri getirebilecek kadar dâhi, çok matah olmayan Amerikan kültürüne yeni bir nefes verecek kadar radikal bir yazar Tom Robbins. Bazen teneke kutuları, bazen de unutulmuş bir sopayı konuşturur, otostop yapmaktan başparmakları uzamış kadını anlatır, seviştirir kahramanlarını aşkla, gökyüzüne baktırıp yıldızları izletecek zamanı tanır, Sirius’tan kurbağalar transfer ederek okuyucunun prefrontal lobunu emosyonel-spontan olarak zorlar, yo, sadece zorlamakla da kalmaz, “aradığı şey benzersiz bir tecrübenin sonunda, benzersiz bir varlık olmaktır”, kim bilir, belki de sadece ölümsüzlüğü arzular Tom Robbins.
ÇIZIKTIRMAK IRMAK
Ölümsüzlüğü bulmak ya da bulmamak söz konusu bile değildir elbette, kişinin kendi iç görüsüne kalmıştır, kendi sezgilerine, kendi yaşama direncine, ya da yitip gitme arzusuna. Gerçek olmayacak kadar acıtan tek gerçek aşktır ve aşkı tatmış insanların dudaklarından ölüm döşeğinde tek bir sözcük dökülür boşluğa. Aynı Einstein’ın olduğu gibi;
“Erlichte” … (Aydınlan)
ece.erdag@politikadergisi.com
/
Irmak ATABERK
DĐREKLER VE TEL ÖRGÜLER
irmak.ataberk@ politikadergisi.com
www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com
Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar’a,
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
> YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a
Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
> Değerli Eğitimci ve Yazar Sayın Emre Kongar’a
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
> Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e > Hayrettin Serdar Başbuğ’a > Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.
Not Bu sayımızda bazı yazarlarımızın yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayınlanamamıştır. Okurlarımızdan özür dileriz.
20 Ekim 1927