Politika Dergisi Editör
Sayı 4
iletisim@politikadergisi.com
01.06.2008
> Gökhan DAĞ Yazar Kadromuz > Asaf ŞĐMŞEK > Barış TINAY > Bilgin TÜRK > Burak ĐNAN > Burak SIRATAŞ > Bülent BÜYÜK > Ceren YALDIZ > Diren KÖSE > Emrah ÖZDEMĐR > Erdal ALTUN > Mehmet Mustafa KAKI > Miraç ÇEVEN > Özgür Pınar IŞIK > Taşkın YAYLA
Editörden... Merhaba Değerli Politika Dergisi Okuyucuları; bize verdiğiniz güçle yeniden karşınızdayız. Öncelikle hemen bir özür ile başlayayım. 25 Mayıs 2008 tarihinde yayınlayacağımızı duyurduğumuz bu sayımızı 1 Haziran 2008 tarihinde yayınlama kararı aldık. Bu gecikmeden dolayı tüm okurlarımızdan özür diliyoruz. Yazımın ilerleyen kısımlarında bu gecikmenin sebeplerini sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Üçüncü sayımızın çıkış tarihi olan 9 Mayıs’tan bu yana Türkiye Cumhuriyeti (politik) gündemi oldukça sıcak gelişmelere tanık oldu. Bunlara da kısaca değinmeye çalışacağım; ama öncelikle bahsetmemiz gerekenin 19 Mayıs 1919 tarihi olduğunu düşünüyorum. 19 Mayıs 1919 tarihi konusundaki en önemli referans noktamız, Saygıdeğer Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleme aldığı şaheseri Nutuk’tur. Nutuk şu başlıkla başlar: “1919 Yılı Mayıs Ayının 19. Günü Samsun’a Çıktığımda Ülkenin Genel Durum ve Görünüşü” Bu genel durum ve görünüş şu şekilde özetlenebilir: Osmanlı Devleti ve müttefikleri 1. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş ve Osmanlı ile galip devletler arasında ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış, millet savaşlardan yorgun ve fakir durumda. Memleketi savaşa sürükleyenler, canlarını kurtarmak için memleketten kaçmış, saltanat ve hilafet makamını elinde bulunduran Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve tahtını korumak için alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın hükümeti aciz, korkak ve haysiyetsiz. Ordunun elindeki silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta…
Politika Dergisi Sayı 3
Đtilaf Devletleri (galip devletler), ateşkes antlaşması hükümlerine uymayı gerek görmeden ülkeyi işgal ediyorlar. Đngiltere, Fransa, Đtalya ve Yunanistan ülkenin büyük bir bölümünü işgal etmiş durumda.
Hıristiyan azınlıklar gizlice veya açıktan açığa örgütleniyorlar. Rumlar, Ermeniler ve Kürtler örgütlenip ülkede karışıklık çıkartarak işgale zemin hazırlıyorlar ve kendi devletlerini kurmak istiyorlar. Daha sonra Nutuk, bu durum karşısındaki hakim kurtuluş çarelerini özetler. O sıralarda üç farklı görüş hakimdir. Bunlar; 1– Đngiliz mandası (koruyuculuğunu) isteyenler 2– Amerikan mandasını isteyenler 3– Bölgesel Kurtuluş çareleri isteyenler (Osmanlı Devleti’nden ayrılmak veya kendi bölgelerini düşman işgalinden kurtarmak)
M. Kemal Atatürk bu kurtuluş çarelerini göz önünde bulundurarak kendi kararını verir ve bunu Nutuk’ta bu kararını ayrı bir başlık altında inceler. Aynen aktarırsam; Benim Kararım Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde uygunluk görmedim. Çünkü, bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı.Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bununda bölüşümünü sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış boş sözlerden ibaretti. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için ne gibi bir yardım sağlanmak isteniyordu, o halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi? Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak! Đşte, daha Đstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına
Politika Dergisi Sayı 4
iletisim@politikadergisi.com
başladığımız karar, bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en güçlü düşünce ve mantık şuydu: “Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklâle sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.
Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.
Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir.Gerçekten de bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk'ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!...
01.06.2008
yasında gülünç sayılmaktan başka bir yanı kalmış mıydı? Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlayabilmek için daha milletin alışkın olmadığı bazı konulara dokunmak gerekiyordu. Ortaya atılmasında, kamuoyu bakımından büyük sakıncalar doğuracağı sanılan hususların dile getirilmesinde kaçınılmaz bir zaruret vardı. Osmanlı Hükümeti'ne, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak, bütün milleti ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu.
Atatürk’ün Büyük Nutuk’unda belirttiği bu düşünce büyük bir devrim hareketinin de başlangıcı olmuştur. Bu devrim hareketini gerçekleştirenler içerisinde en büyük pay o zamanın gençlerine aittir. Nitekim Ata’mız bu günü gençlerimize ait bir gün olarak, bir bayram olarak kutlatmıştır.
O halde, ya istiklal ya ölüm!” Đşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik! Peki efendim. Öteki karalara boyun eğme durumunda sonuç bunun aynı değil miydi? Şu farkla ki, istiklali için ölümü göze alan bir millet, insanlık haysiyet ve şerefinin gereği olan bütün fedakarlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz, esirlik zincirini kendi elleriyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete bakarak dost ve düşman gözündeki yeri bambaşka olur. Sonra, Osmanlı hânedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük kötülüğü işlemekti. Çünkü, millet her türlü fedakarlığı göze alarak istiklalini kazanmış olsa da, saltanat sürüp gittiği taktirde, bu istiklale kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık ,vatan ve milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklâl ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabirdi? Halifeliğin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu gerçek medeniyet dün-
Gençlerimize Bugün Verilen Değer M. Kemal Atatürk, Büyük Nutku’nun son sayfasında “Ey Türk Geçliği” diye başlayan, ileri görüşlülüğünü mükemmel derecede gözler önüne seren bir Gençliğe Hitabe yayınlamıştır. Gençliğe Bıraktığım Emanet bu ülkedir diye haykırmıştır. Bugün ülkenin gençlerinden beklentiler büyük; fakat gençlerimize yapılan destek bu beklentilerin büyüklüğünün yanında oldukça küçük kalıyor. (Bu konuda oldukça dertli olduğumu belirtmeliyim. En basitinden dergimizden örnek verirsem, bu derginin üniversiteli gençlerin bir projesi olduğunu her yerde dile getiriyoruz, birçok yerle irtibata geçiyoruz; fakat cevap verme lüzumuyla bile karşılaşamıyoruz. Biz yine de Mustafa Kemal Atatürk’ün bize bıraktığı mirası korumaya ant içiyoruz.) 19 Mayıs üzerine söylenebilecek daha birçok şey bulunuyor. Bunlardan birisi de bu günün Atatürk’ü anma günü olduğudur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Mustafa Kemal Atatürk’e bir soru sorulur: “Atam doğum gününüz hangi tarihtir acaba diye?”
Politika Dergisi Sayı 4 Görevimiz
1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.
iletisim@politikadergisi.com
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu soruya verdiği cevap çok büyük bir mesaj niteliğindedir: “19 Mayıs” Ülkesinin kurtuluşu için attığı ilk adımı doğum günü sayan Mustafa Kemal Atatürk, önünde saygı ile eğilmemiz gereken oldukça büyük bir liderdir.
Mustafa Kemal Atatürk 20. yüzyılın en büyük lideri seçildi. Amerikalı tarihçi ve psikiyatr Prof. Arnold Ludwig, dünyanın çeşitli siyasi önderlerinin başarı ve önem derecelerini sınıflandıran 11 ölçeğe göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, 20’nci yüzyılın en büyük lideri olarak nitelendirdi. (Kaynak: Milliyet)
01.06.2008
var inanın ki merak ediyorum. 19 Mayıs süresince ekranlarının köşelerine Atatürk ve Türk Bayrağı’nı bir arada koyan medya 19 Mayıs gününü bile ticari kaygılarla süslüyor. Bir Allah’ın kulu da çıkıp konuşmuyor. Đnanın ki ilginç. 19 Mayıs’ı Manisa’da kutlayan genç kızlarımıza, stadyumda gösteri yapan genç kızlarımıza “yaptıkları gösterilerdeki kıyafeti beğenmedim, çok açık” diye eleştiri getiren bir AKP’li belediye başkanı bu ülkenin bugün düştüğü durumun sorgulanmasına yol açar. Bu insanı kınıyorum. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı bu tarz olumsuzluklara rağmen bizim bayramımızdır ve biz biliyoruz ki yeni bir Nutuk’un yazılmasına çok az kalmıştır.
Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi Bugün dünyanın kabul ettiği bu gerçeği, biz kabul etmekte ne yazık ki onlar kadar başarılı değiliz. Atatürk’e, onun yaptığı yeniliklere, ilkelerine yapılan saygısızlıklar ne yazık ki bugün oldukça düşündürücüdür.
19 Mayıs 2008 Tarihinde 19 Mayıs 1919 Kutlamaları Bu yıl geçmişimizi, Atamızı, eskinin genç olanlarını ve bugünün gençleri yeterince iyi onurlandırabildik mi? Yukarıdaki soruya verilebilecek evet cevabı oldukça sınırlı bir coğrafyaya düşüyor. Başbakanımız gözünden rahatsızlandı. Kendisine büyük geçmiş olsun diyorum; ama her yere güneş gözlüğü ile gidebiliyorken 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarına neden gitmediğini anlayamıyorum. Ertesi günlerde Đslam Müzesi’nin açılışına katılmayı eksik etmeyen Başbakan’ın 19 Mayıs törenlerine katılmayışını büyük bir cesaretle sorguluyor ve kınıyorum. Diğer bir husus da şu sevgili okuyucular. 19 Mayıs törenleri olurken bizim medyamız gidip Abdullah Gül’ün eşi törenlere katıldı mı, katılmadı mı onu sorguluyor. Bu kadar alçakça bir yapılanma dünyanın neresinde
Değerli okuyucular, sizin de bildiğiniz gibi Yargıtay Başkanlar Kurulu geçen günlerde bir bildiri yayınladı. Bildiri şu ibareyle başlıyor: “Kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden ve Yargı erkine yönelik sistemli saldırıların ivme kazanmasından duyduğu kaygıyla” Bu başlangıç ibaresinden bildirinin nasıl devam edeceği anlaşılabilir. Bu konu hakkında ben sadece burada şunu söylemek istiyorum: “Bu bildiriye yeni bir e-muhtıra şeklinde algılayıp hükümetin oy kazandığını düşünerek sevinen insanları ve bu bildiriye karşı cevap vermek yerine yargıyı hedef alan açıklamalarını sürdüren hükümetimizin davranışlarını sorgulamamız gerekir.” Yargıtay’ın tutumu hakkında ise şunlar söylenebilir. Aylar önce dergimizin sitesinde de belirtmiştim; eğer bir kurumun adının içinde Cumhuriyet ve/veya Milli ibaresi yer alıyorsa, bu kurum Cumhuriyeti korumak zorundadır diye. Bu kanunsal bir dayanaktır. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti. Bu konuda daha fazla da söze gerek yok sanırım.
Politika Dergisi Sayı 4
iletisim@politikadergisi.com
Medyada Tekelleşme Medyadaki tekelleşmenin son hamlesi Kanaltürk satın alınarak yapılmıştır. Tuncay Özkan’ı bu durum sonrası çok suçlayanlar oldu. Đnsanların eleştiri haklarını sonuna kadar savunan biri olarak şunları söylemek istiyorum: “Bugün bu eleştiriyi yapanlar, ‘bu kanalı kapatmak için her şeyi yapıyorlar bu kanalı satın alın’ denilirken neredeydiler?” Politika Dergisi olarak biz de her yere “bize sponsor olun, öğrenciyiz, masrafları karşılayamıyoruz” diye talepte bulunurken biz kaç cevap aldık bunu burada açıklamak istemiyorum; çünkü utanıyorum. Bu sebeple bu konuda Tuncay Özkan’ı eleştiremiyorum; fakat başka konularda eleştirme hakkımı da saklı tutuyorum.
Politika Dergisi Sayı 5, 1 Temmuz 2008’de Çıkıyor.
ile oldu. Dördüncü mülakatımızı Saadet Partisi Kayseri Đl Başkanı Sayın Haşim Özçelik ile yaptık. Kendilerine bize değer verdikleri için, bize zaman ayırdıkları için teşekkürü bir borç biliyoruz. Üzülerek belirtmem gerekir ki, Nihat Genç ile yaptığımız mülakatta teknik sebeplerle bir takım aksilikler yaşadık ve mülakat esnasında kendisinin sınırlı sayıda fotoğrafını alabildik. Bu yaşanan talihsizlik nedeniyse tüm okurlarımızdan ve Sayın Nihat Genç’ten özür diliyoruz. Burada şunun sözünü vereyim. Sayın Nihat Genç ile ilgili projelerimizi bu sayıyla sınırlı tutmak istemiyoruz ve elimizden geleni yapacağız. Okuyucularımızdan gelen mülakat taleplerinin hepsini yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu doğrultuda mülakatlarını okumak istediğiniz siyasi kişilikler varsa, lütfen bize taleplerinizi bildiriniz.
Politika Dergisi okumuş olduğunuz 4. sayısından sonra çıkaracağı 5. sayısı için bir aylık bir ara veriyor. Bu verilen bir aylık ara sonrasında dergimizin yine 15 günlük periyotlarla çıkartılması için çalışacağımızı belirtiyoruz.
Değerli okuyucular, dergimizin yazarları hakkında bazı şeyler söyleyerek yazımı sonlandırmak istiyorum.
Bu bir aylık aranın temel nedeni, sponsor eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bu süreç içerisinde sponsor arayışına koyulacağız. Ayrıca üniversite öğrencisi olmamız nedeniyle sınavlarımıza da ağırlık vereceğiz.
Çok zor şartlar altında hazırladığımız bu sayımıza desteklerini esirgemeyen, vermiş oldukları mücadelelerine, Politika Dergisi’nde yazı yazarak yeni alanlar ekleyen, hiçbir maddi kazanç beklemeden daha doğrusu ülke çıkarlarından başka çıkarları olmayan arkadaşlarıma teşekkür ediyor. Hepsi ile gurur duyduğumu belirtiyorum. Đyi ki varsınız.
Bu sebeplerle, ayrılığımızı telafi etmek adına bu sayımızda bir değil, tam dört adet mülakatı siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Mülakatlar ve Dergi Đçeriği Hakkında Bu sayımızda, çok değerli dört konuğumuz var. Bunlardan ilki Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. www.politikadergisi.com
01.06.2008
Đkinci mülakatımızı ise Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu (DĐSK) Başkanı Sayın Süleyman Çelebi gerçekleştirdik. Üçüncü mülakatımız ise, Türkiye’nin yetiştirdiği önemli yazarlardan Sayın Nihat Genç
Değerli Çalışma Arkadaşlarıma
Son Söz Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödül töreninde ödülünü alırken söylediği gibi “güzel ve yalnız ülkemizin” değerli insanları 1 Temmuz 2008’de görüşmek üzere. editor@politikadergisi.com gokhan.dag@politikadergisi.com
Politika Dergisi Sayı 4
iletisim@politikadergisi.com
01.06.2008
ĐÇĐNDEKĐLER Editörden...
3
Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?— Emrah ÖZDEMĐR
8
Türkiye Tarihi’ne Kısa Bir Tur (2) — Burak ĐNAN
10
P—Müzik: Albüm Seçkileri
11
Politika Dergisi—Süleyman Çelebi Mülakatı
12
SSGSS: Ekim’de Sinemalarda—Ceren Yaldız
24
Nazım Hikmet Ran’a Atfen
25
Vukuat Var! — Burak SIRATAŞ
26
Slogan—Mehmet Mustafa KAKI
27
Ermeni Sorunu Kimin Sorunu? — Bülent BÜYÜK
28
Türkiye’deki Cahillik Kaosu—Taşkın YAYLA
29
Politika Dergisi—Yaşar Nuri Öztürk Mülakatı
30
Habermas ve Đdeoloji Olarak Teknik ve Bilim—Asaf ŞĐMŞEK
38
Đnsanlığın Teminatı ABD—Erdal ALTUN
41
Politika Dergisi—Nihat Genç Mülakatı
43
Türkiye - Rusya Federasyonu—Barış TINAY
49
Misak-ı Đktisadi ya da Atatürk’ün Hayallerine Neler Oldu? — Miraç ÇEVEN
51
P—DVD: Mavi Gözlü Dev
53
Araba—Özgür Pınar IŞIK
54
Medyasal Alana Bir Bakış: “Demokrasi Đçin Anarşizm mi?” — Gökhan DAĞ
56
Politika Dergisi—Haşim Özçelik e-Mülakatı
58
Avrasya Doğalgaz Savaşları ve Türkiye (1) — Bilgin TÜRK
61
P—Müzik: Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan—Ceren YALDIZ
70
PD Okur—Yakın Geçmişimizi Yaşayan Bir Komşu: Gürcistan—Oğuz Sungur
72
PD Okur—Her Alanda Örgütlü Olmanın Önemi—Çağdaş Özkaya
73
P—Kitap: Seçkiler
74
Gençliğe Hitabe — Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
75
Sayfa 8
Politika Dergisi
Hırsızın Hiç mi Suçu Yok? > Emrah ÖZDEMĐR
Çok partili sisteme geçişin ulusal dinamiklerle değil dış baskılarla gerçekleştiği ülkemizde, demokrasi hep yaralı olmuştur; darbe olsa da, olmasa da… Bu sancılı süreçlerde bir de hukuk sınırları zorlanarak, antidemokratik uygulamalara gidilerek omurgasız bir demokrasi oluşturulmaya çalışılırsa işte o zaman hepten yanmışız demektir. Demokrat Parti takipçiliğini sürdürdüğünü söyleyip, parti kapatma ağıtları yakan AKP’liler bilsinler ki DP, CHP’yi -bırakın hukuku, mahkemeyiTBMM kararıyla kapatma girişiminde bulunacak kadar parti kapatmaya karşıydı!
“Menderes iktidarı 28 Nisan’da öğrenciye yönelik ‘vur emri’ vererek büyük bir demokratlık(!) örneği sergiledi.”
‘Komünist’ Köy Enstitüleri ve ‘faşist’ Halkevleri kapatıldı. Nerde kalmıştık? Durmak yok, demokrasiye devam…
Bunlara neden girdim? 27 Mayıs’ı eğer dramatik bir sahne olarak algılamayacaksak, arka planını göreceksek bunların hepsini hesaba katmamız gerekir. Bu yazıyı demokrasi açısından değerlendireceğimden, bu bağlamda Demokrat Parti döneminden (1950-60) örnekler sunmaya çalışacağım: Toprak reformu düşüncesi bloke edilerek, ağalar demokrasisinin yolu açıldı. Zaten Menderes de Aydınlı bir toprak ağasıydı. 1930’larda çiftçiyi topraklandırma girişimleri ve daha sonraki dönemde bu yöndeki girişimler yetersiz olsa da özellikle siyasal nedenlerde yaygın bir toprak reformu sağlanamamıştır. Adnan Menderes hükümeti döneminde Marshall yardımlarının etkisiyle traktörleşme dönemi (Amerikan ihraç fazlası) başlamış ve büyük toprak sahiplerinin gücüne güç katılmıştır. Küçük toprak sahiplerinin ise arkada devlet desteği olmadan traktörleşme gibi maddi güç gerektiren atılımları yapması beklenemezdi. Bu da Menderes Hükümeti’nin feodal demokrasi anlayışını gözler önüne sermektedir. Bilhassa son dönemde basına büyük sansür uygulanmaya başlandı. Rıfat Ilgaz gibi aydınlar hapishanelere düştüler, işkencelerden geçtiler. Başta Ankara ve Đstanbul’daki üniversiteler olmak üzere yükseköğretim kurumlarının ayaklanması ile bu çevrelerde kaos yaşanmaya başladı. Üniversiteler artık demokrasinin bu olmadığını, demokrasilerde Meclis’in mutlak hâkim olmadığı tartışmaya başladı. Menderes boş durur mu, o da kendi tabiriyle “üniversitenin çanına ot tıkamakla” meşguldü. Adnan Menderes iktidarı 28 Nisan’da öğrenciye yönelik ‘vur emri’ vererek büyük bir demokratlık(!) örneği sergiledi. Sonuç mu, Turan Emeksiz adlı öğrenci öldürüldü. Menderes, sırf oy uğruna devrimleri ikiye
bölmüş, mürteci zevatın hortlamasında başrolü oynamıştır. “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirecek güçtesiniz.” gibi söylemlerle halkın dini duygularını siyasi amacı yönünde kullanmıştır. Ayrıca ‘Demokrasi Yıldızımız’ Menderes ‘odunu bile vekil seçtirecek kadar’ demokrattı. Bugün Demokrat Parti takipçiliğini sürdürdüğünü söyleyip, parti kapatma ağıtları yakan AKP’liler bilsinler ki DP, CHP’yi bırakın hukuku, mahkemeyi- TBMM kararıyla kapatma girişiminde bulunacak kadar parti kapatmaya karşıydı! ‘Komünist’ Köy Enstitüleri ve ‘faşist’ Halkevleri kapatıldı. Nerde kalmıştık? Durmak yok, demokrasiye devam… Đsmet Paşa Uşak ziyaretinde, eski karargâhına ziyarette bulunmak istemişken dönemin DP’li valisi (tarafsız mı demeliydik?) buna anlamsız bir biçimde karşı çıktı. Valiye karşı çıkan emniyet amiri ve jandarma komutanı ise anında görevlerinden alındı. Spesifik örneklerle bu sayfaları doldurmak mümkün; ancak ben, Adnan Menderes’in suç dosyasını ortaya çıkarmaktan ziyade; buradan çıkaracağımız derslerle ilgileniyorum. Lafazanlık yaparak olayları başka yere çekmeye gerek yok! Uluslararası konjonktürün zorlamasıyla hazırlıksız bir biçimde çok partili sisteme geçilen Türkiye’de, 1960 Đhtilali (devrimdarbe) bu hukuksal sıkışıklığın son bulması için yapılmıştır. Doğru mudur, bence darbeyi haklı kılacak pek bir neden yok. Ancak bu sıkışmışlığın çözülmesi gerekiyordu. Baraj uygulaması olmadan DP’ye yüzde 48 oyla TBMM’de yüzde 70 oranında sandalye kazandıracak bir sistemin (CHP yüzde 41 oyla yüzde 29 temsil kazanmıştır) bir değişikliğe uğraması şarttı. Ve ne Anayasa Mahkemesi vardı, ne devrimci güçler. Her demokrasinin kendini koruma biçimi vardı ve TSK haricinde herhangi bir organın hükümete baskı yapma şansı yoktu. Öğrenciler dövülüyor, gazeteciler işkence görüyordu. Bir bakıma Dr. Alev Coşkun’un belirttiği gibi; özgürlükçü, demokrat 1961 Anayasası 27 Mayıs’ı aklamıştır. Diğer bir açıdan 27 Mayıs, diğer darbelere de gerekçe oluşturmuştur. Ne yapmamız gerekiyor, hukuku
Sayı 4
Sayfa 9
sonuna kadar savunmak!.. O günkü koşulları o güne göre değerlendirip, demokrasiyi askıya almadan çözümler bulmamız gerekiyor. Mustafa Kemal’in izinden gidenler omuzlarındaki apoletlere değil, devrimciliklerine güvenirler. Paşa’nın Đstiklal Harbi’ndeki tavrı da budur. Sarı devrimcilerin ekonomik baskıları silahla durdurulamaz. Buna ancak halkçı bir cephe ile dur diyebiliriz. Nitekim 27 Mayıs’ın daha ilk bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlılık belirtilmiştir. Çünkü TSK böyle bir baskıya karşı koyulabilecek ekonomik ve siyasal bir dirence sahip değildi. Görüyorum ki bugün hükümette bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi de geçmişte DP’nin düştüğünü hatalara düşüyor. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Paksüt’ün aracı takibe alınıyor, Yargıtay Başsavcısına olmadık tepkiler veriliyor, gazeteciler gecenin köründe apar topar gözaltına alınıyor, iddiaya göre ana muhalefet partisinin genel merkez binası dinleniyor. Bunlar çok vahim olaylardır. Bırakın gerçekliği, bu tarz iddialar bile Batı ülkelerini sarsmaya yeter. Hukuka, yargıya saygılı olunmalı. Hiç kimse yargı, yürütmenin üstünde olsun demiyor; ancak yürütme erkinin de yargı erki ile uyumlu olması gerekir. Hukuk sulandırılarak, birilerine aba altından sopa gösterilerek halkın verdiği yetki kullanılamaz. Bugün birçok kesim artık ‘zinde güçlerin’ yönetime
el koymasını diliyor. Bunun sorumlusu kim? Demokrasiyi tıkayan hükümet değildir de kimdir? Avrupa Birliği’nden gelen her türlü aşağılamaya göz yuman AKP yönetimi, Türk hukukunun eleştirilerine neden tahammül edemiyor? Türkiye’de demokrasi olacaksa AB ile değil; Türk hukukuyla, yargısıyla olacaktır. Her türlü sendikal özgürlüğün önü tıkanıp, sonra demokrasi duacılığı yapmak, akıl işi midir? Geçmişte Adnan Menderes’in yaptığı hataları tekrar ederek, sadece AB ve ABD’den gelen desteklere güvenip; kendine demokrat olunmaması lazım. Bu hata tekrar edilmesin. Bu ülkede herkesin bir oy hakkı var; ama bugüne kadar ilmin, düşüncenin, bilimin içinde olanların da söyleyecekleri bir şeyler olması ve bunlara tahammül edilmesi gerekiyor. Darbeyi hiç kimse istemez; adamakıllı bir demokrasimiz olduğu müddetçe. Darbelere karşı olduğunu söyleyen cepheye söyleyeceğim son söz de; bir başbakanın asılması fena ama hırsızın hiç mi suçu yok?
emrah.ozdemir@politikadergisi.com
Bir başbakanın asılması fena ama hırsızın hiç mi suçu yok?
“Avrupa Birliği’nden gelen her türlü aşağılamaya göz yuman AKP yönetimi, Türk hukukunun eleştirilerine neden tahammül edemiyor?”
Bu Alana Reklam Verebilirsiniz.
ı n a l A m a l k e R İRTİBAT
iletisim@politikadergisi.com
Sayfa 10
Politika Dergisi
Türkiye Tarihi’ne Kısa Bir Tur—2 “Saadet Partisi” adı altında girecektir. > Burak ĐNAN
Efendim, kaldığımız yerden devam edelim; geçen sayımızda Türkiye tarihinde geziyorken, 28 Şubat sonrası süreçte kalmıştık. SP’deki “yenilikçi” kanat ise partiden ayrılacak ve 3 Kasım 2002 seçimlerine, aralarında eski DYPAN AP -M HP ’ l i l er d en oluşan isimleri de alarak, “Adalet ve Kalkınma Partisi” adı altında girecektir.
28 Şubat ile beraber; kapatılan Refah Partisi, yasaklanan siyasiler, eğitim üzerinde alınan tedbirleri yaşadık. 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı ile, “karşı devrimin arka bahçeleri” olarak anılan “Đmam Hatip” liselerindeki sürece el konulmuştu. Bu durum, karşı devrim cephesinde kısa bir şok etkisi yaratmıştı. Gitgide pervasızlaşan “Siyasal Đslamcılar” Sincan’da tankların yürümesiyle, seslerini kesmişti. Bir sonraki seçimlerde işbaşına gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonunu zor günler beklemektedir. Ekonomi giderek bozulmakta; Türkiye giderek sonu belirsiz bir sürece doğru sürüklenmektedir.
“Tayyip Bey, CHP’nin de destek verdiği yeni bir değişiklikle, milletvekili seçilme hakkı kazanır.”
Bu kargaşa içinde, eşine dünyada az rastlanır bir darbe gerçekleştirilmiştir: Medya Darbesi
2001 krizi ile toplum ve ekonomi altüst olmuştur. Kepenkler kapatılmakta, insanlar işlerini kaybetmekte, fiyatlar yükselmektedir. Dönemin başbakanı Ecevit’in önüne yazar kasalar atılmaktadır. Bu noktada “kurtarıcı” sıfatı ile gelen ve halen etkileri süren bir isimden bahsetmekte fayda var: Kemal Derviş Derviş’in gelmesiyle uygulanmaya başlanan programla; katı mali disiplinin, kamunun küçülmesinin, yüksek faiz ve düşük kur politikası ile sıcak paranın girişinin sağlanabileceği öngörülmekteydi. Dünya Bankası’ndan gelen Derviş, bir başka uluslararası “sömürü kuruluşu” olan IMF’nin programlarını Türkiye’ye dayatmıştı. Bu kargaşa içinde, halk fakirleşmekte ve bir çıkış kapısı aramaktadır. Bu noktada, eşine dünyada az rastlanır bir darbe gerçekleştirilmiştir: Medya Darbesi. Medya kartelleri, artık kimlerin desteği var orasını herkes kendince düşünsün, Ecevit hükümeti üzerine saldırmaktadır. Ecevit’in sağlık problemleri dahi “malzeme” olarak kullanılmaya başlanmıştır. Derviş’in politikalarının yarattığı olumsuz hava gerektiğince kullanılmış, bir diğer yanda ise kapatılan Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Partisi’nin “yenilikçi kanadı”ndan ısrarla bahsedilmiştir; ancak FP de kapatılacak, seçimlere
Derviş, Đsmail Cem, Hüsamettin Özkan üçlüsü ise yeni bir parti arayışına girmişlerdir bile; ancak Derviş son dakika golünü atacak ve CHP listelerinden aday olacaktır. SP’deki “yenilikçi” kanat ise partiden ayrılacak ve 3 Kasım 2002 seçimlerine, aralarında eski DYP-ANAP-MHP’lilerden oluşan isimleri de alarak, “Adalet ve Kalkınma Partisi” adı altında girecektir. Partinin genel başkanı olan R.Tayyip Erdoğan, siyasi yasaklıdır. Büyük bir basın propagandası ile seçimlere yaklaşılmaktadır. Erdoğan, kürsüde değiştiğini ve ilerlediğini söylemektedir. Dokunulmazlıkların kaldırılacağı üzerine sözler verilmektedir. Ve nihayet seçimler olur. AKP, aldığı %34 oy ile tek başına iktidar olur. Karşı devrim süreci, kaldığı yerden devam etmektedir. Bu sefer; hiç olmadığı kadar güçlü, hiç olmadığı kadar etkin ilerlemektedir. Tayyip Bey, CHP’nin de destek verdiği yeni bir değişiklikle, milletvekili seçilme hakkı kazanır. Siirt’te “yeniden yapılan” seçimlerde aday olur ve milletvekili seçilir. Bundan sonra, Başbakanlık görevini de kendi alır, eski Başbakan Abdullah Gül, artık Dışişleri Bakanı’dır. AKP hükümeti, esasen Derviş politikalarının devamını sağlamıştır; fakat dünyada da bir genişleme mevcuttur. Likidite bolluğu ve piyasaların genişlemesi ile “sıcak para” üzerine kurulan sistem, işler hale gelmiştir. Bu esnada satılan KĐT’ler, bambaşka bir yazının konusudur. Halkın değerleri, birçoğu yabancıya olmak üzere, bir bir satılmıştır. Đrticai faaliyetler, olanca hızı ile sürmektedir. 20 yıldan fazladır süregelen PKK terörü, terörist başı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra güç kaybetmiştir. Irak işgali, tam da bu sıralarda olmuştur. ABD Irak’ı işgal etmiş, Saddam devrilmiştir ve kaos içinde bölünmeye doğru giden bir Irak yanı başımızda durmaktadır. Terör, bu işgalin de payı ile giderek yeniden zemin kazandı, AB yolunda geçirilen “uyum yasaları” buna gerekli ortamı da ha-
Sayı 4
Sayfa 11
zırlamaktaydı. AKP yönetimi; bir yandan AB sürecine aktif katılıyor gözüküyor, bir yandan da laiklik ve rejim karşıtı uygulamalarda bulunmaktan hiç çekinmiyordu. Medya, iktidar yanlısı yayınlar yapıyor; iktidar muhalifleri sansürleniyor ve baskı görüyordu. Medya üzerinde kirli oyunlar dönmeye başlamıştı.
Koca bir tarihi üç beş satıra elbette sığdıramayız. Đki sayıdır, naçizane hatırlatmalar yapıyoruz. Bunun sebebi, ilerdeki “yazılarımıza” zemin oluşturmaktır. Geçmişte yaşananlara, en azından şöyle bir göz atmadan, gelecek ile ilgili tahliller ve yorumlar yapmak doğru olmayacaktır. Karşı devrim sürecini, bütün bileşenlerini ve nihayetinde emperyalizm ile bağını ortaya koymak için böyle “gezintilerin” uygun olacağını düşündüm. Gelecek sayımızda görüşmek üzere.
Yerel seçimlerden de güçlenerek çıkan AKP hükümeti, halkı “sadaka ekonomisine” razı eder kıvama getirmek amacında idi. Oysaki kendileri hakkında yolsuzluk iddiaları ve davaları sürekli birikmekteydi.
Aydınlık Yarınlar.
Yerel seçimlerden de güçlenerek çıkan AKP hükümeti, halkı “sadaka ekonomisine” razı eder kıvama getirmek amacında idi.
burak.inan@politikadergisi.com
2007 Seçimleri’ne gelen süreç, seçimin tahlili ve sonuçları ve gündemimiz; gelecek sayıda ele alacağımız konular.
P—Müzik: Albüm Seçkileri
“Sanatsız Fazıl Say “Nazım”
Cem Karaca “Yoksulluk Kader Olamaz”
Farid Farjad “Anroozha 1”
kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” (M. Kemal ATATÜRK)
Pink Floyd “The Dark Side Of The Moon”
Fikret Kızılok “Mustafa Kemal — Devrimcinin Güncesi”
Megadeth “Peace Sells... But Who's Buying!”
Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com
Sayfa 12
Politika Dergisi
Politika Dergisi—Süleyman Çelebi Mülakatı > Röportajı Yapan: Gökhan DAĞ Fotoğraflar: Volkan AKTÜRK
Süleyman Çelebi Kimdir?
DĐSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin CHP ve SHP deneyimleri de var.
Süleyman ÇELEBĐ’nin yaşamının birçok siyasi ve sosyal mücadele ile geçtiğini söyleyebiliriz.
Süleyman Çelebi’nin hayatı Türkiye Sendikal Hareketi açısından pek çok ilk’e sahip.
1953 Ordu Perşembe’de doğdu. Đlk ve orta öğrenimimi Perşembe’de yaptı. 1967 yılında Dinarsu Fabrikasında çalışma hayatına atıldı. 1973 yılına kadar adı geçen işyerinde çalıştı. 1971yılında Tekstil Đşçileri Sendikası Eyüp Şube Sekreterliğine, 1972 yılında Eyüp Şube Başkanlığı’na ve 1975 yılında Tekstil Đşçileri Sendikası Genel Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi ve bu görevleri amatörce yürüttü. 1976 yılında Özer Kömek’in yürütme kurulundan istifası sonucu genel yönetim kurulunca yürütme kurulu üyeliğine seçildi. 1978 yılında yapılan Tekstil Đşçileri Sendikası Marmara Bölge Temsilciliği ve Bursa Şube Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1978 yılında yapılan Tekstil Đşçileri Sendikası Genel Kurulu’nda yürütme kurulu üyeliğine seçildi. Sonrasında Örgütlenme Dairesi Başkanlığı ve Genel Başkan vekilliği görevlerini üstlendi. 1980 yılında yapılan DĐSK 7. Olağan Genel Kurulunda DĐSK Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi ve örgütlenme daire başkanlığı görevine getirildi. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra DĐSK davası nedeniyle 4 yıl tutuklu kaldı. Hakkında açılmış bulunan davaların beraatla sonuçlanmasından sonra, DĐSK ve bağlı sendikaların yeniden faaliyete geçmesi sonrasında DĐSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar’ın istifası nedeniyle 13 Ağustos 1991’de DĐSK Yönetim Kurulu kararı ile DĐSK Genel Sekreterliğine seçildi. Bu görevi, 1992 yılında yapılan DĐSK 8. Olağan Genel Kurulu’nda yeniden aynı göreve seçilmiş olması nedeniyle 1994 yılına değin sürdürdü. Bu dönemde DĐSK’in üyesi olduğu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)’un Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu. Yine bu dönemde çeşitli tarihlerde yapılan Genel Kurullarda, Tekstil Đşçileri Sendikası Genel Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi, Genel Başkan vekilliği görevini yürüttü ve son olarak, Tekstil Đşçileri Sendikası’nın 3031 Mayıs - 1 Haziran 1997 tarihlerinde yapılan 8. Olağan Genel Kurulunda Genel
Sekreterliğe seçildi. 1997 tarihinde yapılan Avrupa Tekstil Giyim ve Deri Đşçileri Federasyonu (ETUF-TCL)’nin Genel Kurulunda Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Mesleki faaliyetlerinin yanı sıra 1971 yılında CHP’ye üye oldu. Aynı yıl CHP Gençlik Kolları Yönetim Kurulu ve Đşçi Komitesi Genel Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. 1974 yılında CHP Genel Merkez Đşçi Komitesi Genel Yönetim Kurulu üyeliğine, 1977 yılında kurultay delegeliğine seçildi. 1991 yılında SHP Parti Meclisi üyeliğine seçildi. 29.03.1998 tarihinde yapılan CHP Đl Kongresi’nde ise Kurultay Delegeliğine seçildi. 1999 yılının Haziran ayında yapılan CHP’nin Kurultayında Parti Meclisi üyeliğine seçildi. Tekstil Đşçileri Sendikası’nın 1213 Aralık 1998 tarihlerinde yapılan Olağanüstü Genel Kurulunda yeniden genel sekreterliğe seçildi. Tekstil Genel Başkanı Rıdvan Budak’ın 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan milletvekilleri seçimlerinde, milletvekili seçilmesi üzerine Genel Yönetim Kurulu tarafından yapılan seçim sonrasındaki görev dağılımında Genel Başkanlığa seçildi. 22-23 Nisan 2000 tarihinde yapılan Tekstil Đşçileri Sendikası’nın 9. Olağan Genel Kurulunda Genel Başkanlığa seçildi. Tekstil Đşçileri Sendikası’nın 6- 7 Aralık 2003 tarihlerinde yapılan 10. Olağan Genel Kurulunda tekrar Genel Başkanlığa seçildi. 8-9 Eylül 2007 tarihinde yapılan Tekstil Đşçileri Sendikası Genel Kurulunda Genel Başkanlığa aday olmadığından Genel Başkanlık görevii sonlandırdı. 28-30 Temmuz 2000 tarihinde DĐSK 11. Genel Kurulunda DĐSK Genel Başkanlığına seçildi. Aynı tarihten buyana Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) Yönetim Kurulu Üyeliği görevini sürdürdü. DĐSK’in, 04 - 06 2004 tarihlerinde yapılan 12. Genel Kurulunda ve 15-17 Şubat 2008 tarihinde yapılan 13. Genel Kurulunda tekrar Genel Başkanlığa seçildi. Evli ve iki kız çocuk babasıdır.
Politika Mülakatı
Dergisi—Süleyman
ÇELEBĐ
Gökhan DAĞ (G.D): Öncelikle sizden başlayalım isterseniz. Kariyer gelişiminizden bahseder misiniz? Hangi süreçlerden sonra Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu (DĐSK)’na geldiniz ve neden DĐSK? Süleyman ÇELEBĐ: Birincisi; ben 11 kişilik bir ailenin sondan ikincisiyim; ama ilk doğan 5 kardeşim vefat etmiş. Ben 1952, Ordu Perşembe doğumluyum ve orada
Sayı 4
ilkokulu bitirip ortaokula başladığımda, 1966 yılında 14 yaşımdayken gelip, Đstanbul’a yerleştik. Ortaokulu sonradan tamamlayabildim; çünkü 14 yaşında Dinarsu Fabrikası’nda çalışmaya başladım. Dinarsu Fabrikası Eyüp’te kurulmuştu. Daha önce iplik ve dokuma üzerine çalışan bu fabrika daha sonra halı üzerine çalışmaya başladı; ben de bu dönemde iplik ve dokumacılık üzerine masuracılık yaparak çalışma yaşamına başladım. Dinarsu’da daha küçük sayılabilecek bir yaşta iken, çalışma yaşamında bir sendikal yapı ile karşılaştık. O zaman Türk-Đş’e bağlı Türkiye Tekstil Örme ve Giyim Sanayi Đşçileri Sendikası (TEKSĐF) bizim işyerimizde örgütlüydü. Bağımsız bir tekstil işçileri sendikası vardı; henüz (1966 yılında) DĐSK kurulmamıştı. Aradan 1–2 yıl geçtikten sonra TEKSĐF’in işyerindeki uygulamaları ve kişilere bakışında ciddi anlamda bir sarı sendika olarak tanımladığımız; daha çok patron ve sermayeden yana uygulamalar vardı ve biz o politikaların karşında ağabeylerimizin de içinde yer aldığı bir çalışma başlattık ve başka bir sendika tercihinde bulunduk. O zaman Bağımsız Tekstil Đşçileri Sendikası diye bir sendika kurulmuştu ve biz de 1968 yılında o sendikanın üyesi olduk. Benim sendikacılık serüvenim bu şekilde başladı. Örgütlendik, işçilerin büyük bir bölümü (yüzde 90) bu sendikanın üyesi oldu. Burada faaliyetlerimizi ve mücadelelerimizi sürdürdük. Sonrasında, 18 yaşında Türkiye’de belki bir ilke imza atarak, Tekstil Đşçileri Sendikası’nın Eyüp’te yeni açılan şubesine şube sekreteri oldum. 19 yaşında da şube başkanı oldum. Bu kadar genç yaşta bunları başarmam, belki de Türkiye sendikal hareketinde bir ilk. Gençliğe imkân veriliyorsa, sendika içi demokrasi varsa, mücadele hattında da gençler buna inanıyorsa tabii ki bir yerlere gelebiliyorsunuz. Daha sonra askerlik görevini yerine getirmeye gittim. Bunu burada ilk kez açıklayacağım: Askerlikten dönüşte 22 yaşındaydım ve döner dönmez sendikamızda kongre başladı. Ben bu kongrede yedek il yönetim kurulu üyesiydim. O zamanlar, sendikalara şimdiki kadar müdahale olmadığı için üye sayısında bir sınırlama yoktu. Eskiden bizde yirmi tane genel yönetim kurulu üyesi, beş tane de yürütme kurulu üyesi vardı. Yürütme kurulu, yönetim kurulunda amatör olarak çalışan bir kuruldu. Haftada veya 15 günde bir toplanılan; mesai saati sonrası 18.00’de başlayan bu toplantılar gece 11-12’lere kadar devam ediyordu. Ben böyle bir kurulda görev almıştım. Ben askerden döndüğümde birinci yedeklerden biriydim ve bir arkadaşımız bu sırada yönetim kurulundan istifa etti; bunun üzerine ben, onun yerine
Sayfa 13
yönetim kuruluna girdim. 1975 yılında Tekstil Đşçileri Sendikası’nın genel kurulu yapıldı ve ben bu sendikanın genel yönetim kuruluna seçildim. 1975 yılından itibaren sendikada ikinci organizatör olarak göreve başladım. Yani 1975 yılına kadar şube başkanlığını, şube sekreterliğini hiçbir profesyonel deneyimim olmadan amatörce yürüttüm. Yani fabrikada çalışırken şube başkanıydım ve/veya fabrikada çalışırken şube sekreteriydim. Kısacası bu görevlerimin profesyonel bir yanı yoktu. Bu görevlerimizde maaş almıyor, tam tersine cebimizden katkılar yaparak sendikal mücadelenin içinde bulunuyorduk. 1975 yılındaki bu genel kuruldan sonra yönetim kuruluna seçildim ve örgütlenme dairesinde organizatör müfettiş olarak göreve başladım. Ben hemen akabinde Bursa’ya geldim ve Bursa’da Marmara Bölge Temsilcisi olarak göreve başladım. Bursa, ciddi anlamda tekstil sektörü yoğun bir yerdi ve biz o zamanki isimleriyle halen devam eden SĐFAŞ, ĐPSAN, HALIFLEKS gibi fabrikaları örgütledik. Yaklaşık bir buçuk yıl içerisinde, ben orada Marmara Bölge Temsilcisi iken, yaklaşık 6.000 kişilik bir örgütlenmeyi yakaladık. 6.000 aktif üyemiz oldu. Sonra orada bir şube oluşturduk ve görevi yerel örgütlenmeye devrettik. Yerel örgütlenme, şube başkanını kendisi seçti. Ali Aykut diye bir arkadaşımız şube başkanı olurken, Günay Korayman diye bir arkadaşımızı da şube sekteri yaptık. Bursa’daki işlerimizi tamamladıktan sonra Đstanbul’a geldik. Đstanbul’a geldikten sonra ise Tekstil Sendikası’nın Örgütlenme Daire Başkanlığı’na seçildim. Beş kişiden oluştuğunu söylediğim yürütme kurulundaki mali sayman istifa etti, onun yerine ben o göreve aday gösterildim ve oy birliği ile seçildim. Böylece Tekstil Sendikası’nın Örgütlenme Daire Başkanı oldum. Bu görevle ayrıca Genel Başkan Vekilliğine de atandım. Kısaca şöyle ifade edeyim; tekstilde de çok başarılı bir süreç geçirdik. Ben Örgütlenme Dairesi Başkanı olduğumda 16.000 üyeli bir sendikaydık. 1980 Askeri Darbesi’ne kadar Tekstil Sendikası’nı 77.000 aktif üyesi ile Türkiye’nin en büyük sendikalarından biri haline getirdik. Müthiş bir örgütlenme ile 1980 darbesine geldiğimizde Tekstil Sendikası’nın üye sayısı buydu ve ben de genel başkan vekili ve Örgütlenme Daire Başkanıydım; birinci yanı bu. Đkinci yanı ise; DĐSK’in içinde yine ben DĐSK’in en genç yöneticisiydim. DĐSK içerisinde de Örgütlenme Dairesi Başkanlığı yaptım. DĐSK’te de 7 kişilik bir yürütme kurulu vardı, 1980 askeri darbesinden önce 22 Haziran’da kongre oldu ve ben 7 kişilik kurulda Örgütlenme Daire Başkanı olarak görev aldım. Sonrasında ise askeri darbe oldu. (Sonra
Süleyman ÇELEBĐ’nin hayatı, genç yaştaki başarılarıyla gençlere örnek olarak gösterilmelidir.
Süleyman ÇELEBĐ: “Ben (tekstil sendikamızın) Örgütlenme Dairesi Başkanı olduğumda 16.000 üyeli bir sendikaydık. 1980 askeri darbesine kadar Tekstil Sendikası’nı 77.000 aktif üyesi ile Türkiye’nin en büyük sendikalarından biri haline getirdik.”
Sayfa 14
Süleyman ÇELEBĐ: “(DĐSK) diğer sendikalar gibi “gelene ağam, gidene paşam” diyen bir örgüt değil.”
Süleyman ÇELEBĐ: “DĐSK Türkiye’de
Politika Dergisi
Süleyman Çelebi oturduğu yerden ayağa kalkarak askeri darbe sürecinde yargılandığı duruşmanın fotoğraflarını göstererek) Bu da Türkiye tarihinde bir ilktir. 12 Eylül sürecinde yargılandığımız bu davada, fotoğraftaki en genç vatandaş benim (Bilgi: Fotoğraf bu sayfanın altındadır). O zaman DĐSK'in Örgütlenme Daire Başkanıydım. Bu dava sonrasında Vurguncular Hapishanesi’nde 4 yıl tutuklu kaldım. Ayrıca siyasi geçmişim de var: SHP’de ve CHP’de Parti Meclisi üyeliği yaptım. Avrupa sendikal hareketinde ETUC’un yönetim kurulunda bulunarak görev aldım. [Burada röportajı daha fazla uzatmamak için özgeçmiş bölümünü kısa tutuyoruz. Sayın Süleyman Çelebi’nin yazımızın başında belirtilen özgeçmişinde özet bilgileri bulabilirsiniz.]
dönüştürülmesinin
“Neden DĐSK?” sorusuna ise şu şekilde cevap verebilirim: Biz, Bağımsız Tekstil Đşçileri Sendikası olarak 1975 yılındaki Genel Kurulumuzda DĐSK’e katılma kararı verdik. Bağımsız Tekstil Đşçileri 1975 yılında DĐSK’e katılana kadar bağımsız sendikal yaşamına devam etti; ama bu arada Tekstil Sendikası bağımsız olmasına rağmen DĐSK’in bütün mücadelesinde yer aldı. Yani 15–16 Haziran mücadelesinde de, diğer eylemlerde de DĐSK ile paralel bir konum izledi. Hatta DĐSK’in isim babası, o zaman ki Tekstil Đşçileri Sendikası’nın Genel Başkanı Rıza Güven’dir. Sonraları Rıza Güven ile DĐSK arasında bir anlaşmazlık çıkıyor, Rıza Güven’in ismi kurucularda geçmiyor; fakat isim babasının Rıza Güven olduğu bize belirtiliyor. DĐSK oradan doğuyor.
nedeni de budur.”
“Neden DĐSK?” sorusuna DĐSK’in Kuruluş
mağdurun sesi. DĐSK Türkiye’de yaşanan olumsuzluklara karşı demokrasi mücadelesinde yer alan bir örgüt. 12 Eylül Darbesi’nde DĐSK’in boy hedefi haline
Bildirgesi’ne bakarak cevap verebiliriz. DĐSK devletten, sermayeden ve siyasi partilerden bağımsız bir sendikadır. Yani; diğer konfederasyonlar gibi partiler üstü politikalar izleyen bir sendika değil. Siyasal tercihini demokrasiden yana, soldan yana, emekten yana yapan bir örgüt. Sonuç itibariyle; emeğin haklarını savunan bir örgüt. Türkiye işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde hangi kazanımlar varsa, hangi ileri haklar varsa; bunun mücadelesini verdiği için DĐSK. Hangi kazanımlar, yeni kazanımlar olmuşsa, bunun içinde sosyal haklardan ekonomik haklara kadar bütün hakların mücadelesinde DĐSK’in imzası olduğu için DĐSK. Diğer sendikalar gibi “gelene ağam, gidene paşam” diyen bir örgüt değil. Siyasal tercihini de demokrasiden yana, emekten yana, soldan yana, sosyal demokrasiden yana çok net ortaya koyan bir kitle örgütü. Kitle örgütü olmasından dolayı da içerisinde birçok farklı siyasal görüşü barındıran bir yapıya sahip. Bu nedenle DĐSK’in 1967 bildirgesi iyi okunmalıdır. Gençlik bu bildiriyi çok iyi okuyup, konfederasyonumuz içinde neden devrim kelimesini kullandığımızı anlamalıdır. Gençlik bu konuları ne yazık ki tam bilmiyor. Mesela bildirgemizde “çalışmada devrim” diye bir başlık var. Bizim çalışmada devrime nasıl baktığımızı bu bildiriyi okuduğunuzda çok iyi anlayacaksınız, “sağlıkta devrim” derken ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaksınız. Daha açık bir ifadeyle; DĐSK 1961 Anayasa’nın getirdiği hak ve özgürlerin en geniş manada kullanımını sağlamıştır. DĐSK bu anlamda yalnız işçilerin demokratik ve ekonomik mücadelesini vermemiş, toplumun bütün meselelerine karşı duyarlı olmuş bir örgüttür. Yani şöyle izah edersem daha iyi olur: Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne (DGM) karşı da mücadele etmiş, bedel ödemiş bir örgüttür. 80 öncesi Süleyman Demirel tarafından çıkarılmak istenen DGM’lere tabi mahkemelik kurul oluşturulması hakkındaki yasaya karşı da mücadele vermiştir. Nitekim Anaysa Mahkemesi bu yasayı geri çevirmiştir. DĐSK 20 Mart Faşizmine, üniversite önünde gençlerin öldürülmesine karşı da tavır koyan bir örgüt, Antalya’daki pamuk üreticisi konusunda da miting yapan bir örgüt, Ordu’da fındık üretici hakları için de miting yapan bir örgüt, Trakya’da ayçiçeği için de, Đzmir’de üzüm üreticileri için de miting yapan bir örgüt. Kısacası şunu söyleyeyim: “DĐSK Türkiye’de mağdurun sesi. DĐSK Türkiye’de yaşanan olumsuzluklara karşı demokrasi mücadelesinde yer alan bir örgüt. 12 Eylül Darbesi’nde DĐSK’in boy hedefi haline dönüştürülmesinin nedeni de budur.”
Sayı 4
Sayfa 15
G.D: Gençlerin devrim konusunda pek bilgili olmadığını söylediniz. Gençlerimizin pek bilgili olmadığı bir konu daha var; bu konu da sendikalar. Sendikalar, Türkiye’de inişli çıkışlı bir grafiğe sahip. Đlk kez kanunu 1947 yılında çıkarılmış, daha sonra 1961’de grev hakkı sınırlı da olsa verilmiş. Sonrasında Kavel işçi eylemleri var. Kısacası inişli-çıkışlı bu sendikal yapılanma gençlerimize nasıl anlatılabilir? Süleyman ÇELEBĐ: Bu sorunun cevabı aslında bir kitap olabilecek kadar uzun. Siz de bu konuda oldukça güzel bir analiz yaptınız. Bu yaptığınız analizin içinde aslında bu sorunun cevabı da yatıyor. 1961 Anayasa’nın tanımladığı hak ve özgürlüklerin kullanımında sendikal hareket kendi iç dinamiğinde yapabileceği mücadelenin hepsini yapmıştır. Şöyle bir yaklaşım vardır: “Bülent Ecevit döneminde 274 – 275 sayılı yasa çıkmıştır”. Bu doğrudur, bu yasanın büyük bir katkısı vardır ve bunu inkâr edemeyiz; ama bunun bir de mücadelesi vardır. Yani Kavel Direnişi vardır. Kavel Direnişi’ni ortaya koymadan bu yasanın çıkması mümkün değildi. Yani direnişlerde, Saraçhane Mitingi’nden tutun, bütün işçi sınıfı mücadelelerinde bedeller ödenmiştir. Bu bedellerin içinde yaşamlar da vardır. 15 -16 Haziran’larda, 1 Mayıs’larda yaşamlar gitmiştir. Talebin yukarıdan gelmiş olduğu yanlış. Düzenlemeler yukarıdan gelmiştir ama bu gönülleri istediği için değil, bizim mücadelelerimiz onları etkilediği içindir. Bütün bu mücadelelerin ürünü olarak bu haklar üretilmiştir. Bütün bu mücadelelerin içinde DĐSK ile beraber bu sürecin içinde yer alan bütün demokratik kitle örgütlerinin, siyasi partilerin, emekten yana olanların katkıları vardır. 12 Eylül öncesi dönemde gençlik, sendikal hareket açısından, mücadeleler açısından daha etkindi. Bazen farklı konumlarda da gençler kendilerini düşünüyorlardı ama sonraları gençler bu işteki öncülüğün sendikal hareket ve işçi sınıfında olması gerektiği konusunda hemfikir oldu. Kabul etmek gerekir ki 12 Eylül öncesi gençlik ile 12 Eylül sonrası gençlik arasında bu depolitizasyon sürecinde ciddi bir yozlaşma evresi vardır. Sendikaların da burada eksiği var. 12 Eylül sonrası, 12 Eylül hukuku diye bir hukuk oluştu ve gençlerimiz ile sendikalar arasında bir kopukluk oluştu. 12 Eylül hukuku, düzenlemeleri ile birçok
engellemeler yaptı ve bu düzenlemeler halen yürürlükte. Biz bu yasakların değiştirilmesi için uğraşıyoruz. Bu yasalar dünyanın hiçbir yerinde yok. Bu kanunlar 12 Eylül öncesi yürürlüğe konulan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Grev ve Toplu Sözleşme Kanunu. Bu kanunlar bir intikam duygusu içinde yapılan kanunlar ve aradan bu kadar yıl geçmesine rağmen hala değişmeyen kanunlar. Bu kanunlarla birlikte anayasada da birçok engellemeler vardı. Örneğin dünyanın hiçbir yerinde olmayan şöyle bir düzenleme var: “Türkiye’de yalnız işçiler, sendikaya üye olurken notere gitmek zorundalar.” Yani direkt sendikaya gelip üye olma hakkına sahip değiller. Notere gidip, üyelik belgesinin altına imza atıp, 25 YTL ödeyecekler. Bir sendikadan istifa edip başka bir sendikaya üye olacaklarsa bu sefer 85 YTL ödeyecekler. Ayrıca bu işçiler elini kolunu sallayıp notere gidemezler. Noterlerin çalışma süreleri 09.00 – 17.00 arasıdır. Đşçi bu sürelerde çalıştığı için bir mazeret izni alıyor, tabii sendikaya üye olmaya gidiyorum diye değil; ya ailesinden birisini hasta ediyor, ya öldürüyor ya da buna benzer yalanlar uydurarak mazeret izinleri alıp, notere gidiyorlar. Bu birinci engel. Đkinci engelse şu: “Bizdeki sendikacılık anlayışında baraj sistemi var. Yani ilk önce Türkiye’de nasıl şoför olabilmek için ehliyet alman zorunluluksa, sendika olabilmek için de iş kolunda çalışan işçilerin ilk önce yüzde 10’nunu noterden geçirmek zorundasınız. Yani tekstil iş kolunu ele alırsak; tekstil iş kolunda gayri resmi sayı olan 2,5 milyon işçiyi değil de resmi rakam olan 700.000
S. ÇELEBĐ: “12 Eylül sonrası, 12 Eylül hukuku diye bir hukuk oluştu ve gençlerimiz ile sendikalar arasında bir kopukluk oluştu. 12 Eylül hukuku, düzenlemeleri ile birçok engellemeler yaptı ve bu düzenlemeler halen yürürlükte.”
Sayfa 16
Süleyman ÇELEBĐ: “Size umut bağlayıp, daha iyi sosyal haklar veya haklarının iyileştirilmesi için müracaat eden işçiler, sendikaya üye oldukları için 3 yıl, 5 yıl veya 7 yıl süren dava süreçlerinde hakikaten cezalandırılıyorlar.”
Politika Dergisi
işçiden 70.000 kişiyi ilk önce noterden üye yapacaksınız. Bu insanları üye yapmak için de büyük bir sermayeye sahip olacaksınız. Sermayenin dışında bu kadar da emekçi bulacaksınız. Barajı aştığınızda bu yüzde 10’luk dilimi aşıyorsunuz. Bu sorunları çözmeye yetmiyor. Şimdi ehliyeti aldık; ama şimdi de bize araba lazım. Ehliyetimiz var, arabamız yok. Bu sefer toplu sözleşme yapabilmek için işyerinde çalışan işçilerin yüzde 50 + birini üye yapmak zorundasınız. Yani 1.000 kişi çalışan bir iş yerinde 501 kişiyi sendikanıza üye yapmalısınız ki o işyeri için bakanlıktan yetki tespiti denilen belgeyi alabilesiniz. Yani yetki alamıyorsunuz da, yetkinin tespitini alabiliyorsunuz. Bu tespit için bakanlık çoğunluk usulüne bakarak veriyor. Bakanlık, çoğunluk sendikası iseniz size toplu sözleşme için ‘evet’ veriyor. Ondan sonrasında işverenler adına başka mekanizmalar tarafından itiraz süreci başlıyor. Ondan sonra mahkemeye gidiyorsunuz. Bu bazen 7 yıl kadar süren dava noktasına geliyor. Şimdi size umut bağlayıp, daha iyi sosyal haklar veya haklarının iyileştirilmesi için müracaat eden işçiler, sendikaya üye oldukları için 3 yıl, 5yıl veya 7 yıl süren dava süreçlerinde hakikaten cezalandırılıyor. Bir işçi sendikaya niye girer? Standartları daha da iyileşsin diye; ama tam tersi oluyor. Đşveren diyor ki “sen sendikaya girdin ve hukuki süreç ne ise ona katlanacaksın. Zam almayacaksın, sosyal haklarında bir iyileştirme olmayacak.” Tüm bunlar işçilerin, sendikalardan soğutulması için yapılan düzenlemelere işaret ediyor. Üçüncü bir baraj daha var; işyeri Türkiye çapında eğer bir tekel işletme ise (Türkiye Elektrik Kurumu gibi) bu işletmeler için Türkiye genelinde bu firmada çalışan işçilerin
çoğunluğunu üye yapmanız gerekiyor. Bu üçlü bir baraj sistemidir. Bu; ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) sözleşmelerine, Avrupa Sosyal Şartı’na aykırı bir düzenleme. Türkiye’ye bu anlamda bakıldığında, burada örgütlenme özgürlüğünün yok denebilecek kadar az olduğunu görüyoruz. Böyle olunca, bir yandan bu mücadeleye eğilirken, bir yandan da gençlerin bu süreç içinde daha etkin olmasını sağlayamadık. Gençler de bu konuda ne yazık ki aynı duyarlılığı gösteriyor diyemeyiz; ama bizim de bu konuda eksikliğimiz var ve bunu kabul ediyoruz. Sadece gençliği suçlamıyoruz. Aslında bizim yarının işçisine ulaşmamız gerekiyor. Bu konuda zaman zaman etkinlikler, buluşmalar yapıyoruz. Genç-Sen diye bir sendikamız var. Bu sendika, kendi içinde bir örgütlenmeye sahip. DĐSK’in fiili üyesi olmasalar da DĐSK’in destek verdiği bir örgütlenme bu. Gençlerin henüz öğrenciyken, gelecekle ilgili sorunlarının, öğrenci statüsünde yaşadığı sorunların çözümü için projeler ürettiği bu yapıya destek veriyoruz. Gençlik ile buluşmaya ihtiyacımız var. Ayrıca gençlerimiz için birçok panel ve konferans düzenliyoruz. Mesela DĐSK’e üye olan bazı sendikalar “Dünya Gençleri Buluşuyor” adlı bir sempozyum düzenleniyorlar. Kısacası Türkiye sendikal hareketinin en büyük eksiklerinden bir tanesi gençlere ulaşamamak; ama bu konuda yasalara sığınıyor değiliz. Yasalar gençlere yönelimi engelliyor değil, yasalar sendikacılığa, örgütlenme sürecine kısıntı yaptığı için, bu konularla uğraşmaktan gençlere yeteri kadar yönelemiyoruz.
G.D: Avrupa’daki süreçlerden ve Türkiye’nin bu süreçlerin çok gerisinde olduğundan bahsettiniz. Günümüzde de küreselleşme ve Avrupa Birliği sürecini yaşıyoruz. Ayrıca Türkiye’de bir sarı sendika gerçeği var. Bu süreçlerin ve dinamiklerin etkisiyle gelecekte sendikalar nasıl bir konuma gelebilir? Süleyman ÇELEBĐ: Olaya ilk olarak Avrupa sendikal hareketi olarak bakalım. Avrupa sendikal hareketinin deneyimi çok uzun bir sürece dayanıyor. Bizde 40’larda başlayan örgütlenme süreci aslında Avrupa’da çok daha geriye dayanıyor. Örnek vermek istersek; Đsveç’te Polis Sendikası 1883 yılında, Subay Sendikası 1886 yılında var. Yüzyılı aşkın, 120 yılı bulan bir sendikal hareket geleneği var. Avrupa sendikal hareketi bazen en yüksek seviyesine çıkmıştır. Fakat şu an orada da düşüşler var. Avrupa modeli içinde Avrupa’nın sendikal yapısıyla Türkiye’yi kıyasladığımızda aslında onların bizden daha çok öğrenecekleri var. Çünkü bizim ülkemizde, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin sendikalar modelleri,
Sayı 4
daha zor koşullarda çok büyük bedeller ödeyerek (darbeler, darbelerden sonra hapishaneler, cezaî yaptırımlar) anti demokratik uygulamaların bütün süreçlerini yaşamışlardır. O nedenle orada demokrasi daha içselleştiği için oradaki sendikal hareketler biraz daha kendi açısından zorluk yaşamamaktadırlar ama başlangıçta tabiî ki zorluk yaşamışlardır. Şöyle baktığımızda 1 Mayıs’ın doğuşu kölelik düzenine karşı, 1415 saatlik çalışmaya karşı verilen mücadelenin adıdır. Orada da bir mücadele vardır. Orada da bedeller ödeyenler olmuştur. Bizim gibi ülkelerde, gelişmekte olan ülkelerde sendikal hareket biraz daha kısır, biraz daha baskıcı bir modelin altında kalmıştır. Küreselleşme konusundaki değerlendirmemiz çok önemli. Küreselleşme dediğimiz ‘Yeni Dünya Düzeni’ günümüze egemendir. Bu, bugünün sorunu değildir. Bu, 80’li yıllardan itibaren neo-liberal politikaların egemen olduğu bir düzene doğru hayata geçti. Bazı yerler bunu darbeyle çözdüler. Bizde de 24 Ocak kararları ve benzeri neo-liberal politikalara geçiş darbeyle oldu. Şili’de de böyle oldu ve bu geçiş, bazı yerlerde yumuşak geçiş diyebileceğimiz; kendi projelerini, projektörlerini dayatarak oldu. Biz küreselleşmeye karşı emeğin küresel mücadelesini yaratmak zorundayız. Hem Türkiye’deki sendikal hareket açışından hem de Avrupa’daki sendikal hareket açısından çok rahat şekilde emeğin küresel mücadelesini birlikte yürütemezsek, Avrupa sendikal hareketindeki sıkıntılar bizde de olur. Onun için biz; DĐSK olarak daha yargılanırken, daha hapishanedeyken Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na üye olan Türkiye’deki ilk örgütüz. Örneğin; şimdiki adı ITUC, daha önceki ismi ICFTU olan Dünya Sendikalar Konfederasyonu’nun biz eskiden beri üyesiyiz. Türk-Đş de üyesiydi. Ancak biliyorsunuz, Türk-Đş 12 Eylül yönetimine bir bakan verdi; Türk-Đş Genel Sekreteri Sadık Şide’yi darbenin bakanı yaptılar ve konfederasyon (ICFTU) Türk-Đş’i üyelikten ihraç etti. ITUC dolayısıyla Avrupa ve dünya sendikal hareketi ile hem yönetsel hem de kurumsal olarak çok büyük bir işbirliği ve dayanışma içindeyiz. Şimdi bunu neden anlatıyorum? Artık bütün bu yaşadığımız süreçlerde etkili bir mücadelenin yolu uluslar arası dayanışmadan geçiyor. Örnek vermek istersek; (Bursa’da bunu çok iyi yaşadığımız ve çoğunuz Uludağ Üniversiteli olduğu için Bursa örneği vereceğim.) Bursa’da Grammer diye bir fabrika var, biz burada çok büyük, çok çetin mücadeleler verdik. DĐSK üyesi Metal-Đş olarak biz orada bir örgütlenme yaptık. Örgütlenmeyi yapar yapmaz Alman işveren DĐSK’i istemedi; DĐSK’te örgütlenen 58 kişiyi işten attı. Sonra işveren, Türk Metal diye bir sendikayı çağırdı. “Burada sendika olacaksa; bu Türk
Sayfa 17
Metal olmalı.” dedi. Artık köylerde gramere işçi alınacak diye anonslar yapıldı ve bizim sendikanın orda tasfiyesi için her şeyi yaptılar. Türk Metal’i orada işveren bizzat çağırırken biz ne yaptık? Alman sendikalarıyla (IG Metall gibi) görüştük; “biz bu alanda ciddi bir sorunla karşılaşıyoruz, burada örgütlenme özgürlüğümüz çiğneniyor” dedik ve oradaki (Almanya) işçiler uyarı eylemi yaptı. Sonuçta bu 58 kişinin hepsi işe alındı, orada bizim sendikamız tanındı; ama bu iki yılı buldu. Bu ve benzeri örgütlenmelerle işçi atıldığında veya başka bir uygulama yapıldığında böyle sempati dayanışmalarıyla; hem örgütlülük sağlanıyor hem de oradaki sürecin tamamlanmasında böyle önemli rol alınıyor. Bu mücadelede, uluslararası küreselleşmeye karşı; emeğin küresel mücadelesini ortaklaşa gerçekleştirmek zorundayız ve şu anda Türk sendikal hareketi bu alanda ciddi şekilde hem sosyalist sendikacılığa hem de bu küreselleşmeye karşı böyle bir cephe örme durumunda.
Süleyman ÇELEBĐ: “...biz emeğe yönelik saldırılarda diğer sendikalar ile işbirliklerinden
G.D: Peki, Türkiye’de hangi sendikalarla işbirliği içindesiniz?
yanayız, ortak
Süleyman ÇELEBĐ: Türkiye’de kimse ‘yoğurdum ekşi’ demez. Pazara çıkardığı zaman herkes ‘yoğurdum taze’ der. Türkiye’de bütün sendikalar emekten yana, işçiden yana olduklarını söylüyorlar ve böyle örgütleniyorlar. Önemli olan gerçekten bu mu? Bunun tespitini, yalnız bizim ideolojik yaklaşımla sunmamız bir şey ifade etmez. DĐSK’teki üyelerin örgütlülüğündeki, rahat mücadelesindeki yeri ve olumlu noktaları ne kadar, diğerlerinde ne kadar; bunu ölçüsünü işçilerin vermesi gerekiyor. Bu tercihleri işçilerin daha iyi değerlendirmesi gerekiyor. Şunu ifade edeyim; biz emeğe yönelik saldırılarda diğer sendikalar ile işbirliklerinden yanayız, ortak iş yapılmasından yanayız; çünkü bu sendikal temsilcilerin çalışanları ayrı olsa bile kendi aleyhimizdeki gelişmelere (Sosyal Güvenlik Yasası gibi) karşı ortak mücadele hattı örebiliriz. Bu ördüğümüz mücadele hattını zirveye de çıkarabiliriz, bazen kendi içimizdeki sıkıntılardan dolayı (hükümete bağımlılık, hükümetin talimatlarına uyulması gibi) dağılma da yaşayabiliriz. O nedenle siyasi görüşümüzden daha çok; emeğin sorunlarına karşı hangi sendika duruş sergilerse, onlarla iş ve güç birliği
iş yapılmasından yanayız; çünkü bu sendikal temsilcilerin çalışanları ayrı olsa bile kendi aleyhimizdeki gelişmelere (Sosyal Güvenlik Yasası gibi) karşı ortak mücadele hattı örebiliriz.”
Sayfa 18
S. ÇELEBĐ: “Maalesef bizdeki sosyal diyalog mekanizmaları Avrupa’daki gibi yönetimlere
Politika Dergisi
yapmaktan yanayız. Maalesef, son dönemdeki sınavlarımızda başarılı olamadığımızı söylemek istiyorum. Sendikaların devletten, siyasi partilerden bağımsız olması gerekiyor, öyle söyleniyor ama bağlı oldukları pek çok alanı görüyoruz. Tam teslim alınmış durumdalar, hükümetin kontrolündeler, hükümetin arka bahçesi olmuş durumdalar. Biz de bu duruşlarından dolayı sorunlar yaşıyoruz ve onun için Türk sendikal hareketi kendini sorgulamalı. Türk işçi sınıfı da işçi sendikalarını sorgulamalı; duruş noktalarını, mücadele hattındakini tutarlılıklarını veya tutarsızlıklarını önüne koymalı ve tercihlerini ona göre yapmalıdır.
katılma, süreçlerin hepsinde aktif rol alma, katkı verme, katkı alma tarzı diyalog mekanizmaları değil. Đsmi sosyal diyalog; ama benim tabirimle bu sosyal monologdur.”
G.D: Bu durumlarda sosyal diyaloga neler düşmektedir? Sizin DĐSK olarak, sosyal diyalogu desteklediğinizi biliyoruz. Peki, sosyal diyalog adına neler yapılabilir? Süleyman ÇELEBĐ: Biz sosyal diyalogu önemseyen bir örgütüz; ama -maalesefbizim ülkemizde sosyal diyalog sosyal monologa (tek seslilik) dönüştü. Şunu açıkça söylemek isterim; bu hükümet sosyal diyalog konusundaki bütün zeminlerde var aslında ve “oturalım, şu yasayı konuşalım” diyor. Biz de konuşuyoruz; aslında konuştuğumuzu sanıyoruz. Bizim söylediğimizin kıymetinin olacağını zannediyoruz, oysaki hükümet ‘kendi çalıyor, kendi oynuyor’. Hükümet bu konudaki kendi projelerinden; IMF, Dünya Bankası ve neo-liberal ağırlıklı projelerinden vazgeçmiyor. O anlamda; bizdeki sosyal diyalog mekanizmaları Avrupa’daki gibi değil. Avrupa’daki mekanizmaların içinde sendikalar, demokratik kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri yer alıyor. Doğru temellerdeki önerilerin hepsi alınma-
sa bile, bir kısmı dikkate alınıyor. Burada ise alınıyormuş gibi gözüküyor. Burada bazen limitlere geliyoruz. Sosyal güvenlik meselesinde de oldu. Emek platformunun belirlediği, 19 maddeden oluşan olamazsa olmazlarımızın 15 maddesinde düzenleme yapılıyor; fakat kalan 4 madde çok önemli. O dört madde yaşamın her şeyidir. Çalışma yaşamına yeni başlayanlarla ilgili getirilen düzenleme ile Sayın Başbakanın “çocuklarınıza ihanet edin” tavrı vardır. Buna karşılık aynı duyarlığı gösteremiyoruz. O 15 maddede gelecekleri noktayı önceden belirliyorlar, daha sonra bizim önerilerimizle oraya gelmiş gibi oluyorlar. Türkiye’de yasalar geçmişe göre yapılmaz ki… Yasalar geleceğe ilişkin yapılır. Başbakan diyor ki: “Siz geleceği bırakın, kendinizi kurtarın.” Bu tarzdaki düşüncelere onay veren sendikal yapılarla ilgili ayrışmamız, çelişkilerimiz var. Maalesef bizdeki sosyal diyalog mekanizmaları Avrupa’daki gibi yönetimlere katılma, süreçlerin hepsinde aktif rol alma, katkı verme, katkı alma tarzı diyalog mekanizmaları değil. Đsmi sosyal diyalog; ama benim tabirimle bu sosyal monologdur.
G.D: Hükümetten bahsetmişken, gelelim gündemimizin önemli konusu olan 1 Mayıs’a. 1 Mayıs, Cumhuriyet kurulmadan önce (1923) işçilerin Kemalist kadrodan bir isteğiydi ve bu istek, Kemalist kadro tarafından kabul edildi. Sonradan yaşanan süreçler 1 Mayıs kutlamalarına 51 yıllık bir ara verdirmiş olabilir ama günümüzü de, 1977 ‘Kanlı 1 Mayıs’ı da göz önüne alırsak, 1 Mayıs bayramdan çok kara bir güne mi dönüşüyor? Ne yapmalıyız bu konuda? Süleyman ÇELEBĐ: Aslında çok önemli bir tespit. 1886’da verilen mücadele ve biraz önce söylediğim, kölelik düzenine karşı 8 saatlik hakkın elde edilmesi ve sonra bunun bir bayram, birlik ve dayanışma günü olarak ilan edilmesi sürecinden sonra yıllardır diğer ülkelerde 1 Mayıs bir bayram olarak kutlanıyor. Şu an 164 ülkede de tatil ilan edilmiş bir bayram olarak kutlanıyor. Bizim ülkemiz için ne yazık ki böyle söyleyemeyiz; bizdeki süreç tamamen farklı. Türkiye’de Đstanbul işgal altındayken bile 1 Mayıs, tabiî şimdiki kadar etkili kutlanılmıyordu ama- kutlanılıyordu. Bu mücadele verilirken, Türkiye’de 1976 yılına kadar, potansiyel olarak 1 Mayıs kutlamasını yapacak insanlar (aydın, sanatçı, sendikacı, yazar), 3 gün önce evinden alınıp toplanırlardı ve 3 gün gözetim altında tutulurlardı. 1976 yılına kadar
Sayı 4
üç aşağı, beş yukarı böyle olmuştur. 1976 yılında ilk 1 Mayıs kutlaması, DĐSK öncülüğünde diğer demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla gerçekleşti. Çok etkin, çok coşkulu bir kutlamaydı. 1977 1 Mayıs katliamı, bahsedildiği gibi basit bir olay değildir. Đşçilerin kendi arasındaki sürtüşmeden, dışarıdan gelen provokasyondan kaynaklanan bir olay değildir. Çok net, Amerikalıların, derin devletin oluşturduğu yapının neden olduğu bir katliamdır. Đşte, 34 tane arkadaşımız yaşamını yitirdi. Aslında, 1 Mayıs 1977 katliamı, 1980 darbesine gelen sürecin altyapısıdır. Hep 1977’ye takılırız; evet, 1977’de 34 kişi öldü ama Maraş’ta da 105 kişi öldü. Çorum’da insanlar öldürüldü. Hani, şu an devam eden bir dizi var ya (Hatırla Sevgili) orada da gördüğümüz gibi, -bunu sadece sağcılar için söylemiyorum ama- buradakiler gerçek verilerle orantılıdır. Oradan nereye geleceğiz, 1980 darbesine nasıl geldiğimizi göreceğiz. Çorum katliamı, Kahramanmaraş katliamı, 1977 katliamı, bireysel terör, birçok insansın öldürülmesi de darbeye gelinceye kadarki sürecin içindedir. Bizim konfederasyonun genel başkanı da öldürüldü, Abdi Đpekçi öldürüldü.
G.D: Öncesinde idam edilenler var: Deniz Gezmiş gibi… Süleyman ÇELEBĐ: Đşte darbelerin hazırlık süreçleri var ya, o olaylar 1971 Muhtırası’nın hazırlıklarıydı. Sonra da 1980 Darbesi’ne geliş süreci hazırlandı. O nedenle, bunlar açığa çıkmadı. Zaten karanlık kalanlar bunlardır. Derin devleti orada arayın! Oralar açığa çıkmadan gerçekten bu sorunları aşmış olamayız. Sonraki dönemlere de baktığımızda 1977’de katliam oldu ama insanlar korkmadan 1978’deki 1 Mayıs’ı yine aynı katılımla Taksim’de kutladı. Sonra ne oldu, 1979’da Maraş olaylarından dolayı ‘sıkıyönetim’ ilan edildi, sonra 1980’de sokağa çıkma yasağı kondu ve en sonunda darbe oldu. 1 Mayıs serüveni Türkiye’de bir korku günü olarak tanımlandı. Diğer ülkelerde bu böyle değil; oralarda 1 Mayıs’ın büyük alanlarda, (katılanların farklı görüşlerde olmalarına rağmen) büyük coşkuyla kutlandığını bu yıl da gördük. Türkiye’de durum neden böyle sorusunun cevabı şu: 1 Mayıs’ın ‘komünist bayramı’ olduğu konusunda bir ezber var. Türk-Đş’in o günkü yöneticileri topluma bunu böyle sundu. Hak-Đş’in yönetimi 1 Mayıs’ın Yahudi bayramı olduğunu söyledi. Geleneksel olarak topluma bu, sistemin değişimi konusundaki bir bayram olarak algı yaratıldı. (Gökhan DAĞ: Sisteme müdahale gibi mi?) Evet, “1 Mayıslarda sistem değişecek” algısı var. 1 Mayıs mücadelesi ile işçi sınıfı-
Sayfa 19
nın mücadelesi öne çıkacak ve “mevcut kapitalist sistemin yerine, sosyalist bir sistem devrimi buradan yapılacak” gibi bir kaygıyı neredeyse okullarda başlatarak, beyinlerde bir korku senaryoları oluşturuluyor. 1 Mayıs, provokasyon günü olarak sunuluyor ve bugün de devam ediyor. Son 1 Mayıs öncesinde yapılan tezgahlarda, bütün söylemlerin temelinde bu senaryolar vardır. Yalnız bu 1 Mayıs için değil; biz geçen 1 Mayıs’ta da bunları duyduk, daha öncekinde de… Kendilerinin tahsis ettiği yerlerde de 1 Mayıs’ı yaptığımızda “çabuk dağılın” diyorlar. Provokasyon olacak diye devlet oralarda tedbirini alıyor ya, Taksim’de alamıyor!.. Biz sürekli provokasyon lafını duymuşuzdur, yeni bir şey değildir bu. Ben 1976’dan beri bu mücadelenin içinde olan birisi olarak, söylüyorum: Benim hiç 1 Mayıs’ım yoktur ki; öncesinde provokasyon olacağı söylenmesin. Bunun üzerinden besleniliyor, bunun üzerinden politika üretiliyor. Türkiye’de çoğunlukla sağ siyasal iktidarlar etkin olduğu için, bunu böyle sunuyorlar.
Süleyman ÇELEBĐ: “(1977 Katliamı) Amerikalıların, derin devletin oluşturduğu yapının neden olduğu bir katliamdır.”
Süleyman Çelebi’den Hak-Đş
G.D: 1 Mayıs sürecinde Ahmet Necdet Sezer’in sizi arayıp, kutladığı söylendi. Keza TÜSĐAD’ın da aynı bu şekilde… Bu destekler üzerine Hak-Đş Başkanı Salim Uslu “DĐSK sermaye ile kol kola girdi” demiştir. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Süleyman ÇELEBĐ: Bu sermaye konusunda, sabıkalı insanların bu konuda hiç konuşmaması gerekiyor. Artık maskeleri düşmüştür; sendikacılığı aşan bir yaklaşım içerisindedirler. Đlk önce şunu söyleyeyim: Ahmet Necdet Sezer, bizi arayıp kutlamadı. TÜSĐAD Başkanı da kutlamak için aramadı. Bunu özellikle bu ideolojik yapı yanlış sunuyor. Sayın Sezer ve TÜSĐAD Başkanı “geçmiş olsun” demek için aradılar. Bunlar doğal olarak, asgari insani ilişkiler içinde yapıldı. Aslında bu işi sendika başkanlarının yapması gerekirdi; Hak-Đş Başkanı’nın beni televizyonda gördüğünde değil… O olayların altyapısında AKP’nin stratejisinin oluşmasında destek veren Hak-Đş Başkanı’dır. Çok net söylüyorum: Biz TÜSĐAD ve diğer sermaye gruplarıyla çelişkileri olan bir örgütüz; onlarla farklı menfaat gruplarıyız. Onlar sermayenin çıkarlarını koruyorlar, biz çalışanların çıkarlarını koruyoruz. Biz sendikalar, aynı zamanda diyalog mekanizmalarıyız. Biz bunlarla (sermaye grupları) her yerde karşılaşıyoruz, yemek yiyoruz, sohbet ediyoruz. Bunların geçmiş olsun demesine bile alınganlık gösteren bir sendikal yaklaşım ile Türkiye karşı karşıyadır. AKP’nin yaptığı bu uygulamanın arkasında HakĐş’in olduğunu söylüyorum. Hak-Đş’in tüm bu
Başkanı Salim Uslu’ya cevap: “...sermaye konusunda, sabıkalı insanların bu konuda hiç konuşmaması gerekiyor.”
Süleyman ÇELEBĐ: “Ben 1976’dan beri bu mücadelenin içinde olan birisi olarak, söylüyorum: Benim hiç 1 Mayıs’ım yoktur ki; öncesinde provokasyon olacağı söylenmesin.”
Sayfa 20
Süleyman Çelebi, Salim Uslu’nun sermaye ilişkisi eleştirisine “(Hak-Đş yöneticileri sermaye ile)7’li ve 8’li Sivil Đnisiyatiflerde ve birçok olayda beraberler, boy boy resimleri var. Oralarda işbirliği yapıyorlar, birçok protokolün altında imzaları var.” şeklinde yanıt verdi.
Sayın Çelebi 1 Mayıs’la ilgili: “Provokasyon, provokasyon
Politika Dergisi
senaryolarda, Başbakan’ın bize karşı bu tavrında, 1 Mayıs’ın Taksim’e verilmemesi için oluşturulan dizaynda parmağı olduğunu düşünüyorum. Aynı kurumlarla Hak-Đş her gün beraber… 7’li ve 8’li Sivil Đnisiyatiflerde ve birçok olayda beraberler, boy boy resimleri var. Oralarda işbirliği yapıyorlar, birçok protokolün altında imzaları var. Bu konularda kendilerini eleştirmiyorum ama o flörtlerin içinde yer alacaksın ve birisi size insani bir görev için “geçmiş olsun” dediğinde de bizi eleştireceksin. Đşte bunlar, bu sendikal yapının çelişkisini ortaya koymaktadır. HakĐş’in ne yaptığını biliyoruz ve onlar hakkında çok fazla konuşmak istemiyorum. Son olarak şunları da belirteyim; biliyorsunuz, HakĐş 1 Mayıs’ta kendince, özel bir miting yaptı. Oraya 1 Mayıs duygusuyla giden işçileri ayırıyorum ama bu mitingin Tandoğan’da yapılmasının özel anlamları var. Özellikle bir devlet törenine dönüştürdükleri 1 Mayıs kutlaması oldu. O günü hatırlayınız; o akşam CNN-Türk’te yayınlandı; bir işçiye “neden geldin” diye soruyorlar; o da “bilmiyorum, belediyeden zorlayıp otobüse bindirdiler, buraya getirildim” diyor. Bir işçi gittiği eylemin ne olduğunu bilmiyorsa, oraya zorlanarak getiriliyorsa bu nasıl bir 1 Mayıs’tır? Özeti budur.
deniyordu ya; asıl provokasyonu kimlerin yaptığını gördük. Provokasyon nasıl yapılır, Türkiye bununla yüzleşti. AKP’nin de demokrat kimliğinin ne olduğu ortaya çıktı.” dedi.
Çelebi: “Sonuçta polisin ‘AKP’nin polisi’ olmasını istemeyiz; ama polisler o görüntüyü veren izler taşıdılar.”
G.D: 1 Mayıs’ta Vali Muammer Güler, Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve polislerin uyguladığı davranışlar var. Bunlar hakkında neler söylemek istersiniz, tepkiniz nasıl oldu? Süleyman ÇELEBĐ: Şunu net söyleyeyim; biz 41 yılı bulan bir örgütüz ve dünya sendikal tarihinde de belki ilk defa bir binaya tecavüz edildi; haneye tecavüz dediğimiz de böyle bir şeydir. Bu tecavüz de sabah 6.20’de başlamıştır. Bu olayla ilgili hukuki mücadelemizi devam ettiriyoruz. Elimizde çok ciddi kanıt ve belgeler var. Bunların tamamı zaten yasadışı uygulamalar. Burada Vali, Emniyet Müdürü ve polisler konusuna gelelim. Polisler de 13-14 saat çalışıyorlar ve başka türlü şartlandırılmışlar. Provokasyon, provokasyon deniyordu ya; asıl provokasyonu kimlerin yaptığını gördük. Provokasyon nasıl yapılır, Türkiye bununla yüzleşti. AKP’nin de demokrat kimliğinin ne olduğu ortaya çıktı. Aşağı-yukarı bütün maskeler, jetonlar düştü. AKP bugüne kadar kendisini hep mağdur ilan eden bir partiydi. Đlk defa bu 1 Mayıs’ta mağdur olan değil mağdur eden bir parti haline dönüştü ve bunun süreçlerini hep beraber izleyeceğiz; sosyal güvenlikteki uygulamaları ve son 1 Mayıs’ta yaşananları… Bize göre bu işin esas siyasi muhatapları Başbakan ve Đçişleri Bakanı’dır. Bu iradeler oralardan çıkmıştır. Sonuçta polisin ‘AKP’nin polisi’ olmasını istemeyiz ama o görüntüyü veren izler taşı-
dılar. Devletin değil AKP’nin polisi olmasına ilişkin kararlılık içerisinde davranış gösterdiler. Bunlarla ilgili hukuki süreci kamuoyuyla paylaşacağız. Bu konuyla ilgili elimizdeki belgeleri, bilgileri hukuki mercilere taşıyacağız. Bizim verdiğimiz mücadele; Türkiye’yi demokrasi dışı tüm çözüm yollarına karşı; demokrasinin tüm kurumlarıyla işlediği, sendikal hak ve özgürlükleri gerçek standartlarında kullanabildiğimiz, temel hak ve özgürlüklerimiz kullanabildiğimiz bir düzeye çıkarma mücadelesidir ve mücadelemizi sonuna kadar devam ettireceğiz. Burada mücadeleyi noktalamış değiliz; 1 Mayıs’ı sadece 1 Mayıs gününde tutmak doğru değildir ve 1 Mayıs’tan sonra da yapacaklarımız var.
G.D: Özellikle Çalışma Bakanı’nı konunun dışında tuttum. Peki, bu süreç için Çalışma Bakanı’na kırgın mısınız, pasif kaldığını düşünüyor musunuz? Süleyman ÇELEBĐ: Bu süreçte bütün hepsi; Çalışma Bakanı da diğer iradeler de aslında zayıf kalmışlardır. Burada göze çarpan, bir siyasi iradenin bize karşı tavrıdır. Bu iradeye karşı bütün mücadelemizi çok net ortaya koyacağımızı ve bu mücadelenin peşini bırakmayacağımızı söylüyorum. Bunu da çok yakın zamanda herkes görecektir.
G.D: 1 Mayıs’taki uygulamaların Sosyal Güvenlik Reformu ile ilgisi olduğunu düşünüyor musunuz? Bu yasaya karşı işçilerin yoğun tepki göstereceği söyleniyordu ve hükümet bu olası tepkiden çekindiği için böyle davranmış olabilir mi? Süleyman ÇELEBĐ: Zaten engellemenin temel nedeni o… Eğer 1 Mayıs’ta konuşabilseydik, neleri açıklayacağımızı ve neleri talep edeceğimizi size biraz sonra göstereceğim. Zaten bu uygulamalar, hükümetin bu toplumsal muhalefeti bastırmak için yapılmıştır. 1 Mayıs’ta bizim öne çıkaracağımız konu, hükümetin sosyal güvenlik ile ilgili uygulamalarına karşı mücadelemizi ortaya koymak olacaktı.
G.D: 2009’da Taksim’de misiniz? Süleyman ÇELEBĐ: Biz bunu daha önce ilan ettik. Biz dedik ki “iktidar 2009’a hazırlansın, şimdiden ne tedbir alıyorlarsa alsınlar”.
G.D: Konuya değinmişken, bu Sosyal Güvenlik Yasası hakkında neler söyleyeceksiniz, işçilerimiz bu konuda neler yap-
Sayı 4
malılar? Süleyman ÇELEBĐ: Bu yasa Meclis’ten çıkmış, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmıştır ve Anayasa Mahkemesi sürecindedir. Biz bu yasanın üzerine bir bardak soğuk su içecek değiliz. Bu yasaya karşı mücadelemizi sürdürdük ve sürdürmeye devam edeceğiz. Sosyal güvenliksiz, sosyal sağlıksız ve sosyal hiçbir yanı olmayan bu yasa hakkında siyasi mücadelenin partiler tarafından sürdürülmesi lazım. Öte yandan emekçilerin de kendi dünya görüşüne göre demokratik tepkilerini koyması lazım. Bu yasa bizim açımızdan bitmemiştir; reflekslerimiz sonlanmamıştır. Đstihdam paketi, kıdem tazminatlarının aşağı çekilmesi gibi kazanılmış haklara yönelik saldırılar var. Biz bunlara karşı planlamalar yapıyoruz; bu konuda Genişletilmiş Başkanlar Kurulumuzu 20-21 Mayıs’ta toplayacağız ve bunlarla ilgili çalışacağız. Hem kazanılmış hakların kaybedilmesine hem de emeğin sömürülmesine karşı çalışmalarımız devam edecek.
G.D: Gelelim günümüz işçilerinin çalışma koşullarına. Đşçiler çok zor şartlarda çalışıyorlar, asgari ücretle çalışıyorlar ve bu asgari ücretten vergi kesiliyor. Tuzla tersanelerinde ölümler var. Bütün bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Süleyman ÇELEBĐ: Çabalarımız aslında bütün bu sürecin devamıdır. Biz, Tuzla Tersanesinde 24 saat nöbet tutan bir örgütüz. Oradaki durumun açığa çıkması için de 3 yıldan beri biz (DĐSK), Türk Tabipler Birliği, Mühendis ve Mimarlar Odası (TMMBO) oradaki çağdışı koşulları, Đşçi Sağlığı ve Đş Güvenliği Tüzüğü’ne aykırı uygulamaları ortaya koyduk. Burada işçilerin aldığı ücretin haricinde işçiler yasadışı koşullarda çalışıyor. Burada verdiğimiz mücadele ortada. Sadece burada değil Türkiye’de çalışanların çok büyük bir bölümü sigortasız ve 8 saat yerine 13-14 saat çalışıyorlar. Türkiye’de çağdışı ve yasadışı çalışma koşullarına karşı da mücadele veriyoruz. Elbette Tuzla çok önemli, yasalar orada uygulanmıyor ama Bursa ve Davutpaşa’daki fabrikaların yanması örneğindeki gibi ülkenin diğer yerlerinde de çalışma koşulları çok kötü. Bunlara karşı mücadele vermeliyiz ve veriyoruz. Yeterli mi, hayır! Daha etkili bir mücadele vermemiz lazım.
G.D: ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) “Đnsana Yakışır Đş ve Gelir” tanımı var. Anladığım kadarı ile bunu sağlamaya çalışıyorsunuz. Süleyman ÇELEBĐ: Bundan başka çıkış yolu yok; asgaride bu gerçekleşmeli. Ancak
Sayfa 21
bu konuda Türkiye’nin daha alması gerek çok yol var.
G.D: Türkiye’de sizin de bildiğiniz üzere, işsizlik oranı açıklandı. Bu rakamlara göre işsizlik yüzde 11,4’den 11,6’ya yükselmiş. Hükümetin bu konuda gerekli tedbirleri alıp almadığı konusunda ne söyleyebilirsiniz? Süleyman ÇELEBĐ: Zaten Türkiye’de en önemli sorun, işsizlik sorunudur. O sizin belirttiğiniz, resmi rakamdır. Türkiye’de gerçek işsizlik oranının en az yüzde 20’lerde olduğunu düşünüyoruz. Rakamlar gerçek değil; enflasyon rakamları da öyle… Diğer alandaki gelişmeleri hep birlikte izliyoruz. Bu nedenlerle, Türkiye’nin gerçek gündemle meşgul olmasını istiyoruz. Biz bunları açığa çıkaracağız ve bunlar üzerinden demokratik tepkilerimizi, toplumsal muhalefetimizi ortaya koyacağız.
S ü l e ym a n ÇELEBĐ: “Türkiye’de en önemli sorun, işsizlik sorunudur.”
Süleyman ÇELEBĐ, röportajımızda SSGSS için; “Sosyal
G.D: Çocuk işçi çalıştırmanın cezası 904 YTL’den çocuk başı 100 YTL’ye indirildi. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Süleyman ÇELEBĐ: Bu konuda daha önce ILO ile “Çocuk Đşçiliğinin Önlenmesi” konusunda yürütülen kampanyalar vardı. Bu kampanya tamamen olmasa da kısmen başarıya ulaştı. Hükümet bir yandan bunu önlemeye çalışırken, öte yandan az da olsa caydırıcı olabilecek yaptırımları hafifleştiriyor. Bu sorun, sadece para cezalarıyla çözülmez. Eğitim ve diğer alanlarda da çalışmalar yapılması gerekli.
güvenliksiz, sosyal sağlıksız ve sosyal hiçbir yanı olmayan bu yasa hakkında siyasi mücadelenin partiler tarafından sürdürülmesi lazım.” diye konuştu.
G.D: Biz Politika Dergisi olarak gençliğin apolitik olmasına karşı duruyoruz. Her türlü görüşe de saygı duyuyoruz. Bize neler söylemek istersiniz? Süleyman ÇELEBĐ: Gerçekten gençliğin apolitik duruştan vazgeçip; siyasal tercihleri ne olursa olsun sürece katkı vermesi, süreci takip etmesi gerektiğini düşünüyorum. Balkondan, camdan seyretmek yerine sürecin içinde olması gerekiyor. “Taşın altına elini sokma” derseniz, ben taşın altına elini sokanlardan birisiyim ve bunun bedelleri de vardır; hapis de olabilir. Gençlik hapse girsin demiyoruz ama bir şekilde toplumsal ve siyasal süreçlerin içinde yer almalı, örgütlü aktivitelere katılmalı, katkılar vermelidir. “En iyisini büyükler yapar” anlayışı yerine süreci gençlerle ortaklaşa gerçekleştirmek istiyoruz.
Gökhan DAĞ: Çok teşekkürler… Süleyman ÇELEBĐ: Ben teşekkür ederim.
S ü l e ym a n ÇELEBĐ: “Gerçekten gençliğin apolitik duruştan vazgeçip; siyasal tercihleri ne olursa olsun sürece katkı vermesi, süreci takip etmesi gerektiğini düşünüyorum.”
Sayfa 22
Politika Dergisi
EKLER >DĐSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin, Đstanbul Valiliği ve emniyetin 1 Mayıs’ta uyguladıkları baskı ve şiddete yönelik açıklaması
Sayın Süleyman ÇELEBĐ’ye bizi kırmayıp, röportaj teklifimizi kabul ettiği için teşekkür ediyor; kitlesel demokratik mücadelesinde başarılar diliyoruz.
Çelebi’nin 1 Mayıs’taki olaylar ile ilgili açıklamasından bir kesit: “1 Mayıs’ta işçi sınıfını yalnız bırakmayarak merkez binamıza gelen milletvekillerini ve Avrupa Parlamentosu üyelerini, aydın ve sanatçıları da gaz bombası yağmuruna tutacak kadar fütursuz yapılan polis saldırısı, tam anlamıyla bir devlet terörüne dönüştürülmüştür.”
ĐSTANBUL’DA HALKA DEVLET TERÖRÜ UYGULANMIŞTIR! Đşçiler, emekçiler yüzyılı aşkın bir süredir dünyanın her yanında 1 Mayıs’ta işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutlamaktadır. Ülkemizde ise uzun yıllardır 1 Mayıs iktidarların korkulu rüyası haline gelmiş halka, emekçilere baskı gününe dönüştürülmüştür. 1979 yılından bu yana Taksim, 1 Mayıs Meydanı, emekçilerin dışında herkese açık tutulmuştur. Bugüne kadar hiçbir hükümet, bu alanın neden emekçilere, 1 Mayıs’a kapalı olduğunu açıklayamamıştır. Bu konuyla ilgili olarak yıllardır yapmış olduğumuz başvurular ya dikkate alınmamış ya da tatmin edici bir yanıt verilememiştir. Son olarak bu yıl yaptığımız tüm çağrılar, tüm yapıcı girişimler iktidar tarafından bilinçli bir şekilde görmezden gelinmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Đstanbullular, emekçiler ağır bir saldırı ve baskı uygulamasıyla karşı karşıya bırakılmıştır. Yaşadığımız olaylar göstermiştir ki, Vali’nin sözünü ettiği provokasyon, bizzat emniyet güçleri tarafından gerçekleştirilmiştir. 1 Mayıs sabahı, saat 06.30’da DĐSK Genel Merkezi’ne gaz bombalarıyla saldırı düzenlenmiş; Türkiye’nin ve Đstanbul’un her bölgesinden gelen emekçiler, polisin gaz bombaları ve panzerlerin sıktığı tazyikli su ile karşılanmışlardır. DĐSK Genel Merkezi atılan gaz bombalarından, sıkılan sulardan nefes alınamayacak ve tanınamayacak durumdadır. DĐSK Genel Merkezi’ne girerek “haneye tecavüz” suçunu işleyen emniyet güçlerinin saldırısında büyük maddi hasar da meydana gelmiştir. DĐSK üyeleri, KESK üyeleri, Türk-Đş üyeleri ve çeşitli kitle örgütlerinin üyeleri şehrin çeşitli yerlerinde polisin saldırısının kurbanı olmuştur. 1 Mayıs’ta işçi sınıfını yalnız bırakmayarak merkez binamıza gelen milletvekillerini ve Avrupa Parlamentosu üyelerini, aydın ve sanatçıları da gaz bombası yağmuruna tutacak kadar fütursuz yapılan polis saldırısı, tam anlamıyla bir devlet
terörüne dönüştürülmüştür. Bir milletvekilimiz kalp krizi riskiyle yüz yüze bırakılmıştır. Sürekli yasalardan söz eden Valilik, emrindeki kolluk kuvvetleriyle en temel insan hakkı olan yaşama hakkını tehlikeye atmıştır. Yalnızca DĐSK binası içine değil, Şişli Etfal Hastanesi’nin acil servisine bile gaz bombaları atılarak onlarca hasta ağır şekilde etkilenmiştir. Dün Đstanbul Valisi hakkında emekçilere karşı suç işlediği için suç duyurusunda bulunmuştuk. Evet bu gün çok açık bir şekilde görüldü ki, AKP Đktidarı, Đstanbul Valisi ve emniyet güçleri bu suçu katmerli bir şekilde işlemişlerdir. Sabahın altısında kendi merkezlerine gelen, herhangi bir eylemde, yürüyüşte bulunmayan emekçilere ve DĐSK’e gaz bombası atılması, su sıkılması, camlarının kırılması en büyük PROVOKASYONDUR. Emniyet güçleri, saat 12.00’ye kadar aralıklarla defalarca DĐSK’in önünde bekleyen emekçilere ve DĐSK’e gaz bombası atmış, tazyikli su sıkmıştır. Televizyonlardan öğrendiğimize göre bu kanun dışı uygulamalardan bütün Đstanbul nasibini almıştır. Hızını alamayan polis hastanelere bile gaz bombası atmıştır. Anayasa ve Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan; YAŞAM HAKKIMIZ, KĐŞĐ DOKUNULMAZLIĞIMIZ, KĐŞĐ ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ, KONUT DOKUNULMAZLIĞI HAKKIMIZ, DÜŞÜNCEYĐ AÇIKLAMA ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ, TOPLANTI VE GÖSTERĐ YÜRÜYÜŞÜ HAKKIMIZ, AÇIKÇA ĐHLAL EDĐLMĐŞTĐR. Yaralarımızı sarıyor, hasarlarımızı tespit ediyoruz. Yaşadığımız bütün bu kanun dışı uygulamaların, emekçilere ve halkımıza karşı işlenen bu suçların her platformda takipçisi olacağız; bu olayları uluslararası emek hareketinin, Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun ve Avrupa Đnsan hakları Mahkemesi’nin gündemine taşıyacağız. > DĐSK Kuruluş Bildirgesi’nde Çalışmada Devrim Memleketimizde emek en hor görülen, karşılığı en az verilen bir değer yaratıcısı-
Sayı 4
Sayfa 23
dır. Biz, emeği en yüce değer sayar ve Atatürk’le beraber deriz ki: “sırt üstü yatmak ve hayatını çalışmadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur!” Oysa egemen sınıfların güttükleri çalışma politikası aşırı sömürüye dayanmakta,y milyonlarca işçiyi işsiz güçsüz, aç ve sefil bırakmaktadır. Biz bu adaletsiz düzen yerine Anayasa ilkelerinin tümünün hakim olduğu bir sosyal adalet yönetiminin yerleşmesini istiyoruz. Hiçbir kısıtlama yapılmadan, silahsız ve saldırısız grev hakkının kullanılmasını istiyoruz. Lokavtın sosyal bir hak olamayacağından lokavtın yasaklanmasını bekliyoruz. Herkesin çalışmasını, çalışma gücüne uygun işlerde emeğinin tüm karşılığını almasını, çalışamayacak durumda ve yaşta olanların insanlık onuruna yaraşır bir işçilik ve emeklilik aylığı almasını istiyoruz. Bunların gerçekleşmesinin ancak emekten yana bir kalkınma planının uygulanmasına bağlı olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan sendikacıların, memleket yönetiminde aktif görev alabilmeleri yollarının genişlemesine elverişli bir sosyal politika ile donatılmasını amaç ediniyoruz. Bu da ancak bütün işçilerin kendi ana işkollarındaki devrimci sendikalarda toplanmaları ve kardeşçe dayanışmalarını sağlamakla mümkün olacaktır. Biz sendikalarımızı işkollarımızın en güçlü sendikaları halinde geliştirmek için işçiler arası yabancılaşmayı önlemeğe büyük çaba harcayacağız. Türk sendikacılığını herhangi bir yabancı memleketin sendikacılığının körü körüne taklitçisi durumuna düşürmeyeceğiz. Kendi gerçeklerimizden yararlanarak, kendimize özgü bir sendikacılığı uygulayacağız. Böylece sendikalarımızın demokratik hayatın vazgeçilmez, ihmal edilmez, mutlaka görüşü alınır ve istekleri-
ne uyulur, etkin bir güç haline getirilmesini zorunlu buluyoruz. Buna çalışacağız. Toplu sözleşmelerde ücretlerin oynak merdiven sistemine bağlanmasına dikkat edeceğiz. Bütün işkollarını kapsayan ve gerçekten asgari yaşama ihtiyaçlarını karşılayan adil bir asgari ücretin ödenmesi dönemine geçilmesi için bütün partilerin çaba harcamasını isteyeceğiz. Eşit işe eşit ücret, çocuk ve kadın işçilerin korunması ilkelerinin kağıt üzerinde kalmalarını önleyici çabalar harcayacağız. Bütün kamu kesiminde yönetime ve denetime sendikacıların katılmalarını sağlamak için olumlu çalışmalar yapacağız. Herkesin iş bulmasını, herkesin bütün sigorta kollarına tabi tutulmasını, sigorta primlerinin işçiler yararına kullanılmasını istiyoruz. Sigortanın amaçlarına aykırı bir yönetime sürüklenmesinin daima karşısında olacağız. >DĐSK ve Devrimcilik Đşte biz, devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukarıdan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamına alıyoruz. Devrimcilik hepimizin mülk sahibi olmasını ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağını sağlayacağı için bizim sendikacılık çalışmalarımızın özünü kapsayacaktır.
“DĐSK ve Devrimcilik” başlığından not: “Đşte biz, devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukarıdan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamına
iletisim@politikadergisi.com
Röportaj Taleplerinizi Bekliyoruz. Gençleri politize edip, demokrasiye katkıda bulunmak için kurulan Politika Dergisi gün geçtikçe gücüne güç katmaktadır. Emete Gözügüzelli, Onur Öymen, Abdullah Özer, Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran, Hasan Erçelebi, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Süleyman Çelebi, Nihat Genç ve Haşim Özçelik ile röportaj yapan Politika Dergisi siyasal aktörler ile gençler arasındaki iletişime öncülük etmek istiyor. Politik ve sosyal alanda söz sahibi aktörlerin de gençlerin de bu iletişime gereksinimi var! Susmamak kardeş kanı dökmek değildir. Bu iletişim zincirinde aktör olarak siz de sesinizi duyurmak istiyorsanız aşağıdaki adres aracılığı ile bizimle irtibata geçebilirsiniz.
iletisim@politikadergisi.com
alıyoruz.”
Sayfa 24
Politika Dergisi
SSGSS: Ekim’de Sinemalarda > Ceren YALDIZ
“Sağlıkta dönüşüm yasası”na ve “sosyal sigortalar yasası”na karşı çıkmak bu kadar meşru iken kendi yöntemlerimizle illegal ilan ettik.
“Kendi çocuklarına gemicik satın alanlar, 14 yaşındayken tacir yapanlar için, en az üç çocuk yapın, demek zor olmasa gerek.”
Ekim ayında gösterime girecek olan SSGSS’ye seyirci olmayalım.
30 Nisan’a kadar bir telaştır gidiyordu; sosyal güvenlik kurumlarının kapı önlerinde bitmek bilmeyen uzun kuyruklar, toplumun her kesimini saran bir emeklilik endişesi. Peki, niye bu endişe? Tüm çocuklar ücretsiz tedavi olacakmış, tüm sosyal güvenlik kurumları birleşecekmiş ve herkese "eşit" sağlık hizmeti verilecekmiş... Tüm bu şirinliklerle vaat edilenler, çalışma hayatında emekliliği yok eden bir düzeni meşru kılmaya yetmiyor, emeklilik yok ediliyor. Şöyle ki devlet kurumlarının küçülmesi ve özelleştirme dalgaları sonucu memurluk kurumu yavaş yavaş tasfiye oluyor. Đşçilik kurumu da giderek yoğun bir popülasyona sahip olurken, çalışma yaşı giderek düşüyor. Đşverenler, sosyal güvence talebi olan, "pahalı" çalışanı asla istemez. Burada, devreye kalifiye, ucuz ve güvencesiz çocuk emeği giriyor. Böylece; primini ödeyemeyen işçiler için, emeklilik, bir rüyadan ileri gidemiyor. Bundan mütevellit midir bilinmez, son günlerdeki en az üç çocuk ısrarı; çünkü genç işçi olmazsa bu çark da dönmez, emekli sayısı da azalmaz. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’nın (SSGSS) sağlıkta nasıl bir dönüşüm getirdiği, çok yazılıp çizildi; ama özetlemek gerekirse, sağlık ocakları kapatılarak; para karşılığı çalışan, hastasını seçebilen, istediğini alan, istemediğini yani hasta olanı almayan aile hekimliğiyle ikame edilecek; sağlık kurumları artık prim ödemelerine bakılarak kapılarını açacak, yani kapıda ölsen bile o kapı sana prim ödemezsen açılmayacak ve tüm sosyal güvenlik kurumları tek çatıda toplanacak. Bunun da meali şudur: Artık sigorta türün değil, ödediğin prim önemli. 1 Nisan günü, tüm ülkede SSGSS 'ye karşı, sağlık çalışanlarının öncülüğünü yaptığı iş bırakma eylemi yapılmıştı; ancak zihinlerimizde kalanlar kol kola yürüyen işçiler, alkışlar, sloganlar değil; kitlesel iş bırakma eylemlerine karşı, zapturapt altına alınmış, boğazı sıkılmış, kolları kırılmış, kafası çatlatılmış doktorlar, öğretmenler, işçiler, emekçilerdi. Biz bu filmi, 1 Mayıs’ta da gördük ve güvencesizleştirilen, köleleştirilen emek bileşenlerine karşı görmeye devam edeceğiz. Dünyanın birçok ülkesinde takip edilen bir dizi var: Lost. Eminim birçoğunuz izlemiştir; ama hatırlatmakta yarar var. Dizinin ilk bölümünde, uçak kazasından arta kalan en-
kazlar, cesetler ve çok sayıda yaralı var; kurtulanlar arasında da bir doktor. Tüm yaralıları tedavi ediyor, kurtulanlar da can pazarının ortasında en çok ihtiyaç duydukları kişiye, yani doktora kendilerini yönetmesi için yetki veriyor. Can borçlarının karşılığını böyle ödüyor. Şimdi buradan, ülkemizde yaşanan son sürece bakmakta fayda var. Elbet bir diziyle kıyaslayacak değilim; ancak bizim de can borcumuz olan, hayatımızı yaşanılır hale getiren birileri var. Bunlar, sinema salonlarından fırlamış “Superman”ler, başımıza geçen çuvalın öcünü bir filmle alan “abi”ler; kısacası kahraman karakterler değil; hastayken tedavi eden, sadece okuma yazmayı değil, hayatı öğretenler. Bindiğimiz otobüsü süren, çöpümüzü toplayan, yolumuzu süpüren, yaşadığımız hayatı emekleriyle güzel kılan insanlar. Peki bu insanlara borcumuzu nasıl ödüyoruz? “Nasıl”ını gerek 1 Nisan’da gerek 1 Mayıs’ta gördük. Üzerlerine gaz bombası attık, kollarını kırdık, gözaltına aldık. “Sağlıkta dönüşüm yasası”na ve “sosyal sigortalar yasası”na karşı çıkmak bu kadar meşru iken kendi yöntemlerimizle illegal ilan ettik. “Halka rağmen” bu yasayı onayladık. Kendi çocuklarına gemicik satın alanlar, 14 yaşındayken tacir yapanlar için, en az üç çocuk yapın, demek zor olmasa gerek. Gereği kadar beslenemeyen, eğitim olanaklarından faydalanamayan, hastane kapıları yüzlerine kapanacak olan çocuklar onların çocukları değil; doğanları ve doğmayanlarıyla bizim çocuklarımız. Bugün yarın çıkmasını beklediğimiz SSGSS, onaylanarak yasalaştı. Ekim ayıyla beraber yürürlüğe girecek. Bizi çok zor bir süreç bekliyor, herkese kolay gelsin. Çok karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım; belki, karanlığa küfredeceğine bir mum yak, diyenler de çıkacaktır. Ne yazık ki yaşadığımız süreç buna tekabül ediyor ve tüm bunların söylenmesi gerek ve en önemlisi, kazanılmış hakların korunması için herkese iş düşüyor. Elbette hiçbirimiz birer film kahramanı değiliz; ama kendi hayatlarımızın mahir kişileriyiz. Ekim ayında gösterime girecek olan SSGSS’ye seyirci olmayalım.
ceren.yaldiz@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 25
Nazım Hikmet Ran’a Atfen... > Emrah ÖZDEMĐR “…Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
“Denizde balık kokusuyla / Döşemelerde tahtakurularıyla gelir / Haydarpaşa garında b a h a r ” (Memleketimden Đnsan Manzaraları şiirinden…)
“Nâzım Hikmet vatan haini miydi” sorusunun cevabını Hikmet’in bu ders niteliğindeki şiirinde buluyoruz. Onun vatan idraki, çarkına çomak sokulan egemenlerinkinden çok farklıydı. O egemenler değil miydi zaten, Nâzım’a “vatan haini” yaftasını yapıştıran? O egemenler değil miydi, Nâzım’ın mezarını ülkeye sokmayan? Nâzım tepeden tırnağa “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bu memleketin özbeöz evladıdır. Nâzım’ın bedeni gurbet ellerde, yabancı topraklarda kalmış olabilir; ancak onun türküleri bu memleketin yağmurlarında yeşermiştir. Fani bedeni burada olmayabilir; fakat ölümsüz olan Nâzım bu topraklarda kök salmış, dalları evrenin sonsuzluklarına doğru uzanan koca bir çınardır. Bu coğrafyada Bolu Beyleri bitmemişse, Köroğlular da dimdik ayaktadır. Bu ülkede faşistler tükenmeyecekse, Nâzımlar da bitmeyecektir. Nazım Hikmet Ran’ın “Şehitler” adlı şiiriyle bu küçük anma yazısını sonlandırma istiyorum. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere, sağcı veya solcu; kalbi bu ülke için atanlara ithaf olunur: “Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir! Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, Sakarya'da, Đnönü'nde, Afyon'dakiler Dumlupınar'dakiler de elbet ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler, siz toprak altında ulu köklerimizsiniz yatarsınız al kanlar içinde. Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, siz toprak altında derin uykudayken düşmanı çağırdılar, satıldık, uyanın! Biz toprak üstünde derin uykulardayız, kalkıp uyandırın bizi! uyandırın bizi! Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir!”
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine” (Davet şiirinden…)
Memleket toprağındadır kökü, / Bedreddin gibi taşır yükü, / yatar Bursa kalesinde. (Yatar Bursa Kalesinde şiirinden…)
Sayfa 26
Politika Dergisi
Vukuat Var > Burak SIRATAŞ
“Gerekirse toprak verelim” diyen bir gençlik geliyor ya da tam tersi, tarihinde Ermeni soykırımı olduğunu kabul etmişçesine Kürtler üzerinde aynı şeyi denemek, hatta yapmak isteyen bir gençlik geliyor.
“...gençler, siyasetle ilgilenmez; ama dost ve rakı masalarında mangalda kül bırakmaz.”
Saat gecenin 3’ü. Yine sanki uyumamaya yemin etmişçesine oturuyorum. Televizyona bakıyorum, olmuyor. Sağa dönüyorum, olmuyor; sola dönüyorum, olmuyor. En sonunda, aklıma sabah okumaya başlayıp da bitiremediğim gazetem geliyor. Alıyorum elime ve kaldığım yerden okumaya devam ediyorum. Sonra, gözüm Can Dündar’ın yazısına takıldı. Yazının başlığı şuydu: “Gencim, Milliyetçiyim, Milletten Şikâyetçiyim”. Bu yazıyı okurken, nereden aklıma geldi bilmiyorum; ama eski bir Türk filmi canlandı zihnimde. Sevgilisi yerde yaralı yatarken kız ona sarılmış, “vukuat var” diye bağırıyordu. Đşte, ben de bu yazıyı okuduktan sonra, aslında yazdığı her şeyi çok önceden bildiğim bir gerçeği, araştırmalar sonucunda bilimselliğe dökünce avazım çıktığı kadar, vukuat var, demek istedim. Neden böyle bağırmak istediğimi, yazının ilerleyen bölümlerinde anlayacaksınız. Yazı, Ankara Genç Đşadamları Derneği’nin bir gençlik araştırması yapmasından bahsediyordu. Bu araştırmaya göre; gençlerin kafası karışıkmış, ailelerinden dayak yiyorlarmış ve kendilerine kimi örnek aldıkları sorulduğunda ya “annem” ya da “babam” diyorlarmış. Bu kadarla da sınırlı değil üstelik; aynı gençler, sigara ve içki içiyorlar, en çok askere ve dine güvenmenin yanı sıra siyaseti takip etmiyorlar; ama siyasi görüşlerini “milliyetçi - muhafazakar “ olarak tanıtıyorlarmış. Son olarak, aynı milliyetçi gençlerin % 80’i yurtdışında yaşamak istermiş. Sevgili üstat ise bunun üzerine çok güzel bir şey yazmış. Bunu sizlerle paylaşmak isterim. Can Dündar diyor ki: “Bu milliyetçiler bu oranla en çok ‘yurdun dışını’ seviyorlar”. Güldüm, sonra üzüldüm.
Şunu fark ettim ki gençliğimizin büyük bölümü ülkesinden vazgeçmiş, hatta ümitlerini kaybetmiş.
Bugüne kadar hep benim de içinde bulunduğum gençliğin ümitlerini çalanlara kızdım. Hakkımızı vermeyenlere, bizi apolitik olmaya zorlayan düzene sövdüm. Eğitim hakkımı istedim, düşünce özgürlüğümü kovaladım. Baştakine kızdım, ezilenin yanında durdum; ama yeter artık. Biz gençler sütten çıkmış ak kaşıkçasına isyan duygularımızın sanki sürekli talimini yaparken, aslında şunu fark ettim ki gençliğimizin büyük bölümü ülkesinden vazgeçmiş, hatta ümitlerini kaybetmiş.
Peki, bu sonuçlarda gençlerin hiç mi suçu yok? Aynı gençler, siyasetle ilgilenmez; ama dost ve rakı masalarında mangalda kül bırakmaz. Ülkesi için hiçbir şeye tepki vermez. Tepkisini “kuru kalabalık” dedikleri insanlara verirler; çünkü onlara göre tepki verenlerin, mitinglere gidenlerin bir çoğu aslında niye gittiklerini bilmezler. Boş laf bunlar. Hepsi züğürt tesellisi. “Gerekirse toprak verelim” diyen bir gençlik geliyor ya da tam tersi, tarihinde Ermeni soykırımı olduğunu kabul etmişçesine Kürtler üzerinde aynı şeyi denemek, hatta yapmak isteyen bir gençlik geliyor. Solculuğu Kürt sempatizanlığı sanan gençlik, gözümüzün içine sokulurcasına anlatılan ‘68 kuşağının yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla, böyle devam ederse, dövülmeye mahkum kalacak. Bu ülkenin ne zorluklarla kurulduğunu unutanların; kaç gencin, kaç çocuğun bu ülkenin kurtuluşu adına şehit olduğunu anımsayacaklarını da sanmıyorum ya da ülkesi adına bir şeyler yapmak için verdikleri mücadele sonucunda darağacına gidenlerden biraz olsun ders aldıklarını hiç düşünmüyorum. Ben, tabii ki, ölün, demiyorum ama onların ne için nelerden vazgeçtiğini gözden kaçırmamanızı istiyorum. Artık ülkenin adı “yaşamak; yaşadıktan sonra kendi egonu tatmin edecek, bencil isteklerini gerçekleştirecek bir ülke olsun da adı Türkiye olmasa da olur” gençliği geliyor. Tabii ki tüm gençlerden bahsetmiyorum; ama yazarken bile sinirlendiğim bir konuda, kendimi içinde bulunduğum gençliğe kızmaktan alıkoyamadım. Aslında her şey bu kadar kötü mü gidiyor, bilmiyorum ya da ben mi çok karamsar oldum, onu da bilmiyorum; ama yazdığım her şeyin çevremden edindiğim izlenimler sonucu elde ettiğim gerçekler olduğunu vurgulamak istiyorum. Yazacak çok şey var; ama ben gerçekten yazmak istemiyorum. Bir sinirle, bir üzüntüyle, bir çırpıda yazdığım bu yazı; umarım düzenine bakılmadan bazılarımızın uyanmasına vesile olur. Saygılarımla.
burak.siratas@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 27
Slogan > Mehmet Mustafa KAKI
Slogan, sözlük anlamı olarak, “bir düşünceyi kolay hatırlanıp tekrarlanabilir bir biçimde ifade eden kısa, çarpıcı söz”dür. Grupların veya kurumların genel amaçlarını aktarma niteliği taşıyan bu sözler, ülkemizde sola atfedilen bir kavram olsa da her türden grubun ister istemez kullandığı bir araçtır. Bir düşünceyi, fikri sloganlaştırmanın ardındaki sebep, o fikirlerin en kısa yoldan aktarılabilmesi kaygısıyla ilintilidir. Bu “en kısa yoldan aktarım”; tasvip edilmeyen, beğenilmeyen, desteklenmeyen ve hatta karşı durulan durumların en pratik ve etkili bir şekilde protesto edilmesini sağlayabilir. Aynı fikre sahip insanların bir araya gelebilmesinin bir yolu da slogandır çünkü. O fikri benimseyenlerin hem birleşmesini sağlar, hem de o fikrin yayılmasında veya tanıtılmasında önemli rol oynar. Etkili ve başarılı da olsa, her sloganın, genel olarak, zayıf bir yönünün de bulunduğunu belirtmek gerek. Söylenmek istenen sözler, ne de olsa birkaç kelimeye dökülmüştür ve çok başarılı olarak seçilmiş sözlerin bile söylenmek istenenin tamamını yansıtması mümkün değildir. Mümkün olsa bile, yanlış anlamalara sebep olması işten bile değildir. 19 Ocak 2007’de silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybeden Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in 23 Ocak 2007’deki cenaze töreninde, hatta öncesinde ve sonrasında, DĐSK tarafından bastırılan “Katil 301” ve “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” yazılı dövizler göze çarptı.
Hrant Dink’in 23 Ocak 2007’deki cenaze töreninde, hatta öncesinde ve sonrasında, DĐSK tarafından bastırılan “Katil 301” ve “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” yazılı dövizler göze çarptı.
Bu söylem, kısa sürede sloganlaştı ve uzun bir müddet gündemi meşgul etti. Đnfial yaratan cinayet sonrasında bir refleks olarak doğan slogana tepki gecikmedi. Olaydan yaklaşık iki hafta sonra oynanan Afyonspor - Bozüyükspor Türkiye 3. Futbol Ligi maçının ilk devresinde “Hepimiz Ogün’üz, Hepimiz Türk’üz” sloganı atıldı. Aynı dönemde sahaya çıkan Malatyaspor (burada Hrant Dink’in Malatyalı olduğunu ve karşı takım taraftarlarının bu durum üzerinden gerilim yarattığını hatırlatmak gerek) ve Elazığspor takımlarının taraftarları birbirine girdi, 10 kişi yaralandı. Konuya en uzak temalarda yayın yapan programlar da dahil olmak üzere, tüm televizyon kanallarında, gazetelerde; kafelerde, barlarda; okullarda, iş yerlerinde bu slogan tartışılır oldu. “Hepimiz Ermeniyiz”e bundan sonra gösterilen her tepki “faşistçe” olarak nitelendirildi ve gözler yumuldu, kulaklar tıkandı. “Hepimiz Ermeniyiz”in söz konusu cinayete insancıl bir tepki olarak geliştirildiği ve kullanıldığı, bu sloganın son derece iyi bir niyetle ve gururla haykırıldığı ve yine bu sloganın insanları yaklaştıracağı söylense de aslında büyük yaralara yol açtığı görülemedi. Zira bu sloganda ısrarın ardından Türk daha Türk, Ermeni daha Ermeni oldu. Đyi niyetle çıkılan bir yolda tökezlenildiği, insancıl bir tepkinin amacına ulaşmadığı, insanları birbirine yaklaştıracağı söylenen bu sloganın ayrılıkları ne denli derinleştirdiği ne zaman görülecek, merak ediyorum. 301. madde ne kadar “katil”se, “Hepimiz Ermeniyiz” de bir o kadar tehlikelidir.
Söylenmek istenen sözler, ne de olsa birkaç kelimeye dökülmüştür ve çok başarılı olarak seçilmiş sözlerin bile söylenmek istenenin tamamını yansıtması mümkün değildir.
“301. madde ne kadar “katil”se, “Hepimiz Ermeniyiz” de bir o kadar tehlikelidir.”
mehmetmustafa.kaki@politikadergisi.com
Sayfa 28
Politika Dergisi
Ermeni Sorunu* Kimin Sorunu? *Burada Ermeni Sorunundan kasıt, 1915 yılında yaşanan trajedinin TC’ye soykırım biçiminde dayatılması ve bunun kabulü ile ortaya çıkması kuvvetle muhtemel tazminat ve toprak talepleridir.
> Bülent BÜYÜK
Günümüzde “Ermeni Sorunu” Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada karşılaştığı en önemli ve kronikleşmiş sorunlarının başında gelmektedir.
“Çözüm yolu Washington, Moskova veya Paris’ten değil; Ankara ve Erivan’dan geçmektedir.”
ABD başkanı her yıl 24 Nisan’da, olaylar için “soykırım” kelimesini kullanmamak için bazı tavizler istemekte midir?
Tıp biliminde temel kuraldır; teşhisi doğru yaparsanız, hastalığa çare bulmak da kolaylaşır. Aynı durum, politika için de geçerlidir. Günümüzde “Ermeni Sorunu” Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikada karşılaştığı en önemli ve kronikleşmiş sorunlarının başında gelmektedir. Bu sorunun taraflarını doğru bir şekilde belirlemenin çözüme oldukça yardımcı olacağını düşünüyorum. Ülkemizdeki yaygın kanı, sorunun TC ile Ermenistan ve Ermeni Diasporası arasında olduğudur; fakat bu doğru değildir; çünkü sorunun ortaya çıkması, gelişmesi ve günümüzdeki boyuta ulaşmasında en büyük pay -Ermenilerden ziyade- bizim müttefiklerimiz olan Batı’nındır. Yani sorunun tarafları; TC, Ermeniler ve Batılı büyük devletlerdir. “Ermeni sorunu” 19. yüzyılda ortaya çıkan “Doğu sorunu” çerçevesinde değerlendirilmediği sürece, tam olarak anlaşılamaz. Osmanlı Đmparatorluğu’nun Avrupalı güçlerce dengeli bir biçimde parçalanması anlamına gelen Doğu sorununun önemli boyutlarından biri, Osmanlı tebaası olan gayrimüslimlerin, yaşadıkları bölgelerde kendi devletlerini kurmalarıdır. Böylelikle kurulacak yeni devlet, hem güçsüz olacağı hem de kurulmalarına önayak olması nedeniyle büyük devletlerin bir piyonu olacaktır. Bilindiği gibi, bu plan, Ermeniler hariç tüm Hıristiyan tebaada başarılı biçimde uygulanmış ve özellikle Balkanlar’da eski Osmanlı tebaası olan Yunan, Sırp, Bulgar ve diğer milletler kendi bağımsız (!) devletlerini kurmuşlardır. Bu devletler, bunu elbette kendi başlarına yapmış değillerdir. Başta Rusya olmak üzere; Đngiltere, Fransa ve diğer Avrupalı devletler, Osmanlı’ya bunu adeta dayatmışlardır. Đşte, böyle bir süreçte, Osmanlı’nın parçalanması için Ermeniler de kışkırtılmış ve devlete karşı ayaklandırılmışlardır. 1890’lardan 1. Dünya Savaşı’na kadar, onlarca kez ayaklanarak bağımsız devlet kurmak isteyen Ermeniler, büyük devletler tarafından korunmuştur. Bu devletler, Osmanlı’nın bu ayaklanmalara müdahalesini ya engellemiş ya da yapılan müdahalelere büyük tepki göstermişlerdir. Bundan kuvvet alan Ermeniler de isyanları ileri boyuta taşıyıp, 1. Dünya Savaşı’nda savaşan Osmanlı ordusuna karşı Rus saflarında savaşmıştır. Bu
koşullarda yapılan Ermeni sevk ve iskânı da korkunç bir trajediye sebep olmuş ve maalesef en az 300.000 Ermeni hayatını kaybetmiştir. Bu trajedi, şu an en baş ağrıtıcı dış politika sorunumuzdur; fakat ne gariptir ki yetkililerimiz bu sorunu çözmek için, sorunu yaratan devletlerin desteğini beklemektedirler. Oysaki bu sorun sayesinde bu devletlerin TC üzerindeki amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları görülememektedir. Örneğin, ABD başkanı her yıl 24 Nisan’da, olaylar için “soykırım” kelimesini kullanmamak için bazı tavizler istemekte midir? Çeşitli ülkeler parlamentolarından soykırım ile ilgili bir karar çıkartmamak için bazı ödünler kopartmakta mıdır ya da tersine, soykırım kararı çıkartmak ile tehdit etmekte midir? Bu ve benzeri sorulara verilecek cevap, elbette ki hayır olamaz. O yüzden, TC, kanımca, sorunun çözümü için “büyük devletler” dediğimiz ülkelere değil; bizzat Ermenilere yani Ermenistan’a başvurmalıdır. Sorunu yaratan ve bundan nemalanan devletler, elbette ki sorunun devamını isteyeceklerdir. Çözüm yolu Washington, Moskova veya Paris’ten değil; Ankara ve Erivan’dan geçmektedir.
bulent.buyuk@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 29
Türkiye’de Cahillik Kaosu
> Taşkın YAYLA “Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir. Đlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır.’’ Mustafa Kemal’in bu güzel sözünde de belirttiği gibi halkı aydınlatmak lazımdır. Bu sözün söylendiği tarihlerde Atatürk’ün karşısında savaştan yeni cıkmış bir millet mevcuttu. Ülke olarak da karşısında bütün kaynakları bitmiş, tükenmiş özellikle de maddi kaynaklarını bir yana bırakın, yetişmiş insan gücünün tamamına yakınını kaybetmiş bir ülke vardı. O zamanki durumda eğitimli insanını kaybetmiş bir ülkenin halkını aydınlatması, ileriye götürmesi çok zor gözükmekteydi; ama o zaman, o şartlar altında zor olan başarılmıştı. Hem de büyük bir hızla başarılmıştı. Savaş döneminden itibaren her türlü eğitim faaliyetlerine ağırlık verilerek hem ülkenin yetişmiş insan sayısı artırıldı, hem de halk büyük bir aydınlanma atağına girdi. Bilginin ve aydınlamanın zor elde edildiği bir zamanda halk bilgiye ve aydınlanmaya ulaşmayı bilmişti. Geçmişimizde durum böyleydi. Peki, günümüzde durum nasıl? Anlattığımız bu durum yakın geçmişimizde ve günümüzde değişmiştir. Günümüzdeki vaziyet geçmişe göre bir terslik arz etmektedir. Günümüzde teknoloji tasvir edilem eyec ek şekilde ilerlemiştir. Özellikle de bilgi teknolojileri alanında müthiş bir ilerleme olmuştur. Bilgiye ulaşmada zaman ve mekân kavramları ortadan kalkmıştır. Đnsanlara her türlü bilgi alma yolu (kitap, dergi, gazete) açık hale gelmiştir; ama Türkiye’mizde maalesef yazımın başlığını da oluşturan bir cahillik kaosu süregelmektedir ve bu kaos zaman geçtikçe toplumun her katmanına sirayet etmektedir. Peki, bu kaos neden meydana gelmiştir? Bu kaosun içinde olmamıza neden olan pek
çok faktör vardır; ama diğer faktörlerin çıkış noktası olan bir nedene burada değinmek yerinde olacaktır. O nedende özümüzü kaybetmiş olmamızdır. Geçmiş halkımızla, atalarımızla bağımızı koparmış olmamızdır. Eski halkımızla günümüzdeki halk birbirine zıttır; çünkü anlayışları farklıdır. O her şeyin farkında olan, bir olan, birlik olan, çalışkan, azimli olan halk gitmiş yerine söylediklerimin tam tersi bir halk gelmiştir. Tabii ki zaman değişmiştir, şartlar değişmiştir. Türk Milleti de aynı kalmamıştır; ancak Türk halkının maruz kaldığı tehlikeler değişmemiştir. Bu tehlikeleri Kurtuluş Savaşı ve sonrası halkımız nasıl bertaraf etmişse, günümüzdeki halk da aynı şekilde bertaraf edebilir. Bunun içinde geçmişimizdeki şuuru, bilinci yakalamamız gerekmektedir. Bu şuur yalnızca milli maçlarda değil, ülkenin her yerinde, ülkenin her alanında hissedilmelidir. Yapılması gereken çok çalışarak, çok bilinçlenerek, Atatürk’ün çizmiş olduğu yolda, muasır medeniyetler yolunda, o eski millet olma bilincimizi yakalamayı arzu etmektir. Bu yolda ihtiyacımız olan güç Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.
Zaman değişmiştir, şartlar değişmiştir. Türk Milleti de aynı kalmamıştır; ancak Türk halkının maruz kaldığı tehlikeler değişmemiştir.
“Bu yolda ihtiyacımız olan güç Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.”
taskin.yayla@politikadergisi.com
Yapılması gereken çok çalışarak, çok bilinçlenerek, Atatürk’ün çizmiş olduğu yolda, muasır medeniyetler yolunda, o eski millet olma bilincimizi yakalamayı arzu etmektir.
Sayfa 30
Politika Dergisi
Politika Dergisi—Yaşar Nuri Öztürk Mülakatı > Röportaj Yapanlar: Emrah ÖZDEMĐR—Gökhan DAĞ—Miraç ÇEVEN
Yaşar Nuri Öztürk Kimdir?* Bayburtlu bir anne ile Trabzonlu bir babanın çocuğu olarak 1951 yılında doğdu. Öztürk; Türkiye, ABD, Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar’da Đslam düşüncesi, insan ve insan hakları konularında birçok konferans verdi.
Y. Nuri ÖZTÜRK: “Halkımız bizzat kitap tarafından Allah ile aldatılmayın, diye uyarılmış olduğundan habersizdir.”
Time Dergisi’nin gerçekleştirdiği “20. Yüzyılın En Önemli Kişileri” (The Most Important People of 20th. Century) anketinin “En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar” (The Most Important Scientists and Healers) listesinde, dünya kamu oyunca belirlenmiş yüz ismin, 2001 yılı itibariyle ilk onu arasında yer alan Yaşar Nuri Öztürk, Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi’nde doğup büyüdü. Türk üniversitelerinde öğretim üyesi ve dekan olarak 26 yıl görev yaptı. ABD- New York’ta (The Theological Seminary of Barrytown) bir yıl misafir profesör olarak “Đslam Düşüncesi” dersleri okuttu. Aynı süre içinde, The World Scripture’ın Đslam bölümünün hazırlanışında görev aldı. Türkiye, ABD, Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar’da Đslam düşüncesi, insan ve insan hakları konularında birçok konferans verdi. “Kur’an’ın Yorum Katılmamış Đlk Türkçe Çevrisi”ni yapan bilim adamı olarak da anılır. 1993-2003 yılları arasında 126 baskı yapan bu çeviri, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin En Çok Baskı Yapan Kitabı” sayılmaktadır. ***“Đslam-Batı Đlişkileri ve Bunun KEĐ Ülkelerindeki Yansımaları” (Chelovecheskiy Faktor: Obschestvo i Vlast, 2004-4), “Đslam ve Avrupa” (Die Zeit, 20 Şubat 2003), “Đslam ve Demokrasi” [Desperately Seeking Europe, London, (Archetype Puplications), 2003, sayfa, 198-210; Europa Leidenschaftlich Gesucht, München-Zürich, (Piper Verlag), 2003, sayfa: 210-224] gibi uzun makaleleri ile, Đslam-Batı-Laiklik konularındaki uzun röportajları [örnek olarak bakınız, al-Ahram (Weekly), 1-7 February, 2001] Batı’da ve Đslam dünyasında derin yankılar yapmıştır. Türkçe, Almanca, Đngilizce, Farsça ve Rusça basılan eserlerinin sayısı kırkı aşkındır. Şu ana kadar 41 baskı yapmış bulunan “Kur’an’daki Đslam” adlı hacimli eseri, Đslam’da “Kur’an’a Dönüş Hareketi”nin öncü kitaplarından biri kabul edilmektedir. Öztürk’ün, bu hareketteki rolü ve faaliyetiyle düşünce dünyası, değişik üniversitelerde
yapılan Türkçe, Almanca, Đngilizce, Fransızca tezlerle incelendi. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Đstanbul Milletvekili olarak TBMM'ye giren Öztürk, öncülüğünü yaptığı Halkın Yükselişi Hareketi'ni Halkın Yükselişi Partisi (HYP) adıyla siyasal partiye dönüştürmüş ve bu partinin genel başkanlığına getirilmiştir. Türk ve dünya basınında Öztürk’le ilgili makale, şiir ve röportaj olarak yayınlanan ve hacimli bir arşiv oluşturan yazılar, yürütülmekte olan bağımsız çalışmalarla kitaplaştırılmaktadır. * http://www.hyp.org.tr/page.asp?id=39
Yaşar Nuri Öztürk ile yaptığımız röportajı sizlere sunmadan önce, Öztürk’ün Bursa Anatolia Hotel’de bizim de dâhil olduğumuz basın mensupları için düzenlediği toplantıdan notlar sunmak istiyoruz. Çünkü Öztürk; bu konuşmasında bizim sorduğumuz veya sormayı düşündüğümüz konulara açıklık getirdi. Basın toplantısından seçtiğimiz notlar: Y. Nuri ÖZTÜRK: “Allah ile Aldatmak” kitabımız basında oldukça büyük bir ilgi uyandırmıştır. Bu oldukça geniş bir çalışmanın yan ürünüdür. Atatürk mirası ile Đslam mirasının ilişkileri açısından oldukça önemlidir. Halkımız bizzat kitap tarafından “Allah ile aldatılmayın” diye uyarılmış olduğundan habersizdir. Biz bu kitapla Türkiye’yi 1000 yıllık dinini kullanarak çökertmek isteyen iç ve dış kıyamet odaklarını deşifre ediyoruz. Bunların, din üzerinden nasıl insafsız ve vicdansız bir oyun oynadıklarını ve bu dinin düşmanları ile Türkiye aleyhine nasıl işbirliği yaptıklarını; bu ülkenin kurucusu olan, bağımsızlığın ve aydınlanmanın kurucusu olan, emperyalizme karşı savaşı başarıya ulaştıran ve bu devleti kuran insana; onun arkaya bıraktığı değerlere, nasıl şuursuzca ve vicdansızca saldırdıklarını; bunun için dini nasıl kullandıklarını bu millete; sanıyorum ki Türkiye de ilk defa bu kitapla çok açık, net ve etkili bir biçimde anlattık. Y. Nuri ÖZTÜRK: Kitap mizanpaja gittiğinde 520 sayfa toplam çıktı. Kitabı mizanpaj’dan geri çekip yeniden okudum, süzdüm. Mümkün olduğu kadar sayfa sayısını azaltmaya çalıştım. Ancak 400 sayfaya
Sayı 4
Sayfa 31
indirebildim. Bu kitabı halkın okumasını istiyorum. Bu çok önemli bir konu o yüzden olabildiğince kısa ve net olmasını sağlamaya çalıştım. PD Yazarı Miraç ÇEVEN’in sorusu: Kitaptan çıkardığınız bölümleri sonradan genişletilmiş bir versiyon halinde ya da diğer kitaplarınız içerisinde yayımlamayı düşünüyor musunuz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Şimdi buradan bir şey çıkarmadım ben (aman) onu tasfiye edeyim. Hiçbir bölüm ya da başlık oradan çıkarılmadı. Mesela; yalnızca 7 sayfa olan bir bölüm 5 sayfaya düşürüldü, o kadar. Daha rafine haline getirdim. Bana göre bu haliyle bile biraz büyük; çünkü kitap bir araştırmacı kitabına dönüşürse halk bunu okuyamaz. Bu önemli bir konu; bunu halkın okuması lazım! Ancak kitap geniş halk kitlelerine ulaştığında ve görevini yaptıktan sonra ben bu kitabı konjonktürel kitap olmaktan çıkarıp. Artık tarihe vesika olarak kalacak bir kitap haline dönüştürecek bir operasyon yapacağım. Belki buna bir sekiz, on konu daha ilave edeceğim. Mesela benim projeme göre; Allah ile Aldatmanın yol açtığı en ciddi tahribat Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır. Amerika, enstitüleri kapatabilmek için her yolu denedi; hiçbir şekilde kapatamadı. En son, Allah ile aldatarak kapattı. “Oradan Đslam düşmanı komünist yetişir” dediler ve bitti! Kapanışın karşısında Đsmet Đnönü gibi bir Atatürkçü bile duramadı.1947’de süreci açan kendisidir. 1954’te Menderes kapatarak işin resmi tescilini yapmıştır. Bu konu bir bölüm olarak buraya girecek. Bunun gibi daha beş, altı bölüm daha var. Eğer bu bölümleri de koysaydık kitap 600 sayfaya çıkardı. O işi şimdi yapmam.
PD Yazarı Miraç ÇEVEN: 1. Dünya Savaşı sırasında Berberiler de kitabınız paralelinde Allah tarafından aldatılmış ve yanlış yollara sapmışlardır. Bu konu hakkında da bir şeyler yazmayı düşünüyor musunuz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Kuran-ı Kerim o uyarıyı sadece Türkler için yapmıyor ki bütün Müslümanlar için yapıyor. Arap dünyasının aldatılışı bizden belki elli kat daha ağırdır. Ama Türkiye bir Atatürk yetiştirdi, bir Atatürk aydınlanması yaşadı, aklın prangalarını kırdı, ışığın yolunu açtı. Ufuk koydu insanlarımızın önüne, bunu kurumsallaştırdı ve devletleştirdi; fakat maalesef biz onun kıymetini bilemedik. Şimdi Arap’ı, Acem’i bir kenara bırakıp da evvela şu evimizin içinde gerekeni yapalım, onlara zaten örnek oluruz. Bakın bugün Türkiye, Đran’dan daha kötü durumdadır. Ben, kitabım Farsça’ya ilk çevrildiğinde devlet misafiri olarak Đran’a gittim. Orada 20 gün kaldım ve 8 konferans verdim. Bu sayede Đran’ın en iç kısımlarına
HYP Genel kadar da girdim. Resmî misafir olduğum için bana sorarak program yapıyorlardı, çünkü. Molla rejimini yakından görmüş oldum. Ücra kasabalara kadar gittik. Şu anda Đran’da bir sıkıntı var. Dünya; Đran, Türkiyeleşiyor mu diye soruyor. “Türkiye, Đran mı oluyor?” soruları gerilerde kaldı, arkadaşlar. Mollalar şimdi tam tersini soruyor. Türkiye’nin Đran gibi olma ihtimali yok. Çünkü ilk neden parası, petrolü yok Türkiye’nin. Đkincisi ise Đran her şeye rağmen Đran’dan yönetiliyor. Şu an Türkiye’de bu irade yok. Bu dirayet yok! Bakınız: Molla Đranı ve Atatürk Türkiyesi!.. Đran’ın şu an ki kaygısı şudur; biz şeriat meriat dedik, kadınların başlarını örtmeyi mecburi kıldık ama kimsenin saçını gösterememesi diye bir şart yok! Saçınızın bir teli görünürse 40 yıl yanarsınız, sahtekârlığı burada oynanmamış. Đslami kıyafet diye türbanı zorla Türkiye’ye getirdiler. Sonra bu rahibe kıyafetini anayasaya sokarak legalleştirmek istediler. Đran’da bile olmayan bir uygulamayı, “bu gelirse başımız derde girer” dedikleri türbanı bu hale getirdiler. Đşte Türkiye’nin bulunduğu yer burasıdır. Türkiye’ye bu son iktidarın yaptığı budur! Bu, tarihimizin en büyük vahametlerinden biridir. Bizi Đran’ın bile gerisine attılar. Đran şimdi Türkiyeleşiyor muyuz, diye sorarken şunları da düşünüyor; Türkiye dışarıdan yönetiliyor, Türkiye’nin bağımsızlığı laftan ibaret. Devlet başkanı olan bir takım insanlar geliyorlar. Avrupa’dan Türk parlamentosuna girip konuşuyor ve Türk milletini tokatlayıp gidiyor. Barrosso denen utanmaz adam, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gidiyor; gitmeden önce korumalarına oturacağı odada güvenlik kontrolü yaptırıyor. Bu bize ana, avrat küfretmekten daha beterdir. Burası Cumhurbaşkanlığı köşkü! Hangi sıfat ve haysiyetle bunu yapıyor. Bu resmen bize hakaret etmek için yapılan bir harekettir. Buna kimse sesini çıkarmıyor! Ben o mevkide olsam, bu adamı “Persona Non Grata” (Đstenmeyen Adam: Diplomaside bir devletin bir diplomatı ülkesi içinde istemediği anlamına gelir.) ilan eder ve anında sınır dışı ettirirdim; yapmazsam şerefsizim. Böyle 30 tane daha adama yapılması lazımdı
Başkanı ÖZTÜRK: “...benim projeme göre Allah ile Aldatmanın yol açtığı en ciddi tahribat Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır.”
HYP 2005 yılında Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK önderliğinde kurulmuş ve 22 Temmuz seçimlerinde Türkiye genelinde 8. parti olmuştur.
Sayfa 32
ÖZTÜRK: “Barrosso denen utanmaz adam, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gidiyor; gitmeden önce korumalarına oturacağı odada güvenlik kontrolü yaptırıyor. Bu bize ana, avrat küfretmekten daha beterdir.”
Politika Dergisi
bunun; ama hiçbirine bunu yapmadılar. Türkiye bunların cirit attığı, tokatladığı, tarihi kin ve ihtiraslarını tatmin ettiği bizi söverek keyif yaptıkları bir çadıra dönüştü. Ve çadırın başındakilerde diyor ki biz bu ülkeyi yönetiyoruz. Türkiye’yi mahvettiler. Hakikaten Đran bugün bunu der ve diyor: “Biz Türkiye olursak, din min diyerek bizi acayip hale sokacaklar. Türkiye’ye benzersek Kelime-i Şahadet’in haysiyetini koruyamaz hale düşeceğiz. Bizim bin yıldır yaşadığımız dine birileri müdahale edecek ve onu yeniden şekillendirecekler. Kuran Đncilleştirilecek, namaz karmalaştırılacak” bu kaygıları duymaz mı? Biz bunları yaşamadık mı? Bunları ekranlardan bu millete deşifre ettim. Bakınız, Afganistan gibi güvenliğini Birleşmiş Milletler yani Amerika’nın sağladığı bir ülkeye, yaklaşık 1 ay önce Dick Chenney gidiyor. Hükümet Sarayına girmeden kapıdaki polis Chenney’i durdurup ayakkabılarından saçına kadar, tepeden tırnağa arıyor. Chenney pişkin bir diplomat; bir şey demiyor, etrafına bakıyor. Etrafındakiler polise “sen ne yapıyorsun” deyince bu adamın kim olduğunu bilip bilmediğini soruyorlar. Polis bildiğini söylüyor ve “Đşime karışmayın, burası devlet sarayıdır, buraya giren herkes aranır” diyor. Biz bunu yapamadık. Bazen diyorlar, Türkiye Afganistan mı oluyor? , Đran mı oluyor? , Arabistan mı oluyor? Geçin bunları, hayal kurmayın; hiçbiri olamazsınız. Şimdi o adamlar biz Türkiye mi olacağız diye korkuyorlar. Đşte Türkiye’yi getirdikleri yer burasıdır. Bu kitap bu kahırlı, bu onur kırıcı, bu büyük acıyı deşifre eden ve bundan çıkış yollarını gösteren bir kitaptır ve bunu yazmış olmaktan dolayı büyük mutluluk duyuyorum.
PD Yazarı Miraç ÇEVEN: Sizce, eğer Đran Mollaların değil Ali Şeriati’nin bakış
açısına yakın bir perspektifte yönetilseydi durumları nasıl olurdu? Y. Nuri ÖZTÜRK: Muhteşem olurdu. Đranlılara ben kendim de söyledim. Bana göre en büyük yanlışları; çok doğru yaparak, yıllarca Ehlibeyt Đslamı’nı savunup, Arap-Emevi Đslamı’na karşı çıktılar; ama Humeyni’den itibaren bütün siyasetlerini Emevi siyaseti üzerine oturttular. Đşte felaket budur. Şimdi Đran’ın Emevi Đslamı’na karşı çıkışının arkasından, ondan bekleneni Muhammed Hatemi, başkanlığının son günlerinde telaffuz etti; bu kitapta da göreceksiniz; Jacques Chirac ve Hatemi’nin beraber yaptıkları konuşmaları verip, değerlendirdim. Hatemi “Biz yıllarca laiklik ve Đslam’ın uyuşup, uyuşmadığını tartıştık, hata yaptık. Bırakın uyuşup, uyuşmadığını Müslümanlığın bir mutlu geleceği varsa bu da laikliğe geçmeleri ile mümkündür” dedi. Bu konuşma NTV’de yayınlanması dışında asla gündem yapılmadı. Bana göre bu Gorbaçov’un Rusya’da yaptığından daha önemli bir hadiseydi. (…)Niye Türkiye’de iki direnç ve enerji kaynağı var: Bizde iki tane önemli miras var; birisi özgün Đslam; anti-emperyalisttir. Diğeri ise Mustafa Kemal mirasıdır ki o da anti-emperyalisttir. Kurtuluş Savaşı’nda da ikisi kol kola verdi. Mehmet Akif, Çanakkale şehitleri ile Bedir şehitlerini bir tutarken sürçi lisan etmiyor ya da şehir fantezisi yapmıyor. Ne dediğinin gayet farkında! Biz buradan yürüyerek, bu zihniyeti egemen kılamadık. Altında tek imza olan hain Dürrizade ve fetvasının dinciliğine ülkeyi teslim ettik; altında 153 büyük Đslam âliminin imzası olan Börekçizade fetvasındaki din anlayışını egemen kılamadık. Bundan sonraki kitap bu temel başlıktan yürüyerek yazılmış bir kitaptır. 70 yıldır bunu başaramadık. Bunu başarmamız lazım; burada bunun bir kısmını yaptım. Basında bazı arkadaşlar bu kitaba Cumhuriyet’in ikinci yarısının manifestosu diyor. “Silahlı kısmını Mustafa Kemal’i bitirdi, öbür kısmını tamamlamaya ömrü vefa etmedi. Onu bu kitap tamamladı.” diyen arkadaşlar var. Bunu Cengiz Özakıncı’dan dinledim ve bunu yazacak. Bu işin tamamlanması lazım; yoksa Türkiye’yi ABD ve AB’nin 35. sınıf memurlarına tokatlatmak devam eder ve Türkiye yi bitirirler. Basın toplantısından sizlere aktaracağımız notlar bu kadar. Şimdi size Sayın Yaşar Nuri Öztürk ile yaptığımız özel röportajı sunmak istiyoruz:
Politika Dergisi Yazarları (P.D): Sayın Öztürk, akademisyenliğiniz ile tanınıyor ve halka katıldığınız programlarla bir şeyler vermeye çalışıyordunuz. Böyle bir misyonu-
Sayı 4
Sayfa 33
nuz varken, siyasete neden atıldınız? Y. Nuri ÖZTÜRK: Bu onun devamı… Madem halka bir şey vermeye çalışıyorduk; daha iyi şeyler vermek için ve halka elle tutulur hizmetler vermek için bu yola girdik.
P.D: Peki, bu riskli bir yol değil mi hocam? Y. Nuri ÖZTÜRK: Gayet tabi riskli; ama o benim tercihimdir. Risk almayan insan ot gibi yaşmayı seçecektir ve benim seçimim o yönde olmadı. Benim zaten fikir hayatım da risklerle doludur. Biz 9-10 asır üstü örtülen gerçekleri açtık, bu millete söyledik. Bunu bütün dünya biliyor. Dünya’da çok ünlü üniversitelerde benim fikir hayatım ile ilgili on civarında tez yapıldı. Demek ki bunu tarih tescil etti. Biz yaptığımız işi çok düşünerek, çok yerinde yaptığımız kanaatindeyiz. Hatta belki biraz daha erken yapsaydık daha iyi olurdu. Mesela; rahmetli Ecevit’in 1999 yılında beni siyasete davet ettiği zaman bu işe girmediğim için pişmanım. Çünkü Türkiye’de artık; temiz, birikimli, vizyonu kuvvetli aydınların siyasete girmesi gerekli. Siyaset; çapulcular, vurguncular, talancılar ve yalancılar mesleği olmaya süratle gidiyor. Bunu durdurmazsak bizim çocuklarımızın geleceği karanlık olur.
P.D: Temizlenmesi için de sizin gibi aydınların siyasete girmesi gerekir. Y. Nuri ÖZTÜRK: Kesinlikle… Bize isnat edilen suç nedir? “Sizin gibi temiz adamın siyasette ne işi var.” O zaman ben de soruyorum; “temiz adamların siyasette ne işi varsa, Türkiye’yi yönetmeyi pis adamlar mı yapacak?” O zaman biz nasıl temiz bir Türkiye bekleyeceğiz.
P.D: Hocam, Halkın Yükselişi Partisi’nin (HYP) genel çizgisi ve partinizin faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz? Y. Nuri ÖZTÜRK: “Halkın Yükselişi Hareketi” adlı kitabımızda açıkça her şey anlatılmaktadır. HYP, Cumhuriyet tarihinde önce siyaset felsefesini yapıp, bunu bir kitapla ortaya koyup; sonra parti kuran ve programını oluşturup, ortaya koyan tek siyasi partidir. Hâlbuki bizim siyaset felsefemiz benim kitaplarımda dağınık hâlde var. Biz bunları “Halkın Yükselişi Hareketi” kitabında birleştirdik. Ve onun üzerinde de siyasi partiyi kurduk. Partiyi üç, dört cümle ile özetleyim: Biz ideoloji partisi değiliz, sağcı ya da solcu olarak tanımlamayız kendimizi. Biz insan merkezli ve manevi kimliği de Anadolu Hümanizmine bağlı, yani 13. yüzyılda Yunus
Emre, Mevlana, Hacı Bektaş’la; 20.yüzyılda Mustafa Kemal ile devletleştirilen anlayışa manevi kimliğimiz olarak bağlıyız. Ama modern siyaset açısından baktığımız zaman; biz Türk Anayasası’nın 2. maddesinde ifade edilen demokratik, laik, sosyal hukuk devleti zihniyetini temsil eden siyasetçileriz. Bizim burada siyasi proje olarak diğer partilerden temel ve en önemli farkımız; Mustafa Kemal mirası ile Muhammed Peygamber mirasının asla birbiri ile çelişmediğini, birbirini tamamladığını düşünmemizdir. Ve bu ikisinden milletimizin emperyalizme karşı, cehalete karşı, bölüşüm bozukluğuna karşı, kavgaya karşı bir kurtuluş reçetesi oluşturmasıdır. Biz bunu derken; ülke yönetiminde biraz Mustafa Kemal’den, biraz dinden alacağız diye bir şey asla demiyoruz. Bize göre gerçek Đslam mirası laikliği emreder; sadece hoş görmez. Bunu ben “Laiklik” kitabımda da açıklıkla belirtmiştim. Kuran mirası ile Muhammed mirasının birleşmesinden laik hukuk devleti ortaya çıkar. Biz bunları dediğimizde bize diyorlar ki biz biraz dinden alacağız, biraz da şundan… Böyle bir şey yok. Gerçek adres olan Kuran’a gittiğinizde, o sizi birkaç adrese gönderir. O adreslerden birisi de laikliktir. Biri akıldır, biri bilimdir, bir de ortak insanlık değerleridir. Bunları ben bilimsel anlamda 20 yıldır yazıyorum. Bunları biz bir gecede kafamızdan geçirmiş, yazmış değiliz. Biz “Muhammedî miras ile Mustafa Kemal mirasını bütünleştireceğiz ve buradan milletimize çıkış üreteceğiz” dediğimiz zaman; laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti işleteceğiz diyoruz. Diğerlerinden farkımız ise ne dinciler gibi “laiklik ve Đslam birbirine aykırıdır” yalanını söyleyeceğiz, ne de kendini laik diye tanıtıp, Atatürk dayatması yapanların savunduğu gibi “Atatürk din dışıydı, biz de din min tanımayız; onun yerine laiklik olacak” diye dayatacağız. Çünkü ikisi de
Yaşar Nuri ÖZTÜRK: “Bizde iki tane önemli miras var: birisi özgün Đslam; antiemperyalisttir. Diğeri ise Mustafa Kemal mirasıdır ki o da antiemperyalisttir.”
Sayfa 34
Yaşar Nuri ÖZTÜRK: “Pragmatik olarak konuşursak, Türkiye’nin en acil meselesi; Türkiye’nin Türkiye‘den yönetilmesidir.”
Politika Dergisi
yanlış. Laiklik ve Đslam arasında çekişme yok ki sen onu, sen de onu dayatıyorsun. Pragmatik olarak konuşursak, Türkiye’nin en acil meselesi; Türkiye’nin Türkiye‘den yönetilmesidir. Bir defa Türkiye’yi dış vesayetten kurtaracağız. Bunu yapmadan Türkiye kendine yarayacak hiçbir karar alamaz, alamıyor da zaten. Đlk işimiz bu olacak. Đkincisi ise Türkiye’yi borçlardan kurtaracağız. Bunun planını, projesini yapmış ve dosyalamışız. Sadece iki, üç kalem yapacağımız işi söyleyeyim; ilki gümrük kapılarına egemen olacağız. Bu, yılda 150 milyar $ demektir. Đkincisi belediyelerdeki ‘rant çeteciliğini’ durduracağız. Đmar rantı denen çeteyi durdurmak da yılda 200 milyar $ demektir. Üçüncü ve en önemlisi ise; ekonomiyi kayıt altına almaktır. Bütçenin yüzde 60’ı kayıt dışıdır. Başka bir devlet var mıdır ki kayıt dışı ekonomi kalemiyle bütçeye yüzde 40’lık bir kısım koysun; bu intiharın itirafıdır. Böyle devlet olur mu? Yerin altına filan inmeye de lüzum yok. Yok bor madeni, yok altın madeni; geçin bunları. Onlar daha sonraki işlerdir. Yerüstündeki bu iki, üç şeyle borç işini halledeceğiz. Sonra ziraatı süratle ayağa kaldıracağız. Hiçbir kayıt şart yok. AB, ziraatı yüzde 8’e indirin diye bastırıyor. Canları cehenneme!.. Burası hâlâ bir ziraat ülkesidir ve milletimizin karnı bu ziraatla doyuyor. Đhracatımızın temel girdileri, sanayimizin temel girdileri ziraata dayanıyor. Tarımı öldürüp, Türkiye’yi çorak bir toprağa dönüştürüyorlar. Bunu süratle durduracağız. Özelleştirme Đdaresi’ni bir hıyanet idaresi gibi görüyoruz; orayı derhal kapatacağız. Özelleştirme gerekiyorsa yaparız. Toplarsın bir komisyon, raporunu yazar ve orayı özelleştirirsin. Bu iş dünyada böyle yürüyor. Bir hükümet, anayasaya özelleştirme diye bir kavram koyar mı? Bu, devletin kendini tasfiye etmesi demektir. Devam ediyorum; programımızda yazılı olduğu üzere, Gümrük Birliği’ni askıya alacağız. Bu birlik ülkeye 230 milyar $ kazık atmıştır, Düyun-u Umumiye’yi hortlatmıştır. Bir kuruş kârımız da olmamıştır. Ziraatı batıran da, KOBĐ’leri bitiren de odur. Hemen askıya alacağız. Son bir şey daha söyleyeyim; Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ortaklık talebini geri çekeceğiz. Bu gayet açıktır. Çünkü böyle bir şey olmayacak, böyle bir şey olamaz. Böyle bir şeyin olmayacağını adamlar kendisi söylemiş. Bunun hâlâ olabileceğini söyleyip insanları kandıranları, şerefsizlik
ve beyinsizlik ile itham ediyorum. Avrupa Birliği’ne ortaklık talebini geri çekeceğiz. Daha sonra onlar konuşsunlar, biraz da onlar konuşsunlar. Eğer onlar bu talebi getirmiyorsa bu olmaz. Biz işimize bakacağız. P.D: Hocam, 1945’den sonra Türkiye’nin Atatürk’ün ilerleme anlayışından uzaklaşıp, Batı özentisi bir yöne sürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Atatürk Batıcı filan değildi; Atatürk akılcı ve bilimci idi. Tıpkı Hz. Muhammed gibi “ilmi ve irfanı nerede görürseniz alın” demiştir. Atatürk esasında Doğucudur. Batı’da bugün olan ilimlere, doğu maneviyatının mahsulleridir diyor. Bunu Muhammed Đkbal de söylüyor. Atatürk, Batı’ya rağmen ilerlemeyi keşfeden ilk Doğulu liderdir. Atatürk, aklın ve bilimin peşindedir. Akıl ve bilim Batı’nın babasının malı değil. Zaten temelini Doğu’dan aşırmışlar. Temellerini bizim Müslüman dedelerimiz atmıştır. Muhammed Đkbal şöyle diyor; “biz onları alırken komplekse kapılmayalım, onlar zaten bizim malımız”. Atatürk de aynı şeyi söylüyor. Đsmet Paşa farklı bir kişiliktir. Büyük bir vatanperverdir, büyük devlet adamıdır, Cumhuriyet’e sadıktır. Bunlara hiçbir itirazım yok ama Atatürk’ün o büyük dehasını ilk kırılmaya uğratan şahıstır. Ama fazla üzerinde durmayın bu konunun, bugüne gelin. Bugün, Atatürkçülük Türkiye’de tez olmaktan çıkarıldı. Kurtuluş Savaşı’nı verdiğimiz emperyalist güçlerle içerideki hıyanet odakları birleşerek Atatürk’ü tez olmaktan çıkardılar. Onun yerine Arap-Emevi Đslamı’nı tez olarak koydular. Biz HYP olarak; Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nı veren ruhu yeniden tez yapmak istiyoruz.
P.D: Hocam, sizce BOP’un Türkiye üzerindeki iki büyük emeli; gerçek Đslamiyet’i Ilımlı Đslam projesi ile zihinlerden silmek ve Mustafa Kemal mirasını bu topraklardan silmek mi? Y. Nuri ÖZTÜRK: Gayet doğru. Zaten Atatürk mirasını yok etmeden diğerini yapamazlar. Đkisini de yok etmek istiyorlar. Müslüman ülkelerin hepsini zaten bitirmişlerdir. Bir tek Türkiye’de gerçek Đslamiyet kalmıştır; onun sebebi de Atatürk’tür. Atatürk aydınlanmasını yok etmek istiyorlar ki öbürünü de bitirsinler. Şimdi “sizi Đslam dünyasına model göstereceğiz” derken, çok namussuzca bir yalan söylüyorlar. Esas istedikleri; bizi model olmaktan çıkarmaktır. Biz rahatsız ediyoruz onları. Bunun sebebi Atatürk’tür ve onun için de Atatürk’ü yok etmek istiyorlar.
Sayı 4
Sayfa 35
P.D: Peki, hocam AKP hükümeti hangi cephededir? Y. Nuri ÖZTÜRK: Bunu bana sormayın, cevaplarını kendileri veriyorlar. Son kitabımda da bunu gayet açık anlattım. AKP deyince akla kim gelir: Tayyip Erdoğan. Ne diyor Sayın Erdoğan? Kendi görevini kendi tanımlamış: “Biz, Büyük Ortadoğu Projesi’nin bu coğrafyadaki eş başkanıyız, bizim esas görevimiz budur” demiştir. Görevini tanımlamıştır..
P.D: Öncelikle ziraat ülkesiyiz diyorsunuz. Zirai kalkınmayı nasıl başarmayı düşünüyorsunuz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Türkiye’yi genetik modifiye ürünler ithal ederek karnını doyuran ülke olmaktan kurtarmak lazım. Bunun yolu da tarımı kalkındırmaktır. Şimdi bakın, bana sorduğunuz soru işin teknik tarafıdır. Bu tarafına çalışan, bu işi dosyalayan arkadaşlarımız var. Ben işin siyasi ufkunu ve boyutunu anlatıyorum. Türkiye tarımı ihya edecektir. Daha birkaç yıl öncesine kadar kendimizi ithalatsız besliyorduk. Şimdi A’dan Z’ye bütün gıda maddelerini ithal ediyoruz. Bu bir faciadır. Topraklar çoraklaşıyor, tohumumuz yok. Türkiye tohumunu kendi üreten, yiyeceğini kendi üreten ve genetik modifiye olmayan tohumlarla dünyaya açılan bir ülke haline getirilmelidir. Ziraat ülkesi dediysem, bu sizi şaşırtmasın. Bu sanayi ülkesi olamayacağız demek değildir. Dünyanın en büyük sanayi ülkesi de ziraat ülkesi de Amerika’dır, Almanya’dır, Fransa’dır, Hollanda’dır. Bunlar bunu yapıyor da biz niye yapamayalım? Bizim topraklarımız onlarınkinden çok daha değerli.
lardır. Bu tarz karşı çıkışlar ise bizde sevinç kaynağı olmuştur. Demek ki halk, burada oynanan oyunu son perdede fark etmiştir. Ve nitekim bu oyun tutmadı. Yani burada adam türban meselesini Đspanya’dan yaptığı açıklama ile gündeme getiriyor. Ve “Siyasi simge olsa ne yazar?” demesi ne anlam taşıyor? Niye Konya’dan, Đzmir’den değil de Đspanya’dan? Đşte ayağına dolandı, arkasından da kapatma davası geldi. Bundan daha isabetli bir şey olamaz. Bir hukuk devletinde, bundan daha güzel bir hesap sorma sistemi olamaz.
P.D: Hocam, Batı dünyası artık Đslamiyet’i terörle eşdeğer görmeye başladı. Đslamî terör diye bir kavram çıkarıldı. Bunun yanında Đslamiyet’in içi de Ilımlı Đslam söylemleriyle boşaltılıyor. Buna karşı biz gençler olarak nasıl bir tavır almalıyız?
Y. Nuri ÖZTÜRK: Bunlar namussuzca iddialardır. Bu iddiaları ortaya getirenler kendi namussuzlukları ile kalırlar ve bunların altında ezilirler. Türk yargısını, Türk adliyesini, Türk hâkimlerini işlerine gelmeyecek kararlar alabilecekleri durumlarda böyle şeylerle itham etmek, şerefli insanlara yakışmaz.
Y. Nuri ÖZTÜRK: Ilımlı Đslam’ın, Đslam olmadığını halkımızın kabul etmesi lazım. Bunun için Türkiye’deki Allah ile aldatma tezgâhının dağıtılması gerekiyor. Şimdi türban ile dini eşitleyip; “türbanı savunan en iyi Müslümandır” ihanetini millete dayattığınız zaman; “türbanı savun, arkadan haçlılar ile işbirliği yap”, “Türkiye’yi haçlılara istediğin gibi sat”; ve “tüm bunların hiçbir mahsuru yok” zihniyetinin yıkılması gerekir. Ve türban dayatmasının anayasaya sokulmasına türbanı savunan çevrelerin bile, mesela Nevzat Yalçıntaş’ın “Bu bir nifak unsurudur. Bununla Türkiye’yi perişan edecekler” diyerek karşı çıkmalarına rağmen bunu yapmış-
P.D: Kapatma davası hakkında iddialar var. Başsavcının CHP ile işbirliği yaptığı yönünde söylentileri yaymaktalar. Bu konuda görüşleriniz nelerdir?
“(Erdoğan’ın) Siyasi simge olsa ne yazar?” demesi ne anlam taşıyor? Niye Konya’dan, Đzmir’den değil de Đspanya’dan?
P.D: Gülen cemaati “dinler arası diyalog”adı altında kelime-i şahadeti bile kullanmamaya başladı. Kelime-i Tevhitten “Muhammeden Resullulah”(Muhammed Allah’ın elçisidir) kısmını çıkarıp attılar. Bunların tabanlarında cahil olup da yaptıklarının manasını anlamayan insanlar da var. Sizce bu hareketle ulaşmak istedikleri nedir? Y. Nuri ÖZTÜRK: “Allah ile Aldatmak” bunlar için yazıldı. Beşinci bölümde Allah ile aldatmanın küresel tezgâhları incelenir.
Sayfa 36
Politika Dergisi
gibi düşünülebilir mi? Y. Nuri ÖZTÜRK: Gibi değil; aynen haçlı saldırısıdır. Vakıflar Yasası Sevr Anlaşması’nın kılık değiştirmiş bir şeklidir. Türkiye’de gayrimüslim dükalıklar oluşturacaktır. PKK ile yapamadıklarını bu yasa ile yapacaklardır. Bu yasayı Anayasa Mahkemesi’nin iptal edeceğini düşünüyorum; yoksa yeni bir kurtuluş savaşı vermek mecburiyetinde kalırız.
P.D: Sizce Şeyh Sait isyanın bu ülkeden götürdükleri nelerdir?
Prof. Dr. ÖZTÜRK: “Bugün, Atatürk’ün
Bunlardan biri de Vatikan tezgâhıdır. Dinler arası diyalog; Papalığın 1965’de açıkladığı gibi “yeni şartlara uyarlanmış bir misyonerlik hareketi”dir; ama Müslüman camia içinden dinler arası diyalogdan hayır beklediğini söyleyenlerin samimiyetleri yoktur. Yahut da basiret özürleri vardır. Dinler arası diyalogu bu bahsettiğiniz cemaatin yaptığı gibi kabullenmek demek bana göre irtidat (Đslami terminolojide dinden çıkmak) demektir. Çünkü bunların diyalogu sürdürmek adına Đslam’ı soktukları şekil Kuran’a göre dinden çıkmak demektir. Durum aynen budur. Bunun birini tercih edecekler. Ben şu an kendilerini itham etmiyorum. Yalnız “yaptıkları işin götüreceği yer oradır” uyarısı yapıyorum.
rakılarına takılanların gazetelerde bol bol ne hallere düştüklerine dair felaket manzaralarını izliyoruz.”
P.D: Atatürk’ün rakı içmesi gibi meselelere kafayı takıp, Atatürk’ün Đslamiyet dışı gösterilmeye çalışılmasının sebebi nedir? Y. Nuri ÖZTÜRK: Bugün, Atatürk’ün rakılarına takılanların gazetelerde bol bol ne hallere düştüklerine dair felaket manzaralarını izliyoruz. Đyi o zaman Fatih de çok şarap içiyordu; o zaman onu da yok edelim. Zaten onu bile yapıyorlar. Patrikhane’yi oluşturup Fatih’in kemikleri üzerinde Ortodoks bir Rum devleti kurmak istiyorlar. Bunların hepsini Đslam dışı, akıl dışı ve vicdan dışı görüyorum. Bunlar, Atatürk’ün bu ülkeden tepeleyip kovduğu emperyalist haçlı odakların söylemleridir. Hem bu ülkenin nimetlerinden yararlanıp, hem de emperyalizmin papağanı gibi belli şeyleri tekrar edenlerin de şerefli adamlar olduklarını düşünmüyorum.
P.D: Vakıflar Yasası da bir haçlı saldırısı
Y. Nuri ÖZTÜRK: Şeyh Sait isyanı bu ülkeden bir şey götüremedi. Ama Şeyh Sait isyanını yaptıranların zihniyetleri; yani Đngiliz zihniyetinin Đslam, Cumhuriyet, Mustafa Kemal, Hz. Muhammed ile ilgili düşünceleri bugün subaşlarına oturmuş durumdadır, maalesef.
P.D: Siyasete Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile girdiniz ve bildiğim kadarıyla aranızdaki sürtüşmeden dolayı CHP’den ayrıldınız. Sizin CHP veya başka partilerle blok oluşturma veya birleşme düşünceniz var mı? Y. Nuri ÖZTÜRK: Onu siyasetin yeni dinamikleri tayin eder. Türkiye’nin hayrına olan bir şey olursa, biz onu yaparız. Ben CHP ile de sürtüşmedim. Verdikleri sözleri yerine getirmediler ve bunun için ben partiden ayrıldım. Bana bir saygısızlık yapmadılar. Yalnız istirahat et, keyfine bak dediler. Sana saygımız var; ama yeni projeler üretme teklifi filan yapma dediler. Şimdi de Deniz Baykal konuşmalarında ayet, hadis okuyor; oraya geldiler.
P.D: Harem-selamlık uygulaması Đslami bir uygulama mıdır? Y. Nuri ÖZTÜRK: Kesinlikle değildir, Đslam dışıdır.
P.D: AKP hükümetinin Alevilere yönelik politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Hezimet… Hezimet ama Alevilerin de akıllarını başlarına toplamaları lazımdır. Aleviler kadar aldatılmaya müsait bir kitle görmedim, ben. Kim yüzlerine gülüyorsa peşinden gidiyorlar. Ve AKP’ye aldanmak gibi bir oyuna gelirlerse tarihlerinin en büyük hüsranlarına uğrarlar.
P.D: Türkler tek tip, Arap-Emevi Đslamı’na
Sayı 4
teslim mi olmuşlardır? Y. Nuri ÖZTÜRK: Biz, hilafeti Yavuz alıp getirene kadar Arap-Emevi Đslamı’na teslim olmadık. Selçuklu’yu kuran da, Osmanlı’yı kuran da Ehlibeyt Đslamı’nı güden Alperenlerdir. Yunus’ta da, Mevlana’da da ArapEmevi Đslamı yoktur, Hacı Bektaş’ta hiç yoktur, Ahilerde hiç yoktur. 2. Murat’a kadar bu anlayış yoktur. Oraya kadar tamamen Alevi ve Ehlibeyt Đslamı egemendir. Ondan sonra biraz karmalaşmıştır ama Yavuz’un hilafeti getirmesi ile yanında bir miktar Arap Đslamını taşıyan adam da getirmiştir. Yıkım ondan sonra başladı. “Allah ile Aldatmak” kitabında da “Aldatılmamız Nasıl Başlatıldı?” başlığı altında bu konu irdelenmiştir. Hilafetin bize gelmesi, Đslam’ın bizim hayrımıza işlemesini durduran ve aleyhimize çalışmasını başlatan olaydır. Bu bizi mahfeden başlangıçtır.
P.D: Mehmet Akif Ersoy ile Atatürk arasındaki sürtüşme Allah ile Aldatanların hep gündeminde… Bu konuda bizi aydınlatır mısınız? Y. Nuri ÖZTÜRK: Akif’in Muhittin Nalbantoğlu’ya yazdığı mektubun bir bölümünü son kitaba koydum. Mektupta Akif : “11 yıldır Mısır’dayım, 11 dakika daha durursam çıldıracağım. Hemen Türkiye’ye geliyorum. Đnsanlık da, dindarlık da, milliyetçilik de, hürriyet de Türkiye’de. Allah varsa benim ömrümden kessin ve Mustafa Kemal’e versin.” diyor. Akif’in son geldiği nokta budur. Bu sürtüşme olayı külliyen yalandır. Bunlara hizmetkârlık yapan, haçlıların çiftliklerinde ense yapanların bu konuda ağızlarını açmamaları lazım gelir. Çünkü hiç güven vermiyorlar. Önce gidip haçlı hizmetkârlığından istifa etsinler; ondan sonra konuşsunlar.
P.D: Bunların esas hedefleri sokaktaki cahil insanlar. Zaten sorunda burada başlıyor sizce? Y. Nuri ÖZTÜRK: Halk da cahil olmasın, kardeşim. Bu kadar acıyı çekmiş bir halkın cahillik edebiyatı yapmaması gerekir. Biz bu kitapları niye yazıyoruz? Cahillikten kurtulmak kolaydır, hainlikten kurtulmak zordur. Cahillikten kurtulsun, okusun halk. Kendisine üç çuval kömür atan haçlı işbirlikçilerine teslim olmak yerine geleceklerini düşünsünler. Đnsanların “Benim çocuklarım yarın bu üç çuval kömürle mutlu olabilecek mi?” diye sormaları gerekir. Siz bizim halkımızın kafasının bunlara basmadığını mı zannediyorsunuz? Bizim halkımızın zaafı ucuzcu olmasıdır. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” diyor. Halkımız biraz zah-
Sayfa 37
mete girip ayağını toplamıyor. Onun için halkımızın biraz acı çekmesi gerekiyor.
P.D: Sayın Öztürk, son olarak politikadan uzak duran gençlerimize ne söylemek istersiniz? Y. Nuri ÖZTÜRK: Politikadan uzak dururlarsa işlerini kuramaz, eşlerini doyuramazlar. Onurlu bir biçimde aşlarını işlerinden kazanmak ve eşlerini geçindirmek istiyorlarsa işe el koymalılar. Ve bunun yolu da 12 Eylül’ün Türkiye’ye oynadığı büyük zulümü, kötülüğü kırarak tekrar siyasete dönmeleridir. Yani Türk gençliğine birileri diyor ki “siyaset yapacaksan adam bıçaklayacaksın, duvar yazacaksın yahut başka ne yapıyorsan yap ama siyasete karışma!” Biz de diyoruz ki “siyasete sonuna kadar gireceksin ama bıçaklamayacaksın, öldürmeyeceksin, duvar yazmayacaksın, siyaset yapacaksın!” Partilerimiz PKK’yı düz ova siyasetine çağıracağına, gençliği çağırsalardı. Tertemiz, pırıl pırıl gençlerimizi kahvehanelere, kafelere, evlere, diskoteklere hapsettiler. Bilinçaltlarını boşalttılar. Ondan sonra PKK’nın kanlı cellâtlarını siyasete çağırdılar. Bunların akıbetleri de ne oldu, gördünüz.
P.D: Çok teşekkür ederiz, sağ olun. Y. Nuri ÖZTÜRK: Siz sağ olun.
Yaşar Nuri ÖZTÜRK: “Tertemiz, pırıl pırıl gençlerimizi kahvehanelere, kafelere, evlere, diskoteklere hapsettiler. Bilinçaltlarını boşalttılar.
Yaşar Nuri Öztürk, bize verdiği özel röportajdan sonra Uludağ Üniversitesi’nde tertip edilen “Đslam ve Cumhuriyet” adlı konferansa gidiyor. Biz de kendisine çok teşekkür ediyor ve çıktığı bu yolda başarılar diliyoruz.
iletisim@politikadergisi.com
Ondan sonra PKK’nın kanlı cellâtlarını siyasete çağırdılar.”
Sayfa 38
Politika Dergisi
Habermas ve Đdeoloji Olarak Teknik ve Bilim > Asaf ŞĐMŞEK
Habermas, sosyal değişmeyle ilgili görüşlerini daha çok “rasyonelleşme” ve “modernlik” gibi kavramlar üzerine inşa etmiştir.
“Geleneksel toplum” deyimi, genelde, “yüksek kültür” kıstaslarına uygun düşen tüm toplum sistemlerine üst başlık olarak yerleşmiştir.
J u rge n H abe rm a s , “Đdeoloji Olarak Teknik ve Bilim” adlı yapıtında sosyal değişmeyle ilgili çözümlemeler yaptı. Bu çözümlemelerinde Max W eber, Karl Marx, Marcuse gibi sosyologların görüşlerinden yola çıkarak deneysel ve sistemli görüşler ortaya koymuştur. Habermas, sosyal değişmeyle ilgili görüşlerini daha çok “rasyonelleşme” ve “modernlik” gibi kavramlar üzerine inşa etmiştir. Habermas, Weber’in “rasyonelleşme” dediği şeyi yeniden formüle etmiştir. Bunun için de “çalışma” ve “etkileşim” arasındaki kökten farklılıktan yola çıkmıştır. “Çalışma” veya “amaç-rasyonel eylem”, ya “araçsal eylem” ya “rasyonel seçim”dir ya da bu ikisinin bir kombinasyonudur. Araçsal eylem, ampirik bilgiye dayanan teknik kurallara uyar. Bu kurallar, her defasında gözlenebilir fiziksel veya sosyal olaylar hakkındaki kesin öngörüler içerir. Bu öngörülerin isabetli veya yanlış oldukları meydana çıkabilir. Rasyonel seçim, analitik bilgiye dayanan stratejilere uyar. Bu stratejiler, öncelik kurallarının (değer sistemlerinin) ve genel düzenleyici ilkelerin türevlerini içerirler. Bu tümceler, ya “doğru” ya da “yanlış” olarak sonuçlanır. Amaç rasyonel eylem, tanımlanmış hedefleri, verili koşullar altında gerçekleştirir; fakat araçsal eylem, gerçekliğin etkin bir deneyiminin kıstaslarına uygun olan ya da olmayan araçları organize ederken, stratejik eylem –yalnızca- olası davranış seçeneklerinin doğru bir değerlendirilmesine bağlıdır.
Đletişimsel eylem, simgelerle sağlanan bir etkileşimdir.
Đletişimsel eylem, simgelerle sağlanan bir etkileşimdir. Bu eylem, karşılıklı davranış beklentilerini tanımlayan -en azından- iki eyleyici özne tarafından anlaşılmış ve kabul edilmiş olması gereken, zorunlu ve geçerli normlara uyar. Toplumsal normlar, yaptırımlarla güçlendirilmiştir. Anlamları, gündelik dildeki iletişime yansır. Teknik kuralların ve stratejilerin geçerliliği, ampirik veya analitik olarak doğru tümcelerin geçerliliğine bağlıyken; toplumsal norm-
ların geçerliliği, yalnızca niyetler üzerinde anlaşmayla özneler arasında kurulmuş ve zorunlulukların genel kabul edilişi ile güvence altına alınmıştır. Bu iki durumda da kuralların çiğnenmesinin farklı sonuçları yatar. Teknik kuralları veya doğru stratejileri çiğneyen beceriksiz bir davranış, başarısızlıkla sonuçlanmaya kendiliğinden mahkûmdur. Ceza, gerçekliğin yitirilmesi üzerine kuruludur. Geçerli normları çiğneyen sapkın bir davranış, yalnızca dışsal olarak, yani sözleşmeyle kurallara bağlanmış olan yaptırımlara yol açar. Amaç-rasyonel eylemin öğrenilmiş kuralları, becerilerin; içselleştirilmiş normlar ise kişilik yapılarının disipliniyle bizi donatır. Beceriler, bizi problemleri çözmeye yatkın kılar; motivasyonlar ise normlara uygunluk göstermemize izin verir. Toplumsal sistemin her iki eylem tipi hakkında, onlarda amaç-rasyonel eylemin mi yoksa etkileşimin mi ağırlıkta olduğuna bakarak karar verebiliriz. Bir toplumun kuramsal çerçevesi, dilsel olarak sağlanan etkileşimleri yaratan normlardan oluşur. “Geleneksel toplum” deyimi, genelde, “yüksek kültür” kıstaslarına uygun düşen tüm toplum sistemlerine üst başlık olarak yerleşmiştir. Bu sistemler, insan türünün gelişim tarihinde belirli bir basmağı temsil eder. Daha ilkel toplum biçimlerinden; 1. Merkezi bir tahakküm gücünün (iktidarın kabilede değil devlette örgütlenmesi) varlığıyla 2. Toplumun sosyo-ekonomik sınıflara bölünmesiyle (toplumsal yükümlülüklerin ve tazminatların bireylere akrabalık ilişkileri kıstaslarına göre değil, ait oldukları sınıflara göre dağıtılması) 3. Herhangi bir merkezi evren imgesinin (mitos, yüksek din) iktidarın etkin bir meşrulaştırması amacı yürürlükte olması olgularıyla ayrılırlar. Yüksek kültürler, görece gelişmiş bir tekniğin ve toplumsal üretim sürecinin iş bölümüne dayalı örgütlenmesi temelinde kurulmuştur. Bu temeller, bir artı ürünü, yani dolaysız ve temel gereksinimlerin doyurulmasından sonra oluşan bir mallar fazlalığını olanaklı kılar. Bu
Sayı 4
toplumlar, varlıklarını; bir artı ürünün elde edilmesiyle ortaya çıkan problemin çözümüne, yani zenginliğin ve çalışmanın bir akrabalık sisteminin sunduğundan farklı kıstaslarına, malların eşitsiz fakat yine de meşru olarak bölüşümüne borçludur. Kapitalizm öncesi bir üretim tarzının, endüstri öncesi bir tekniğin ve modern öncesi bir bilimin durağan modeli; kuramsal çerçevenin, amaç-rasyonel eylemin alt sistemleriyle tipik bir ilişkisini olanaklı kılıyor. Bu alt sistemler, toplumsal çalışma sistemleri ve bu sistemlerde toplanmış olan teknik aygıtlar olarak değerlendirilebilir. Bilgi stokundan yola çıkarak; “rasyonellik” özünde, iktidarı meşrulaştırmış, kültürel geleneklerin otoritesine karşı açık bir tehdit oluşturmuş bir yapıya sahiptir; fakat bu yapının gözle görülür bir ilerleme kaydettiği söylenemez. Geleneksel toplumlar, amaç-rasyonel eylemin alt sistemlerinin gelişmesi ve kültürel geleneklerin meşrulaştırıcı etkenliğinin sınırları içerisinde kalması ile varolur. Kapitalist üretim tarzı, 19. yüzyılın ortalarına kadar Đngiltere’de ve Fransa’da yaygın bir şekilde yerleşmiştir. 19. yüzyılda, kapitalizmin en ileri olduğu ülkelerdeki iki gelişme eğilimi belirginleşiyor: 1. Sistemin kararlılığını güvence altına alması gereken mücadeleci devlet etkinliğinin büyümesi, 2. “Araştırma” ve “teknik” arasında, bilimleri birincil üretici güç yapmış olan karşılıklı bağımlılık. Ekonomi sürecinin devlet müdahalesi yoluyla sürekli düzene sokulması, kendi başına bırakılmış bir kapitalizmin, sistemi tehlikeye sokan yanlış işlevselliklerinden korunurken ortaya çıkmıştır ki böyle bir kapitalizmin gerçek gelişmesi, kendine özgü olan iktidardan kurtulmuş ve güç karşısında tarafsız kalmış bir burjuva toplumu düşüncesiyle açıkça çelişkiye düşmektedir. Toplumun kuramsal çerçevesi yeniden politikleştirilmiştir. Artık bu çerçeve; üretim ilişkileriyle, kapitalist ekonomi ilişkisini güvenceye bağlayan özel bir hukuk düzeniyle ve burjuva devletinin buna uygun genel düzen güvencesiyle dolaysız olarak örtüşmemektedir. 19. yüzyılın sonundan itibaren, genç kapitalizm daha güçlü bir şekilde yerleşmektedir. Bu aşamada, tekniğin bilimselleştirilmesi önemlidir. Emeğin üretkenliğini yeni teknikler uygulayarak artırma yolundaki kurumsal baskı, kapitalizmde her zaman var olmuştur. Teknik ilerlemenin yönünü, işlevini ve hızını, yine eskisi gibi, toplumsal ilgiler belirlemektedir; fakat bu ilgiler toplumsal sistemi bir bütün olarak o kadar çok tanım-
Sayfa 39
lamaktadırlar ki sistemin korunmasına yönelik ilgiyle örtüşmektedir. Kapitalist toplumu şekillendiren iki anahtar kategori, “sınıf mücadelesi” ve “ideoloji”dir. Sosyal sınıfların savaşı, ilkin kapitalist üretim tarzı temelinde oluşmuş ve böylelikle geriye dönük bir şekilde doğrudan politik olarak kavranan geleneksel toplumun sınıfsal yapısının fark edebileceği nesnel bir durum yaratmıştır. Açık sınıfsal uzlaşmaz çelişkinin yarattığı sisteme yönelik tehlikelere bir tepkiden doğmuş olan ve devletçe düzenlenen kapitalizm, sınıf çatışmasını yatıştırır. Genç kapitalizm sistemi, ücrete bağımlı kitlelerin sadakatini güvenceye bağlayan bir tazminat politikasıyla, yani bir çatışmadan kaçınma politikasıyla öylesine belirlenmiştir ki sermayenin özel ekonomide kullanımıyla -eskisi gibi- toplumun yapısına döşenmiş olan çatışma, görece olarak en büyük olasılıkla gizli kalan çatışmadır. Üretim tarzının sürdürülmesinde yatan ilgiler, toplum sisteminde “ortak sınıf çıkarları” olarak tek bir anlamda sınırlandırılamazlar; çünkü sistemin tehlikeye düşmesinin önlenmesine yönelik iktidar sistemi, tam da bir sınıf öznesinin bir diğerinin karşısına teşhis edilebilir bir grup olarak çıkması biçiminde uygulandığı kadarıyla, iktidarı (doğrudan politik veya ekonomik olarak sağlanan toplumsal iktidar anlamında) dışlar. Bu, sınıf çelişkisinin ortadan kaldırılması değil; fakat gizlenmesi anlamına gelmektedir. Sınıflara özgü farklılıklar, hala altkültür gelenekler biçiminde ve yalnızca yaşam düzeyinde ve yaşama alışkanlıklarında değil; politik anlayışlarda da bunlara uygun düşen farklılıklar biçiminde varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir. Mezolitik zamanla sonuçlanan uzun başlangıç dönemi boyunca, amaç-rasyonel eylemin ancak etkileşimlerle aralarındaki ritüel bir bağ yoluyla bütünüyle motive edilebildiğinden yana bazı belirtiler vardır. Hayvancılık ve tarıma dayalı ilk yerleşik kültürlerde, amaçrasyonel eylemin alt sistemlerinin dünyevi olanı, özneler arasındaki iletişimsel ilişkinin yorumlarından ve davranış biçimlerinden uzak durmuş görünüyor. Elbette çalışma ve etkileşim arasında, alt sistemlerin toplumsal dünya yorumlarından görece bağımsız olarak çıkardıkları böylesine geniş bir farklılaşma, ancak devletle örgütlenmiş bir sınıfsal toplumun yüksek kültürel koşulları altında var olabilirdi. Toplumsal normlar, kendilerini iktidarı meşrulaştıran geleneklerden ayırmışlardır.
Ekonomi sürecinin devlet müdahalesi yoluyla sürekli düzene sokulması, kendi başına bırakılmış bir kapitalizmin, sistemi tehlikeye sokan yanlış işlevselliklerinden korunur.
“Toplumsal normlar, kendilerini iktidarı meşrulaştıran geleneklerden ayırmışlardır. Böylelikle kültür, kurumlar karşısında belirli bir bağımsızlık kazanmıştır.”
Teknik olarak değerlendirilebilir bilgi alanındaki enformasyonlar, rekabetçi bir şekilde kültürel geleneğe katılmış ve geleneksel evren yorumlarının yeniden inşasını dayatmıştır.
Sayfa 40
Politika Dergisi
Böylelikle kültür, kurumlar karşısında belirli bir bağımsızlık kazanmıştır. Modern dönemin eşiği, o zaman kurumsal çerçevenin “dokunulmazlığının” amaç-rasyonel eylemin alt sistemleri sayesinde kalkmasıyla birlikte yerleşen rasyonelleşme süreciyle gösterilebilir. Geleneksel meşrulaştırmalar, amaçaraç ilişkisinin rasyonelliği ölçütlerinde eleştirilebilirler. Teknik olarak değerlendirilebilir bilgi alanındaki enformasyonlar, rekabetçi bir şekilde kültürel geleneğe katılmış ve geleneksel evren yorumlarının yeniden inşasını dayatmıştır.
varoluşun dış koşulları üzerinde artan bir teknik kullanım gücüyle, diğer yandan kuramsal çerçevenin, amaç-rasyonel eylemin genişletilmiş alt sistemlerine az ya da çok edilgin bir uyumu ile belirlenmiştir.” (Habermas, 1968, Đdeoloji Olarak Teknik ve Bilim)
asaf.simsek@politikadergisi.com
“Đnsan türünün sosyo-kültürel gelişme modeli; başlangıcından beri bir yandan
Aklın ve Vahyin Bütünleştiği, Kuran Merkezli Din Platformu www.hanifler.com
Bu Alana Sizde Reklam Verebilirsiniz.
ı n a l A m a Rekl İRTİBAT
iletişim@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 41
Đnsanlığın Teminatı ABD > Erdal ALTUN
Doksanlı yıllara kadar, dünya, iki kutuplu kontrolün elinde kerhen yaşamaya çalışmış ve bu durumdan çok da rahatsız olmuş görünüyordu. SSCB’nin dağılması ile birlikte, birçok ülke komünizm tehdidinden kurtulmuş ve bu ülkelerin gerçek demokrasiyi tanıma imkanı olmuştur. Tabii, bu süreçte insanlığın ve demokrasinin teminatı ABD’yi unutmamak gerekir ki ABD bu uğurda en çok mücadele eden ülkedir. Yeri geldiğinde, okyanusları aşarak demokrasinin ve insanca yaşamın yayılması için müdahaleler yapmıştır. Bütün bu fedakârlıkları yapan ABD’ye karşı bir takım topluluklar art niyetli tavırlarından taviz vermemişlerdir. Öncelikle, ABD’nin dünya genelinde demokrasi için müdahil olduğu devletlere bakalım: Afganistan, Sovyetler Birliği tarafından 27 Aralık 1979'da fiilen işgal edildi. Uzun süren bağımsızlık mücadelesinde, ülke yaşanmaz hale geldi. Bu esnada, haklı olarak, ABD duruma sadece filmlerde Sylvester Stallone ile müdahale edebildi. Sovyetler dağıldı, tam Afganistan rahat bir nefes alacak derken çıkan iç savaşla yine rahat yüzü görmeyen ülkeye, en son, sanki kıvamına gelmiş hamur gibi, ABD; 11 Eylül saldırılarını bahane ederek -tabir yerinde ise- “daldı”. Gerekçesi; Taliban’ı yıkmak, ülkeye demokrasi getirmek. Sonuç; yüz binlerce Müslüman öldü ve ölmeye devam ediyor. ABD’nin müdahalesi için ilerideki hedefinin Đran olduğundan tutun da dünyanın en çok uyuşturucu üreten ülkesinin Afganistan olduğuna kadar bir çok dedikodu çıktı. Somali: 1990’ların başında, BM öncülüğünde ve ABD kontrolünde ülkeye müdahale edildi. Amaç; demokrasiyi, insanca yaşamı, yüksek gelir düzeyini sağlamak idi. Ülke, konumu itibari ile Afrika’ya hükmedebilecek ve oradan da Orta Doğu’yu kontrol edebilecek bir noktada bulunuyor. Doğal kaynaklarının uranyum, demir, kalay, alçıtaşı, boksit, bakır, tuz olmasının pek bir ehemmiyeti yok! Sonuç: yüz binlerce Müslüman öldü, ülke tarumar oldu. Irak: Tarihler 20 Mart 2003, ABD ve müttefikleri Đngiltere, Đtalya, Polonya, Avustralya'nın desteğiyle Irak Cumhuriyeti işgal
edilir. Bu işgalin gerekçesi nedir? Orada ABD tarafından tespit edilmiş olan demokrasi eksikliği, insanca yaşam. Elbette ki bu eksiklikleri ABD den başka kimsenin sağlaması mümkün değil. Kaldı ki bölgenin Orta Doğu’nun tam göbeğinde bulunması, zengin petrol yataklarına sahip olması ve ABD’nin sözde gizli silahı Đsrail’in vaat edilmiş topraklarının merkezi olması, tamamen tesadüften ibarettir. Irak’ın Đran’a sınır olmasının ise konu ile hiçbir alakası yoktur. Irak’ın da halkı Müslüman’dır ve işgal tarihinden bu güne yüz binlercesi ölmüştür. Amerika’nın, Irak’a saldırma bahanesi olarak ileri sürdüğü kimyasal silah üretim tesislerinin olduğuna dair iftiraların asılsız çıkmasına karşın, dünyada ilk kez kimyasal silah kullanan ülkenin Amerika olduğu gerçeği pek de önemli değildir. Karamsar olmamak lazım. Nasıl ki Vietnam’a demokrasi götürdü ise elbette Somali’ye de Afganistan’a da Irak’a da demokrasi getirecektir ABD. Başka güveneceğimiz güç var mı? Başka hangi ülke bu kadar iyi niyetli olabilir? Sınırlarının ötesine, okyanuslar aşarak yardım müdahalesinde bulunabilen başka devlet var mıdır? Türk’ün Türk’ten başka dostunun olduğu gerçeğini bize gösteren ABD’ye ne kadar minnet etsek azdır. Hatta başbakanımızın duası yetmez, biz de dua etmeliyiz. Allah onlardan razı olsun, demeliyiz. Değerli okurlarım, içinizden bazıları sanki, 1992-1996 yıllarında Sırp katliamında nerdeydi bu mübarek ABD, der gibi; ama medeniyetin göbeğindeki Sırbistan’a nasıl müdahale etsin ki? Orada zaten insanlık hüküm sürüyor, zaten demokrasi var, güçlü olan Müslümanlar değil ki! Uluslararası Lahey Adalet Divanı, Sırbistan’ın 19921996 Bosna Savaşı sırasında soykırım suçu işlemediğine hükmederek; Sırbistan’ı, Bosna’da akıtılan kanlardan bir anda temizleyiverdi. Fazla söze gerek yok. Tavır belli… Bosna’da ölen 250 binden fazla sivilin çoğunluğu Müslüman’dı. Bunları kim öldürdü? Sözüm ona Bosna’da, 1992’de Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilân eden BosnaHersek’i tanımayan Bosnalı Sırplar! ABD ne yaptı, vah tüh etmeyin, ıvır zıvır. Son günlerde, Myanmar diye bir ülkenin varlığından haberimiz oldu. Daha düne kadar adını bile duymamıştık. Bu ülke, kasırga felaketi ile cebelleşiyor ve şu anda yaklaşık 28 bin kişi hayatını kaybetmiş durumda. Kalanlar da açlık ve salgın hastalıkların tehlikesinde hayatta kalma çabasındalar. Ülkedeki askeri cunta, dış yardımlara izin vermiyor. Bu da kitlesel ölümlerin artmasına sebep oluyor. Durum, aslında ABD
Karamsar olmamak lazım. Nasıl ki Vietnam’a demokrasi götürdü ise, elbette Somali’ye de Afganistan’a da Irak’a da demokrasi getirecektir ABD. Başka güveneceğimiz güç var mı?
“Türk’ün Türk’ten başka dostunun olduğu gerçeğini bize gösteren ABD’ye ne kadar minnet etsek azdır.”
Uluslararası Lahey Adalet Divanı, Sırbistan’ın 1992-1996 Bosna Savaşı sırasında soykırım suçu işlemediğine hükmederek; Sırbistan’ı, Bosna’da akıtılan kanlardan bir anda temizleyiverdi.
Sayfa 42
“ABD olmasaydı, ne olurdu bu dünyanın hali acaba? Ya da şakşakçıları ülkemizde iktidar olabilir miydi?”
Politika Dergisi
için bulunmaz fırsat. Tam müdahale edilip demokrasi aşılanacak bir ülke; ama kayda değer bir madeninin olmaması veya stratejik konuma sahip olmaması gibi önemli olumsuz nedenler var müdahale edilmesini engelleyen. Görüldüğü gibi, dünyada ne kadar kan ve gözyaşı varsa, ABD bir şekilde müdahil olmaktadır olaya. Bizim ülkemizde, iktidarımız tarafından dost ve müttefik ülke olarak lanse edilen akıl daneleri ABD’nin sicili çok karanlık, barbar bir devlet. Haliyle ona itaat eden varlık ve ayakta durma sebebini ona borçlu olan iktidarlar da bu gün olduğu gibi halkı ezmekten çekinmeyecektir. Askerliğin yan gelip yatma yeri olmadığı (!) ülkemizde, Allah ABD askerlerine sağ salim ülkelerine dönmeyi ve muvaffakiyetleri nasip etsin inşallah… Đmza: Başbakan R. T. Erdoğan.
Amerika Birleşik Devletleri olmasaydı, ne olurdu bu dünyanın hali acaba? Ya da şakşakçıları ülkemizde iktidar olabilir miydi?
erdal.altun@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 43
Politika Dergisi—Nihat Genç Mülakatı Röportajı Yapanlar: Mehmet Mustafa KAKI — Miraç ÇEVEN
Nihat Genç Kimdir?
Nihat Genç, 1956 yılında Trabzon’da doğdu. Bir dönem devlet memurluğu yaptıktan sonra çeşitli gazete ve dergilerde yazmaya başladı. Yakın döneme kadar Leman dergisi ve Akşam gazetesinde de yazdı. Genç; SKY-Turk adlı TV kanalında Serdar Akinan ile birlikte gündemi değerlendirdiği programı geçtiğimiz günlerde bıraktı. Nihat Genç, SKY-Turk’ten ayrılmasını dışsal nedenlere bağladı ve bağımsız olacağı her yerde konuşabileceğini ve yazabileceğini sık sık vurguladı. Nihat Genç, dinamik ve romantik ruhu, Anadolu’ya bağlılığı ile tanınıyor. Yazıları ve sözleriyle özellikle genç nesli büyük ölçüde etkileyebilen Genç; Anadolu hikayelerini güncel hayatla bağdaştırması ve betimlemeleriyle ustalığını sergiliyor. Nihat Genç, kimi zaman öfke, kimi zaman sevgi ile duygularını etkileyici bir biçimde aktarabilen usta bir kalemdir. Nihat Genç’i basit sözcüklerle kurduğu derin cümleleri, basit hikayeleri ile kurduğu derin eserlerinden ayırmak mümkün değil. O; zihinlerimizde duygusal, yurtsever, insancıl ve en çok da bağımsız bir yazar olarak kalacaktır.
Politika Dergisi—Nihat GENÇ Mülakatı
P.D: Son dönemde AKP hakkındaki kapatma davası, arkasından Ergenekon davasının hız kazanması gibi olaylar, hepimizin kafasını oldukça karıştırdı. Bu olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Nihat GENÇ: Tabii buna iki yönlü bakmak lazım. Birincisi; yüzde 47 gibi büyük bir oy alması, partiye kendi elinde olmadan, diktatörlüğün kapısını açmıştır. Seçim günü televizyonda söylediğim gibi; bu kadar büyük oy, bazı kitleleri yumuşatır, genişletir ve ellerinde olmayan büyük bir gücü kendilerinde görmelerine yol açar. Bu yüzden daha serbest hareket ederler ve rastgele konuşmaya, toplumdaki bazı hassas noktaları da çiğnemeye başlarlar. Bunu, farkında olmadan yaparlar. Đşin bu tarafı böyle gelişti. Đşin
öbür tarafında da hukuk devletinin laik bir hassasiyetinin çok partili dönemde 4-5 tane büyük ihtilalden geçtiğini görüyoruz. Bütün bunlardan herkesin, hepimizin ders çıkarması gerekirken; bu ders de çıkarılmış değildir. Böylelikle, Türkiye yeni bir kaos ortamına sürüklenmiştir. Galiba geçici bir hükümet kurulacak ve erken seçime gidilecek; ama bu kadar büyük oy almış bir partinin, bu büyük oyun gücüyle Türkiye’deki birçok yasayı değiştirmesi, çok büyük, temel işleri yapması gerekirken daha bir yılını doldurmadan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmaması da bizim siyasi beceriksizliğimizi gösteriyor.
P.D: Kendi döneminizdeki gençler ile şimdiki genç nesil arasında politik açıdan bir farklılık görüyor musun? Nihat GENÇ: Ben, tüm hayatım boyunca, en hararetli gençliğe yeni rastlıyorum. Amerika’nın Irak’a müdahalesi -bir musibet bin nasihatten iyidir- Türkiye’deki sağcı, solcu adına ne derseniz deyin- bütün gençlerin vatan sevgisini ayaklandırdı. “Bize ne oluyor?”, “Emperyalistler ne yapıyor?” diye tetiklendiler. Bu gençlerde heyecan söz konusu… Böyle büyük bir kitle var. Bu gençliğin ulusal, tarihi ve kültürel alanda bilgilenmesi söz konusudur. Bu gençler, Irak’ta olan olaylardan duygusal olarak etkilenerek ortaya çıkmıştır. Hatta bu kitle yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada ortaya çıktı. Graham Fuller’in de kitabında belirttiği üzere, Irak’ta Amerika’ya karşı çıkanların oranı %70 iken Türkiye’de bu oran %90’dır. Bu kitlenin oluşmasında hepimizin payı var; fakat bu kadar büyük bir kitlenin siyasal ve sosyal alanlarda; eğitim, edebiyat, felsefe alanlarında geliştirilmesi de hem medyanın, hem üniversitelerin, hem de yazarların görevidir. Đnşallah bunu yaparız. Ayağa kalkmış, memleketi konusunda hassasiyet gösteren bu gençlikten verim alırız; ancak Türk tarihinin; özellikle de yakın tarihin, bize getirdiği romantik noktalar vardır. Bunlar Çanakkale, Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlıktır ve bunlar bizim omurgamızdır. Gençlerin görmesi gereken, bu işin sadece Irak Savaşı ile olmadığıdır. Türkiye’de ise Avrupa’da olmadığı şekilde çok vahşice, kuraldışı, insanlık dışı küreselleşme ve özelleştirme ile bu iş yapılmıştır ve yapılmaktadır. Bizim istediğimiz, bu işin hakkaniyetsizce yapılmamasıdır. Bu şirketler Frankfurt’ta ne yapıyorsa Türkiye’de de onu yapsın, bizim istediğimiz budur. Toroslar, Kazdağları, Köroğlu Dağları, Kastamonu Ormanları, Tuz Gölü, Ankara ve Bursa arasındaki her dağ, Zonguldak-
Nihat GENÇ: “Türk tarihinin; özellikle de yakın tarihin, bize getirdiği romantik noktalar vardır. Bunlar Çanakkale, Kurtuluş Savaşı ve bağımsızlıktır ve bunlar bizim omurgamızdır. Gençlerin görmesi gereken, bu işin sadece Irak Savaşı ile olmadığıdır.”
Sayfa 44
Nihat GENÇ: “Gençlik uyandı; ama tecavüz sonrasında uyandı. Annemiz, bacımız tecavüze uğramadan önce keşke uyandırabilseydik.”
Politika Dergisi
Đstanbul arasındaki her tepe oyulmuştur. Durum içler acısıdır. Gençler bunu görüp konuşuyor. Ciddi bir şuur sahibi oluyor. Evet, aradığımız şuuru bulduk; ama büyük bir peşkeş sonrasında bunu fark edebildik. Keşke bu eve hırsız girmeden bu şuuru bulsaydık, daha iyi olurdu. Belki de; Türkiye de belirli çıkar grupları, medya ile ikili ilişkiler kurmadan, Avrupa’ya tabi olmadan gençliği uyaramadığımız için hepimiz suçluyuz. Gençlik uyandı; ama tecavüz sonrasında uyandı. Annemiz, bacımız tecavüze uğramadan önce keşke uyandırabilseydik.
P.D: 90’larda Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin politik kültüründe nasıl bir değişim yaşanmıştır; Ortadoğu ve Türkiye bu politik değişimden nasıl etkilenmiştir? Nihat GENÇ: Ben, Türkiye’de Soğuk Savaş’tan çıktıktan hemen sonra, 90’larda ideolojik olarak taşların yerine oturacağını tahmin etmiştim. Çalışmalarımı buna göre yaptım. Türkiye’de çok büyük kitlelerin beni izlemesi ve sevmesinin sebebi budur. Bugün -sol değer olarak- ezilen kesimin konuştuğu; işsizliktir, yoksul bırakılıp ezilen kesimlerdir, bireyin sosyal haklarıdır, holdingler karşısında ezilen esnaflardır, dünyayı yöneten küresel şirketlerin ne yaptığıdır. Biz, bu şirketlerin markaları karşısında durabilmek için kendi milli markalarımızı oluşturmalıyız. Zeytinin, fındığın, kumaşın vb. ayakta kalması için çalışmalıydık. Geleneksel değerlerimizi, türbelerimizi, şarkılarımızı, müziğimizi ve tarihi mirasımızı; hepsini bir arada tutacak düşünceye çok önceden, 90’lı yıllarda hazırlıklı olmalıydık; ama böyle olmadı. Soğuk Savaş yıllarında kültür medyasında çalışan birtakım solcu-
lar, Soğuk Savaş sonrasında bir anda Avrupacı oldular. Karşı taraftakileri -aynı Soğuk Savaş öncesindeki gibi- faşist, ulusalcı diye saçma bir şekilde suçlamaya başladılar. Küreselleşme, özelleştirme ve özgürlük kelimelerini tapınaklara koyup kutsadılar. O şekilde kullanmaya başladılar. Böylece, omurgasını kaybeden sağ ve sol, bir kör dövüşüne girdi. Özellikle “solcu özgürlük şampiyonu” abiler, Avrupacılığı gündeme getirerek Türkiye’de yeni bir ideolojik yanılma sağladılar. Böylece bir taraf darbeci, diğer taraf özgürlükçü oldu. Bir taraf içe kapalı milliyetçiymiş, diğer taraf özgürlükçüymüş, Avrupacıymış gibi yanlış bir tartışma ortamı oluştu. Soğuk Savaş’tan sonra dünya yeniden şekillendi. Bu şekillenmeden en büyük yarayı; Irak, Afganistan, Gürcistan, Çeçenistan, Azerbaycan ve Bosna aldı; çünkü bu ülkeler parçalandılar. Türkiye de Amerika’nın 50 yıllık müttefiki ve NATO üyesi olarak, çok büyük yaralar aldı. Türkiye, savunmasını, 50 yıldır uluslararası bir ittifak olan NATO sayesinde yapıyor. Halen Türkiye’nin bu NATO üyeliği devam etse de uluslararası düzeyde ne yapacağı konusunda ayakları yere basmış durumda değil. Ortada bir gemi var; fakat henüz bu geminin bir pervanesi yok. Türkiye’nin artık cevap bulması gereken çok önemli bir sorusu vardır. Bu soru da, biz dünya ile nasıl bir ilişki kuracağız, sorusudur. Bu, aynı zamanda uluslararası çok önemli bir gündem maddesidir. Türkiye; Gürcistan’la, Suriye’yle, Đran’la, Rusya ve Balkan ülkeleriyle, Yunanistan’la; NATO’nun ve ona yöne veren Amerika’nın dediği gibi mi; Avrupa’nın yön verdiği gibi mi yoksa kendi menfaatlerini de işin içine katıp da gene NATO’ya bakarak mı bu ülkelerle olan ilişkilerine yön verecek? Türkiye şu an sallantıda, özellikle dış politikası sallantıda; ama buna rağmen çok güzel işler de yapılmaktadır. Mesela, Amerika’nın gazına gelip Đran’a düşmanlık yapmıyoruz. Suriye ile kapılarımızı açtık. Kendi komşularımızla 50 yıl ticaret yapamadık. Bunun acısını çıkartmaya çalışıyoruz ve kapılarımızı herkese açmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu, artık bizim için büyük bir fikir olmuştur: Bütün komşularımızla iyi bir şekilde görüşmek. Ermenistan’la da görüşebiliriz; fakat bir takım aptal, psikolojik vaka sayılabilecek iddialarını geri alırlarsa…
P.D: Kısacası Ermenilerle aramızda diyalogu engelleyen bir şey yok, sorun onların tutumlarından mı kaynaklanıyor? Nihat GENÇ: Tabii ki onlardan kaynaklanıyor. Onlarla aramızda, şu an tartışmamızı
Sayı 4
engelleyen bir tek Hocalı Katliamı ve Karadağ’ın işgali vardır. Onun dışında bir tartışmamız yoktur; ama bu çok ciddi bir şeydir, işgal etmişler! Bize Kıbrıs’ta 30 senedir yapmadıklarını bırakmadılar. Şimdi de arkalarına birilerini almışlar, bize bir takım şeyleri kabul ettirmeye çalışıyorlar. Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında ayakları üzerinde nasıl duracaktır? Esas sormamız gereken soru budur. Yeni ilişkilerle ayakta duracaktır; çünkü Avrupa ülkeleri AB politikasına göre, Amerika kendi politikalarına göre hareket ediyor. Biz, artık kendi kendimize nasıl hareket edeceğiz? Şu an bunun denemelerini yaptık. Amerika dedi, diye Đran’a karşı çok sert durmuyoruz. Đran rejimi bizi ilgilendirmez, diyoruz. Đran’ın toprağına saldırı olmasın istiyoruz. Bu, resmi görüştür. Suriye ile neredeyse birleşeceğiz. Bu da bir resmi görüş. Komşularımız, özellikle de Rusya ile çok sıkı ticari ilişkilerimiz de var. Bunlar da resmi görüşler. Bu da demek oluyor ki dünya ile çoklu görüşmeler yapıyoruz ve bu Türkiye’ye nefes aldırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar çok, komşularımızla ticaret yapıyoruz. Bu, bizim siyasetimizin doğru olduğunu gösterir; fakat ülkenin yüksek faizli dış borçlarına kaynak bulmak için, bu hükumet, ormanlarımızı yabancı şirketlere ruhsatlayıp satıyor. Yabancılara satılan mülklerin parasından bile medet umuyor. Đktisadi gücü olmadığı için, bu “taviz” diyebileceğimiz şeyleri dünyaya açıyor. Đş o noktaya geliyor ki Đsrail, Erikli suyunu alıyor; Uludağ kendi suyunu içemiyor ya da geliyorlar; Ankara’nın, Trabzon’un dağlarında böcek arıyorlar. Bizi psikopat yapmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Türkiye olarak çok ciddi olmamız gerekir. Kendi milli markalarımızı oluşturup güçlendirirsek; gençliğimizi bu ruh haliyle muhafaza edip bu milli markalarımızın ürettiği zeytinin, pamuğun, tereyağının, üzümün, buğdayın, bu ülkenin milli değerlerinin tanıtımını, pazarlamasını yapabilirsek; Fas’tan Çin’e kadar büyük bir müşteri portföyü yaratabiliriz. Üniversitelerin de bu portföyü yaratmak için çalışması gerekir. Üniversitelerimiz, ülkenin dış ticaret ve siyasetinde daha aktif ve canlı bir hale gelmelidir. Bu artık Malatyalı işadamlarının yapabileceği bir iş değil. Bu işin çok daha ciddi bir biçimde ele alınması gerekir; ancak bütün bunlara rağmen tütünümüz gibi, Türk Telekom gibi çok ciddi şeylerin elimizden çıkması da bizim şimdi söylediklerimizin hayal olduğunu göstermektedir. P.D: Bu yoldan dönüş şansımız yok mu sizce? Geleceğe dair bir ümidimiz var mı sizce? Nihat GENÇ: Şu anda biz böyle konuşu-
Sayfa 45
yorsak, Türkiye’deki büyük halk kitleleri bu konuları tartışıyorsa, bir şans var demektir; ama Türk medyası uluslararası holdinglerle ve onların siyasetleri ile iç içe geçmiş. Başka bir ütopyanın, başka bir oyunun parçası onlar. Yani bugün Đsrail-Filistin çatışmasında Türk medyasının tavrını biliyoruz. Olaya bir Fransız ya da Alman gibi bakıyorlar. Uluslararası şirketlerin Türkiye’yi bir kerhane gibi kullanmasında bunların rolleri var. Biz dünyaya açık bir Türkiye istiyoruz. Ülkede her fabrika açılsın; ama Fransa’da, Almanya’da nasıl açılıyorsa öyle açılsın. Biz köle değiliz. Adamlara işbirlikçi deyince, peşkeş çekiyorsun deyince; sen militan ağzı kullanıyorsun, diyorlar. Hayır; biz sadece bir şirket açılabilmesi için Almanya’da, Fransa’da nasıl bir prosedürden geçiliyorsa burada da geçmeli, diyoruz. Bunu deyince, dar görüşlü milliyetçi mi oluyoruz? Saçma sapan kavram silsileleri var. Gençliğin zihnini üç kavramla bozuyorlar: Küreselleşme, özelleştirme ve özgürlük. Neymiş; küreselleşme ile sormadan etmeden bütün şirketler gelecekmiş. Gelsin; ama sorgulayalım. Özelleştirme tabii ki olacak; ama stratejik noktaları özelleştirmem. Bir de halkın psikolojisini etkileyen şeyleri özelleştirmem. Mesela; Uludağ’ın suyunu Uludağlı içemeyip Đsrailli içecekse onu da özelleştirmem. Bu, halkın doğal hakkıdır. Orada bulunduğundan, o suyu içebilme hakkına sahiptir. Gelelim özgürlüğe, bakalım son 5 yılda özgürlük adına neler oldu? Ermeni sorunu tartışıldı, medyada adına 2. Cumhuriyetçi diyen birtakım adamlar Ermenistan’ı tuttu. Kıbrıs tartışıldı, Rum tarafını tuttular. Irak tartışıldı, Barzani tarafını tuttular. Yani; özgürlük lafları altında biz Güneydoğu’yu vereceğiz, Ermenistan’a istediği bölgeyi vereceğiz. Kıbrıs’ı da vereceğiz, böylece özgür olacağız. Bu kadar saçma sapan bir düşünceyi, Türk aydınları onlarca yıl televizyondan bağırdı. Bir başka şey de Türk halkına uymayan Batı’nın “beyaz adam siyaset anlayışı”nı yansıtan, onların hukuki ve siyasal sorunlarından ortaya çıkan bazı sorunlarını kör göze parmak sokar gibi devreye soktular. Mesela, Alevilere azınlık demeye başladılar. Bu, Türkiye’yi infilak ettirecek bir şeydir ve çok uyanık olmalıyız bu konuda. Türkmen (Kızılbaş) Aleviler bu toprağın kurucularıdırlar. Bu toprağı onlar işgal ettiler. Bugün “Horasan Erenleri” dediğimiz Aleviler; bu toprağı ihya ettiler, yurt ettiler. Bunlar, bizim başımızın tacıdır; ne azınlığı! Aynı zamanda bizi; Laz, Boşnak, Kürt gibi etnik olarak ayırmaya; yani etnisite yaratmaya çalışıyorlar. Biz, bin yıldır karışmışız; sen nasıl bir kelebek türüymüşüz gibi
Nihat GENÇ: “Đş o noktaya geliyor ki Đsrail, Erikli suyunu alıyor; Uludağ kendi suyunu içemiyor ya da geliyorlar; Ankara’nın, Trabzon’un dağlarında böcek arıyorlar. Bizi psikopat yapmak için ellerinden geleni yapıyorlar.”
Sayfa 46
Politika Dergisi
etnisite ayrımı yapabiliyorsun? Diyorsun ki alt kültür, üst kültür… Kürt benim üst kültürümdür, Đstanbul Lazlarındır, Laz benim üst kültürümdür. Bu hepsi için geçerlidir. Sen nasıl alt-üst gibi kavramlarla bunları ayırırsın?
Nihat GENÇ: “...bizi; Laz, Boşnak, Kürt gibi etnik olarak ayırmaya; yani etnisite yaratmaya çalışıyorlar. Biz, bin yıldır karışmışız; sen nasıl bir kelebek türüymüşüz gibi etnisite ayrımı yapabiliyorsun?”
Fransa, dışarıdan gelenlere “mülteci” diyor. Almanya’dan geliyor, daha aşağıdan Senegal’den geliyor; onlara “alt kültür” diyor. Batı Avrupalılar kültürde anlaşamadılar, dinde anlaşamadılar; hiçbir şeyde anlaşamadılar. Salt bir hukukta anlaşmaya çalıştılar, AB dediğimiz de budur. “Herkes hukuk karşısında eşittir” anlayışıdır; ama mülteci olunca, başkası olunca, Roma ve Hıristiyan kültürü dışından, Yunan kültürü dışından bir yerden gelince bunlara ne ad koyacaklarını bilmiyorlar. Tarihin ilk gününden beri “barbar” ve “faşist” diyorlar. Vahşi, diyorlar; Arap’ı sevmiyorlar, Kızılderili’yi sevmiyorlar, Yahudileri sevmiyorlar; dışarıdan gelenleri sevmiyorlar. Mülteci, diyorlar; varoşlara koyuyorlar, yakıyorlar. Bu, kendi hukuki sıkıntılarıdır. Biz, bin çeşit insan bir arada oturduk. Kahire bunun bir örneğidir. Kahire, Afrika’nın özetidir; Đstanbul, bütün Balkanların ve Kafkasya’nın özetidir. Anadolu; Fas’tan Çin’e, Kamçatka’ya, Moğolistan’a kadar bin çeşit insanın özetidir. Biz, bu topraklara geliyoruz ve gelmekteyiz. Son 20 yılda Humeyni’den kaçan, Çeçenistan Savaşı’ndan kaçan, Bosna’dan kaçan, Hafız Esat’tan kaçan, Saddam’dan kaçan milyonlarca insan geldi ve bugün burada aile olduk. Bunları kategorize etmedik, saymadık, dökmedik; dışarıdan geldiniz, demedik. Biz, bin çeşit insanın yan yana geldiği bir ülkeyi temsil ediyoruz; Anadolu budur; ama bizim değişmeyen bir özelliğimiz var: Onlar Ay’a gitmiş, kanser ilacını bulmuş, telefonu bulmuş. Bizim de bulduğumuz şey şudur: Bin yıllık bağımsızlığımız. Bu topraklar, bağımsız kalmayı seviyor. Bu, çok büyük bir özelliktir. Haçlılar, Moğollar, Đngilizler geldi; ama hiçbiri bağımsızlığımızı elimizden alamadı, alamayacak da! Ve şimdi bağımsızlık gibi bir değerimiz varken; kalkıyor, birtakım adamlar diyor ki: “Sizin azınlıklarınız var ve onların haklarını veremiyorsunuz. Bölünün, federe devlet olun. Daha sonra egemenliğinizi de Avrupa’ya verin.” Yok ya! Egemenliğin devri düşünülebilir mi? Tarihimizde ilk defa, içimizden birileri, egemenliğin devrini düşünüyor. Böyle bir şey söz konusu olur mu? Biz tutup bu insanlara bir şey söylediğimiz zaman bize milliyetçi diyorlar; ne milliyetçisi! Bu milliyetçi kavramı da onlardan geldi. “Milliyetçilik” kavramını da bize getiren Batılılardır. Türkiye’deki Batıcı hareketler, Fransız Đhtilali ve sonrasında gelişmiş olan milli tarihi gördüler. Dil, ırk, din, heyecan gibi Fransız Đhtilali’nin değerlerini getirip koydular. Kavramlarla konuşmayalım. Şöyle konuşalım; her çocuk
annesini sever, her bitki toprağını sever, her kuş vatanının toprağını sever. Kızılderililerin toprağını sevmesi gibi, Eskimoların sevmesi gibi... Đnsanların topraklarını sevmelerini bile “ırkçılık”, “faşizm” gibi değerlendirmeye başladık. Bu topraklarda ırkçılık vakası yoktur, hiç olmamıştır. Irkçılık, Batı Avrupa’nın işidir. Daha 50 yıl önce 2. Dünya Savaşı’nda milyonları öldürdüler. 50 yılı bırak, 10 yıl önceye kadar Güney Afrika’yı katlediyorlardı. 20 yıl öncesine kadar “zenci giremez” yazıyordu kapılarında. Martin Luther King zamanını anlatan filmleri düşünün, şimdi onlara yaptıklarını Araplara yapıyorlar. Dünya, bir güvenlik paranoyasından geçiyor. Niye? Araplara güvenmedikleri için… Arap dediğin de 400–500 milyona tekabül ediyor. Fas’tan Kuveyt’e kadar Arap var. Bütün bunları “güvensiz”, “şeytan” ilan ediyorsun. Bu nedir? Böyle bir dünyada Batı sorgulanmıyor. Đşte Avrupa 1,5 milyon insanın ölümünü sorguluyor mu? O güzel Avrupa! Evrensel değerlere sahip Avrupa! Bugün herkes bu değerlerle yaşamalı, diyen Avrupa; bu ölümleri sorgulamıyor. 1,5 milyon insan ölüyor, Hz. Ali’nin kubbesi yıkılıyor, top atıyorlar; ses yok. Bizim hükümetimizden de ses yok. Ali, bizim çok büyük bir değerimizdir. Ali bizi eğiten, öğretendir. Adalet duygusunu verir, Ali bize. Kutsal olması dışında, Ali’nin bir öğretmen yanı vardır. Hala biz ve Aleviler çocuklarımıza Ali’nin adaletini anlatırız. Böylece, onların iyi huylu olmasını sağlarız; ama bugün ben onun kubbesine sahip çıkamıyorum. Amerikan askerleri dün Kuran’ı kurşunlamışlar. Bugün de orayı kurşunlamışlar. Yani biz tarlalarımızı verdik, ormanlarımızı verdik. Kazdağları gitti, Köroğlu Dağları gitti. Ağaçlarımızı tek tek verdik. Tarihin en güzel yeri, Karadeniz otoyolunu mahvettik ve şimdi ot, böcek, bitki bitti. Yunus’un türbesi, Hacı Bektaş’ın türbesine geldi sıra. Bu kutsallarımızı da vereceğiz. Bu kutsalların da top yemesine gerek yok. Sen bu kutsalların değerini bilmiyorsan, Ali’nin kubbesi bombalandığında ayağa kalkmıyorsan, yarın Mevlana’nın kubbesi bombalandığında da Amerika hiç zarar görmeyecektir. Son 200 yılda “Batı mıyız, Doğu muyuz” tartışması yapmışız. Ne kadar Doğuyuz, ne kadar Batıyız? Bütün felsefemizi bunun üzerine oturttuk. Şimdi tam bunun sonucuna, nihai noktasına geldik. Bu, çok sert bir şekilde tartışılmalıdır. Biz, şüphesiz ki Batı’nın 150 yılda geliştirdiği; insan hakları gibi, ifade özgürlüğü gibi değerleri alacağız; bu kaçınılmazdır. Güneş her yere vuruyor, bundan kaçamazsın; ama yaşadığımız toprakların Batılıların bilmediği bir onuru var. “Bağımsızlık” adı verilen bir onuru var. Bunlarda umut var. Şairlerimiz var, maddi ve teknolojik bir medeniyete, hırs ve ihtirasa karşı dünyadan el etek çeken, daha disip-
Sayı 4
linli, sabırlı ve hikmetli yaşamayı tavsiye eden bir uygarlık anlayışımız var. Bunları es geçemeyiz.
P.D: Bizim ruhumuzu ve vicdanımızı mı elimizden almaya çalışıyorlar? Nihat GENÇ: Son 200 yılda, Doğu ve Batı arasında tartışılan tüm konuların nihai noktasına geldik. Nihai noktada bir dil uyuşmazlığı var. Yunan başka bir şeydir, Roma başka bir şeydir; biz başka bir şeyiz. Biz “mutluluk” derken, “kalkınma” derken, “aile” derken, “cemaat” derken, “böcek” derken, “ağaç” derken başka bir şey kastediyoruz; Batı başka bir şey kastediyor. Şüphesiz bir sürü farklı Batı var. Batı’da “ihtiras, hırs” diyen ve dünyada her şeyin ırzına geçen kapitalizmin bir atı var. Vahşi, parlayan bir at, bütün gümrükleri yıkan bir at, eğer gümrükleri yıkamıyorsa ülkeleri işgal eden bir at var; ama bir de hümanist bir Batı var. “Bizim için Japon, Fransız fark etmez.” diyen, senin benim gibi olan bir Batı da var; ama bu Batı artık kalmadı. Irak’ta ölen 1,5 milyon için bir ses duymadık. Bugün hepimiz dinleniyoruz. Amerika, ne halt edersiniz edin ama dinleme işini bana bırakın, diyor. Hepimiz dinleniyoruz, hepimiz disipline alındık. Bir uzay filminde gibiyiz. Amerika olmadan kimseyi dinleyemezler. Bütün bu teknolojiyi, bombaları keşfeden, Batılı bilim adamlarıdır. Batı’nın bilim adamları, kapitalistlerin köpeği olmuş. Onların silahını üretmiş, dinlemesi için teknolojisini üretmiş. ve şimdi Batı, bir alev rüzgârı gibi geliyor. Afganistan’ı kaldırdı, Irak’ı kaldırdı, Gürcistan gidiyor, Yugoslavya gitti; her şey gitti. Milyonlarca insanın ölümüne nasıl sessiz kalabilirsin sen? Demek ki burada iki ayrı ruh var. Ben bu iddiadayım. Ben tarafı olan bir insanım. Aile, çiçek, ağaç, dünya, güneş, Allah dediğimde; bütün bu konularda başka türlü düşünüyorum. Bu ülkenin tarihi gibi düşünüyorum. Çinliler, Hintliler ve Müslümanlara çok yakın düşünüyorum. Anadolu olarak da Mevlana’ya, Pir Sultan’a, Yunus’a, Karacaoğlan’a çok yakın hissediyorum. Irak Savaşı’na, bu küreselleşmeye, özelleştirmeye tepki olarak doğan büyük bir gençlik iradesinin ortaya çıktığını; ama bu gençlerin ham olduğunu söylemiştik. Bizim yapacağımız, bu gençlere vicdanı öğretmektir. Ben, artık Batı’nın sinema filmi çekebileceğine inanmıyorum; çünkü Batı’nın vicdanı gitmiştir. Batı da Vietnam’la ilgili filmleri çekebilir miydi? Ama çekti, nasıl çekti? Çünkü Vietnam’ı sorgulayacak bir sol vardı, o sayede çekti. Şimdi, Irak’ı filme çekemez. Nasıl çekecek ki? Sol gitmiş, Avrupa Birliği’ne ortak olmuş. Đngiltere’de Đşçi Partisi zaten bu savaşa girmiş. Yani, vicdan Batı’dan düştü. Artık bu toprakların
Sayfa 47
çocukları; Türkiye, Đran, Pakistan gibileri bir vicdan bulacak; ancak bu çocukların da önünde çok büyük engeller var. Bir takım anti-emperyalist ve anti-Batıcı diktatörler de bu güçleri görüp; bunları ezerek diktatörlüklerini sürdürüyorlar. Đşte Irak, Hüsnü Mübarek ya da Sultan Nazarbayev... Yani tüm bunları da söylerken demokratik değerleri küçümsenmeyecek. Bunlar Batı’nın değerleri, diye dışlayacak bir anlayış kesinlikle oluşturulmayacaktır. Ne kadar eleştirirsek eleştirelim; Batı’nın seçimle bulduğu bu değerlerin de başımızın üstünde yeri vardır. Đnsanlık için bir nimettir; ama bunu kurallarına, hukukuna göre kullanacağız. Çocuklarımıza da bu terbiyeyi vereceğiz. “Batı pis, kötü, kaka o zaman biz de El-Kaide olalım” gibi vahşice bir neticeye doğru da asla gitmeyelim. Böyle bir anlayış da zaten çok fazla yok, onu da söyleyelim. Irak’ta bile bu düşünce çok yok. Irak’ta bile El-Kaide o kadar güçlü değil; ancak vicdan olmadan direniş ruhu ayakta tutulamaz. Sineması, edebiyatı hepsi bir vicdanı tutacak; ondan sonra da bir direnişi ayakta tutacağız; ama bu ağır küreselleşme Türkiye’de ilk defa oluyor. Ne demek: Bursa’nın Uludağ’ındaki suyu Bursalılar içemeyip Yahudiler içecek? Bu su, tüm Anadolu’nun en güzel suyudur. Bu vahşet karşısında sadece durup konuşuyoruz. Bunları sadece konuşmamız da biraz fazla demokratlıktır.
“(Batı) Şimdi, Irak’ı filme çekemez. Nasıl çekecek ki? Sol gitmiş, Avrupa
P.D: Eski aşırı milliyetçiler içinden bir grup, değişiklik yaşamaya başladı. Bunları enikonu bir anti-Amerikancı gruba dâhil edebilir miyiz? Yoksa bunların kafası hala çok mu karışık? Nihat GENÇ: Türkiye’de sağın, solun, ilerinin, gerinin ne olduğunu bir 10 yıl sonra tam ve net bir şekilde anlayacağız; ama ben bu olayı çok erken gören bir arkadaşınızım. 90’lı yıllarda bu durumu fark ettim. Mesela milliyetçilik… Türkiye’de milliyetçiliği en fazla eleştiren kişi benim; ama milliyetçiliği eleştirdiğim kadar vatanseverliği baş tacı yaptım. Fransa’dan bize gelen bu din, dil, ırk gibi göndermelerin bizim toprağımıza uymayacağını şimdi anladık. Tabii Soğuk Savaş’ta NATO’nun (Amerika’nın) müttefiki olan sağcı gruplar; diyelim Türkeşçi görüşler, bugün tam tersi bir noktaya geldiler. Bu acayip bir şey! Bunun karşısında kendine solcu diyen anti-emperyalistler Avrupacı bir noktaya geldi. Her şey karıştı.
P.D: Her şey tam tersine mi döndü? Nihat GENÇ: Her şey tersine döndü, garip bir hal aldı. Yönelişlerin ne olduğu konusunda henüz bir çalışma da yok. Türkiye, bu konuyu da net anlamış değil. Bir kavramsal
Birliği’ne ortak olmuş. Đngiltere’de Đşçi Partisi zaten bu savaşa girmiş. Yani, vicdan Batı’dan düştü.”
Sayfa 48
Politika Dergisi kaos durumundan da Avrupacı solcular çok faydalanıyorlar. Hem bizi Avrupa’ya bağlıyorsun, hem küresel şirketlerin yanındasın, hem de özgürlükten bahsediyorsun. Bu saçma bir dildir. Hem her ülkeyi bölecek bir literatür yaratıyorsun, hem de bunun adına özgürlük ve hukuk diyorsun. Bu saçma bir şeydir.
P.D: Milliyetçiliğe karşı mikromilliyetçiliğin savunulması da bu literatüre dâhil edilebilir mi? Nihat GENÇ: Milliyetçiliğin her türüne karşı duracaksın. Benim şahsi değerim bağımsızlıktır. Bu topraklarda yaşayan herkes; Yahudi, Süryani vs. bizimdir.
“Bu ülkede Madımak olayları gibi büyük bir provokasyon yaşandı. Bir tek Alevi tutup, silah çekmedi. Eğer çekseydi, biz bugün yoktuk. Alevilerden bir şeyler öğrenelim; bakın ne kadar metin, ne kadar sabırlı insanlar... Bu ülkenin soylu Türkleri olduklarını kanıtladılar bizlere”
P.D: Gençlikten sürekli bahsediyorsunuz. Güçlü bir şekilde gençler geliyor diyorsunuz; ama üniversitelerde yeniden kavgalar başladı. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Nihat GENÇ: Ben, gençliğin romantizmi güçlü, diyorum. Gençlere en çok konferans veren benim ve ben diyorum ki bu toprağın çocukları olarak biz, üniversitede hiç kimseye dokunmayacağız. Şiddetin hepsine hayır!.. Bu ülkeye yapılacak en büyük ihanet, herhangi bir düşüncesinden dolayı karşımızdakine el kaldırmaktır. Kim eline sopa alıyorsa, kim başkasına zorbalık yapıyorsa; o zaten bu toprağın çocuğu değildir. Bir takım provokasyonların, bir takım tahriklerin ve cehaletin ürünüdür o. Biz tarihimizden ders çıkardık. Çıkardığımız ders de şudur: Asla şiddete başvurmayacağız. Bu, çok önemli bir şeydir. Şiddete bulaşmadıktan sonra istediğini yap; ama şiddete bulaşıyorsan, onun arkasında bir takım tuhaflıklar vardır. Đstihbaratlar, kavgalar, oyunlar komplolar filan vardır. Şimdi burada insanlar kalkıyor ve bakıyorlar, üniversiteli bir çocuk diğerine el kaldırıyor. Đşte o çocuk, benim toprağımın çocuğu değildir; çünkü bu toprakta doğan bir insanın eli, bir başkasına kalkmaz. Bu düşünceyi eleştireceksin. Yahudisine de, Süryanisine de hiçbirine kalkmaz; kalkmayacak. Bu, baskın olarak; senin, benim, yazarın, çizerin söyleyeceği bir düşünce olacak; ama dikkat edin, birileri el kaldırıyor. Bundan “vatanseverlik” gibi çok ciddi bir duygu töhmet altında bırakılıyor. Çakallar ve fareler, bunların içlerinden çıkıyor. Bir adam tabancayla, bıçakla kampusa giriyor. B.k yiyen bir deli, bu delinin hangi istihbarata çalıştığı belli! Bu çok önemli! Bunu samimiyetle söylüyorum. Ben gençken tarih okumaktan, ülkemin tarihini ve değerlerini okumaktan; fındığı, kayısıyı, pamuğu, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı okumaktan vaktim yoktu zaten. Gençlerin de
vakti olmasın. Biz çok büyük bir yekûnun (birikimin) içindeyiz. Sadece hafızasını okumaya çalışsan 20 yılın geçer. Sadece, Selçuklu’ya bir bakayım, desen 15 yılın geçer. Değerleri, yapısı, uygarlığıyla bakacaksın ama. Ha, ama Orta Afrika’da 1960’larda Kenya bağımsızlığını kazanmış. Çok da güçlü bir tarihi yoktur, tarihinin çoğu karanlıktır; ama bizimki öyle değil, bizim tarihimiz çok canlı, çok aktiftir. Moğolistan’dan Fas’a kadar bu topraklarda bin çeşit insanı, Mevlana, kubbesi altında topladı. Ordu yaptık, cemaat yaptık, ud yaptık, kanun yaptık, aile yaptık. En çok da aile yaptık. Çinlilerle, Hintlilerle, Farslarla, Slavlarla en çok biz evlendik. Ermenilerle, Rumlarla da en çok biz evlendik. Biz başka bir şeyiz; ama Batı’dan aldığımız kavramlarla ne olduğumuzu izah edemiyoruz. Şunu söylüyoruz; en çok karışan, en çok melez olan ve karıştıkça bağımsızlık ruhunu iyice kanıksayan ve bu ruhu 1000 yıldır bu toprakta koruyan bir şeyiz. Neyse adını bulalım. Bu ülkenin bağımsızlığına herkes uyar. Haçlılar 300 yıl geldi, 200 yıl Moğol geldi, Đngiliz hala geliyor. Biz Celali isyanlarını yaşadık. Bütün bunlara rağmen bağımsızlığımızı koruduk; ama şimdi Uludağ’ın suyunu koruy a m ı y or u z. Kö ro ğlu D a ğla rı ’nd a, Kazdağları’nda çam ağaçlarını koruyamıyorsun. Toroslar, Kaplıkayalar, Tuz Gölü… Buldozerler girdi ormanlarımıza. Üstüne basa basa bunu söyleyeceksiniz çocuklar!
P.D: Peki sizce 12 Eylül öncesinde olduğu gibi Maraş’ta, Konya’da olan büyük karışıklıkların tekrarlanma riski var mı? Nihat GENÇ: Her türlü tehlike vardır. Bu tehlikelere karşı, halkımızdan çok şey öğreneceğiz. Bu ülkede Madımak olayları (Sivas Katliamı) gibi büyük bir provokasyon yaşandı. Bir tek Alevi tutup, silah çekmedi. Eğer çekseydi, biz bugün yoktuk. Alevilerden bir şeyler öğrenelim; bakın ne kadar metin, ne kadar sabırlı insanlar... Bu ülkenin soylu Türkleri olduklarını kanıtladılar bizlere. Sen beni öldürdün, ben de seni öldüreyim; deseydi ne olacaktı? Şu anda yoktuk. Demek ki Alevilerin önderleri, onları besleyen fikirler bu ülkenin ruhuymuş. Neymiş bu ruh; tokadı kardeşinden yemesine rağmen sessiz kalışı, sabırlı duruşuymuş. Bundan büyük değer mi olur ya? Güneydoğu da bunun en büyük örneğidir. 30.000 insan öldü. Bugün Ankara Çubuk’un köylerinde ama halkımız büyük şehirlerde dönüp birbirine yan bakmadı, bakmıyor. Bu hepimiz için çok büyük bir değerdir. P.D: Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz. Nihat GENÇ: Esas ben teşekkür ederim.
Sayı 4
Sayfa 49
Türkiye—Rusya Federasyonu > Barış TINAY
1492 yılında Rus Çarı III. Ivan’ın Đstanbul’a diplomatik bir heyet gönderme yönündeki yazılı talebini iletmesi Türk- Rus ilişkilerinin başlangıcı kabul edilmektedir. Türkiye 1920 yılında SSCB’yi tanırken, SSCB Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’ni tanıyan ilk büyük devlet olmuştur. Türkiye 1992 yılında Rusya Federasyonu’nu tanımış ve 25 Mayıs 1992 tarihinde “Türkiye ile Rusya Federasyonu Arasındaki Đlişkilerin Esasları Hakkında” bir antlaşma yapılmıştır. 500 yıldan fazla bir süredir diplomatik ilişkide bulunduğumuz, bu süre zarfında sayısız sıcak ve soğuk savaşlar yaptığımız Rusya ile ilişkilerimiz, son zamanlarda yeniden rekabetçi bir havaya bürünse de iki ülkenin birbirlerine güvenmek için politikalar üretmek zorunda oldukları bir dönemde bulunmaktayız. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkiye’yi Pantürkist politikalar uygulamakla suçlayan Rusya Federasyonu, kendisine bölgesel güç olarak rakip gördüğü Türkiye ile ilişkilerinde Kürt kartını kullanarak bir denge kurmaya çalışmıştır. Yeniden dünya sahnesine aktif olarak çıkmak isteyen, tarihinde bunu başarabilmiş iki ülkenin, siyasi açıdan çok istikrarsız bir bölgede rekabetten çok işbirliğine gidecek politikalar üretmesi gerekliliği gün geçtikçe anlaşılmaktadır. Çıkabilecek aksaklıkları aşabilmek için ise en iyi yol olan sıkı bir ekonomik işbirliğine girişmişlerdir. Bunun ilk örneği ise 1997 yılında enerjinin rekabet yerine işbirliğine dönüşmesi için Rusya tarafından atılan ilk adımdır. Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Mavi Akım Doğalgaz Hattı anlaşmasını imzalamıştır. Devam eden süreçte ise Bakû- Tiflis- Ceyhan Ham Petrol Hattı’nın artık Türkiye’den geçeceğinin anlaşılması üzerine enerji alanında artık rekabetin anlamsız olduğu sonucunu doğurmuştur. Rekabetin yerine iyi komşuluk ve sıkı işbirliğine geçirmek isteyen iki ülke 16 Kasım 2001’de iki ülke dışişleri bakanlarının New York’ta imzaladıkları Avrasya Eylem Planı ile Avrasya coğrafyasında siyasi alanda ve terörizmle mücadelede işbirliği ve ekonomik ortaklık konusunda uzlaşmaya varılmıştır. Ayrıca Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesinde en mesafeli tutum takınan resmi kurumlarından Rusya Genel Kurmay Başkanı’nın Ocak 2002’de Türkiye ziyaretinde bölgede istikrar için Rus- Türk işbirliği önerisi ile ilişkilerin güvenlik boyutuna yeni bir açılım getirmiştir.
SSCB’nin çökmesiyle kısa süre boşlukta kalan, büyük siyasi istikrarsızlıklar yaşayan Rusya’da, 1993 yılında devlet başkanı Boris Yeltsin, askeri güç kullanarak parlamentonun dağıtılmasını ve yeniden seçimlere gidilmesini sağlamıştır. Aynı yıl referandumla anayasanın kabul edilmesi ve ardından 12 Aralık 1993 yılında yapılan seçimlerle yeni parlamentonun oluşturulması ile istikrarsızlık dönemi sona ermiştir. Rusya, Nisan 1993’de Yakın Çevre Doktrini ile yeniden eski etkinliğine kavuşmak için çalışmalara başlamıştır. Sovyetlerden kalma askeri güce dayalı, sert politika yanlısı, gelenekçi politikacıların yerini ikili ilişkilerde ekonomik çıkarları ön plana çıkaran, faydacı, daha ılımlı politikacıların alması ile Rusya hızlı bir şekilde eski gücüne kavuşmaya başlamıştır. Putin’in devlet başkanlığına gelmesi ile Rusya’nın artık ayak sesleri duyulmaya başlamıştır. Putin önce Amerikan sermayesi ile özelleştirildiğini iddia ettiği stratejik kurumları bir bir devlet bünyesinde tekrar toplamıştır. Ekonomik olarak iyiden iyiye düzelme yoluna giren Putin’li Rusya, 10 Ocak 2000’de Ulusal Güvenlik Doktrini ve 10 Temmuz 2000’de açıklanan Dış Politika Doktrini ile bölge politikalarına bir değişikliği resmen getirmiştir. Yeni doktrinlerle ekonomik çıkar ve araçların dış politikada temel öncelikler ve araçlar olacağı açıkça beyan edilmiştir. ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleriyle başlayan süreçte, enerji fiyatlarının inanılmaz biçimde yükselmesi, Rusya’nın ekonomik olarak çok hızlı bir biçimde büyümesine yol açan en büyük etkendir. ABD’nin bunu hesaba katamaması, ABD’nin dış politikası için kesin bir başarısızlıktır. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile ilişkiler, Kremlin’in beklediği yönün tam tersinde cereyan etmiştir. Đslami kimliği ön planda olan bir partinin, Rusya içindeki Müslüman azınlıklara tesirinden çekinen Rusya, zamanla AKP’nin izlediği siyasetten memnun kalmış ve ikili ilişkilerde ilkler yaşanmıştır. 2004 yılında ilk defa Putin -bir Rus Devlet Başkanı olarak- Ankara’yı ziyaret etmiştir. Hemen ardından Başbakan Tayyip Erdoğan, Ocak ayında Moskova’ya gitmiştir. Daha sonra Soçi görüşmeleri ve Samsun’da Mavi Akım Hattı’nın açılışında bir araya gelindi. Đki ülke lideri arasında ilk defa direkt telefon hattı açıldı. Đkili ilişkilerdeki olumlu hava bölge sorunlarında da ortak hareket etme duygusunu canlandırmıştır. Özellikle Irak konusunda ortak tezleri savunan iki ülke politikalarını bu yönde belirlemişlerdir. 2003 yılında TBMM’nin ABD’ye vize vermemesi, Dünya’da olduğu gibi Rusya’da da büyük yankı uyandırmıştır.
Putin’in devlet başkanlığına gelmesi ile Rusya’nın artık ayak sesleri duyulmaya başlamıştır.
“...sayısız sıcak ve soğuk savaşlar yaptığımız Rusya ile ilişkilerimiz, son zamanlarda yeniden rekabetçi bir havaya bürünse de iki ülkenin birbirlerine güvenmek için politikalar üretmek zorunda oldukları bir dönemde bulunmaktayız.”
2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile ilişkiler, Kremlin’in beklediği yönün tam tersinde cereyan etmiştir.
Sayfa 50
Dünyanın siyasi olarak en istikrarsız bölgesinde, ani olaylarla dengelerin alt üst olabileceği bir coğrafyada birbirini iyi tanıyan iki devlet, birbirlerine güvenmeye mecburdurlar.
“Đki ülkenin işbirliği, yıllardır çözülemeyen birçok sorunu ortadan kaldırabileceği gibi; dünya barışı için de önemli bir güç olacaklardır.”
Đkili ilişkilerin en samimi olduğu dış politika konusu ise Karadeniz’de yürütülen ortak çalışmalardır.
Politika Dergisi
Tezkerenin reddiyle Türkiye’nin bölgede ABD’nin ve NATO’nun bir uzantısı olduğu önyargısı kırılmıştır. Bu olay ile Moskova’nın kendi içinde Türkiye politikalarını değerlendirmesi gerekliliğini doğurmuş ve bu gelenekçi politikalardan kurtularak daha sıkı işbirliğine gidilmesi yönünde adımlar atılmaya devam edilmiştir. Ekonomik işbirliğinin ilk sonuçlarını terör üzerinde almak isteyen iki ülke, Çeçen sorunu ve Kürt terörü konularında sıkı bir işbirliğine gitmiş ve birbirlerine istihbarî anlamda yardımcı olmuşlardır. Abdullah Öcalan’ın sığınma taleplerini zamanında reddeden Rusya, bir yandan da hala PKK’yı terör listesine almamak da ısrar ederek bu konuda gözdağını eksik etmemektedir. Kıbrıs konusunda ise her zaman Rum yanlısı bir tutum sergileyen Rusya, son zamanlarında bu politikalarında değişken tavırlar göstermektedir. Başbakan Erdoğan’ın heyetinde KKTC’li birisinin de bulunması ve Putin tarafından herhangi bir müdahaleye maruz kalmadan doğrudan bazı görüşmelerin başlatılması Türk tarafı için oldukça memnun edici bir gelişme olmuştur. Fakat daha sonra 2007 yılında Rus Dışişleri Bakanı, Kıbrıs Rum Kesimi’ni ziyaret ederek Rum yanlısı açıklamalarda bulunması aynı ölçüde hayal kırıklığına yol açmıştır. Đkili ilişkilerin en samimi olduğu dış politika konusu ise Karadeniz’de yürütülen ortak çalışmalardır. ABD’nin “Genişletilmiş Karadeniz ve Hazar Havzası” bölgesinde terörle mücadele ve demokrasi söylemleriyle konuşlanmakta olması iki ülkeyi tedirgin etmektedir. Bu bölgede Rusya ile yakın pozisyonların alınması Rusya’nın Türkiye’nin Şanghay Đşbirliği Örgütü’ne gözlemci olarak katılması talebine karşılık; Türkiye’nin Karadeniz’de NATO varlığına karşı çıkıp Rusya ile işbirliği içerisinde Karadeniz Görev Gücü ve Karadeniz Uyumu projelerinin geçerliliğini ve yeterliliğini anlatmaya çalışması bu konudaki stratejik işbirliğinin en önemli göstergeleridir. Özellikle ABD’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni tartışmaya açılabileceğini belirten açıklamalarda bulunması ve burada askeri üs elde etmeye çalışması, iki ülkenin fazlaca tepkisini çekmektedir.
2007 ve 2008 yılı içinde gelişmelerde bir durağanlık ve gerginlik meydana gelmiştir. Özellikle Türkiye içindeki siyasi iktidar içindeki istikrarsızlık, devletin ciddi meseleler yerine suni gündemlere vakit harcamasına sebep olmuştur. Mavi Akım-2 anlaşma önerisinin Ankara’da fazla ilgi görmemesi ve Türkiye’nin Nobucco projesine önem vermesi enerji alanında yeniden rekabeti açmıştır. Rusya, Türkiye’nin önerdiği SamsunCeyhan Hattı yerine Türkiye’yi by-pass eden Bulgaristan – Yunanistan Hattı olan Burgaz – Dedeağaç projesinde karar kılmıştır. 2007 yılında Karadeniz Ekonomik Đşbirliği zirvesinde konuşma yapan Putin, Karadeniz’in dibinden geçecek ve Bulgaristan – Yunanistan Hattı ile Avrupa’ya ulaşacak yeni bir hattın daha yapılacağını açıklamıştır. Özellikle 2004-2006 yılları arasında iyice ilerleyen ikili ilişkiler, son iki yılda sekteye uğramıştır, uğratılmıştır. Putin’in Ankara ziyaretinde iki ülke ilişkilerini ‘Derinleştirilmiş Stratejik Đşbirliği’ olarak tanımlaması, stratejik ortaklığın temellerinin atıldığı izlenimini doğurmuştur. Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Tuncer Kılıç Paşa’nın Türkiye-Rusya-Đran ittifakını önermesiyle birlikte, ilişkilere yönelik beklentiler had safhaya ulaşmıştır. Dünyanın siyasi olarak en istikrarsız bölgesinde, ani olaylarla dengelerin alt üst olabileceği bir coğrafyada birbirini iyi tanıyan iki devlet, birbirlerine güvenmeye mecburdurlar. Aralarındaki problemleri, geçmişin önyargısıyla değerlendirmeden Avrasya coğrafyasını dünyanın merkezine yeniden oturtmalıdırlar. Birbirlerine üstünlük sağlamak yerine işbirliğine gidilmelidir. Adolf Hitler’in söylediği gibi “Avrasya’ya hâkim olan Dünya’ya hâkim olur”. Đki ülkenin işbirliği, yıllardır çözülemeyen birçok sorunu ortadan kaldırabileceği gibi; dünya barışı için de önemli bir güç olacaklardır.
baris.tinay@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 51
Misak-ı Đktisadi ya da Atatürk’ün Hayallerine Neler Oldu? > Miraç ÇEVEN
Mustafa Kemal Atatürk, Đzmir Đktisat Kongresi’ndeki konuşmasında şunları söylemişti: “Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile sağlamlaştırılmalıdır. Siyasi ve askeri zafer ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmazsa elde edilen netice kalıcı olamaz. Tanzimat devrinden sonra yabancı sermayesi önemli bir konuma sahipti, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye de buna müsaade edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız." Bu sözlerin mahiyetini anlamak için Osmanlı’nın son dönemine bir göz atalım. Ateşli silahların gelişmesinden sonra Osmanlı ordusu eski usül ordu taktikleri ile başarı kazanamaz hale gelmişti. Korsanları organize ederek elde ettiği deniz başarılarını kalıcı hale getirememiş, donanmaları gereken gelişmeyi ve gücü gösterememiştir. Denizlerde hâkimiyet kurma çabaları daha Kanuni döneminde aksamaya başlamıştır. Yeni Dünya’nın keşfi ile Baharat yolu eski önemini yitirmiş ve Osmanlı maddi açıdan sıkıntı yaşamaya başlamıştır. Orduyu güçlendirmek için önce ülke içindeki tüccarlardan borç alınmış, daha sonra yeni kaynaklara ihtiyaç duyulduğundan 16. yüzyılın sonlarında topraklar mültezimlere devredilmiştir. Bu dönem halk için çok acı bir dönemdir. Daha fazla gelir elde etmek için toprak; hoyratça kullanılmış, köylüler horlanmış ve iyiden iyiye fakirleşmişlerdir. Bu dönem tımar sistemini çökertmiştir. Topraksız kalan köylülerin çocukları, diğer yerlere baskınlar yapıp zaten hızla fakirleşen köylüleri bir de onlar yağma etmeye başlamışlardır. Anadolu’da durum bu iken Osmanlı borçları katlanarak büyümüş, ülke içindeki esnaflardan borç alır hale gelinmişti. Daha sonra Osmanlı’nın aldığı günlük tedbirler de yetersiz kalmış, Đngilizler bizi Baltalimanı’na giden bir yola sürmüşlerdir. Zaten güçsüz ve kötü durumdaki esnaf da modern ve ucuz üretim yapan batı endüstrisi karşısında giderek zayıflamıştır. Üstüne üstlük korunması gereken bu esnaf ve zanaatkârlara yabancı ülkelerden gelen mallara göre ağır vergi yükü konmuş ve esnaflar bu yükün altında ezilmişti. Sonuç olarak; Osmanlı Ekonomisi çökmüştü. Duyun-u Umumiye ülkenin vergilerini kendi tahsil etmeye başlamıştı. Ticaret gayrimüslimlerin elinde idi.
Son dönemde varolan az miktarda fabrika da Balkan savaşları ile elden çıkmıştır. Osmanlı ise ülkeyi kurtarmak bir yana, dışarıdan aldıkları borçla Đstanbul’a iki adet saray yaptı. Kısacası ekonomisine hâkim olamayan Osmanlı, verdikleri tavizlerle milli iradeyi ve hâkimiyetini de kaybetti. Özellikle Osmanlı’nın son dönemini gören Mustafa Kemal Atatürk; ülkenin kendi ayakları üstünde durabilmesi için kendi iktisadını gene ilk elden, kendi halkının yönetmesi gereğinin bilincindeydi. O yüzden ülkeyi kalkındırmak için çok ciddi planlar hazırlattı. Devletçilik öncesinde Đş Bankası’nın kurulması, Yüksek Đktisat Meclisi’nin kuruluşu, Ziraat Bankası’nın kurulması, Teşvik-i Sanayi Kanunu bunlar arasındaki en önemli örneklerdendir. Ülkenin en önemli dönüm noktası ise ‘Devletçilik’ ilkesine geçildikten sonra, Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulandığı 1933-1938 arasındaki dönemdir. Bu dönemde dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sanayisine dair yatırımlar yapıldı. Toplam 100 milyon dolarlık yatırım yapıldı ve bunlar için sadece iki ülkeden kredi alındı. Rusya’dan 1934 yılında 20 yıl vadeli 8 milyon dolarlık faizsiz kredi ve Đngiltere’den ise 1938 yılında 13 milyon sterlin (tabii ki) faiz oranı yüksek bir kredi alındı. Đkinci 5 yıllık plana ise, Atatürk’ün ömrü vefa etmedi. Planda makine, metal işleme, gemi, çimento, kimya ve gıda sanayisi vardı. Sonra 2. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş sonrasında ise bu planlar tamamen özünden koparılıp üretim sanayisine değil, montaj sanayisine geçiş yapıldı. Şimdi savaş sonrasını düşünelim; yıkılmış ve yiyecek ekmeğe muhtaç bir Avrupa var karşımızda. Genç nüfusun büyük kısmını savaşta kaybetmiş bir Avrupa… Türkiye ise sanayileşme yolunda ciddi adımlar atmış, dış borçlarını ödemiş ve genç nesli olan bir ülke. Hiçbir şeye gerek yok; Avrupa’ya gıda maddesi satsak bile inanılmaz zengin olabilirmişiz. (1 TL= 1,8 $) Bu dönemde NATO’ya giriyoruz, hangi akla hizmetse Amerika yeni müttefik olmuş. Ve Sam Amca ilk emrini veriyor: Devletçilik politikanızı değiştirin. Đkinci emir: Bretton Woods toplantısına katılın. Bu toplantı ile ülkenin yabancılarla daha çok ticaret yapabilmesi için paramız ilk kez devalüe ediliyor. Böylece onlar bize daha ucuz ve uzun vadeli krediler verecek, bizde kredileri ödemek için kaynak olacak, gıda mallarımızı ucuza satıp, montaj için gerekli
Denizlerde hâkimiyet kurma çabaları daha Kanuni döneminde aksamaya başlamıştır. Yeni Dünya’nın keşfi ile Baharat yolu eski önemini yitirmiş ve Osmanlı maddi açıdan sıkıntı yaşamaya başlamıştır.
“Atatürk; ülkenin kendi ayakları üstünde durabilmesi için kendi iktisadını gene ilk elden, kendi halkının yönetmesi gereğinin bilincindeydi.”
Bu dönemde NATO’ya giriyoruz, hangi akla hizmetse Amerika yeni müttefik olmuş. Ve Sam Amca ilk emrini veriyor: Devletçilik politikanızı değiştirin.
Sayfa 52
Politika Dergisi
hammaddeleri pahalıya almak gibi dâhice bir planın neticesinde dış borç açığı vermeye başlamışız. Menderes döneminde Atatürk’ün politikası ne diyorsa tam tersi yapılmış, krediler yeterli titizlikle değerlendirilmemiş ve dış borç iyiden iyiye artmıştır. Geri kalan zamanda da durum o kadar vahim hale gelmiş ki artık borcu borçla öder hale gelmişizdir. Amacım iktisat dersi vermek değil; sakın ola yanlış anlaşılmasın! Sadece belirli şeyleri olabildiğince kısa anlatmaya çalıştım. Menderes döneminde Atatürk’ün politikası Osmanlı, son dönemdeki bütün tavizlerini ne diyorsa tam tersi ve toprak kayıplarını savaşlardaki yenilgileryapılmış, krediler den çok borçlarından dolayı mecburen veryeterli titizlikle değermek zorunda kalmıştır. Şu an ülkemizin lendirilmemiş ve dış durumuna bakalım; AKP Hükümeti gelmeborç iyiden iyiye artden önce de durumumuz pek parlak olmamıştır. sa da -en azından- çok sayıda milli firmamız vardı ve kâr eden KĐT’lerimiz elimizdeydi. Gerçekten de AKP Hükümeti yabancı gazetelerde isimlendirildikleri ‘Yeni Osmanlılar’ lakabını hak edercesine iktisadi olarak yararını, zararını düşünmeden her ama her şeyi yok pahasına satmıştır. Geldiğimiz son noktada ise artık televizyonlarda çıkıp “Kemalizm’in kuru bir ideoloji olduğunu iyiye ve güzele dair hiçbir şey üretemediğini” söyleyen entelektüelleri dinliyoruz. Başbakan ülkede 27 etnik grup var diyor, Güneydoğu’daki terörist ayaklanmayı destekleyen bir parti mecliste fink atıyor. Vakıflar Yasası ile Suriçi’nde Bizans kurma planları açık açık konuşuluyor. Patrikhane ikinci Vatikan olma hayalinde ve tüm bunlar nasıl oldu, hayır deme şansımız var mı? Her fırsatta ‘ekonomi krize girer’ sopası aba altından gösterilmekte ve biz ‘aman ağabeyim kredi notumuzu düşürmesin’ diye ne isterlerse verir hale geldik. Sonuçlar bunlardır. Şimdi yazının başındaki Atatürk’ün sözü daha iyi anlaşılabilir. Yeni Osmanlılar Hükümet yabancı sermaye- tam Mustafa Reşit Paşa zamanındaki gibi nin jandarmalığını yapma ülkeyi dâhice yönetiyor. Sonuçları görüyoyolunda emin adımlarla ruz. Hükümet yabancı sermayenin jandar‘yola devam’ ediyor. malığını yapma yolunda emin adımlarla ‘yola devam’ ediyor. Keşke Atatürk’ün hayalindeki gelişmeyi tamamlamış ve geleduran bu yeni işgal akınına karşı durabilecek gücü elimizde tutabilseydik. Keşke Irak’ta 1,5 milyon insan öldürülürken Başbakanımız Amerikan askerleri için Allah’a dua etmeseydi. Her şeyi sessizce, cahilce belki de -dilim varmıyor ama- haince kabul eden yöneticilerimizden devraldık. 1945’ten bugüne oynana gelen oyunun sonuçlarını izleme durumundayız. Bu yoldan da ancak kendi politikamızı, kendi siyasetimizi oluşturup, gene biz çıkabiliriz. Atatürk’ün 6 Şubat 1922’deki Meclis konuşması geçmişe olduğu kadar bugüne de ışık tutacaktır: “...hepiniz bilirsiniz ki, Avrupa'nın en önemli devletleri, Türkiye'nin zararıyla, Türkiye'nin
gerilemesiyle ortaya çıkmışlardır. Bugün bütün dünyayı etkileyen, milletimizin hayatını ve ülkemizi tehdit altında bulunduran, en güçlü gelişmeler, Türkiye'nin zararıyla gerçekleşmiştir. Eğer güçlü bir Türkiye varlığını sürdürseydi, denebilir ki Đngiltere'nin bugünkü siyaseti var olmayacaktı. Türkiye, Viyana'dan sonra peşte ve Belgrat'ta yenilmeseydi, Avusturya/Macaristan siyasetinin sözü edilmeyec ek ti. Fransa, Đtalya, Almanya'da, aynı kaynaktan esinlenerek hayat ve siyasetlerini geliştirmişler ve güçlendirmişlerdir." "... bir şeyin zararıyla, bir şeyin yok olmasıyla yükselen şeyler, elbette, o şeylerden zarar görmüş olanı alçaltır. Gerçekten de Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık, Türkiye gerilemiş, düştükçe düşmüştür. Türkiye'yi yok etmeye girişenler, Türkiye'nin ortadan kaldırılmasında çıkar ve hayat görenler, zararlı olmaktan çıkmışlar, aralarında çıkarları paylaşarak, birleşmiş ve ittifak etmişlerdir. Ve bunun sonucu olarak, birçok zekâlar, duygular, fikirler Türkiye'nin yok edilmesi noktasında yoğunlaştırılmıştır. Ve bu yoğunlaşma, yüzyıllar geçtikçe oluşan kuşaklarda, adeta tahrip edici bir gelenek biçimine dönüşmüştür. Bu geleneğin, Türkiye'nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye'yi ıslah etmek, Türkiye'yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye'nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir." "...oysa güç ve kuvvet, Türkiye'de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır. Bunun etkisi altında kalarak, milletin en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. Đşte Türkiye de bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş,
Sayı 4
Sayfa 53
daha çok düşmüştür." "...bu düşüş, bu alçalış, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki Türkiye ve Türk halkı, ahlak bakımından da düşüyor. Durum incelenirse görülür ki Türkiye doğu 'maneviyatı'yla sona eren bir yol üzerinde bulunuyordu. Doğu’yla Batı'nın birleştiği yerde bulunduğumuz, Batı'ya yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde, asıl mayamız olan doğu 'maneviyat'ından tamamıyla soyutlanıyoruz. Hiç şüphesizdir ki bu büyük memleketi, bu milleti, çöküntü ve yok olma çıkmazına itmekten başka, bir sonuç beklenemez (bundan)."
milletin çıkarlarının gerektiğini yapmakta korkak ve mütereddit idiler. Türkiye'de fikir adamları, adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki "biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur." Bizim canımızı, tarihimizi, varlığımızı bize düşman olan düşman olduğundan hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara, kayıtsız şartsız bırakmak istiyorlardı. 'onlar bizi idare etsin' diyorlardı." Acaba hâlâ öyle mi diyorlar?
mirac.ceven@politikadergisi.com
"... Bu düşüşün çıkış noktası korkuyla, acizle başlamıştır. Türkiye'nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkûmmuş gibi, Türkiye'yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Memleketin ve
P—DVD: Mavi Gözlü Dev Nazım Hikmet’in 1941 yılından sonra Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği dönemi anlatan film; Dünya’da Nazım Hikmet ile ilgili çekilen ilk film olma özelliğini taşıyor. Filmin özeti ve özel DVD’si hakkında şu bilgiler verilebilir: Yıl 1941… Đkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı vahşet ve sefalet… Demir parmaklıkların ardında geçireceği 28 yılı düşünen dev mavi gözler… Büyük aşkı Piraye’nin hasretiyle kaleme aldığı şiirleri destanlaşan Nâzım Hikmet, cezaevindeki 12 yılın ardından gönlünü başka bir güzele kaptırır. Đki aşk arasında kalan yüreğinin ağırlığını taşımakta zorlanan Nâzım, çareyi ölümde aramaya başlar… Büyük şairin hayatını ilk kez beyaz perdede görme şansını yakalayacağınız “Mavi Gözlü Dev” de, Nâzım Hikmet’i ustaya benzerliğiyle dikkatleri çeken Yetkin Dikinciler (Babam ve Oğlum, Sis ve Gece), güzeller güzeli Piraye’yi Dolunay Soysert (Đlk Aşk, Kalbin Zamanı) ve kuzeni Münevver’i ise Özge Özberk (Gora, Babam ve Oğlum) canlandırıyor. Özel Koleksiyoncu Versiyonunda Olacak Ekstralar: Koleksiyoncu versiyonunda; Mavi Gözlü Dev Ekibi Anlatıyor. Biket Đlhan, Metin Belgin, Mustafa Ziya Ülkenciler, Derya Ergün, Yetkin Dikinciler, Dolunay Sorsert, Özge Özberk, Ferit Kaya, Suna Keskin > Gerçek Tanıklar Nazım’ı Anlatıyor; Yıldız Sertel, Đbrahim Balaban > Kamera Arkası, Davet Klibi Not: http://www.weblebi.com/UrunDetaylari.aspx?Id=UmPYYgZuNobWtgPrgCJvew adresinden alınmıştır.
Önerileriniz için: kultursanat@politikadergisi.com
Acaba hâlâ bizi idare etsinler diye mi düşünüyorlar?
Sayfa 54
Politika Dergisi
Araba > Özgür Pınar IŞIK
Öyle bir sancı ki bu, geldiğinde tanıyorum artık: "Benzine Yine Zam Yapıldı!"
"Dün alacaktım
Art arda gelen benzin zamlarıyla ve benzini en pahalı alan dünya vatandaşlarından biri olmanın verdiği ayrıcalıkla, öyle bir önsezi geliştirdim ki benzin ya da zam kelimelerini, televizyon açık olmasa da hissedebiliyor, nerede ve ne durumda olursam olayım sancılı bir bel ağrısıyla ayağa fırlayıp, televizyon kumandasını alıp kanalları dolaşmaya başlıyorum. Öyle bir sancı ki bu, geldiğinde tanıyorum artık: "Benzine Yine Zam Yapıldı!"
işte biraz benzin, neden almadım ki?" diye kızıyorum kendime. Böylece 0,2 litre daha az benzin alabileceğimi hesaplıyorum kafamdan.
Yarışma programlarının, futbol programlarının ve acayip dizilerin arasından sıyrılarak, düşündüğüm gibi kanallardan birinde haberleri yakalıyorum.
Kaç benzin haberinden sonra zam istemem gerektiğini düşünüyorum. Patronun iki aylık maaşı vermemişken, zam isteğime ne tepki vereceğini hayal etmeye çalışıyor, gülüyorum kendi kendime. Gülüyorum dediğime bakmayın. Hani bizde bir söz vardır; "sinirden". Đşte öyle, sinirden gülerek sigara yasağına rağmen sigaraya uzanıyorum. Yakarken sigaranın paketindeki kocaman harflerle yazılmış yazıyı görüyorum; "Sigara içmek acılı ve yavaş bir ölüme sebep olur" Dalga geçiyorlar bizimle herhalde, diye düşünüyorum. Hayatımız sigaralı ya da sigarasız yeterince acılı değilmiş gibi!..
Televizyon spikeriyle göz göze geldiğimde, onun da bana acıyarak zamları açıkladığını görüyorum:
Bir yandan sigarayı yakıp bir yandan da düşünerek evin içinde dolaşmaya başlıyorum.
"Benzin ve motorin fiyatlarına bu sene bilmem kaçıncı kez, bilmem kaç kuruş daha zam yapıldı sayın seyirciler... Böylece benzin fiyat ve artışında her zamanki gibi birinci sıraya oturduk... "
Ek iş yapmam lazım. Olasılıkları düşünüyorum. Ülkedeki işsizlik oranını hatırlıyorum.Bu işsizlik ortamında ek iş bulma ihtimalini düşünüyorum. Yapabileceğim her ek iş olasılığında, kendime-yani insan olarak yaşamama- ayırdığım vaktin ne kadar azaldığını gösteren bir tablo beliriyor kafamın sağ tarafında. Bu şekilde ek iş yaparak ve kendime vakit ayırmayarak karşılaşacağım olumsuz durumlar da sol tarafta madde madde yazılmaya başlanıyor.
Belimdeki ağrı, benzin pompalarıyla dövülmüşüm gibi zonklamaya başlıyor ve derin bir off çekiyorum. "Dün alacaktım işte biraz benzin, neden almadım ki?" diye kızıyorum kendime. Böylece 0,2 litre daha az benzin alabileceğimi hesaplıyorum kafamdan. Canım sıkılıyor. Spiker Hanım benim acınası halime daha fazla bakamayarak, gözlerini kaçırıyor ve benzinciden mutlu mesut benzin alan insanların görüntülerine geçiş yapıyor. Kasıla kasıla, pompacı çocuğa "şu kadarlık benzin" diyen adamlar yan gözle de kameraya bakıyorlar. Hava atıyorlar bana.
Patronun iki aylık maaşı vermemişken, zam isteğime ne tepki vereceğini hayal etmeye çalışıyor, gülüyorum kendi kendime (sinirden).
laşıyor, bir yandan da kafamdan maaşımın yüzde kaçını daha benzine harcayacağımı hesaplıyorum.
Ama ben onlara da aldırmıyorum. Nasıl olsa onlar da kredi kartından harcayıp, asgarisini ödeyerek geçiriyorlar aylarını...En azından tefeci kartım yok diye mutlu oluyorum.Bu arabayı da krediyle almıştım. Astarı yüzünden pahalıya geldi banka kılıklı yabancı tefeciler sürüsü yüzünden. Eski Türk filmlerinde kahvede oturan tefeci tipi geliyor gözümün önüne. Tiksiniyorum. Bir yandan evin içinde belimi tutarak do-
Đşin içinden çıkamıyorum. Arabayı kullanmayabilirim, diyorum. Kapının önünde yatacak arabaya ödediğim vergileri bir kenara koyup, bu şekilde kaç vasıta değiştirmem gerektiğini hesaplıyorum. Arabayla harcayacağım benzini güne bölüyor, bundan dolmuş paralarını çıkarıyor, sonucu yolda kaybettiğim vakitte yapabileceğim işlerden kazançlarıma oranlıyorum. Olmuyor. Sigarayı söndürüyorum. Bisikletle gideyim diyorum. Aklıma direksiyonda kadın gördüklerinde üstüme üstüme gelen azgın şehir magandaları, bisikletle yolculuk eden turiste tecavüzler, Pippa Bacca filan geliyor. Yine gülüyorum. Yine sinirden... Benzin parasından kısmak için tecavüze uğramak ve ölmek olasılığı iyi bir seçenek
Sayı 4
Sayfa 55
değil. Son zamanlarda evin içinde dolaşarak, devamlı hesap kitap yapıyorum. Ben öyle dolaşırken annem de aynı o televizyondaki spiker hanım kız gibi üzülerek bakıyor bazen. Kafamda devamlı bir şeylerin fiyatlarını topluyor, çıkarıyor, çarpıyor, bölüyorum.Denklemin iki ayrı tarafında farklı değişkenler ve durumlarla tekrar gözden geçiriyorum. Yine de istediğim sonuçlara ulaşamıyorum. Benzine yapılan 10 kuruşluk her zam haberinden sonra olduğu gibi, "off" layarak elim belimde dolaşırken, spiker hanım kız sonraki habere geçiyor. "Meclis Başkanı Köksal Toptana yeni bir makam aracı alındı.Toptan'ın zırhlı, ultra lüks BMW makam aracının rakamı gerçekten dudak uçuklatıyor; Fiyatı tam olarak 1.300.000 YTL (1 trilyon 300 Milyar) "
araçlarını kullanmayarak tasarruf etmelerini istemesini düşünüyorum, bir yandan Köksal Toptan'ın BMW'sine bakakalıyorum. "Amaaan" diyorum. Demek ki her zaman "ohh" denecek sonuçlar olmasa da bizim ülkede "off" denilecek sonuçlar garanti! Yerdeki rakamların üstünden atlayarak televizyonu kapatıyorum. Elim belimde, off' layarak odama gider- Araban var mı, derdin var ken bir yandan sinirden gülüyor, bir yandan şekerim. ne olduğunu soran anneme cevap veriyorum; "Hiiç... Araban var mı, derdin var şekerim"
ozgurpinar.isik@politikadergisi.com
Kafamda devamlı hesapladığım kuruşluk veya iki haneli para birimleri, 1 trilyon 300 milyarı duyunca şişerek "puuuf" diye patlayıp odanın her köşesine dağılıyorlar. Kuruşlar ve liralar iki seksen’ yerde yatıyorlar.Bir yandan Çin'deki depremden sonra hükümetin devlet görevlilerinden makam
Bu Alana Reklam Verebilirsiniz.
n a l A m a l Rek irtibat
iletisim@politikadergisi.com
Sayfa 56
Politika Dergisi
Medyasal Alana Bir Bakış: “Demokrasi için Anarşizm mi?” verilmesi > Gökhan DAĞ
Bir ülkede medya bazı suçlamalarla karşı karşıya ise, halkın görüşlerini etkileyebilme gücüne sahip olan en önemli kurumlardan biri üzerinde leke var demektir.
“TRT’nin açılımı, son yıllarda, Tayip Radyo Televizyonu olarak anılıyorsa, TRT’nin güvenirliliği hakkında sorgulamalar da başlar.”
Bir örnek Yorumsuz...
haber…
Medyanın medyatik olması gerçekten kötü bir şeydir. Bir ülkede medya bazı suçlamalarla karşı karşıya ise, halkın görüşlerini etkileyebilme gücüne sahip olan en önemli kurumlardan biri üzerinde leke var demektir. Medya denilen güç, kendi bağımsız otoritesini her yerde kurmaya çalışır; fakat bu bağımsız otorite kurma işi medyayı anarşizm (devletsizlik anlamında) kavramı içine sokar, sokmalıdır. Sözün özü medya doğası gereği anarşist olmalıdır. Bu anarşizm, devletin varlığını, sadece medya sektörü içinde reddeder. Nihayet medyanın kendi işine devleti karıştırmama mekanizmaları en yüksek performansta çalışır; fakat bu söylediklerimden siyaseti işlemeyen medya değil, siyaseti işine karıştırmayan medya anlaşılmalıdır. Görsel ve basılı medyanın, devlet tarafından yönetilme mekanizmalarının kapalı olmasının medyayı bağımsızlaştırdığını ve medyanın bu bağımsızlaşma için, medyasal alanda devlete karşı anarşist bir tavır takınmasını savunduğum bu yazımda, Türkiye gerçekleri savunmamı oldukça güçlü bir hale getiriyor. Hemen bir örnek vereyim: Bildiğiniz gibi TRT devlet eliyle kurulmuş, devlet destekli bir medya kurumudur. Bu medya kurumunun açılımını hepimiz biliyoruz; ama bu açılım son yıllarda Tayip Radyo Televizyonu olarak anılıyorsa, TRT’nin güvenirliliği hakkında sorgulamalar da başlar. En nihayetinde söylemek istediğim, devlet eliyle kurulan bir medya kurumunun bile, kurulduktan sora medyacılığın etik ilkesi olan bağımsızlığa yönelimi için kendi içinden devleti kovması, en azından medyacılığın başarısı için bir idealdir. 1990 yılında Michael Gurevitch ve Jay G. Blumler’in yayınlamış oldukları Siyasal Đletişim Sistemleri ve Demokratik Değerler başlıklı makalede, Medyanın Đşleyişiyle Đlgili Demokratik Beklentiler (medyanın demokrasi için yerine getirmesi gerekli işlevler) adlı alt başlıkta özetle şu maddelere yer verilir:
1. Toplumsal ve siyasal çevrenin gözetimi, yurttaşların refahını olumlu ya da olumsuz biçimde etkileyecek gelişmelerin haber
2. Anlamlı gündem koyma, günün önemli sorunlarını, bu sorunları gündeme getiren ve çözebilecek olan güçleri de içerecek bir biçimde olması 3. Siyasetçilerin ve diğer baskı ve çıkar gruplarının sözcülerinin anlaşılır ve aydınlatıcı görüşlerini aktarmaları için bir platform görevi görme 4. Hem çeşitli görüş açıları arasında hem de iktidarı (şimdi ve gelecekte) ellerinde bulunduranlarla kitleler arasında diyalog sağlama 5. Resmi görevlilerin ellerindeki gücü nasıl kullandıklarına ilişkin hesap vermeleri için mekanizmalar sağlama 6. Yurttaşları, siyasal süreçleri yalnızca izlemek ve hakkında konuşmaktan çok, öğrenmeleri, tercih yapmaları ve katılmaları için teşvik etme 7. Medya dışındaki güçlerin, kendi bağımsızlıklarını, dürüstlüklerini ve izleyicilere hizmet etme yeteneklerini yok etme çabalarına ilkeli bir biçimde karşı koyma 8. Đzleyicileri, kendi siyasal çevrelerini anlamlandırabilen ve potansiyel olarak duyarlı davranan kişiler olarak görme ve onlara saygı gösterme,
M. Grevitch ve J. G. Blumler demokrasi için medya başlığının bazı zorluklarla karşı karşıya olduğunu söylerken, bu zorlukları dört temel kategoride verir. Özetlersem;
1. Demokrasinin kendi içinde yaşadığı çatışmalar 2. Siyasal iletişimcilerin halktan ayrı olarak seçkinlerin dünyasında yaşamaları 3. Siyasal iletişim izleyicilerinin liberalizmin bireycilik anlayışı vurgusunda politik olmak zorunda olmamaları 4. Medyanın demokratik değerler için sosyo-politik ve ekonomik çevre ile uyum sorunu
Bu sorunları aslında tek bir cümle ile anlatmak mümkündür. Şu şekilde söylersem:
Sayı 4
siyasal iletişimin belirleyicileri olan siyasal seçkinlerin, liberalizm ağı içinde demokratik değerleri çatışmaya uğratması ve halkın politikadan uzaklaşarak, medya denilen günün sosyo-politik ve ekonomik alanda desteksiz kalması, demokrasi adına işleyen bir medyanın varlığını olanaksız bırakmaktadır. Peki, demokratik bir medyanın varlığı halinde yukarıda açıklanan sekiz maddelik mükemmel özellikler oluşacakken, neden siyasal seçkinler demokrasiyi çatışma içinde göstererek demokratik bir medya idealini yok ederler? Aslında bu sorunun cevabı oldukça basittir: “Siyasal seçkin olma statüsünü kaybetmemek için”. Bu soruya verilen cevabın aslında çok daha farklı, şaşırtıcı yönleri vardır. Eleştirel bir bakışla, tüm siyasal aktörler hem medyayı kötüler, hem de onu yüceltirler. Medya kanallarının şaşırtıcı çokluğu, siyasilere medyayı yüceltme ve eleştirme konusunda sonsuz politik oyun sağlar. Bu politik oyun medya ve devlet bütünleşmesi noktasına varıncaya kadar teorik olarak devam eder. Medya üzerindeki bu politik oyunların tümü, muhalefeti yok etme idealinin bir enstrümanıdır. Aslında oldukça derin denizlerde yüzüyoruz, üstelik yorgunuz. Biraz dinlenmek ve batmamak adına bir özetlemeye girişmenin tam vaktidir. Değerli okuyucularım son söylediklerimi somutlaştırıyorum. Đktidarın elinde bulunan bir medya kuruluşu (TRT’yi dışında tutalım biz yine de) muhalefeti yücelten bir medya kuruluşuna her zaman rakiptir. Aynı şekilde muhalefetin yayın organı gibi çalışan bir medya kuruluşu da iktidar yanlısı yayın yapan medya kuruluşun rakibidir. Bu rakiplik derecesi siyasal seçkinlerin verdikleri destekle bir arenadaki boğa güreşi şovuna dönüşür. Kazanan kaybedene büyük bir darbe vurur. Kazanan bir sonraki güreş için rakibini aramaya devam eder; çünkü henüz siyasal statüsünü kaybettirebilecek rakipler yaşamaya devam etmektedir. Kaybeden, eğer ölmemiş ise, kendini toparlayabilmek için proje ortaklarının yaşama şansına sınırlı da olsa destek verir. Demokratik idealler için medya, siyasilerin eline geçirmek için çalıştığı bir alan olunca
Sayfa 57
anlamsızlaşır, medyatik olur. Medyatik olan bir medya anlamsızdır. Bu sebeple medya kuruluşlarının yukarıda sayılan demokratik ideallere ulaşması için kendi medyasal alanlarında anarşist olmaları gerekir. Demokratik medya, siyasilerin elinde gerçekleşemez. Özgür olmayan bir medya kesinlikle demokratik değildir. Yeniden M. Grevitch ve J. G. Blumler’e dönersek; özgür bir basının, iktidarı elinde bulunduranların sıradan yurttaşlara karşı siyasal sorumluluklarını hatırlatan demokratik anlayışını da kutsallaştırır. Sanırım, demokrasi için anarşizm bu olsa gerek… Tüm Bu Anlattıklarım Göz Önünde Bulundurularak;
“Demokratik idealler için medya, siyasilerin eline geçirmek için çalıştığı bir alan olunca anlamsızlaşır, medyatik olur. Medyatik olan
1. TRT’nin her iktidar değişikliği sonrası aldığı konumu 2. Cumhuriyet Gazetesi Đmtiyaz Sahibi Đlhan Selçuk’u 3. Kanaltürk’ün satılış öncesi ve sonrası süreci 4. Önder Sav’ın dinlenmesinin medyaya yansımasını 5. Emin Çölaşan’ın Hürriyet’ten tasfiye süreci 6. Yazılı, görsel ve hatta radyo yayınlarında katılımcılar konusunda uygulanan ambargoları 7. En nihayetinde haberlerin taraflıca yayınlanmasını irdelemek gerekir.
gokhan.dag@politikadergisi.com
bir medya anlamsızdır.”
Sayfa 58
Politika Dergisi
Politika Dergisi—Haşim Özçelik e-Mülakatı* *Bu mülakat, Erdal Altun’un girişimleriyle, elektronik posta yoluyla gerçekleşmiştir.
> Röportajı Yapan: Erdal ALTUN Sorular: Emrah ÖZDEMĐR—Erdal ALTUN—Gökhan DAĞ
Haşim ÖZÇELĐK: “Kapatma davası millet iradesini hiçe sayma anlamına gelmektedir. Dava Türk demokrasisine karşı başlatılmış bir mücadeledir”
Politika Dergisi: Saadet Partisi, geçmişte dört defa parti kuran bir akımın partisidir. Parti kapatma davalarıyla çok uğraştınız. AKP ve DTP’nin kapatılma davaları ile birleştirerek, bir parti kapatılmalı mı, kapatılırsa hangi sebeplerle kapatılmalı; açıklar mısınız? Haşim ÖZÇELĐK: Kapatma davası millet iradesini hiçe sayma anlamına gelmektedir. Dava Türk demokrasisine karşı başlatılmış bir mücadeledir. AKP ile fikir ayrılığımız bulunmasına rağmen haksızlığa tahammülsüzlüğümüz nedeniyle davaya karşıyız. Şöyle ki biz Saadet Partisi olarak, parti kapatılmasına yüzde yüz karşıyız. Bu dava Türkiye demokrasisine karşı açılmış bir davadır. Parti kapatmanın ne olduğunu, bu millete nelere mal olduğunu en iyi biz biliriz. Bunu anlamak için partimizin amblemine bakın. Bakın bu amblemde yıldız koyacak yer kalmadı. dört tanesi kapatılan partilerimizi, en büyüğü ise şimdiki partimizi temsil ediyor. Kapatma davası, Türkiye'deki bir kesimin, ülkede tek tip insan oluşturma girişiminin ürünüdür. Anayasa “herkes düşünce özgürlüğüne sahiptir” diyor. Anayasanın tanıdığı haklar çerçevesinde, bölücülüğe girmediği sürece herkes düşüncesini özgürce ifade edebilir. Đddianameye b ak ı y ors unu z , AKP'li vekillerin başörtüsü özgürlüğü için kullandığı ifadeler suçmuş gibi gösterilmiş. Nerede kaldı peki, Anayasa çerçe-
vesinde tanınan ifade özgürlüğü hakkı? Bugün AKP içinde laiklik aleyhine hakkında dava açılmış, hüküm giymiş biri var mı? Nitekim, bizlerin içinde de o vakit öyle bir hüküm giyen biri yoktu; ama yine partimizi kapattılar. Niçin böyle oluyor? Bu ülkede bir kesim var; bunlar tek tip insan istiyorlar. Bizim gibi düşünecek insanlar olmasını istiyoruz, diyorlar. Türkiye'nin artık bu tartışmaları geride bırakarak, enerjisini iç çekişmelere değil, küresel planları bozmaya harcaması gerekmektedir. 'Bunun ilk şartı, tam ve kamil manada demokrasiyi sağlamaktır. Saadet Partisi olarak, bu çerçevede tüm siyasi partileri, sivil toplum kuruluşlarını, aydınları demokrasiye sahip çıkmaya davet ediyoruz.'
Politika Dergisi: Geçmişte -şu anki Başbakan Erdoğan dâhil- parti mensuplarınız çok ateşli söylemlerde bulundu. Geçmişten ders çıkardınız mı? Haşim ÖZÇELĐK: Evet, dün bu arkadaşlarımızla beraber idik; ancak bugün için kendi ifadeleri ile “değiştiklerini ve dönüştüklerini” biliyoruz ki bunu, yapmış olduğu icraatlarla ve söylemleriyle rahatlıkla görebiliyoruz. Dolayısı ile bizim inancımız ve olaylara bakışımız şahıslar penceresinden değil; zihniyetler penceresinden olaylara bakar ve değerlendiririz. Bizim için aslolan zihniyettir. Öte yandan, elbette bir Müslüman; her anını muhasebe eder, eksisi ve artısı ile hayatının daha iyi, daha güzel daha faydalı ve daha adil olanın yerleşmesi ve şekillenmesi için çaba gösterir.
Politika Dergisi: AKP’nin kurulması ile birlikte birçok Milli Görüşçü AKP saflarına geçti. Bu durumda 1996–97 iktidar döneminizdeki savunduğunuz başarıları sağlayan kadro dağılmış olmuyor mu? Ve aynı kadro şu anda AKP de ve siz başarısız olduklarını savunuyorsunuz. Bunun sebepleri nelerdir? Haşim ÖZÇELĐK: Sağlanan bu başarılar, asla kişisel değildir. Hizmet ve başarının temelinde zihniyet yatar. Milli Görüş’ün ortaya koyduğu ilkelere inanan ve bu ilkelere göre çalışan idareciler, ancak böyle başarılı çalışmaların altına imza atarlar. Şayet, aynı yöneticiler bu ilkelerden uzaklaşır ve Milli Görüş gömleğini çıkarırlar ise, aynı başarıyı sağlayamazlar. Bunun onlarca örneği vardır. En somut örneği ise AKP’dir. Şu anda az sayıdaki Saadet Partili belediyelerin ortaya koyduğu başarıyı, Milli Görüş
Sayı 4
Sayfa 59
gömleğini çıkarmış AKP’li belediye başkanları gösterememektedir. Bu, Milli Görüş farkıdır, bu gömlek farkıdır. Çünkü o gömlek; dünyaya barış ve adalet götüren bir ecdadın gömleğidir. O gömlek, Haçlı seferlerine karşı duran Kılıç Aslan’ın gömleğidir. O gömlek Müslüman’ı ve Yahudi’siyle Kudüs’ü kurtaran Selahaddin Eyyubi’nin gömleğidir. O gömlek, ortaçağ karanlığına son veren Sultan Fatih’in gömleğidir.
Politika Dergisi: Sayın Necmettin Erbakan, sizin mitinglerinizde AKP’ye Siyonist ve ırkçı emperyalizmin temsilcisi yakıştırması yaptı. Bu bağlamda size göre AKP’nin ulusal ve uluslararası arenadaki temsil ettiği görüş nedir? Haşim ÖZÇELĐK: Ekonomimiz IMF’ye, dış politikamız ABD’ye teslim edilmiş durumdadır. Milleti millet yapan değerlerin yerine, bu değerleri yozlaştıran Avrupa Birliği kriterleri getirilmeye başlanmıştır. Türkiye’nin kurtuluşunu Avrupa Birliği içinde görmenin, milli irade ile ne kadar örtüşebileceğini milletimizin vicdanına sunuyorum. Biz Saadet Partisi olarak, “bağımsızlığımız” ve “milli egemenliğimiz” üzerinde oluşan tahribat ve yaranın ortadan kaldırılması için acilen Anayasa değişikliğine gidilerek, Anayasal yapı içerisinde mutlaka bir “Yüksek Bağımsızlık Kurulu” oluşturulmasını öneriyoruz. 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM, nasıl bir millete öncülük yaparak, ülkeyi işgalden kurtarıp, ardından Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduysa; aynı TBMM bugünde tarihi ve manevi bağlarla bağlı olduğumuz mazlum Đslam coğrafyasını da işgalden kurtarmanın öncülüğünü yapmalıdır. Sahip olduğumuz tarihi geçmiş ülkemize bu vazifeyi yüklemektedir.
Politika Dergisi: Siyasi partilerde en çok şikâyet edilen konulardan biri koltuk sevdasıdır. Yani yaşlı liderlerin yerini gençlere bırakmamasıdır. Bu konuda şu anki genel başkanınız Recai Kutan beyefendinin durumu hakkında neler söyleyeceksiniz? Haşim ÖZÇELĐK: Bizde ölçü; ehliyet ve liyakat kapsamında değerlendirilir. Kişilerin
yaşlarından ziyade, o görevi layıkı ile yerine getirip getirememesi açısından bakarız. Malum; kongreler 2 yılda bir yapılır ve bütün beldelerden il merkezlerine kadar oraya seçilecek kimse, belirli süzgeçlerden geçirilir ve o göreve getirilir. Dolayısı ile bu durum il başkanından genel başkana kadar olan bir yapıdır.
Politika Dergisi: Milli Görüş partilerine gelen darbeler, uyguladığınız maaş zammı, havuz sistemi gibi yaptırımlardan mı, yoksa gerçekten anti-laik uygulamalardan mı kaynaklandı? Haşim ÖZÇELĐK: 28 Şubat halkın demokratik bir ortam içerisinde seçtiği meşru hükümete karşı oligarşik sınıfların, askeri bürokrasinin, sivil apoletsiz generallerin, sözde sivil dernek ve sendikaların kendilerini destekleyen, menfaatlerini tevhit ettikleri emperyal güçlerle birlikte yaptıkları meşum bir darbeden başka bir şey değildir. Olayın kanlı ya da kansız olması, post modern bir şekilde gerçekleştirilmesi meselenin özünü değiştiren bir şey değildir. Sonuçta bu darbe, sadece meşru hükümete karşı değil; bizatihi milletin özgür iradesine karşı yapılmış, ülkenin ekonomik kaynaklarını talan eden, iç ve dış siyasetini, eğitim politikalarını ipotek altına alan elitist, totaliter ve Batı yanlısı aşağılık bir komplodur.
ÖZÇELĐK: “Milleti millet yapan değerlerin yerine, bu değerleri yozlaştıran Avrupa Birliği kriterleri getirilmeye başlanmıştır.”
Politika Dergisi: Avrupa Birliği’ne karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Nokta-i nazarınızda alternatif birlikler nelerdir? Haşim ÖZÇELĐK: Türkiye, Batı’ya uyduluk değil, mazlum Đslam Coğrafyası’na öncülük etmek zorundadır. Milli Görüş’ün D–8 olu-
Sayfa 60
Politika Dergisi
şumunda ortaya koyduğu gibi, şahsiyetli bir dış politika uygulamalıdır. Mazlum Đslam dünyası Türkiye’den bunu bekliyor, bunu istiyor.
Haşim ÖZÇELĐK: “Türkiye’nin ve tabii ki Milli
Gururla söylüyorum; D-8’ler 20. yüzyılın, 21’inci yüzyıla en büyük armağanıdır. Türkiye’nin ve tabii ki Milli Görüş’ün öncülüğünde kurulan D-8’ler yeterince aktif hale getirilseydi, bugün ne Irak işgal edilebilir, ne de Đsrail, Filistin’de devlet terörü uygulayabilirdi.
Görüş’ün öncülüğünde kurulan D8’ler yeterince aktif hale getirilseydi, bugün ne Irak
Politika Dergisi: Ilımlı Đslam diye tabir edilen, başını Fethullah Gülen’in çektiği hareket hakkında ne düşünüyorsunuz? Haşim ÖZÇELĐK: Ilımlı Đslam projesi Müslümanları dönüştürme (Protestanlaştırma) projesidir ve Müslümanları güçsüz bırakma ve direncini yerle bir etme projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu hususla ilgili gerek akademik kesime yönelik gerekse halkımızın anlayacağı şekli ile yüzlerce konferans tertip ettik ve insanları, bu tehlikeye karşı uyanık olmaya davet ettik.
birbirinin karşıtı gibi gören anlayış, anayasanın ruhuna aykırıdır. Devletin savcıları, hâkimleri vardır. Demokrasimiz, Cumhuriyetimiz demokrasi dışı uygulamalarla korunamaz.
Politika Dergisi: Đktidara gelme durumunuzda, yapacağınız projelerden kısaca bahseder misiniz? Haşim ÖZÇELĐK: Kısaca bizim üç ana sloganımız var; yaşanabilir bir Türkiye, yeniden büyük bir Türkiye ve yeni bir Dünya. Dolayısı ile gerek stratejik gerek ekonomik gerek teknolojik gerekse toplumsal çözüm tekliflerimiz bu sacayağına göre olmakta ve belirlenmektedir. Şunu da unutmamak lazım: 37, 39, 42 ve en son 54. hükümet döneminden ekonomiden sosyal kalkınmaya kadar orta yere koyduklarımızda bizim geleceğe dönük neler yapabileceğimiz önemli işaretleridir.
işgal edilebilir ne de Đsrail, Filistin’de devlet terörü uygulayabilirdi.”
Politika Dergisi: Laikliği nasıl yorumluyorsunuz? Sizce siyaset alanında dinin kullanılması doğru mu? Haşim ÖZÇELĐK: Saadet Partisi olarak, tüm siyasi partileri, sivil toplum kuruluşlarını ve devletin kurumlarını, Anayasamızda açıkça ifadesi bulunan, “devletin temel niteliklerini koruma” konusunda, işbirliğine davet ediyoruz. Anayasamızın 2. maddesinde, devletin temel direkleri olarak, sadece laiklik demiyor; demokrasi ve hukuk devletinden de bahsediliyor. Demokrasi olmadan laiklik korunamaz. Demokrasi ve laikliği
Politika Dergisi: Teşekkürler… Haşim ÖZÇELĐK: Ben teşekkür ederim.
iletisim@politikadergisi.com
Sayı 4
Sayfa 61
Avrasya Doğalgaz Savaşları ve Türkiye (1) > Bilgin TÜRK
8. Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal: “Benim memurum işini bilir.”
Dışişleri Bakanı Gül: "Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygun. ABD ile hareket ediyoruz. Amacımız Đslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek." ‘Vatandaşlarımızın % 72'si BOP'u tehlikeli görüyor.’(25.07.2004 - Yeni Şafak)
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Dün dündür, bugün bugündür.”
‘Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) rafa kaldırıldı.’ (17.05.2008 – Kanal A)
Erdoğan, CHP lideri Baykal'ın dönemin Afganistan Başbakanı Hikmetyar ile çekilmiş fotoğrafı hatırlatmasına "Ben gelişerek değiştim. " yanıtını verdi.(1)
Yukarıda sırasıyla sizlerle ABD’nin önce 13 Temmuz 1878 yılında Berlin Anlaşmasıyla(6) temeli atılan BOP’la yani GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) adlı projesiyle Ortadoğu coğrafyasındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının, ikmal akış yollarının ve yeraltı maden rezervlerinin, Avrasya coğrafyasının ve bu bölgedeki ülke yönetimlerinin, Karadeniz, Körfez ve Orta Asya'daki üsleri denetim altına alınmak istedi. BOP’un çok fazla duyulması GOP ismine çevrilmesine rağmen gündemden düşüremeyen ABD, GOP’u rafa kaldırarak bu sefer gözünü Hazar Denizi’ndeki doğalgaz rezervlerine ve Karadeniz’e çevirdi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yatırım yapacak bütün girişimcilerle her yerde görüşeceğini belirterek, “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim, bu konuda herkesle her yerde görüşürüm. Bugüne kadar benim başbakanlarım yapmamışsa bu ileri bir anlayış değildir.” dedi.(2) Kemal Unakıtan’ın en meşhur de:“Babalar gibi satarım”.(3)
sözü
Maliye Bakanı, özelleştirmede izlenen politikayı ise; “Satışa çıkıyoruz, parayı veren düdüğü çalar”, “Kârlı kârsız ne varsa satacağız” diyerek açıklığa kavuşturdu.(4) Condoleezza Rice “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek” adlı yazısında ‘Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde” olduğunu vurgulamıştır.’(5) 15 Şubat 2004 tarihinde, Kanal D Teke Tek Programı'na katılan Başbakan Erdoğan açıklıyor: "ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ı merkez yapacağız." 21 Şubat 2006 tarihinde, TBMM'deki AKP Grup Toplantısı'nda da Başbakan: "Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesindeki rolümüz bize özellikle Ortadoğu'da önemli görevler yüklemektedir."demiştir. 4 Mart 2006'da, AKP Đstanbul Bayrampaşa Đlçe Kongresi'ne katılan Başbakan Erdoğan "BOP'un ‘eş başkanıyım” demiştir. 30 Mayıs 2006 tarihinde TBMM'deki AKP Grup Toplantısı'nda da Erdoğan: "Eş başkanlık görevini kabul ettik." diyor!
ABD, Rusya’nın güçlenmesi yolunda, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne ek olarak, füze savunma sisteminin üçüncü ayağını Türkiye'ye kurmayı planlıyor. ABD'nin, nihai planının radarını Türkiye’nin Đran sınırı yakınlarına koymayı, savunma füzelerini Kafkasya'ya; büyük bir ihtimalle de Azerbaycan'a yerleştirmeyi planladığını kaydediyorlar.(7) Diğer yandan ABD, Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz ihracatındaki tekelciliğine son vermek istiyor. ABD ve AB özellikle Hazar Denizi doğalgaz savaşlarını başlattılar. ABD ve AB, Rusya’yı kapana almaya çalışırken; Rusya’nın bu girişimlere karşı hamlelerde nasıl başarısız kaldığını açık istihbaratlarla bu yazımızda göreceğiz. Özellikle enerji ve doğalgaz eksenli büyük ikinci ‘soğuk savaşlar’ın nasıl yaşandığına birlikte bakacağız. Önce Lenora Foerstel’in kısaca değinerek; Z. Brzezinski, 1997 yılında yayımlanan “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında Avrasya’da yaşanan savaşları anlatan yazısıyla, yazıma başlayalım ve Avrasya’daki yaşanan savaşlar yakında küçük bir bilgi edinelim:
Kemal Unakıtan’ın en meşhur sözü: “Babalar gibi satarım.”
“ABD, Rusya’nın güçlenmesi yolunda, Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne ek olarak, füze savunma sisteminin üçüncü ayağını Türkiye'ye kurmayı planlıyor.”
ABD, Rusya’nın Avrupa’ya doğalgaz ihracatındaki tekelciliğine son vermek istiyor.
Sayfa 62
Politika Dergisi
Rusya’yı kuşatmak: ABD’nin Avrasya stratejisi (Lenora Foerstel) Z. Brzezinski, 1997 yılında yayımlanan “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında;
Askeri saldırıyla Hitler Almanyası’nın yapamadığını, bu dönem Amerika NATO ortaklığı başarıyor görünmektedir.
“Sırasıyla ABD ve ortakları başarılı bir şekilde; Yugoslavya’nın seçimle iktidara gelmiş iktidarını devirdiler, Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı kolinize ettiler ve Estonya'yı, Litvanya'yı, Letonya'yı NATO'nun üyesi yaparak Rusya'ya güvenlik açısından Baltık bölgesinde büyük bir tehdit alanı oluşturdular.”
Aralık 2004'te Letonya parlamentosu Sovyet işgalini kınayan bir yasa çıkartarak Rusya'dan tazminat talebinde bulundu.
Avrasya’yı kontrol eden gücün dünyanın ileri ve ekonomik açıdan gelişmiş üç bölgesinden ikisini kontrol edeceğini söylemektedir. Kitapta Brzezinski tarafından vurgulanan bir nokta; Rusya’nın üç bölgeye ayrılmasının ABD'ye çok büyük yarar sağlayacağıdır. Brzezinski’ye göre Batı Rusya, Avrupa’nın bir parçası olmalı ve Sibirya ile Asya Cumhuriyetlerinden ayrılmalıdır. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Sovyetler Birliği’ni yıkmaya ve Uralları, Sibirya’yı ve Ukrayna’yı ele geçirmeye çalışmıştır. O dönem askeri saldırıyla Hitler Almanyası’nın yapamadığını, bu dönem Amerika NATO ortaklığı, düşük yoğunluklu çatışmalarla ve bölgedeki liderlere verilen rüşvetlerle başarıyor görünmektedir. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslar arası finans kuruluşları bu bölgedeki ABD/NATO girişimlerini ekonomik açıdan desteklemektedir. Sırasıyla ABD ve ortakları başarılı bir şekilde; Yugoslavya’nın seçimle iktidara gelmiş iktidarını devirdiler, Gürcistan’ı ve Ukrayna’yı kolinize ettiler ve Estonya'yı, Litvanya'yı, Letonya'yı NATO'nun üyesi yaparak Rusya'ya güvenlik açısından Baltık bölgesinde büyük bir tehdit alanı oluşturdular. NATO'nun yeni üyesi olan bu devletlerde kökü eskiye dayanan anti-Rus bir gelenek mevcuttur. Alexander Nevsky'nin zamanından beri Almanya, bölgedeki pagan kültürü yıkmak ve Katolizmi yaymak için Baltık bölgesini defalarca kez işgal etti. Bu işgaller sonucunda bölgede baskın bir Alman-Baltık nüfusu ve etkisi oluştu ve bu bölge 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerle işbirliği içerisine girdi. Aralık 2004'te Letonya parlamentosu Sovyet işgalini kınayan bir yasa çıkartarak Rusya'dan tazminat talebinde bulundu. Buna ilaveten Letonya devleti, Letonya'da yaşayan Rus kökenli Letonya vatandaşlarının gönüllü olarak Rusya'ya geri göçmelerini sağlamak için girişimde bulundu. Estonya'da Başbakan Juhan Parts, Sovyetler Birliği’ne karşı savaşmak için Nazi SS’lerine katılan ve ölen askerlerin anısına dikilen anıtın sökülmesinden dolayı Lihilu köylülerinden özür diledi. Rusya'nın doğal gaz ihraç ettiği yolların 3/4'ü Ukrayna'dan geçmektedir. Kiev'den geçen Dniepr Nehri, Rusya ile Beyaz Rusya arasındaki taşımacılıkta kilit bir noktadır.
Rusya'nın Karadeniz'deki donanması Ukrayna’nın Crimea sularındaki Sivastopol’de konumlanmıştır. Eğer Ukrayna NATO üyesi olursa, NATO ittifakı Rusya'ya sadece 1000 millik bir uzaklıkta olacaktır. Ukrayna’nın NATO üyeliğinin iki yıl içerisinde gerçekleşmesi beklenmektedir. Bu üyeliğin gerçekleşmesiyle birlikte Rusya doğalgazların taşınması konusunda çok büyük bir problemle karşılaşacaktır. Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) başkanı Vladimir Rushailo, yabancı sermayenin BDT ülkelerinde politik manipülasyonlara yol açtığını, başta Rusya olmak üzere topluluğa bağlı öteki ülkeler üzerinde önemli tehlikeler oluşturduğunu söylemiştir. Petrol zengini Kazakistan, ABD tarafından çok kilit bir öneme sahiptir. Amerikan şirketleri bu bölgeden dünya pazarlarına petrol ihracına yönelmek istemektedirler. Doğu'dan Batı'ya petrol ihraç etmek isteyen ABD bu amacına engel gördüğü Rusya ile Đran’a mesajlar yollamakta, Avrasya bölgesini kendi kontrolü altında tutmaya çalışmaktadır. BDT, Bakû-Tiflis-Erzurum boru hattı gibi, Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattını inşa etti. Amerika’nın göz önünde bulundurduğu Kafkas taşıma rotası Bakû’deki Kafkas limanından Gürcistan’a, oradan da Ceyhan üzerinden Akdeniz'e ulaşan hattır. Yugoslavya'nın NATO tarafından bombalanmasından sonra birçok Kazak lideri aynı durumun bölgedeki bağımsız devletlerin de başına gelebileceği endişesini taşımaktadır. Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan, Ukrayna'da ABD'nin tezgâhladığı "turuncu devrim" den ve Gürcistan’ın da benzer şekilde kolonileştirilmesinden korkmaktadırlar. 6 Ocak 2005'te Interfax'ın bildirdiği bir habere göre, Kazakistan Mahkemesi 'Kazakistan'ın Demokratik Tercihi Partisi’ni kapatmıştır. Bu partinin Gürcistan ve Ukrayna tarzı bir ayaklanmayla iktidara karşı bir muhalefet hareketi başlatacağından şüphelenilmiştir. Konsey aynı zamanda halen Kazakistan'da faaliyetlerde bulunan ve George Soros tarafından finanse edilen PORA adlı bir sivil toplum örgütünü ele almaktadır. Bu organizasyon, Yugoslavya’da iktidarın devrilmesinde çok önemli bir rol oynayan ve George Soros tarafından finanse edilen OTPOR örgütüyle paralel nitelikte faaliyetlerde bulunmaktadır. Kırgızistan Başbakanı Asker Akayev konuyla ilgili bir demecinde Gürcistan’ın bundan sonra bağımsız bir devlet sayılamayacağını ve baş-
Sayı 4
bakanı Saakashvilli ile bakanlarının, maaşlarını direkt multi milyarder George Soros'tan aldığını ifade etmiştir. George Soros ve ABD tarafından milyarlarca dolar, bağımsız devletlerin yönetimlerini yıkmak amacıyla kullanılmıştır. Đlaveten, ABD’ye ait olan 'Uluslararası Kalkınma Ajansı' 'Ukrayna Eğitim Reformu' adlı bir organizasyonu destekleyerek Ukrayna'da radyo ve televizyon programları başlatmış; Ukrayna vatandaşlarını hükümeti ve hükümetin ekonomi politikalarını değiştirmesi için kışkırtmıştır. Şöyle bir düşünelim: Bir yabancı ülke ABD'de radyo ve televizyon programları yaparak ABD vatandaşlarını hükümete ve onun izlediği ekonomik politikalara karşı eğitmektedir. Bu durumun sonuçlarını herhalde düşünebiliyorsunuzdur. Ukrayna'da ve Gürcistan’da tezgâhlanan oyunun kendi ülkelerinde yaşanmaması için önlem almaya çalışan Beyaz Rusya ve Tacikistan, bölgede askeri üsler inşa etmektedirler. Beyaz Rusya çok yüksek mekanizmaya sahip bir hava savunma sistemi inşası üzerinde çalışmaktadır. Ayrıca bu yılın içerisinde Rusya ve Beyaz Rusya ortak bölgesel bir hava savunma sistemi üzerinde çalışmak için bir anlaşma yapmaya hazırlanıyorlar. NATO Rusya’yı kuşattıkça Finlandiya ve Japonya gibi ülkeler de Rusya’dan toprak talebinde bulunmaktadırlar. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi kampına katılan Finlandiya, kaybettiği Karelik Isthmus ve Rusya sınırındaki bazı toprakları geri talep etmektedir. Karelik Isthmus bölgesinde Rusya'yla Finlandiya arasında çok büyük çatışmalar meydana gelmiştir. Finlandiya’nın talepleri bu ülkenin limanlarını ve hava sahasını askeri amaçlar için kullanmak isteyen NATO tarafından da desteklenmektedir. Finlandiya gibi Japonya’nın da Rusya'dan toprak talepleri bulunmaktadır. Japonya, 2.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Rusya’nın kontrolüne geçen Etorofir, Kunashin, Shikotan ve Holbornal Islets bölgelerini geriye talep etmektedir. Japon hükümeti ABD'yle birlikte yürütülecek bir yeni savunma sistemi araştırma programını onayladı. Ayrıca bu iki ülke Japon topraklarına ve Japon askeri gemilerine kurulmak üzere füze savunma sistemi inşa etmeye başladı. 1996 yılında ABD’nin Japonya’yla yaptığı karşılıklı güvenlik antlaşması, ABD'nin Japonya'daki askeri üstlerini güçlendirmek üzere geliştirilecektir. Bu üslerin ABD acısından çok amaçlı işlevleri bulunmaktadır: Rusya’yı ve Çin'i çevrelemek, ABD’ye istediği doğrultuda bölgeye müdahale gücü vermek ve ABD'nin bölgedeki istihbarat
Sayfa 63
çalışmalarını kolaylaştırmak gibi… Bu askeri üslerle ABD ve Japonya Asya-Pasifik bölgesinde hâkimiyet, kontrol ve müdahale gücüne sahip olacaktır. ABD'nin bölgedeki bu tip faaliyetlerine cevap olarak Çin, kendi bölgesinde gaz ve petrol geçişini sağlayacak olan hatlar inşa etmekte ve Rusya'yla birlikte Merkez Asya’yı içeren Pah-Asya enerji koridorunu kurmaya çalışmaktadır. Ayrıca bu bölgede Çin’i, Rusya’yı, Özbekistan’ı, Kırgızistan’ı, Kazakistan’ı ve Tacikistan’ı kapsayan Şanghay Đşbirliği Örgütü adında bir organizasyon kurulmuştur. Bu örgüt Birleşmiş Milletlerdin ilkelerine göre kurulmuş olup ilkelerini bu birliğe bağlı ülkelerin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve istikrarını sağlamak olarak belirlemiştir.(8) ABD-AB ekseni ve Şanghay Beşlisi (Rusya- Çin- Kırgızistan-KazakistanTacikistan) Đran ve Hindistan eksenli savaşta ABD ve AB için doğalgaz hattında Türkiye çok önemli bir yer oluşturdu. ABD ve AB, Rusya’nın Hazar Denizi, Orta Asya’nın doğalgazını Kıta Avrupası’na taşıma alternatif olarak Türkiye’yi bir ‘doğalgaz koridoru’ veya ‘geçiş yolu’ yapmaya çalışıyor. Türkiye üzerinden doğalgaz savaşı kızışırken, Đngilizlerin hayata geçirttiği BakûTiflis-Ceyhan boru hattına karşı Rusya, Türkiye ile Mavi Akım ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan ve Đtalya ile BurgazDedeağaç boru hattıyla karşılık verdi. ABD ve AB, Nabucco Projesi hamlesi yaparken Rusya da satranç tahtasında Güney Akım Projesi hamlesiyle ABD ve AB’ye karşılık vermiş oldu. Đngiltere ise satranç tahtasındaki bu oyunu kaygıyla izliyor. Dünya da bürokrasiyi ve politikayı en iyi uygulayan Đngiltere Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattının ve mimarını üstlendiği Nabucco’nun önemi yitirmesinden kaygılandığı için, bildiğiniz gibi ülkemize gelen ve gelme nedeni gizli tutulan Kraliçe Türkiye’nin bu konudaki görüşlerini öğrenmek için bir takım girişimlerde bulundu. Türkiye’nin dengeleri değiştireceği için hala ABD ve AB eksenin demi yoksa hangi eksende yer alacağını öğrenmeye çalıştı.
Bakû-TiflisCeyhan Boru Hattı Bakû–Tiflis– Ceyhan Petrol Boru Hattı ya da kısaca BTC, Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyılarına taşıyan petrol boru hattıdır. Temmuz 2006 tarihinde hizmete girmiştir.
Finlandiya gibi Japonya’nın da Rusya'dan toprak talepleri bulunmaktadır.
“ABD ve AB, Türkiye’yi bir ‘doğalgaz koridoru’ veya ‘geçiş yolu’ yapmaya çalışıyor.”
Ukrayna'da ve Gürcistan’da tezgâhlanan oyunun kendi ülkelerinde yaşanmaması için önlem almaya çalışan Beyaz Rusya ve Tacikistan, bölgede askeri üsler inşa etmektedirler.
Sayfa 64
Politika Dergisi
Tüm Dünya'da ucuz ve istikrarlı enerji kaynaklarına sahip olabilmek için yoğun bir mücadelenin yaşandığı ve Sovyetler Birliği’nin 1991 yılının sonunda resmen dağılmasının ardından Kafkaslar ve Hazar Denizi çevresinin bu mücadelenin en çok hissedildiği bölge olduğu düşüldüğünde BTC Boru Hattı'nın stratejik bir öneme sahip olduğu söylenebilir.
BTC Boru Hattı'nın stratejik bir öneme sahip olduğu söylenebilir.
“1989 yılında, Ramco adlı Đngiliz petrol şirketinin temsilcisi olan Steve Remp’in Bakû’ye gelmesiyle BTC hattının öyküsü de başlamış olur.”
Haydar Aliyev darbeden sonra petrol anlaşmasını iptal eder. Sonra yüzyılın anlaşması olarak adlandırılan anlaşmayı imzalar.
Bakû - Ceyhan Projesi 1989 yılında, Ramco adlı Đngiliz petrol şirketinin temsilcisi olan Steve Remp’in Bakû’ye gelmesiyle BTC hattının öyküsü de başlamış olur. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (ADPŞ), 1990 yılında Remp’ten Azeri petrollerinin Batı’ya pazarlanması amacıyla büyük petrol şirketleriyle temaslarda bulunmasını talep eder. Remp öncelikle British Petroleum (BP) ile ilişkiye geçer. Hemen 1991 yılının başında Amoco isimli bir diğer petrol devi de devreye girer. Temmuz ayında Amoco firması Azeri isimli petrol sahasıyla ilgili hakları kazanır. Aynı yıl 30 Ağustos’ta Azerbaycan bağımsızlığını ilan eder. Bunun hemen ardından da Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ sebebiyle çatışmalar başlar ve bu yüzden petrol konusundaki ilerlemeler bir süreliğine kesintiye uğrar. 1992 yılının sonuna doğru; ADPŞ, BOTAŞ, BP, Pennzoil ve Amoco arasında, Bakü’den Gürcistan’ın liman kenti Supsa’ya, Rusya’daki Novorosisk’e ve Türkiye’nin Ceyhan ilçesine uzanması muhtemel üç ayrı boru hattı üzerine araştırmalara başlanması konusunda bir anlaşma imzalanır. 1993 yılının 11 Haziran’ında Azerbaycan devlet başkanı Ebul Feyz Elçibey, Batılı birçok petrol firmasıyla petrol sahalarının geliştirilmesi amacıyla bir anlaşma imzalar. Fakat bundan tam bir hafta sonra 18 Haziran’da, Azerbaycan KGB eski şefi ve Brejnev dönemi Politbüro üyesi Haydar Aliyev tarafından bir darbe yapılır ve Elçibey sürgüne gitmek durumunda kalır. Haydar Aliyev darbeden sonra petrol anlaşmasını iptal eder. Aradan bir yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, Eylül 1994’te, yüzyılın anlaşması olarak adlandırılan petrol anlaşması imzalanır. Bunun ardından, büyük petrol şirketleri kendileri için daha avantajlı olan hatlardan petrol sevkiyatına başlarlar. Bakû – Ceyhan hattı ise uzunca bir süre adeta unutulur. Ekim 1998’de ABD, Azerbaycan, Türkiye, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan, imzaladıkları Ankara Deklarasyonu ile Bakû Ceyhan boru hattına olan desteklerini ilan
ederler. Bu arada Amerikan hükümeti BP’ye Bakû - Ceyhan hattı lehine yoğun bir baskı uygulamaya başlar. BP ise ısrarla bu projenin ekonomik olarak uygun olmadığını belirtir. Bu arada, Nisan 1999’da Bakû – Supsa boru hattı hizmete girer. Gürcistan, hattın güvenliğini sağlamak için elindeki bütün imkânları seferber eder. BP, Türkiye ile arasında yaşanan yoğun görüşmelerin ardından Bakû – Ceyhan hattına destek verdiğini açıklar. Fakat bu hattın jeopolitik değil, ticarî bir proje olması konusunda ısrar eder. Bakû – Ceyhan ile ilgili en önemli gelişmelerden biri Kasım 1999’da Đstanbul’da yapılan Avrupa Güvenlik ve Đşbirliği Örgütü konferansında yaşanır. Türkmenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Türkiye devletlerinin liderleri, ABD Başkanı Bill Clinton’ın da hazır bulunduğu imza töreniyle bu hattın arkasında durduklarını açıklarlar ve hattın ismi Bakû – Tiflis – Ceyhan olarak değiştirilir. Yine aynı konferansta, Bakû’den Erzurum’a uzanacak olan bir doğalgaz hattı konusunda da anlaşmaya varılır. Bu hatla Azerbaycan’a ait Şahdeniz bölgesinden doğalgaz taşınması planlanır. Bu konferansın ardından BTC hattı ile ilgili konularda bir hızlanma yaşandı. Geçen süre içersinde, petrol boru hattının yapımında gerekli her türlü ön çalışma yapıldı ve 10 Eylül 2003’te boru hattının inşasına başlandı. 17 Eylül 2002’de de Azerbaycan’ın Sangaçal yöresinde ilgili devletlerin başkanlarının katıldığı bir temel atma töreni yapıldı. 10 Haziran 2003 tarihinde altıncısı yapılan “Üç Denizin Hikâyesi” adlı konferansta, Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yaptığı konuşmada BTC hattının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulayarak, bu hatta Kazakistan’ın da dahil edilmesi gerektiğini belirtti.
Rakamlarla BTC Azerbaycan bütçesindeki toplam gelirin yaklaşık olarak yüzde 50’si petrol ihracından gelmektedir. Azerbaycan’ın toplam ihracatının yüzde 90’ı da petrol ve doğalgazdan oluşmaktadır. Petrol ve doğalgaza bu denli bağlı bir ülke için, bu ürünleri taşıyacak boru hatları da son derece önemli. Azerbaycan’ın Ermenistan’la yaşadığı problemler yüzünden, Bakû – Ceyhan boru hat-
Sayı 4
Sayfa 65
tının güzergâhı Gürcistan üzerinden geçerek uzamış ve toplamda 1760 kilometreyi bulmuştur. Kullanılacak boruların çapları, Azerbaycan’dan başlamak üzere üç ülke içinde sırasıyla; 105, 115 ve 85 santimetre olacaktır. Yıllık 50 milyon ton kapasitesi olması beklenen hattın üzerinde 7 pompalama istasyonu bulunacak. Boru hatlarında en stratejik yerler pompalama istasyonları. Boru hattının kendisine zarar vermek hem daha zor hem de boru hattında meydana gelecek muhtemel bir hasar hızlı bir şekilde onarılabiliyor. Fakat pompalama istasyonlarından birinin devre dışı kalması demek, boru hattından uzunca bir müddet faydalanamamak anlamına geliyor. Bu yüzden pompalama istasyonları çok sıkı bir koruma altında bulunduruluyor. BTC’nin planlanan toplam maliyeti 3 milyar dolar. Fakat bu rakamın 4 milyara kadar çıkabileceği tahmin ediliyor. BTC’nin ortaklarına baktığımızda ise şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz: ADPŞ %45, BP Amoco %25, Unocal % 7,48, Statoil %6,37, ENI Agip %5 ve TPAO %5 paya sahipler. Ceyhan’dan ilk petrol sevkiyatı, 2006 yılının Mayıs ayı içinde gerçekleşti. Hazar bölgesindeki ispatlanmış petrol miktarı yaklaşık 34 milyar, tahmin edilen miktar ise 270 milyar. 2010 yılında bölgede günde 3,7 milyon varil petrol üretimi yapılacağı tahmin ediliyor. Topraklarında pek petrol bulunmayan Gürcistan da transit geçişten pay alarak ekonomisine ciddi katkılarda bulunmayı tasarlıyor. Đlk beş yıl için varil başına 12 cent alacak olan Gürcistan, sonraki 10 yıl için 14, ondan sonraki dönem için ise minimum 17 cent geçiş ücreti almaya hak kazanacak.
BTC ile ilgili ülkelerin durumları BTC boru hattı dünyanın birçok ülkesini ciddî bir biçimde etkilemektedir; ancak en fazla tesir, bölgede bulunan ve enerji üretimi konusunda bizzat çalışmaları olan ülkeler üzerinde olmaktadır.
özellikleri taşıyan bir ülke. Devlet altyapısının tam olarak oturmamış olması; siyasi, sosyal, dinî, etnik ve iktisadi problemleri beraberinde getiriyor. Ülkede tek adam sistemi hâkim. 1993 yılında düzenlediği darbeyle iktidara gelen Haydar Aliyev'in ölümünden sonra yerine oğlu Đlham Aliyev geçti. Siyasetin şeffaf bir biçimde yapılmadığı, ekonomik aktivitelerin kapalı kapılar ardında gerçekleştiği bir ülkede yolsuzluklar üst seviyededir. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi’nin (ADPŞ) başkanı, Đlham Aliyev'dir. Azerbaycan, ekonomisini çok büyük oranda doğal kaynak ihracı üzerine oturtmuş olan bir ülke. Petrolden elde ettiği gelirle ülkedeki diğer sektörleri sübvanse ediyor. Dolayısıyla bu şartlar altındaki bir ülke için, çıkarttığı petrol ve doğalgazı dünya pazarlarına aktaracak olan boru hatları son derece büyük bir öneme sahip. Azerbaycan, boru hatlarını ekonomik olmaktan çok siyasi pozisyonuna göre belirlemekten yana. Bu yüzden, Ermenistan üzerinden Ceyhan’a ulaşacak bir hat çok daha düşük maliyetli olacağı halde, bu güzergâh yerine Gürcistan üzerinden Ceyhan’a ulaşan yüksek maliyetli hat tercih edilmiştir. Azerbaycan bölgede özellikle ABD ve Türkiye ile işbirliği halinde. NATO ile barış için işbirliği anlaşması çerçevesinde beraber hareket eden Azerbaycan, bu yüzden Rusya’nın tepkisini çekiyor. 1993 darbesinin ardından Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı çalkantılı dönemin ardından, iki ülke arasındaki işbirliği son derece sıcak bir biçimde devam etmektedir. Haydar Aliyev gibi bir ‘tek adam’ın, hastalandığında tedavi için Türkiye’yi tercih etmesi bunun en somut örneği. Bunlara karşılık Azerbaycan; bölgesinde Rusya, Đran ve Ermenistan ile ciddi problemler yaşıyor. Ermenistan ile Dağlık Karabağ, Đran ile Hazar Denizi’nin hukuki statüsü, Rusya ile de genel olarak birçok konuda anlaşmazlık içinde.
Gürcistan Azerbaycan Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan devletler kendilerine ait yeni ekonomik ve siyasî yapıyı henüz kuramadı. Sovyet devlet yapısı ve bürokratik sistemi varlığını devam ettiriyor. Zaten bu devletlerin yönetici kadrolarına baktığımızda Sovyet dönemi etkisi gayet açık bir biçimde kendisini gösteriyor. Azerbaycan da bu
Gürcistan ekonomisi, bu bölgenin yolsuzluklara en fazla bulaşmış olan ekonomisi sayılabilir. Ülkede rüşvet ve iltimas olmadan herhangi bir ticari iş yapmak mümkün değil. Bu durum, ülkedeki iktisadi istikrarın sağlanmasını engelliyor. Sonuçta da sosyal ve siyasî çalkantılar tüm hızıyla devam ediyor. Gürcistan pek fazla doğal kaynağa sahip olmadığından, topraklarından geçecek olan
Azerbaycan bütçesindeki toplam gelirin yaklaşık olarak yüzde 50’si petrol ihracından gelmektedir. Azerbaycan’ın toplam ihracatının yüzde 90’ı da petrol ve doğalgazdan oluşmaktadır.
“Azerbaycan, ekonomisini çok büyük oranda doğal kaynak ihracı üzerine oturtmuş olan bir ülke. Dolayısıyla bu şartlar altındaki bir ülke için, çıkarttığı petrol ve doğalgazı dünya pazarlarına aktaracak olan boru hatları son derece büyük bir öneme sahip.”
Sayfa 66
Politika Dergisi
BTC hattı ekonomik olarak çok önemli. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Azerbaycan ile varil başına komisyon alma konusunda yaptıkları anlaşma, Gürcistan’ı ekonomik olarak bir nebze de olsa rahatlatmaya yarayacaktır.
Gürcistan etnik olarak son derece derin problemler içinde. Bir yandan Güney Osetya’daki ayrılıkçı güçlerle mücadele ederken, diğer yandan da bağımsızlık isteyen Abhazlar ile uğraşıyor.
“Türkiye’nin kendi arka bahçesine girdiğini öne süren Rusya,
Gürcistan etnik olarak son derece derin problemler içinde. Bir yandan Güney Osetya’daki ayrılıkçı güçlerle mücadele ederken, diğer yandan da bağımsızlık isteyen Abhazlar ile uğraşıyor. Birçok terörist eylemciyi barındıran Pankisi Corç Vadisi de halledilmesi gereken bir çıbanbaşı olarak Gürcistan’ın önünde duruyor. Gürcistan üzerinde nüfuzunu tam olarak kurmaya çalışan Rusya buralardaki ayrılıkçı güçlerin en büyük destekçisi. Diğer taraftan, 11 Eylül saldırısı sonrası, Gürcistan’da bulunduğu iddia edilen terörist gruplarla mücadele etmek için ABD de Gürcü yönetim üzerinde baskı kurmuştu. Adeta iki dev arasında kalan Gürcistan, her iki tarafın da isteklerini yerine getirmiş ve ABD’den askeri yardım almayı kabul edip, ABD askerlerinin ülkede konuşlanmasını kabul ederken, Rusya’nın da Gürcistan’daki enerji hatlarını koruma ve ayrılıkçı etnik unsurlarla daha etkili mücadele etme bahanesiyle asker yollamasına ‘evet’ demek durumunda kalmıştır. Neticede, Gürcistan yönetiminin kendi ülkesi üzerindeki siyasi otoritesi son derece tartışmalı bir hale gelmiş; ülke ABD ile Rusya’nın kendi politikalarını uygulamaya çalıştıkları bir arena halini almıştır.
bu durumdan en fazla rahatsız olan devlet.”
Siyasi açıdan Türkiye, bu bölgedeki en ileri ülke konumunda.
Türkiye Türkiye özellikle, 2001 yılında yaşadığı derin ekonomik krizden sonra bir yandan toparlanmaya çalışırken, diğer taraftan da geçmişte yaptığı hatalardan ders alma niyetinde. Enerji konusunda geçmişte yapılan anlaşmalar özellikle AKP hükümetinin iktidara gelmesinin ardından mercek altına alınmış durumda. Geçmiş dönemlerde de kamuoyunda sıkça bahsi geçen enerji anlaşmaları, TBMM’de kurulan yolsuzluk konulu araştırma komisyonlarında geniş yer buldu. Rusya ile yapılan anlaşmaların Türkiye aleyhine olduğunun ciddi bir biçimde vurgulandığı bir dönemde, Türkiye’nin Rusya’dan gelen Mavi Akım hattı üzerinden doğalgaz ithalini, anlaşmadaki fiyat anormallikleri üzerine Mart 2003’te durdurmuştu. Siyasi açıdan Türkiye, bu bölgedeki en ileri ülke konumunda. Yüzyıllardan gelen devlet geleneğini cumhuriyet döneminde de devam ettirmiş olan Türkiye, demokratikleş-
me açısından da Kafkaslar ve Ortadoğu’da tek bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar 1990'lı yıllar boyunca bir takım siyasî ve iktisadî krizler yaşamışsa da Türkiye bölge ülkeleri arasında en istikrarlı güç. Türkiye de bölgedeki etnik zıtlıklardan nasibini almış bir ülke. 1980 – 2000 yılları arasında yaklaşık 20 yıl boyunca devam eden PKK terörü, Türkiye’yi hem ekonomik açıdan hem de insan hakları bakımından son derece zor durumda bırakmıştı. Maliyeti çok fazla olan PKK terörünün büyük ölçüde bittiği son yıllarda Türkiye biraz daha rahat nefes alabilir pozisyona gelmiş bulunuyor. Türkiye, enerji ihtiyacı olarak dışa bağımlı bir ülke. Petrol tüketiminin yaklaşık yüzde 90’ını ithalat ile karşılıyor. 1990'lı yıllarda doğalgaz kullanımına son derece yoğun bir biçimde geçiş yaşandı. Özellikle büyük kentlerin ısınma sistemleri doğalgazla çalışır hale getirildi. Hidroelektrik üretim biçimi açısından elinde çok büyük fırsatlar olan bir ülke olmasına karşın; Türkiye, doğalgazı elektrik üretiminde de kullanmaya başladı. Mavi Akım projesinin planlandığı gibi gerçekleşmesi halinde, gelecek yıllarda Türkiye’nin doğalgaz tüketiminde yüzde 65 – 70 oranında Rusya’ya bağımlı olacağı hesap ediliyor. Bu yüzden, enerji hatları konusunda alternatif arayışlar içindeki Türkiye; BTC boru hattının kendi sınırları içindeki bölümünün inşasının maliyeti 1,4 milyar doları geçmesi durumunda, bu sınırın üzerinde kalan miktarı kendisi ödemeyi taahhüt etmiş durumda. Türkiye, bölgede Azerbaycan, ABD ve Gürcistan ile işbirliği yapıyor. Azerbaycan ve Gürcistan’la askeri eğitim anlaşmaları da mevcut. Türkiye’nin kendi arka bahçesine girdiğini öne süren Rusya, bu durumdan en fazla rahatsız olan devlet. Aslında Türkiye Rusya ile, SSCB’nin yıkılışından beri bu bölgede etnik ve ekonomik konularda karşı karşıya geliyor. Fakat bu cepheleşme hiçbir zaman üst düzey gerginlik haline getirilmedi. Hatta iki ülke arasında askerî işbirliğine gidildi ve Türkiye Rusya’dan askeri teçhizat satın alırken; aynı zamanda iki ülkenin helikopter, füze, top gibi askerî cihazların üretiminde beraber hareket etmesi de gündeme geldi. Türkiye’nin bölgede problem yaşadığı bir başka ülke de Ermenistan. Hem Ermenilerin sürekli gündemde tuttuğu soykırım iddiaları hem de Azerbaycan faktörü, Türkiye – Ermenistan ilişkilerini çok hassas bir konuma sokmaktadır.
Sayı 4
Sayfa 67
Rusya S S C B ’ ni n ardından kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, 1990’ların başında yaşadığı sıkıntıların bir bölümünü ortadan kaldıran Rusya, son birkaç yıldır Kafkaslar ve Orta Asya üzerindeki etkisini yeniden arttırır bir konuma geldi. Özellikle SSCB döneminde temelleri atılan etnik ayrılıkları kullanan Rusya, bu sayede öncelikle askerî olarak bölgede etkili oldu. Kendi siyasî ve iktisadî yapısının pek de sağlıklı olmaması, Rusya’nın söz konusu bölge üzerinde bu yönlerden daha fazla etkili olmasını bir bakıma sınırlayan bir etken. SSCB döneminden kalan bürokratlar aracılığıyla Kafkas ve Orta Asya ülkelerinde etkili olmaya çalışıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, Rusya bir imparatorluktan bir devlete geçiş sürecinin sancılarını yaşamaya devam ediyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi; Rusya, Orta Asya ve Kafkas kaynaklarını dünya pazarlarına sevk etmek için kendi üzerinden geçen boru hatları kurmuş durumda. Şu anda Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının önemli bir bölümü Rusya’dan gelen hatlar üzerinden sağlanıyor. Rusya’nın toplam ihracat gelirinin yaklaşık %50’sini petrol ve doğalgaz satışları oluşturuyor. Kendisi için son derece kritik olan enerji hatları üzerindeki hegemon gücünü kaybetmemek için Rusya var gücüyle çalışıyor. Bunun en somut örneğini Hazar Denizi’nin hukuki statüsüyle ilgili çözümsüzlükte görebiliriz. Görünüşte probleme çözüm arar durumda olan Rusya, el altında bütün tarafları birbirlerine karşı kullanarak Hazar Denizi’ndeki çözümsüzlüğü körüklemeye devam ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri ABD, SSCB’nin yıkılışının ardından Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olmaya çalıştı; ama bunu yaparken Rusya’yı fazla incitmekten kaçındığından, kimi dış politika uzmanları tarafından, söz konusu bölge politikalarında yavaş kalmakla suçlandı. Đkinci Bush yönetiminin iktidara gelmesinin ardından, petrol yönelimli dış politikaya daha fazla ağırlık verilmeye başlandı. 11 Eylül saldırısı bahane edilerek dünya çapında başlatılan teröre karşı savaş operasyonları çerçevesinde Orta Asya’ya; Kırgızistan, Özbekistan ve Kırgızistan’da askerî üsler kurarak giren ABD, Kafkaslarda da Azerbaycan ve Gür-
cistan’da asker bulundurmaya başladı. Bununla da yetinmeyerek geçtiğimiz aylarda düzenlediği Irak operasyonu ile Irak petrollerini de güvence altına almış oldu. ABD; bölgede Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’la yakın temas halinde. Aslında büyük petrol şirketleri Đran üzerinden açılacak bir boru hattını uygun buluyorlar. Hatta 2001 yılının başında Bush yönetimine sunulan bir planda, Orta Asya ve Kafkas enerjisinin Đran üzerinden pazarlanması tavsiye edilmiş; fakat bu bölgenin enerji kapısı olarak Đran ve Rusya’yı görmek istemeyen ABD, ekonomik olarak pek makul olmasa da BTC hattını desteklemeye devam ediyor.
ABD; bölgede Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’la yakın temas halinde.
Đran Dünya genelinde pek tasvip edilmeyen siyasî yapısı ve yönetimi olmasa; Đran’ın, sahip olduğu stratejik konumu ve yeraltı kaynaklarıyla bu bölgedeki en önemli oyuncu olması işten bile değil. Siyasî tercihleri sebebiyle ABD’den çok ciddi bir baskı gören Đran, rahat hareket etme imkânı bulamıyor. Bölgesindeki enerji kaynaklarının dünyaya transferi konusunda aday olmasına karşın, pek söz sahibi olamamakta; Rusya ve Ermenistan ile işbirliğine giderek, bu devletlerle paralel politikalar izlemektedir.
Siyasî tercihleri sebebiyle ABD’den çok ciddi bir baskı gören Đran, rahat hareket etme imkânı bulamıyor.
Ermenistan Ermenistan da Đran gibi bölgede yalnızlığa itilmiş bir devlettir. Kendi içinde yaşadığı birçok problemin yanı sıra, Azerbaycan ile yaşadığı etnik problemler sebebiyle de zor günler geçirmekte. Denize çıkışı olmadığından Türk limanlarına bağımlı olan Ermenistan, hava koridorları açısından da Türkiye tarafından sıkıştırılmaktadır. Bütün bunlara rağmen Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkilerini geliştirmesi hususunda pek aktif hareket etmemesi, son derece yadırganan bir politika olarak göze çarpıyor. Bakû’den Ceyhan’a uzanan bir hattı kendi topraklarından geçirmeye razı olamayan Ermeni yönetimi, ayaklarına kadar gelen bu tarihi fırsatı da kaçırmış oldu.
Kafkasların geleceği Tıpkı Ortadoğu gibi son derece karışık ve karmaşık bir bölge olduğundan, Kafkasya ile ilgili öngörülerde bulunmak, son derece
Ermenistan birçok açıdan Azerbaycan ve Türkiye’ye bağımlı olmasına rağmen ilişkileri geliştirmek için pek aktif hareket etmemektedir.
Sayfa 68
Politika Dergisi
zor ve riskli bir hal alıyor.
BTC petrol boru hattı açısından
Azerbaycan kaynaklarına ek olarak, mevcut boru hatlarına Kazak ve Türkmenistan kaynakları da entegre edilebilirse, 1994 yılında bu hatla ilgili anlaşma imzalandığında konulan ad "Yüzyılın Anlaşması", gerçekten hakkını vermiş olacaktır.
“Ekonomilerini sadece hasbelkader topraklarında bulunan petrol, doğalgaz, altın gibi doğal kaynaklardan elde ettikleri gelirlerin üzerine kurmuş olan ülkelerin geneline baktığımızda, gerek toplumsal gerekse siyasî ve iktisadî olarak pek de rahat etmediklerini
BTC petrol boru hattı, 2006 yılında tam anlamıyla faaliyete geçti. Böylece hem Azerbaycan çıkardığı doğal kaynakları satmaya başlayarak petrol gelirlerini arttırmaya başlayacak, hem de Rusya’dan başka güçlü bir ihracat kapısı bulmuş olacak. Ayrıca, Azerbaycan petrolü Avrupa pazarına daha kısa bir yolla ulaşacağından, Ortadoğu petrolüyle rekabet eder hale gelecektir. BTC, anlaşma gereği kasasına girecek olan transit geçiş ödemeleri sebebiyle Gürcistan için de çok faydalı olacaktır. Böylece Gürcistan ekonomik açıdan biraz daha bağımsız olacak ve muhtemelen üzerindeki Rus baskısını hafifleterek daha demokratik ve istikrarlı bir siyasî yapıya kavuşacaktır. BTC hattına ev sahipliği yapan üçüncü ülke Türkiye de bu hattın meyvelerini yemeye başlayacaktır. Gürcistan gibi transit geçiş ücreti alacak olan Türkiye, bunun yanı sıra şu anda tamamen bağımlı olduğu Ortadoğu petrolüne de bir alternatif bulmuş olacaktır. Hazar’daki Azerbaycan kaynaklarına ek olarak, bu boru hatlarına Kazak ve Türkmenistan kaynakları da entegre edilebilirse, 1994 yılında bu hatla ilgili anlaşma imzalandığında konulan ad "Yüzyılın Anlaşması", gerçekten hakkını vermiş olacaktır. BTC’nin başarıya ulaşması gibi; başarısız olma ihtimali de göz önünde bulundurulmalıdır. Hazar Denizi’nde Azerbaycan’ın payına düşen petrolün tahmin edilenden az çıkması, Kazak ve Türkmen kaynaklarının BTC hattına kanalize edilememesi, petrol fiyatlarında yaşanması muhtemel bir gerileme, Kafkasya’da meydana gelebilecek ciddi bir silahlı çatışma vs. BTC boru hattının verimli ve kârlı çalışmasını engelleyebilir.
ABD Etkisi Irak petrolünü garanti altına almış olan ABD, Kafkaslardan gelecek olan petrolü ikinci planda düşünmeye başlayabilir. Böyle bir politika değişikliği en fazla Rusya’nın işine yarayacaktır. Rusya, ABD’nin bulunmadığı bir Kafkasya’da çok daha rahat hareket edebilir. Fakat bunun tam aksi bir gelişme daha muhtemel görünüyor. Đran’daki rejimi sona erdirmeyi kafasına taktığı belli olan Bush yönetimi, bu ülkeyi çevreleme politikası izliyor. Bu amaçla, Kafkaslarda Gürcistan ve Azerbaycan’da yeni askerî üsler kurma peşinde. Rusya’nın gösterdiği tepkilere aldırmayan ABD, belki de Azerbaycan’ın NATO üyeliği konusundaki ısrarlarını yürürlüğe koyacak ve önümüzdeki senelerde Kafkaslardan NATO’ya yeni bir üye kazandıracaktır.
Genel Veriler Genel proje verileri Toplam Hat Uzunluğu 1.075.366 m. Boru Çapı 46” – 42” - 34”
görüyoruz.” Doğal kaynak sorunu
Irak petrolünü garanti altına almış olan ABD, Kafkaslardan gelecek olan petrolü ikinci planda düşünmeye başlayabilir. Böyle bir politika değişikliği en fazla Rusya’nın işine yarayacaktır.
isimlerini saydığımız ülkelerdekine benzer problemler yaşanabilir. Böylece, zenginleşme umudu olarak görülen petrol ve doğalgaz, Orta Asya ve Kafkaslardaki devletler için adeta bir kara veba halini alacaktır. Bu duruma düşmemek için bölge ülkelerinin petrolden kazanacakları paraları son derece dikkatli kullanmaları ve ülke ekonomisindeki diğer sektörlerin de gelişmesinde kullanmaları gerekmektedir. Böylece ülke genelindeki ekonomik denge bir nebze de olsa korunmuş olacak ve doğal kaynaklarda yaşanabilecek herhangi bir dramatik değişim karşısında, kendilerini kurtaracak bir can simidi halini alacaktır.
Ekonomilerini sadece hasbelkader topraklarında bulunan petrol, doğalgaz, altın gibi doğal kaynaklardan elde ettikleri gelirlerin üzerine kurmuş olan ülkelerin geneline baktığımızda, gerek toplumsal gerekse siyasî ve iktisadî olarak pek de rahat etmediklerini görüyoruz. Ortadoğu ve Afrika’da bu duruma örnek oluşturabilecek birçok ülke bulunuyor. Đran, Irak, Cezayir, Libya, Kuveyt vb. ülkeler kâğıt üzerinde bakıldığında çok rahat şartlar altında yaşamaları gerekirken, bir türlü istenilen refah düzeyine erişemedikleri gibi, çok sayıda ciddi problemle de boğuşur durumdalar. Petrol ve doğalgazla zenginleşen Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve dolaylı olarak kâra geçen Gürcistan gibi ülkelerde de yukarıda
Toplam Pompa Đstasyonu Adedi 6 adet (4 adet Ana Pompa Đstasyonu, 2 adet Pig Đstasyonu) Blok Vana Đstasyonu Sayısı 51 adet Toplam Kazı 15.580.540 m3 Toplam Dolgu 8.313.622 m3 Toplam Beton 112.000 m3 Toplam Đşgücü 12.074 kişi (doruk noktasında direkt iş gücü)
Boru hattı inşaatı verileri Kullanılan Toplam 1.082.171 m.
Boru
Uzunluğu
Sayı 4
Sayfa 69
Kullanılan Toplam 89.667 adet
Hat
Borusu
Sayısı
Kullanılan Toplam 406.879 ton
Hat
Borusu
Tonajı
Toprak Đşleri Ekipmanları (Ekskavatör, dozer, greyder, vb.) 774 adet Boru Hattı Ekipmanları (Sideboom, paywelder, vb.) 846 adet Kaldırma ve Taşıma Ekipmanları (Vinç, TIR, kamyon, vb.) 671 adet Toplam Đşgücü 6.922 Kişi Toplam Kazı 13.000.000 m3 (Sıyırma ve Hendek Kazısı) Toplam Nebati Toprak Sıyırma 6.000.000 m3 (Ulaşım yolları dahil) Toplam Hendek Kazısı 7.000.000 m3 Boru Çapı 46” (22 km) – 42” (929 km) – 34” (125 km) Toplam Hat Borusu Kaynak Uzunluğu 589.000 m.
Dipnotlar:
1- ‘Değişerek geliştim’ başlık yazı için 28 Aralık 2005 tarihli Yeni Şafak gazetesine bkz. 2- ‘Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim’ başlıklı yazı için 16 Kasım 2006 tarihli Milliyet Gazetesine bkz. 3- ‘Kemal Abi’nin vecizleri’ başlıklı yazı için 06 Şubat 2006 tarihli NTV-MSNBC haber sitesine bkz. 4- ‘Kemal Abi’nin vecizleri’ başlıklı yazı için 06 Şubat 2006 tarihli NTV-MSNBC haber sitesine bkz. 5- ‘Condoleezza Rice: BOP ile Türkiye Dahil 22 Ülkenin Sınırları Değişecek’ başlıklı yazı için www.akpgercegi.com bkz. 6- ‘Berlin Anlaşması’ hakkında daha detaylı bilgi için Vikipedi e-ansiklopedi bkz
Fiber Optik Kablo (184 makara) 1.150.250 m.
7- ‘ABD’den Rusya’ya füze ablukası’ başlıklı yazı için 28 Şubat 2008 tarihli Sol siyasi gazetesine bkz.
Đstasyonlar inşaatı verileri
8- Z. Brzezinski ‘Büyük Satranç Tahtası’ adlı kitabına bkz.
Toplam Kazı 1.030.540 m3 Toplam Geri Dolgu 428.622 m3
9- ‘Bakû-Tiflis-Ceyhan Boru hattı’ Projesi için wikipedia bkz
Dökülen Toplam Beton 53.000 m3 Toplam Betonarme Demiri 6.005 ton
bilgin.turk@politikadergisi.com
Toplam Boru Đmalatı 82.281 çap-inç Toplam Đşgücü 2.149 Kişi
Terminal kıyı kesimi inşaatı verileri Toplam Kazı 1.550.000 m3 Toplam Geri Dolgu 885.000 m3 Toplam Beton 59.000 m3 Toplam Đşgücü 3.003 Kişi Toplam Tank Çelik Plaka 20.850 adet Tankların Toplam Depolama Kapasitesi 1.055.600 m3 Toplam Kaynak Uzunluğu 199.800 m.
Terminal deniz kesimi inşaatı verileri Đskele Uzunluğu 2.565 m. Đskele Toplam Kazık Uzunluğu 32.190 m. Đskele Toplam Kazık Tonajı 21.852 ton (9)
Devam Edecek...
Sayfa 70
Politika Dergisi
P—Müzik: Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan > Ceren YALDIZ
Her birimizin farklı müzik tercihleri olsa da, ortak bir noktamız var: Ruhumuzun derinliklerini sarıp sarmalayan, içten, doğal bir halk türküsü duyduğumuzda hepimiz kulak kesiliriz. Söyleyemediklerimiz, acılarımız, umutlarımız ordadır. Düzenle başıbozuk olanın isyanı, umutsuz aşığın tesellisi, bebeğin ninnisi, gelinin kınası olmuştur. Çağlar boyu duru bir nehir gibi Halk türkülerinin çoğunda "Hak'tan bize, kendi yatağında akar; sübizden hakka zulüm yok" diyen Alevi - rekliliği içtenliğindendir, bizi Bektaşi geleneğinin en büyük ozanı Pir anlattığındandır. Çok çeşitliSultan Abdal'ın imzasını görürüz. liğe, seç beğen al pazarına direnmiş, saraya hapsolan divana inat; dilin kemiğine sığmamıştır. Đktidarın zulmünü yermiş, kimsenin söyleyemediğini söylemiş, yasaklanmış; ozanları hapsolmuş, asılmış, hatta “Pir Sultan derisi yüzülmüş, çok sevdiği memleketini uzaktan seyre dalmıştır. Abdal’ın tüm
şiirleri, bugün birer halk türküsüdür. Anadolu Alevileri’nin yumruklaşan sembolüdür. Her zaman adaletten, haktan, halktan yanadır. Asılmadan önce, düşüncelerinin tersini söylemesi istenir; bunu asla kabul etmez.”
Halk türkülerinin çoğunda "Hak'tan bize, bizden hakka zulüm yok" diyen Alevi - Bektaşi geleneğinin en büyük ozanı Pir Sultan Abdal'ın imzasını görürüz. Pir Sultan, elinde bağlamasıyla, zulüm gören halkın direnen silueti olmuştur. Kendi öğrencilerinden olan Sivas Beylerbeyi Ali Hızır Paşa tarafından asılır. Asılmasıyla, ölümsüzlüğün kapısından geçer. Tüm şiirleri, bugün birer halk türküsüdür. Anadolu Alevileri’nin yumruklaşan sembolüdür. Her zaman adaletten, haktan, halktan yanadır. Asılmadan önce, düşüncelerinin tersini söylemesi istenir; bunu asla kabul etmez. Kapitalizm’in Osmanlı kapılarına dayanmasıyla, devlet, en büyük geliri olan fetih gelirini de kaybeder. Bunun sonucunda, tımar sistemi ve vergi düzeni de bozulmuştur. Osmanlı devlet adamları, bu açmazın çözümünü yeni bir vergi rejiminde görürler. Böylece, ihale usulü vergi toplamaya başlanır. En çok vergi toplayacağını beyan
eden “bey” ihaleyi alır ve o bölgede taahhüt fazlası toplanan vergi o “bey”in olur. Bunun için, tüm “bey”ler fazla vergi toplamaya çalışır. Yoksul köylülerin elinde avucunda ne varsa toplanır. Ağır vergiler altında ezilen halk, bir süre sonra direnmeye, vergi ödememeye başlar; ancak devletin devamlılığını düşünen hükümdarlar, zor aygıtlarıyla direnen halkı bastırır. Öncülerini idam ettirir, sürgün eder ya da -Yavuz Sultan Selim’in yaptığı gibi- tüm köylüleri kılıçtan geçirir, tek bir nefes bırakmaz. Düzene uymamak bir tarafa, padişahın herhangi bir buyruğunu sorgulamak bile ölüm sebebi sayılırdı eski Osmanlı düzeninde. Yöneten - yönetilen ilişkisi; muhalefet düşüncesizden uzak, tek taraflı kural ve buyrukların olduğu, sorgusuz boyun eğmeye dayanan dogmatik bir ilişkiydi. Sosyal demokrasilerin, meşruti yönetimlerin olmadığı Osmanlı politikasında; emirler alenen verilir, meşru kılmaya, halka dayandırılmaya çalışılmaz. Đlla bir meşruluk lazımsa kılıç “kâfir”e karşı çekilirdi. Yani, yöneten - yönetilen ilişkisinde en önemli unsur, emirdir ve emir devletin devamlılığının esasıdır. Çok Makyevelyan olsa da devletin bekası için asıp kesmek caizdi. Ne oluyorsa halka olmaktadır ve halk, zamanla adalet ve hak kavgası vermeye başlar. Kendi içinden öncüleri çıkar. Đbn-i Haldun’un da söylediği üzere; yerleşik toplum, göçebe toplum karşısında yenilmeye mahkumdur. Göçebe, halk dinli, savaşçı toplum, yerleşik hayatın rehavetine kapılmış güçleri muhakkak bertaraf edecektir. Bunun için; göçebe kültürü sürmek, yok etmek, sindirmek, direnişlerini kırmak gerekir ve bunun için her türlü araç mubahtır.
Asılmak, öldürülmek istenenler ozanlar değil; adalet ve hak kavgası, düşüncesidir. Anlaşılan o ki başarılı olamadılar; onlar asıldıkça, yeni düşünceler, yeni fikirler doğdu. Nesimi’nin derisi yüzülür, Pir Sultan asılır, Avşar boyunun direniş öncülüğünü yapan “ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyerek yürüyen Dadaloğlu’na Toroslar dar edilir… Pir Sultan Abdal’ı anmak isteyen insanlar diri diri yakılır. Tüm bunlara rağmen; Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu türkülerde yaşar. Onlardan bize; adalete ölecek kadar bağlı kalma, inancı uğruna yaşadığı her şeye katlanma, haksız olan padişah bile Dadaloğlu Heykeli olsa direnme gibi değerler, kültürler kalmıştır.
Sayı 4
Sayfa 71
Dağlar Bizimdir
“Hakkımızda devlet vermiş Kalktı göç eyledi Avşar illeri
fermanı / Ferman padişahın,
Ağır ağır giden eller bizimdir
dağlar bizimdir.
Arap atlar yakın eder uzağı Yüce dağ başından akan yollar bizimdir Belimizde kılıcımız kirmani, Taşı deler mızrağımın temreni
Tahammülsüzlüğün, öteki düşmanlığının linç kültürüne dönüştüğü günümüzde; benden olmayana, benim gibi konuşmayana, yaşamayana ölüm çığırtkanlığı yapılıyor. Anadolu’nun bereketli, çok kültürlü, çok dinli, çok dilli coğrafyasında; yüzyıllardır birbirimizin türküsünü söylemişiz. Her birimiz; kendi kültürümüzle güzeliz, yaşanmışlıklarımızla kendimiziz. Zenginliğimiz, bir arada oluşumuzdan gelir. Kavga, eğer hak için veriliyorsa güzeldir. Hak için canını hiçe sayanlara ait birkaç şiire de yer vererek, darağacındaki Pir Sultan’ı, Tanrı ile arasına aracı istemeyen Nesimi’yi, Toroslar’da bir direniş efsanesi olan Dadaloğlu’nu ve Hak için can veren nice ozanları kendi payıma anmak istiyorum. Tarih onları akladı, umarım onlar da tarihi affeder.
Hakkımızda devlet vermiş fermanı Ferman padişahın, dağlar bizimdir Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir Ölene ağlama kalan sağlar bizimdir DADALOĞLU Kime Ne? Ben melamet hırkasını Kendim giydim kime ne?
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere
Ar-u namus şişesini Taşa çaldım kime ne?
Kul olayım kalem tutan ellere Katip arzuhalim yaz yare böyle Şekerler ezeyim şirin dillere. Katip arzuhalim yaz yare böyle Güzelim ey güzelim ey güzelim ey. Sivas ellerinde sazım çalınır, Çamlı beller bölük bölük bölünür. Yardan ayrılmışım bağrım delinir, Katip arzuhalim yaz yare böyle.
Sofular haram demişler Bu aşkın badesine Ben doldurur ben içerim Günah benim kime ne?
Seyid Nesimi
Nesimi’ye sormuşlar Yarin ile hoş musun? Hoş olayım olmayayım O yar benim kime ne?
Güzelim ey güzelim ey güzelim ey. SEYĐD NESĐMĐ Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa, Gör ki neler gelir sağ olan başa. Beni hasret koydun kavim kardeşe, Katip arzuhalim yaz yare böyle. Güzelim ey güzelim ey güzelim ey. PĐR SULTAN ABDAL
kultursanat@politikadergisi.com
Sayfa 72
Politika Dergisi
PD—Okur: Yakın Geçmişimizi Yaşayan Bir Komşu: Gürcistan > Oğuz SUNGUR
Gürcistan ve Abhazya
“Bu da Gürcistan’ın önüne iki seçenek çıkarmakta; ya Rusya’ya bağımlı kalmak, ya da güçlü bir komşusunu karşısına almak.”
Aslan Abaşidze
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ardından yapılan bir referandum ile bağımsızlığına kavuşan Gürcistan hâlâ siyasi ve ekonomik gücü eline almış değil. Sovyetler Birliği'nin dağılması Gürcistan ekonomisi üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve bu durum oldukça istikrarsız bir yapı ortaya çıkarmıştır. Hammadde, enerji ve diğer endüstri ürünlerinin pazarlandığı diğer cumhuriyetlerle arasındaki bağların ortadan kalkması Gürcistan ekonomisini olumsuz etkilemiş, bireysel gelirlerde, tarımsal ve sanayi üretiminde, turizm gelirlerinde önemli düşüşler yaşanmış, enflasyon ve işsizlik önemli ölçüde artmıştır. Gürcistan bünyesinde bulunan ayrılıkçı güçlerle mücadele etmeye çalışmakta ve birçok konuda Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmaya çalışmakta. Rusya’ya enerji bağımlılığından kurtulmak için Azerbaycan ile anlaşmaya çalışan, Bakü - Ceyhan boru hattı ile Amerika’nın desteğini kazanan Gürcistan, Rusya’nın tepkisini çekmekte. Gürcistan’dan geçecek bu enerji hattı Amerika tarafından önemseniyor. Çünkü bu enerji hattı sayesinde Rusya’nın doğalgazdaki gücü azalacak. Bu yüzden ABD için bölgedeki istikrar çok önemli. Gürcü ordusu ABD'den askeri eğitim ve destek alıyor. Amerika’nın Rusya’yı çevrelemek için Ukrayna ve bazı Türki Cumhuriyetlerde uyguladığı politika Gürcistan içinde geçerli. Gürcistan’ın Amerika’dan yana tavır takınmasına karşılık, Rusya da Gürcistan içindeki Abhazya ve Güney Osetya bölgelerini desteklemekte. Bu iki bölgede bağımsızlıklarını 90’ların başında ilan etmiş olsalar da daha tanınmıyorlar. Kosova’nın tanınmasının onları ümitlendirdiği yadsınamaz. Bu bölgelere Rus askerleri çıkacak gerginlikleri önleme amacı adı altında yerleşmiş durumda. Bu ayrılıkçı bölgelerdeki insanlar Rusça konuşmakta ve Rus pasaportu alabilmekte. Gürcistan'ın kuzeybatısında, Karadeniz kıyısında yer alan Abhazya, 1990'ların başında bağımsızlık için savaş verdi. 10 bin kişinin ölümüne yol açtığı düşünülen savaştan sonra fiilen bağımsız. Bölgenin statüsünü belirlemek için yapılan görüşmeler sonuçlanmadı. Gürcistan'daki yönetim değişikliğinin ardından uluslararası alanda tanınmayan Abhazya hükümetinin lideri Vladislav Ardzinba, Gürcistan, bölgedeki
kontrolü yeniden ele geçirmek isteyebilir düşüncesiyle, ordusunu alarma geçirmişti. Gürcistan'ın kuzeyindeki Güney Osetya'nın durumu da karmaşık. Rusya sınırları içinde kalan Kuzey Osetya'yla etnik ve kültürel bağları bulunan Güney Osetya, Gürcistan'ın bağımsızlığını elde ettiği 1991'den beri Tiflis'in otoritesini tanımıyor. Liderleri Eduard Kokoity, bölgenin Gürcistan'dan resmen ayrılarak, Rusya'ya katılmasını istiyor. Osetyalılar, Gürcülerden tamamıyla farklı bir etnik grup. Güneybatıdaki Acaristan da merkezi yönetimden ayrı ancak Acaristan'ın durumu farklı. Şimdiye kadar ayrılma girişiminde bulunmadı. Osetya ve Abhazya'da Gürcü olmayan etnik azınlıklar ayrılık peşinde. Acaristan'da ise nüfus Gürcülerden oluşuyor. Burada nüfus Müslüman. Gürcistan'da ise halkın çoğu Hıristiyan. Eski Acaristan lideri Aslan Abaşidze, eski Gürcistan lideri Eduard Şevardnadze'yle, Acaristan'ı kendi derebeyliği gibi yönetebilmesini sağlayan bir anlaşmaya varmıştı. Aslan Abaşidze yönetimi, Mihail Saakaşvili'yi Gürcistan Cumhurbaşkanı olarak tanımamakta direndi. Mihail Saakaşvili Acaristan'da kontrolü ele almak istedi. Bu girişim Gürcistan ve Acaristan yönetimleri arasındaki gerginliği artırdı. Bu gelişmeler sonrası Batum sokaklarında, Abaşidze karşıtı gösteriler düzenlendi. Gösteriler sonrası Aslan Abaşidze, istifa etti. Abaşidze'nin özellikle Rusya'yla yakın ilişkileri vardı. Rusların Acaristan'da askeri bir üsleri var. Bu da Tiflis ve Moskova yönetimleri arasında gerginlik yaratan bir sorun. NATO ve Avrupa Birliği, Rusya'nın bu iki bölgeyle ilişkilerini geliştirme kararını kınamış olsa da, Rusya’nın bu tavrı altında Kosova’nın tanınması da yatmakta. Çünkü Rusya, Kosova'nın tanınmasına, başka ayrılıkçı hareketleri besleyeceğini söyleyerek tepki göstermişti. Gürcistan bölgelerinde Çeçen kamplarının bulunduğunu belirten Rusya, davranışlarını legalliğini ispatlamaya çalışmakta. Gürcistan bölgede Rusya’dan bağımsız kalmaya çalıştıkça, ABD’ye yakınlaşmakta. Bu da Gürcistan’ın önüne iki seçenek çıkarmakta; ya Rusya’ya bağımlı kalmak, ya da güçlü bir komşusunu karşısına almak. Tıpkı Türkiye’nin Rusya baskısı altında ABD’ye sığınmak zorunda kaldığı gibi. Rusya’nın da bölgede ABD ile yaptığı hâkimiyet savaşı sonucu Gürcistan’da yakın zamanda daha büyük sorunlar çıkacağa benziyor.
Sayı 4
Sayfa 73
PD—Okur: Her Alanda Örgütlü Olmanın Önemi > Çağdaş ÖZKAYA
Günümüzde Türkiye’nin bağımsızlığının ve ulusal egemenliğinin; ABD emperyalizmi, batı kapitalizmi ve ayrıca AB emperyalizmi tehdidi altında olduğu koşullarda yaşıyoruz. Đşsizlik, kaçak çalıştırma, örgütlenme, grev hakları, hükümet tarafından yapılan ihalelerde ve hizmet alanlarındaki taşeron sorunu, ayrıca hükümet tarafından yapılan ihalelerde yaşanan rüşvet olayları, ülkemizin sırtında hala kambur olmaya devan eden özelleştirme ve bunun devamında geleceğimizi, ayrıca çocuklarımızın geleceğini çalan IMF, sendikacılık hareketini iyiden iyiye, fazlasıyla azaltmıştır. Đşçi sınıfının sorunlarının sorumlusu olan ABD VE AB emperyalizmi yalnızca işçi sınıfımıza değil aynı zamanda tüm ulusumuza ve vatanımıza saldırmaktadır; Bu tehdit işimize, ekmeğimize, emeğimize ayrıca hayalini kurduğumuz tam bağımsız ve gerçekten demokratik ulusal egemenliğimize saldırı niteliğindedir. Artan işsizliğin insanlarımızın örgütlü gücünü hızla yıprattığı, yoksulluğun hızla yaygınlaşarak toplumsal çürümeye yol açtığı ve halkımızı bölüp birbirine düşürme tehlikesinin arttırdığı koşullarda, ülkemizin güçlü bir sendikal yapılanmaya ve gençliğin örgütlenme hareketine ihtiyacı olduğu açıktır. Bu örgütlenme ihtiyacı gün geçmekle birlikte ülkemizin üzerinde oynanan oyunlarla görüyoruz ki artmaktadır ve artık ihtiyaç haline gelmiştir. Vatanımıza yönelik emperyalist saldırılara karşı durabilecek ve sınıfsal çıkarları nedeniylede durması gereken en büyük örgütlü güç işçi sınıfı ve örgütlü gençlerimizdir. Sendikalarımız bu koşullarda dahi mücadele etmeli ellerindeki olanaklardan iyi yararlanmalıdırlar. Bu gün görmekteyiz ki emperyalizm dünyanın en ücra köşelerinde bile geleceğe yönelik saldırılarına devam etmektedir. Bu ifadeye verilebilecek en iyi ve önemli örnek yakın tarihimizde Irak olmuştur. Büyük Ortadoğu Projesi sayesinde emperyalizm uygun adımlarla yoluna devam etmektedir. Irak’ı işgal eden ABD'nin ve AB’nin bazı ülke-
lerinin emperyalist politikalarına karşı verilebilecek tek yanıt BARIŞ değil daha yaygın kapsamlı ve güçlü bir 'SAVAŞ' olmalıdır. Sınıf kardeşliğini güçlendirerek iş-ekmeközgürlük gibi somut taleplerimiz olacaktır ve olmalıdır. Özellikle 12 Eylül döneminin anti demokratik ve faşizm niteliğindeki düzenlemeleri ile ilk sorunlar boyutlanmış ve örgütlü halkımızın üzerindeki, baskı artmıştır. Bu baskı o kadar artmıştır ki sebepsiz ölümlere ve faili meçhullere kadar gitmiştir. Sendikaların üye sayıları azalmış, bilinçli gençlik dağıtılmış, sosyal güvenlik alanında büyük yenilgiler yaşanmıştır. Sosyal güvenlik yasası bu günde 12 Eylül faşizmine yenik düşmektedir.
Adnan Binyazar: “Önce umudun aldatılacağına inanmak, ardından umudu emeğe
Şunu anlatmak istiyorum; demokrasinin ve emeğin güvencesi ile temsilcisi olan sendikalara örgütlü çalışan ya da işsiz gençliğin tüm sorunları karşısında teslim olmak ya da yakınmak yakışmaz. Dünya devrimci hareket tarihinde böyle bir lüks yok ve olmadı, olamayacak da... Tam tersine, bu durumun değişmesi için çaba harcamak, emek vermek ve sürekli olarak mücadele etmek; bunlara tepki göstermek ve bunların karşısında susmamak gerekiyor. Kanımızın son damlasına kadar, bu ülkenin bağımsızlığı ve halkların kardeşliği için mücadele vereceğimizi her kesimin bilmesi gerekir. Bağımsızlığı, ülkemizin bölünmez bütünlüğünü, demokrasiyi ve ulusal egemenliği anlatan, vatan talebimizle birleşen sınıf mücadelemizin egemen kılınması için mücadele bayrağımızın yükseleceği umuduyla; yaşasın işemek-vatan mücadelemiz. Adnan Binyazar üstadımızın çok güzel bir sözüyle yazıma son vermek istiyorum: “Önce umudun aldatılacağına inanmak, ardından umudu emeğe dönüştürmek. Çözüm buradadır!”
dönüştürmek. Çözüm buradadır!”
Đş
Emek Vatan Mücadelemiz.
Sayfa 74
Politika Dergisi
P—Kitap: Seçkiler
Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ben çocukken
Çetin Yetkin Karşı Devrim
Öner Yağcı Gökyüzüne Akan Irmak
Ali Yaşar Sarıbay Global Toplumda Din ve Türkiye
Nihat Genç Karanlığa Okunan Ezanlar
Lord Kinross Osmanlı Đmparatorluğun Yükselişi ve Çöküşü
Erol Manisalı Askeri Darbeden Sivil Darbeye
Pyotr Kropotkin Karşılıklı Yardımlaşma
Noam Chomsky Halkın Sırtından Kazanç
Emre Kongar 21. Yüzyılda Türkiye
Sami Güven Türkiye’de Sosyal Sorunlar ve Sosyal Politikalar
Metin Aydoğan Türkiye Nereye Gidiyor?
Fuat Keyman Türkiye’nin Đyi Yönetimi
fakirdim. Đki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.”
Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com
www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com
Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a > Değerli Hocalarımız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar’a, Doç. Dr. Özlem Işığıçok’a, Dr. Barış Özdal’a
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
> HYP Bursa Đl Teşkilatına
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK
>YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a
20 Ekim 1927
>Değerli Yazar, Sayın Emete Gözgüzelli’ye >Değerli Eğitimci, Yorum Farkı Programı Sunucusu ve Yazar Sayın Emre Kongar’a >Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Eren Erdem’e >Demet Yıldırım’a >Tüm Uludağ Üniversitesi Kadrosu’na >Ve Tabii ki Tüm Okurlarımıza
1 Temmuz 2008’de Görüşmek Üzere... Değerli Okuyucularımız; ne yazık ki bu sayımızın da sonuna gelmiş bulunuyoruz. Öncelikle bu sayımızla ilgili kusurlarımızın affedilmesini diliyor, size okumanız için dolu dolu bir dergi ortaya çıkardığımızı umuyoruz. Dergimiz ile ilgili tüm soru, görüş, eleştiri vb. düşüncelerinizi iletisim@politikadergisi.com adresinden bize e-posta olarak ulaştırabilirsiniz. 1 Temmuz 2008 tarihinde çıkacak, beşinci sayımızla ilgili şu haberleri vererek bu sayımızı sonlandırmak istiyoruz. 1 Temmuz 2008 tarihinde yayınlanacak beşinci sayımızda yayınlamak üzere Değerli Hocamız Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay’a, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Kocaeli Milletvekili Sayın Mehmet Cevdet Selvi’ye ve AKP 22. Dönem Erzurum Milletvekili Sayın Ömer Özyılmaz’a mülakat taleplerimizi iletmiş bulunuyoruz. Nitekim yapmış olduğumuz taleplerle ilgili aldığımız cevaplar bizi oldukça memnun etmiş ve bu üç önemli şahsiyetle mülakat için prensip anlaşmasına varılmıştır. Değerli okurlarımıza bu önemli duyuruyu yapar 1 Temmuz 2008 de görüşmeyi dileriz.
Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.
Ali Yaşar Sarıbay
Mehmet Cevdet Selvi
Ömer Özyılmaz
Not: Fotoğraflar alfabetik olarak sıralanmıştır.