ÇOCUK PSİKOLOJİSİ
BÖLÜM 1 Gelişimsel Bilim, Gelişimsel Sistemler ve İnsan Gelişimine Dair Çağdaş Teoriler Benzer sistemlere sahip olan üniversiteler gibi insan gelişimine dair teorik yenilikler de oldukça yavaş ilerlemektedir. Bu El Kitabının üçüncü bölümünde de bahsedildiği üzere yıllar insan gelişimine dair üretilecek yeni yaklaşımların azalmasına, araştırmalarda kullanılan ve bir network oluşturan ilk modelin farklı varyasyonlarının yaygınlaşmasına neden oldu; böylece ilgili teoriler “aile” çatısı altında
toplandı. Sonunda da yeni teoriler, araştırmalar ve uygulamalar için aktif bir rol oynamamaya ya da başka bir deyişle etkili bir çerçeve oluşturmamaya başladı. Ancak a) karşı olgusal iddialar da dâhil olmak üzere temel konsept eğilimlerinin, b) bu teoriye bağlı olarak üretilen test metotları ile saptanan düzeltilemez problemlerin, c) bu modelin kapsamı dışındaki sabit belirleyicilerin ötesine geçen fenomenlerin belli bir tanımını yapmak mümkündür. Ayrıca bu kitabın yine üçüncü bölümünde de bahsedildiği üzere belli bir dönemde geliştirilen teorik yenilikler daha eski çağlara dayanan fikirlerle benzerlik teşkil etmektedir. Teorik fikirler ilk ortaya atıldıklarında bazı sebeplerden ötürü popüler olamamış ya da kabul bile edilmemiş olabilirler. (Örneğin: Flavell’ın 1923 yılında Piaget’nin eski ifadeleri ile ilgili yazdıkları 1963 yılına kadar 40 yıl boyunca Amerika Birleşik Devletlerinde kabul görmemiştir.)
Bu kitapta 50 yılı aşkın süredir psikologların ve indirgeyici görüşü savunanların (psikojenetik) ilgilendiği disiplinlerarası bir alan olan çocuk gelişimi araştırmaları ilgili karşılan zorluklar anlatılmaktadır. Teorilerin kabul görmesini kısıtlayan bu tür konseptler ile ilgili, metodolojik ve sosyolojik zorluklar aşılabilmektedir (örneğin: Kuhn ’un 1962 yılında geliştirdiği paradigmaların kanıtlarla desteklenmesi süreci kullanılarak.). Aynı şekilde tarihi bir dönem içerisinde ortaya çıkan bir teori de daha sonra yeniden keşfedilebilir ya da bu teorinin farklı bir şekilde sunulması sağlanabilir. İnsan gelişimine dair çağdaş konsept ve modelleri içeren gelişimsel sistem teorilerinin odak noktası özellikle bu teorilerin kökenlerinin gelişimsel bilim alanındaki 1930 ve 1940’lardan önce ortaya atılan fikirlere dayandırılmasıdır. Çağdaş insan gelişimi teorilerinin temel özellikleri şu şekildedir: a) bağıntılılık, organizasyon seviyelerinin birbiriyle ilintili olması; b) tarihe gömülmüş olması ve geçicilik;
c) biçimlendirilebilirlik ve d) çeşitlilik. İnsan gelişim sistemlerine dair teorilerle ilgili bu dört bileşen bu alanın tarihinde oldukça uzun ve zengin bir geçmişe sahiptir. Ayrıca gelişimsel sistem teorileri (karşılıklı etkileşim, çift yönlülük, biçimlendirilebilirlik ve biodavranışsallık) dâhilindeki gelişimsel süreç konseptleri insan gelişimi alanının kurucularının düşünceleri ile iç içedir. Wilhelm Stern bu gelişimsel süreçlerle ilgili gelişimsel sistem perspektiflerinin belli bir bütünselliğe sahip olduğunun altını çizmiştir. İnsan gelişimi alanına katkı sağlayan diğerleri ve alanın öncüleri çocuk gelişim araştırmalarının uygulama yönünden ve çocukların tarafından bakılarak yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Gelişim bilimi uygulamalarına dair yaptığımız bu giriş aynı zamanda biçimlendirilebilirlik ve tarihsel bütünlük dâhilinde doğan gelişim sistem teorilerinin de dâhil olduğu çağdaş görüşe de ışık tutmaktadır. GELİŞİMSEL GELİŞİMSEL BİLİME
PSİKOLOJİDEN
Çocuk Psikolojisi El Kitabının beşinci baskısı ile altıncı baskısı arasında geçen yaklaşık on yıllık süre zarfında, insan gelişimi çalışmalarında kullanılan teorik odak noktasında oldukça büyük ve hızlı bir değişim yaşanmıştır. Cairns ve ben el kitabının beşinci baskısını ve baskıdaki gelişimsel bilime dair teorik trendler ile önemli akımları inceledik; alanda değişen düşünceleri ve genel yönelimleri de hesaba katarak bu baskıyı oluşturduk. Aslında sistematik merkeziyetçilik, disiplinlerarası düşünce yöntemi, araştırma burslarının konuları ile ilgili bu dönem içerisinde alanda pek çok değişiklik olduğunu gördük. Bundan bir on yıl önce gelişimsel psikoloji diye nitelendirilen gelişimsel alanda çalışan pek çok akademisyen çalışmalarını insanın yaşam ömrünü baz alarak çalışmalarını yönlendiriyorlardı. Ancak bugün alan daha çok disiplinlerarası bir alan haline geldi. Sonuç olarak gelişimsel bilim olarak nitelendirilmeye başlanan gelişimsel alanda çok daha fazla akademisyen çalışmaya
başladı ve bu çalışmaların başlıkları da Gelişimsel Psikoloji iken Gelişimsel Bilim olarak değişti. Geçen on yılda insan yaşam ömrünü temel alarak ilerleyen bu alanda yapılan isim değişikliği bazı entelektüel değişiklikleri de beraberinde getirdi: a) doğal çevre konusundaki bazı konseptler ile model ya da fonksiyonun devamını sağlayan etmen doğa mı çevre mi diye araştıran indirgemeci yaklaşımlar, b) gelişimsel sistem modellerinde hüküm süren ekolojik insan gelişiminin seviyelerini araştıran konseptler, c) gelişimsel analizin temel test birimlerini oluşturan ve bir seviyenin kendisi yerine birimler arası ilişkilere odaklanan yaklaşımlar. Bu değişen modeller hem insan gelişimi ile ilgili geleneksel alanlarda hem de algısal ve motor gelişim alanında kullanılabilir. Aslında dinamikler dâhilinde ontogenetik değişiklikleri tanımlayan insan gelişiminin biçimlendirilebilirliği hem gelişimsel bilim uygulamaları için hem de insan sağlığı ve pozitif büyüme bağlamında bireysel kaynakların
tanımlanması ve bir düzene sokulması ile yürütülebilecek pozitif gelişim için kullanılabilir. Ayrıca bireysel ve bağlamsal değişkenler göz önüne alındığında (örneğin: dünyada bulunan 70 trilyon potansiyel insan soy yapısı ve her birinin sosyal tecrübeleri sayesinde hayatları boyunca bu değişkenleri ikiye katlayacak olmaları nedeniyle), gelişim çeşitliliği gelişim bilimleri dâhilinde en temel ve önemli odak noktası haline gelmiştir. Gelişim bilimlerinin bu teorik odak noktaları sayısal istatistik yaklaşımlar sayesinde ilerleme kat edebilecek ve özellikle de birey ile bağlam arasındaki değişimleri saptamak için dikey metotlar geliştirmek gerekecektir. Ayrıca sayısal yöntem kullanımı hem yaşam seyrinin analizi için hem de insan gelişiminin sayısal değerlerini ölçmek için önemli bir araç haline gelmiştir. Aynı şekilde geleneksel sayısal yöntemler artık yeni icat edilen sayısal yöntemlerle birlikte kullanılmaktadır.
Son olarak da gelişimsel teori alanındaki bu heyecan verici ve yenilikçi dönem gelişimsel bilimin post modern fikirleri ile felsefik bir tabana oturtulmuştur. Gelişim bilimcilerin en çok ilgisini çeken felsefik düşünceler bağıntılılık konseptleridir. Bu konseptler ile içe içe geçen gelişimsel sistemde, verimsiz tartışmalar ve yanlış dikotomiler bir kenara bırakılmıştır. BAĞINTILILIK GELİŞİMSEL ETKİSİ
METAFORUNUN BİLİM ÜZERİNDEKİ
Gelişimsel bilim sistemleri bilim felsefesi bağlamında, üretici ve ürünü ele alan bir söylemdir. Daha önce de bahsettiğim üzere alan pozitivist ve indirgeyici görüş metaforları ile değişmiş, evren düzenli ve kalıcı elementler dâhilinde araştırılmaya başlanmıştır. Bu post modern konsept gerçek ve ikinci olgusal arasında bir ayrılmaya yol açmıştır. Burada ikinci olgusal olarak görülen element eski çağlardan bu yana tartışılan doğum –
yetiştirilme, olgunlaşma – öğrenme, devamlılık – düzensizlik, durağan – hareketli, tekdüze – değişim karşıtlıklarıdır. Bütüncül ve bağıntılı metafor bu karşıtlıkları ve ayrılmaları bir kenara bırakarak hepsinin insan gelişimin ekolojik yapısı olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca gelişim sistemlerini düşünmenin ürünü ve üreticisi olarak gören bağıntılı metafor evrenin düzenli ve kalıcı elementlerine göre araştırma yapılmasını savunan indirgeyici ve pozitivist yaklaşımı reddetmektedir. Bu fikrin yerine birey odaklı, insan hayatının türevsel ve potansiyel farklılıklarını ele alan bir yaklaşımın önemini vurgulamaktadır. Aynı şekilde gelişimsel bilim alanında değişen felsefik temeller yer ve zamanın davranışsal bilimdeki varlık ve süreç elementlerinden alakasız olduğunu savunmaktadır. Ancak bağıntılı metafor gelişimsel bilim uygulamalarında hem bireysel farklılıkları hem de yer ve zaman kavramları gibi elementleri ele
almak gerektiğini savunur. Düzenli ve kalıcı elementler odaklanılarak yapılan bir araştırmada dahi mutlaka hata payı, tecrübesizlik, kontrol ve yetersizlik de göz önünde bulundurulmalıdır. Yer ve zaman farklılıkları ile bireysel farklılıklar tek başına birer gösterge olarak alındığında şimdiki zaman araştırmada eksik olarak kalır. Bu durumda araştırmayı yapan kişi araştırma modelini eksik olarak belirler ya da bazı normlara göre değişen insan tiplerini araştırmasına katamaz. Bu yüzden göstergelerin tek bir metafora göre değil bağıntılı metaforlara göre seçilmesi araştırmanın doğruluğunu arttırır.
GELİŞİMSEL BİLİMDE ÇEŞİTLİLİĞE GEÇİŞ
EKSİKLİKTEN
Eski yıllarda gelişimsel bilim alanında çalışan bazı akademisyenler felsefik temelleri ve ilgili felsefik varsayımları göz önünde bulundurarak geçmişi aydınlatmadan tamamen tek yönlü araştırmalar yapıyorlardı. Ancak zaman içinde
araştırmacılar doğal – yetiştirilme, yer, zaman ve davranışsal anlayış farklılıkları gibi paradigmaların araştırmalarda pek çok durumu değiştirdiği fark edildi. 1998 yılında yayınlanan William Damon’un düzenlediği Çocuk Psikolojisi El Kitabı’nın beşinci baskısı insan gelişimi alanında pozitivist ve indirgeyici görüşün reddedildiği döneme ışık tutmaktadır. El Kitabının dört eski baskısında Teorik İnsan Gelişimi Modelleri anlatılırken alandaki değişikliklerle birlikte daha sonraki baskılarda insan gelişimi modelleri sistemlerine odaklanıldı. Bu beşinci baskı ile ilk baskı arasındaki en büyük fark arada geçen zaman dilimi içerisinde evrenin dinamik ve sürekli değişen elementlere sahip olduğu algısının kabul edilmesidir. Yer ve zaman artık araştırmalarda hata payı olarak görülmeye başlanmış ve insan gelişiminde değişkenlerin çok önemli bir yer tuttuğu kabul edilmiştir. İnsan ve bağlam farklılıkları insan gelişimi araştırmaları için temel alınmaya başlanmıştır. Dinamik gelişimsel sistemler çağdaş insan
gelişimi çalışmalarında genel kurallar olduğunu yadsımaz. Onun yerine belli insan gruplarına dâhil bireylerin arasında belli kuralların olabileceğini söyler. Yarım yüzyıl önce Kluckholn ve Murray’nin konuya bakış açısına bakılacak olursa tüm insanlar birbirine benzer, her insan birbirini andırır ancak her bireyi birey yapan özellikler vardır, diye düşünülmektedir. Günümüzde ise gelişimsel bilim insan davranışlarının birbirinden farklı normlara bağlı olduğunu kabul eder. Her birey ve her insan grubu benzersiz özelliklere sahip olup gelişimsel analiz için belirlenen çekirdek gruplar benzer özellikleri paylaşmaktadır. Bu durumda gruplar ya da bireyler arası farklılıklar eksiklik olarak algılanmamalıdır. İnsan gelişimi çalışmaları için grupların birbiriyle karşılaştırılarak incelenmesi oldukça elzemdir. Zaman içinde bu durum kavranmıştır.
İNDİRGEYİCİ GÖRÜŞ İZLERİ Çağdaş kaynaklar bağıntılı metafor ve gelişimsel sistem teorilerine odaklansa da indirgeyici görüş özellikleri ve ya kalıntıları gelişimsel bilim üzerinde halen görülmektedir. Bu kalıntılar hem sosyolojik hem de davranışsal yaklaşımlarda ortaya çıkar. Bu görüşler her ne kadar bilimsel teoride yer edinemese de bilim ve halk politikalarında halen belli bir yere sahiptir. Bearer, Edelman, Feldman, Ho, Lewontin, Müller Hill ve Venter gibi ünlü genetikçiler ve onları izleyen bazı yeni nesil genetikçiler ile Greenberg, Gottlieb, Hirsch gibi biyolojik psikoloji üzerine çalışan bilim adamları bizi genetiğin önemi konusunda uyarmışlar ve insan gelişimi ile halk politikaları hususunda genetiğin ön plana çıkmasını sağlamışlardır. Bu tür yaklaşımlar halen geçerliliğini sürdürmekle birlikte bazı durumlarda gerçekçi olmayan sonuçların ortaya çıkmasına da neden olmaktadırlar. Bu durumda bireysel farklılıklar ve potansiyeller ile ilgili karar vermek için hatalı
modellerin kullanılmaya belirtmek durumundayım.
devam
edildiğini
Genetik indirgeyiciler çeşitlilik algısını sahip olunanlar ve olunmayanlara indirgemektedirler. Ancak insanların karakter çeşitlilikleri bazı normlara göre değişmektedir. Bu normatif özellikler 1990’lı yıllarda bile orta sınıf, Avrupalı – Amerikan denekler gibi sınıflandırılmıştır. Ancak bu sınıflandırmalarda bazı farklılıkların ortaya çıkacağı hesaba katılmamıştır. Bir grup normatif özelliklerine göre incelendiğinde yapılacak yorumların kaygan bir zemin üzerine oturtulması da kaçınılmazdır. Genetik indirgeyicilerin bakış açısına göre grupların karakteristik özelliklerini belirleyen sadece genlerdir. Bu gruplar Avrupalı – Amerikan ya da orta sınıfa mensup diye sınıflandırıldığında tüm davranışların açıklaması genlere bağlanır. Yani kısacası genler bir ırkın, ırksal özellik ve davranışların ortaya çıkmasını sağlar, gruplar karşılaştırıldığında da gensel eksiklikler saptanır.
Süregelen bu düşünce biçimi oldukça uzun zamandır halk politikalarının temeli olmuştur. Ancak bu bakış açısının sadece belli durumlarda doğru sonuç verdiği unutulmamalıdır. Çünkü insan davranışlarının temellerinde çok daha farklı etkenler olabilmektedir. Genetik indirgeyicilerin bu bakış açısının zaman içinde doğru olmadığı anlaşılmıştır, bu yüzden halk politikalarının sosyal adalete, çeşitli ailelerin farklı yapılarına ve çocuklara göre belirlenmesi daha doğru ve yararlı olacaktır. Sonuç olarak kalıtsal perspektif pek çok problematik konuya sahiptir ve her ne kadar gen teorileri belli bir ölçütte doğru sonuç verse de genetik indirgeyicilerin bakış açısı ile sonuca ulaşmak yanlıştır. Bilimsel sorumlulukların en başında bu tür problematik konuların üstesinden gelinmesi ve yanlış yönlendirme yapılmaması vardır. Aynı şekilde Horowitz de sosyal adaletin desteklenmesinde rol oynayan bilimsel etiğin önemini vurgulamaktadır. Horowitz, sadece eksikliklerin ölçülerek sonuca varıldığı böylesi
genetik bazlı bir indirgeyici görüş gelecek nesil çocukların seçim hakkını elinden alacağı gibi bunun belli bir süreden sonra geri dönüşü olmayacaktır, der. Overton da kullanılan bilimsel dilin insanları genetik özelliklerine göre ayıracak şekilde değil de sosyal adaletin tecelli edeceği şekilde belirlenmelidir diye belirtmektedir. Buna karşılık çağdaş gelişimsel bilim genetik indirgeyici görüşün temellendirdiği felsefik, teorik ve metodolojik yaklaşımı reddederek, gelişimsel bilime davranış genetiği, sosyal biyoloji yönünden bakar. Sonuç olarak genel anlamda ayrımcı konseptlerin neden reddedildiğini, özellikle de genetik indirgeyicilerin görüşleri, dikkate almalı ve her zaman insan gelişimi alanını bu çerçevede değerlendirmeliyiz. TEORİ, ARAŞTIRMA ve UYGULAMA BAKIMINDAN GELİŞİMSEL SİSTEMLERİN KULLANIMI
Gelişimsel sistem teorileri genetiğin rolü üzerine daha farklı bir bakış açısı sunmaktadır, genleri daha genel anlamda insan gelişiminin biyolojisi olarak değerlendirmektedir. Bu bakış açısına göre genler insan gelişiminde ve davranışlarda belli bir yere sahiptir. Gelişimsel sistem teorileri genlerin, hücrelerin, dokuların, organların ve insan gelişiminin ekolojisine katkı sağlayan tüm organizmaların dinamik bir sistem oluşturduğunu öne sürer. Birey ve insan gelişimin ekolojisi arasındaki bu ilişki birey ve bağlam olarak adlandırılmaktadır. En genel anlamıyla bağlam tarihtir ve birey her zaman bu bağlamın bir parçası olmuştur. Ayrıca tek yumurta ikizleri bile birbirinden farklı bireyler oldukları için aynı tarihi geçmişe sahip bireylerin bile aynı bireyselliğe sahip olması beklenemez. Dünyadaki 70 trilyon farklı jenotip bulunması hiçbir çocuğun da birbiriyle aynı olmayacağı anlamına gelmektedir. Buna karşılık aynı tarihi geçmişe, tecrübelere, sosyal ilişkiye sahip bireylerin benzer özelliklerinin bulunmaması imkânsızdır.
Biyolojinin bütünlüğü düşünüldüğünde bireylerin tamamen aynı olmayacağı benzer özelliklere sahip olabilecekleri söylenebilir. İNSAN GELİŞİMİNİN TEMEL TAŞI – ÇEŞİTLİLİK Çeşitlilik insan hayatının en önemli parçalarından biridir. Zaman içinde bir birey kendi içinde bile çeşitliliğe sahip olur. Bu yüzden çeşitlilik bir bireyin sağlıklı ve pozitif gelişiminde rol oynayan en önemli etkenlerden biridir diyebiliriz. İnsanların çeşitliliği karakteristik özelliklerine bağlı olarak değişir. Çeşitlilik hem insanın kendi içinde hem de insanlar arsında oluşarak gelişimde oldukça önemli bir rol oynar. Birey bağlam ilişkilerinde de çeşitlilik çok önemlidir. Çeşitlilik sayesinde insan gelişimi teorileri ve gelişimsel sistemler ortaya çıkar. POİZİTİF İNSAN GELİŞİMİNİN ÖZELLİKLERİ ve ETKİLERİ
Birey bağlam ilişki sistemi bireyin ömrü boyunca bağıntılı bir esneklik sunarak her bir bireyin kendi içinde güçlenmesini sağlar. Bu güçlenme her bebekte, çocukta, ergende, yetişkinde ve olgun bireyde farklı şekilde kendini gösterir. Bağıntılı bakış açısı bu gücü her zaman önemser ve araştırmalarda insan ömrü içinde bu gücün incelenmesi gerektiğini savunur. Gelişimsel sistem her zaman bireyin değişebileceğini dikkate alır. Bu değişim potansiyeli aile, komşuluk ve kültür seviyelerinde ortaya çıkar. Pozitif gelişimde büyük rol oynayan bağlamsal etkenler sağlıklı bir toplum içinde var olabilmektedir. Belli bir yerde ya da zaman diliminde her bir bireyi inceleyebilmek için aile ve toplum hayatı incelemesi yapılması gerekmektedir. Bu durum gelişimsel sistemlerde esneklik olarak da adlandırılabilmektedir ve pozitif değişiklikler için de çok önemlidir. Aynı şekilde birey bağlam ilişkisi içinde böyle bir inceleme söz konusu olduğunda problem ile eksiklikler de ortaya çıkabilmektedir. Problemlerin kaçınılmaz olduğu
ve aynı şekilde insan genetiğinin bir parçası olduğu da unutulmamalıdır. Gelişimsel bilimin birey ile aile, toplum, kültür, doğal ortam gibi bağlamlar arasındaki ilişkiye bakış açısı bütüncül olmalıdır. Araştırmalar ve gelişimsel bilim uygulamalarında amaç pozitif birey bağlam gelişimidir. Gelişimsel bilim üzerine uygulamalar yapan bir bilim adamının amacı insan gelişimini tanımlamaktır. İnsanın gerçek ekolojik yapısı içindeki gelişim süreci belli sistematik ilişkilere göre incelenir. Bu incelemeler insan yaşamında ve topluda bireyin yerini etkilemektedir. Ayrıca tanımlamalar, açıklamalar ve iyileştirme süreci olmaksızın yapılan bir araştırmanın bütüncül olması mümkün değildir. Gelişimsel bilim farklı bireyler ve grupları inceler. Bu incelemeleri de kanıt bazlı politikaya dayandırır ve buna göre uygulamalar yapılır. İNSAN GELİŞİMİ ARAŞTIRMALARINDA BİR ÇERÇEVE OLUŞTURULMASI
Gelişimsel bilimcilerin araştırma yöntemlerinde tanımlama, açıklama ve pozitif insan gelişimi uygulamaları için sorması gereken sorular şöyledir: 1. Bu araştırmanın katkısı nedir? 2. Bireyler neye göre seçildi? 3. Bağlamsal / Ekolojik şartlar nelerdir? 4. Genetik, ailevi, jenerasyona bağlı, tarihi, zaman dilimi özellikleri nasıl belirlenir? 5. Benzer pozitif insan gelişimi örnekleri nelerdir? Bu soruların cevaplanması ile metodolojik yaklaşım belirlenir. Tek başına genetik, psikojenik ya da sosyojenik yaklaşımlar yeterli değildir. Gelişimsel bilim ve tasarımlar farklı bağıntılı ve bütüncül yaklaşımlara ihtiyaç duyarlar. Bu tür metodolojik yaklaşımların örnekleri pek çok kez verilmiştir. Birey bağlam çerçevesinde kurulan bir yaklaşım mutlaka faklı gelişim sistemi analiz yöntemleri
ile desteklenmelidir. Bu yöntemlerin ayrıca zaman dilimlerine göre de belirlenmesi çok önemlidir. Araştırma metotlarımız mutlaka yaş, aile, zaman dilimi ve gelişimsel süreci etkileyen olaylar dizinine göre belirlenmelidir. Son olarak da araştırmaların farklı disiplinler ile desteklenmesinin önemi hiçbir zaman unutulmamalıdır. Kültürel antropoloji, sosyoloji ve toplum araştırma çalışmaları yıllardır yapılmaktadır. Bu çalışmaların varlığı da yadsınamaz. Araştırma yöntemleri değişse de yaklaşımlar farklılaşsa da bazı temel ögeler her zaman aynı kalmıştır ve bu şekilde nesilden nesle aktarılacaktır. SONUÇ Çağdaş gelişimsel bilim bağıntılı metodolojileri teorilerine katarak birey bağlam ilişkisini yeniden gözden geçirmeye başlamıştır. Çağdaş gelişimsel bilimciler iyi bir bilimin felsefik temelleri olması gerektiğini de bilir ve buna göre farklı disiplinlerden de yararlanarak araştırma çalışmalarına devam ederler. Böylesi bir bilimin hastalıklı bir düzleme oturması çok daha zorlaşır
ve metodoloji sayesinde kontrol her zaman bilim adamının elinde olur. Bu çalışmada size göstermek istediğimiz gelişimsel sistemlerin farklı perspektiflerinin olduğu ve zamanla nasıl değiştiğiydi. Bağıntılı, dinamik ve hassas akademik çalışmalar gelişimsel bilime her zaman katkı sağlamaktadır. Bu şekilde devam eden araştırmalar ile gelişimsel bilim hem akademik hem de araştırma düzleminde geleneklerinden beslenen ancak eski yanlışlıkları sürdürmeyen güçlü bir alan haline gelmiştir. Bizim de amacımız her zaman bu alana pozitif yönde katkı sağlamak, uygulamada işe yarayabilecek iyi teoriler üretmek ve bireyin hayatına katkı sağlamak olmalıdır. Bireyin ve iyi bireylerin birleşiminden oluşan grupların önemini kavrayarak; aile, toplum ve kültür ilişkilerinin bu anlamda önemini anlayarak ilerleyen gelişimsel bilim alanı her zaman demokratik bireyler ile toplumların özgürlük ve adalet içerisinde yaşamasına katkı sağlayacaktır.
BÖLÜM 2 Gelişimsel Psikoloji: Metodoloji
Felsefe,
Konseptler,
Tarih boyunca psikoloji ve gelişimsel psikoloji de dâhil olmak üzere psikolojinin yan dalları pek çok karşıt görüş içermektedir. Bu temel dikotomilere antinomi yani karşıtlık denmektedir ve genel olarak: süje-obje, zihin-beden, doğuştan-yetiştirilme, biyolojik-kültürel, fizikselkişisel, yapı-fonksiyon, durağan-değişken, devamlı-geçici, gözlemsel-nedensel, evrenselözel, idea-madde, birlik-ayrılık ve birey-toplum olarak sırlanabilir.
Psikolojide karşıtlıkların çözümü için on yedinci yüzyılda ontolojik düalizm, on dokuzuncu yüz yılda epistemolojik deneyimcilik ve yirminci yüzyılın başlarında ise yeni olguculuk yöntemleri kullanılmıştır. Bu yöntemler sayesinde bir konsept öne çıkarken araştırmalarda da bu yöntem kullanılmış ve diğer konseptler reddedilmiştir. Bu standart yaklaşım nedeniyle hiçbir zaman antonomiler başarıya ulaşamamıştır çünkü her zaman bir görüş diğerini bastırmıştır. Kitabın bu bölümde farklı konseptlere ait görüşlerin belirli problemlerin çözümünde etkili bir şekilde nasıl kullanılacağını açıklayacağız. Gelişimsel alandaki farklı konseptleri, teori ve metotları tanıtarak bunların filojenez, embriyojenez, mikrojenez, ortojenez ve patojenez alanlarında nasıl kullanıldıklarına değineceğiz. Benim tezim dünya çapında yaygın olan iki temel görüşün bilim, psikoloji ve özellikle de gelişimsel psikoloji alanında farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olduğu yönünde. Ayrım üst kuramı karşıtlıklardan yarar sağlamak
amacıyla temelcilik, ilkelcilik, atomculuk ve indergeyicilik görüşlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. İlgili üst kuram ise kendini örgütleme, sistemler ve sentezleme gibi konseptlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Wittgenstein psikolojide ampirik metotlar ve konseptler konusunda bir kafa karışıklığı olduğunu söylemişti. Böylesi bir karışıklıktan kaçınmak için ilk olarak teorilerin çıkış noktalarına ve amaçlarına odaklanmak gerekir. Konseptler ve bu konseptlere ilişkin görüşler felsefik temellere dayanmaktadırlar. Robert Hogan’ın da söylediği üzere: “Bizim alanımızda verilen eğitim ve uygulama metotlarının temelini eleştirel felsefik görüşler vardır.” Bu temelleri iyi kavramak oldukça önemlidir çünkü bu temeller aracılığı ile dikotomiler meydana gelerek gözlem ile uygulama konularında görüşsel farklılıkları ortaya çıkartmışlardır. Temel görüşler zamanla tecrübe edilmeye başlanmış. Tecrübe edilen görüşlerle ilgili yeni
fikirler ortaya atılmış ve bilimsel gelişim süreci bu şekilde ilerlemiştir. Elli yıldır gözlem ile mantık arasındaki ayrıma ve yansıtma karşıtı görüşlere ilişkin pek çok itiraz vardır. Bu itirazların bazıları kitabın sonraki bölümlerinde de tartışılacaktır ancak akademik düzlemde değerlendirilen bu itirazlar zamanla yeni olguculuk diye adlandırılan metodolojinin artık hiç kullanılmadığını göstermektedir. Buna karşılık post modern görüşler içerisinde halen mantığın küçümsendiği görülmektedir. Bu da ayrım üst kuramının izlerinin görüldüğüne işaret eder. Ayrım kuramı bazen de kendini teorilerin hepsinin gözlem ile oluşturulmasını savunan görüşlerde gösterir. Tüm bu temel görüşlerden doğarak ortaya çıkan teorilerde önemli olan mantık ve gözlem arasındaki ayrım ile bunun yansıtılmasıdır. Böylece belli kriterler dâhilinde ortaya çıkan konseptler, teoriler ve metotlar olacaktır. Bunların hiç birinin sadece mantığa ya da gözleme dayanması gerekmez, aksine tüm bunların sentezi de olabilir. Bizim alanımızda
yıllardan beri yapılan, hala da kendini zaman zaman gösteren bu ayrım ve dışlama oldukça kötüdür ancak zaman içinde farklı konseptlerin birlikte kullanılmasına başlanmıştır. ÜST KURAM Bilimsel tartışmalarda kullanılan temel konseptler bu bölümde üst kuramlar başlığı altında incelenecektir. Üst kuram olarak bahsedilen konseptler hem teori hem de pratiğe ilişkin bilgiler içerebilirler. Ayrıca üst kuramlar sadece teorik konseptlerin ortaya çıkartılması, kullanılması ve devam ettirilmesine değil aynı zamanda gözlemsel metotların da araştırılmasına olanak verir. Bu başlık altında sadece metotların kendilerini değil bilimsel inceleme düzlemine olanak veren metodolojileri de inceleyeceğiz. Üst kuramların temel fonksiyonu teori ile metotların geliştirildiği konseptlerin kaynaklarının zenginleştirilmesidir. Üst kuram ayrıca konseptlerle ilgili oluşabilecek kafa karışıklarının da önlenmesini sağlar. Bu anlamda konseptlerle ilgili küçük kılavuzlar gibidir.
Bir üst kuram ile ilgili konuşmak için ilk önce analiz ya da söylem seviyelerinde çeşitli ayrılıkların olması gerekir. Teori ve metotlar direkt bilimsel dünyaya hitap ederken üst kuram ve üst metotlar direkt teori ile kuramlara hitap eder. Analiz ya da söylemin en somut seviyesi gözlemsel seviyedir. Bu seviyenin layıkıyla aşılmasının ardından analizin yansıtılma aşamasına geçilir ve bu noktada söylemin teorik seviyesinden bahsedilirken ilk kez eleştirel yaklaşıma geçilmiş olur. Teorik seviyede gözlemler gözlemlere dayanır yani soyut bir düzlemde gerçekleştirilir. Bu gözlemler insan davranışı ve değişikliklerini içerebilir. Klasik gelişimsel teoriler, (Piaget, Vygotsky ve Werner teorileri gibi) devamlı ve geçici değişikliklerin insan gelişimini yansıtacağını savunmaktadır. Buna karşılık sosyal öğrenme teorileri bu görüşe alternatif olarak tüm değişiklikler arasında sürekliliği olanların insan gelişimini çok daha iyi yansıttığını savunur.
Teorik seviyeden sonra ve düşüncenin yansıtılmasından sonraki aşama analizin üst kuram aşamasıdır. Burada düşünce hem teorik hem de gözlemsel olarak incelenir. Üst kuram bilimsel alanda teori olarak kabul edilebilecek ya da edilemeyecek görüşlerle ilgili kurallar ve prensipler ile ilgilidir. Üst kuramsal düşünceler bir araya gelerek konseptleri oluşturduğunda bu konseptlerin belli bir düzene sahip olmasıyla model ya da paradigmalar meydana gelir. Yani modeller farklı teorilerin kendi içlerinde bir araya gelmeleriyle oluşur. “Gelişimsel sistemler” gibi modeller sosyal, bilişsel ve duygusal bazda pek çok alandan teorilerin birleşmesiyle meydana gelir. Üst kuramsal hiyerarşi farklı fikir ve model sistemlerinin ortaya çıkmasını, zamanla da bu sistemlerin kabul görmesini sağlar. Dünya çapında kabul gören modeller epistemolojik ve ontolojik prensiplerdir. Kitabın bu bölümünde de bu görüşlere ilişkin uygulamaları tartışacağız.
Üst kuram ve üst metotlar birbiriyle oldukça sıkı bir ilişki içerisindedir. Eğer üst kuramsal bir değişiklik meydana gelirse bu değişiklik üst metotları da aynı şekilde etkileyecektir. En geniş anlamıyla üst kuram dünyayı doğa olarak algılar ve o dünyaya hitap eder. Üst metot ise o görüşe ilişkin içeriğe hitap ederek bir araştırma ortamının doğmasını sağlar. Gelişimsel psikoloji alanı ortaya çıktıktan sonra uzun yıllar boyunca üst kuramsal dünya ile ilgilendi. Bu dünya on yedinci yüz yılda başladı ve modern dünya ya da modernizm olarak adlandırıldı. Geçmiş yüz yılda modern dünyada pek çok kriz ortaya çıktı ve bunun sonrasında alternatif çağdaş üst kuramlar geliştirildi. Bazı üst kuramları ve bu üst kuramların tarihi geçmişini tartışmadan önce gelişimin doğasının nasıl algılandığını tartışmak gerekiyor. Bölümün geri kalanında bulabileceğiniz bu tartışma ile genel olarak gelişimsel çerçeveyi algılayabileceğiz. GELİŞİM KONSEPTİ
Gelişimin doğasını araştırırken, gelişimin temel özelliğinin değişim olduğu konusunda herkes genel olarak ortak kanıdadır. Çeşitli sanat formlarının, toplumların, farklı ekonomik sistemlerin, dinin, felsefenin, bilimin ve bu tür alanların her zaman gelişime açık olduğunu biliyoruz. Gelişimsel psikolojide de durum aynı şekildedir. Psikoloji alanı içerisinde incelenen gelişimsel psikoloji niyet etme, düşünme, algılama ve hissetme gibi davranışları konu alır. Gelişimsel psikolojinin odak noktası insanın hayatındaki bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve olgunluk dönemlerindeki değişikliklerdir. Her ne kadar değişimin ileriye doğru olduğu kabul edilse ve bu konu tartışmaya kapalı olsa da, değişimin her zaman olumlu olmayabilir ancak olumlu da olumsuz da olsa değişimleri gelişim olarak adlandırıyoruz. Ancak insanın çok yorgun olduğunda davranışlarında oluşan değişikliklere gelişim diyemeyiz. Gelişimsel değişikliklerin gelişim psikologları arasında en bilinen karakteristik özelliklerinden biri şöyle tanımlanır: “gelişim, farklı yaş
dönemlerinde insan davranışlarında gözlemlenen değişikliktir.” Bu anlayış pek çok bilimsel araştırmada temel alınır. Ancak her ne kadar bu basit tanımlama üzerinden araştırmalar kolayca yapılabilecekmiş gibi görünse de, araştırma dâhilinde pek çok önemli problem ortaya çıkabilir. Birincil olarak problem sayılabilecek konulardan biri gelişimsel değişiklikleri yaş ile orantılı olarak gözlemlemektir. Her ne kadar bu gözlemsel araştırma az önce bahsettiğim temel anlayış baz alınarak gayet başarılı bir şekilde yürütülebilse de, bulguların yansıtılması düzeyinde yaş dönemleri arasındaki davranış değişikliklerini belirtmek oldukça zordur. Yaş dönemlerindeki davranış özellikleri kolayca birbirinden ayırt edilemezler. Burada en önemli nokta yaş dönemlerinde benzersiz ve bir dönemi diğerinden ayıracak noktaların olmayışıdır. Zamanın teorik olarak bölünmesi çok zordur. Zaman içinde oluşan tüm değişiklikler gelişimi işaret ettiğinden bu problemi çözerken yeniden en başa her
değişikliğin gelişim olarak düşünüldüğü anlayışa döneriz. Ancak bilimsel araştırma için bu problemin mutlaka çözülmesi gerekmektedir. Bunu yapmadan önce “Zaman içinde gözlemlenen tüm değişiklikler gelişimdir.” ifadesi ile ilgili ikincil problematik konudan bahsetmek gerekir. Burada “gözlemlenen davranışlardaki değişiklikler” sözünde anlamsal bir problem vardır. Gelişimsel Değişiklikler: Dışavurumcu – İçe Dönük ve Sözlü – Sözsüz Davranış Biçimleri Davranış bilimsel araştırmalarımızda farklı yöntemler kullanarak somut olarak gözlemleyebileceğimiz odak noktalarıdır. “Gözlemlenen davranışlardaki değişiklik” sorunu karşısında geniş bir sorgulamaya başvurulur. Gözlemlenen davranış ya da eylemin dışavurumcu – içedönük ve sözlü – sözsüz şekillerde olabilir. Dışavurumcu davranış temel iletişimi yansıtır. Bu temel iletişim biçiminin karşıtı ise içe dönüklüktür. Dışavurumcu biçime bir bakıma
eylemleştirme sistemidir de diyebiliriz. Bu sistem dünyada iletişime dair genel bir algıyı ortaya çıkartır. Eylemleştirme bir çocuğun düşünceler sistemine işaret ediyor olabilir. Mesela çocuğun ağlaması bağlamına göre çocuğun bağlanma sistemi ile ilişkilendirilir. Bu dışavurum ile insanın yaratıcı eylemleri ortaya çıkar. Bu anlamda davranış değişikliklerinin doğasını araştırırken dışavurum biçimi araştırmanın en önemli etkeni olacaktır. Sözsüz davranış biçimi eylemin iletişime geçilmeden yapılmasıdır diyebiliriz. Mesela insanın bilişsel sürecinde aklına gelen düşünceler buna bir örnektir. Bu düşünceleri eyleme geçirdiğinde sözsüz iletişimden sözlü iletişime geçilmiş olur. Araştırmada dışavurumcu biçimin yanı sıra kişinin duygu durumunu anlayabilmek için de sözsüz iletişim biçimi ile ilgili gözlemler yapmak gerekir. Sonuç olarak gelişimsel araştırmaların odak noktası dışavurumcu – içe dönük davranış biçimleri ile sözlü – sözsüz iletişim biçimleridir. Ancak konsept farklılıklarının işin içine girmesi
ile bu odak noktalarının biri ve ya bir kaçı göz ardı edilebilmektedir. İnsanın ontojenez (bireyoluş) süreci ile ilgili hem dışavurumcu – içedönük hem de sözlü – sözsüz davranışların incelendiği bir araştırmayı düşünün. Bu araştırmada bebek bakıcısı ile bebek arasındaki bağı anlamak için bebeğin bakıcıya olan davranışlarını incelemek gerekir. Bu bağlamda bakıldığında çocuğun davranışları içe dönük biçime girmektedir. Ancak Bowlby ve meslektaşları bu olayda çocuğun davranışlarının her ne kadar sözsüz de olsa dışa vurumcu biçime dâhil olacağını söylemişler ve araştırmanın bu şekilde ilerlemesi gerektiğini savunmuşlardır. Buradan hareketle bazı bağlam ve olaylarda davranış biçimine araştırmacının kendi karar vermesi gerekmektedir. Ayrıca az önce verilen örnekten de anlaşılacağı üzere bazı durumlarda davranış biçimleri hem dışa vurumcu – içe dönük hem de sözlü – sözsüz davranış özelliklerini aynı anda içerebilmektedirler. Bu durumda dışa vurumcu – içe dönük ya da sözlü – sözsüz
davranış şekilleri birbirinden ayrılamadığında “gözlemlenen davranışın” da belirli bir çerçevesi olması beklenemez. Bu belirsizlik hem araştırmanın amacı hem de gelişimin anlaşılması açısından kafa karıştırıcıdır. Ayrıca bu belirsizlik araştırmada kullanılan üst kuramsal uygulamalar konusunda da belirsizliğe neden olacaktır. Bilimsel çalışmalarda ortaya çıkan bu tür belirsizlikler ve kafa karışıkları sonucunda konsept çatışmaları ve kuram savaşları ortaya çıkmıştır. Her bir teorinin kendi özellikleriyle “adil”, “önemli” ya da “anlamlı” olduğu iddia edilmiştir. Tarih boyunca pek çok bilim adamı bunu iddia etmiştir. Bu durumda yapılacak araştırmalar için önemli olan her bir iletişim biçiminin özellikleri ile benzer ve karşıt yönlerini iyi öğrenmek olacaktır. Böylesi bir çözüm yoluna gidildiğinde keskin sınırlar olmaksızın daha iyi bir gözlem yapılabilir. Ve “gözlemlenen davranış değişiklikleri” anlayışı yerine “dışavurumcu – içe dönük ve sözlü – sözsüz davranış
özelliklerinde gözlemlenen anlayışı gelecektir.
değişiklikler”
Ancak yine de bu çözüm sayesinde gelişimsel değişiklik olarak ne tür değişikliklerin sayılabileceği konusunda bir kural ortaya çıkartılmış olmaz. Bu problemin çözümü için değişikliğin kendisini incelemek gerekmektedir. Gelişimsel Değişikliğin Doğası: Dönüşümsel ve Varyasyonel Gelişimsel bilim eğer kapsamlı bir alan olsaydı, “gelişimsel değişiklikler” sorununa da olabildiğince geniş bir açıdan yaklaşmak gerekirdi. Ancak gelişimsel alanın konumu nedeniyle belki de bu probleme yaklaşılabilecek en geniş açı değişimin iki temel türünü incelemek olacaktır. Bu iki tür, dönüşümsel ve varyasyonel olarak adlandırılıyor. Dönüşümsel değişiklik herhangi bir sistemin yapısında ya da organizasyonundaki değişikliklere deniyor. Bu değişiklik çeşidine örnek olarak tırtılın kelebeğe dönüşmesini verebiliriz. İnsanın dinamik sistemlerinde de
buna benzer değişiklikler her zaman olur. Yapı değiştikçe karmaşıklık da artar. Artan karmaşıklık en küçük parçaları bile etkiler ve sonuç olarak da bir dönüşüm meydana gelir. Yirminci yüzyılda dönüşümsel değişim ile ilgilenen başlıca bilim insanları Piaget ve Werner idi. Ayrıca filozof Nagel da dönüşümsel değişiklik ile ilgili bazı iddialarda bulunmuş ve bu tür bir değişiklikte sadece yapının değişmekle kalmadığını aynı zamanda işleyiş şeklinin de değiştiğini söylemişti. Dönüşümsel değişiklik ile ilgili bilinmesi gereken en önemli özellik bu tür değişikliklerin dinamik sistemlerde görüldüğü ve bir sırasının olduğudur. Dönüşümsel değişiklik her zaman bir yöne doğru ilerler ve mutlaka bunun bir sonu, sonucu vardır. Bu noktada önemli olan sübjektif ve objektif ereklilik arasındaki üst kuramsal farkın saptanmasıdır. Sübjektif ereklilik “amaçları”, “hedefleri” ya da “niyetleri” içerir ve dönüşümsel değişiklik tanımına uymaz. Objektif
ereklilik ise bir araştırma sonrasında belli kurallar dâhilinde bir durumun tanımlanmasıdır. Ancak ne yazık ki gelişimin yönü ve sonucu ile ilgili pek çok farklı, kafa karıştırıcı konsept vardır. Bu konseptlerin hiç biri doğru değildir ya da şu kesinlikle doğrudur diyemeyiz çünkü bu konseptlerin kullanımı da bağlamlarına göre değişiklik göstermektedir. Burada asıl sorulması gereken soru hangi konsept ile gelişimin yönü ve sonucunu öğrenebiliriz değil eğer kişi gelişimin yönünü ve sonuç noktasını kestiremiyorsa gelişimin tanımı nasıl yapılacak olmalıdır. Mesela araştırmacı bir çocuğun dil edinimi ile ilgili bilgi toplamak istiyorsa bu noktada araştırmanın son noktası yetişkin bireyin kullandığı dil olacaktır. Dil edinimi ile ilgili ya da bu tür konularla ilgili bilgi toplamak için bir sonuç noktası olmaksızın araştırmaya devam etmek mümkün olmayacaktır. Burada kafa karışıklığı yaratan durumlardan bir diğeri de sonuç noktasının yanlış belirlenmesidir. Ayrıca sonuç noktasının içeriğe, yapıya ve
fonksiyona göre belirlenmesi konusunda da kafa karışıklıkları olabilmektedir. Ancak bir bilim insanı sonuç noktasını belirlemeden gelişimsel süreçle araştırma yapması mümkün olmaz. Bu yüzden bu kafa karışıklıklarının giderilmesi gerekmektedir. “Olgunlaşma” ile ilgili de benzer bir konsept karışıklığı vardır. Olgunlaşma pek çok sistemde gelişimleri ifade ettiği için hangi noktaların daha iyi incelenmesi gerektiği ile ilgili farklı konseptler farklı iddialarda bulunmaktadır. Burada problem iki yönlüdür. Birincisi olgunlaşmanın ilk sözlük anlamına göre, yani karakteristik özelliklerin oluştuğu olgunlaşma süreci olarak değerlendirilmesidir. Olgunlaşma her ne kadar dönüşümsel bir değişiklik olsa da sözlük anlamında bundan bahsedilmemektedir. Bu konudaki ikincil problem ise olgunlaşma biyolojik sistem baz alınarak değerlendirildiğinde potansiyel gelişim mekanizması basitleştirilmiş olur ve bu durumda pek çok konseptsel kafa karışıklıklarına neden olur.
Embriyolojik değişiklikler dönüşümsel ya da morfolojik değişikliklerin en belirgin örneklerinden biridir. Ayrılma ve yeniden birleşme süreçleri boyunca tek hücreli zigot karmaşık bir yapıya sahip 9 aylık bir fetüs halini alıncaya kadar hareket devam eder. Hem bilişsel hem de duygusal özelliklerin ilerleme kaydettiği insan ontojenezi dönüşümsel bir değişiklik olarak adlandırılabilir. Varyasyonel değişiklikler ise bir değişikliğin seviye bazında olduğu ve bu değişikliklerin özelliklerde, kurallarda ya da düzeyde görüldüğü değişiklik türüdür. Örneğin bir güvercinin gagalamasını ele alacak olursa, bu gagalamanın nerede, ne zaman ve ne ölçüde değiştiğini inceleyerek varyasyonel değişikliğine ulaşmış olursunuz. Bebeğin bir yere uzanma isteği, bebekte yürüme öğrenimindeki ilerleme, bebeğin konuşmayı öğrenirken kaydettiği ilerlemeler ve buna benzer diğer tüm seviye değişiklikleri varyasyonel değişikliklere örnektir. Varyasyonel değişiklik genel anlamıyla bir yeteneğin ya da yetinin
ilerlemesi olarak da düşünülebilir. Bu değişiklik türü nicel ve devamlıdır. Buradan hareketle dönüşümsel değişikliğin nitel varyasyonel değişikliğin ise nicel olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin düşünmeyi dönüşümsel bir değişiklik olarak alırsak, düşünmenin elementi olan düşüncelere tek tek bakarak varyasyonel değişiklikleri saptayabiliriz. Dönüşümsel ve varyasyonel değişiklikleri gelişim algısı üzerinden değerlendirdiğimizde ise bu iki değişikliğin nasıl birbiriyle ilintilendirileceği problemi ortaya çıkar. Tarih boyunca dönüşümsel – varyasyonel değişiklikler için ortaya atılan çözümler sözlü – sözsüz iletişim konseptleri için ortaya atılan üç üst kuram ile aynıdır. Bu çözümlerin ilki çifti ayırmak yönündedir, böylece bir dikotomi meydana gelir ve burada sözsüz iletişim ön plana çıkar. Bu çözüm ile dönüşümsel değişikliğin genel olarak hayatımızda olduğu ancak varyasyonel değişiklikler dikkate alınarak bir araştırma yapılabileceği iddia edilir. Bu iddianın en önemli
sonucu değişikliğin sadece ileriye giden ve devamlılık gerektiren bir süreç olarak algılanmasıdır. Bu çözümü Skinnerian’ın güvercinlerin gagalama çeşitlerini incelediği araştırmada görebiliyoruz. Bu araştırmada güvercinlerin gaga hareketlerinin doğrusallığı kullanılarak pinpon toplarına vurabilecekleri saptanmıştır. İkincil üst kuramsal çözüm ise dönüşümsel değişikliğin gerçeklik olarak kabul eder ve bu gerçekliğin değişiminde varyasyonel durumların etkili olduğunu varsayar. Varyasyonlar dönüşümsel sistemin içinde düzeni bozan gürültüler olarak düşünülür. Bu çözüm daha sonra Erik Erikso’un psikososyal gelişim teorilerinde kullanışmış ve varyasyonlar dönüşümsel değişiklik için her ne kadar çok büyük önem arz etse de doğrusal olarak bakıldığında varyasyonlar belli bir araştırma süresi sonunda ortadan yokmuş gibi düşünülebilecektir denmiştir. Daha önce de söylediğim üzere bu çözümlerin sonuncusu olan üçüncü üst kuramsal çözüm
dönüşümsel ve varyasyonel değişiklikleri birbiriyle rekabet içinde olan iki olgu gibi görmez bunun yerine dönüşümsel – varyasyonel değişiklikleri beraber değerlendirerek araştırma sürecinde her ikisinin de rolünü eşit görür. Bu çözüm sayesinde dönüşümsel sistemlerin bazı varyasyonları ortaya çıkarttığı ve varyasyonların da sistemleri yeniden oluşturduğu düşünülür. Bu çözüm daha sonra “gerçeklik” olarak düşünülecektir ve gelişimsel araştırmaların en tartışmalı problemlerinden biri haline gelerek yeni bir araştırma düzleminin doğmasına neden olacaktır. Birleşik Gelişim Konsepti Dönüşümsel – değişimsel değişiklikler ve sözlü – sözsüz iletişimin doğurduğu değişiklikler düzlemi birbirleriyle ilişkili bir kalıptır ve gelişimsel değişiklik imgesini oluşturmaktadırlar. Dışa vurumcu – İçe dönük ve Sözlü – sözsüz iletişim boyutları gelişim boyunca ortaya çıkan değişiklik türleridir.
Gelişimsel psikoloji alanında süjenin fonksiyonunu açıklayan dinamik sistemler ve süjenin eylemi ön plana çıkmaktadır. Piaget ve Skinner’ın bu anlamda pek çok çalışması bulunmaktadır ve her ikisi de süjeye odaklanmıştır. Piaget değişiklikleri incelerken hem içe dönük hem de dışa vurumcu eylemlerin önemli olduğunu düşünmektedir. Skinner ise dışa vurumcu eylemleri inkâr etmiş ya da önemsememiş, içe dönük eylemlerin değişikliğin doğası ile paralel ilerlediğini söylemiştir. Dönüşümsel – varyasyonel düzlemin değişikliklerin doğasını yansıttığı genel olarak kabul edilen bir gerçektir ve bu durum çalışmalarda eylemin kendisinin, eylemin fonksiyonundan daha fazla öne çıkmasına neden olmuştur. Daha sonra içe dönük - dışa vurumcu eylemler ile dönüşümsel – varyasyonel değişiklikler gelişimin tanımı için temel oluşturan etkenlerdir. Bu bağlamda gelişim içe dönük – dışa vurumcu ve sözlü – sözsüz davranış özelliklerinde
biçimsel ve fonksiyonel değişiklikler olarak da tanımlanabilir. Bu tanımda davranış genel bir kavrama işaret etmektedir bu yüzden bu tanım gelişimsel araştırmanın tek bir düzleme oturtulmamış şeklidir. Tarih boyunca gelişimsel araştırmalar yaparak çalışmalarını devam ettiren antropoloji, felsefe, sosyoloji, evrimsel biyoloji, nöroloji, psikoloji ve doğa bilimleri gibi pek çok disiplin olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında gelişimsel araştırmanın disiplinlerarası ve karşılaştırmalı bir doğasının olduğu da görülmektedir. Gelişimin rasyonel bir tanımının yapılması ile bu tanım daha sonraki ilerlemeler için de bir başlangıç noktası olmuştur. Böylece gelişimsel araştırmaların teorik ve üst kuramsal konseptleri belirlenmiş ve zaman içerisinde bu anlayış klasik gelişimsel tartışmaların çıkmasına neden olmuştur. Bu klasik tartışmada özellikle şu soruların cevapları aranmıştır: Gelişim evrensel midir ya
da sadece bir alana özgü müdür? Gelişim doğrusal olmak zorunda mıdır? Gelişimsel süreç tersine döndürülebilir mi ya da bilinçli bir şekilde gelişim süreci başlatılabilir mi? Gelişim sürekli midir yoksa aralıklarla devam eden bir süreç midir? Gelişim biyolojik midir kültürel midir? Tüm bu sorular zamanla bazı konseptler içinde birbirleriyle örtüşmüş ya da ayrışmışlardır. Bu konseptsel farklılıklar ve tartışmalar dâhilinde gelişimsel araştırmalar farklı anlayışlarla sürdürülmeye ve farklı sonuçlar alınmaya devam etmiştir. Zamanla farklı anlayışlarla sürdürülen çalışmalar bilimsel çalışma kurallarına uygun hale gelmiştir. Bu anlamda yapılan çalışmaların bilimsel düzleme oturduğunun düşünülmesi aslında yapılan çalışmaların bazı metotlar dâhilinde devam ettirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bağıntılı metot ile yürütülen çalışmalar gelişim aşamalarının var olup olmadığı ile ilgilenir. Bu
aşamaların varlığı araştırılırken de değişikliğin aşamaları ya da seviyeleri incelenmektedir. Varyasyonel değişiklikleri inceleyen ayrımcı bir metot kullanıldığında ise bu çalışmalarda değişiklik aşamaları değil de daha çok bireyin yaşına, yaşam koşulları gibi bazı şartlara bağlı olarak nasıl değiştiği incelenmektedir. Varyasyonel değişiklikleri inceleyen metotta genellikle geleneksel bağıntılı prosedürler ve geleneksel deney prosedürleri kullanılır. Kitabımızın bir sonraki bölümünde bağıntılı ve ayrımcı üst kuramsal metotları ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğiz. Bu bölümde ayrıca gelişimsel psikoloji alanında sıklıkla kullanılan bağıntılı ve ayrımcı üst kuramların etkilediği konsept tanımları ile problemlerini de bulabilirsiniz. BAĞINTILI KURAMLAR
VE
AYRIMCI
ÜST
Daha önce bir alanda yaygın olarak tartışılan ya da kabul edilen konulara “dünya görüşü” dendiğini söylemiştik. Gelişimsel psikoloji
alanında bu tür dünya görüşleri ilgili en çok çalışan bilim adamlarından biri Steven Pepper’dı. Bu bölümde Steven Pepper’ın kategorize ettiği dünya görüşlerinden sıklıkla bahsedeceğiz. İlk olarak Pepper’ın incelediği ayrımcı üst kuramı ele alacak olursak, Pepper bu kuramın evrenin doğası, evrenin doğasında yer alan süjenin psikolojik durumu ile ilgilendiğini söylemiştir. Daha sonra ise bağıntılı üst kuramın bu doğada yer alan, bir anlayış yeteneğine sahip süjenin aktiviteleri, düzeni ve değişiklikleri ile ilgilendiğinden bahsetmiştir. Bir sonraki bölümümüzde bu iki üst kuramdan ayrıntılı bir şekilde bahsedeceğiz.
Ayrımcı Üst Kuram Ayrımcı üst kuramın pek çok tanımlayıcı prensibi vardır. Bunlar “ayırarak inceleme”, “temelcilik” ve “atomculuk’tur.”
Ayrımcı konsept Rene Descartes’in bir bütünün özelliklerine ulaşmak için onun temel elementlerini incelemek gerekir düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Burada temel anlayış her bir karmaşık yapının en basit elementlerine kadar ayrılarak incelenmesine dayanır. Ayırma, temellendirme ve atomculuk parçalarına ayırma sürecinde uygulanan temel prensiplerdir ve bu süreç daha sonra indergeyicilik ve analitik yaklaşım gibi isimlerle anılmaya başlanmıştır. Tüm antinomiler yani karşıtlıklar ayrımcı üst kuram çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Örneğin bu bağlamda ortaya çıkan birey – toplum karşıtlığı insanın tüm davranışlarının sosyokültürel ortamda kendini birey olarak koyduğu yerden kaynaklandığını savunmaktadır. Ayrımcı üst kuram dâhilinde tekrar tanımlanan davranış için birey ve kültür olmak üzere etkin iki element belirlenmiştir. Bu karşıtlık günümüzdeki sosyokültürel yaklaşımlara temel oluşturmuştur. Davranış genetikçileri bu alanda ayrımcı üst kuramı kullanarak araştırmalarını temellendiren ikincil araştırma yöntemini ortaya çıkartmıştır.
Davranış genetikçilerinin bu üst kuramı kullanmaktaki temel amaçları aile, ikiz ve evlat edindirme incelemeleri yaparak davranış biçimlerine genlerin etkisini ölçmektir. Bu amaç dâhilinde çalışmalarında kullandıkları ilk sayısal formüle “kalıtsallık endeksi” denmektedir. Bu endeks istatistik modelleri kullanılarak her bir genin doğrusal olarak davranışlara yaptığı etki ölçülmüştür. Ve bu araştırmaların sonucunda genel anlamda davranışa çevre kadar genlerin de etki ettiği ortaya çıkmıştır. Davranış genetiği çerçevesinde yapılan çalışmaların genel amacı hangi genin hangi davranışı ortaya çıkarttığını saptamaktır. Bağıntılı Üst Kuram Tarih boyunca ayrımcı üst kuram dâhilinde yapılan çalışmalardaki hata payına bakıldığında post-modern bir bakış açısına sahip Bruno Latour Kartezyen ayrımcılığını bir kenara bırakıp elementleri incelemek yerine elementlerin oluşturduğu formu bütünüyle ve genel çerçeveleriyle incelemek gerektiğini söylemiştir.
Latour bu düşüncesine bir de isim takmış ve “bağıntılılık” olarak adlandırmıştır. Bu anlayışta analizin kategorilere ayrılarak yapılması esastır. Tüm elementler ele alınarak bir araştırma düzlemi oluşturulmaz. Bağıntılı üst kuram karşıtlıkların da birlikte incelenmesi gerektiğini savunur. Karşıtlıkları inceleyerek gerektiğini zaman karşıtlığı meydana getiren ana konulardan birini devre dışı bırakarak yapılan araştırmalar bu üst kuram ile ön plana çıkmıştır. Ayrımcı üst kuramın benimsendiği dönemde zihinsel ve fiziksel durumları tamamen birbirinden ayrı olarak değerlendiren atomculuk anlayışı varken bağıntılı üst kuram atomculuğu reddetmiş ve onun yerine holizm (bütüncülük) kabul edilmiştir. Bağıntılı üst kuram dâhilinde kabul edilen holizm tüm parçaların birleşerek bir bütünü oluşturduğu ve önemli olanın oluşan bütün olduğunu söyler. Yani bir başka deyişle bağıntılı kuram bir bilimsel araştırma için analiz ve sentezin birlikte yapılması gerektiğini söyler,
bunun için de şu süreçleri izlemek gerekir: a) karşıtlıkların tanımlanması, b) tanımlamaların karşıtlıklarının belirlenmesi ve c) tüm bunların sentezi. Holizm (Bütüncüllük) Holizm bağıntılılık kuramından doğan bir prensiptir. Bütünü parçalarına bölerek incelemek yerine sistemi genel işleyişi dâhilinde inceler. Bu prensip bağlamında atomculuk, temellendirme ve ayrımcılık reddedilir, karşıtlıkların bile birlikte değerlendirilmesi gerektiği söylenir. Holizm prensibinin, bütünü tüm ögeleriyle birlikte kabul eden anlayışı gelişimsel psikoloji üzerinde de pek çok etki yaratmıştır. Holizm anlayışında beden, beyin ve genler ya da toplum, kültür ve insan çevresinin insan davranışlarında bir bütün olarak etkili olduğu düşünülür. Ayrıca davranış ve gelişim kavramlarının da hem doğa hem de yetiştirme ile belli bir noktaya geldiği savunulur. Bu farklı düşünme şekli sayesinde insan bir bütün olarak değerlendirilmeye başlandı.
Davranış genetikçileri genlerin davranışları ne kadar etkilediğine ilişkin klasik sorularını sormaya devam ettiler ancak bu anlayışı da içlerine sindirdiler. Ayrımcılar ise onların aksine belli davranışların belli sebepleri ve fonksiyonları olduğu konusunda ısrarcı davranmaya devam ettiler. Bu yüzden her ne kadar bütüncüllük düşüncesi bilimsel ortama yayılsa da “hangisi ve ne kadar” soruları belli çevrelerde bir süre daha sorulmaya devam etti. Holizmin bilimsel çevrelerde kabul gördükten sonra bile bütüncüllük anlayışı tamamen araştırma düzlemine yansıyamadı çünkü daha önce ortaya atılan dikotomiler ve karşıtlıklar dâhilinde gelişen teoriler halen geçerliliğini sürdürüyordu. Bütüncüllük anlayışının araştırma seviyesine ulaşması için iki tip analizin yapılması gerekliydi. Bunlardan ilki karşıtların tanımlanmasıydı ve ikincisi de tanımlamaların karşıtlarıydı. Karşıtlıkların Tanımlanması
Bu prensip bir bütünün temel parçaları arasındaki karşıtlıkların aynı ayrımcı üst kuramında olduğu gibi saptanması ve bu karşıtlıkların bağıntısını saptamak üzerine kurulmuştu. Bunu gerçekleştirebilmek için yapılan analiz ile saptanan karşıtlıklar kategorize ediliyor ve inceleniyordu. Bu analizlerin ardından insan davranışlarının %100 doğuştan %100 de yetiştirilme kaynaklı olduğu saptandı. Çünkü davranışları ayrı ayrı düzenleyerek belirli sınıflara koymak mümkün değildi. Aynı şekilde bir davranış hem sözlü hem sözsüz hem içe dönük hem de dışa vurumcu olabilirdi. Bu prensip sayesinde pek çok araştırmada çok daha net sonuçlara ulaşıldı. Böyle bir bağıntı düzleminde her bir kategorinin karşılığı bulunabilir aradaki bağlantılar ortaya çıkartılabiliyordu. Bütüncül bir analiz ile tek tek parçaların bir önemi kalmıyor bütün figür anlam kazanıyordu. Bağıntılı konseptin bir prensibi olan karşıtlık tanımlaması ile ayrımcı kuram bağlamında
ortaya atılan pek çok prensip çürütülmüş ve yerlerine yenileri konmuş oldu. Bu prensip bilimsel araştırmalarda daha sık kullanılmaya başlandı. Ayrıca bu prensip sayesinde birey, kültür ve davranışın birlikte değerlendirilmesine olanak sağlanmış oldu. Bu prensibe bağlı sosyokültürel yaklaşımlar ortaya çıktı. Bağıntılı üst kuram gelişimin büyük bir kısmını on dokuzuncu yüz yıl filozofu Hegel’in diyalektik kavramına borçluydu. Hegel diyalektik kavramı dinamik sistemlerin bir bütün olarak incelenmesini içeriyordu. Diyalektik kavramının içerdiği “tez” ve “soru” kavramları, araştırma yöntemlerinde sunulan tezlerin bir anti – tezi de olacağı düşüncesini yaygınlaştırdı. Kısacası temel bağıntılılık karakteri aslında diyalektik yönteme dayanıyordu. Bir araştırmada sunulan teze karşılık bir de anti – tez oluşturuluyor, bu iki bileşen birlikte incelenerek senteze ulaşılıyordu. Bu prensip bağıntılı üst kuramın temel düzlemini oluşturdu. Bu bağıntı düzleminde karşıtlıklar birbirlerine rekabet etmiyor tam tersine birbirleriyle işbirlikçi
olarak çalışarak araştırmacıyı sonuca götürüyorlardı. Hegel bu sürecin başlangıcı için ilk önce karşıtlıkların tanımlanması gerektiğini söylemişti. Çünkü karşıtlıklar tanımlandığında bunun sistemde bir özgürlük oluşturacağını düşünüyordu. Hegel’in iş birliği yapan karşıtlıklar düşüncesi daha sonra karşıtlıkların araştırmacıyı sonuca götüreceği düşüncesine dönüştü ve buna sosyal psikolojide “temel yükleme hatası” dendi. Karşıtlıkların tanımlanmasına yönelik düşünce daha sonra doğuştan-yetişme tarzından tartışmasına da uyarlandı. Böylece daha önce de bahsettiğimiz üzere bağıntılı üst kuram davranış konusunda genler ile çevreyi bir arada değerlendirmeye başladı. Bu perspektiften bakıldığında davranış genetikçilerinin amacı bir konsept karmaşası oluşturuyordu. Kalıtsallık endeksinde sayısal değerler ne olursa olsun bu araştırmalarda gen ve çevre koşulları birbirlerinden ayrı değerlendiriliyorlardı. Bu
araştırmalarda bağıntılı üst kuramı uygulamak da mümkün değildi. Ancak doğuştan – yetişme tarzından gibi diğer tartışmalarda bağıntılı üst kuramın kullanılması mümkündü. Ayrımcı üst kuramda uygulanan biyolojik özellikler ve kültür kavramlarının ayrıştırılması bağıntılı üst kuram dâhilinde birlikte değerlendiriliyordu ve oldukça başarılı sonuçlar elde ediliyordu. Biyolojik özellikler ve kültürün birlikte değerlendirilmesine “uzlaşımsal etkileşimcilik” dendi. Bağıntılı üst kuram bağlamında davranış değerlendirilmesi yapılırken tüm parçaların birbirleriyle iletişim halinde olduğunu var saymak mümkündü. Ancak böyle bir etkileşimden bahsetmek için de her bir elementi yine birlikte değerlendirmek, aralarındaki bağıntıları saptamak gerekiyordu. Böylesi bir değerlendirmeyi somut bir düzleme taşımak ve karşıtlıklardan yola çıkılarak başlatılan bu prensibi geliştirmek için tanımlamaların da karşıtlıklarının saptanması
gerektiği düşünüldü. Magnusson & Stattin)
(Lerner,
Overton
ve
Tanımlamaların Karşıtlıkları Bilimsel araştırma düzleminde saptanan karşıtlıkları tanımladıktan ve açıkladıktan sonra bu açıklamaların da karşıt yönlerini bulma düşüncesi pek de pratik bir uygulama değildi. Ancak yapılan analizde saptanan karşıtlıkları kategorize ettikten sonra bu kategorilerin de içinde karşıtlıkları bulmak gerekliydi yoksa ayrımcı üst kuramı bu noktada yok etmek mümkün olmayacaktı. Yapılan analizin ardından kategorize edilen karşıtlıkların da tekrar bir karşıtlık sınıflandırmasına sokulması aslında bir anlamda araştırmayı daha da derinleştiriyordu. Bunun sonucunda her bir kategorinin de kendi içinde benzersiz olduğu düşünülerek yeniden bir karşıtlık sınıflandırmasına gidildi. Bunun yapılması aynı zamanda analizin belli seviyelerinde çok sağlam bir temellendirme yapılmasını da sağlamış oldu.
Bu prensibin uygulamasını açıklamak için doğuştan – yetiştirilme tarzından tartışmasına geri dönecek olursak. Daha önce bağıntılı üst kuram bağlamında davranışların %100 doğuştan %100 yetişme tarzından geldiği iddia edilmişti. Bu noktada kategorize edilen karşıtlıklar biyolojik özellikler ve kültür sınıfına sokulmuş oldu ve biyoloji ile kültür de kendi içinde ayrı bir karşıtlığa dönüştü. Böylece araştırma dâhilinde küçük özelliklerden yola çıkılarak yapılan sınıflandırma daha sonra başka iki ögenin karşıtlığa dönüştü ve bütüne doğru ilerlenmeye başlandı. Bu prensibi daha genel bir şekilde açıklayacak olursak insan kimliğini ve gelişimini bir arada bulunduran formun birimin içindeki farklı ve iş birliği içindeki düzlemlerine bakılarak analiz edilebileceği ortaya çıktı. Bütüncül Sentez Bağıntılı kuram dâhilinde temel karşıtlıkların saptanarak kategorize edilmesinin ardından bu kategorilerin de bir üst birimi ile karşıtlık
oluşturduğu düşünülerek aynı şekilde tekrar sınıflandırmaya tabii tutulduğunu söylemiştik. Bu işlem analizin ilk adımını oluşturuyordu. İkincil olarak ise ulaşılan iki sistemin sentezlenerek sonuca ulaşılması gerekiyordu. İşte bu gereklilik bütüncül sentezin temelini oluşturan düşünce yapısıydı. Genel olarak sentez karşıtlıkların iş birliğini kabul etmek ve bu iki kavramı bir arada düşünebilmektir. Bu genellemenin yapılabilmesi için iki sistem arasında bir karşıtlığın oluştuğu düzlem ve bu düzlemi birleştirecek bir sentez düzlemi gereklidir. Bağıntılı üst kuramı gelişimsel psikoloji alanında kullanan ve bu alanın bağıntılı üst kuram dâhilinde gelişmesine öncülük eden başlıca isimler: Jean Piaget, Heinz Werner, James Mark Baldwin ve Erik Erikson’dur. Bu bağlamda senteze sunulan bir bakış açısının diğer bakış açılarıyla da bir bağlantısının bulunduğunu kabul etmek oldukça önemlidir. Örneğin hayat ve toplum birbiriyle bağlantılıdır ve her ikisi de psikolojik araştırmalar için önemli
çıkış noktalarıdır, aynı şekilde biyolojik özelliklerin sentezini yaratan da birey ve kültürdür. Bu durumda psikolojik durumun biyolojik şartlarla da bağlantılı olduğu söylenebilir. Bu yüzden bağıntılı üst kuramın psikoloji yaklaşımlarında kültürel şartlar ve psikolojik özellikler ile fonksiyon aynı düzlemde değer kazanır. Psikolojik özelliklerin kültürel farklılıklar doğurabileceği ve aynı şekilde kültürel farklılık nedeniyle farklı psikolojik durumlar ortaya çıkabileceği kabul edilir. Bu bakış açısı ile “kültürel psikoloji”, ya da “gelişimsel kültürel psikoloji” ortaya çıkmıştır. Son zamanlarda yapılan, kültürel ögeler dâhilinde kurgulanan ve bağıntılı üst kuram prensipleri uygulanan gelişimsel araştırmalardan biri “insan psikolojisinin sosyal doğasıdır” ve Valsiner tarafından yürütülmüştür. Bu çalışmanın amacı bireyin sosyal doğasına odaklanarak gelişim sürecinde sosyal süreçleri
göze almadan yapılan çalışmaların net sonuçlar vermeyeceğine dikkat çekmekti. Bu noktada değinilmesi gerek son kısım da bağıntılı üst kuramın üç sentezle sınırlandırılamayacağıdır. Çalışmaya göre bu üst kuramı şekillendirmek mümkündür ve sınırlandırmalar olmadan da işleyecektir. Bu bölümün sonunda bağıntılı üst kuram ile ayrımcı üst kuram arasındaki farkları ve bu kuramların prensiplerini incelediğimizi söyleyebiliriz. Ayrımcı üst kuram parçaları tek tek ele alarak her zaman en basit sistemin ipuçlarıyla dolu olduğunu savunurken bağıntılı kuram ise parçaların tek tek ele alınmadan bütüncül olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyordu. Bir sonraki bölümde bağıntılı üst kuram ile gelişimsel sistemler arasında ortaya çıkan bağlantıyı ve bu bağlantının süreç içerisinde nasıl ilerlediğini inceleyeceğiz. Bağıntılı üst kuram gelişimsel alanda pek çok konseptin oluşmasında katkı sağlamış ve alanın ilerlemesine yardımcı olmuştur. Ayrıca bağıntılı üst kuram gelişimsel
analizlerde temel prensip olmuştur. Bu noktada bağıntılı ve ayrımcı üst kuramlar zamanla gelişim ve evrim olarak ortaya çıkan iki farklı kavramın temelini atmışlardır. GELİŞİM İLE EVRİM KAVRAMLARININ OLUŞUM SÜREÇLERİ VE BAĞINTILI MODELLER Gelişim ve evrim kavramları tarih boyunca gelişimsel psikoloji alanında tamamlayıcı kavramlar olarak öne çıkmışlardır. Bu iki kavram gelişimsel psikoloji alanında bireyin nasıl bir adaptasyon sürecinin olduğu sorusunu akıllara getirmiş ve bu soruya ilişkin yapılan çalışmaların ardından “doğal seçilim” veya “Baldwin etkisi” kavramları ortaya çıkmıştır. Doğal seçilim kavramı gelişimsel psikoloji alanında genel olarak genetik mutasyon sonucu oluşan fenotipe bağlı bir adaptasyona işaret etmektedir. Darwin de bu seçilim ile ilgili pek çok teori üretmiştir. Avrupa’da gelişimsel psikolojinin öncülerinden biri olan William Stern de gelişimsel psikolojide
evrim ve gelişim konularına odaklanan araştırmacılardan biridir ve şöyle der: “Gelişim konsepti sadece ilerleyen seviye ya da durumlar üzerine kurulu değildir, gelişimin içinde hazırlık, filizlenme, büyüme, olgunlaşma ve gerileme gibi evrim süreçleri de vardır.” Bireysel ve gelişim ve evrim üzerine çalışmalar yapan pek çok araştırmacı arasında bu iki kavramın arasındaki ilişkiye en çok odaklanan kişi Jean Piaget’dir. Piaget çalışmalarında birey merkezli yaklaşımı benimseyerek bebeklikten yetişkinliğe gelişim süreçlerini inceler. Ancak Piaget gelişimin doğasını incelerken gelişim ile etkileşim halinde olan üç kavram olduğunu saptamıştır. Bunlar psikoloji, biyoloji ve çevre koşullarıdır. Yaptığı bilimsel çalışmalar sonra Piaget doğal seçilimin sadece Darwin geninden kaynaklanmadığı sonucuna ulaşmıştır. Ve bu durumu açıklamak için de “fenokopi” modeline işaret etmiştir. Fenokopi canlıların adaptasyon sürecinde kalıtsal olmayan
bazı farklı etkenler olduğunu savunan ve bunu kanıtlamayı amaçlayarak tasarlanan bir modeldir. Fenokopi modeli bireysel gelişimin pek çok farklı seviyede gerçekleştiğini ve bunun da insan davranışlarının farklı şekillenmesini sağladığını söyler. Bu model çerçevesinde doğal seçilim tamamen yadsınmaz ancak varyasyonel durumların olduğu kabul edilir. Piaget’nin gelişimsel alandaki bu benzersiz çalışması “fenokopi” modelinin araştırmacılar arasında hızla kabul görmesini sağlamıştır. Piaget fenokopi modeliyle modern bireysel organizasyon sistemi teorilerine de öncülük etmiştir. Bu yüzden bu modelin gelişimsel sistemlerle ilgili çağdaş kuramları da etkilemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bu model kullanılarak yapılan diğer çalışmaların sonrasında yakın zaman önce evrimsel değişiklikler ışığında şekillenen gelişimsel – davranışsal durumlar konusunda üç aşamalı bir model geliştirilmiştir. Bu modeli geliştiren araştırmacı Gottlieb’in öne sürdüğü ilk aşama ontojenik gelişimsel
değişikliklerdir ve yeni çevresel koşullara bağlı olarak jenerasyonlar boyu etkili olacaktır. İkinci aşama yapısal genlere bağlı değişikliklerdir ve yeni çevresel koşullara bağlı olarak fiziksel ya da psikolojik değişikliklerin olmasına sebep olurlar. Üçüncü aşama ise bu iki aşamanın sonrasında oluşan genetik değişikliklerdir. Bu model çerçevesinde anlaşılması gereken en önemli durum üçüncü aşamaya gelinmeden önce bazı fiziksel ve psikolojik değişikliklerin meydana gelerek evrim sürecine etki ettikleridir. Yani varyasyonlar ve adaptasyonlar aslında doğal seçilimin bir sonucu değildir. Özetlemek gerekirse gelişimsel sistemlere yönelik yaklaşımlar ve gelişimsel psikoloji kuramları evrim ile gelişim kavramlarının arasındaki ilişkinin tanımına göre şekillenmiştir diyebiliriz. 1900’lü yılların başında ortaya çıkan evrimsel psikoloji ve evrimsel gelişimsel psikoloji kavramları genetik determinizm ile ilgili kavramların bağlantısı çerçevesinde ortaya çıkmıştır.
Genetik modellemelerde evrimin davranışsal değişikliklere sebep olduğu kültürün de bireyin gelişimsel adaptasyonlarını etkilediği öne sürülmüştür. Gelişim ve evrim kavramlarını bir araya getiren bu perspektif sosyobiyolojik ve etolojik yaklaşımlara bağlı olarak ortaya çıkmış ancak neo-Darwin üst kuramı çerçevesinde gelişmiştir. Bu perspektife dair pek çok eleştiri olmuş ve evrimsel ve gelişimsel – evrimsel psikoloji alanında bazı problemler olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden biz de bu tartışmalı konuya odaklanacağız ve şimdi neo-Darwin üst kuramının geleneksel gelişim alanında nasıl yankı bulduğunu inceleyeceğiz. GELİŞİM VE YAKLAŞIMLAR
EVRİM:
AYRIMCI
Neo-Darwin üst kuramı farklı çevrelerde neoDarwin sentez ya da modern sentez olarak da adlandırılmaktadır. Bu model 1940 yılında klasik Darwinizim olarak adlandırılan kuram ile Mendel genetiğinin bir araya gelmesi ile ortaya çıkmıştır.
Günümüzde bu yaklaşıma modern denmesi ironik olarak algılanabilir çünkü bu yaklaşım bundan 60 yıl önce üretilmiştir. Bu sentezin tesadüfi değişim ve doğal seçilim ikilisi arasında olduğu bilinmektedir. Bu yaklaşım ortaya çıktığından beri “iç” ve “dış” kavramları arasında bir ayrım yapılmıştır. Evrimciler için mutasyon çevreye yani dış koşullara bağlıdır ancak genetikçilere göre mutasyon kişinin genlerine yani iç koşullarına bağlıdır. Bu şekilde iç ve dış konusunda bir ayrılık olduğu için neo-Darwin sentez yaklaşımında evrimsel değişiklik bir dönüşüm değil de bir varyasyon olarak algılanmaktadır. Neo-Darwin üst kuramı çerçevesinde genlerin “bilgi toplayarak”, “talimatlar vererek” ve ya “programlayarak” fenotipleri oluşturduğu düşünülür. Genlerin bağımsız birer havuz olduğu ve sağladığı akış ile insanları şekillendirdiğine inanılır. Bu bağımsız genler de değişerek fenotipleri oluştururlar. Bu üst kuram pek çok metaforun oluşmasına sebep olmuştur.
Bunlardan en önemlisi de genlerin “bean bag” olarak adlandırıldığı konsepttir. Bu konsepte göre içsel değişiklikler tesadüfi değişimlere ve dışsal değişiklikler değişikliğin görüntüsünü belirleyen doğal seçilime neden olurlar. Bu yaklaşımla ilgili odaklanılması gereken iki nokta vardır. Birincisi biyolojik nedenleri oluşturan prototip (içsel) ve sosyo kültürel nedenleri oluşturan prototipin (dışsal) birbirinden ayrı olmasıdır. Bu ayrımcı modelde nedensellik doğrusaldır. Nedenlerin bağımsız olarak ortaya çıktıkları söylenebilir. İkinci nokta ise evrimin bir varyasyon olarak algılanması ve bunun sonucunun da “adaptasyon” olduğunun söylenmesidir. Adaptasyon “alışma” olarak tanımlanır ve bağımsız bir şekilde uyum süreci olarak algılanır. Özetlemek gerekirse neo – Darwin sentez tarafından tanımlanan evrimsel üst kuram gen havuzundan seçilen genlerin dış çevrede pek çok problemi çözmek için kullanılabileceğine ve bunun da bir adaptasyon süreci olarak algılanabileceğini söyler.
Bu adaptasyon süje ve objeyi, genler ve çevre olarak tanımlayarak dışsal ya da içsel tüm elementlerin tesadüfi olarak ortaya çıktığını söyler. Adaptasyonun herhangi bir organizasyonu yoktur. Neo-Darwin sentez üst kuramının gelişimsel değişiklik alanında pek çok uygulaması vardır. Aşağıda vereceğimiz başlıklar da neo-Darwin üst kuramının gelişimsel alanda düşünme şeklini, problemleri, teorileri, konseptleri ve metodolojiyi nasıl etkilediğini görmenizi sağlamak için özellikle seçilmiş örneklerdir. Ayrımcı Neo-Darwin Üst Kuramının Gelişimsel Uygulamalar Üzerindeki Etkisi Bu evrimsel üst kuramın gelişimsel anlayış üzerindeki etkisini anlatırken vereceğimiz ilk örnek çok iyi bilinen doğuştan /yetiştirilme tarzından konusu olacaktır. Neo-Darwin üst kuramı her ne kadar doğuştan / yetiştirilme tarzından karşıtlığına direkt bir yorum yapmıyor olsa da bu konu üzerinde etkisi vardır.
Neo-Darwin üst kuramı çerçevesinde incelendiğinde, bu üst kuramın ortaya çıkarttığı içsel sebepler yani biyoloji doğuştan olarak kabul edilebilir ve dışsal sebepler yani sosyo kültürel etkenler ise yetiştirilme tarzı olarak alınabilir. Davranışsal ya da karakteristik değişiklikler bu üst kuram çerçevesinde nedensellikle açıklandığı için burada akıllara hangi etken bir diğerinin değişmesine sebep oluyor ve hangi etken hangi oranda etkili oluyor sorular gelecektir. Bu kuram çerçevesinde incelenen doğuştan / yetiştirilme tarzından konusuna bir çözüm getirebilmek için de bağımsız parçaların farklı stratejiler ele alınarak incelenmesi gerekmektedir. Bu stratejiler arasında ilk olarak biyolojik determinizm vardır. Biyolojik determinizm davranışsal değişikliklerin içsel etkenlere yani genlere bağlı olarak ortaya çıktığını savunur. Örneğin şiddet insanın içindedir ve sosyo kültürel etkenler bu geni tetiklediğinde şiddet ortaya çıkar, der.
Bir diğer strateji olan sosyal determinizm ise davranışsal değişikliklerin dış etkenlere yani sosyo kültürel elementlere bağlı olarak ortaya çıktığını söyler. Burada iki strateji birbirine zıttır ancak bu ikilik neo-Darwin üst kuramında fonksiyonel gerçekliği ortaya çıkartmaktadır. Bu değerlendirmede kullanılabilecek üçüncül strateji ise geleneksel karşılaştırmacılıktır. İkilik ya da zıtlıklar bize belli bir değerlendirme düzlemi oluştursa da bu strateji ile bu reddedilir ve her bir karakteristik özelliğin onları etkileyen her faktöre göre değerlendirilmesi gerektiği konusunda ısrar eder. Ve bu noktada kullanılabilecek son strateji ise biyolojik ve sosyolojik etkileşim stratejisidir. Bu noktada iki kavramın birbirini doğurduğu ve ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği savunulur. Burada kullanılabilecek stratejilerin hiçbir tek başına doğuştan / yetiştirilme tarzından sorununa kesin çözüm sunamamıştır. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken en önemli nokta geleneksel çözümler her zaman sebep sonuç ilişkisi kuran çözümler iken neo-
Darwin sentez üst kuramı ile doğuştan ve yetiştirilme tarzından kavramları ayrı ayrı değerlendirilmiş, daha sonra da bu iki kavramın birbirlerine olan etkileri incelenmiştir. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi neo-Darwin üst kuramı değişim düzlemlerine (bebeklikten çocukluğa ve çocukluktan yetişkinliğe oluşan düşünce değişiklikleri, karakteristik özelliklerde ortaya çıkan değişiklikler, duygusal tepkimelerle ilgili oluşan değişiklikler) tartışma konuları olarak yaklaşmaz ve her bir konuyu ayrı ayrı ikinci olgusallar olarak değerlendirir. Neo-Darwin üst kuramı genellemeler yaparken her zaman içsel sebeplerin (doğal) davranışsal değişikliklere kaynak olacağını ve dışsal sebeplerin (dış çevre) bu davranışsal değişiklikleri şekillendireceğini söyler. Bu bağlamda gelişimsel alanda yaptığı etkiler de bu yönde olmuş ve gelişimsel alanda sorun olan, tartışma yaratan pek çok konuyu bu düzlemde yeniden değerlendirmiştir. Dönüşümsel veya morfolojik değişiklikleri temel gelişim düzleminden ayrı tutarak sorunsalları türlerine
ayırmanın sadece yüzeydekine olacağını söylemiştir.
odaklanmak
Ayrımcı Neo – Darwin Üst Kuramı: Kusurlu bir Değişiklik Düzlemi Değerlendirmesi mi? Az önceki bölümde verilen örneklerle birlikte bu üst kuramın gelişimsel değişiklikle ilgili açıklamaları nasıl etkilediğini size gösterdik. Şimdi de bu üst kuramın kapasitesi ve özellikleriyle ilgili daha detaylı bilgi vereceğiz. Değişim ve dönüşüm arasındaki ayrım neoDarwin üst kuramının önemli özelliklerinden biridir ve sosyal bilim incelemelerinde bu paradoksun etkileri görülür: Bir yandan gelişimsel psikoloji alanında çalışan pek çok psikolog neo-Darwin üst kuramını benimserken diğer yandan da pek çok psikolog biyolojik ve evrimsel değişikliklerin bu yaklaşımda doğru değerlendirilmediğini savunmaktadır.
Bu üst kuramın kusurlu bir değerlendirme yöntemine sahip olduğunu savunan psikologlar bunun sebebini neo-Darwin üst kuramının gelişimsel değişiklikleri doğru aktaramadığına inanırlar. Bu eleştirelin altında yatan ise gelişimsel değişimin daha önce dönüşümsel olarak tanımlanmış olmasıdır. Bu üst kuramı eleştirenler aslında Darwin teorilerine karşı değildirler ancak bu üst kuramın geliştirilmesini istemektedirler. Evrimsel biyologlar, gelişimsel biyologlar, nörobiyologlar, genetikçiler, paleontologlar, antropologlar ve psikologlar bu konuda pek çok farklı fikir ortaya attılar ancak şu noktada aynı kanıya vardılar. “Bireyin araştırmak istediği konuda yaptığı analizin seviyesine bakılmaksızın organizasyon, sistem, yapı ya da formun evrimsel sentezinin yapılması ve araştırmacı bu araştırma için mutlaka bir yaklaşım seçmelidir.” dediler. Bu ortak kanının ardından neo-Darwin üst kuramının geliştirilmesi için neo-Darwin üst kuramında bulunan içsel ve dışsal etkenlerin
bireyi doğal seleksiyona uğratarak adaptasyona zorladığı düşüncesinin yerini bireyi etkileyen biyolojik ve sosyo kültürel etkenlerin birlikte değerlendirdiği bir model aldı. Bu bağıntılı değerlendirme ya da model araştırmacının araştırma yaptığı konu dâhilinde bir tarafa daha yakın kalarak gerçekçi bir değerlendirme yapmasını sağladı. Bu bağıntılı modeli ilk kullanan araştırmacı Jean Piaget’dir. Modern evrimsel revizyonist görüşe sahip Piaget organizasyon ve adaptasyon kutuplarını aynı düzlemin birer parçası olarak düşündü ve bağıntılı düzlem modelini araştırmalarında kullandı. Özetlemek gerekirse neo-Darwin “modern sentez” üst kuramı gelişimsel araştırmaları etkileyen bir üst kuramdır ve zamanla pek çok özelliğinde değişiklikler meydana gelmiştir. Ve bağıntılı model ile geliştirildikten sonra çağdaş gelişim kuramlarında bile kullanılmaya devam etmektedir. GELİŞİM ODAKLI EYLEM ŞEKİLLENEN ÜST KURAM
ile
Bu bölümde bağıntılı üst kuram özelliklerini gösteren ama uygulamada bağıntılı teori ile gelişimsel sistemler arasında bir yerde konumlanan üst kuramı tanımlayacağız. Bu üst kuram bağıntılı üst kuramın geliştirilmesi amacıyla tasarlanmıştır. Önemli gelişimsel konseptlerin geliştirilmesini sağlamış ve gelişimin doğası ile fonksiyonu konusunda gelişimsel analizler yapılmasına olanak tanımıştır. Bütünleştirme Gelişim odaklı eylem ile şekillenen yaklaşımı tanımlamak için pek çok farklı terim kullanılabilir. Bu terimlerin hepsi birbirine bağlı prensipleri simgeler. Bütünleştirme bu prensiplerin merkezinde bulunur çünkü bütünleştirme biyolojik, sosyo kültürel ve birey merkezli psikolojik araştırmaları birbirine bir köprü gibi bağlayan prensiptir. Uzun yıllardan beri gelişimsel araştırma çalışmaları dünyada gittikçe önem kazanmaktadır. 1980’li yılların başından itibaren
ise bu çalışmalar ayrımcı ve bağıntılı üst kuramlar çerçevesinde şekillenmeye başlamıştır. Bunun sonucunda ise yapılan çalışmaların bazıları biyolojik odaklı, bazıları kültürel odaklı bazıları ise birey odaklı bir konumdadırlar. Bu araştırmaların ortak yönü ise psikolojik süjenin eylemselliği dâhilinde bütünleştirme prensibine uygun olmalarıdır. Bütünleştirme bedenimizin psikolojimiz ile birlikte değerlendirilmesidir. Bireyi ayrı ayrı özellikleriyle değerlendiren bir prensip değildir bütünleştirme. Aynı şekilde bireyin davranışlarının genlerinden, beyninden ya da kültüründen kaynaklı olduğunu da iddia etmez. Davranışların dünyada kendine bir yer edinen bireyin tüm özelliklerinden kaynaklandığını söyler. Bütünleştirme konsepti ilk olarak psikolog Maurice Merleau Ponty tarafından ortaya atılmıştır ve prensip ilk kez bir araştırmada kullanıldığında biyolojik ve sosyal etkenlerin davranış üzerindeki etkisi bağıntılı olarak değerlendirilmiştir.
Bütünleştirme algı, düşünme, hissetme, isteme yani dünyayı algılayış ve tecrübe ediş şeklimizi ifade eden davranışlar bütününün eylemselliğimiz ile birlikte değerlendirilmesidir. Bu konuda Jhonson söyle der: “İnsan canlı bir yaratıktır. Dünyada yaşadığımız tecrübeler ve bu tecrübeleri algılayışımız ile birlikte çeşitli alışkanlıklar geliştiriyoruz.” Bağıntılı konsept dâhilinde ortaya çıkan bütünleştirme prensibine göre fiziksel bedenimiz hem sosyo kültürel hem de biyolojik etmenlerle birlikte değerlendirilmeli ve aynı zamanda da tüm bunların psikolojimize etkisi hesaba katılmalıdır. Bağıntılı perspektiften bakıldığında bütünleştirme tüm araştırmalarda temel olarak alınması gereken noktalar arasında bir köprü niteliğindedir ve daha önce de bahsettiğimiz, ayrımcılık, temellendirme, parçalama, atomizmi ve indergeyicilik görüşlerini de bir pota altında toplar. Biyolojik Bütünleştirme
Çağdaş sinir bilim biyolojinin psikolojik bazı sorunları çözmede kullanılması ile birlikte bütünleştirme prensibini önemsemeye ve araştırmalarında kullanmaya başlamıştır. Mesela, Antonio Damasio duyguların nörolojik yapısını araştırırken bütünleştirme prensibinden yararlanarak biyolojik – psikolojik bir araştırma yapmış ve bilişsel, duygusal ve motivasyonel sistemleri genetik modülleri çerçevesinde değerlendirmiştir. Sosyokültürel Bütünleştirme Bütünleştirme prensibinin kültürel yönü yani kültürel sentez bağıntılı üst kuram perspektifinden değerlendirildiğinde insanın konuşma, iletişim ve söylevi birlikte alınır. Gelişimsel alanda sosyokültürel bütünleştirme prensibinin uygulanmaya başlanmasıyla kültür odaklı psikoloji alanı ortaya çıktı. Kültürel bütünleştirmenin odak noktası “Ben ve Bedenimdir” ve kültürel bütünleştirme dâhilinde insan hem eylemselliğini gerçekleştiren bedeni hem de algısını ortaya çıkartan psikolojik durumu ile değerlendirilir.
Birey Merkezli Bütünleştirme, Eylem ve Gelişim Birey merkezli bütünleştirme gelişim psikolojisine dâhil edilen tüm elementlerin birlikte değerlendirilmesidir. Bu sentezin odak noktası psikolojik süreçlerdir ve bu süreçleri hem teorik hem de ampirik yönden değerlendirir. Bu yaklaşım gelişimsel araştırmalarda kullanılan beş önemli temel elementi içerir: birey, eylemin gerçekleştiricisi, eylem, tecrübe ve tüm bunların birleştiği bütüncül birey. Bu konseptleri detaylı bir şekilde işlemeden önce kısaca birey merkezli bütünleştirme prensibinden doğan diğer yaklaşımları inceleyelim. Değişken ve Birey Merkezli Yaklaşım Değişken yaklaşımları birey merkezli prensip çerçevesinde ortaya çıkan değişkenlere odaklanır: biyolojik, kültürel ve bireysel değişkenler. Bu değişkenlerin davranış şekillerine etkisi olduğunu savunur. Değişken yaklaşımı ve birey merkezli yaklaşım arasındaki fark araştırmanın temel odaklarıdır.
Birey merkezli yaklaşımda bireyin tüm psikolojik mekanizmalarına odaklanılır ve bu mekanizmalar ile davranış şekilleri açıklanmaya çalışır. Ancak değişken merkezli yaklaşımda odak noktası psikolojik mekanizmaların bir dönüşüm sürecine girmesi ve bu sürecin tetiklenmesine sebep olan etkenlerdir. Bu bağlamda değişken merkezli yaklaşım ile birey merkezli yaklaşım konsept farkı olan iki benzer yaklaşımdır. Birey merkezli yaklaşımda biyolojik ve kültürel etkenlerin sentezlenerek araştırılması ve gelişimsel psikoloji alanının temel noktaları olarak biyoloji, kültür ile söylevin birlikte değerlendirilmesi oldukça yararlıdır. Değişken merkezli yaklaşım bu noktada yardımcı bir yaklaşım olarak da görülebilir. Birey merkezli yaklaşımın bir diğer bir yararı da bu yaklaşımın perspektifinin tamamlayıcı olmasıdır. Bu yaklaşım tamamlayıcı perspektifi sayesinde hem sözlü – sözsüz hem de içe dönük – dışa dönük iletişim şekillerini de birlikte ele alır. Ayrımcı yaklaşımların aksine bilişsel, duygusal
ve çağrısal sistemleri bir düzlemde değerlendirir. Birey merkezli yaklaşımın üçüncü yararı ise psikolojik anlamda algılama süreçlerimizi araştırmada oldukça etkili olmasıdır. Birey merkezli yaklaşımın yararlarına değindikten sonra bu bağlamda ortaya çıkan birey, eylemin gerçekleştiricisi (Fail), eylem, tecrübe ve bütüncül birey elementlerin üst kuramsal tanımlarına geçeceğiz. Birey – Fail Birey ve fail bir bütünün analizi için gerekli iki tamamlayıcı elementtir. Birey psikolojik konseptleri olan, bilinçli istekleri olan, yorumlamaya açık ve belli bir farkındalığa sahip olandır. Fail ise eylemin gerçekleştiricisi ya da dinamik bir organizasyonun parçası konumundadır. Bir bütün olarak ele alındığında birey – fail formu zihnin bir psikolojik üst kuram dâhilinde oluşan özüdür. Bu bağlamda zihin bilişsel, duygusal ve hem çağrısal hem de motivasyonel bir anlayıştır diyebiliriz.
Burada önemli olan ve altı çizilmesi gereken nokta birey merkezli yaklaşıma göre zihin bilinç olarak ifade edilmiştir ancak oluşturulan teoride bu bilincin duyguları, arzuları, istekleri ve bilişsel süreçleri olan bir bilinç olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca zihnin yeri bu yaklaşım içerisinde biyolojik – sosyo kültürel bir düzlemde açıklanmıştır. Birey merkezli yaklaşıma göre zihin hem biyolojik hem de sosyo kültürel olguların arasındaki bir köprü görevini taşımaktadır. Eylem, Niyet, Davranış Birey – fail birey geleneksel yaklaşıma göre eylemin gerçekleştiricisidir ancak birey merkezli yaklaşım bu iki kavramı ayrı ayrı açıklamıştır. Fail bir insan organizması gibi tanımlanmamalı bunun yerine eylemin gerçekleştiricisi ve bir dinamik sistemin parçası olarak tanımlanmalıdır, der. Birey merkezli yaklaşıma göre birey ise niyetleri ile hareket edendir. Bu yaklaşıma göre tüm hareketlerin bir niyeti vardır ancak bunların bazıları bilinçli bazılarıysa bilinçsiz olarak gerçekleştir.
Eylem de genellikle davranış kavramından ayrı değerlendirilir. Eylem bir niyete yönelik olarak gerçekleştirilirken davranış ise daha çok bir tepki ya da cevap niteliğindedir. Eylemin gelişimsel zihinde en az üç temel fonksiyonu vardır. İlki bilişsel – duygusal – çağrısal anlamdadır. Bu ilk fonksiyon oldukça önemlidir çünkü bağıntılı konseptte oldukça önemli bir yeri vardır. İkincil fonksiyon ise eylemin sözsüz iletişimdeki önemini belirten fonksiyondur. İletişim, diyalog, söylem ve problem çözme kavramları her zaman bireysel organizasyon sistemlerine bağlıdır ve bireysel organizasyon sistemleri eylemlerin niyetli bir şekilde davranışa dönüşmesi ya da istemsizce oluşmasını yönetirler. Mesela tamamen niyetli bir şekilde gerçekleştirilen eylemin yansıttığı davranış dünyada gerçekçi bir şekilde anlam bulur. Kısmen niyetli bir şekilde gerçekleştirilen eylemin yansıttığı davranış ise çeşitli anlamlara sahip olabilir.
Bu bağlamda uyum sürecini ele alacak olursak uyum süreci bireysel sistemlerin yeniden organize edilmesine ve yeniden organize edilen davranışların farklı anlamlara sahip olmasına neden olur. Tecrübe ve Eylem Tecrübe etme, eylemin en önemli özelliklerinden biridir ve bu iki kavram belli bir döngüde ilerlerler. Eylem tüm psikolojik gelişimlerin genel mekanizmasını tanımlar. Birey merkezli gelişim yaklaşımı çerçevesinde bakacak olursak bireyin her türlü eylemi gelişimi ifade eder. Ancak bu üst kuramsal yaklaşım teori düzeyinde farklı şekillerde anlaşılmaktadır. Eğer eylemin gelişimin genel mekanizması olduğu iddia ediliyorsa eylem ve tecrübenin aslında benzer konseptler olduğu düşüncesine göre bu yaklaşımın yeniden kurgulanması gerekebilir. Böylesi bir durumda eğer eylem gelişimin genel mekanizması ise tecrübe de aynı şekilde
gelişimin genel mekanizmasıdır denebilir. Bir başka deyişle tüm gelişim süreci tecrübeler ışığında yaşanıyor da diyebiliriz. Ancak bu tanımda tecrübenin sosyokültürel mi yoksa biyolojik mi olduğunu belirtmek gerekecektir. Aslında tecrübe dediğimiz şey hem biyolojik hem sosyokültürel bir olgudur. Birey merkezli yaklaşım ışığında söylemek gerekirse tecrübe dünyayı keşfetme, gözlemleme ve uygulamaya geçme halidir ancak bu kavrama farklı bir bakış açısıyla yaklaşıldığında tecrübenin bireyi eylem haline geçiren bir etken olduğu da söylenebilir. Gelişimsel psikoloji tarihinde ayrımcı üst kuram çerçevesinde bu kavramın tanımı ve kullanım şekli genellikle belirtilmemiştir. Bunun sonucunda da tecrübe kavramı sadece basit bir kışkırtıcı gibi düşünülmüştür. Burada tecrübenin ayrımcı anlayış çerçevesinde tanımlanmamış olması ile doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı soruları ile ortaya çıkan verimsiz tartışmaya geri dönüyoruz. Ayrıca bu tartışmanın dallanıp budaklanması ile “içsel
olgunlaşma” mı “biyolojik olgunlaşma” mı soruları da ortaya çıkmıştır. Ancak birey merkezli yaklaşıma göre düşünerek tecrübeyi hem doğal hem de sosyal bir olgu olarak görürsek tüm bu sorular ortadan kaybolacaktır. Birey merkezli tecrübe hem biyolojik hem de sosyolojik bir düzlemde ortaya çıkar. Bu da bireyin DNA’sından anne karnındaki dokuz aylık hayat tecrübesine kadar pek çok etkenin davranışları etkileyebileceği soncuna götürüyor bizi. Sonuç olarak, gelişimin tecrübe ile gerçekleştiğini söylemek gelişimin hem biyolojik hem de sosyolojik tecrübelere dayandığı gerçeğini inkâr etmemizi gerektirmez. Burada inkâr edilmesi gereken gelişime tek bir bakış açısıyla yaklaşılması gerektiğidir. Bireyin – Failin Gelişimi Bireyin – failin psikolojik gelişimi hem sosyokültürel hem de biyolojik ortamda gerçekleşir. Burada bireyin davranışlarının hem çevresine hem de nörobiyolojik durumuna bağlı
olduğunu söyleyebiliriz. Yani bilinç dediğimiz kavram bu tür etkenlerin ortaya çıkarttığı eylemler sisteminin bir ürünüdür. Özetlemek gerekirse birey merkezli gelişimsel eylem üst kuramının özü zihnin, bilincin (bilgi, inançlar), duyguların (hislerin) ve çağrısal ya da motivasyonel isteklerin (arzular) meydana getirdiği bir kavram olarak tanımlanmasında yatar. Bu yaklaşıma göre zihin uyum süreçlerine göre dünyayı kendi anladığı gibi algılar. Ancak bu noktada tanımda halen bir eksiklik vardır o da bu tanımın birey ile bütünleşmemiş olmasıdır. Bireyin – Failin Şekillendirdiği Eylemler Burada birey ya da fail eylemin kaynağıdır ama eylem bütüncül bir olgudur. Daha önce de bahsettiğimiz üzere bütüncüllük ilkesi hayatı algılayış şeklimizin anlayışımıza, düşünme biçimimize ya da duygularımıza bağlı olduğu kadar bedenimize yani biyolojik özelliklerimize de bağlı olduğunu ifade eden bir ilkedir. Bu bağlamda fail eylemin gerçekleştiricisi olarak bu eylemi fiziki doğasına göre gerçekleştirir.
Ancak bireye bakıldığında birey bu eylemi gerçekleştirirken bir niyete sahiptir. Niyeti bu bağlamda sadece psikolojik bir simge gibi göstermemiz mümkün değildir. Niyet kavramı bilincin en alt seviyesinde ortaya çıkan psikolojik sistemin bir parçasıdır. Psikopatoloji alanında çalışmalar yapan R.D Laing, Donald Winnicot ve Thomas Ogden birey – fail ilişkisinin gelişimi anlama açısından psikopatolojinin konusu olduğunu söylemişlerdir. Yapılan bu çalışmaların en önemli noktası algının hem sosyokültürel hem de biyolojik seviyede gerçekleştiğinin kabul edilmesidir. Bu da uygulama alanına uyarlandığında bireyin dünyayı “ben” ve “diğerleri” olarak algıladığı gerçeğini ortaya çıkartmıştır. Algısal fonksiyonları, sembolik, yansıtıcı ve yarı yansıtıcı olarak sınıflayan Lakoff ve Johnson bütüncüllüğü derinlemesine araştıran bilim adamlarından en bilinenledir. Lakoff ve Johnson bütüncüllüğün sadece birey – fail kavramlarında değil insana ilişkin her kavramda ortaya çıktığını
söyleyerek insanın “ben” ve “diğerleri” algısına işaret ederler. Bu yaklaşıma paralel bir yaklaşıma sahip olan Kainz ise insanın basit mantığının tüm kanunlarının “ben” ve “diğeri” kavramları üzerinden ilerlediğini söyler. Sonuç olarak tüm bu çalışma ve yaklaşımların ışığında 1999 yılında Liben çocukların uzamsal sembolik ve yansıtıcı anlayışlarının gelişimi üzerinde çalışmalarına başladı. Ve bu çalışmaların sonucunda alandaki geleneksel kanının aksine çocukların da bütüncüllük ilkesi dâhilinde hem bedensel hem sosyokültürel seviyede araştırılması gerektiğini söyledi. EPISTEMOLOJİK PROBLEMLER
–
ONTOLOJİK
Bu bölümün geniş bir özetini yapacak olursak, gelişim konseptinin doğasını ve üst kuramların gelişmesini sağlayan ilgili konseptleri inceledik diyebiliriz. Burada incelediğimiz üst kuramlar arasında ayrımcı, bağıntılı, bütüncül ve gelişimsel sistemleri sayabiliriz. Bu bölümden
sonra ışık tutmak istediğimiz üst kuramsal bakış açısı ise epistemolojik ve ontolojik yaklaşımlar olacak. Metafizik felsefenin oldukça geniş inceleme alanına sahip bir yan kolu ve özellikle doğayı, kökenleri ve varoluşu inceliyor. Ontoloji metafiziğin gerçeklikle ilgilenen bir dalı, epistemoloji ise metafiziğin bilgi ile ilgilenen bir dalı ve neden, nereden biliyoruz sorularını soruyor. Epistemolojide, bilginin soru sorarak ve gözlem yapılarak elde edildiği düşünülüyor. Ontolojide ise gerçekliğin elde edilmesi için madde ve şekil sorgulanıyor. Eğer ontolojide gerçeklik kavramını ele alacak olursak burada madde ve şekil ayrımının ayrımcı yaklaşım ile bir dikotomi yaratılarak incelendiğini fark ediyoruz. Bu şekilde madde ve formun karşıtlığını öne çıkartarak yapılan incelemeye materyalist ontoloji denir. Bunun tam aksine madde ve şeklin bağıntılı olarak incelenmesine de idealist ontoloji denir. Ontolojik bağlamda sistem gerçeği bulmak için kurulmuştur, nöronlar gibi maddeler bu gerçeğin
sadece yansımasını oluşturur. Bu durumda “Toplum” bir gerçeklik ve “bireyler” bu gerçekliğin yansımasıdır. Bu bakış açısıyla bakıldığında ontolojide tek kesin, gerçektir diyebiliriz ve ontoloji bakış açısının bulunduğu araştırmalarda bunu görmek mümkündür. Plato, Aristoteles ve Bağıntılı Gelişimsel Gelenek Plato ve Aristoteles için ontoloji ve epistemoloji arasında hiçbir fark yoktu. Her ikisi de bilginin doğası konusuna odaklanıyordu. Her ikisi de dünyayı anlamak için soru sorma ve gözlem ya da madde ve şekil gibi kavramlar düzlemini kullanıyorlardı. Yine de bu noktada Plato epistemolojik yaklaşıma daha yakın, Aristoteles ise ontolojik yaklaşıma daha yakın durmuştur. Plato “İdealar” doktrinini yazarken de madde ve şeklin birlikte bulunduğunu belirtmiş ancak yine de gerçekliğin “İdea” olarak başka boyutunun da olduğunu söylemiştir. Aristoteles madde ve şeklin bağıntılı doğasının önemini vurgulamış. Var olmanın gerçekliğin kriteri olmadığını
söylemiştir. Aristoteles madde ve şeklin birlikte gerçekliği oluşturduğunu düşünüyordu. Plato, modern zamanlarda maddenin özü konusundaki araştırması ile tanınır. Bu araştırmasında maddenin doğasını konu edinmiştir. Bu araştırma günümüzdeki “yapı” ve “organizasyon” kavramlarının temelini atmıştır. Aristoteles’in bağıntılı varoluş anlayışı da “potansiyel” ve “gerçeklik” kavramlarıyla anılır. Aristoteles’in ortaya çıkarttığı bu kavramlar gelişimsel değişikliklere ilgili yaklaşımlara büyük katkı sağlamıştır. Çağdaşlık ve Ayrımcı Geleneğin Yükselişi 17. yüzyılda modern çağın ya da çağdaşlığın başlaması ile ayrımcı üst kuram tarih yolculuğuna başladı. Çağdaşlık anlayışı bilginin kesinliği araştırılmaya başlandığında özgür düşünce kavramı ile birlikte ortaya çıktı. Özgür düşüncenin ortaya çıkması için dogmalardan arınılması gerektiği söylendi. Bu anlayışın yaygınlaşmasını sağlayan filozoflar, Galilei Galileo, Descartes ve Thomas Hobbes’du. Bu üç
filozofun arasında Descartes ayrımcı üst kuramı en çok etkileyen kişi oldu. Descartes ayrımcılık ve temellendirme yaklaşımlarının epistemolojik konsept dâhilinde ortaya çıkmasını sağladı. Doğuştan ve yetiştirilme tarzından; idealizm ve materyalizm; soru sorma ve gözlem; süje ve obje; süreklilik ve değişim; biyoloji ve kültür gibi ikilikler bu düşünce şekline bağlı olarak ortaya çıktı. Descartes ikilikleri ve ayrımcılığı ortaya attıktan sonra belli bir süre sonra araştırmalarda bu ikiliklerin nasıl birlikte değerlendirileceği sorusu ortaya çıktı. Eğer ayrımcılık ile tüm elementler ayrıştırılarak incelendiyse mutlaka birlikte de incelenmeleri gerekliydi. Descartes bu soruna “etkileşimcilik” kavramını ortaya atarak çözüm aradı. Bu çözüm sayesinde önce ayrıştırılarak incelenen elementlerin daha sonra da aralarındaki bağın bulunması sağlanıyordu. Deneycilik, Materyalizm ve Objektivizm
Ayrımcılık ve temellendirmecilik anlayışları çağdaş ayrımcı geleneğin temellerini oluşturdu. Ancak doğanın özel konularına ayrılarak incelenmesi halen bir sorundu. Bu durumda tüm bu sorunların ortadan kaldırılması amacıyla ikilikler bir kenara bırakıldı ve atomcu madde anlayışı ontolojik yaklaşım çerçevesinde ortaya çıktı. Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. yüzyılda, Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözüne karşılık deneyci görüş ortaya çıktı. Jhon Locke, George Berkeley ve David Hume bu sözün sadece hislerle ortaya atıldığını vurguladılar, bu şekilde hislerin öne çıktığı bir ortamda gerçeği bulmak onlara göre imkânsızdı. Ve yapılması gerekenin gerçekleri neden sonuç ilişkisine, bilimsel bir düzleme oturtmak olduğunu söylediler. Bu görüşü takiben gerçeğin sadece bağımsız bir zihin sayesinde bulunabileceğini söyleyen objektivizm görüşü ortaya çıktı.
Bu üç yaklaşımın ortaya çıkması ile birlikte “mekanik açıklama” olarak adlandırılan bilimsel üst kuramın oluşması için epistemolojik temeller atılmış oldu. Bu üst kuramı kitabımızın sonraki kısımlarında irdeleyeceğiz. 18. yüzyıl deneycileri bilişsel problemlere odaklanmış olsalar da 19. yüzyılda Yararcı filozoflar Jeremy Bentham, John Stuart Mill ve Alexander Baine yeni bir doktrin yayınlayarak paradigmalarını değerler, ahlak ve politika üzerine dayandırdılar. Daha sonra deneysel psikoloji alanında çalışan Wundt ve Titchener bu doktrini dikkate alarak çalışmalarına devam ettiler. Bu alanda yapılan çalışmalarla birlikte gelişim konseptlerinde “duygular” kavramlarının yerini “uyarıcı” ve “tepki” aldı. 20. yüzyılda ayrımcı gelenek gelişimsel araştırmalar da dâhil olmak üzere pek çok alanda etkisini gösterdi. Felsefe alanında bu gelenek Anglo-Amerikan analitik felsefesini etkiledi. Bu yaklaşım ile İngiltere’de “günlük dil” kavramı
ortaya çıktı. Amerika’da ise “tarafsız bilim dili” ile “gözlem cümleleri” kavramları ortaya çıktı. Çağdaşlık ve Bağıntılı Üst Kuramın Gelişimi İngiltere’de deneycilik ayrımcılık ve temellendirmecilik yaklaşımları çerçevesinde ilerlemesine devam etti. Almanya’da ise bağıntılı epistemolojik ve ontolojik problemler halen çözülememişti. Bu problemin çözümünde Leibniz’in farklı yaklaşımları öne çıkmaktadır. Leibniz’e göre epistemoloji evrenseldi. Bu perspektiften düşünerek Leibniz bağıntısal düzlemde epistemoloji ve ontolojiyi birleştirirdi, bilgiyi süje olarak varoluşu obje olarak kabul ettiğini söyledi. 20. yüzyılda filozof Ernst Cassirer Leibniz’in çalışmalarına devam etti ve Leibniz’in felsefesinde temel düşüncenin ne tek başına evrensellik ne de bireysellik olduğunu söyledi. Bu yaklaşımlar sadece bir arada düşünülebilirdi çünkü bu iki kavram birbirini yansıtıyordu. Leibniz
Leibniz ontolojik perspektifte ayrımcılık yaklaşımını benimsemeyi reddetti ve gerçekliğin doğasında değişim olduğunu söyledi. Leibniz Descartes’ın düalizmini ve Locke’un materyalist monizmini birleştirerek “çoğul evren” kavramını yarattı. Leibniz’in bu anlayışına göre evrenin temel birimine “monat” deniyordu. Monat her zaman aktif değişken bir birimdi ve bu birimin oluşturduğu elementlerin tamamı bize gerçeği veriyordu. Epistemolojik açıdan bakıldığında ise madde her zaman bir yerden bir yere ilerliyordu ve bu ilerlemenin bazı kuralları vardı. Leibniz’in rasyonalizmini kısaca bu şekilde tanımlayabiliriz. Bu anlayış Descartes’ın yaklaşımından çok daha farklıydı ve evrensel bazı kuralların varlığını kabul ediyor, tecrübe ile gözlemin birbirini tamamlayan parçalar olduğunu söylüyordu. Leibniz’in sisteminde analiz de yadsınmıyordu. Ancak analiz, senteze üstün de sayılmıyordu. Cassirer, Leibniz’in anlayışı için “bu anlayış sayesinde bütün çok daha farklı ve derinlikli bir
önem kazandı” demişti. Artık bütün mekanik değil organik olarak düşünülüyordu. Leibniz’in anlayışı aslında bağıntılı geleneğin bir uzantısıydı ve Cassirer bu anlayış ile hem olaylarım hem de düşüncenin doğasının anlaşılabileceğini söylemişti. Böylece bağıntılı kuram ontolojik ve epistemolojik alanda yer almaya başladı. Leibniz’in bu bağıntılı anlayışının önemi “bakış açısıydı”. Bu anlayışta bakış açısı parçadan bütüne doğruydu. Avrupa’da, Post modern dönemin çağdaş filozofları arasında bu bakış açısı oldukça etkili oldu. Bu bakış açısı sayesinde araştırmalarda “ufuk” kavramı ortaya çıktı. Bir araştırmada ufuk olarak adlandırılan kavram araştırmanın başından sonuna olan sürecini ifade ediyordu. Ufuk kavramı sayesinde çalışmalara farklı bakış açılarıyla yaklaşmak ve daha derinlikli araştırmalar yapmak mümkün oldu. Leibniz anlayışının gelişimsel etkilerinden bir diğeri de değişim ve organizasyon kavramlarının
durağanlık, sabitlik ve birliktelik kavramları kadar değer kazanması oldu. Durağanlık – değişkenlik, aktiflik - pasiflik ve organizasyon – birliktelik kavramları birlikte değerlendirilmeye başlandı. Bu bakış açısı sayesinde “Varoluş” kavramı da hem gelişimsel hem de felsefik araştırmaların konusu oldu. Var oluş üzerine yapılan çalışmalar Sokrates öncesi döneme kadar uzanıyordu ancak bu zamana kadar çalışmalarda aktiflik, değişim ve organizasyon kavramları üzerinde durulmuyordu. 18. yüzyılda Leibniz ontolojisi sayesinde varoluş kavramı insan, toplum ve doğa kavramlarıyla birlikte anılmaya başlandı. Ve yapılan çalışmalara Leibniz anlayışı çerçevesinde yaklaşılmaya uzunca bir süre devam edildi. Hegel 18. yüzyılın sonlarına doğru, “Varoluş” kavramıyla ilgili en önemli çalışmaları yapan ve adından sıkça söz ettiren filozoflardan biri Hegel’di. Hegel’e göre tarih dönüşümsel – dışa vurumcu değişikliği açıklamak için gerekli
dinamik bir büyüme süreciydi. Bu değişimin doğası diyalektik olarak adlandırılıyordu ve bu sürecin hem varyasyonel hem de dönüşümsel bir döngüsü olduğu düşünülüyordu. Diyalektik anlayışa göre dikotomiler değişikliklerin boyutlarına göre ayrılarak önemini yitiriyordu. 19. yüzyılda bu varoluş prensibi Comte, Marks, Spencer gibi sosyal teoriciler tarafından ilerletildi. Ve James Mark Baldwin bu anlamda gelişimsel psikolojiyi diyalektik kategorilere ayıran ilk filozof oldu. 20. yüzyılda Heinz Werner Hegel’in “Varoluş” prensibine göre kendi teorik yaklaşımını geliştirdi. Bu bağlamda evrensel prensipleri ya da kanunları açıklamak için dönüşümsel değişikliklerden yararlanmak gerektiğini iddia etti. Bunu ifade etmek için kullandığı ortogenetik prensibe göre “ne zaman bir gelişim süreci başlarsa o anda farklılaşma, vurgulama ve hiyerarşi de işin içine girer” dedi. Daha sonra tüm bu yaklaşımlardan yola çıkarak araştırmalarına devam eden psikolog Vygotsky’e göre “Gelişim süreci başladığında burada bir
dairesel döngüden değil spiral döngüden bahsetmek mümkündür çünkü her zaman aynı noktalardan geçerek devam edilmez bu süreçte her zaman bir adım öteye gidilir.” idi. Klasik gelişimsel teorileri benimseyen teoricilerin yanı sıra (Piaget ve Vygotsky gibi) dinamik teoriciler de “Varoluş” prensibine “farklılaşma”, “bütünleşme” ve “aktivite” kavramlarının da dâhil olduğunu kabul ettiler. Bu şekilde ilerleme kaydeden felsefe alanının etkileri tabii ki gelişimsel psikoloji alanına da yansıdı ve iki alan birbiriyle gittikçe daha fazla entegre olmaya başladı. Leibniz ve Hegel’den sonra varoluş prensibi ile ilgilenen ve bu kavrama büyük katkısı bulunan filozoflardan bir diğeri de Kant’tı. Kant’ın epistemolojik görüşüne göre bilgi edinimi için insanın şartları oldukça önemliydi ve Kant bu konuya odaklandı. Kant’ın bu görüşüne karşılık Hume doğru bilginin gözlemsel dünyada bulunamayacağını söyledi ancak Kant olumsal bilginin gözlemsel dünyada,
doğru bilginin ise zihnimizdeki düşüncelerde olduğunu söyledi. Kant Kant bağıntılı perspektifi benimsemişti ve doğru ile olumsal bilginin insan tecrübesinin önemli parçaları olduğuna inanıyordu. Ona göre asıl soru ayrımcı üst kuramın dayattığı gibi doğru bilginin olup olmadığı değildi. Asıl soru doğru bilgiyi tecrübe etmek için zihnin hangi durumda olması gerektiğiydi. Bunu araştırmak için Kant, Leibniz gibi bağıntılı konseptlerden yararlandı. Kant bu araştırma konuları dâhilinde yaptığı çalışmalarla var oluş geleneğine bağlı kalarak insan bilincinin felsefik bir taslağını çıkarttı. Kant’ın zihin tanımı üç dinamik sistemin birleşiminden oluşuyordu. Bu sistemlerin ilki algılanan bilginin uzay ve zamana göre kategorilere ayrıldığı sistemdi. İkincisi algının anlayış kategorilerine göre sentezlendiği sistemdi. Ve üçüncüsü zihinde sentezlenen algının hayal gücüne göre bilgiye dönüştürüldüğü sistemdi.
Zihnin bilgi edinimi için kullandığı bu üç sistemine ek olarak Kant “karar” kavramının da bir tanımını oluşturdu. Ona göre karar, insanın anlayış, hayal gücü ve sezgilere göre bilgiyi kullanması ve dünyada uygulamaya geçirmesiydi. Bu tanımlamalar ve açıklamalar daha sonra bilişsel gelişim alanında oldukça büyük faydalar sağladı. Bu yaklaşım ışığında bilişsel yetinin gelişimi ile bu yetiye erişme ve bu yetiyi uygulama kullanma becerisinin gelişim süreçlerinin birbirinden ayrılması sağlandı. Kant ve Analitik – Sentetik Ayrımı Her ne kadar Kant bağıntılı yaklaşım ışığında insan bilincinin taslağını çıkartmış olsa da; Kant’ın yaklaşımı ile ilgili bir diğer özellik bağıntılı gelişimsel gelenek ile ters düşüyor: bu özellik Kant’ın analitik – sentetik ayrımı. Burada analitiğin tanımı olarak kendi kendilerine bağımsız obje ya da olaylar diyebiliriz. Sentetik kavramının tanımı ise olayları ya da objeyi bilen kişinin onu algıladığı şekil.
Kant’ın gelişimsel araştırmalarda en çok etkisi görüldüğü durum doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı tartışmasıdır. Bu bağlamda Kant’ın taslağına göre insan zihni içsel kuralların bir bütünüdür, tarih ve kültürden tamamen uzakta bir resim olarak görülür. Hegel’in Zihin ve Doğayı Birlikte Ele Alan Bağıntılı Gelişimsel İncelemesi Hegel, Kant’ın ayrımcılığını bir kenara bırakmış ve bağıntılı üst kuram yaklaşımına geri dönmüştür. Bilgi dünyası ile gerçek objelerin aynı diyalektik düzlemde birbirleriyle ilintili kavramlar olduklarını söylemiştir. Bu bağlamda Hegel bilincin iki halini birbirinden ayırmıştır: 1) bilgi anı ve 2) gerçek anı. Bu iki anın birbiriyle bağıntılı olmadığını iddia eden Hegel’e göre bilgi edinimi süreci zamanla dönüşümsel değişikliğe uğrayan bir süreçtir. Hegel’in bu iddiası gelişimsel alanda oldukça etkili olmuştur.
Hegel’in çizdiği farklılaşma ve entegrasyon sistemleriyle büyüme süreci Kant’ın çizdiği sabit sistemden çok daha farklıdır. Çağdaş gelişimsel araştırma alanlarının çoğunda bu geleneklerin etkisi görülmektedir. Kant ve Hegel’in düşünce sistemlerindeki bu zıtlık etkili büyüme konusunda da bazı farklı düşünceler ortaya atılmasına sebep olmuştur ve “duygular kışkırtıcı etken değildir ancak duygular kişilik ve davranış için etken konumundadır” düşüncesi ile ilgili tartışmalar başlamıştır. Bu noktada Hegel düşünce sistemini ve Kant düşünce sistemini savunanlar etkili çocuk gelişimi konusunda farklı yaklaşımlar izlemektedirler. Kant düşünce sistemini benimseyenler bebek modellemesinde içgüdüsel basit duyguların ön planda olduğunu söylerler. Hegel düşünce sistemini benimseyenler ise bebeğin sosyal ve bilişsel hayatına başlamasıyla birlikte gerçek dünyada sosyal – bilişsel sistemlerinin birbirinden ayrılmadan değerlendirilmesi gerektiğini savunurlar.
Duygusal gelişim konusunda ortaya çıkan tartışmalar bilişsel ve duygusal gelişimin doğası konularında ortaya çıkan tartışmalarla paralellik göstermektedir. Bu tartışma aynı zamanda ayrımcı ve bağıntılı yaklaşımlara göre de ilerlemiştir. Ayrımcı yaklaşım doğuştan gelen özelliklerden bahsederek kendine bu şekilde bir sınır çizmiş, bağıntılı yaklaşım ise duyguları birer hayati işleyiş ögesi olarak göstermiştir. Sentetik Yapısalcılık ve Gerçekçilik Hegel’in yeniden tanımladığı zihin ve doğa kavramları sentetik yapısalcılık olarak anılan yaklaşımın temellerini attı. Yapısalcılık düşünce sistemi en geniş tanımıyla zihnin bilinen dünyanın yapılarını oluşturduğu düşünülen yaklaşımdır. Yapısalcılık bir diğer anlamıyla epistemolojik perspektiften bakıldığında kişinin her şeyi bilme halidir de diyebiliriz. Yapısalcılık yaklaşımı genellikle gerçekçilik yaklaşımının olarak düşünülmektedir. Bu noktada gerçekçilik düşünce sistemine göre
bildiğimiz dünya zihnimizde yarattığımız bağımsız dünyanın birebir yansımasıdır. Sentetik yapısalcılık yaklaşımına göre zihnimiz bildiğimiz dünyanın yapılarını oluşturur ama bildiğimiz dünya bu oluşum sürecinin bir yardımcı aktörüdür. Hegel’in düşünce sistemini takip eden bu görüşe göre alternatif bir objeler dünyası bulunmaktadır ve bu görüşü benimseyenler süjenin objeler dünyasını araştırma konusu edinmişlerdir. Bu yaklaşım ile birlikte insan gelişimi alanında aile teorileri ile ilgili bağıntılı araştırmalar yapılmaya başlandı ve Erikson’un ego teorisi, Piaget ve Werner’in bilişsel – duygusal teorileri bireyin psikolojik gelişimi araştırmalarında odak noktası oldu. Buna karşılık sentetik yapısalcı görüş gelişim süreci ile kültürel – biyolojik objeler arasında bir bağıntı olduğunu söylüyordu. Bu yüzden sentetik yapısalcılık görüşü ile iç ruhsal gelişim ve kişilerarası gelişim teorileri ortaya çıkmış oldu. Bu noktada bu farklı yaklaşımlar ışığında çalışan Piaget ile Vygotsky
iç ruhsal ve kişilerarası öncüleriydi diyebiliriz.
araştırmaların
Yorumbilim: Gadamer ve Bağıntılı Gelişim Geleneği Avrupa’da Hans George Gadamer ve Kuzey Amerika’da Charles Taylor Leibniz – Hegel bağıntılı gelişimsel felsefik geleneklerini benimseyen iki çağdaş filozoftur. Her ne kadar Gadamer de ve Taylor da Hegel’in düşünce sisteminin özelliklerini benimsemiş olsalar da, bu iki filozof da Hegel’in bağıntılı, gelişimsel ve sözlü – sözsüz, içe dönük – dışavurumcu eylem yaklaşımlarını geliştirmiştirler. Gadamer yorumbilimde, Taylor da bütüncüllük tartışmalarında oldukça etkili olmuştur. En geniş tanımıyla Yorumbilim anlamın yorumlandığı teori ya da felsefedir. Yorumbilimin kökenleri, dini metinlerin yorumlandığı klasik döneme kadar uzanmaktadır. Schleiermacher Romantik dönemde bu alanı geliştirmiş, daha sonra alanda yapılan çalışmalar problemlerin yorumu
konusuna odaklanmış ve yirminci yüzyılda da Yorumbilim insan bilimleri alanına girmiştir. Gadamer’in Yorumbilim yaklaşımı “evrensel yorumbilim” ya da “felsefik yorumbilim” olarak anılmaktadır. Bu yaklaşım bağıntılı gelişimsel üst kurama büyük oranda katkı yapmış ve “Bir şeyi anlamak nasıl mümkün olabilir?” sorusunun yanıtıyla ilgilenmiştir. Yorumbilim Döngüsü: Dönüşümsel Değişiklik Yorumbilim döngüsü Leibniz – Hegel bütüncüllük yaklaşımının bir koludur. Bu yaklaşımın neredeyse tüm ögeleri yorumbilim yaklaşımı ile aynıdır. Bu noktada tek fark bu anlayışın döngüsel harekete önem vermesidir. Bu yaklaşımda araştırmanın odak noktası bütünü döngüsel bir düzlemde incelemektir bu yüzden ilerleme yaklaşımda oldukça önemlidir. Bunun sebebi ise döngüsel bir süreçte ilerlemenin hiçbir zaman bitmeyecek olmasıdır. Ve burada bahsi geçen döngüsel süreç Hegel’in açık uçlu spiral bilgi edinimi döngüsü ile aynıdır.
Yorumbilim döngüsü gelişimsel araştırmalar için bir kaynak konsept niteliğindedir. Mesela araştırma konusu ontojenik değişimin dönüşümsel doğası olduğunda, yorumbilim döngüsü bu konuda Piaget’nin uyum teorisini değişim mekanizmasını açıklamak için kullanacaktır. Bir diğer örnekte ise araştırma konusu gelişimsel araştırma bağlamında bilimin doğası ise yorumbilim döngüsü bağıntılı bilimsel yaklaşımı dikkate alan üst kuramsal bir yaklaşım izleyecektir. Yorumbilim döngüsü yaklaşımı alanında çalışmalar yapan Gadamer, Heideger’i izleyerek bu yaklaşımın konsepti için bazı kuralları oluşturdu. Bu bağlamda; a) epistemoloji ve ontoloji bütünün anlaşılması amacı altında birlikte değerlendirilmeye başlandı, b) bağıntılı konsept dikkate alınarak bütünü incelerken hem varyasyonel hem de dönüşümsel değişiklikler birlikte değerlendirilmeye başlandı. Yorumbilim döngüsü kaynağını Leibniz – Hegel yaklaşım geleneğinden alıyordu, Gadamer bunu
her zaman kabul etti ve kendisini “Hegel’in varisi” olarak tanıttı. Ancak bu tanımlama Gadamer, Hegel’in evrensel ve bütüncül metafizik diyalektiği üzerinde araştırmalar yapmaya başladığında anlam kazandı. Gadamer’in yaklaşımı ile Hegel’in diyalektik yaklaşımı ilgi odağı olmaya devam etti ve ontolojik düzlemde diyalektik yaklaşımlar üzerine çalışmalar devam ettirildi. Marksist Ayrımcı Yaklaşım Karl Marx, Hegel’e hayran filozoflardan biriydi, düşünce yöntemini her zaman Leibniz – Hegel geleneğine dayandırırdı. Ancak Marx daha sonra düşüncenin kaynağını madde olarak görmeye başladı. Bu görüşü ile birlikte Marx ayrımcı geleneğe doğru yöneldi. Marx’ın diyalektik materyalizmi temellendirmeci görüşlerden biri sınıfına dâhil oldu ve bu yaklaşım dâhilinde gerçeğin kaynağı olarak zihinden bağımsız dünya görülmeye başlandı. Sosyal ve Biyolojik Yapısalcılık
Marksist ayrımcı yaklaşım başka bir tür yapısalcılık görüşü için temel oluşturdu ve sosyal yapısalcılık yaklaşımı ortaya çıktı. Bu yaklaşıma göre eğer madde dünyası eğer ayrıcalıklı bir ontolojik statüye sahipse o zaman sözsüz – sözlü iletişim türlerini içeren sosyal ilişkiler de sadece sosyal bir dünyada gerçek olabilirdi. Sosyal dünya ile düşünce dünyası iki ayrı kategoriye ayrıldıktan sonra sosyal dünyanın bilinen dünya olduğu görüşü ortaya atıldı. Böylece sosyal yapısalcılık ile sözlü – sözsüz iletişim türlerini kapsayan sosyal ilişkilerin gerçekleştiği bilinen bir dünyanın yapıları atılmış oldu. Bu alanda çalışmalar yapan George Herbert Mead “sosyal davranışçılık” araştırmaları yaptı. Aynı dönemde bu alanda çalışmalar yapan Vygotsky sosyal yapısalcılığın babası olarak görülür. Vygotsky sosyal yapısalcılık yaklaşımı çerçevesinde kişilerarası ve iç ruhsal alanda çalışmalar yapmıştır. Sosyal yapısalcılık yaklaşımı ayrımcı bakış açısına göre değerlendirildiğinde bu yaklaşımın
dikotomilere odaklandığını görebiliriz. Bu noktada sosyal yapısalcık bakış açısının karşısında duracak bir yaklaşıma ihtiyaç vardı ve biyolojik yapısalcılık ortaya çıkmış oldu. Bu yaklaşım kişinin sosyal yapısının bilinen dünyada sosyal ilişkilerini simgelediğini reddetmiyordu ancak insan genetiğinin insanın genel olarak doğasını anlamada ve temel özelliklerini anlamlandırmada daha etkin bir rol oynadığını savunuyordu. Bu yaklaşım modeli ile aileden alınan genlerin çocuğun fenotipinin belirlendiği ve büyüdüğü çevre ile de karakterinin belirlendiği düşünülmeye başlandı. Marksist ayrımcı gelenek Vygostky’nin öncülük ettiği yapısalcılık söylemlerinde etkili olduğu gibi diğer birçok yaklaşım üzerinde de etkili oldu. Bu yaklaşım özellikle epistemolojik – ontolojik düzlemde kişilerarası sosyal – kültürel özelliklerin gelişimi konusunda bazı teoriler üretmişti. Bu bağlamda Jurgen Habermas’ın “kritik teorisi” Marksist gelenek çerçevesinde üretilen en çağdaş teorilerden biridir.
Habermas ve Marksist Ayrımcı Gelenek Negatif yönden bir değerlendirme yapılacak olursa Habermas’ın çalışmaları dışavurumcu davranış göstergelerini dikkate almadan yapılan araştırmalardı. McCarthy’nin de söylediği üzere “Habermas’ın yaklaşımı ile ilgili anahtar kelime “süjenin felsefesi” olabilirdi çünkü bu yaklaşımda “bilinçlilik paradigması” reddediliyor, “iletişimsel eylem” kavramı öne çıkartılıyordu. Habermas kendi düşüncelerini tanımlarken bunu şöyle açıklıyordu, “sözlü – sözsüz iletişim ayrıcalıklı olarak görülerek paradigmalarda bir değişiklik söz konusu”. Pozitif açıdan bir değerlendirme yapılacak olursa ise Habermas geleneksel diyalektik yaklaşım bağlamında iletişim ve sosyal uygulama alanlarında süje – obje, kendi – diğeri, nedensellik - gözlem arasında ortaya çıkan gerginlikleri sona erdirmeyi amaçlıyordu. Ancak bu yaklaşım dâhilinde bu kavramlar arası gerginlik ortadan kaldırılırken dışa vurumcu – içe dönük kavramları arasında bir zıtlaşma meydana geldi. Yine de Habermas bu noktada
diyalektik gerginliğin olmadığını ve söz konusu odak noktasının sadece içe dönük düzlem olduğu konusunda ısrarcı davranıyordu. Bu şekilde sadece içe dönük düzlemin odak noktası olarak alınması gelişimsel araştırmalarda da ayrımcı yaklaşım bağlamında ancak tek yönlü çalışmalar yapılmasına neden oldu. Ayrımcı ve Bağıntılı Üst Kuramlar Işığında Kültür ve Gelişim Marksist ayrımcı gelenek kültür ve gelişim alanlarında etkisini büyük oranda göstermişti. Wertsch bu bağlamda kültürel gelişim yaklaşım teorisini üreterek bu konuya açıklık getirmeye çalışmıştır. “Evrensel zihinsel fonksiyon” konusuna odaklanarak gelişimsel çalışmalarına başlamış ve daha sonra da “sosyokültürel özellikler” konusuna odaklanmıştır. Ancak Wertsch bu konuda ayrımcı yaklaşım ışığında çalışmalar yapmış olsa da Vygotsky ile Lurida bu konuda yaptıkları çalışmalarını bağıntılı yaklaşım ışığında sürdürmüşlerdir.
Her ne kadar Vygotsky kendi çalışmalarında bağıntılı yaklaşımı benimseyerek çok daha net sonuçlar ortaya çıkarttığını düşünse de Wertsch, Vygostky’nin tarihi, geleneksel ve kültürel süreçleri açıklamada başarısız olduğunu iddia etmiştir. Bunun ardından da “aracı elementlerin” sosyal güçler konusunda ne kadar etkin rol oynadığını kanıtlayabilmek için Habermas’ın yaklaşımından yararlanmıştır. Shweder bu anlamda kültür ve gelişim konularında çalışmalar yapan ve Marksist ayrımcı yaklaşımı benimseyen araştırmacılardan bir diğeridir. Buna karşılık Shweder “kültürel psikoloji” alanında çalışmalar yaparken süje ile kültür arasındaki diyalektik gerilimi açıklamak için Habermas’ın yaklaşımından yararlanmıştır.
Buradan hareketle zaman ilerlese de yapılan farklı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan sonuç “üst düzey zihinsel süreçleri” açıklamada yeniden Skinnerian’ın yaklaşımının doğru olduğu kanısına ulaşılmıştır. Aynı Skinnerian’ın yaklaşımında olduğu gibi Shweder da
“rasyonellik” ve “niyetlilik” kavramlarını kültürel bağlamda ilgili davranışları açıklamak için yapılan çalışmalarda karşılaşılan birer problem olarak göstermiştir. Marksist gelenek kullanılarak yapılan gelişimsel araştırmalarda iş problem çözmeye geldiğinde genellikle Leibniz – Hegel bağıntılı geleneğine başvurulduğunu görüyoruz. Buna karşılık Marksist ayrımcı gelenek çerçevesinde yapılan çalışmalarda içe dönük iletişimin ön planda olduğunu da vurgulamak gerekir. Verdiğimiz bu örneklerin ardından sadece içe dönük iletişimin odak noktası alınmasının araştırmalarda tek yönlülüğe neden olduğunu söyleyen Rogoff’un yaklaşımına bakacağız. Rogoff yaptığı çalışmalarda sözlü – sözsüz iletişim türlerinin kültürel bağlamda süjenin davranışlarını yorumlamak için birlikte değerlendirilmesi gerektiğini iddia eder. Burada “bireysel düşünce ve kültürel fonksiyonun” ayrı ayrı değerlendirilmesi ona göre mümkün değildir. İçe dönük – dışa vurumcu iletişim türlerini birlikte değerlendiren Leibniz –
Hegel geleneği de insan gelişiminde kültürün rolünü anlamak için benzer teoriler üretmiştir. Buradan hareketle gelişimsel odaklı kültürel psikoloji alanının gelişim aşamasında hem ayrımcı Marksist yaklaşımdan hem de bağıntılı yaklaşımlardan faydalandığını söyleyebiliriz. Bu durum sadece Avrupa kıtasında geçerli değildir. Aynı şekilde diğer pek çok yerde ayrımcı Marksist görüşü benimseyen kültürel psikoloji alanı araştırmacıları sorun çözme konusunda bağıntılı Leibniz – Hegel yaklaşımından yararlanmıştırlar. Pragmatizm Bu noktada bahsedeceğimiz son epistemolojik – ontolojik gelenek ise pragmatizm olacak. Amerikan pragmatizminin öncüleri arasında Pierce, James ve Dewey’i göstermek mümkündür. Pragmatizm temel olarak bağlamsal dünya görüşünü benimser. Ayrıca Leibniz – Hegel yaklaşımında da var olan bütüncüllük, eylem, değişim ve diyalektik gibi kavramlardan da faydalanır. Bu noktada bu yaklaşımın temel eğilimi daha çok bağıntılı görüş yönündedir.
Epistemolojik olarak bakıldığında pragmatizm sabit bilginin varlığına ve bilgi ile eylem arasında mutlak bir ilişki olduğu konusunda her zaman ısrarcı bir görüşe sahiptir. Bilginin eylem sonucunda ortaya çıktığı kabul edilir ve bu anlamda tecrübenin bilgiyi getirdiği söylenir. Tecrübe, bu yaklaşıma göre bağıntılı diyalektik ve bütüncül bir karaktere sahiptir. Tecrübe hem eylemin süjesi hem de süjenin üzerinde etkili olarak rol oynayan dünyanın objesi konumundadır. Bu yaklaşıma göre geliştirilen en önemli soru “her bir tecrübe insan gelişimini anlamada bize nasıl yardımcı olur” şeklindedir Değişiklik ve yenilik de pragmatizmin sorguladığı kavramlardır. Ancak pragmatizme göre değişikliğin odağı dönüşümsel olan değil varyasyonel olandır. Bu odak noktası sebebiyle pragmatizm Darwin’in evrimsel teorisinin bir parçası olmuştur. Pragmatizm dönüşümsel değişiklikler karşısında varyasyonel olanları kabul ettiği gibi birlik karşısında da çoğulluk ve ayrımcılığı savunur.
Pragmatizm yaklaşımın düzlemini bu şekilde belirlediğimizde pragmatizmin bağıntılı gelişimsel yaklaşımın sadece içe dönük davranışları odak noktası olarak aldığı koluna benzetebiliriz. Bu bölümde de vurguladığımız üzere Leibniz – Hegel geleneği farklı yaklaşımların ayrımcılık kavramları üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bu geleneğe dışa dönük ve dönüşümsel kavramlar perspektifinden bakıldığında yapıların farklı fonksiyonlara sahip olabileceğini, değişebileceğini ve sistemlerin de aynı şekilde uygulamada değişiklikler gösterebileceğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde içe dönük ve varyasyonel kavramları perspektifinden baktığımızda ise eylemin varyasyonel ve değişiklikler gösterebilecek bir karakteristiğe sahip olduğunu görüyoruz. Pragmatizm yaklaşımında ortaya çıkan en önemli problem birlik kavramıdır. Pragmatizm ve bağlamsalcı görüşe sahip filozoflar ayrımcılığın bu yaklaşımda temel öge olduğunu söylüyorlardı.
Buna karşılık pragmatizm pratik uygulama alanında kullanılmadığı için bu yaklaşımın düzen, birlik, organizasyon, düzlem veya yapıyı reddetmesi mümkün değildi. Ancak burada şunu önemle vurgulamak gerekir ki, pragmatizm yaklaşımı kendinden önce gelen konsept ve yaklaşımlardan belli bir mesafede duruyor, eski yaklaşımları güvenilmez olarak görüyordu. Eğer pragmatizmi düzensizliği düzene karşı her şekilde kabul eden bir yaklaşım olarak kabul eder ve Dewey ile Putnam’ın değişikliğin hem yapıyı ve hem de fonksiyonu ilgilendirdiğini söyleyen teorilerini de işin içine katacak olursak pragmatizmin aslında bağıntılı gelişimsel geleneği de içine alan bir yaklaşım olduğunu görebiliyoruz. Bu bağlamda yapılan çalışmalar sosyal gelişim alanının, ahlaki gelişim ile bilişsel çalışmalarında etkili olmuştur. Kitabın bu bölümünde epistemolojik – ontolojik yaklaşımlar ışığında dönüşümsel ve varyasyonel değişiklikleri, sözlü – sözsüz, içe dönük – dışavurumcu iletişim özelliklerini kapsayan gelişim anlayışını ve davranışsal özelliklerini
size göstermeyi amaçladık. Bunun için de tarih boyunca ortaya çıkan farklı yaklaşımları ele aldık. Bu noktada belli çalışmaları kategorize etmeyi değil size gelişimsel araştırmalarda hangi yaklaşımların etkili olduğunu gösterdik. Bağıntılı gelişimsel üst kuram, gelişimsel sistemler, gelişim odaklı bütüncül eylem üst kuramı ve entegre gelişim konseptini açıklayarak gelişimsel fenomeni bilimsel anlayışın doğası çerçevesinde işledik. Bu bölümün ardından size açıklama ve anlayış bağlamında metodolojileri anlatacağız. Kısaca metotların belli teknikler bağlamında kullanılmasına metodoloji denmektedir. Gelişimsel alanı odak noktası olarak alan metodolojik görüşleri ve bunların psikolojik süjelerde uygulamalarını size yansıtacağız. METODOLOJİ: AÇIKLAMA VE ANLAYIŞ Bu noktaya kadar gelişimsel alanda yapılan araştırmalara, tartışma konularına ve bu alana etkisi olan yaklaşımları inceledik. Bundan sonra odağımızı daha çok gelişimsel psikoloji alanına
ve bu alanda yapılan bilimsel çalışmalara çevireceğiz. İnsan bilimlerine baktığımızda bu alanın epistemolojik aktivitelerin olduğu bir alan olduğunu görüyoruz. İnsan bilimleri alanında düzenli bir inceleme yapabilmek için mutlaka günlük yaşamın kaoslarını da işin içine katmak gerektiği konusunda tarih boyunca bir ortak görüş vardır. Filozof Ernst Nagel bunu şöyle tanımlar: “Tüm bilimsel araştırmalar başlangıç noktalarını ortak inançlardan ve ayrımlardan alır, ortak görüşleri destekleyici görüşler ortaya atarlar.” Gelişimsel psikoloji bilimi için de başlangıç noktası algılama, düşünme, hissetme, ilgi kurma, hatırlama, değer verme, niyet etme, oynama, yaratma, dil edinimi, karşılaştırma, sebebe bağlama, isteme, arzulama, yargılama gibi kavramlar olmuştur. Bu kavram ya da eylemler gelişimsel psikoloji alanında hem ortak kavramlar hem de problem yaratan kavramlardır. Bu eylemlerin problem
olmasının nedeni ise şöyledir: bu kavramlar her ne kadar günlük yaşamın içinde bulunsalar da her bireyde farklılık gösterirler ve anlama açısından bulanıklık yaratırlar. Bilim adamları, bilim tarihçileri, bilim felsefecileri arasında teorileri ve kanunları açıklamada görüş ayrılıkları vardır. Bilim kaotik günlük yaşam tecrübelerinin düzen ve organizasyonunu araştıran insan yapımı bir icattır. Bu durumda farklı bilim adamlarının farklı görüşleri de olması çok doğaldır. İşte bu noktada metodoloji devreye girer ve bilim adamlarının ortak yol haritası olarak karşımıza çıkar. Bu bölümde iki farklı metodolojik yöntemden bahsedeceğiz. İlk önce Newton’un felsefesi ile ortaya çıkan mekanik anlatıma sahip ayrımcı geleneği daha sonra da bağıntılı metodolojiyi anlatacağız. Bilimsel metodolojilerin bu evrim sürecinde pozitivizm, neopozitivizm, araççılık, uzlaşımcılık gibi farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ayrımcı Mekanik Açıklama
Mekanik açıklama ayrımcı görüş özelliklerini taşıyan ve betimleme ile açıklama dikotomileri üzerinden işleyen görüştür. Mekanik açıklamanın üç adımı bulunur. Birinci Adım: İndirgeyici Betimleme Mekanik açıklamanın ilk adımı araştırmanın çıkış noktasını içeren ortak görüşü ele alarak bu görüşü materyalist, objektif, sabit, durağan, temel elementlerine indirger. Bu adımı tanımlamak için indirgeyici, temellendirmeci ya da analitik gibi terimler kullanılır. Yıllardır psikolojide tüm atomlar “uyarıcı” ve “tepki” olarak ayrılırlar. Günümüzde ise “nöronlar” ve “davranışlar” olarak adlandırılırlar. Kısacası ilk adım gelişimsel araştırmanın bir parçasıdır ve bu adımda gelişime dâhil olan “dönüşümsel değişiklikleri”, “aşamaları” ve “zihinsel organizasyonları” incelenir. Bu adımda önemli olan adımın amacının kavranmasıdır. Bu adımın amacı ortak bir görüş sonucu ulaşılan durumun araştırma ve yoruma açılmasıdır. Bilimsel “gerçek” ya da “bilgiye” ulaşabilmek
için objektif bir araştırma sürecinin olması ve objektif bir yorumun yapılması çok önemlidir. İkinci Adım: Nedensel Açıklama Mekanik açıklamanın ikinci adımı araştırmanın ikinci aşamasına geçilerek bir açıklama yapılmasını içerir. İkinci adım birinci adımda elde edilen elementler arasındaki ilişiklilerin incelenmesidir. Odak noktamız gelişimsel psikoloji alanı için ikinci adımı değerlendirecek olursak davranış ve davranış değişikliklerinin sebepleri üzerine gidildiğini söyleyebiliriz. Bu sebeplerin açıklanması için de mutlaka bir metodoloji kullanılması gerekmektedir. Bu sebeplere ayrıca “mekanizma” demek de mümkündür ancak anlamı aynıdır. Bu adımda metodoloji kullanımı oldukça önemlidir. Çünkü bir metodolojik çerçevede açıklama değişebilir. Ayrıca bilimin kendisi de bir fenomenin açıklanması anlamına geldiğinden burada Aristoteles’in bilimsel açıklama olarak adlandırdığı terimi hatırlatmakta fayda var. Aristoteles ayrımcı bir söylemdense dört çeşit açıklama içinde tamamlayıcı bağlantıların
seçilmesi gerektiğini söyler. Burada bağlantılı olarak alınan iki sebep olayın doğasına diğer ikisi ise düzenine ve sırasına göre açıklanır. Bu iki açıklamaya “ilk” ve “son” açıklama da denir. Hem ilk hem de son açıklama araştırma konusu olan durumun farklı yönlerini ortaya çıkartırlar. Aristoteles’in oluşturduğu bu açıklama modeli bağıntılı yaklaşım çerçevesinde oluşturulmuştur ancak ayrımcı mekanik açıklama perspektifinden bakılarak düşünüldüğünde ilk ve son açıklama modeli tamamen yersiz ve anlamsızdır. Mekanik açıklama sadece gözlenebilir olanı yararlı sayar. Ancak yine de mekanik açıklama yaklaşımında ilk ve son açıklama modeli tanımlayıcı kısımda kendini gösterecektir. Çünkü dönüşümsel değişiklikler ve dinamik psikolojik sistemler gelişimsel araştırmanın olmazsa olmaz parçalarıdır. Üçüncü Adım: Yoruma Kapalı Hipotez, Teori ve Kanunlar ile Tümevarım Mekanik açıklamanın üçüncü adımı bilimin temellendirme kuralına dayanır. Üçüncü adım
araştırmacının bilimsel çalışmasını yorum açık olmayan kanunlara dayandırmasını ve neden sonuç ilişkisi çerçevesinde gelişen bilimsel genellemeler ile kanıtlamasını ister. Bilimsel çalışmalarda tümevarım yöntemini uygulamak için çalışmanın yoruma açık olmayan hipotezlere dayandırılması gerekir. 20. yüzyılda neopozitivizm yaklaşımı ile “kuramsal tümevarım yöntemi” ortaya çıktı. Bu üst kuramın yorumlama ile bir ilgisi yoktu, bu metot ile sadece bilimsel genellemeleri ile araştırmanın soncu bir sonuca bağlanıyor ve bir çıkarım yapılıyordu. Burada mekanik açıklama terimin zamanla bu yeni terime dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Bu bağlamda Newton felsefesi ile ortaya çıkan mekanik açıklama yönteminin kısa bir taslağını çıkartacak olursak bu taslağa şu maddeleri ekleyebiliriz: Adım 1: araştırmanı gözlemsel bir temele indirge. Adım 2: nedenleri sapta. Adım 3: araştırmanı açıklarken bir yasadan yararlan. Bu model daha sonra farklı isimlerde anılmış olsa da
mekanik açıklama temeli her zaman bu şekilde uygulanmaya devam edilmiştir. Pozitivizm ve Neopozitivizm 18. yüzyılda temelleri atıldığından beri mekanik açıklama pek çok farklı metodoloji olarak ortaya çıktı. Bu metodolojiler farklı özelliklere sahiptiler ancak hiçbir zaman temel özellikleri değişmedi. Mekanik açıklama yönteminin son bulması “metafizik çağında” gerçekleşti. Bu dönemde filozoflar dogmalardan kurutulup pozitif bilimlere yöneldiler. O dönemde felsefe tarihi üzerine yazan Auguste Comte “pozitivizm” terimini kullandı bunu açıklamak için. Pozitif bilimler tecrübeye dayalı bilimler olarak da tanımlanıyordu ancak burada tecrübe eskiden olduğu gibi herkeste ortak görülen olarak düşünülmüyor aksine herkeste farklı olabileceğine inanılıyordu. Böylece eski metodolojiler ortadan kalktı ve pozitif bilimlerin kendine göre farklı metodolojileri oluştu. İleriki dönemlerde pozitivizm yaklaşımını devam ettirenlerden biri Jhon Stuart Mill’di. Ve 1920 ile
1930 yıllarında neopozitivizm yaklaşımı ortaya çıktı. Bu yaklaşımda öncelik mantığa verilmişti ve öncüleri Kurt Godel, Rudolf Carnap, Herbert Feigl, Gustav Bergmann ile Otto Neurath’dı. Neopozitivizm indirgeyici yaklaşım ile mekanik metodolojinin bazı özelliklerini taşıyordu. Bu özelliklere bilimin betimleyici özellikleri dendi ve pozitivist bir model ortaya çıktı: tanımlama ve açıklama fenomeni. Bu iki özelliğin önemi bilim ile bilimsel olmayanı ayırmak için kullanılan iki kuralın ortaya çıkmasını sağlamasıdır. Bu kuralların ilki araştırma yöntemini açıklarken “eğer” ve “durumunda” gibi neden sonuç ilişkisi kuran kelimeler kullanılması ve gözlemlerden bilimsel olarak anlamlı sonuçlar çıkartılmasıydı. İkinci kural ise çıkartılan sonucun ya da çıkarımın bilimsel olarak kabul edilebilir olmasıydı. Yapılan bilimsel gözlemin bu noktada mutlaka bilimsel genellemelere dayandırılması gerekiyordu. Neopozitivizm ya da mantığa dayalı pozitivizm her ne kadar sadece doğa bilimlerinde kullanılmış olsa da Bridgman’ın “işlemselcilik”
yaklaşımı ile bu prensibin öğretileri davranış bilimlerinde de kullanıldı. Bu noktada A.J. Ayer’in ürettiği “doğrulanabilirlik prensibi” sayesinde gözlemlenen tecrübenin bilimsel değeri olması için ona dayanarak yapılan çıkarımın doğrulanabilir olması gerektiği ortaya çıktı. Bridgman’ın işlemselcilik yaklaşımı sayesinde de bu prensip geliştirildi ve uygulama da kullanılmaya başlandı. Neopozitivizm en yaygın görüldüğü döneme 1940 yılında ulaştı ancak bu görüşe karşı çıkan filozoflar bu yaklaşımın stratejisindeki hataları şöyle ortaya koydular: 1. Quine’in ve diğerlerinin çalışmalarında görüldüğü üzere bu yaklaşımın zengin teorileri objektif gözlemsel dile indirgenemiyor. 2. Tümevarım metotlarında çelişkili sonuçlar ortaya çıkıyor.
3. Kapsayıcı kanun modeli uygulama alında pek çok kısıtlamanın ortaya çıkmasına sebep oluyor ve mantık hatalarını gözler önüne seriyor. 4. Bazı bilimselliği kanıtlanan teorilerin uygulama alanında tahmin edilemez sonuçlar doğurduğu kanıtlanmıştır. İşlemselcilik – Uzlaşımcılık Neopozitivizm yaklaşımının başarısız olmasıyla birlikte işlemselcilik ya da uzlaşımcılık adı verilen yeni metodolojiler ortaya çıktı. Bu metodoloji pozitivizmin özelliklerini taşıyor ve yorumlama teorisinin bilimselliğe uygun olmadığını kabul ediyordu. Buna karşılık bu metodolojiye göre teorilerin ve modellerin tahminler yapılmasını sağlayan uygun yöntemler olması gerekiyordu. Bu yüzden bu metodolojide de uygulama alanında neopozitivizmde görülen kısıtlamalar ortaya çıkıyordu. Daha sonra işlemselcilik kapılarını yorumlamaya yeniden açtı ancak bilimsel süreçlerde bunun arkasında durup durmama konusunda tereddütler yaşadı. Sonunda da bazı radikal değişiklikler
yapmaya karar verdi. Bunlar şöyledir: a) gerçeği arama yolunda temellendirmeci ve ayrımcı görüşü tamamen bıraktı, b) bilimsel açıklamaları çok eskiden kalma bu yaklaşımlara dayandırmaktan vazgeçti. Bu adım ile 1950 yılında bağıntılı metodolojinin temelleri atılmış oldu. Böylece artık analitik felsefe, doğal bilimlerin felsefik tarihi, davranış felsefesi, sosyal bilimler ve yorum bilim alanlarında bağıntılı metodoloji özellikleri görülmeye başlanmış oldu. Bu metodolojinin kümülatif etkileri daha sonra görülecekti ancak o dönemde doğal bilimleri sosyal bilimlerle, açıklamayı anlama ile gözlemi yorum ile ve teoriyi bilgi ile kıyaslayan Kartezyen dikotomilerden belli bir ölçüde vazgeçilmiş oldu. Bağıntılı Bilimsel Metodoloji Gelişim alanında bağıntılı metodolojinin kullanılmaya başlanması için oldukça detaylı ve karışık bir süreçten geçilmesi gerekti. Ben bu süreci size ana başlıklar altında toplayarak kısaca vermeyi tercih ettim. Bu sürecin ana
karakterlerinin başında Wittgenstein Araştırmalar, Gadamer ve Gerçek Hanson ve Keşif Modeli, von Açıklama ile Anlama, Ricoeur ve Anlatıcı geliyor.
ve Felsefik ile Metot, Wright ve Zaman ile
Wittgenstein ile Gadamer bağıntılı bilimsel metodolojiye yaptıkları katkıları bağıntılı bilimsel metodolojinin temelleri olarak da görebiliriz. Bu katkılar sayesinde bağıntılı metodoloji objektivizm ve temellendirmeci görüşün etkisinden kurtuldu. Hanson’un fiziksel bilimler tarihi araştırmaları sayesinde bağıntılı metodoloji neopozitivizm ve işlemselci görüşte bulunan klasik kurallardan arınmış oldu ve bağıntılı bilimsel metodoloji kendi kurallarını oluşturmaya başladı. Yorumlama ve Gözlem Hanson’un ilk çıkarımı “tüm bilgiler kuram yüklüdür” olmuştu ve bu bağıntılı metodolojide temel bir prensip haline geldi. Bunun ardından yorumlama ve gözlem arasında bir çatışma varsa bu durumda analitik bir yorumun
temellendirmeci bir gözleme indirgenmesi diye bir prensip olamayacağı kabul edildi. Bu da mekanik açıklamanın birinci adımının saf dışı kalması demekti. Bağıntılı metodoloji tamamlayıcı sentezi analizin önünde tutuyordu. Bilimsel çalışmalarda analiz ve analiz araçları bu prensibe göre yeniden düzenlendi ve analizin sentez anında ortaya çıktığı gerçeği kabul edildi. Yeni bağıntılı metodolojinin iki özelliği Gadamer’in yorumbilim anlayışına göre genişletildi. Bu özelliklerden ilki Kartezyen temellendirmeciliğine karşı bir durumun geri planına ve durumun kendisine bakmak gerektiğini söyleyen anlayışıydı. Bu ontolojik özellik bağıntılı metodolojiye kazandırıldı. İkinci özellik ise yorumbilim döngüsüydü. Bu açık uçlu spiral modelli döngü yeni metodolojide de kabul edildi. Böylece bir yorumun yapılabilmesi için gözlem ve arka plan durumlarının değerlendirilmesi gerektiği yeni bağıntılı metoda göre kabul edilmiş oldu.
Nedensellik ve Eylem Döngüsü Hanson’un çıkarttığı ikinci sonuç döngü ve nedenin fiziksel bilimleri açıklamada her zaman sıklıkla kullanıldığı oldu ve bu sonucun ardından sosyal ve doğa bilimlerinin birbirinden ayrılmaması gerektiğini söyledi. Eğer doğa bilimlerinde örüntü ve nedensellik birlikte kullanılarak bir araştırma açıklanabiliyorsa aynı şey sosyal bilimlerde de yapılmalıydı. Bağıntılı modele bunu uygulamanın zorluğu bu iki açıklama modelini birlikte kullanmak ve bağıntılı modele uyarlamaktı. Bu konuda Von Wright ve Ricoeur büyük katkılar sağladı. İki filozof da davranış bilimlerine ve sosyal bilimlere odaklanmışlardı. Yaptıkları çalışmaların ardından bir davranışı açıklamak için önce onun türüne ilişkin bir saptama yapılabileceğini söylediler. Eğer bir davranış niyetli bir şekilde gerçekleştiriliyorsa bu bir eylemdi ama bir davranış sadece fiziksel sebeplerden dolayı da gerçekleştirilebilirdi.
Bu durumda da nedensellik devreye girerdi. Mesela şu örneği ele alacak olursak A kişisi uzayda yürürken B kişisi ile karşılaşıyorsa bunu açıklamak için nedensellik kullanılabilirdi. Bu açıklama yöntemi cansız maddelerde kullanıldığında oldukça tatmin edici sonuçlar almak mümkün oluyordu ancak konu insanlara geldiğinde durum değişiyordu. Yukarıda verdiğimiz örneği nedensellik ile açıklamak mümkündü ancak bu hareketin hiçbir psikolojik durumu ifade etmediği göz önüne alındığında nedensellik açıklaması yararlı olmuyordu. Bu durumu A ve B kişilerini, A kişinin bir odaya girerek eşi olan B kişisinin yanağını sevmesi olarak değiştirdiğimizde ise bu durumu niyetli bir eylem olarak açıklayabiliriz. Bu analizin sonucunda bir bilinçlilik halini beyin ya da nörobiyolojik açıklamalar ile ifade etmenin mümkün olmadığı ortaya çıktı. Ayrıca bu analizin sonucunda ortaya çıkan diğer bir gerçek ise birey merkezli ve değişken merkezli
araştırma yöntemlerinin arasındaki fark dikkate alındığında eylem modelli açıklamaların değişkenleri odak noktası olarak alması oldu. Nedensellik ve eylem merkezli çıkarımlar bu şekilde farklı perspektiflerden değerlendirilmeye devam etti ama burada bizi ilgilendiren asıl soru eylem modellerinin nasıl bilimsel bir açıklama yöntemine dönüştüğüdür. Bunu anlamak için de Hanson’un bilimin asıl uygulama alanı ile ilgili üçüncü çıkarımına bakmak gerekir. Uzaklaşma – Deneyüstü Tartışması Hanson, ayrımcı yaklaşımların bilimin mantığına uymadığını anlamıştı. Ayrımcı yaklaşımlar bilimin uygulama alanında kullanılmaya devam ediliyordu ama Hanson bilimsel çalışmaların mantığının uzaklaşma ile açıklanabileceğini iddia etti. Uzaklaşma terimi pragmatist filozof Charles Sanders Pierce tarafından ortaya çıkartılmıştı. Bu terimin üretilmesinin amacı ise “en iyi anlamı çıkarma” idi. Uzaklaşma yöntemi ilgili gözlemlerin yapılmasını ve tüm arka plan teorilerini incelemeyi amaçlıyordu. Bu süreçte
yapılan gözlemler dâhilinde eski teori ve fikirlerden yararlanarak en iyi yorum ya da açıklama yapılıyordu. Bu açıklamanın bilimsel değerliliği olup olmadığını anlamak için de bilimsel yöntemler (bilimsel desteklerini ve uygulama alanının değerlendirilmesi) kullanılıyordu. Bu mantığın bağıntılı yaklaşım ile olan bağdaşımı ise bu yöntemin yorumbilim döngüsünü andırmasından kaynaklanıyordu. Bu açıklama yöntemi ile eski teorik-çıkarımsal açıklama yöntemi arasındaki fark uzaklaşma yönteminde üst kuramsal yaklaşımlar da dâhil konuyla ilgili geniş bir araştırmanın yapılmasıydı. Uzaklaşma yönteminin temel mantığı ve çalışma şekli aşağıdaki gibidir: 1. Birinci adım durumun görüngüsel gözleminin tanımlanmasını içeriyor. (Duruma O dersek) 2. İkinci adımda, O durumunun yorumlanması ve durumun eylemsel döngüsünün ya da modelinin
açıklanması vardır. Bu durumda çıkan açıklamaya da E dersek. Şu sonuca varıyoruz, Eğer E durum ise, sonuç O’dur. 3. Üçüncü adımda ise E’nin asıl durum olduğu sonucuna vararak yeniden değerlendirme yapılır. Bu yöntemin belirlenmesinin ardından deneyüstü argüman ortaya atıldı. Deneyüstü argümanı aşağıdaki maddeler ile açıklayabiliriz: 1. A karakteristiğine sahip ilgili görüngüsel bir tecrübeyi ele alalım. 2. Zihnimizde B özelliği bulunmasaydı A karakteristiğine sahip bir tecrübeye sahip olamazdık. 3. Bu yüzden zihnimizin B karakteristiğine sahip olması olasıdır. Yukarıdaki maddelerle ortaya konan deneyüstü argüman zihnimizin düzeni ya da bilincimiz ile ilgili doğru soruları sormayı ve bu sorulara yanıtlar almayı amaçlar.
Mesela, bir tecrübe yaşadığımızda ya da eyleme geçtiğimizde zihnimizin doğasının nasıl olduğunu düşünmeliyiz? Gibi soruların yanıtlarını arar ve bu durumda yine bir tecrübeyi gözlemek mümkünse bu gözlemin ardından eylemi davranış bilimine ve sosyal bilimlere göre değerlendirmemiz gerektiği sonucu ortaya çıktı. Tüm bunların sonucunda aslında yeni bağıntılı metodolojinin ortaya çıkma hikâyesinin oldukça uzun bir geçmişe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu hikâyenin çoğunluğu araştırma metotları ve ölçüm modelleri ile ilgili teknikleri içermektedir. Bu konuda çalışma yapmış pek çok filozof vardır. Bu yüzden ben size sadece konuyla ilgili genel bilgi vermesi açısından Fischer ile Dawson’un çalışmasında geçen gelişim alanında kullanılan yeni modellerin kısa bir özetini vermeyi tercih ettim. Yorum ve gözlemin ana kavramlar olduğu bağıntılı yaklaşım perspektifinden bakıldığında en büyük problemin bilimsel gözlemin geçerliliği olduğunu görüyoruz.
Geçerlilik bilimsel metodolojide her zaman önemli bir sorun ola gelmiştir ancak ayrımcı yaklaşımın yaygın olduğu bilimde geçerliliğin yorumsal düzlemde görülmediğini görüyoruz. Bu bağlamda geçerlilik problemi tecrübelere dayanan bilimsel yaklaşım modellerinde ortaya çıkmıştır. Bağıntılı yaklaşımda da bu sorunun bilimsel gözlem konusunda ortaya çıktığını görüyoruz. SONUÇ Bu bölümde genel olarak psikolojide temel teori ve metotlara kaynak olan fikirleri işledik ve özellikle de gelişimsel psikolojiyi etkileyen fikirlere ağırlık vermeye çalıştık. Bu düşüncelerin anlaşılması bir araştırmacının kullanacağı psikolojik teorileri gerçek bir farkındalık dâhilinde uygulamasını sağlayacaktır. Ayrıca üst kuram ve metodolojilere kaynaklık eden geçmiş düşüncelerin anlaşılması araştırmacının konseptsel kafa karışıklarının önüne geçecek ve araştırmalarda verimsiz metotların kullanılmasına engel olacaktır.
Bu bölümün önemini bir kez daha vurgulamak için bölümümüzü Wittgenstein ’ın konuya ilişkin bir sözü ile bitirmek istiyorum: “Psikolojide bilimsel yöntemler ve konseptsel kafa karışıklıkları vardır.”
BÖLÜM 3 Gelişimsel Psikolojinin Ortaya Çıkış Süreci
Bu bölümde geçmiş yıllarda gelişimsel psikoloji alanının bilimsel bir aktivite haline gelmesinde rol oynayan fikirler, kişiler ve olaylarla ilgili bilgi vereceğim. Bu bölümde çağdaş gelişimsel psikoloji ile ilgili bilgi veren pek çok makale ve kitaptan yararlandım. Ayrıca alanla direkt ilgisi olmayan ancak bu alanla ilgilenmiş tarihçilerin bilimsel tartışmalarından da yararlandım. Bu bölümü hazırlarken özellikle de alanımızın genel olarak değiştiği ve çağdaş haline ulaştığı son yirmi yıllık sürece odaklandım. GELİŞİM VE TARİH İnsanın kökenleriyle, davranışlarının gelişimiyle ve bilinçle ilgilenen bir alanın kendi kökenleri ve gelişimiyle pek de ilgilenmemesi oldukça ironik bir durumdur. Alanımızda bulunan en önemli ilk beş kitap alanın tarihi geçmişi ile ilgili hiçbir yorum içermemektedir. Biz 1983 yılında bu kitabın ilk baskısını yaptığımızda bu durumu değiştirdik.
Henüz gelişmekte olan yeni bir bilimsel alanda geriye bakmaktansa ileri bakmanın oldukça yararlı olduğu su götürmez bir gerçektir ancak bazı durumlar vardır ki alanın tarihini incelemek pek çok konuda araştırmacının aydınlanmasını sağlar. Bir alanda hakim olan fikirler hiçbir zaman sabit fikirler olamaz çünkü alanda yapılan yeni çalışmalarla birlikte eski bulguların geçersiz kılınması mümkündür. Aynı şekilde eskiden elde edilen bir bulgu aynı şekilde yeniden elde edilse bile araştırmacı bu bulguyu yeniden değerlendirebilir. Bunun bir örneğini J. M. Baldwin’in kendi döneminde elde ettiği bulgularda görebiliriz. Baldwin’den belli bir süre sonra bilişsel süreç, ahlak ve sosyal gelişim konularının yeniden popülerlik kazanmasıyla birlikte araştırmacılar Baldwin’in bulgularını tekrar keşfettiler. Bu durumda da aynı bulguların tekrar bulunarak vakit kaybetmemek amacıyla Baldwin’in bulgularının yeniden değerlendirilmesi ve o dönemin konseptleri ışığında yeniden
incelenmesi çok daha yararlı olacaktı. Bu örnekte de gördüğümüz üzere bir alanın tarihini incelemek çoğu zaman oldukça yararlıdır. Bu noktada gelişimsel psikoloji alanı ile ilgili ortak düşüncelerden biri de bu alanın kendine özgü bir tarihi geçmişinin olduğu ve deneysel ya da genel psikoloji alanından bu şekilde ayrıldığı yönündeydi. 1979 yılında Wundt’un, Leipzig Üniversitesinde bir psikoloji laboratuvarı açmasından bir asır sonra bilimsel psikoloji alanının kuruluş tarihinden yüz yıl geçmişti. Geriye baktığımızda davranışsal gelişim çalışmalarının da yeni psikoloji biliminin en önemli problemlerinden biri olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. 19. yüzyılda gelişimsel psikoloji disiplinin kurucuları psikoloji alanına gelişimsel perspektiften bakmaya başladılar. Fransa’da Alfred Binet, Almanya’da William Preyer ile William Stern İngiltere’de Herbert Spencer ve George J. Romanes ve Amerika’da pek çok psikolog genel olarak gelişimsel alanın özellikleri konusunda anlaşıyorlardı. Peki bu özellikler neydi?
Çoğunlukla gelişimsel yaklaşım karşıtı olarak tasvir edilen Watson gelişimsel metotların sürekli gözlem ve analiz gerektirdiğini, bireyin döllenmiş bir yumurta olarak dünyaya gelişinden yaşlılık dönemlerine kadar izlenmesi gerektiğini söylemişti. Ama gelişimsel yaklaşımın kurucularından biri olan Wilhelm Wundt’un farklı bir görüşü vardı bu konuda. Wundt, bir yetişkinin zihinsel hayatını anlamak için bir çocuğun zihnini tamamıyla anlamak gerektiği düşüncesine karşıydı. Wundt’un bu görüşüne katılan psikologlardan biri olan John Hopkins psikolojinin üç alana ayrılması gerektiğini söyledi: 1) deneysel psikoloji, 2) tarihi psikoloji, 3) içgüdü çalışmaları. İlkel insanlar ve inançların incelendiği çalışmalar ile çocuklar ve ergenlerin incelendiği çalışmaları tarihi psikoloji alanına dâhil etmişti. İçgüdü çalışmalarını ise içsel süreçlerle ve davranışlarla ilgileniyordu. Bu ayrım günümüzdeki karşılaştırmalı ve evrimsel psikoloji alanlarını oluşturdu. Psikolojiyi üç
alana ayıran Hall deneysel psikolojinin daha çok metotlarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. Bu ayrımda tarih ve içgüdü çalışmalarını içeren alanlar daha çok gözleme dayalıydı bu yüzden de genel prensiplere sahip değildi. Tam olarak bu şekilde isimlendirilmiş olmasa da gelişimsel ve deneysel psikolojinin bu şekilde ayrılması gelişimsel alanın hikayesinin ilerlemesi için çok iyi bir başlangıçtı. Gelişimsel psikoloji alanında ortak görüşlerden bir diğeri de çocuklar üzerinde yapılan çalışmaları etkileyen iki ana element olduğu yönündeydi, ilki sosyal bilimler ikincisi ise diğer bilimlerdi. Biz de bu bölümde gelişimsel psikoloji alanının bilimsel geçmişini inceleyeceğiz ve alandaki hem bilimsel hem de entelektüel bulgular üzerinde duracağız. Ancak alanın sosyal ve politik kökenlerini de es geçmeyeceğiz. Sosyal güçlerin bir ürünü ya da bilimsel araştırmaların kaçınılmaz bir sonucu olarak
görülse de gelişimsel psikoloji geçtiğimiz yüzyılda tamamen ayrı bir alan haline geldi. Ancak bilimsel kökeni 100 yıla dayanan biyolojinin bir sonucu olarak hayatın kökenleri, türlerin dönüşümü ve bireysel gelişim konularının zamanla ayrı bilimse araştırma zeminleri olarak ortaya çıktıklarını da unutmamak gerekir. BİYOLOJİK KÖKENLER: EMBRİYOLOJİ VE EVRİM Gelişimsel psikolojinin kökenlerinin deneysel fizik ruh bilimden çok evrimsel biyoloji ve embriyolojiye dayandığına dair oldukça kesin bir kanı vardır. 19. yüzyıl biyolojisinde gelişimsel psikolojinin doğmasına neden olan iki ana düşünce vardır: 1) K. E. von Baer’in gelişimsel prensibi ve 2) C. R. Darwin’in evrimsel teorisi. GELİŞİMSEL PRENSİP Karl Ernst von Baer on dokuzuncu yüzyılın en önemli biyologlarından biri olarak görülür. Alman kökenli biyolog Estonya’da doğmuş ve
anatomik gelişim üzerine çalışmalar yapmıştır. Bu bölüme Baer’i dahil etmemizin en önemli sebeplerinden biri de Baer’in çalışmalarını embriyoloji ve anatominin ontojenik değişiklikleri konusuna yöneltmiş olmasıdır. Baer gelişim aşamalarını genelden özele doğru sınıflandırarak gelişimsel bir prensip olduğunu söylemiştir. Baer’in gelişimsel prensibi modern çalışmalara da esin kaynağı olmuştur. Genel olarak biyolojik ve bilişsel gelişimden bahseden Baer gelişimsel prensip ile ilgili ilk açıklamalarını yaptığında on dokuzuncu yüzyılın iki genel biyoloji kanısı nedeniyle eleştirilere maruz kalmıştır. Bu iki genel kanı şöyledir: 1) Ham yapı ve 2) Epigenez. Ham yapı gelişimsel dönüşümün sahte olduğunu iddia eden düşünce biçimidir. Dönüşümler sahtedir çünkü bireyin belli özellikleri zaten ontojenez sırasında belirlenmiştir, der. Bu bakış açısına göre gelişim sadece görünüşte ve organlar arası ilişkide olur ki bu da bireyin çocukluk dönemi ile yetişkinlik dönemi arasında bir bağlantı, benzerlik olacağı anlamına gelir.
Bu bakış açısı modern gelişim çalışmalarında çocukluk ile yetişkinlik dönemi arasında bazı temel yetilerin aynı kalacağı yönündeki düşüncede ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyılda görülen diğer yaklaşım ise gelişimin bir epigenez olduğu yönündedir. Gelişimde değişen özellikler zamanla dönüşerek değişirler, der bu yaklaşım. Bu görüşün içinde ortaya çıkan “Bireyin son halini belirleyen nedir?” gibi sorunlar nedeniyle gelişimsel epigenez yaklaşımı tek başına bir anlam ifade edemez. Bu yüzden de bazı yaklaşımlarla desteklenmesi gerekmiştir. İşte bu durumda biyoloji akıllardaki pek çok sorunun çözülmesini sağlamıştır. Biyolojinin de yardımıyla gelinen son noktada organik gelişim ile bireyin gelişimin birlikte ilerlediği kanısına varılmıştır. Bu hipotez on dokuzuncu yüzyılda oldukça etkili olmuş ve Freud’un psikoseksüel aşamalarıyla ilgili düşüncelerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Baer dönemindeki biyologların aksine farklı türlerin anatomik organizmalarının embriyon büyüme aşamalarının benzer olduğunu söylemiştir ve farklı türlerin gelişimlerinin ilk aşamalarında birbirlerinden farklılaşarak son aşamalarına kadar geldiklerini söylemiştir. Baer bu epigenezi durumunu daha açıkça anlatmak için dört gelişim kuralı olduğunu ifade etmiştir: 1. Hayvanların çoğunda embriyo gelişimlerinin ilk aşamalarında aynı özellikler görülür. 2. En son benzersiz tür özellikleri ortaya çıkıncaya kadar özellikler genelden özele doğru farklılaşarak değişirler. 3. Farklı türlere ait embriyolar aşamalarında diğer türlerden ayrılırlar.
gelişim
4. Bu yüzden de hiçbir hayvan birbirine benzemez sadece embriyoları aynıdır. Baer gelişimin, değişim ve organizasyonu sağlayan ilerleyen bir süreç olduğunu bu yüzden de her gelişim aşamasında farklı özelliklerin ortaya çıktığını belirtmiştir. Bu embriyolojik
prensip daha sonra yapıya, eyleme, düşünceye ve sosyal davranışlara uygulanmıştır. 1828 yılında bu prensibin ortaya çıkmasının ardından gelişimin evrimsel bir durum olmadığı sonucuna ulaşıldı. O dönemde Baer’in düşünceleri hemen kabul edilmemiş olsa da sonraki yıllarda biyolojide oldukça etkili olmuştur. Baer’in gelişimsel düşünceleri dönemin çoğu biyoloğu tarafından reddedilmiş olsa da Carpenter tarafından Baer’in gelişimsel prensibi kullanılmış ve geliştirilmiştir. Zamanla Baer’in gelişimsel prensibinde büyük oranda değişiklikler yapılmıştır ama bu gelişimsel prensip sayesinde gelişimin doğasına ilişkin pek çok teori üretilmiş ve embriyolojik gelişim ile ilgili konular onun döneminden sonra 100 yıl boyunca araştırmalara konu olmuştur. EVRİM VE GELİŞİM “Charles Darwin gelişimsel psikolojiyi ne kadar etkiledi?” İşte bu sorunun cevabı bize modern
gelişimsel psikolojinin evrimsel teoriden nasıl yararlandığını göstermektedir. Ancak bu konuda pek çok farklı düşünce vardır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bireysel gelişim kökenlerini embriyolojiden alır, evrimden değil. Ancak Jane Oppenheimer’in de dediği gibi embriyoloji çalışmalarında evrimsel biyoloji konseptleri kullanılmaktadır. Bu konuda görüşler birbirleriyle çelişiyor olsalar da on dokuzuncu yüzyılda Darwin’in evrim teorisinin müthiş bir savunucusu olan Haeckel Darwin’in duyguların ve zekanın evrimi konusundaki yorumlarının gelişimsel psikoloji çalışmalarını etkilediğini öne sürmektedir. Freud’un da söylediği gibi evrim konsepti pek çok psikolojik çalışma için oldukça önemlidir. O dönem de karşı çıkanlar olsa da genel kanı Darwin teorilerinin davranışların kalıtsallığı ve davranış özelliklerinin evrimi konularında oldukça yararlı olduğu yönündeydi. On dokuzuncu yüz yılın ortalarından günümüze kadar evrim konseptleri hayvanlar üzerinde
yapılan karşılaştırmalı gelişim üzerinde oldukça etkili olmuştur.
çalışmaları
George John Romanes’de Darwin’in teorilerine güvenen genç bir bilim adamıydı ve evrim kuramı çerçevesinde davranışları açıklamak üzere bazı çalışmalar yapmıştı. Genel olarak Romanes’in analiz sonucu cinsellik ve bilincin gelişimsel psikoloji alanında incelenmesi gereken iki temel unsur olduğu yönündeydi. Romanes yaptığı çalışmalarda zihnin ve bilincin evrimini açıklamayı amaçlıyordu bunun için insan cinselliğinin evrimini yedi haftaya ayırarak inceledi. Romanes yaptığı bu çalışmalarla karşılaştırmalı psikolojinin babası sayıldı. Kuzey Amerika’da da hayvanlar üzerinden yürütülen davranışsal gelişim çalışmaları gittikçe yaygınlaşıyordu. Kanadalı psikolog Wesley Mills gelişimsel çalışmalara olan ihtiyacın gittikçe arttığını söylemişti. Mills yaptığı çalışmaların ardından öğrenme üzerinde etkili olan elementleri ve biyolojik sınırların gelişimle doğrudan ilgili olduğunu söyledi.
Ancak daha sonra Mills’in çalışmalarını devam ettiren Thorndike bu çalışmaları deneysel psikoloji alanına kaydırdı ve dönemin yükselen araştırma alanı deneysel psikoloji Amerika’da hız kazanarak öğrenme modelleri üzerine eğildi. Özetlemek gerekirse hayvanlar üzerinde yapılan gelişimsel çalışmalar evrim ve ontojenik konuları üzerine eğildi. On dokuzuncu yüz yılda pek çok araştırmacı bu konu ile ilgili çalışmalar yaptılar ve bu çalışmalar yeni gelişimsel sentezler için bir temel oluşturdu. Darwin’in evrim teorisi modern gelişimsel psikoloji üzerinde etkili olup olmadığı önemli bir tartışma konusu haline geldi ve gelişimsel psikoloji alanında evrimsel değerlendirmeler yapılmaya devam edildi. GELİŞİMSEL PSİKOLOJİNİN ORTAYA ÇIKIŞI Gelişimsel çalışmalar geleneksel fizik ruh bilim laboratuvarlarına rağmen sürdürüldü. Davranış ve zihinsel gelişim üzerine yapılan çalışmalar 1890 yılına kadar devam etti. İşte tam da 1895 yılında gelişimsel psikoloji çalışmaları bilimsel dergilerde yer almaya başladı.
Yaklaşık bu yıllarda gelişimsel psikolojinin ortaya çıktığı düşünülse de alanın ortaya çıkış yıl dönümünü kutlamak için tam bir yıl belirlenememiştir. Çünkü alanın ortaya çıkışında hangi akım tam olarak etki sahibi oldu bilinmemektedir. Clark Üniversitesi’nde çocuk gelişim araştırma enstitüsünün kurulmasıyla birlikte alanda yapılan çalışmalar da hız kazandı. Neredeyse aynı dönemde Alfred Binet de Sorbonne Üniversitesinde deneysel çocuk psikolojisi bölümünü kurdu. İşte bu durum alanda bir ikiliğin ortaya çıkmasına neden oldu ve konuyla ilgili ilk kitap basıldı. William Preyer’ın yazdığı bu kitap modern psikoloji alanında yazılan ilk kitap olarak kabul edilmektedir. Preyer’ın kitaptaki düşüncelerine pek çok psikolog katılmıyor olsa da bu kitapla birlikte psikolojik ve biyolojik gelişim ile ilgili çalışmalar hızlandı. James Mark Baldwin ile Sigmund Freud birazdan anlatacağımız üzere bu çalışmaların merkezini oluşturdular.
Embriyo ve Çocuk William T. Preyer “The Mind of Child” kitabını yayınlattığında bu kitabıyla gelişimin doğasına dair daha geniş bir konu analizi yapmayı amaçlıyordu. Kitap projesini dört yılda tamamladı ve daha sonra da “The Special Physiology of the Embryo” kitabını yayınladı. Bu iki kitabın yayınlanmasının ardından çocuk zihni ve embriyo konuları birlikte anılmaya başladı ancak Preyer bu iki konunun birbirinden tamamen bağımsız konular olduğunu düşünüyordu. Preyer’ın çocuk zihni ve embriyo konularını iki ayrı kitap altında toplamasının nedeni de buydu. Preyer’ı gelişim konusunda çalışmaya iten neydi? Bu sorunun kesin bir yanıtı yok ancak Preyer’ın Almanya’da psikoloji eğitimi aldığını ve döneminin popüler araştırma konusu olan evrim ve yaşamın onu da çektiğini biliyoruz. Preyer çalışmalarına ilk başladığında modern biyoloji araştırmalarının gelişim analizi olmadan devam ettirilemeyeceğini anlamıştı.
Biyoloji ve gelişim bilimini kullanarak disiplinlerarası çalışmak gerekiyordu. Preyer bunun ardından çocuklar üzerinde çalışmalar yapmaya başladı ve bu çalışmalarında da her zaman belli metotları kullandı. Preyer çocuklar üzerinde bilimsel amaçlı gözlem yapan ilk araştırmacı değildi. Marburg Üniversitesi’nde filozof olan Dietrich Tiedemann da daha önce çocuklar üzerinde benzer çalışmalar yapmıştı. Preyer ile Tiedemann’ın yaşadığı dönemler arasında geçen 100 yılda bu konuda pek çok çalışma yapıldı ama bunların bazıları sadece ebeveynleri dikkate alarak çalışmayı devam ettiriyor bazıları da bilimsel elementlerden uzak çalışmalardı. Charles Darwin’in bu konu ile ilgili yazdığı bir makale bu konudaki araştırmaların hızla ilerlemesini sağladı. 1877 yılında yeni bir psikoloji dergisi yayınlanmaya başladı. Darwin’in 37 yıllık notlarının birleştirildiği makale de işte bu dergide yayınlanmıştı.
Darwin çocuklar üzerinde yapılan çalışmalar için belli kuralların izlenmesi ve metotların uygulanması gerektiğini söylemişti. Preyer da bu makaleden etkilenerek gözlemle ilgili bazı kurallar oluşturdu.
Bu kurallar şöyleydi: - Gözlemler direkt araştırmacı tarafından yapılmalıdır ve doğruluklarından emin olunabilmesi için bu gözlemler diğerlerinin yaptığı gözlemlerle karşılaştırılmalıdır. - Tüm gözlemler en ince ayrıntılarına kadar kaydedilmeli ve araştırma için yararsız gibi görünseler de atlanmamalıdırlar. - Çocuğa yansız olarak bakılması ve gözlemin de bu çerçevede devam ettirilmesi oldukça önemlidir. - Gözlemci çocuğu kesintisiz olarak gözlemlemelidir eğer gözleme bir günden uzun sürelik bir ara verilecekse başka bir
araştırmacıdan yardım alınarak gözlem devam ettirilmelidir. - Günde en az üç kez aynı çocuk gözlenmeli ve belirlenen metoda bağlı olarak sorulan sorular ve alınan cevaplar anında kağıda not alınmalıdır. Kısacası Preyer gözlemle ilgili en problemli konularla ilgili bazı kurallar ortaya çıkarttı. Preyer’ın bu kuralları belirlerken kullandığı metotlar da en az bu metotlar kadar ilgi çekicidir. Preyer’e göre bir çocuğun zihni üç bölüme ayrılır: 1) duyular, 2) istek ve 3) anlayış. Preyer çocuk zihnini bu şekilde üçe ayırdıktan sonra bu bölümlerin hepsinin ayrı ayrı geliştiklerini söyledi. Ve tüm bunların ardından da günümüzde yanlış olduğu kanıtlanmış bir hipotez attı ortaya: insanların doğduklarında yetişkinlik dönemlerine göre çoğu yetilerinin olmadığını, duyma yetisinin bile sonradan geliştiğini söyledi. Bu hipotezinin yanı sıra Preyer çocuklarda bulunan motor kabiliyetlerle ilgili de bazı iddialarda bulundu. Ancak Preyer’ın asıl
araştırma odağı davranışlardı. Preyer davranış düzeninin nasıl olduğunu bulmayı amaçlıyordu. Yaptığı davranışsal çalışmaların ardından Preyer şu sonuca vardı: Bebeğin bilinçli olarak yaptığı eylemler doğumdan sonra üç ay bittiğinde başlıyordu. Preyer daha sonra çocuklarda zeka gelişimi üzerine çalışmaya devam etti. Bu konuda araştırmalarını sürdürürken bazı deneyler de yaptı. Preyer’ın yaptığı tüm bu çalışma ve katkıların yanı sıra modern gelişim araştırmacılarına yaptığı katkılardan bir diğeri de embriyoların gelişimi üzerinde yaptığı araştırmalardır. Preyer pek çok hayvan embriyosu üzerinde modern teknikler kullanarak çalışmıştır. Preyer bu çalışmaların ardından ilk gelişimin başladığı embriyo ile ilgili şu sonuçlara varmıştır: a) Embriyoda spontane gelişen motor eylemler duyuların tepkileri şeklindedir. b) motor eylemler daha sonra zihinsel, duygusal ve dilsel performansa dönüşür. Tüm bu çalışmaları ve
çıkarımları nedeniyle Preyer davranışsal embriyoloji alanının babası olarak anılır. Bazı araştırmacılar Preyer’ın kullandığı metotlar ve çalışmalarının odak noktası nedeniyle psikolojinin öncülerinden biri olarak kabul edilemeyeceğini daha çok gelişimsel psikolojiye katkı sağladığını söylerler. Bu noktada Preyer gelişim psikoloji alanına ne tür teorik katkılar sağlamıştır diye sorabilirsiniz. Bu soruya vereceğiniz yanıt Preyer’ın çalışmalarına yaklaşımınızla ilgilidir. Preyer’ın asıl amacı gelişimin temel kurallarını açıklamak; bireyin var oluşu ve davranış örgüsü arasındaki ilişkiyi analiz etmek bu iki sürecin birbirine olan etkisini incelemekti. Türler ile gelişim sistemleri üzerinde çalışıyordu. Bu yüzden de onun yaptığı çalışmaların modern gelişimsel araştırmalara katkı sağladığını söyleyebiliriz. Preyer beynin anatomisi üzerine yaptığı çalışmaların ardından beyin gelişiminin tecrübelerle birebir bağlantısı olduğunu keşfetmişti. Kişi kendi gelişimine nasıl katkı
sağlayabilir ki? sorusunun cevabını arayan Preyer bir sonraki yüz yılda psiko-biyologların ve nörobiyologların araştırdıkları konular üzerinde durdu. Preyer’ın davranışlarla ilgili teorisi; insanın olgunlaşma süreci benzer hayvan türlerine göre çok daha hızlıdır yönündeydi. Test edildiğinde bu teori doğruydu ve bazı insan davranışlarının da bu şekilde açıklanması mümkündü. Ancak Preyer bu konu üzerinde fazla durmadı bu teorisini bir kanun gibi kabul etti ve diğer çalışmalarına da bu ışıkta devam etti. Preyer’ın gelişimsel çalışmalara katkısını incelediğimizde en çok karşımıza çıkan davranışsal gelişim için yaptığı gözlemlerdir. Preyer kendi dönemine göre evrimsel bir bakış açısına sahip, bireyin var oluşu ile davranış örgüsü arasında bir ilişki olduğunu söyleyen ve belki de embriyonun gelişimsel psikolojide önemli bir yeri olduğunu söyleyen ilk araştırmacılardan biriydi. Onun çalışmaları sırasında pek çok genç bilim insanı embriyoloji konusunda çalışmaya başladı
ve belki de Preyer’ın en önemli katkılarından biri de gelişimsel davranış bilimin sosyal, hümanistik bir hareket haline gelmesiydi. Amerika ve Avrupa’daki diğer bilim insanları bu konunun derinliğini Preyer ile birlikte anlamaya başladılar. Hafıza ve Zekâ Alfred Binet’in, Siegler’in bilimsel katkılarının anlatıldığı bir makalede: “Binet’in zeka ile ilgili tüm çalışmalarının sonunda zekayı sadece bir skora (IQ) indirgemesi ne kadar da ilginçtir” diye yazmaktadır. Binet’in çalışma hayatındaki ironilerden sadece biridir bu örnek. Aynı şekilde Binet’in hayatındaki bir diğer ironi de Binet’in döneminin en iyi Fransız psikologlarından biri olduğu halde çalıştığı üniversitede profesörlük unvanını alamamış olmasıdır. Ancak Binet çocukların ve yetişkinlerin zeka kategorilerini açıklamak için “öğrenmeyi öğrenme” testini kullanmış ve bu teste adını vermiştir.
Fransız olmayan araştırmacılar Alfred Binet’i ilk önemli deneysel psikolog olarak kabul ederler. Binet’in çalışmalarını bu kitap ve kitabımızın bu bölümü için bu kadar önemli kılan Binet’in deneysel çocuk çalışmalarının laboratuvarın ötesine geçmiş ve dış dünyada da gözlem yapmış olmasıdır. Kariyeri boyunca Binet psikoloji çalışmalarını başladığı andan itibaren eylem ve düşüncenin birbirlerinden bağımsız olduğunu iddia etmiştir. Binet psikoloji ile ilgilenmeye başladığında okumakta olduğu hukuk bölümünü bırakmış ve bağımsız olarak psikoloji çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalara başladığında da en çok ilgisini çeken o olduğu için deneysel psikolojiye yönelmiştir. Psikoloji çalışmalarına başladıktan çok kısa bir süre sonra oldukça önemli nörologlardan biri olan Jean Martin Charcot ile birlikte çalışmaya başlamıştır. Yedi yıl boyunca Charcot ile birlikte hipnotizm ve normal bireylerde bu sürecin işleyişi ile ilgili çalışmıştır. Bu çalışmalar Binet’in insan bedenindeki
duygusal değişiklikleri elektriksel değişikliklere benzeterek açıklaması ile sonuçlanmıştır. Binet’in bu çıkarımları o dönemde embriyolojik çalışmalar yapan E. G. Balbiani’yi büyük oranda etkilemiştir. Balbiani ilk önce biyolojik araştırmalarla kariyerine başlamış daha sonra da evrim, gelişim ve genetik konseptlerini inceleyen araştırmacılardan biridir. 1894 yılında Balbiani Sorbonne üniversitesinde doktor unvanı almıştır. Balbiani’nin doktor unvanı aldığı aynı yıl Binet de “Psikoloji Yıllıkları” adı altında bir kitap yayınlamıştır. Bu kitapta bulunan 15 makalede estetik psikolojisi, önerilebilirlik, omurgasız hayvanlarda sinir sistemi, çocukların algısı ve hafızanın gelişimi ile ilgili konular yer almıştır. Binet bu çalışmalarını tamamlayabilmek için oldukça uzun bir süre çalışmak zorunda kalmış ve ölünceye kadar bu yıllıkları basmaya devam etmiştir. Binet’in kariyerinde psikoloji için önerdiği metot pragmatik bir çoklu metottur ve davranış problemlerine çok popülasyonu çözümler
önermiştir. Binet aslında sadece deneysel psikoloji alanında kalmamış ve davranışların kendisiyle ilgilenmiştir. Ayrıca hafızayı anlayabilmek için pek çok test grubu olmuş bu grupları test etmek için de belli prosedürler yaklaşımlar kullanmıştır. Daha sonra hayal gücü ve yaratıcılığı anlayabilmek için ünlü tiyatro senaryoları üzerine çalışmış, yeni araştırma teknikleri keşfetmiştir. Bu farklı bakış açısı sayesinde Binet hem yeni keşifler yapmış hem de yeni problematik konular bulmuştur. Binet yaşadığı döneminde bazı kişilerce övülürken bazı kişilerce de sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ancak Binet yaptığı çalışmalarla pek çok kişiye örnek ve ilham kaynağı olmuştur çünkü Binet kendi döneminde oldukça cesur bir adamdı ve inandığı her şeyi yayınlama cesaretine de sahipti. Kısa vadeli kazançları feda ederek kariyerinde uzun vadede başarılı olmayı hedefliyordu. Binet hafıza ve algı çalışmalarını iki kızı üzerinde yaptığı gözlemlerle sürdürdü. Çocuklarını ergenlik yıllarına kadar
gözlemleyerek hem çocukların algısını hem de hafızalarının farklı bölümlerini inceledi. Binet bu çalışmalarını yaparken şöyle demiştir; “psikoloji alanı henüz fazla gelişmemiştir bu yüzden yapacağımız çalışmaları en yakınımızdaki kişilere uygulayarak hem çok daha iyi sonuçlar alabiliriz hem de böylece araştırmalarımızı laboratuvarın ötesine de taşımış oluruz. Binet çocuklarını gözlemleyerek yaptığı çalışmaların ardından meslektaşı Henri ile birlikte yüzlerce çocuğu gözlemledi ve hafızanın gelişimi ile ilgili çıkarım yapmaya devam etti. Binet ve Henri analizlerinden birinde çocukların onlar için oldukça yararlı veriler sağladıkları sonucuna ulaştı ve modern anlamda hafıza çalışmalarına işte bu dönemde başladılar. Binet ve meslektaşının bu çalışmalar için izledikleri deneysel yöntem biraz da içgüdüsel bir şekilde ortaya çıkmıştır. Diğer araştırmacıların bu konuda daha farklı bir yol izlediklerini de göz önünde bulundurarak Binet’in hiç vaz geçmediği deneysel yöntem
sayesinde diğer araştırmacıların ötesine geçtiğini söyleyebiliriz.
sınırlarının
Binet bu anlamda yapacağı çalışmalarda her zaman tek bir çocuk kullanmaktansa birkaç çocuk kullanmayı tercih etmiştir. Binet bireyler arasındaki farklılıkları inceleyen ilk bilim adamı değildi ancak Binet bu anlamda daha geniş çalışmalar yapmıştır. Binet her zaman bireyler arasındaki farklılıkların farklı bilişsel özelliklere işaret edebileceğini düşünmüş ve zihinsel testleri sadece tek yönlü değil bireyin farklı motor yetilerini ölçemeye yönelik şekilde yapmanın daha doğru olduğunu söylemiştir. Genel olarak Binet ve Henri araştırmalarında Amerikan ve Alman meslektaşlarından çok daha farklı bir yaklaşım izlediler. Bu yaklaşıma uygun olarak da fikirleri ve onların anlamlarını anlamlandırmak için hafızanın küçük birimlerine bakmayı doğru bulmadılar. Ayrıca Biner farklı bireylerin zihinsel fonksiyonlarının birbirlerinden farklı olduğunu
düşünüyordu. Binet ve Henri’nin araştırmalarında karşılaştıkları en büyük problem zekanın belli fonksiyonların çalışmasını sağlayan parçalarını bir araya getirmekti. Bu parçaların nasıl bir araya geldikleri ve bir araya gelerek nasıl zihinsel süreçleri meydana getirdiklerini anlamak onlar için zordu. Bu konuyu aydınlatmak için 10 yıl boyunca çalıştılar. Fransa’daki çocuk çalışmaları da bu konu üzerine eğilmişti. Binet de kısa süre içinde bu çalışmaların bir parçası olması için oraya davet edildi. Binet oradaki çalışmaların başına geçti ve özel eğitimden geçen çocukların zihinsel gelişimleri üzerinde araştırmalar yaptı. Bu çalışmalarını medikal, eğitim ve psikoloji alanlarına dayandırmış olsa da en çok psikolojik testler üzerinde duruyordu. Biner ve Henri bu çalışma için 30 farklı test hazırladılar. Bu çalışmada her ne kadar temel testlerle çocukların zihin yapısını incelemek mümkün olsa da daha karmaşık testler kullanarak farklı zihinsel özellikleri saptamayı hedefliyorlardı. Bu
proje Binet tarafından başlatıldı ve daha sonra Amerikan psikologlar tarafından tamamlandı. Oldukça başarılı sonuçlar alınmış olsa da Binet ve Simon bu çalışmanın bazı sınırları olduğunu biliyorlardı. Binet bu çalışmanın sonrasında zekanın tanımını yapan bir araştırmacı ve aynı zamanda da bir teorici olarak tarihe geçti. Binet her ne kadar zekayı tanımlamak gibi bir amaçla bu yola çıkmış olmasa da zekanın fonksiyonunu ve bu fonksiyonu oluşturan elementleri anlatmakta hiç tereddüt etmedi. Binet hiçbir zaman çocuğun zihnini bir düşünce fabrikası gibi görmedi o sadece çocukların zihnindeki farklı fonksiyonları teşhis etmek istedi. Binet’e göre zeka gelişimi dinamik ve sürekli değişen bir süreçti. Binet’in gelişimi anlamada bize sağladığı katkıları kısaca özetlemek gerekirse, Binet’in üç temel konuda gelişim alanına büyük katkıları olduğunu söyleyebiliriz. İlki bireysel farklılıkların zihinsel süreçlerde farklılıkların olmasını sağlayacağına dair açıklamasıydı. İkinci
katkısı ilk katkısı ile de ilişkilendirilebilecek bir konudaydı. Binet kariyeri boyunca psikolojinin iki bilimi üzerinde çalıştı ve bu iki bilim daha sonra onun da katkılarıyla ayrılmış oldu. Bu iki alan: deneysel çocuk psikolojisi ile bireysel farklılıklar çalışmalarıydı. Son katkısı ise alandaki genel açıklamaların tekrar yorumlanması gerektiğine dair söylemi oldu. Binet insan gelişimine dair bir bilim dalının varlığını kanıtlayan ilk bilim adamlarından biriydi. Buradaki problemin karmaşıklığını idrak etmişti ancak gelişimsel psikolojinin çok önemli bir bilim dalı olacağından da emindi. Binet insanlarda davranışsal gelişimin belli metotlar dahilinde gözlem yaparak bir bilimsel düzlemde incelenebileceğini göstermişti. AMERİKA’DAKİ YENİ PSİKOLOJİ Amerika’da yeni bir psikoloji alanının doğmasında öncü rol oynayanlardan biri olan Hall eşsiz bir bilim adamıydı. Uzun kariyeri boyunca psikoloji ve Amerika’da oluşmasını
istediği çocuk psikolojisi alanı için hem bir yazar hem bir avukat hem de bir konuşmacı rolünü üstlenmişti. Massachusetts’te doğan Hall bir müdür, felsefe profesörü, deneysel psikolog, çocuk psikoloğu, üniversitede bölüm başkanı, eğitimsel psikolog ve çocuk çalışmaları hareketinin lideriydi. Bu kitabın önceki baskısında bu bölümde yer verdiğimiz Hall için Amerika’daki çocuk psikolojisi hareketinin lideri diye bahsetmiştik. Hall yaşadığı dönemde Amerika’da çocuk ve ergenlerle ilgili çalışmalar yapan bir kuruluşun kurulmasına da öncülük etmişti. Hall gelişimsel psikoloji çalışmalarına 1880 yılında, Avrupa’daki yüksek lisans eğitimini tamamlayıp Amerika’ya döndüğünde başlamıştı. Almanya’da öğrendiği “anket” yöntemini “çocukların zihinleri” konulu çalışmasında kullanmaya başladı. Bu metot ilk önce öğretmenlerin öğrencileriyle ilgili bilgi sahibi olması amacıyla ortaya çıkmıştı. Prosedür çocuklara deneyimleriyle ilgili kısa sorular sorulması ve bazı kelimelerin
anlamlarıyla ilgili bilgi sahibi olup olmadıklarının ölçülmesiyle ilerliyordu. Verilen cevaplara göre sonucun yüzdesi ortaya çıkıyor ve çocuklar gruplara ayrılıyorlardı. Kırsal kesimden çocuklar, şehir merkezinden çocuklar, erkekler, kızlar, beyaz çocuklar, siyahi çocuklar gibi gruplar oluşturuyorlardı. Anket metodu çocukların genel kelime bilgilerini ölçmeye ve onlardan bazı temel bilgileri almaya yönelikti. Hall bu noktada bu anket metodunu daha bilimsel bir seviyeye taşıdı. Eğitimciler de Hall’ın bu yenilikçi düşüncesinden etkilenmişlerdi. Bu çalışmalar daha sonra çocuk araştırmaları hareketine dönüştü ve sonra da klinik psikolojinin bazı adımları atılmış oldu. Hall bu dönemde Amerika’daki ilk psikolojik dergiyi hayata geçirdi ve ölünceye kadar Clark Üniversitesinde çalışmaya devam etti. Orada çalıştığı dönem boyunca gelişimsel çalışmalar adına önemli ilerlemeler kaydetti. Hall insan gelişiminin tüm evrelerinde biogenetik kanunların etkili olduğunu söylemişti.
Hall çocukların öğrenme süreçlerinde bazı biyolojik engeller olabileceğini düşünüyordu. Hall bu düşüncesi çerçevesinde ergen gelişimine odaklandı. Hall ergenlik döneminin bireyin gelişimi için çok büyük bir önem taşıdığını ve o dönemde oluşan değişikliklerin bireyin hayatı boyunca etkili olabileceği sonucuna ulaştı. Bu noktada ergen bireyler üzerinde araştırmalar yaptı ve felsefik, psikolojik, antropolojik, dini ve psikolojik kaynakları kullandı. Bunların ardından şu çıkarımda bulundu: “Ergenlik çağı bireyin eylemlerini bilinçli olarak sürdürmeye başladığı dönemdir. Bu yüzden ergenlik çağı bireyin hayatında öz merkezli eksenden farklı bir eksene geçtiği dönemdir.” Hall’ın gelişimsel psikolojiye olan katkılarını özetlemek gerekirse yaptığı tüm katkıların benzersiz olduğunu söyleyebiliriz. Hall hakkında yazan White onun bu alana yaptığı üç en önemli katkıyı şöyle sıralamıştır: 1) Hall çocuk gelişimi üzerine farklı alanlarla işbirlikçi çalışmalar yapan ve bu çalışmalarda anket yöntemini kullanan ilk bilim adamıdır. Bu
anketler sayesinde çocuklar doğal ortamlarında incelenmiştir. 2) Hall sosyal ortamı içsel durumlara yönelik bir etken madde olarak görüyordu bu yüzden çocuklukla ilgili sosyo-biyolojik yaklaşım kuramını kullandı. 3) Hall çalışmalarında her zaman bilimsel bir sentez yaparken bu sentezini bir uygulama alanında doğrulama ihtiyacı hissederdi ve çalışmalarını buna göre düzenlerdi. Hall’ın gelişimsel alana yaptığı bu katkıları göz önünde bulundurduğumuzda hem gelişimsel teori hem de uygulama modelleri konusunda oldukça yararlı olduğunu görüyoruz. Hall ayrıca bu alanda yeni yaklaşımlar kullanarak akademik sınırları da ortadan kaldırmıştır. Bilimsel hayatı boyunca Hall bilimsel metotların hem bir kullanıcısı hem de yaygınlaştırıcısı olarak çalışmış biogenetik kanun ve anket yöntemini ilk kez kullanarak Amerika’da deneysel psikolojinin ilerlemesini sağlamıştır. Hall kariyeri boyunca yeni yaklaşımlara ve
fikirlere her zaman açık olmuş ve her zaman psikolojiyi daha yararlı, topluma uygulanabilir hale getirmeye çalışmıştır. Kısacası Hall alanı için hem çok önemli bir öğretmen hem de önemi tartışılamayacak bir bilim adamıydı. Gelişimsel çalışmaların en önemli alanları üzerine çalışmış ve sahip olduğu farklı prensiplerle psikolojiyi farklı bir noktaya taşımıştır. Bu anlamda ergen ve çocuk çalışmaları alanında her zaman bir akıl hocası olarak kalacaktır da diyebiliriz. GELİŞİMSEL TEORİNİN ORTAYA ÇIKIŞI Bilişsel ve sosyal gelişim çalışmalarında James Mark Baldwin’in katkıları yadsınamayacak kadar büyüktür. Baldwin “yeni psikoloji” çerçevesinde genetik epistemolojiyi hayata geçiren ilk bilim adamıdır. Ayrıca Baldwin’in yaptığı diğer çalışmaların da Piaget ve Vygotsky’e ilham kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Ama Baldwin’i sadece onlara yaptığı etki üzerinden değerlendirmek yanlış olur.
Baldwin’in evrimsel epistemoloji, gelişimsel birimlerin birbirlerine yaptıkları etki, kişiliğin dinamikleri ve sosyal bağlar ile bilincin oluşumu konularında pek çok çalışma yapmıştır. Baldwin 1861 yılında Columbia, Güney Carolina’da doğdu ve 1934 yılında Paris’te öldü. Felsefe ve psikoloji eğitimlerinin ardından Avrupa’da 1888 yılında doktorasını tamamladı. 4 yıl çalıştığı Toronto Üniversite’sinde deneysel çalışmalar yaptı ve “çocuk psikolojisi” adını verdiği bir projeyi yürüttü. Bu çalışmanın sonucunda zihinsel gelişime ilişkin çalışmaların ilk adımı atılmış oldu. Başından beri Baldwin deneysel bir psikolog değildi o daha çok teorik bir psikologdu. Yaptığı çalışmaları yeni teoriler üretmek amacıyla kullanır ve bulgularını bilimsel şemalar haline getirirdi. Baldwin’in bu noktada ilk amacı zihnin evrimi üzerine çalışmaktı. Baldwin her zaman bir bilim olarak psikoloji alanı için bir anahtar konumundadır. Toronto ve Princeton üniversitelerinde psikoloji bölümünün
kurulmasına öncülük etmiştir. 36 yaşında Amerikan Psikoloji Derneği’nin başkanı olarak seçilmiştir ve Amerika’da psikoloji alanının öncülerinden biri olarak kabul edilmektedir. Metafizik ve Gelişim Baldwin’in düşünce yapısının derin bir analizini yapan Wozniak şöyle der: “Baldwin on dokuzuncu yüzyılda Amerika’yı etkisi altına alan zihinsel felsefe geleneğine bağlı bir araştırmacıydı. Ama biyolojik ve davranışsal bilimlerle ilgili yaptığı çalışmalar ile bilginin kökeni ve gerçeklik algısı kavramları üzerine çalıştı. Kariyeri boyunca Baldwin bilimsel ve teorik çalışmalar yaparak metafizik ve psikoloji biliminin sentezini oluşturdu. 1980’li yıllarda genetik çalışmaların nedensellik ve gerçeklik kavramlarının merkezinde olması gerektiğine karar verdi. Kariyeri boyunca Baldwin gelişim kavramının ta kendisi oldu.” Baldwin’in karakteri ve çalışmaları ile ilgili Wozniak’ın bu anlatımı oldukça doğrudur,
Baldwin daha döneminin araştırmacıları bu konuya eğilmeye başlamadan önce bile bilimsel psikoloji ile ilgili çalışmalar yapıyordu. Ancak Baldwin’in çalışmalarının konuları ve karmaşıklığı düşünüldüğünde kısa bir özet yapmanın çok da mümkün olamayacağını görüyoruz. Bu kitabın önceki bölümlerinde de Baldwin’in alana katkılarına ve tarihsel olarak konumlandığı yeri size detaylı bir şekilde yer vermeye çalıştık. Bu durumda bölümde Baldwin’in kariyerinde 21 kitap ve 100 makale yazmış olduğunu belirtmemiz gerekir. Buradan da anlaşılacağı üzere Baldwin alanın pek çok bölümüne ilişkin düşüncesi olan ve pek çok konu ile ilgili katkı sağlamış bir araştırmacıdır. Zihinsel Gelişim ve Sosyal Ontojenez Baldwin’in iki çalışması modern gelişimsel psikologların çalışmalarına ilham kaynağı olmuştur. Bu iki çalışma “Mental Development in Child (Çocuğun Zihinsel Gelişimi) ile Social and Ethical Interpretations of Mental
Development (Zihinsel Gelişimin Sosyal ve Etik olarak Yorumlanması)’dır.” Bu kitaplara göre bireysel gelişimde büyümeyi sağlayan ve “bilişsel şemanın” çizilmesine olanak veren ana nokta “dairesel reaksiyondur.” Bu keşif ile Baldwin daha sonra açıklayacağı öğrenme konseptlerini bireyin taklit yeteneğine bağlamıştır. Bu durumda ontojenez kavramı da “sabit değerleri olan sabit bir maddedir” düşüncesi ortaya çıkmıştır. Baldwin’e göre gelişim bebeklikten yetişkinliğe doğru aşama aşama ilerleyen bir süreçtir. Bu sürecin ilk aşaması reflektif ya da psikolojik aşamadır, daha sonra duyu-devinimsel ve ideomotor aşamaları gelir ve bu aşamalardan sonra sembolik dönüşümsel aşamaya geçilir. Baldwin’in bu aşamalı zihinsel gelişim teorisi hem sürecin kendisine hem de yapısına odaklanır. Baldwin’in bu konuyla ilgili çalışmalarında kullandığı pek çok terim günümüzde de
kullanılmaktadır. Baldwin’in az önce bahsettiğimiz kitaplarından ikincisi çocukların sosyal – bilişsel gelişimleri üzerine yazılan Amerika’ daki ilk psikoloji kitabıdır. Bu çalışmada bilşsel aşama modeli geliştirilerek sosyal gelişim, sosyal organizasyon ve benliğin kendisi de konu edilmiştir. Baldwin sosyal psikoloji problemlerinin görmezden gelindiğini söylemiş, bunun sebebini de psikoloji ve sosyoloji konseptlerinin birleştirilememesine bağlamıştır. Sosyal gelişimde “diyalektik bir kişisel gelişim” söz konusudur ve bu ilerleme süjenin ego merkezli gelişimden empatik sosyal gelişimi ile devam eder. Bireyin gelişimsel süreci dikkate alındığında kişiliğin önceki tecrübelerle ya da sadece genlerle sabit olmadığı sonucuna ulaşmıştır Baldwin. Birey sürekli ilerleyen bir gelişim süreci doğrultusunda ortaya çıkar ve toplumun da buna etkisi vardır. Baldwin bunu “sosyal kalıtsallık” olarak adlandırmış ve bu kavramın taklit etme ve içgüdüsel dairesel reaksiyon sonucu ortaya
çıktığını söylemiştir. Bu durumda Baldwin’e göre bireyin gelişimi ile ilgili kesin olarak emin olunan iki kavram vardır: “ego” ve “değişim”. Sosyojenez Baldwin’in bahsettiği bir diğer gelişimsel konu ise doğuştan ve yetiştirilme tarzından kavramları arasındaki ilişki ve bireysel gelişimde genetik dönüşümün etkisi konusudur. Baldwin metafiziksel sentez ışığında düşünerek doğuştan-yetiştirilme tarzından dikotomosinin yanlış olduğunu ve bir bireyin gelişimini anlamak için yapılan çalışmalarda bu iki kavramın birlikte çalıştığının kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir. Evrimsel adaptasyon ve gelişimsel konumlanma aynı amaca hizmet eder ancak farklı zaman dilimlerinde bireyi etkiler demiştir. Bu analizi geliştiren Baldwin bu iki elementin nasıl senkronize çalıştığını anlatmak için şu sözleri kullanmıştır: “Burada iki farklı soru sorulması gerektiği kesindir, bu iki sorunun cevabı ise “filojenez” ve “ontojenez” olacaktır. İlk kavram bireyin doğal
formunun nasıl sürekli ilerlediğini gösterir; ikincil kavram ise bireyin kendini daha iyi bir doğaya uyumlu hale getirmek için nasıl davrandığını anlatır. Burada asıl konu şudur ki bu iki kavramın birleşiminin sonucunda yeni bir genetik psikoloji ortaya çıkacaktır.” Baldwin bu konu üzerinde yaptığı çalışmalarına devam ederek “doğal seleksiyon” kavramı ile ilgilenmeye başlamıştır. Bireyin ömründe kendini konumlandırdığı yerin bir sonraki neslin adaptasyon sürecinde “doğal seleksiyon” olarak ortaya çıkacağını iddia etmiştir. Bu fikir ile Baldwin ontojenik konumlandırma ile evrimsel değişimi birbirine bağlar. Baldwin yıllar içinde bu konsept ile ilgili düşüncelerini daha da derinleştirerek biyolojide “Baldwin etkisi” olarak ortaya çıkan kavramın oluşmasını sağlamıştır. Kritik Değerlendirme Sürecine Doğru Baldwin’in teorilerini geliştirerek belli konseptlere dönüştürmesinin ardından bu teorilerin modern standartlara ulaştığını söyleyebiliriz. Bu kitapta Baldwin’in bazı konseptlerini inceledikten sonra bu konseptlerin
modern teorilere dönüşmesinde ortaya çıkan problemleri anlatmak için bu konseptleri daha yakından incelemek gerekir. Hiç şüphesiz ki Baldwin kendinden sonraki araştırmacıları büyük ölçüde etkisi altına almıştır. Baldwin yeniliklere açıklığı nedeniyle daha önce ortaya çıkan temel konseptleri teorik modellere çevirmiştir. Ve bunu yaparken de kendinden önce ortaya çıkan filozoflardan büyük oranda etkilenmiştir. Bu filozoflardan biri Baldwin’in Princeton’daki akıl hocası metafizik alanında çalışan İskoç filozof James McCosh. Bu filozofun laboratuvarı Preyer, Binet ve Shinn’i büyük ölçüde etkilemiştir. Aynı şekilde Baldwin’in “doğal seleksiyon” düşüncesinin Morgan ve Osborn’un çalışmalarından hareketle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Baldwin her ne kadar bu düşüncelerden etkilenerek modern teorilerin ortaya çıkmasına katkı sağlamış olsa da aynı zamanda kitaplarının zor okunabilir bir dille yazıldığını ve kafa karışıklıklarıyla dolu olduğunu da belirtmek
gerekir. Baldwin’in çalışmalarıyla ilgili yorum yazan modern yazarlardan biri Baldwin’in çalışmalarında bitirilmemiş kısımlar olduğunu ve bu kısımların da kafa karışıklığı yarattığını ifade etmiştir. Bu kısımlardan biri de Baldwin’in sosyal teorisini ve gelişim sürecinde ortaya çıkan aşamaları anlattığı yazılarıdır. Baldwin’in yazıları okuyucular için kolaylık sağlayan türden yazılar değildir. Bu yüzden bu yazılar modern çalışmalara uyarlandığında üzerlerinde pek çok yorum yapılmıştır. Baldwin her zaman kendi gelişimsel görüşünü yeniliklerle bezemiş ve kariyerinin neredeyse tümünde ilerleme kaydetmiştir ancak bunu yaparken eski ile yeni arasında bir bağ kurmaya gerek duymamıştır. Baldwin’in Josiah Royce ve William James’ten sosyal benlik konusunda büyük oranda yararlandığını söyleyebiliriz. Ancak bu anlamda Baldwin farklı çalışmalardan yararlanırken bu çalışmaların ortaya çıkarttığı görüşlere asla tam olarak bağlı kalmaz onun yerine bu çalışmaların sonuçlarını kendi formüle eder ve yorumlar.
Bu yorumlama süreci Baldwin’in eski teorilerden hareketle yenilerini geliştirmesini sağlamıştır. Bu yorumlama ile ilgili araştırma yapıldığında Baldwin’in hangi teorisi için tam olarak kimin çalışmasından esinlendiğini anlamak mümkün olmaz ancak sadece bu konu ile ilgili bir fikir edinilebilir. Bu bağlamda Baldwin’in sosyal bilişsel gelişim konsepti düşünüldüğünde ise etkilenmenin çift yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu konuda Baldwin meslektaşlarına göre çok daha kesin, sistematik ve uygulanabilir bir teori üretmiştir. Baldwin’e katkı sağlayan psikologları ve araştırmacıları incelerken bu konuda Lawrence Kohlberg’in diğer psikologlardan çok daha büyük bir etkisi olduğunu belirtmemiz gerekir. Amerikan psikolog Lawrence Kohlberg sosyal bilinç ile ilgili yazdığı klasik makalesi ile neredeyse tüm modern gelişimsel psikologları etkilemiştir. Kohlberg, Baldwin’in çalışmalarını mezuniyet tezinde kullanmış ve çalışmasını daha çok etik, ahlaki gelişim konusuna odaklanmıştır.
Baldwin’in teorik çalışmaları aynı şekilde Piaget’nin bilinç ve ahlaki gelişim çalışmalarını da etkilemiştir. Piaget, Baldwin’in kullandığı dairesel tepki, bilişsel şema, duyu – devinimsel gibi kavramları kullanmıştır. Bu konu üzerine bir yazı yazan Cahan, “Piaget’nin çalışmalarında Baldwin’in çalışmalarında görülen aynı amaçlar, genetik yaklaşımlar ve epistemolojik varsayımlar vardır.” der. Çalışmalarının çoğunu Paris’te gerçekleştiren Baldwin Fransız entelektüellerini genel olarak etkilemiştir. Baldwin’in çalışmaları genel olarak düşünüldüğünde Baldwin’in karşılaştığı ikilemler karşısında bilimsel yöntemi bırakıp felsefik yönteme geçtiği görülür. Piaget bu noktada alternatif olarak biyolojik yöntemi kullanmayı tercih etmiştir. Baldwin’in uyguladığı bu yöntem teorilerinin uygulanabilirliği ve doğruluğu konusunda belirsizlikler ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Baldwin’in teorik çalışmalarıyla ilgili yorumları ve çıkarımları anlattıktan sonra Baldwin’in
önerilerinin yirminci yüzyılın gelişim teoricilerini çok büyük oranda etkilediğini söylememiz gerekir. Baldwin’in bu alanda yaptığı çalışmalar kendinden sonra gelen gelişimsel araştırmacıları da etkisi altına alarak bu çalışmaların ontojenik odak ve sosyal dinamikler yönünde ilerlemesini sağlamıştır. Baldwin’in gelişimsel konseptlerinin bu alandaki önemini incelerken ilk önce sormamız gereken sorun Baldwin’in çalışmalarının modern psikoloji alanında neden karşımıza çıkmadığı yönünde olacaktır. Bunun ilk açıklaması Baldwin’in teori formüllerinin yirminci yüzyılda Amerika’yı etkisi altına alan yeni psikoloji trendlerine uymaması olacaktır. Yeni psikoloji alanı bilincin ya da bebeklikte gelişimin önemini o dönemde yadsımaktadır. Ayrıca Baldwin’in bebeklik ile ilgili yaptığı çalışmalar bilimsel bir sistem ve kanıta sahip olmadığı için büyük tartışmalara neden olmuştur. Belli metodolojik yöntemleri kullanmayan Baldwin’in karşılaştığı problemler karşısında
gelişimsel psikolojiden uzaklaşarak felsefeye yöneldiğini de biliyoruz. Baldwin’in çalışmalarının modern alanda karşımıza neden çıkmadığı ile ilgili yazılar yazan diğer yazarların sunduğu sebepler de şöyledir: a) Baldwin’in üslubu nedeniyle çalışmalarının kanıtlanması mümkün olmadı, b) Baldwin çalışmalarını onunla aynı düzlemde yürütecek öğrencilere sahip değildi, c) Baldwin’in yaşadığı kişisel skandallar akademik hayatını olumsuz yönde etkilemiştir. Kısaca özetlemek gerekirse Baldwin’in alana sağladığı büyük katkıların yanı sıra bitiremediği işleri ve kullandığı tekniklerin bilimsel yetersizlikleri onun gelişimsel çalışmalarını bilimsel düzlemde kullanılmaz hale getirmiştir. Son zamanlarda gelişimsel alanda ortaya çıkartılan çalışmaların hem istatistiksel veriler içermesi hem de bilimsel düzlemde uygulanabilir olması gerekmektedir. Baldwin’in çalışmalarını buna uymamaktadır. Her ne kadar modern çalışmaların arasında yer almasa da Baldwin’in
çalışmaları 1890’lı yılların önemli çalışmaları olarak yerini almıştır. Bu durumda James Baldwin ile ilgili nasıl bir sonuca varabiliriz? Bu sorunun cevabı olarak Baldwin her ne kadar akademik düzeyde başarılı olmamış olsa da döneminde gelişimsel alandaki bilgi boşluğunu doldurmuş kendinden sonra gelen 100 yıl boyunca gelişimsel fikirlerinin alanda hüküm sürmesini sağlamıştır. GELİŞİMSEL PSİKOPATOLOJİ Sigmund Freud, gelişimsel psikolojinin kurucularından biri olarak görülür. Diğer araştırmacıların aksine Freud davranışsal gelişim üzerine hiçbir bilimsel araştırma yayınlamamıştır, Freud klinik ortamda bir kaç çocuğu gözlemlemiş ve bunu geleneksel deneysel yöntem ile yapmamıştır. Ancak psikanaliz yirminci yüzyılda gelişimsel psikolojinin en önemli etkenlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca psikanaliz ilk önce Amerika’da kabul edilmiş ve Hall tarafından da kabul görmüştür.
Psikanaliz ortaya çıktığı dönemde Avrupa’da kabul görmeyen bir yöntemdi ancak Hall bu görüşü kabul etti. Moravia ’da doğan ve Viyana’da büyüyen Freud öğrencilik hayatından olgunluk dönemine kadar her zaman evrensel görüşlere ilgi duyardı.
Özellikle anatomi ve psikoloji alanlarına ilgi duyan Freud, Darwin ve Haeckel’in görüşlerinden büyük oranda etkilenmiş ayrıca John Stuart Mill’in düşüncelerini de desteklemiştir. Medikal eğitimini tamamladıktan sonra Freud yıllarca nörobiyolojik çalışmalar ve beyin üzerinde incelemeler yapmıştır. Freud’un ilk psikolojik yayınları oldukça büyük ilgi görmüştür. 1880’li yılların ortasında Freud nöroloji alanında çalışmalar yapmaya karar verdiğinde kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Bu alanda uzmanlaşmaya karar veren Freud Paris’te çalışmaya başladı. Freud bu çalışmalarında özellikle fiziksel semptomlar ve beyin ile zihnin “bilinçdışı” kısmına odaklanmıştır. Binet o
dönemde cinsellik ve kökenleri çalışmalar yapan ilk araştırmacıydı.
üzerine
Binet bu konu üzerine yazdığı bir kitabında cinsel çekim ve bu mekanizmalar üzerine yazmıştı. Binet bu çalışmasının ardından psikanaliz üzerine çalışmış ve psikanaliz ile ilgili üç elementten bahsetmiştir: 1) normal ve anormal davranışlar ile duygular arasındaki süregelen ilişkiyi düzenleyen mekanizma, 2) Cinsellik psikopatolojisinin önemi, 3) insan davranışının özündeki kuralsızlık yapısı. Viyana’ya dönen Freud orada nörolojik çalışmalar yapmaya başladı ve Josef Breuer ile “Histeri üzerine Çalışmalar” adlı kitabı yazdı. Freud bağımsız bir derneğe üye olup rüya analizleri yapmaya başladığında ise hipnotizm ve bilinçdışı üzerine çalışmaya başlayarak psikanalize giriş yaptı. Binet – Janet – Freud arasında bu anlamda bir bağ olmasının nedeni sadece bir görüşsel benzerlik değildi. Bu üç araştırmacının
psikanalize bakışları birbirine benziyordu ve hepsi de bilinçdışı üzerine çalışmalar yaparak gelişimsel psikolojiye yaptıkları etkiydi. Freud’un belirttiği üzere, psikanalizin iki tanımı vardı: a) sinirsel hastalıkları tedavi etmek için kullanılan özel bir metot, b) derin psikoloji olarak adlandırılan bilinçdışı zihinsel süreçleri inceleyen bilim dalı. Psikanaliz teorisi gelişim ve evrim ile ilgili pek çok varsayım barındırıyordu ancak teori ve terapi yönteminde psikanalizin bu kavramlarla bir ilişkisi yoktu. Peki neden psikanalist teori gelişimsel bir teori olarak ortaya çıktı? Bu sorunun cevaplarından birincisi yöntemin içeriğine ilişkin ilgidir çünkü bebek cinselliği ile ilk deneyimler bir psikanalistin metodudur. İkincil cevap ise Freud’un tarihteki belki de en önemli psikanalistlerden biri ve bu yöntemin kurucusu olarak ontojenik olayların doğasına ve nörobiyolojik deneyimlere odaklanmasındandır. Aslında başka bir deyişle şöyle de diyebiliriz Freud psikolojik çalışmalarını embriyojenez analizine dayandırır. Freud bu bağlamda
biyolojik yaklaşımlar çerçevesinde formüle ettiği yaklaşımını psikopatoloji ışığında ilerletmiştir. Bu bağlamda Freud’un yaklaşımı hem gelişimsel hem de evrimsel Darwin – Haeckel görüşlerine dair varsayımlar içerir. Bunlar şöyledir: a) Hiç duraksamayan iç ruhsal çaba ve hayatta kalma ile açıklama içgüdüleri arasındaki rekabet, b) psikanaliz iki motivasyonel güce odaklanır bunlardan biri: üremeyi sağlayan evrimsel içgüdüdür (cinsellik, libido) ve seleksiyon ile yıkımı getiren içgüdüdür (öfke, tanatos), c) filojenez aşamalarına paralel ilerleyen ontojenez aşamaları ilerleyen bir süreç olarak kabul edilir bu da insanın bebekliğinde cinsellik oluşumunun başlangıcına işaret eder ve d) gelişimsel duraksama fikri fetal teratolojinin oluşumudur yani bu da bireysel gelişimde “canavarların” oluşumunu engeller. Daha sonra Hz. Musa ve Tektanrıcılık kitabında Freud biogenetik kanunları anlatır. Daha sonra Amerikan psikolojik eğiliminde gördüğümüz
tüm gelişim ve evrim düşünceleri psikanalize bağlı olarak oluşmuştur. Psikanalizin metodolojik mirasında gelişim ve bebeklik deneyimlerinin olgunluk nevrotik hastaların oluşmasına neden olduğu söylenir. Freud’un bu alanda öne çıkmasının nedeni Binet gibi pek çok karmaşık süreç üzerinde çalışmasındandır. Freud bu bağlamda psikanalitik öğretilerin “duygusal” ve “bilimsel olmayan” nedenselleştirmelerine karşı çıkar. Psikanalitik söylemlerin doğruluğu zamanla bilgiyle değil dogmalarla ölçülmeye başlanmıştır. Bu da ilk olarak gelişimsel araştırma tarihinde Freud’un bilimsel olmayan nedenleri kabul etmemesinde haklı olduğunu gösterir. Ayrıca bu alanın bilimsel statüsünde çekirdek hipotezler bilimsel gözlemlerle kanıtlanmadığında karmaşanın çıkacağı da doğrulanmış olmuştur. Her halükarda psikanaliz 100 yıldır bilimsel ve toplumsal alanda sürdürülmektedir. Psikanaliz sağlık ve sosyal bilimler alanları ile edebiyata etki etmiştir. Bilimsel bir yöntem olarak
kökenlerini evrimsel gelişimsel yaklaşımlardan alan bu yöntem gelişim alanında çalışan araştırmacılar için oldukça ilgi çekicidir. Psikanalitik yöntemle bebeklik ve erken çocukluk dönemleri incelenebilir, ailesel düzlemde ortaya çıkan olayların bireylere etkisi araştırılabilir. Psikanaliz gelişimsel bir teori olup kişilik ve psikopatolojinin anlaşılması için kullanılabilir. Bu yaklaşıma göre çocukluk “gizli kalmış” bir dönem olup ergenlikte ve daha sonraki yıllarda bu dönemin etkileri ortaya çıkar. Bu yaklaşımın yaptığı araştırmaların amacı bebeklik ve okul öncesi dönemde yaşananların çocukluk, ergenlik ve erken yetişkinlik dönemlerinde görüldüğünün kanıtlanmasıdır. Psikanaliz ve psikanaliz yaklaşımı ile oluşturulan teoriler gelişim süreçlerinin dinamiklerini incelemektedir. Daha sonra bu yaklaşımla oluşturulan psikanalitik terapi gibi bazı keşifler yapılmıştır. Bu terapi ile bebeklik ile çocuklukta yaşanan sorunların ortaya çıkarttığı sağlık problemleri ortadan kaldırılabilmektedir.
Bu noktada psikanaliz yönteminin ve bu yöntemden doğan modellerin gelişimsel süreçleri etkilediği ve ontojenik anlamda önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bahsedilen bu gelişimsel süreçler kişiliğin oluşmasında ve bireyin hayatı boyunca geliştirdiği adaptasyon yöntemlerini etkileyecektir. BİLİM VE TOPLUM BİLİMLERİNDEKİ DİĞER TRENDLER Psikanalizin, gelişimsel psikopatoloji çalışmalarında önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz ancak psikoloji ve toplum arasındaki bağı kuvvetlendiren diğer güçler olduğunu da yok saymamız mümkün değildir. Çocuk çalışmalarında etkili olan en önemli olaylardan biri Amerika’da açılan ilk psikoloji kliniğidir. 1896 yılında Pennsylvania Üniversitesinde kurulan bu klinik Wundt ve Cattell’in öğrencisi olan Lightner Witmer öncülüğünde kurulmuştur. Witmer’ın o klinikte yaptığı çalışmaların genel amacı çocukların okul problemlerinin günlük sorunları inceleyen yeni bilim dalı prensipleri
çerçevesinde teşhisi ve tedavisiydi. Peki bu prensipler nelerdi? Witmer’a göre çocuk çalışmaları disiplinlerarası çalışma gerektiren bir alandı. Bir tedavi modeli geliştirmek için de psikoloji, fizik, sosyal bilimler gibi alanların birlikte kullanılması gerekiyordu. Bu durumda aynı şekilde uygulamalı psikoloji ile klinik psikolojinin birleştirilmesi gerekmekteydi. Bu amacı güden Witmer’ın çalışmaları ışığında Morris Viteles Amerika’da endüstriyel psikolojinin kurulmasında öncü rol oynadı. Gelişimsel Teori 1900 yıllarına doğru gelişimsel psikoloji alanında teorik çalışmalar Amerika’nın tamamında yaygınlaşmaya başlamıştı ve Avrupa’ya doğru ilerlemekteydi. Preyer ile hız kazanan alan çalışmaları Almanca konuşulan ülkelerde de yayıldı ve bunda William L. Stern büyük bir rol oynadı. Stern teorik ve kurumsal çalışmalarıyla Almanya’da tanındı. 1909 yılında Stern alanda yaptığı çalışmaları için Clark Üniversitesinden onur ödülü aldı.
Kreppner, Stern’in Preyer, Binet, Freud, Hall ve Baldwin gibi gelişimsel psikoloji alanının öncülerinden biri olarak görülmesi gerektiğini söylemiştir. Amerikan psikolojisinde gelişimsel psikolojinin bilimsel alanda saygınlık kazanmasını sağlayan üç temel başlık vardır. Bunlar şöyledir: 1) ayrımcı psikoloji, 2) kişilik psikolojisi, 3) gelişimsel psikoloji. Stern’in bu konuda katkısı gelişimin nasıl olduğu konusundaki fikirleriydi. Stern insan gelişimi ile ilgili çalışmaların kompleks bir perspektife ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Bu anlamda Binet ve Henri de benzer bir bütüncüllük yaklaşımını benimsemişlerdi. Diyalektik felsefeyi savunan Stern gelişimde kişisel konumlanma ve çevresel sınırlamalar kavramları arasında bir çekişme olduğunu söyledi. Bu çekişme ontojenez çalışmalarında da kendini gösteriyordu. Birey karmaşık bir birimdi ve birey kendisini oluşturan güçler olmadan düşünülemezdi. Ancak Stern’in bahsettiği diyalektik sistemin gelişimsel perspektiften yeniden yorumlanması gerekmekteydi.
Bunu gerçekleştirmek için de mutlaka bir teoriye ihtiyaç vardı. Stern bu düşüncesini geliştirmek için çalışmalarına devam ederken öğrencilerine de bu görüşü aşılamaya çalışıyordu. Bu yüzden Stern’in etkisi kendinden sonraki nesillerin araştırma çalışmalarında da ortaya çıkmıştır. Bireysel farklılıklar üzerine çalışan Stern ayrımcı psikoloji ile ilgili ilk kitabı yazdı, bu kitabın ilk baskısı halen pek çok araştırmacının çalışmasına kaynaklık etmektedir. Stern, Hamburg Üniversitesinde Psikoloji Enstitüsünü kurduktan sonra 1933 yılında Nazi rejimi tarafından Almanya’dan sürüldü. 1934 yılında Amerika’da Duke Üniversitesinde Psikoloji Bölümünü kurdu ve Baldwin gibi onun da düşünceleri halen etkisini sürdürse de çalışmaları boşluklu bir hale geldi. Çocuk Çalışmaları Fransa’da gelişimsel çalışmalar eğitim alanında oldukça büyük ilerlemeler kaydetmişti ve bu çalışmalar üniversitelerde okutulan çalışmalar halini almışlardı. Binet, Sorbonne üniversitesinde
okuttuğu bu bölümde profesör unvanı alamadan öldü ancak Fransa’da onun izinden giden araştırmacılar bu alanda bilimsel çalışmalar yapmaya devam ettiler. Binet’in eğitim sorumları ile ilgili deneysel çalışmaları Cenevre’de J.J. Rousseau Enstitüsünün kurulmasını sağladı. İngiltere’de James Sully ve William Drummond psikoloji ve gelişim üzerine pek çok kitap yazdılar ve bu kitapların odak noktası çocuklardı. Bu anlamda Mateer “İngiltere’deki tüm çocuk çalışmalarında çocukların okul öncesi çağlarında incelendikleri ve yenilikçi çalışmaların aksine eski yaklaşımların sürdürüldüğünü” söylemiştir. İngiltere’deki İngiliz Çocuk Çalışmaları Derneği ve Fransa’daki Psikolojik Çocuk Çalışmaları Topluluğu Hall’ın Amerika’da kurduğu bu tür çalışmalar yapan dernekten sonra ortaya çıkan kuruluşlardır. Tüm bu çalışmalar dikkate alındığında aslında bu konuda yapılan çalışmaların gelişimsel düşünce tarzından uzak olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Mateer tüm çocuk çalışmalarının klasik yöntemlere göre sürdürüldüğünü söylemişti.
1890 yılında Kuzey Amerika, Avrupa’ya katılarak çocuk çalışmalarının temel merkezi haline geldi. Milicent Shinn’in “Çocuk Gelişimi üzerine Notlar” kitabı 1893 yılında basıldı ve bu kitap ile bireysel çalışmalara olan ilgi yeniden arttı. O dönemde Preyer’ın metodu ve çalışmaları alanda “Şaheser” olarak tanımlanıyordu. Gelişim ve Eğitim Binet, Hall ve Stern’in çalışmaları temel gelişim araştırmaları ile eğitim uygulamaları arasında bir yerde konumlanıyordu. Bu araştırmacılar aynı zamanda psikologlardı ancak araştırmalarında genellikle gelişimsel odaklı çalışmış ve yazılarını daha çok eğitim üzerine yazmışlardı. Ancak bu durum John Dewey için farklıydı. Cahan, Dewey’in çalışmaları ile ilgili şöyle der: “Eğitim, Dewey için hiç bitmeyen felsefik bir problemdi ve bu konuda yazdıklarıyla tanınırdı. Dewey’in eğitime olan ilgisi diğer araştırmacılar gibi tek başına tanımlanabilir bir konu değildi. O eğitimi, psikoloji ve sosyal hayatın bir parçası olarak görüyordu.”
Hegel’in düşüncelerinden etkilenen George D. Morris ve W. T. Harris ile pragmatist görüşü benimseyen C. S. Peirce ve William James bir yana Dewey onlardan farklı olarak eğitim çalışmalarını çocuğun sosyal hayatına odaklayarak gerçekleştiriyordu. Çocuk ve yaşadığı şartlar diyalektiğini gelişimin doğası konusuna uyarlamıştı. Bu çerçevede okullar da gelişim çalışmaları için doğal birer bağlam haline gelmişlerdi. Dewey çocukların okul deneyimlerini entelektüel çerçevede inceleyerek bireylere daha iyi bir sosyal yaşam sunmayı amaçlıyordu. Peki bu nasıl mümkün olacaktı? Dewey’e göre eğitimin temel konuları yetişkinlere göre belirlenmemeliydi, konular çocukların ilgilerine ve yaşam koşullarına göre düzenlenmeliydi. Böylece çocukların ihtiyaçları ve sorunları giderilebilirdi. Bu fikirler size şuan yaşadığımız modern çağdan tanıdık gelebilir. Dewey bunu çok daha önce düşünmüştü ve Dewey teori aşamasında da bu
çerçevede çalışmalarını ilerletti. Dewey’e göre eğitim ve gelişim birlikte düşünülmeliydi. Bu teorinin uygulamada nasıl gerçekleştirileceğine dair bazı belirsizlikler vardı. Dewey’in çalışmalarında ve düşünce tarzında eğitim toplumun kendini yeniden düzenlemesi için kullanılabilecek bir fırsat olarak görülüyordu. Dewey bunu şu cümle ile açıklıyordu. “Okul, sosyal değişimi düzenleyen bir araçtır.” Bu yaklaşımı Dewey, Chicago Üniversitesindeki öğrencilerine konferanslarla anlatmaya başlamıştı. Böylece eğitim teorisi ortaya çıktı ve bu teori sosyal reformların yapılmasını sağlayacak bir politik teori olarak görülmeye başlandı. Dewey’in görüşüne göre insan gelişimini konu alan bilim ile eğitim uygulamaları, sosyal reformlar ve ahlaki düzen bir arada görülmesi gereken bir sistemdi. Dewey’in çalışmaları ve vizyonu daha sonra John Hopkins’in de öğretmeni Hall tarafından benimsenip ilerletilecekti.
GELİŞİMSEL PSİKOLOJİNİN KURULUŞ DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN YAKLAŞIMLAR On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlangıcında modern gelişimsel psikoloji alanı belli bir sistematik düzende ortaya çıkmaya başlamıştı. Mesela Dewey’in gelişime dair felsefik görüşleri, Baer’in embriyolojik yaklaşımı ve Darwin’in evrimsel yaklaşımı farklı şekillerde kendini göstermeye başlamıştı. Bir bütün olarak düşünüldüğünde gelişimsel çalışmalar farklı teoriler ışığında ilerliyordu. Ancak alanda birliği sağlayacak bir metot ve tüm gelişimsel araştırmacıların temel alacağı bir teori yoktu. Bu dönemde ortaya çıkan yedi temel yaklaşımı şöyle sayabiliriz: 1. Bilinç ve zeka ontojenezi. 2. Niyetlilik ve düşünce ile eylem arasındaki ilişki. 3. Evrim ve gelişim arasındaki ilişki.
4. Doğuştan tartışması.
mı
yetiştirme
tarzından
mı
5. İlk deneyimlerin gelişim durumuna etkisi. 6. Ahlaki gelişim. 7. Bilim, topluma nasıl faydalı olur. Bilgi ve Bilinç “Zihin teorisi” yaklaşımları gelişim alanında çalışanlar için çok yeni bir konuydu. Aslında hem karşılaştırmalı hem de gelişimsel araştırmacılar için bilincin kökeni ve bilginin gelişimi konuları en temel bilimsel konulardı. Karşılaştırmalı psikoloji bilincin ve zekanın devamlılığı konusunu hayvanlar ve insanlar arasında karşılaştırma yaparak inceliyordu. Bu çalışmaların devam ettirildiği dönemde sahneye C. Lloyd Morgan giriyordu. Morgan’ın gelişimsel ve evrimsel düşünceye katkısı kalıtsal özelliklerin nasıl bireyden bireye aktarıldığı yönünde oldu. Bu konu üzerinde çalışan Morgan ayrıca Baldwin’in “doğal seleksiyon” kavramı üzerinde de çalıştı. Bu çalışmalar hem psikoloji
hem de davranış bilimleri konusunda oldukça önemliydi. Morgan ayrıca insan dışı organizmaların bilinci ile ilgili çalışmalar da yaptı ve Morgan’ın çıkarımları on dokuzuncu yüzyıldaki pek çok katı düşünceyi değiştirdi. Bunun ardından Morgan hayvanlarda davranışsal özellikler konusu üzerinde çalışmaya başladı. Bu konuda yapılan çalışmaları devam ettiren araştırmacı ise 1906 yılında çalışmalarına başlayan H. S. Jennings’ti. Jennings ve Loeb Watson’un davranışçılık anlayışını benimseyerek bilinci reddettiler. Yazdıkları makalede Morgan’ın bilinçle ilgili anlayışının yanlış olduğunu söylediler. Bu dönemde bilginin kökeni gelişim alanında çalışan araştırmacılar için de oldukça merak konusuydu. Çocuk psikolojisi üzerinde çalışan psikologlar sadece “çocukların zihni” ile ilgili değil aynı zamanda “çocukların zihninde bulunanların oraya nasıl geldiği” konusunda da araştırmalar yapıyorlardı. Preyer bu noktada en çok duyular, dil ve bilinç üzerine odaklanırken
Binet ve Baldwin de çocukların algısı, ayrımcılık ve hafıza üzerine deneysel çalışmalar yaptılar. Çocukların gözlemlenmesi ve bu gözlemlerin bilimsel çalışmalara aktarılması Baldwin ile başladı. Baldwin’in “genetik epistemoloji” teorisi zihnin teorisi olarak oldukça önemliydi. Bu teori hem biyoloji hem de felsefe yaklaşımları kullanılarak oluşturulmuştu. Bu teori aynı zamanda dönemin farklı yaklaşımları kullanılarak yapılan en başta gelen deneysel ve bilimsel çalışmalardan biridir. Düşünce Eylem Arasındaki İlişki Bilinçlilik problemi dönemin en önemli sorunlarından biri olsa da düşünce ve eylem arasındaki ilişki de üzerinde sıklıkla durulan konulardan biriydi. Ontojenez çerçevesinde “niyetli” eylemler ile ilgili çalışmalar yapılmış olsa da bilinç, niyet ve eylem arasındaki ilişkinin gelişimin neresinde konumlandığı ile ilgili araştırmalar ilk bu dönemde başladı.
Bu çalışmalar gelişimsel araştırmacılar tarafından yürütülüyorlardı ancak her bir araştırmacı konu hakkında farklı görüşlere sahipti. Binet ve Freud hipnotizm üzerine çalıştıkları ve bilinçdışının davranışları kontrolü üzerinde çalışan Charcot’un görüşlerinden etkilendikleri için her bu iki araştırmacı da ilişki hakkında normal ve patolojik kelimelerini kullanmıştır. Binet’in kişilik üzerinde yaptığı çalışmalarda bilinçdışının etkisinin olduğu açıkça ifade edilmiş, Breuer ve Freud da bilinçdışının eylemleri etkilediğini iddia eden psikanalitik düşünceyi savunmuştur. Bu bağlamda dönemin en önemli gözlemlerinden biri bilinçdışı süreçlerinin etkileri üzerineydi. Aynı şekilde Baldwin de bilincin uygulama ve zamanda nasıl etkin olduğunu bilinçdışının etkilerini ve farkındalığın bilişsel gelişimde nasıl bir yeri olduğu konularını araştırmıştır. Bu noktada farklı araştırmacılar birbirleriyle benzer konuları araştırmış olsalar da metodoloji bir problem olarak ortaya çıkmıştı.
Ontojenez ve Filojenez Gelişimsel psikoloji, Darwin’in türlerin kökeni ile ilgili ortaya çıkarttığı biyolojik evrim teorisinin formüle edilmesiyle ortaya çıktı. Bireylerin ortaya çıkışını anlatmak için de bir o kadar güçlü bir teori üretilmesi gerekmekteydi. Böylesi bir gelişimsel teori için uğraşan araştırmacılar ne yazık ki sınırlı teoriler ürettiler. Hiç şüphesiz ki alanda üretilen en etkili teori “biogenetik kanundu.” Tüm önemli gelişimsel araştırmacılar bu kanunu bir şekilde çalışmalarında kullandılar. Bu bağlamda Preyer’in olgunlaşma ile ilgili hipotezi ve Baldwin – Morgan – Osborne’un doğal seleksiyon ile ilgili teorileri oldukça etkili oldu. Ancak Biogenetik kanun yüzyılın bitmesi ile etkisini kaybetti ve embriyolojik çalışmalar önem kazandı. Evrimsel değişimlerin farklı türlerin ortaya çıkmasını sağladığı düşüncesi yaygın olarak kabul gördü. Morgan ve Baldwin bu bağlamda
modern etoloji ve gelişimsel psikobiyoloji konularında çalışmalar yaptılar. Bu perspektiften bakıldığında bir canlının gelişme ve büyümesindeki safhaların nesiller boyunca tekrar etiğini söyleyen rekapütülasyon kanunu çok da doğru bir yaklaşım sayılmazdı ancak bu yaklaşımın konuyla ilgili ön gördüğü problemler halen bilimin konusudur. Doğuştan mı Tartışması
Yetiştirme
Tarzından
mı
Bireyin davranışlarının ve eğilimlerinin doğuştan beri yaşadığı deneyimlerle mi yoksa kalıtsal olarak mı geliştiği tartışması bu dönemde ortaya çıkan en önemli konulardan biridir. Doğuştan mı yetiştirme tarzından mı problemi halen farklı düşünceler ortaya çıkmaktadır. Davranışların doğal olarak ortaya çıktığını kanıtlamak isteyen pek çok araştırmacı farklı metotlar kullanarak çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarda kullanılan istatistiksel yöntemler ve zekanın ölçülmesine ilişkin çabalar
günümüzde kullanılan modern teknikler arasındadır. Ve bu teknikler halen davranış genetikçileri tarafından kullanılmaktadır.
Gelişim Ne Zaman Sona Erer? Erken dönemde çalışmalar yapan tüm gelişimciler tecrübelerin davranışların, duyguların ve bilincin oluşmasında belli bir seviyede rol oynadığını kabul ederler. Ancak farklı araştırmacılar bu konuda oldukça farklı görüşlere sahiptirler. Hall’a göre bireysel tecrübe ergenlikte oldukça önemli bir rol oynar çünkü evrimsel güçler ergenlik boyunca bireyin üzerinde etkili olur. Freud’a göre ise bunun tam tersi bir durum geçerlidir. Freud, bebeklik ve çocukluğun ilk dönemleri boyunca bireyin değişebileceğini daha sonra da
bu değişikliklerin hayatını belirleyeceğini düşünür. Baldwin bu konuda kişilik gelişiminin sürekli devam ettiğini, bunun hayat boyu sabit kalmayan bir süreç olduğunu ve dönüm noktalarının ontojenez boyu ortaya çıkabileceğini söyler. Gelişim süreci konusunda araştırmacıların bu tür farklı düşünceleri vardır ancak her biri genellikle alanda ortaya çıkan problemler konusunda benzer düşüncelere sahiptirler. Bu konuda ileriki dönemde oldukça güçlü bir teori olarak ortaya çıkan psikanalitik teori çok etkili olmuştur. Psikanalitik düşünceye göre kişilik yapısı ortaya çıktığında temel yapı artık değişmez. Bu durumda Baldwin’in ortaya attığı hayat boyu değişikliklerin gözlenmesi durumu çürütülmüş olur. Boylamsal bilgi yokluğunda insan davranışı ile ilgili bu teorileri kabul etmek ya da reddetmek mümkün değildir. Mills her ne kadar konuyla ilgili boylamsal ve sistematik bir çalışma ortaya koymuş olsa da davranış çalışmaları ile ilgili sistematik çalışmaların ve metotların ortaya
çıkması için bir doksan yıl daha geçmesi gerekecekti. Ahlak ve İnsanlar Mükemmelliği Niyetlilik ve istek konusu etik alanının bir parçası olarak da görülebilir peki bunu şöyle sorarsak: Bilim insanların mükemmellik çabasını nasıl açıklar? Bu soru ahlak psikologları Tetens ve Carus’un en önemli araştırma konuları olmuştur. Ayrıca o dönemde Spencer, Baldwin ve Hall gibi diğer araştırmacılar da bu konu üzerine çalışmalar yapmışlardır. Hepsinin konu ile ilgili paylaştığı amaç gelişimsel bilimin din uygulamalarında da kullanılmasını sağlamıştır. 1900 yılına kadar konu dahilinde en önemli bilimsel bulgu “ahlak gelişimi yargıları” kavramıdır ve bu kavram ile ilgili araştırmalar dahilinde yapılan incelemeler daha büyük çocuklar üzerinde yapılmıştır. Ahlaki yargıların araştırıldığı çalışmalar için 12 – 16 yaş grubu ile 6- 10 yaş grubu çocuklar incelenmiş ve ayrı ayrı karşılaştırılmıştırlar.
Bu konuda metodolojik çalışmaların yapılmasında en önemli katkı sağlayan araştırmacı ise Baldwin’dir. Ayrıca Kohlberg de benlik gelişimi ve ahlaki nedensellik üzerine çalışmalar yapan önemli araştırmacılardan biridir. Sosyal Uygulamalar Toplumun ihtiyaçları için kullanılan uygulama çalışmaları hem bazı fırsatları beraberinde getirmiş hem de alanda yeni sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. “Bilimsel” prensiplerin uygulama alanında kullanılması, ilk olarak çocukların eğitimi için yapılan çalışmalarda görülür. Burada görülen en önemli problem bilimsel prensiplerin kullanım alanlarının kısıtlı olmasıdır. Bu noktada William James bir “disiplin mutlaka ellerinden birinde kullanışlı gerçekleri tutmalıdır” der. Binet ve Hall da dahil pek çok araştırmacı James’e katılmaz. Ancak bu sözün ortaya atılmasından sonra çocuklarla ilgili yazılar yeniden değerlendirilmeye başlanır.
İlk gelişim araştırmacılarının ortaya attıkları bazı iddialar aynı zamanda politik düzlemde ortaya çıkmıştırlar. Bu tür bir hareketin sonucu olarak da “Sosyal Darwinizim” önem kazanarak politik amaçlar uğruna üstün bir ırk yaratılma çabası oluşur. Gelişimsel prensiplerin uygulama alanına geçmesinin bazı yararları da vardır. Bilimsel çalışmalar yapan araştırmacılar çocuk haklarının korunması adına bazı çalışmalar yapmaya başlamışlar ve uygulamaların kontrolüne ilişkin bazı kuralların oluşmasına katkı sağlamışlardır. Bu noktada John Dewey’in insan gelişimi ile ilgili yaklaşımı okullardaki eğitim sistemine yansıtılmaya çalışılmış ve sosyal bir ilerleme sağlanmak istenmiştir. Özetlemek gerekirse modern davranış gelişimi çalışmaları başlangıçta multidisipliner olarak yapılmaya başlanmış ve zamanla yeni yaklaşımların ortaya çıkmasıyla alanda bir birlikte oluşmaya başlamıştır. Gelişim alanında ortaya çıkan problemler için çözümler aranmaya da bu dönemde başlanmış ancak bir yarım yüz
yıl boyunca halen çözüme ulaşmamış problemler için yapılan tartışmalar varlığını sürdürmeye devam etmiştir. İKİNCİL DÖNEM: KURUMSALLAŞMA VE GENİŞLEME 20. yüzyılda, 1913 ile 1946 yılları arasında iki dünya savaşı yaşanmıştır ve bu süreç ekonomik krizin zirve yaptığı bir dönemdir ve bu sebeple de dünyada yeni politik – ekonomik sistemler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ekonomik kriz, yıkım ve korku entelektüel hayatı ve bilimsel çalışmaları da etkilemiş, bu dönemde gelişimsel psikoloji de aynı şekilde etkilenmiştir. Burada ironik olan dünyada trajik sonuçlar doğuran korkunç olaylar aynı zamanda entelektüel hayatta bazı düşünce sistemlerinin zenginleşmesini sağlamıştır. Mesela, Birinci Dünya Savaşı psikolojik değerlendirmenin öneminin daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan gelişim teoricisi James Mark Baldwin Fransa’ya giderek orada psikolojinin profesyonel bir meslek olmasına katkı sağlamıştır.
Ancak 1920, 1930 ve 1940 yıllarında Amerika’da ortaya çıkan ekonomik kriz alanın gelişimini yavaşlatmıştır. Nazi zulümleri nedeniyle 1930’lu yıllarda Avrupa’dan Amerika’ya Kurt Lewin, Fritz Heider ve Heinz Werner gibi pek çok ünlü kuramcı gelmiştir. Bu beyin göçü ile birlikte modern sosyal psikoloji ve gelişimsel konsept farklı bir bakış açısı ile değerlendirilmeye başlanmıştır. Alanın bu şekilde sosyal ve politik etkilerle değişmesinin ardından alanda acil ve metodolojik sınırlandırma ihtiyacı duyulmaya başlanmıştır. Böylece araştırmacılar ve kuramcılar düşüncelerini formüle etmek için çalışmaya başlamışlardır. Bu tür bir metodolojik düzenlemenin yapılabilmesi için de sosyal, bilişsel, duyu motor ve ahlaki gelişim analizlerinin yapılması gerekliydi. Bu analizlere de çocuklardan başlanması daha uygun olacağından o dönemde bilimsel çocuk çalışmaları bu sayede hız kazanmış oldu. Bilimsel bulgular ışığında çocuk çalışmaları ve gelişimsel psikolojinin birbirinden farklı konular
üzerinde çalışan ve farklı kuramlara sahip iki ayrı kuram olduğu düşünülmeye başlandı. Her ne kadar böyle bir ayrım yapılmış olsa da araştırmacıların çalışmaları hiçbir yönden iki alanın sınırlarını çizecek şekilde birleşmiyordu. Bunun giderilmesi için de el kitapları yayınlanmaya başlandı. Bu el kitapları bazen kitap olarak bazen de bilimsel dergilerin ekleri gibi yayınlanıyordu. Ancak genel bir çatı oluşturacak bir gelişimsel teori mevcut olmadığı için bu iki alanın da alt alanları ortaya çıkıyor ve bu alt alanlar bir çatı altına dahil edilemiyordu. Bu dönemde bir çatı kuram olmadığından yapılan çalışmaların genel olarak zihinsel testler, ahlaki gelişim ve düşüncesel - gelişimsel psikobiyolojik gelişim konularının alanda hakim olduğunu söyleyebiliriz. Biz de bu yüzden o dönemde az önce bahsettiğimiz konular üzerine yapılan çalışmalar ve daha sonra gelişimsel psikolojinin sınırlarının çizilmesini sağlayacak kuramlar ile ilgili kısa bir özet vermek istedik bu bölümde. KURUMLAR VE GELİŞİM
Çocuk çalışmaları hareketi 1880’li yıllarda Hall ile başladı ve 20 yıl içinde meyvelerini vermeye başladı. Pek çok ülkede çocuk çalışmaları birlikleri kuruldu. 1906 yılında Iowa’da bir hanımı ve annesi çocukların gelişimi için bu çalışmalara yardımcı olmayı önerdiler ve bu çalışmalar ile çocuklardaki öğrenme bozukluklarını da çözebileceklerini düşünüyorlardı. Bu argüman oldukça basit ama başarılabilir bir argümandı. Iowa üniversitesi bu çocuk çalışmalarını sürdürerek çalışmaları çocukların yetiştirilmesi için kullanılacak şekilde uyarladı. Bu çalışmaların uygulamaya geçirilmesi için de 1921 yılında bir araştırma laboratuvarı ve okul açtılar. Iowa’daki bu tesis kısa süre içinde çocuk gelişimi enstitülüleri için rol model oldu ve Amerika ile Kanada’da bu çalışmaların yaygınlaşmasını sağladı. Enstitünün asıl amacı çocuklarla ilgili daha fazla bilgiye ulaşmak olduğu için bu enstitülüler kısa süre içinde pek çok yayın ortaya çıkarttılar ve hem çıkarttıkları
yayınlar hem de alanda farklı bir iş gücüne çalışma ortamı sağladıkları için pek çok ödül aldılar. Bunların üzerine 1930 yılında Çocuk Gelişimi Araştırmaları Topluluğu kuruldu ve bu topluluk çocuk gelişimi alanının bilimsel bir disiplin haline gelmesine büyük katkı sağladılar. Çocuk çalışmalarının altın çağının yaşandığı bu dönemde Amerika’da artık devlet çocuk çalışmaları için ödenek sağlamaya başladı. Ayrıca özel projeler için sponsor bulmak da kolaylaşmıştı. Ancak bu sponsorların arasında en etkilisi Spelman Rockefeller Memorial’dı. Sağladığı ödenekler sayesinde üç farklı üniversitede çocuk gelişimi bölümü açıldı. Bu üç üniversitede açılan çocuk gelişimi bölümleri çalışmalarına devam ederken Amerika’da pek çok farklı üniversitede de bölüm açılmaya devam ediyordu. 1920 ile 1940 yılları arasında bu enstitülülerin kaydettikleri ilerlemeyi detaylı bir biçimde yazmak için sayfalar gerekir ancak şunu
söylemeden geçemeyiz ki bu dönemde her bir enstitü kendi metotları ile çalışarak farklı problemler üzerinde durdular. Bu metotların sayabiliriz:
en
temel
olanlarını
şöyle
1. Zihinsel Test: Neredeyse tüm enstitüler bir seviyede bu metodu kullandılar ve bu metot sayesinde zeka değerlendirmesi ile bireysel performans testleri uyguladılar. 1930’lu yılların sonuna doğru Iowa’da yapılan çalışmalardan verim alınmaya başlandı ve IQ testleri uygulamasına geçildi. 2. Boylamsal Çalışmalar: Davranış psikologları zamanla davranış şekillerinin ve gelişimin insan hayatının tamamına yayıldığını fark ettiler. Ama davranış ve bilinç ile ilgili uzun dönemli araştırma yapacak araçları yoktu. İşte bu noktada enstitüler işe yaramaz hale geliyordu. Berkeley ve Fels enstitüleri bu durumun önüne geçmek için sistematik boylamsal araştırmalar yapmaya başladılar.
3. Davranışsal ve Duygusal Gelişim: Çocukların korkuları ve bu korkuların nasıl ortaya çıktığı ile ilgili Columbia, Johns Hopkins, Minnesota, California ve Washington Üniversitelerinde çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu çalışmalar özellikle de Johns Hopkins Üniversitesinde yoğunlukla devam ettirildi ve duygular ile korkuların nasıl ortaya çıktıkları ve öğrenilen olgular olup olmadıkları araştırılmaya başlandı. 4. Büyüme ve Fiziksel Gelişim: Iowa Üniversitesindeki çalışmaların ana teması ilk başlarda fiziksel çocuk gelişimi idi ve çocukların nasıl beslenip büyütülmeleri gerektiği üzerine bazı yazılar yayınlıyorlardı. Aynı şekilde Yale Üniversitesi de fiziksel gelişim ve davranışsal bozukluklar konuları üzerinde duruyordu. Fels Enstitüsü davranışsal ve fiziksel gelişim arasında bir ilişki olduğunu iddia ediyordu ve psikosomatik bulgular üzerine çalışmalar yapılmaya başlandı. 5. Araştırma Metotları: Minesota Üniversitesinden John Anderson ve Florence Goodenough, Columbia Üniversitesinden
Dorothy Thomas ve Toronto Üniversitesinden H. Mcm. Bott bu çalışmaların daha bilimsel bir düzlemde devam ettirilebilmeleri için belli gözlemsel metotların gerektiğini düşünüyorlardı. Ama metodolojik çalışmalar o dönemde sadece sınırlı gözlem teknikleri ile sabitti. Bu yüzden J. J. Rousseau Üniversitesi bu konuda hemfikir olan bilim adamlarını bir araya getirerek çocukların dili ve düşünceleri ile ilgili metodolojik çalışmalar yapmalarını sağladı. Bu bölümde, dönemin önemli bilimsel temalarını ve problemlerini anlattık. Burada bahsettiğimiz enstitülerden sadece bazı psikologlar adı duyulmuş teoriciler olarak anılmaktadırlar. Bunların arasında J. J. Rousseau Enstitüsünde görev almış olan Jean Piaget ve Kurt Lewin ile Robert Sears da vardır. Genel anlamda enstitülüler “Çocukların gelişimini nasıl hızlandırabiliriz ve daha iyi hale getirebiliriz?” sorusu ve pragmatik problemler üzerinde durdular. Ancak kısa süre içinde bunun gerçekleştirilebilmesi için kullanılacak metotların yeterli olmadığı görüşü ortaya çıktı.
Böylece enstitülüler daha sürdürülebilir metotlar geliştirmek için çalışmaya başladılar. ZİHİNSEL TEST YÖNTEMİ 1920’li ve 30’lu yıllarda pek çok gelişim bilimci çocuk psikolojisinin teorik olarak sürdürülebilir bir bilim olmasının oldukça zor olacağını bu yüzden de metodolojik anlamda ilerleme sağlanması gerektiğine inanıyordu. O dönemde metodolojik yaklaşımları en çok kullanılan bilim adamı ise Binet’di. Binet ve Simon entelektüel değerlendirme testi yöntemini keşfetmişlerdi. Bu metot çocuk çalışmalarında da oldukça kolay uygulanabilir bir yöntemdi. Bu zihinsel testler sayesinde ontojenik analizler yapılabiliyor ve bireysel farklılıklar ölçülebiliyordu. Ayrıca bu testler doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı sorusuna, ilk deneyimler, bilincin devamlılığı ve davranış ile bilincin tahmin edilebilirliği konularına ışık tutuyordu. Goddard, Binet ve Simon’un bu yöntemini Amerika’da uygulamaya başlayan ilk bilim
adamıydı ancak daha sonra Lewis Stanford Üniversitesinde bu testleri zeka testlerine çevirdi ve uygulamaya koydu. Böylece Binet’in vizyonu sayesinde alanda büyük bir ilerleme kaydedilmiş oldu. O dönemde, eğitimsel psikoloji alanında çalışan Hall’ın diğer öğrencileri gibi Terman da Stanford Üniversitesinde Eğitim Bilimleri Fakültesinden mezun olmuştu ve Terman sınıftaki öğrencilerde görülen bireysel farklılıklar ile ilgileniyordu. Bu ilgisi nedeniyle sınıfındaki yedi çalışkan yedi tembel öğrenciyi seçerek onları incelemeye karar verdi. Binet’in revize edilen zeka testi yöntemini biliyordu ve çalışmasında bu testi uygulamaya karar verdi. Bu çalışmaya devam ederken Terman test yönteminde bazı eksiklikler olduğunu saptadı ve Stern’in kendi döneminde ortaya attığı yöntemi kullanarak modern zamanlarda da kullanılan IQ testlerini keşfetmiş oldu. Terman yaptığı gözlemler ve standardizasyon sistemi ile Binet’in metodolojik yaklaşımını geliştiren en önemli bilim adamlarından biri
oldu. IQ test metodu belli bir süre içinde pek çok yerde kullanılmaya ve böylece okullarda üstün zekalı öğrenciler saptanmaya başlandı. Bu zeka testi yöntemi ile ilgili çalışmalar Terman ile sınırlı kalmadı ve 1925 yılında J. Peterson ve K. Young zihinsel test yöntemini gelişimsel çalışmalarda kullanmaya başladılar. İlk önce bu metodu sistematik bir şekilde karşılaştırmalı, kişilerarası ve şartlara bağlı olarak diye sınıflandırdılar. Bu sınıflandırma insan davranışının boylamsal olarak gözlemlenebilmesi için gerekli bir adımdı. Bu şekilde farklı geçmişlere, ırklara ve yaşam koşullarına sahip insanlar da kendi şartları dahilinde değerlendirilebileceklerdi. Amerika’da kısa süre içinde bu test yöntemi uygulanmaya başladı ve bilişsel yetilerin kategorizasyonunda kullanıldı. İkinci olarak bu yöntemi gelişimsel psikolojide düzgün bir şekilde kullanılması için yaş ve kültürel koşullar gibi bazı farklılıkların da göz önünde bulundurulması gerekliydi. Bu yöntem üzerinde çalışan Sherman ve Key IQ testlerinde
yaş ve kültürün çocukların performansını etkilediği yönünde bir bulguya rastladılar. Böylece IQ testlerinin bulgularıyla ilgili bazı tartışmalar ortaya çıktı. 1930’lu yılların sonunda herhangi bir çözüme ulaşılmaksızın bu tartışmalar halen devam etmekteydi. Bu tartışmaların çözümü bundan tam otuz yıl sonra bulunacaktı. Üçüncül olarak ise zeka testi yönteminin gelişim çalışmalarında uygulanan zeka teorilerini doğrudan etkilemediğini söyleyebiliriz. Gelişimsel alanda bu yöntemle ilgili istatistiksel verilerin eksikliği ve test yapısındaki bazı problemlerle ilgili bazı tartışmalar ortaya çıktı. Ve araştırmacıların akıllarında soru işaretleri çıktı. Bilinç ve zeka değerlendirme yöntemi arasında oldukça fazla boşluk vardı ve bu boşluklar daha sonra bahsedeceğimiz “zihinsel gelişim” kısmında dolduruldu.
Tüm bu tartışmalara rağmen gelişimsel alanda test prosedürlerinin en kadar değerli ve kullanılabilir olduğu kabul edildi ancak yöntem üzerinde daha fazla çalışılması gerektiğine karar verildi. Bu yüzden zeka testi yöntemi gelişimsel psikoloji alanında dallanıp budaklanmayan bir yöntem olarak kaldı. BOYLAMSAL ÇALIŞMALAR Wesley Mills’e göre bir disiplinde a) doğumdan yetişkinlik dönemine bireysel organizmalar üzerinde boylamsal ve b) gelişimin uzun dönemli durumunu incelemek için sistematik deneysel çalışmalar yapmak gerekliydi. Bu boylamsal bilgi olmaksızın gelişim çalışmalarında ilerleme kaydetmek mümkün değildi. Gelişim kökenlerini bu bahsettiğimiz boylamsal süreçten aldığı için boylamsal çalışmalar özellikle de yeni disiplinler için oldukça önemliydi. Bu düşünceler ışığında gelişimsel alanda boylamsal çalışmaların taslakları yapılmaya başlandı. Ve bu perspektif ile psikanalitik teoriler, davranışsal bilinç ve kişisel gelişim teorileri formüle edilmeye başlandı.
Bu noktada boylamsal çalışmaların en büyük zorluğu bilişsel yetiyi değerlendirmek için belli bir metrik sistem olmayışından kaynaklanıyordu. 1921 yılında Lewis Terman’ın geliştirdiği davranışsal bilinci ölçme yöntemi bu zorluğun ortadan kaldırılması için kullanıldı. Bu bağlamda yapılan ilk çalışmada Terman California’da 952 erkek ve kız çocuğu seçti, bu çocuklar 2 ila 14 yaşları arasındaydılar ve her birinin test skoru 140 IQ ve üzeri çıkmıştı. Terman’ın bu çalışmadaki ilk amacı bu özel çocukların eğitim prosedürünün belirlenmesiydi. Bu çalışmalar 20. yüzyıl boyunca devam etti. Ayrıca IQ düzeyi yüksek çıkan çocukların boylamsal araştırmalar düzleminde karakteristik özellikleri, hayatları ve başarıları yetişkinlik dönemlerine kadar takip edildi. Daha sonra bu çocukların eşleri ve çocukları da çalışmaya dahil edilerek zekanın genlerle aktarılıp aktarılmadığı anlaşılmaya çalışıldı. O dönemde etkili olan üç önemli bilim insanının da katkısıyla (Binet, Terman ve Sears) boylamsal çalışmalarda büyük ilerleme kaydedildi.
Boylamsal çalışmaları zorlaştıran faktörlerden bir diğeri de araştırma enstitülerinin proje boyunca hayatta kalmasıydı. Bu enstitüler projeleri bittiğinde ödenek bulamıyorlardı. Bu problem 1920’li yıllarda Amerika’da aynı anda çok daha fazla proje yürütebilen enstitülerin kurulmasıyla ortadan kalktı. Kısa süre içinde de boylamsal projeler üniversitelerde de yürütülmeye başladı. Örneğin Mary Shirley bu kapsamda iki yıllık bir araştırma yaparak, bebeklerin motor, duygusal ve sosyal gelişimlerini inceledi. Daha sonraki yıllarda Mills hayvanlarda uyguladıkları deneysel testlerin çocuklarda da uygulanması gerektiğini iddia etti ve deneysel çalışmalar geliştirilerek çocukların temel motor fonksiyonları incelendi. Boylamsal gelişimin araştırıldığı bu çalışmalar ilk zamanlar sadece çocukların ilk evrelerinde uygulanabiliyordu. Peki ya çocukluk dönemi boyunca gelişime ne oldu? Bu dönemde çocukluk döneminde yaşananların olgunluk döneminde gelişimsel problemler
olarak ortaya çıkacağını düşünen oldukça az bilim adamı vardı. Ancak bu istisnalar o dönem için oldukça önemliydi çünkü bu istisnalar sayesinde gelişimin insan ömründeki tüm deneyimlerde görüldüğü kanısına varılacaktı. Bu konuda çalışmalar yapan ve gelişimin insanın tüm ömrüne yayıldığı görüşünü savunan bilim adamlarından biri de Hall’dı. Daha sonra aynı dönemde Hollingworth gelişimin insanın tüm ömründe görüldüğünü anlatan bir metin yayınladı ve bundan 12 yıl sonra Pressey, Janney ve Kuhlen bu metni geliştirdiler. Gelişimin ömür boyu devam edip etmediği ile ilgili tartışmalar o dönemde gittikçe alevlenmeye başlamıştı. Ancak ergenlik ve ergenlikteki davranışsal gelişim üzerine hemen hemen hiç çalışma yapılmamıştı. Bunu fark eden Bühler 100 ergenin tuttuğu günlükleri analiz edilmesini içeren bir çalışma yaptı ve çalışması ile ilgili şöyle sonuçlara ulaştı: Günlük tutan ergenlerin her biri bu dönemde yakın arkadaşlıklardan bahsediyor ki bu da çocukluk döneminden ergenliğe geçildiğinin
göstergelerinden biri. Günlük tutan ergenler arasında Amerikalı, Çek Cumhuriyetli, İsveç ve Bulgar çocuklar var. Burada dikkat çeken nokta kızların 13 yaşlarında erkeklerinse 14 yaşlarında günlük tutmaya başlaması oldu. Tüm kızların günlüklerinde ana tema flörtleşme iken erkeklerde ise farklı arkadaşlık tipleri. Bühler’in ergenlik dönemindeki bireylerin günlüklerini analiz ederek yaptığı bu çalışma boylamsal bir bilgi düzlemi olarak oldukça önemlidir. Ancak bu çalışmanın en önemli eksikliği günlüklerin analiz edilmiş olmasıdır çünkü bireylerin bazen günlük tutmayı bırakıp bırakmadıklarını bilemeyiz. Bu noktada Sigmund Freud günlüklerin analiz edilerek yapıldığı çalışmadan sahte bir çalışma diye bahsetmiştir. Yine de bu eksiklerine ve diğer bilim adamlarının güvenilmez bulmasına rağmen o dönemde günlükler üzerinden yapılan bu çalışma ergenlerin inançları, davranış biçimleri ve yaşadıkları ikilemlerle ilgili zengin bir bilgi kaynağı niteliğindedir.
Boylamsal çalışmaların aldığı zaman, emek ve gerektirdiği ödenekler düşünüldüğünde bu çalışmalar için bunca şeyi feda etmeye değer miydi sorusu geliyor akıllara. Ancak o dönemde metodolojik çalışmaların azlığı göze alındığında bu boylamsal çalışmaların tahmin edilebilirliği yüksek ve değerlendirme prosedürleri de uygulanabilirdi diyebiliriz. Ancak boylamsal çalışmalarda bireysel farklılıklar daha az göze çarptığı için karakteristik özellikler görmezden gelinmiştir. Boylamsal çalışmalar teorik olarak sadece gelişimin insan ömrü boyunca devam ettiğini göstermesi dışında ileriki yıllarda bu çalışmaları yorumlamak oldukça zorlaşmıştır. Bu noktada akıllarda uyanan bu çalışmaların eksiği teorik miydi yoksa ölçüm yöntemleri mi hatalıydı gibi sorular ise yanıtsız kalmış. Cevapları yarım yüzyıl boyunca aranmaya devam edilmiştir. DAVRANIŞÇILIK VE ÖĞRENME Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı başladığında Amerikan psikologlar büyük bir içsel çalkantı
içine girdiler. John B. Watson davranışçılığı “saf bir Amerikan ürünü” olarak tanımladı. Yani John Watson insanlar, hayvanlar ve çocuklar üzerinde yapılan çalışmaların doğa bilimlerinin objektif metotları ile yapılmasını gerektiğini söylüyordu. Watson’un görüşlerini savunan davranış biyologları onunla benzer görüşlere sahiptirler. Ama hiç biri Watson gibi görüşlerini yayınlamamıştı. Watson’un yayınladığı görüşleri kısaca şöyleydi: Davranışçı bir psikolog doğa bilimlerinin objektif deneysel metotlarıyla çalışmalıdır. Davranışçı bir psikoloğun bu noktada temel amacı davranışı tahmin etmek ve kontrol etmektir. Davranışçı bu bağlamda hayvanların davranışsal tepkilerinin bir şemasını çıkartır ve bu şemayı insanlara uyarlar. İnsan davranışlarının çok daha karmaşık olduğu ve böylesi bir uyarlama için çok daha fazla araştırma yapılması gerektiği unutulmamalıdır.
Watson’a göre hayvan ve insan psikolojisinin benzersiz bir uyumu söz konusuydu. Hall ve Wundt’dan farklı olarak çocuk, hayvan ve yetişkin bireyler üzerinde yapılan çalışmaların birlikte yürütülmesi gerektiğini savunuyordu. Ayrıca Watson pragmatik psikoloji çalışmalarını da destekliyordu çünkü bu sayede topluma daha kolay adapte olan bireyler yetiştirilebileceğini söylüyordu. Watson’un bu noktada karşılaştığı sorun ise hayat ve davranış arasındaki uyumun değerlendirilmesiydi. Watson aslında karşılaştırmalı psikoloji eğitimi almıştı ve biyolog Jacques Loeb’in düşüncelerinden çok etkileniyordu. Loeb, biyoloji ve insan davranışlarını karşılaştırmalı olarak inceleyen bir biyologdu ve Watson da aynı şekilde objektif bir analiz ve canlı organizmaların karmaşık yapısının göz önünde bulundurulduğu araştırmaların daha sağlıklı olacağını düşünüyordu. Watson’un gelişimsel alana sağladığı katkıları iki aşamalı olarak inceleyebiliriz: bilimsel ve teorik. İlk önce Watson’un gelişimsel çalışmalara
metodolojik katkılarını ve alanda yaptığı araştırmaları inceleyecek olursak Watson’un genel olarak insan davranışı çalışmaları yaptığını söyleyebiliriz. Yaptığı bu karşılaştırmalı çalışmalarla Watson kısa sürede Amerika’nın önde gelen araştırmacılarından biri haline geldi. Peki Watson neden çocuklar üzerinde çalışmayı tercih etti? Davranış çalışmaları için ergenler ve yetişkinler üzerinde çalışmalar yapsa daha mantıklı olmaz mıydı? İşte bu soruların cevabı için Watson şöyle bir terim geliştirdi “hayat grafiğinde” insan aktiviteleri ve bu terimi geliştirdikten sonra da şöyle dedi “insanların davranışlarını incelemek için hem tarihi hem de boylamsal incelemeler yapmak gerekir”. Watson kişiliğin doğumdan itibaren öğrenilen deneyimlerle şekillendiğini düşünüyordu. Yani ona göre kişiliğin hiyerarşik bir yapısı vardı ve öğrenilen deneyimler de bu yapının taşlarını oluşturuyordu. İlk öğrenilen duygular – korku, sevgi ve öfke – tüm hayatı boyunca bireyi etkiliyordu. Bu düşüncesi dikkate alındığında Watson’un direkt
Freud’un görüşlerinden söyleyebiliriz.
etkilendiğini
Watson kimden etkilenmiş olursa olsun 1916 ile 1920 yılları arasında bebeklerin duygusal gelişimleri ile ilgili deneysel ve gözlemsel çalışmalar yaptı. Bu çalışmaları nedeniyle Watson ilk deneysel çocuk psikolojisi çalışmaları yapan önemli bilim adamlarından biridir. Watson, 1916 ile 1920 yılları arasında yürüttüğü bu çalışmaları Johns Hopkins Hastanesindeki yeni doğan çocukları inceleyerek gerçekleştirdi. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle çalışmalarına ara vermek durumunda kalan Watson 1920 yılında Hopkins Hastanesinden de kovuldu. Ancak yaptığı çalışmalarda bebeklerin ilk duyguları ve tepkileriyle ilgili zengin bir bilgi kaynağı oluşturmuş oldu. Watson’un çalışmaları her ne kadar metodolojik olarak eksik kalmış olsa da bu çalışmaların alana etkisi büyüktür. Watson’un izinden giden bir diğer bilim adamı da Florence Mateer’dır. Watson’un korku ile ilgili çalışmalarını sürdüren Florence, Watson’un da söylediği gibi korkunun
şartlara bağlı olarak ortaya çıktığını söylemiştir. Bunu da şöyle açıklamıştır: “Her ne kadar şartlı refleksler sabit olmayan olgular olsa da duygusal tepkilerin genellikle travmatik bir deneyim sonrasında ortaya çıktığı ve daha sonra benzer bir olay olmasa da ortaya çıkabileceği saptanmıştır. Bu da bireylerdeki inanılmaz hafızanın bir kanıtıdır. Şartlı olarak ortaya çıkan korkular doğa bilimlerini duygusal davranış çalışmalarında kullanmamız gerektiğini ortaya çıkartmıştır.” Watson bu çalışmalarının ardından kendisi bilimsel araştırmalarına devam etmemiş olsa da çocuklar üzerinde uygulanan deneysel çalışmalarını öğrencileri ve meslektaşları devam ettirmiştir. Bu çalışmaların ardından Watson’un öğrencileri tarafından yeni doğan ve fetal olguları ortaya çıkartılmıştır. Bu çalışmalar çocuk davranışlarını değerlendirmek amacıyla devam ettirilerek öğrenme ile ilgili olgular üzerinde çalışılmaya devam edilmiştir. Tüm bunlardan sonra Watson’un gelişimsel psikoloji alanına katkı sağladığı teorik
çalışmalara geliyoruz. Bu noktada Watson’un çocuk gelişimi ile ilgili düşünceleri büyük oranda ilerlettiğini söyleyebiliriz. Watson çocukların duyguları ile ilgili çalışmış ve her zaman bu çalışmalarda çocukların kötücül duygularını ortadan kaldırıp nasıl onları daha mutlu bir hayata yönlendirebiliriz sorusu üzerinde durmuştur. Watson’un bu çalışmalarla ilgili yayınlanan en önemli kitaplarından biri “Çocuk ve Bebeklerin Psikolojik Bakımları” olmuştur. Bu kitapta korku gibi sevginin de çocuğun midesini hasta edebileceği söylenmektedir. 1920’li ve 30’lu yıllarda da basılan Watson’un kitapları sonraki nesiller için oldukça önemlidir. Bilim bu sayede çocuklar üzerinde daha fazla durmaya başlamıştır. Çocuk gelişimi ile ilgili çalışmaların artması bu konuda tartışmaların da artmasına yol açmış ve Watson gittikçe daha fazla okunur olmuştur. Ancak bu noktada Watson’un çocuk gelişimi ile biyolojik çalışmaların birlikte yürütülmesini ön
gören düşüncesi sadece çocukların öğrenmesi ile ilgili çalışmalara biyolojinin katkı sağlayacağı şekilde değişmiştir. Watson her şeye rağmen 19202li ve 30’lu yıllarda çocuk gelişimi ile ilgili bilimsel alanda bir sembol haline gelmiş ve pek çok dergide makaleleri yayınlanmıştır. Watson’un görüşleri eğitim, pediatri, psikiyatri ve çocuk çalışmaları gibi pek çok alanı etkilemiştir. Ancak burada şunu da belirtmeliyiz ki Watson’un en ünlü kitabında çocukların sevgiden yoksun bırakılmaması yoksa hasta olacakları yönündeki düşüncesi orijinalde ona ait değildir. Watson bu düşüncesini yazıya dökerken Emmet Holt’un “çocukların ebeveynlerince öpülmeleri difteri, tüberküloz ve frengi gibi pek çok hastalığın iyileşmesinde önemli rol oynar” sözlerinden esinlenmiştir. Yine de Watson 1928 yılında “Amerika’nın en iyi çocuk psikoloğu” olarak tanımlanmıştır.
Watson çocukların öğrenim süreçleri ile ilgili yaptığı deneysel çalışmalarla ileriki nesillere esin kaynağı olmuş ve Throndike’ın çalışmalarını etkilemiştir. Thorndike, Watson’un izinden gidererek çocukların öğrenim süreçleri ve ceza uygulaması gibi konular üzerinde durmuştur. Bu çalışmaları yaparken de bebekler, hayvanlar üzerinde çalışmış, zihinsel test uygulamaları yapmış ve gelişimsel çalışmalar ile bilişsel çalışmaların iki farklı alan olmasında rol oynamıştır. Bu iki disiplinin farklı metodoloji ve konseptlere sahip olduğu düşünülmeye başlandıktan tam elli yıl sonra bu iki disiplinin birlikte çalışması gerektiği anlaşılmıştır.
OLGUNLAŞMA VE BÜYÜME Watson, çocuk psikolojisinde çevreci ve davranışçı olarak anılırken, Arnold Gesell de davranışlarda büyüme ve olgunlaşmanın etkisinin savunucularından biri haline gelmişti.
1900’lü yıllarda Clark Üniversitesinde eğitim alan Gesell çocuk çalışmalarında Hall’ın görüşlerini benimseyen, davranışı kontrol altına almada biyolojik çalışmaların büyük rol oynadığını düşünen ve çocuk araştırmalarını özellikle eğitim alanında kullanarak uygulamaya geçiren bir bilim adamıdır. Gesell üniversiteden mezun olduktan sonra özellikle okullar ve müfredatları üzerine çalışmıştır. Daha sonra Yale üniversitesinde master yaparak 1911 yılında çocuk çalışmaları laboratuvarını kurarak Preyer ve M. Shinn’in izinden gitmiştir. Gesell davranış analizinde filmleri kullanan ve ikizleri deneysel olarak inceleyerek davranış kontrolü çalışmaları yapan ilk bilim adamıdır. 1928 yılında Bebekler ve Büyüme adlı kitabını yayınlamıştır. Gesell’e göre onun temel amaçlarından biri istisnai çocuklarda zihinsel büyüme, büyüme örüntüsü ve oranını saptamaktı. İkincil amacı ise teorikti ve “bebekliğin önemi ve erken zihinsel gelişimde kalıtsallık problemini” incelemişti.
Gesell genel olarak bebeklerin fiziksel, motor, algısal, gelişimsel oranları, yaş ve büyüme üçlüsü arasındaki ilişkiyi inceledi. Bu bağlamda Gesell ve meslektaşları çocukların ilk beş yıllık dönemlerindeki davranışsal değişiklikler ve büyüme ile ilgili normlar ortaya çıkarttılar. Ancak günümüzde hemen hemen hiçbir psikolog Gesell’i bir teorici olarak görmemektedir. Gesell’in yaptığı çalışmalar ne yazık ki bir teoriden çok “gelişimsel çalışmalar” olarak adlandırılmıştır. Gesell yaptığı çalışmalarla aslında kalıtsallık ve yetişme şartları arasındaki ilişkiye yeni bir bakış açısı kazandırmak istemiştir. Preyer’in bu konuda elli yıl önce yazdıklarına benzer bir sonuca ulaşan Gesell şöyle der: Genetik kanunlar büyümeyi de etkiliyor ancak büyüme sadece genetik olarak adlandırılamaz büyümenin aynı zamanda yetiştirilme koşullarına da bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer deyişle büyüme kalıtsallık ve yaşam koşulları arasında kalan bir olgudur. Gesell bir ilke olarak
kendi edindiği bilgilerin her zaman arkasında durmuştur. Olgunlaşmanın etkileri ile ilgili düşünceleri her zaman sabit kalmış ve büyüme ile olgunlaşmayı açıklayarak psikolojinin içinde bulunduğu ikilemleri çözebildiğini düşünmüştür. Gesell’in bu düşüncelerini yayınladığı aynı yıl Watson çocuk gelişiminde ilk uyarılmaların önemini vurgularken Gesell bebeklerin ilk deneyimlerinin çok da etkili olmadığı yönünde bir iddia ortaya atmış, Watson ile polemiğe girmiştir. Gesell, bebeklerin göründüklerinden daha güçlü olduklarını ve psikolojik anlamda bir güvenlik sistemine sahip olduklarını söyler. Ayrıca ona göre bebekler “gelişime eğilimli olarak” dünyaya gelirler. Çocuktaki bu eğilim çocuk doğduğunda başlar ve birinci yaşıyla devam eder. Peki Gesell bu durumda bebeklerin zihinsel gelişime eğilimli oldukları kadar sosyal ve kişilik gelişimine de eğilimli olduklarını düşünmekte midir? Bu sorunun yanıtına Gesell bilişsel
sistemlerle sosyal büyümeyi kontrol mekanizmanın farklı olduğunu söyler.
eden
Bu söylemini de şöyle açıklar: Tüm çocuklar anne babalarına ve birbirlerine uyum sağlarlar. Ebeveyn ve çocuk arasındaki kötücül bir uyum bile psikobiyolojik anlamda bebeklerin adaptasyona eğilimli olduklarını gösterir. Burada büyüme ana temadır. Daha iyiye ya da kötüye her halükarda çocuklarla ebeveynler birlikte büyürler. Bebeğin kişisel gelişimi de bu sayede olur. Yani Gesell’e göre olgunlaşma aslında etkileşimli bir olgudur ve çocuklardaki kişilik gelişimi araştırtılırken çocukların ebeveynleriyle birlikte incelenmesi gerekir. Gesell bu noktada sosyal gelişimin psikobiyolojik bir teori ile açıklanabileceğini söyler. Ancak bahsettiği bu teoriyi kendi çalışmalarından ileriye taşıyamaz. Daha önce Baldwin’de de olduğu gibi metodolojik eksikler nedeniyle evrensel bir teoriye dönüşemez. Bundan tam kırk yıl sonra
Gesell’in teorisini geliştiren Bell ve Harper olacaktır. Gesell’in görüşlerinin paradoks gibi görünmesinin nedeni Gesell’in yaptığı ayrımların günümüzde geçerli olmayışındandır. Burada Gesell çocukların sosyal etkileşimlerinin motor ve duyusal yapılarını etkilediğini söyler. Gesell çocuğun ilk deneyimlerini dikkate almaz çünkü çocuğun gelişime eğilimli doğduğunu düşünür. Aslında Gesell’in bu iddiası oldukça önemlidir çünkü bu sayede araştırmacıların çocukların gelişimini sadece ilk deneyimlerine bağlamayı bırakır, farklı etkenler üzerinde de durmaya başlarlar. Gesell bir organizmanın bütünlüğünü anlayan öncül bir araştırmacıdır. Gesell ayrıca deneyimsel faktörün sadece sistematik bir etken olarak düşünülmesi gerektiğini de anlamıştır. Gesell yaşam ve yetiştirilme koşullarının çocukların davranışlarını etkilediğini kabul etse de, bu etkenin çocukların temel motor, duyu ve duygu sistemlerini oluşturduğunu kabul etmez.
Diğer araştırmacılar davranış gelişiminde yaşla bağlantılı biyolojik değişikliklerin rolünü Gesell’den sonra fark etmişler ve çocukların temel duygusal, bilişsel ve sosyal sistemlerinde de bunun etkili olduğunu anlamışlardır. Bu araştırmacılardan biri de M.J Jones’dur. Jones bu biyolojik değişikliklerin aslında Watson’un korku ve sevgi ile ilgili düşüncesinde olduğu gibi geliştiğini ifade etmiştir. Ancak bu etkenin o dönemde neden önemsenmediğini soracak olursak Jones buna şöyle cevap verir: “O dönemde laboratuvarda kanıtlayabildiğimiz ve daha sonra uygulamaya geçirebildiğimiz gerçekleri kabul ettiğimizden ulaşılması güç organizmanın içsel etkenlerine önem vermiyorduk ve bu etkenlerin laboratuvarda kanıtlanamayacak, kanıtlanmadığı için de tartışmalara neden olacak konular olduklarını biliyorduk. Bu organizmayı incelerken içsel konulara girmemeyi tercih ettik.” Çocuk gelişimi enstitülerinin ödenekleri ve çalışanları düşünüldüğünde çocukların büyüme ve olgunlaşması ile ilgili çalışmalarda temel
amacın öğrenme güçlüklerinin giderilmesi olduğunu görebiliyoruz. Yine de Gesell örneğinde olduğu gibi bazı araştırmacılar daha geniş çalışmalar yaparak modern çocuk gelişimi alanında ilham kaynağı olmuşlardır. SOSYAL GELİŞİM VE KİŞİLİK GELİŞİMİ Çocuklarda sosyal davranış gelişimi makalesinde Charlotte Bühler, Will S. Monroe’nun “çocuklarda sosyal bilinç” çalışması konusunda görüşlerini dile getirmiştir. Monroe’nun çalışması Almanya’da yayınlanmış ve bu çalışma kapsamında sosyal gelişim üzerine yapılan pek çok anket sonucu kullanılmıştır. Bu anketlerde örneğin, çocuklara tercih ettikleri arkadaş türü, arkadaşlarında ne tür ahlaki özellikler bekledikleri ve ceza, sorumluluk ile disiplin hakkında ne düşündükleri sorulmuştur. Ancak Monroe’nun çalışması türünün tek örneği değildir. Earl Barnes da daha önce bu tür bir çalışma yapmış ve çocukların sosyal konumlarını öğrenmek için anketlerden yararlanmıştır.
1890’lı yıllarda ise anket yöntemi tüm ülkede yaygın hale gelmiş ve öğretmenlerin çocuklarla ilgili bilgi almak için kullandığı temel yöntem haline gelmiştir. Bu metotla alınan sonuçlar genelde kısa süreli sonuçlar olduğundan burada problem bu yöntemin bilimsel bir araştırma modeli olarak kullanılamayacak olmasıydı. Ama yine de metodolojik eksiklikler bu yöntemin belli araştırmalarda kullanılmasına neden oldu. Bu metodun bilimsel araştırmalarda kullanılmaya başlamasından sonra 10 – 15 yıl içinde metotla ilgili tartışmalar artınca bu prosedür artık bilimsel bir araştırma yöntemi olarak kullanılamaz oldu. Bununla ilgili Bühler, “Monroe çalışmalarına başlamadan bir on yıl önce aslında sosyal psikoloji çalışmaları çoktan başlamış ancak bu çalışmalar sistematik bir bakış açısı ile değerlendirilemediğinden kısa sürede tarihe karıştılar.” 1920 yılında sosyal gelişim çalışmaları arttığında bebek ve çocukların sosyal davranışlarını incelemek için başka bir yöntem ortaya çıktı. Bu
yöntem bebek ve genç hayvanların davranışsal süreçlerinin araştırılmasını sağlayan bir metottu. Bu dönemde Viyana, New York, Minesota ve Toronto’da çocuk çalışmaları enstitülerinde davranışsal araştırmalar yapılmaya başlandı. Böylece sosyal yapının davranışsal değerlendirmesi konusu gündeme gelmiş oldu. Dorothy S. Thomas sosyolog W. I. Thomas ile birlikte çalışarak Amerika’da Çocuklar adlı kitabını yayınladı ve metodolojik şema olarak da çocuklara deneysel sosyoloji uyguladığını söyledi. Bu noktada Charlotte Bühler’in bebekler üzerinde deneysel gözlemler yapan öncül bir araştırmacı olduğunu söylemeliyiz. Gözlemsel çalışmalar 1927 ile 1937 yılları arasında bir önceki dönemde popüler olan anket yöntemi kadar popülerlik kazanmaya başladı. Bu gözlemsel yöntemler davranışları belli şekilde sınıflandırarak deneysel testler yapmak için bir dizi analizin yapılmasına dayanıyordu. Burada gözlemle ilgili gözlemcinin gözlemi kabul etmesi, güvenilirlik, ölçütlerin sabit
olması, doğrulanabilirlik, genellenebilirlik ve istatistiksel evrim gibi konulara önem veriliyordu. Bu yöntemde problem grupların daha betimleyici ve demografik olarak ayrılmasıydı. Metodun uygulandığı çalışmada bu sorunları raporlara yansıtmak suretiyle oluşan sosyal etkileşim gözlemsel olarak analiz ediliyordu. Peki, bu davranışsal yöntemin teorik alt yapısı nasıldı ve bu yöntem gerçekten sistematik bir bakış açısıyla uygulanabiliyor muydu? Bu sorunun yanıtına gelecek olursak bu yöntemin de bir önceki dönemde ortaya çıkan anket yöntemi gibi güçlü bir teorik alt yapısı olduğunu söyleyemeyiz. Çalışmalar davranışsal gözlem yöntemi ile gerçekleştiriliyor ancak psikobiyolojik ya da öğrenme süreçleri göz önünde bulundurulmuyordu. Bu metodun kullanıldığı çalışmaların çocukların etkileşimine ve eylemlerine bağlı olarak sonuç verdiğini söyleyebiliriz ancak bu çalışmalarda çocukların bebeklik evrelerinde ilişki kurma konusunda neler öğrendiklerini dikkat
alınmıyordu. Bu da çocukların uzun vadede oluşacak kişilik gelişimleri hakkında bir fikir edinemedikleri anlamına geliyordu. Eğer çocukların etkileşimleri ve sosyal gelişim arasında teorik bir bağ kurulabilmiş olsaydı, bu araştırma modeli aynı zamanda büyüme ile olgunlaşma süreçlerini de dikkate alır, genetik, yaşam koşulları ya da ilk deneyimler etkenlerini yok saymaz ve gözlemlenen çocukların ileriki kişilik gelişimleri ile ilgili oldukça güçlü varsayımlarda bulunabilirdi. Bu amaçla Bühler, çocukların sosyal tepkilerine bakarak onları üçe ayırdı: “Bu üç kategori sosyal kör, sosyal bağımlı ve sosyal bağımsız davranışlar olarak adlandırıldı.” Sosyal kör çocuklar diğerlerine olan davranışlarını önemsemiyorlardı onun yerine diğer çocukların oyuncaklarını alıyor onlara saygı duymuyorlardı. Sosyal bağımlı çocuk tam tersi diğer çocukları çok fazla önemsiyor, kendi davranışlarını diğer çocuklarınkine göre şekillendiriyordu. Sosyal bağımsız çocuk ise diğer çocukların
davranışlarının farkında oluyor ancak onları taklit etmiyor ya da onlara göre davranmıyordu. Bühler bu kategorizasyonun çocukların öğrenme modellerine de uyarlanabileceğini düşünüyordu. Bühler’e göre gözlenen bu davranış türleri çocukların ileriki hayatlarında da onları etkiliyordu. Özetlemek gerekirse etkileşim odaklı çalışmalar modern zamanın psikanalitik, öğrenme ve bilinç teorilerinin kaynağıdır. Bu çalışmalarla modern teoriler arasında büyük farklar olduğu için görmezden geliniyor olsalar da günümüzde pek çok gelişim teorisinde onlardan izleri görebiliyoruz. AHLAKİ GELİŞİM İnsanların kusursuz olması için üretilen yüksek ahlaki değerler gelişimcilerin ilgilendiği araştırma konularından biridir. Her ne kadar anketler çocukların inançları ve cezaya karşı tutumlarını ölçmeye yönelik belli sonuçlara ulaşmış olsalar da bilimsel anlamda bu sonuçlar kullanılabilir değildi.
1920 ve 1930’lu yıllarda bu konu üzerinde yapılan çalışmalar devam etti ancak ne yazık ki o dönemde araştırma teknikleri yeterli değildi. Yine de araştırmacılar bu anlamda gerçek hayatta karşılaşılan problemlerin çözülmesi amacıyla başladıkları çalışmaları ahlaki gelişim konusuna yönlendirdiler. Bu çalışmalar ahlaki gelişim ile ilgili aşağıdaki ilerlemelerin kaydedilmesini sağladı: 1) Dürüstlüğün ve toplum yanlısı davranışların değerlendirilmesinde bazı manipülasyonlar oluyordu; 2) Gözlemler genellikle kurallara ve ahlaki belli değerlere göre inceleniyordu; 3) Davranışsal anket değerlendirmelerinde belli deneyimler değerlendirilmiyor ya da vurgulanıyorlardı. Okul çağındaki çocukların gözlemlenesinde kullanılan deneysel prosedürlerin yanlı olması aslında ödenek çıkartan sponsorların öğrenmek ve görmek istedikleri ile ilgiliydi. Güney California Üniversitesi, Din Bölümünde çalışan Hugh Hartshorne okullarda, kiliselerde ve muhafazakar gençlik gruplarında konuyla ilgili
bir çalışma yaptı ve çalışmanın sonunda şu soruyu ortaya attı: Eğer fiziki bir bilim toplumun problemlerini çözebiliyorsa, neden davranış bilimleri toplumda ortaya çıkan ahlaki ve etik problemleri çözmeyecekti ki? Hartshorne proje konusunda oldukça tutkuluydu, toplumdaki kurumların ahlaki davranışlar üzerindeki etkisini inceledi ve bu kurumların etkisinin arttırılmaya çalışıldığına karar verdi. Bu anlamda Hartshorne ilk önce etik ve ahlaki davranışların değerlendirilmesi ile ilgili problem üzerinde durdular. Anketler ve istatistik sonuçları ile ilgili yaptıkları eleştirinin ardından çalışmaların değerlendirilmesi ile ilgili yepyeni bir yaklaşım ortaya attılar. Bu konuyla ilgili de şöyle dediler: “Sosyal yarar için bireysel karakterlerin karar alma mekanizması ile ilgili motivasyonları saptamak oldukça önemlidir ancak bu noktada “etik değerlerin” devreye girdiğini unutmamak gerekir.” Hugh Hartshorne ve May’in birlikte oluşturdukları bu yaklaşım alanda büyük
eleştirilerin ve tartışmaların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu noktada okul çağındaki çocukların deneysel gözlemine ilişkin yapılan ilk etik çalışması ve yaklaşımın bu olduğunu söylemeliyiz. Ayrıca yazarlar bu yaklaşımın teorik alt yapısını da oluşturdular. Burada sponsor firmanın beklediklerini ve istediklerini göstermenin etiğe aykırı olduğu iddia ediliyordu. Bunun ardından Hartshorne ve May geleneksel dini ve ahlaki yönelimin testlerin dürüstlüğü ve başkalarına servis edilmesinde rol oynadığı sonucuna vardılar. Ancak 1920’li yıllarda anket yöntemlerinin eleştirilmeye başlanmasıyla birlikte ahlaki çalışmaların yerini bilimsel mi bilimsel değil mi sorusu aldı. Ancak daha sonra L. L. Thurstone çocuklarla ilgili sosyal tepkiler ve önyargılar konusunda çalışarak etik konusuna geri döndü. Bu bağlamda etik sonuçlar alınmasına yönelik farklı çalışmalar yapıldı. Her ne kadar çağdaş araştırmacıların çoğu bu çalışmalardan haberdar olmasalar da Thurstone yaptığı çalışmaların gelişimsel
değerlendirmelerin etik yönü konusunda çok etkili olduğunu düşünüyordu. Ayrıca Thurstone ’un çalışmaları bazı sinema filmlerinin ırkçı ve dini ön yargıları arttırdığı ya da azalttığı yönünde bazı fikirlerin ortaya çıkmasını sağladı. Bu konuda yapılan çalışmalar 1960’lı ve 70’li yıllarda yapılan televizyonun etkileri konulu çalışmalara da esin kaynağı oldu. Daha sonraki yıllarda Jean Piaget ahlaki nedensellik ve değerlendirme konusunda yapılan ve günümüzde de bilinen çalışmaların öncüsü oldu. Piaget çocukları inceledi ve tepkilerini özenle kaydetti ve çocukların kökenleri, dinleri ve yaşadıkları toplum çerçevesinde değişen davranışlarını analiz etti. Piaget de çalışmasını kendi raporlarına ve anket yöntemine dayandırsa da, yaptığı gözlemler ve soru sorma yöntemi yaptığı araştırmanın bilimsel bir çalışma sınıfına girmesini sağladı. Piaget’nin bu çalışması aynı zamanda bir çalışmanın teorik alt yapısının önemi konusuna vurgu yapmış oluyordu.
DİL VE KAVRAMA YETİSİNİN GELİŞİMİ 1924 yılından sonra dil ve düşüncenin nasıl geliştiğine dair düşünceler alanda yankı bulmaya başladı. Jean Piaget ve L. S. Vygotsky dilin çocuklarda gelişimin anlaşılması için bir araç olarak kullanılabileceğini düşünüyorlardı. Diğer araştırmacılar ise dile sadece bir fenomen olarak yaklaşıyorlar “çocukların daha küçük yaşlarda böylesi karmaşık bir sistemi nasıl öğrendiklerini” merak ediyorlardı. Bu konuda görüşlerini dile getiren Dorothy McCarthy şöyle diyor: araştırmacılar bir süre sonra dil gelişimi çalışmalarına yöneldiler ve bu dönemde gelişim bilimci olmayanlar da bu konuda çalışmalar yapmaya başladılar. Piaget, özellikle dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi merak ediyordu ve yaptığı bir çalışmada eskiden beri dile getirilen soruları yeniden gündeme getirdi: Düşünce, mantık ve bilinç nasıl gelişir? Piaget’ göre dil zihin için bir ayna gibiydi, dil doğayı
yansıtıyor ve bunu sistematik bir şekilde sözlü açıklamalara dönüştürüyordu. Piaget bu çalışmasında J. M. Baldwin’in çocuklar dili kendilerini hiçlikten ayırmak için kullanır düşüncesinden etkilenmişti. Böylece çocuğun düşünceleri bireysel olmaktan çıkarak toplumsal olmaya doğru yönelir. Bu toplumsal yönelimin ilerlemesi de çocuğun başkalarıyla olan iletişimine bağlıdır bu iletişimde çocuk hem kendi düşüncelerini bir amaç uğruna dile getirirken aynı zamanda başkalarının düşüncelerini de duyar. Piaget’e göre bu süreç çocuğun 7 – 8 yaşlarında başlayarak 11 – 12 yaşlarında son bulur. Bir diğer değişle Piaget Baldwin ve Freud ile çocukların gerçeklik algısı ile mantığının dış dünyayı görüp algıladıktan sonra ona göre geliştiği konusunda aynı görüşü paylaşıyordu da diyebiliriz. Piaget bu düşüncesini “Çocuğun Dili ve Düşünceleri” adlı kitabında açıklamıştır. Piaget’nin bu kitabı ve bu konudaki düşünceleri kısa sürede dünyada bazı tartışmalara yol açtı.
McCarthy’nin bu konuda görüşlerini dile getirdiği yazıda Piaget’nin çalışmalarını farklı toplumlardan çocukları izleyerek yaptığı ve kitabında yazdıklarını bir anlamda kanıtladığı söylenir. Ancak bu konuda Piaget’ye katılmayan Bühler şöyle der:
“Piaget ve diğer yazarlar her ne kadar çocuğun dil ve düşüncesinin dış dünyada geliştiğini söyleseler de aslında durum tam olarak böyle değildir. Çünkü çocuk için aslında evi de bir nevi dış dünyadır ve bu yüzden çocuğun aile bireylerinden biri ile özel bir ilişkisi olması bile bu gelişimlerin yaşanmasını sağlayacaktır.” Çocuklarda sosyal yapının bebeklik dönemlerinde geliştiğini düşünen Bühler hayatı boyunca pek çok çalışma yapmış ve bu durumun çocukların doğasında olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bühler çocukları inceleyerek onların davranışlarındaki “sosyal” doğayı keşfetmiştir. Ve bu bulgularını Piaget’nin düşüncesini
çürütmek için kullanır. Piaget, Bühler’in bazı düşüncelerini o dönemde kabul etmiş olsa da Çocukların Dili ve Düşünceleri kitabının ikinci baskısında bu konu ile ilgili şöyle der: “Çocukların dilini incelerken bu çocukları özel okullarında gözlemliyoruz ve benzer çevrelerde eğitim alan farklı toplumlardan çocukları incelediğimizde ise farklı sonuçlar elde ediyoruz. Bu yüzden çocuklar kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde ego-merkezli bazı sözler sarf ediyor olsalar da, aslında bu çocuklar kendi kendilerine ya da aileleriyle konuşurken oldukça farklı davranışlar sergilerler.” Bu noktada Piaget’nin düşüncelerini dile getirmek için yazdığı kitapta sınıflandırma sistemi ile ilgili önemli bir sorun olduğunu görüyoruz. Sebebi ne olursa olsun Piaget’nin çocuklarla ilgili kendi aralarındaki konuşmalar ego-merkezli sözler içerir lafını kanıtlayacak hemen hemen hiçbir teori yoktur. Bu yüzden 1970’li yıllarda konuyla ilgili tartışmalar hız kazanmıştır.
Burada asıl sorun alanın kendisiyle ilgilidir çünkü alanda o dönemde bilişsel, dilsel, sosyal ve ahlaki tüm psikolojik gelişimlerle ilgili araştırmalar yapılmaktadır. Ve bazen farklı konularda çalışan araştırmacılar araştırma yapmadıkları konu ile ilgili tartışmalara girebilmektedirler. Bu da pek çok araştırmacının psikolojik gelişimin her alanıyla ilgili özgün düşünceleri olduğu anlamına gelir. Bu bağlamda gelişimsel araştırmaların düşünce ve konuşma arasındaki ilişkiyi bulabilmesi için konuşma fonksiyonlarının saptanması ihtiyacı ortaya çıkar. Bu konuyla ilgili yapılan bir araştırmada ise konuşmanın iki düzlemde gerçekleştiği ortaya çıkmıştır. Bireylerin kendi iç sesleri vardır ve bunu kendi istedikleri şekilde dışarı yansıtırlar. Bu görüş aynı şekilde çocuklara da adapte edilmiş ve Vygotsky bu konuda bazı yorumlar yapmıştır. Peki Vygostky’nin görüşleri nasıl oluyor da Piaget’den farklı olabiliyor? Bu noktada şunu söyleyebiliriz, Piaget’nin formülünde egomerkezli konuşmaların bir yeri yoktu, bu sözler
sadece çocuğun ego merkezli düşüncelerini gösteriyor ve onun bilişsel büyümesinde rol oynuyordu ancak Vygotsky ego merkezli konuşmalar çok daha önemli bir fonksiyonu olduğunu düşünüyordu. Ona göre ego merkezli konuşmalar çocukta iç sesin geliştiği anı gösteriyordu. Vygotsky daha sonra hem konuşma fonksiyonlarını analiz etme hem de bu fonksiyonların düşünce ile ilişkisini analiz etme konusunda büyük ilerleme kaydetti. Örneğin, Vygotsky, çocuk kendisini anlamayan kişilerle bir arada kaldığında ego merkezli konuşmalarının ortaya çıktığını saptadı. Ancak bu noktada Piaget bu görüşlere katılmıyordu, onun görüşüne göre ego merkezli konuşmalar sadece bireyi diğer bireylerden ayıran bir olguydu ve ego merkezli konuşmalar sadece sosyal konuşmalar ile ilintilendirildiğinde bir anlam ifade edebilirdi. Her ne kadar Piaget ve Vygotsky bu konuda hem fikir olamasalar da üzerinde çalıştıkları konu aynıydı ve bu konu sadece onların döneminde
değil ileriki dönemlerde de birçok kez gündeme gelecek bir konuydu. Dil gelişimin fonksiyonel analizi konusunda ileriki yıllarda araştırmacılar dil edinimi öncesi sözcelemler, fonetik gelişim, kelime dağarcığının gelişimi ve yaşa göre sözdizimsel karmaşıklığın artması gibi temalar üzerinde çalıştılar. Ve o dönemde bu konular üzerine üretilen edebiyat metinleri öyle arttı ki zamanla konuyla ilgili raporlar hazırlanmaz oldu. Hazırlanan pek çok makale de sadece ileriki yıllarda oluşturulacak modeller için esin kaynağı olmakla kaldı. GELİŞİMSEL ETOLOJİ
PSİKOBİYOLOJİ
VE
Gesellian büyüme ve olgunlaşmanın gelişimsel psikoloji ile gelişimsel biyolojinin birer parçası olduğunu, bu sayede de ontojenezin sırlarını açığa çıkartacağını söyledi. Bu konuda ilerleme kaydedilmesinde; a) Mendel’in çalışmalarının yeniden keşfi, b) kromozom aktarımı ile ilgili önemli keşifler oldukça önemli rol oynadı.
Ancak aynı zamanda bu çalışmalar gelişim araştırmacılarının aklında pek çok soru işareti oluşmasına neden oldu. Örneğin, eğer somatik hücreler aynı genetik koda sahipse gelişimde her birey nasıl farklı bir yol izleyebiliyordu? Bu konuda gelişim bilimciler gibi aklında soru işaretleri olan embriyoloji uzmanlarından biri olan Hans Spemann hücresel dokularla ilgili bazı keşfiler yaptı ve bu soruların açıklanmasına yardımcı oldu. Burada Spemann’ın açıklaması belli bir genetik koda sahip hücrelerin bir yerden bir yer aktarımlarında aslında ilk başta hücrelerin aynı olduğunu ancak daha sonra bu hücrelerin çevresel koşullara göre büyüme ve gelişim gösterdikleri yönündeydi. Spemann bu teorisiyle ontojenezde nasıl aynı genetik yapıya sahip bireylerin farklı gelişim süreçleri yaşadıklarına da cevap vermiş oluyordu. Bu teorinin gelişim açısından da formüle edilmesiyle birlikte teori “örgensel teori” adını aldı. Bu teoriye göre gelişimi sağlayan nedir sorusunun yanıtı da organizmaydı. Yani hücreler birbirleriyle
iletişime geçiyorlar ve dış koşullara uyum sağlayarak belli bir örgüye göre şekil değiştiriyorlardı. Örgensel teori aslında temelde Darwin’in evrim teorisi ile aynı dinamiklere sahipti. Bu teoride gelişimin dinamik bir olgu olduğu kabul ediliyordu. Ve gelişimin aynı zamanda hem sosyal hem de biyolojik etkenlerle ilerlediği söyleniyordu. Bu konu ile ilgili çalışmalar yapan iki bilim adamı, T. C. Schneirla ve Zing – Yang Kuo 1930’lu yılların başında davranışsal ontojenezi örgensel teori ile açıklayarak başı çektiler. Schneirla’nın bu noktada takıldığı tek problem ise karmaşık sosyal bir yapıya sahip asker karıncaların beyinlerinde gri doku olmamasına rağmen nasıl birbirlerine uyumlu şekilde davrandıkları konusuydu. Wilson bu türün gerçekten sosyal bir prototip olduğunu söylemişti. Peki, bu sosyal organizasyonu nasıl oluşturuyorlardı? Schneirla Panama’da ve Amerikan Doğa Tarihi müzesindeki laboratuvarında yaptığı çalışmalarla konunun
üzerine giderek karıncaları doğal ortamlarında inceledi. Schneirla karıncaların sosyal organizasyonlarını gelişimsel olarak analiz ettiğinde kolonide büyüyen bir larvanın göç ya da yem arama gibi dürtülerle organizasyonun bir parçası haline geldiğini keşfetti. Larva doğduktan sonra koloninin göç ya da yem arama dürtülerini taklit ederek kraliçe karıncayı besleme iç güdüsü ediniyor ve dairesel bir döngüde hareket ediyordu. Benzer bir konuda çalışan Çinli psikolog Z. Y. Kuo ise Berkeley Üniversitesinde doktorasını E. C. Tolman ile birlikte yürüttü ve Watson’un topladığı bilgiler üzerinden gitti. Kuo bu çalışmalarında hayvanlarda her zaman dairesel bir döngü olarak sosyal organizasyonun bulunduğunu ve her zaman daha iyisi için sosyal yapılarını bozduklarını fark etti. Mesela kedi yavrularında ilk doğduklarında fareleri seviyor onlarla oynuyorlardı ancak büyük kedilerle birlikte avlanma dürtüsünü öğrenerek onları yakalamaya başlıyorlardı.
Kuo davranışın kökeni üzerinde çalışmalar yapmaya devam etti ve “içgüdüsel” davranışların gelişim çerçevesinde ortaya çıktığını söyledi. Bunun sebebini de merkezi sinir sisteminin, psikolojik ve davranışsal fonksiyonların gelişim dürtüsüne bağlı olarak birbirleriyle etkileşim halinde olduğu sonucuna bağlıyordu. Kuo’nun bu sonuca ulaşmak için yaptığı çalışmalar bir dizi düzenli araştırmaya dayanmaktaydı. Kuo ilk önce embriyoların nasıl hayatta kaldıkları ve bir embriyonun kabuğunu kıracak kadar gelişimini nasıl tamamladığı sorularına çözüm aradı. Kuo daha sonra kuluçka döneminde gelişimini araştırdı. Kalbin çalışmaya başlaması, nefes almak, göğüs hareketleri ve gagalama gibi hareketlerin nasıl öğrenildiği konularını inceledi. Kuo bunların sebeplerini merkezi sinir sistemine bağladı ve embroyonik gelişimin de bu sayede olduğunu söyledi. Schneirla ve Kuo’nun elde ettiği davranışsal gelişime dair yaklaşımlar ve bulgular her ne kadar hayvanlar üzerinden ortaya çıkartılmış olsalar da çocuk psikolojisi alanını için de
oldukça önemli değerlerdi. Bu iki öncü bilim adamının bulgularında verdikleri mesaj o dönemin psikologları tarafından anlaşılamadı ama bir sonraki neslin karşılaştırmalı ve gelişimsel psikologlarına ilham kaynağı oldular. Alanında büyük bir başarı ve ün kazanmış bir diğer psikobiyolojik araştırmacı da Leonard Carmichael’di. Carmichael, Preyer’in psikoloji geleneğinin izinden gidiyordu. Carmichael bu bağlamda çocuk psikologlarının dikkatini beden dili ve biyolojik – davranışsal gelişim analizi üzerine çekti. Daha sonra Konrad Lorenz bu konuda “davranış biyolojisi” ya da etoloji temalı bir çalışma yaparak psikoloji için biyolojinin önemini de vurgulamış oldu. 20. yüzyılın başında ise Amerikan C. O. Whitman ile Alman O. Heinroth ve Lorenz tarafından bir iddia ortaya atıldı. Bu üç bilim adamı davranışların evrimsel kökenleri ve içgüdüler üzerine çalışmalar yapıyorlardı. Lorenz, “kritik periyodda” yaşanılan deneyimlerin daha sonraki öğrenme ve ilişkilendirme prensipleri için etkili olmayacağını
söyledi. Ona göre öğrenme ve ilişkilendirme ile ilgili dört önemli durum söz konusuydu: 1. Öğrenme – ilişkilendirme olgusu sadece kritik periyodun başında gerçekleşiyordu 2. Öğrenme – ilişkilendirme olgusu gelişimin ileriki aşamalarında farklılaşabilirdi. 3. Öğrenme – ilişkilendirme olgusu etkileri kapsamında supra – örgensel bir olguydu yani etkilerini sadece bireye göre değil bireyin üyesi olduğu topluma göre gösteriyordu. 4. Öğrenme – ilişkilendirme olgusu koşullu gelişimsel tepkiye göre ortaya çıkıyordu yani bebeklikte varlığına rastlanmasa da cinsel tercihler bebeklikte belirleniyordu. Bu bulguların elde edilmesine rağmen gelişimsel psikologlar etoloji ile ilgilenmediler. Ancak İkinci Dünya savaşında iki disiplinin birlikte çalıştığı görüşü ortaya çıkacaktı. İKİNCİL DÖNEMİN TEORİK TRENDLERİ Yirminci yüzyılın üçüncü döneminde ortaya çıkan teorik fikirler nelerdir? Bu sorunun yanıtı
için yirminci yüzyılın ilk dönemlerinde ortaya çıkan teorilerin genişletildiği, değiştirildiği ve revize edildiğini söyleyebiliriz. Davranışçılık değişerek psikanaliz ile birlikte çalışmaya başladı. Psikanalizin de kendi içinde üç farklı bölüme ayrıldığını söyleyebiliriz: 1) klasik psikolojik analiz, 2) post psikanalitik teori ve 3) neopsikanalitik teori. Aynı şekilde Baldwin’in ön gördüğü yaklaşım da bilişsel ve sosyal gelişim alanına göre ayrılarak genişletildi: a) zihinsel gelişim teorisi Jean Piaget birlikte anılmaya başlandı; b) sembolik etkileşimcilik hareketi sosyoloji, antropoloji ve psikiyatri alanlarında etkili olmaya başladı; ve c) Vygotsky’nin “her çocuk bir diğer çocuğu etkiler ve kendi düşünceleri de buna göre şekillenir” sözü genişletildi. Piaget ve Vygotsky her ne kadar Amerika’da Baldwin’in yaklaşımının en önemli iki temsilcisi olsalar da, Henry Wallon da Avrupa’da, Afrika’da, Güney Amerika’da ve Fransa da aynı
şekilde Baldwin geleneğinin en önemli temsilcisi olarak biliniyordu. Wallon’un öğrencisi Rene Zazzo, Wallon’un diğer insanları en temel ve ilkel özellikleri dahilinde değerlendiren Baldwin’in aksine, onun gelişen organizmaları daha entegre, interaktif ve sosyal varlıklar olarak değerlendirdiğini söylerdi. 1930 ve 40’lı yıllarda Amerika ve Avrupa’da etoloji Lorenz ve Tinbergen tarafından geliştirildi. “Organizma” yaklaşımı bu yıllarda hem biyoloji hem de psikoloji alanında etkili oldu. Gelişimsel sorunların ortaya çıkması ile daha sonra Schneirla ve Kuo bilişsel organizma kavramını ortaya atarak “her insanın kendine özgü bir yapısı vardır” cümlesini temel aldılar. Baldwin daha önce gelişimsel teorilerin geçmişten günümüze aynı düzlemde izlenmemesi gerektiğini çünkü üretilen her bir teorinin kendine göre farklı amaçları, metotları ve bulguları olduğunu söylemişti. Bu bağlamda bir dişilinin genel ilgi ve problemleri değiştiğinde farklı alanlar da etkilenebiliyordu.
Baldwin’in bu düşüncesi kabul görmeye başladığında sosyal öğrenme teorisi, psikanaliz ve psikanaliz kuramının türevleri ile Lewin’in “alan teorisi” ayrı ayrı değerlendirilmeye başlandı. Sosyal Neo-Davranışçılık Sosyal öğrenme teorileri 1930’lu yılların görüşleri ve kişilik ile ilgili psikanalitik görüşlerin bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Genel davranış sistemleri ile ilgili araştırmaların gittikçe hızlandığı dönemde öğrenme modelleri şu şekildeydi: 1) Clark Hull davranış sistemleri, 2) E. R. Guthrie bilişsel öğrenme modeli, 3) E. C Tolman amaca yönelik davranışçılık ve 4) B. F. Skinner işlemsel öğrenme teorisi. Bu modeller her ne kadar dil ve temel özellikler bakımından öğrenmenin doğasını farklı şekillerde açıklıyor olsalar da ortaya çıkan modellerde öğrenmenin evrensel olduğu ve farklılıkların aslında cinsiyet, yaş ve çevresel koşullarla doğru orantılı olarak değiştiği ortak bir görüştür.
Davranışsal özellikler evrensel özelliklere sahiptir diye bir görüş ortaya çıkmış olsa da bu teorilerin problemler ve kişilik örgüsü yönünde geliştirilmesi gerekmekteydi. J. B. Watson, öğrenme ile ilgili korkular ve öğrenme sevgisi konularında tartışmaların ortaya çıkmasını sağlayan ilk araştırmacıdır. Bu araştırmalarda ilk yapılan agresif davranış örgüsünün analiz edilmesi psikanalitik davranışçı çerçevede değerlendirilmesi olmuştur. Bu analizin sonucunda ise “Öfke ve Saldırganlık” adlı küçük bir kitap yayınlanmıştır. Ancak daha sonra kitabın yazarları bu kitapta ortaya attıkları “saldırganlık her zaman öfkenin bir sonucudur.” hipotezini kendileri çürüterek psikanalitik yöntemin farklı bir şekilde kullanıldığı Hullian teorisine yönelmişlerdir. Daha sonra Miller ve Dollard öğrenme ve çocukların taklit ederek öğrenmesi konusunda “Sosyal Öğrenme ve Taklit” isimli kitaplarını yayınlanmıştırlar. İkinci Dünya Savaşından sonra da çocuk psikolojisi alanında sosyal öğrenme
konusu sıklıkla gelmiştir.
çalışılan
bir
konu
haline
Psikanaliz 1930’lu yıllara kadar psikanalize farklı bakış açıları ile bakan pek çok farklı araştırmacı davranış gelişimi konusunda büyük katkılar sağlamıştır. Bu etkilerden en belirgin olanı Sigmund Freud’un kendi teorisinde görülmektedir. Freud’un görüşlerinden sonra onun yaklaşımını sürdürmek isteyen kişiler de genellikle çocuklarda cinsellik ve ilk deneyimlerin ileriki hayata olan etkisi konularında çalışmışlardır. Biz de bu çalışmalar ışığında psikanalitik çalışmalar ile davranışçı çalışmalar üzerine yazılmış bazı yorumlara değinmek istedik. 1930’lu yılların sonuna doğru psikanaliz pek çok çocuk psikoloğu tarafından gelişim teorisinin açıklanmasında kullanıldı. Bu konuda çalışmalar yapan ve makaleler yazan en etkili kişilerden biri de Freud’un kızı Anna Freud’dur. Onun kişilik gelişimi ile ilgili düşüncelerinde psikanalizi diğer
yaklaşımlarla görebiliyoruz.
birleştirerek
çalıştığını
Psikanaliz genel anlamda gelişimsel psikolojiye önemli derecede etki eden yaklaşımlardan biridir ve 20. Yüzyılda sıklıkla karşımıza çıkar. Amerikan psikologlar bu yaklaşım ile ilgili yapılan çalışmaları okuduktan sonra kendilerini genç bilim adamları olarak adlandıran bir grup psikolog gelişimsel psikoloji alanında bazı deneysel çalışmalar yaptılar. Ne mi buldular? Saplantı, kendini geri çekme, yansıtma gibi psikanalitik mekanizmaları deneylerle kanıtlamış oldular. Ancak tüm bu deneysel çalışmalar psikanalitik yaklaşımın mekanizmalarını kanıtlama konusuna hizmet ettiği için ileriki dönemlerde alanda çok büyük etki yaratamadı. Sears bu yüzden psikanalitik yaklaşım ile çalıştıktan sonra kendisi modern bir sosyal öğrenme teorisi geliştirmeye çalıştı. Geliştirdiği bu teori 1930’lu ve 1940’lı yıllar arasında etki sahibi oldu. Her ne kadar bu dönemde ortaya çıkan psikanalitik yaklaşımı benimsemiş çalışmalar
diğer dönemleri etkilememiş gibi görünse de psikanaliz genel anlamda Carl Yung, Alfred Adler, Karen Horney, Eric Fromm ve Harry Sullivan gibi pek çok araştırmacıyı etkiledi. Bu araştırmacıların her biri kişilik gelişiminin çok yönlü açıdan incelenmesi konusunda hem fikirdiler. Ayrıca aile sistemleri ile çocukluk ve olgunluk çağlarında yaşanan değişimlerin kişinin ileride ortaya çıkacak kişiliğini de büyük oranda etkilediğini söyleyebiliriz. Bu görüşler ışığında sosyolojik, psikiyatrik ve psikolojik sosyal etkileşim modelleri ortaya çıkmıştır. Alan Teorisi ve Ekolojik Psikoloji Kut Lewin 1930’lu yılların başında Amerika’ya taşındığında Almanya’da çoktan önemli çocuk psikologları arasına girmişti. Amerikan okuyucular ilk olarak onun “genel durumun işlevinde ortaya çıkan davranış ve gelişim” kuramını tanımıştırlar. Lewin daha sonra yazdığı makalelerde de bahsettiği üzere bireysel olarak çocukların hayatlarıyla çalışmanın öneminden bahsetmiştir.
Lewin “ortalama birbirine benzeyen çocuklar ve o çocukların hayatının araştırmalarda engel teşkil ettiğini ve araştırmanın dinamikleri ne olursa olsun bu noktadan başlayan bir çalışmanın genellemeler yapamayacağını” iddia etmektedir. Lewin’in bu görüşleri psikolojik tecrübe ve eylemin göreceliliği konusunda yazdığı teorilerle de birbirine paralel olarak ilerlemektedir. Lewin’in görüşlerinde ve teorilerindeki anahtar nokta şudur: “Çocukların küçük bir deneyiminden yapılan çıkarımlar aslında çocuğun dış görünüşünde yatan durumu ifade eder ancak tüm bu pratik yaşantının altında çok derin bir kişilik örüntüsü yatar.” Lewin’in bu görüşlerinin ardından her ne kadar davranış hem kişi hem de çevre için birer işlev olarak görülse de aslında bu iki değişkenin birbirleriyle bağlantılı olduğuna dair görüşler ortaya çıkmıştır. Bir diğer deyişle davranışları anlamak ya da tahmin etmek için kişi ve kişinin yaşadığı çevre birbirine bağlı faktörler olarak değerlendirilmelidir.
Lewin 1930 ile 1940 yılları arasında Amerika’da gerçekleştirdiği bir çalışmasında teorik modellemesini geliştirerek sosyal ve gelişimsel fenomenleri açıklamaya çalışmıştır. Lewin’in bu çalışmada genel anlamda kullandığı yöntem davranış ve gelişim prensiplerini birlikte değerlendirmesidir. Lewin’in gelişim ve sosyal teorileri birlikte değerlendirmeye dair bu görüşü aslında Baldwin’in çalışmalarında da gözlenebilmekteydi. Ayrıca Lewin’in de daha sonra pek çok öğrenciye ilham kaynağı olduğunu ve doktora öğrencilerinden Roger Barker’ın bir sonraki jenerasyona ekolojik psikolojiyi taşıdığını söylememiz gerekir. Bu noktada ileriki yıllarda da sıklıkla etkisi görülen Lewin’in teorisinin kapsamadığı noktayı söylemek gerekirse alan teorisini kapsamadığını söyleyebiliriz. Her ne kadar Lewin çocuklarda görülen “somatik” değişikliklerin psikolojik çevrede büyük etkiler yarattığının altını çizmiş olsa da bu yaklaşım alan teorisi konusunda eksik kalmıştır.
Lewin yaptığı çalışmalarla psikoloji alanını davranışçı eğiliminden çıkartarak bağlamın serbest olduğu “uyaranın” aslında bir illüzyon olduğunun kabul edildiği bir alana doğru yönlendirmiştir. Bu anlamda sosyal gelişim ile sosyal psikoloji alanlarında metodolojik ve teorik çalışmalar hız kazanmıştır. İKİNCİL DÖNEME İLİŞKİN YORUMLAR Bu dönemde alanda ortaya çıkan gelişmelerin genel olarak çocuk psikolojisi dalında ortaya çıkması oldukça ironiktir ve bu durumun bilimsel gelişmelerden çok sosyo – ekonomik zorluklar nedeniyle ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çocuk araştırmaları enstitüleri Amerika’da kurulduğunda bilim bundan çok etkilendi ve daha sonra bu enstitüler üniversitelerin de araştırma bağlamları haline geldi. Bu durum 1880 ile 1890 yılları arasında Hall’ın bilimsel “hareketi” ile şekillenmeye başladı ve çalışmalar bilimsel odak noktasından çok araştırmacıların daha hızlı sonuç alabileceği çocuk araştırmalarına yöneldi.
Bu dönemde ortaya çıkan ampirik gelişmeler nedir diye soracak olursak C. Murchison ve L. Carmichael’ın da kitapta gösterdikleri üzere çocuk çalışmalarında yapılan araştırmaların daha sonra genel olarak tüm alanda etki sahibi olduğunu söylemek mümkündür. Bu durumda çocuklarda korkular, çocuklarda bencillik, zeki çocukların fiziksel normallikleri ve davranışların zaman ile mekana göre analizi konuları odak noktası olmuştur diyebiliriz. Bu dönemde yapılan teorik çalışmaları inceleyecek olursak da teorik çalışmaların iki seviyede geliştiğini söyleyebiliriz: “metodolojik ve bağımsız”. Hartshorne ve May özgecilik ve dürüstlük konularında çalışırken, Bühler üç farklı çocuk tipi üzerinde çalışmış, Goodenough gelişimsel açıklamalarını öfke ve kavgalara dayandırmıştır. Ve J. Anderson çocukların kabiliyetleri üzerine çalışmıştır. Bu farklı konularda yapılan çalışmaları ve ortaya atılan hipotezleri göz önünde bulundurursak çocuk davranışlar ile bu konuda farklı konseptler üzerine yapılan
çalışmaların dönemin başlıca alanları olduğunu görebiliriz. Ayrıca bu dönemde 1920 ile 1930’lu yıllarda hüküm süren genel bütüncül gelişim teorilerinin hipotezlerin temel kaynağı olduğunu da söyleyebiliriz. Bu dönemde Piaget, Vygotsky, Wallon ve Werner’in bilişsel gelişim teorileri ile Baldiwn’in konseptleri ve Kuo’nun gelişimsel psikobiyolojik teorilerinin etkilerini görmek mümkündür. Bunun yanı sıra önceden ortaya çıkan pek çok araştırmacının etkisi de görülür. Araştırmaların içeriğinde bahsedilen farklı modellere rağmen bu dönemde araştırmacılar gelişimsel anlamda pek çok konuda hem fikirdirler. Aralarında çıkan fikir ayrılıkları davranışsal fenomenlerin bir teori ile açıklandığı noktalarda ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar psikanaliz bu dönemde büyük bir popülerlik kazanmış olsa da, klinik uygulamalarda organizmaya dair modeller etkili olmuştur. Ancak uygulanan bu modellerin hiç biri bilimsel alanda kesin bir etki yaratamamış davranış gelişimi alanında elde edilen biyolojik
bulgular bu dönemin bulgularını çürütmeye yetmiştir. Yine de bu dönemin genel anlamda ileriki dönemlerin konularını belirlemede rol oynadığını da söylemeden geçemeyiz. MODERN ÇAĞ İkinci Dünya Savaşı sırasında araştırmalarda ortaya çıkan gerilemelerin ardından savaş sonrası çalışmalarda davranış gelişimi konusuna odaklanıldığını görebiliyoruz. Savaş sonrasında davranışsal çalışmaların hızlanması ile bu disiplinde “altın çağ” yaşandığını söyleyebiliriz. Bu dönemde yeni teknikler ve yaklaşımlar uygulanmaya başlanmış ve elde edilen sonuçlar elektronik kayıt sistemi ile kayıt altına alınarak bilgisayar uygulamaları yardımıyla analiz edilmiştir. Araştırma metotlarında özellikle “yaşam ömrü” metodu kullanılarak anketler uygulanmıştır. Bu dönemde özellikle 10 ila 15 yaş arası bireylerde çalışılmıştır. Test tedirginliği, sosyal gerileme, doygunluk, dürtüsellik ve model alma konuları alanda etkin olarak araştırılan konular
haline gelmiştir ancak daha sonra belli bir süre içinde bu konular gözden düşerek yeniden farklı konu arayışları başlamıştır. Genel anlamda bakıldığında yapılan çalışmalarda uygulanan hızlı sonuç alma sistemleri ve teknolojinin etkin olarak kullanılması aslında ampirik çalışmaların büyük oranda gelişmesini sağlamıştır. Ulusal Sağlık Örgütü bu dönemde kurulmuştur ve bu kurum çocuk sağlığı, insan gelişimi ve insan davranışlarının anlaşılması gibi konular üzerinde yapılan çalışmaları desteklemiştir. Pek çok gelişimsel psikolog bu enstitüye üye yapılmış ve tüm alanlarda ortaya çıkan ilerlemelerle birlikte hızlı bir döneme girilmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan eski teorik trendlerden beslenen yaklaşımlardan biri öğrenme teorisidir. 1960’lı yıllara kadar davranışsal öğrenme modelleri hiçbir istisna olmaksızın eski modellerden beslendi. Ancak 1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde alanda yapılan yeni keşiflerle öğrenme modelleri
de dil, biliş, temel motor becerileri, algı süreci ve boylamsal çalışmalar üzerine odaklanmıştır. Yirminci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan pek çok fikir ve problemin bu dönemde de farklı uzantılar halinde ortaya çıktığını görmek mümkündür. Ancak bu fikir ve problemlerin odak noktalarının değiştiğini söyleyebiliriz. Kitabın bu bölümünde gelişimsel araştırma tarihinin trendlerine, değişikliklerine ve tartışmalarına ışık tutmaya çalıştık. Bu yüzden bu bölümü bitirirken de gelişimsel bilimlerin son yirmi yılda nasıl bir değişim geçirdiğine değineceğiz ve alanın şimdiki haline nasıl geldiğini size kısaca anlatmaya çalışacağız. Bu yüzyılın son döneminde gelişimsel bilimlerin üç odak noktası vardı: 1) sosyal öğrenme teorisi, 2) bağlanma teorisi ve 3) bilişsel gelişim. SOSYAL ÖĞRENME: GERİLEME VE YAPILANDIRMA
YÜKSELİŞ, YENİDEN
Genel algının aksine aslında tek bir “sosyal öğrenme teorisi” yoktur, pek çok sosyal öğrenme teorisi vardır. Bu teorilerin genel anlamda ortak bir noktası vardır, o da öğrenme prensiplerinin evrensel olduğu yönündedir. Geçtiğimiz yarım yüzyılda Skinner’ın geliştirdiği sosyal öğrenme teorisini temel alarak geliştirilen pek çok teori olmuştur. Bu yeni teorilerin her biri öğrenme ile ilgili farklı bir odak noktası belirleyerek konuya farklı yaklaşımlar getirmişlerdir. Biz de bu bölümde tarih boyunca ortaya çıkan modellerden bazılarını vereceğiz.
Yükseliş Robert R. Sears, psikanalitik öğrenme modellerinin çocuk çalışmalarında kullanılmasını sağlayan ilk ve en etkili araştırmacıdır diyebiliriz. Yale Üniversitesinde çalışmalarını sürdüren Sears Harvard ve Stanford üniversitesi öğrencileriyle birlikte çalışarak sosyal öğrenme modelleriyle ilgili pek çok araştırma yapmış ve ilk ortaya çıkan modelde pek çok değişiklik
yaparak gelişimsel psikoloji alanında büyük etki uyandırmıştır. Bu çalışmalar ilk yayınlandıklarında “saldırganlık” ve “bağımlılık” faktörlerinin çocukların öğrenme modellerinde ortaya çıkan ilk motivasyonlar olduğu saptanmıştı. Ancak bu motivasyonlar ile nasıl öğrenildiği sorusunun yanıtını vermek için Freud’dan yararlanmak gerekmekteydi. Sears ve meslektaşları ise çocuklarda ortaya çıkan ilk sosyal motivasyonların onların ilk ailevi tecrübelerinden kaynaklandığını söylediler. Bu bağlamda ebeveynlerin davranışlarını analiz etmek için röportaj teknikler kullanıldı ve ebeveynlerin çocuklara etkileri anlaşılmaya çalışıldı. Sears ve meslektaşları birlikte çalışarak bu çalışmaların kapsamını gittikçe arttırdılar. Sears’ın bu çalışmalardaki temel amacı genel bir araştırma tekniği kullanarak üç farklı bölgelerde elde ettiği bulguları karşılaştırmak ve böylece bir sonuca varmaktı. Ebeveynler üzerinde yaptığı geniş kapsamlı röportajlar ile çocukların sosyal davranışları ve kişilik örgüleri arasında bir bağ
bulmaya çalıştı. Çocukların da gözlem metodu ile analiz edildiği bu çalışmalarda araştırmacılar oyuncak bebekleri ve oyun evlerini kullanarak çocukların evdeki ailevi ilişkilerinin yeniden canlandırılması sağlanıyordu. Röportaj ve gözlem prosedürleri farklı kültürlere ait bir düzlemde kullanılıyordu. Sosyal öğrenme teorisi ve bu teorinin uygulayıcılarının en büyük avantajı önceden uygulanan araştırmaların sonuçlarına ulaşabilmeleriydi. Böylece araştırmalar hem bir teorinin ortaya çıkmasına hem de bu teorinin pratikte kolayca uygulamaya geçirilebilmesini sağlıyordu. Gerileme Peki bu teorinin kullanılmasının ardından ortaya çıkan sonuçlar neydi? Bu sonuçlara ulaşabilmek için Iowa, Massachusetts ve California’da geniş kapsamlı çalışmalar yapıldı. Ve 20 yıllık uzun bir araştırma döneminin ardından ortaya çıkan sonuçlar derlenip analiz edildi.
Burada ortaya çıkan problem çocukların günlük yaşantılarındaki davranış biçimleriyle sosyal davranış biçimleri ve kişilik örgüleri arasında elle tutulabilir bir bağa rastlanamamasıydı. Bu çalışmanın katılımcılarından biri olan Eleanor Maccoby bu dönemde aslında sorunun hem teoride hem de metot da olduğunu iddia etti. Bu iddiaların ardından aslında çalışma sonuçlarının sadece olumsuz sonuçlar doğurmadığı da anlaşıldı. Ancak genel anlamda sosyal öğrenme modeli ve sosyal kontrol arasındaki beklenen somut ilişki elde edilemedi. Sosyal öğrenme teorisinin ortaya çıktığı döneme 1960’lı yılların başlarına dönecek olursak bu hareketin aslında iki yöne gittiğini görebiliriz ancak her iki düşünce de temelinde Skinner’ın yaklaşımını benimser. Burada sorun Skinner’ın çalışmasını yaparken güvercinleri kullanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Skinner çalışmasını güvercinlerden başlayarak çocuklar için kurgulamıştır ancak daha ileriki yıllarda bu durum arada bilgisel boşluklar oluşmasına ve
yaklaşım ile ilgili sorunlar çıkmasına neden olacaktır. Yeniden Yapılandırma Albert Bandura ve Richard Walters daha ileriki yıllarda sosyal öğrenme teorisinin temel modelini değiştirerek yaklaşımı yeniden yapılandırdılar. Bu iki araştırmacı sosyal öğrenme modelinin psikanaliz ile birlikte değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Sosyal öğrenme modeli, öğrenme mekanizmalarını ve bilişsel süreçleri de içermeliydi. Bu noktada bu iki araştırmacı yaptıkları çalışmada “taklit etme” konusuna odaklandılar ve J. M. Baldwin’in yaklaşımından hareketle teoriyi temellendirdiler. Sosyal öğrenme teorisinin yeniden değiştiği dönem ise Albert Bandura’nın teoriyi yeniden yapılandırması ve bilişsel süreçleri öne çıkartmasıyla oldu. Böylece sosyal öğrenme teorisi yeniden yorumlamalara açılmış oldu.
Bir yüz yıl boyunca sosyal bilişsel öğrenme modeli sürekli gündemde oldu ve farklı versiyonlarıyla alanda tartışılmaya devam etti. Daha sonra davranışçı modellere ilham verdi ve hala davranış modellerinde sosyal öğrenme modelinin temellerine rastlanır. Sosyal gelişim alanında öğrenme ve bilişsel süreçler her zaman birlikte değerlendirilmeye devam edildi.
BAĞ: KEŞİF VE KAYIP Taklit ve model alma konularının yeniden gündeme gelmesiyle birlikte sosyal öğrenme üzerine çalışan öğrenciler bu konuda analizler yapmaya devam ettiler ve zamanla yeni jenerasyon arasında oldukça popüler olan bir model doğmuş oldu. Bu modelde anne – bebek bağı üzerinde duruluyordu ve psikanalitik çerçevede değerlendirmeler yapılıyordu. Ainsworth tarafından yapılan ilk tanımlamalarda bahsi geçen bağın “duygusal bir bağ” olduğundan bahsediliyordu.
Bu modele göre anne ve bebek arasındaki bağ daha sonra çocuğun kişiliğini etkiliyordu. Bu bağ öyle güçlü bir bağdı ki daha sonra birey bu bağın etkisini her zaman hissediyordu. Bu iddiaların ardından hayvanlar ve insanlar üzerinde yapılan anne – bebek bağı konulu çalışmalar ancak İkinci dünya Savaşından sonra yapılabildi. Bu dönemde Scott, Harlow ve Bowlby bu çalışmaların yapılmasını sağlayan araştırmacılardır. Duygusal Bağ Fenomeni Harry F. Harlow, kurucularından biri olduğu Amerikan Psikoloji Derneğinde bir maymun bebeğin annesi ile kurduğu tensel bağın bebek üzerinde inanılmaz etkileri olduğunu söyledi. Daha sonra Harlow ve diğer meslektaşlarının birlikte yaptıkları çalışmalarda memelilerin gelişimi için kurulan bu bağın çok önemli olduğu ve daha sonraki ilk sosyal deneyimleri etkilediği ortaya çıkmış oldu. Bu durumu kanıtlamak için “annesiz” maymunlar incelendi ve araştırmacılar sosyal etkileşim düzeylerini karşılaştırmalı olarak analiz etti.
Modern çağdan önce insan anne – bebek ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar oldukça kısıtlıydı. Aslında memelerin anne- bebek ilişkisi saptaması en kolay bulgulardan biri olduğundan bu durum oldukça şaşırtıcıdır. Bebekler anneleriyle tensel temas kurduklarında bebeklerin stresten arındıkları bir gerçektir. Küçük bebekler anneleriyle temas ettiklerinde ağlamayı bırakırlar ve güvende hissederler. Bu fenomen neredeyse tüm memeli türlerde görülmektedir; ancak bu durum insan bebeklerde en yoğun haliyle görülür. Yaşamın ilk döneminde kurulan bu bağ 1960’lı yılların ortalarından itibaren incelenmeye başlanmıştır ve derlenen bulgular ampirik bir şekilde genellenmiştir: 1. Doğumda ve doğum öncesi dönemde anne ve bebeğin hem hareketlerinde hem de psikolojisinde senkronik bir uyum vardır. Ayrıca bebeğin hareketleri annenin durumunu etkilemekte ve psikolojik olarak bebeğinin ona ihtiyaç duyduğunu düşündürmektedir. Bu durumda hem
biyolojik ihtiyaç hem de sosyal eylemler anne ile bebek arasında benzerdir. Bunun sonucunda ise bebek ile anne doğumdan sonra da kolayca birbirlerine adapte olurlar. 2. Anne-bebek ilişkisinde psiko-biyolojik etkilerle birlikte sosyal bağ gittikçe gelişmekte ve tüm memeli türlerde anne ile bebek birlikteyken biyolojik olarak değerlendirilmeye alınabilecek kadar güçlü bir sakinlik hali oluşmaktadır. 3. Bu yoğun sosyal bağ pek çok farklı durumda (süt emme, uyku vb.) gözlemlenebilmektedir. Bu durumun bireylere olan etkisi karşılıklıdır. Deneysel çalışmalar sosyal bağın ilişkinin kalitesine, zamana v etkileşimin fazlalığına bağlı olarak değiştiğini göstermiştir. 4. Bireyin olgunlaşma süreci anne – bebek arasındaki bağın kalitesine göre değişir: gencin olgunlaşması annesinin davranışsal ve psikolojik değişiklikleriyle doğru orantılıdır. Anne – bebek arasındaki bağ
bebeğin daha sonra kurduğu her ilişkide temel alınır ve gözlenir. Bağlanma Teorisi Anne – bebek arasındaki bağ üzerine yapılan çalışmalar sistematik anlamda devam ettirildikten sonra bilimsel alanda tartışma konusu oldu. Psikanalist John Bowlby 1950’li yıllarda Londra’da bu konuda pek çok seminer verdi ve bu bağlamda ortaya çıkan en önemli iki tartışma konusu şöyleydi: 1) Schafer ve Emerson’un duygusal bağın kurulma yaşıyla ilgili gözlemleri, 2) Ainsworth’un anne – bebek arasındaki bağ ile ilgili Uganda’da yaptığı araştırma. Bu teori ile ilgili en büyük katkı sağlayanlardan biri de Bowlby’dir. 1950’li yıllarda Bowlby konu hakkında yaptığı çalışmaların ardından Robert Hinde ile birlikte dişilinler arası seminerler yapmaya başladı. Anne – bebek bağını hem psikanaliz hem de etoloji çerçevesinde değerlendirdi.
Bowlby bu konuda çocuğun ilk yıllarında ortaya çıkan bağın daha sonraki hayatında sistemsel hale geldiğini iddia ediyordu. Ayrıca ona göre anne ile bebeğin birbirinden ayrılması da bebeğin daha sonraki hayatında negatif sonuçlar doğurmaktadır. Bowlby bu konu ile ilgili duygusal bağ teorisinin bireysel farklılıklar gösterdiğini söylemiştir. Ayrıca bu duygusal bağ teorisinin bağıntılı teoriden farklı olarak psikopatolojik olarak da önemli olduğunu söyler. Bu bölümün ileriki kısımlarında duygusal bağ teorisinin etkileri ve nasıl genişletildiğine değineceğiz, özellikle de çağdaş periyotta nasıl şekillendiğini değerlendireceğiz. BİLİŞSELLİĞİN YENİDEN DOĞUMU Bu dönemde düşünce ve araştırma alanında bilişsel – gelişimsel sorusu yeniden alevlendi. Eğitim süreçlerinin yeniden değerlendirilmesiyle alevlenen ve sosyal öğrenme teorisinin popülerliğini yitirmesiyle öne çıkan bu tartışma konusu gelişimsel alanda araştırma yapan bilim
adamları arasında oldukça önemli bir sorun haline geldi. Bu konunun odak noktası olmasıyla alanda yeni bir bakış açısı ortaya çıktı. Dil, düşünce, duygu ve bilgi gelişimi araştırmalarının hızlanması ile birlikte davranışçı modeller bile bilişsel özellikler göstermeye başladı. Bu durumda gelişimsel ve bilişsel olarak ayrılan yaklaşımın arasındaki bariyerler kalkmış oldu. TARİH BOYUNCA ORTAYA ÇIKAN TEMALAR VE ÇAĞDAŞ İLERLEMELER 100 yıldan uzun süredir gelişimsel araştırma ve teoriler farklı alanlara ayrılmaya, güçlü, devamlı, taze ve pek çok açıdan parlak bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. Bu bölümün sonunda başlangıçta bahsettiğimiz konseptlerden kısaca yeniden bahsedeceğiz ve gelişimsel bilimin ana konseptlerini size tanıtacağız. Bilgi ve Bilinç Zihni ve zihnin nasıl geliştiğini, işlediğini anlama konusu gelişimcilerin uğraştığı ana
temalardan biridir. Teknolojide ortaya çıkan gelişmelerle birlikte beyin süreçleri ve bilişsel aktivite ile ilgili çalışan araştırmacılar da çalışmalarını ilerlettiler. Bu noktada Preyer’ın ortaya attığı “beyin kendi gelişimini her zaman sürdürür” iddiası da bir anlamda kanıtlanmış oldu. Ancak yine de alanda pek çok konu üzerinde tartışmalar devam ediyordu. Bu konular arasında da beynin nasıl çalıştığı, nasıl işlediği ve zihnimizin yapısının nasıl olduğuna ilişkin konular her zaman daha fazla tartışılmıştır. Düşünce ve Eylem Benlik ve benliğin gelişim süreci modern araştırmacılar için her zaman önemli araştırma konularından biri olmuştur. 1980’li yıllarda “arzu” olarak tanımlanan benlik kavramı 1990’lı yıllarda bir süreç olarak tanımlanmaya başladı. Aslında bu da alanda kullanılan metotların ve ölçüm yöntemlerinin değiştiğine işaret ediyordu.
Benlik konusunun modern zamanlarda araştırma konusu olarak seçilmeye devam edilmesiyle birlikte benliğin sistematik bir şekilde diğer benliklerden nasıl ayrıldığı konusu odak noktası haline geldi. Ontojenez ve Filojenez Gelişim bireyin ontojenezi açısından ya da türlerin ontojenezi ya da her ikisini birlikte dikkate alarak en iyi şekilde nasıl tanımlanabilir? Bu sorunun bilimin sistematik olarak gelişimi açıklama çabalarında ortaya çıkan ilk sorulardan biridir. Ancak zaman içinde bu soru yerini jenerasyonların ontojenez çerçevesinde nasıl kırılma noktaları yaşadıkları sorusuna bırakmıştır. “Gelişimsel” araştırma hem embriyoların hem de ataların ontojenezine odaklanmaya başlamıştır ve ileride jenerasyonların nasıl değişeceği de modern zamanların en önemli ontojenik sorunlarından biri haline gelmiştir. Doğuştan mı Yetiştirilme Tarzından mı?
Doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı sorusu bir yüz yıl boyunca tartışıldıktan sonra hala hem halk arasında hem de laboratuvarlarda tartışılmaya devam etmektedir. Baldwin her ne kadar bu ikisinin birlikte çalıştığını ve bu iki kavramın ayrı ayrı değerlendirilemeyeceğini söylemiş olsa da bu tartışma sık sık yeniden açılmaya devam etmiştir. Günümüzde doğuştan mı yetiştirilme tarzından mı sorusu halen tartışılmaya devam edilmektedir ve bilimsel anlamda halen ilgi çekici bir konu olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak genel anlamda bakılacak olursa Preyer’ın de ifade ettiği gibi yetiştirme genetik özellikler ile çevresel koşullar biyoloji, etkileşim ve sosyal bağlar açısından birlikte işleyen ve etkili olan bir ikilidir.
Gelişim Ne Zaman Sona Erer? Bu disiplin alanında çalışan neredeyse tüm araştırmacılar gelişimcilerdir. İnsanın ortaya çıkışı ve gelişimi her zaman bilimin oldukça ilgi
çeken bir konusu olmuştur. Ancak araştırmacılar arasında gelişimin ne zaman sona erdiği ile ilgili her zaman pek çok farklı görüş ortaya çıkmıştır. Boylamsal bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı zamanlarda bu teorik varsayımları reddetmek ya da kabul etmek için somut bir referansınızın olması mümkün değildi. Ancak modern çağda davranış, bilinç ve sosyal gelişim üzerine araştırma yapan bilim adamları farklı alanlardan bilgileri derleyerek bu sorunun somut yanıtlarını aramaktadırlar. Ahlak ve İnsanın Kusursuzluğu Değerlerin ve ahlakın gelişimi bu disiplinde önemli bir konudur ancak bu konuda çalışma yapmanın pek çok metodolojik zorluğu da vardır. Birkaç önemli istisna dışında gelişimsel alanın ortaya çıktığı ilk zamanlarda bu konuda yapılan çalışmalar oldukça azdı. Ancak son yirmi yılda ahlaki gelişim oldukça gözde bir araştırma konusu haline geldi. Yapılan çalışmalar ve yeni geliştirilen teoriler düşünüldüğünde bu konunun bir sonraki
dönemde de oldukça önemli bir konu olacağını söyleyebiliriz. İnsan gelişiminin sosyal yönü düşünüldüğünde ya da araştırılmak istendiğinde bireylerin değerlerini ve ahlaki gelişimlerini ölçmek oldukça önemli olduğundan bireyin sosyalliğinin ahlaki özelliklerinden ayrıştırarak analizi mümkün değildir. Sosyal Uygulamalar Sosyal uygulamalar araştırma alanında hem büyük avantajların hem de büyük problemlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Sears bu konuda, çocuk çalışmalarının kendi başına çocuk çalışmalarına bağlı olmasını ancak gelişimsel psikolojiye bağlı olmaması gerektiğini söyler. Bu bağlamda çocukların ve ailelerin devletin istediği gibi bir yönlendirmeye girmesinin yanlış olacağını iddia eder. Bu dönemde bilimin hız kazanması ve sosyal bir ihtiyaç haline gelmesiyle birlikte bilimin diğer alanların önüne geçeceği ve insanları yanlış yönlendireceği endişesi ortaya çıktı. Ancak böyle bir durum ortaya çıkmadı. Tam aksine sosyal uygulamaların doğru uygulandığı bir yerde
insanların gözlendi.
olumlu
bir
şekilde
geliştikleri
Sosyal uygulamaların artması ve bilimsel araştırmaların hız kazanması ile birlikte gelişimsel çalışmalar pek çok konuda rekabetçi bir ortam haline geldi. Bu şartlar altında gelişimsel alanda baskın metodolojik yaklaşımlar kullanılmaya başlandı ve eski konseptler ile kesin olarak kanıtlanamayan bulgular görmezden gelindi. Bu durum aslında uzun dönemli olarak düşünüldüğünde alanın ilerlemesini sağlamış olsa da kısa dönemli bakıldığında bir yanlış anlama durumunun ve kafa karışıklığının hakim olduğu düşünülmeye başlandı. Bu noktada bilimin sosyal uygulamalara dönüşmesi ve aslında ne kadar büyük bir somut yarar sağladığı konusu önem kazanarak bulguların standardizasyonu sağlandı. DİSİPLİNLERARASI BİLİM 1994 yılının Haziran ayında Nobel ödülü veren bir kurumun düzenlediği sempozyumda
biyologların ve psikologların birlikte çalıştığı birlikte bir gelişimsel bakış açısı geliştirdikleri konusu gündeme geldi. Bu konuda daha önce ortaya çıkan hiçbir örnek yoktu. 100 yılı aşkın süredir bilim dalları tek başlarına ilerliyordu ve gelişimsel alanda da aynı şekilde birlikte iki dalın ortak çerçevesinde çalışmalar yapılmıyordu. Ancak bu sempozyumda daha iyi modellerin ortaya çıkartılması için dalların beraber çalışmasının daha iyi olacağı söylendi. Bu sempozyumun ardından yapılan çalışmalarda disiplinler arası araştırma çalışmaları ortaya çıkmaya başladı ve zamanla çok katmanlı bilginin daha değerli olduğu görüşü hakimiyet kazandı. Bu düşünce “gelişimsel teoriye” de etki ederek gelişimsel teoriye farklı disiplinlerin çerçevelerinden de bakılmaya başlandı.
BÖLÜM 4 Gelişimsel Epistemoloji Çalışmalar
ve
Metodolojik
Çocuk psikolojisinin tam anlamıyla gelişimsel psikolojinin bir dalı olduğunu söylemek mümkün değildir ve gelişimsel psikolojinin de sadece çocuklarla ilgilendiğini söyleyemeyiz. Çocuklar gelişimsel psikoloji dışında da incelenmektedirler. Aynı şekilde çocukların gelişimlerinin yanı sıra doğal ve kültürel süreçleri de araştırma konusudur. Çocuk çalışmaları sadece çocukların değişim ve ortaya çıkış süreçlerini incelediğinde gelişimsel bir bakış açısı ile bakmış olur. Çocuklar her toplumda sosyal çalışma alanlarından biri olmuştur bu yüzden çocuk psikolojisi alanının da bu şekilde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Yirminci yüzyılda çocuk
psikolojisi alanı şekillerde gelişti.
farklı
toplumlarda
farklı
Avrupa’da çocuk psikolojisi gelişimsel biyoloji odaklı çalışıyordu ve hem biyolojik hem de psikolojik gelişimi birlikte inceliyordu. Kuzey Amerika’da çocuk psikolojisi alanı çocuklarla ilgili konularda sosyal yarar sağlamak üzerine çalışıyordu. Çocuk psikolojisi aslında ilk olarak başlangıcını çocuk çalışmalarından alan bir alandır ve çocukları anlamak üzerine ortaya atılan teorilerle desteklenerek ilerlemiştir. Bu bölümde benim amacım genel gelişimsel bilimin nasıl çağdaş dünyada çocuk psikolojisine dönüştüğünü size sistematik olarak göstermektir. Gelişimsel bilim şu ilkeler ışığında oluşmuştur: 1. Farklı türlerin gelişimlerini (ontojenik ve filojenik olarak) karşılaştırmak. 2. Türler arasındaki çeşitliliği araştırmak (ilk önce insanlar arasında olmak üzere primatlar da incelenir). 3. Zihin ve toplumların tarihi çerçevede dönüşümünü irdelemek.
Çocuk gelişiminin anlaşılması bu noktada gelişimin anlaşılması için temel bir madde olarak görülmekteydi. Araştırmalar bu noktada ampirik olarak sürdürülmeye çalışılıyor ancak genel bilgi elde ediliyordu. Evrensel bilgiler ışığında ilerleyen bir bilim haline dönüşen psikoloji de genellemelerden kalkarak spesifik örnekleri inceliyordu. Bu bağlamda metin odaklı çalışmalar ortaya çıktıktan sonra benzersiz, biricik örnekler önemsenmemeye başladı. Ancak bu şekilde ilerleyen çalışmaların karşısına çıkan en büyük engel şu oldu: spesifik örneklerin içindeki genellemeleri nasıl bulabiliriz? ÇOCUKLARI YETİŞKİNLERİN ARAŞTIRMA ALANI OLARAK GÖREN BAKIŞ AÇISI Çocukları çocuk psikolojisi alanı içerisinde inceliyoruz ancak sorduğumuz sorular ve o sorulara yanıt alma yöntemlerimizi yetişkinlerin psikolojileri dahilinde kategorize ediyoruz. Bebeklerin ilk psikolojik fonksiyonlarını incelerken de onları aynı şekilde davranıyoruz.
Bu bağlamda bakıldığında alanda ne kadar büyük eksikliklerin olduğunu görebiliyoruz. Ayrıca çocukların psikolojilerini incelerken onları ayrı bir kategori gibi değerlendirip 35 yaşındaki yetişkin bir bireyin nasıl çocuklaştığını incelemiyoruz. Gelişim dendiğinde bebeklik, çocukluk ve ergenlik çağlarından söz ediyoruz ancak yetişkin bir bireyin gelişim süreçlerini ele almıyoruz. Aslında bireyin kültürel gelişimi doğumundan ölümüne kadar devam etmektedir. Çocuk psikolojisi kendisini alan dahilinde ampirik bir bilim olarak konumlandırıyor ve ideolojik ya da teorik yaklaşımlar dahilinde bir bilim icra edildiği söyleniyor ancak bu ideoloji ya da teori adı altında uygulanan sınırlayıcılar aslında birer “at gözlüğü”. 1. At Gözlüğü: Tek Kültürlülük Yanılsaması Çocuk psikolojisi makaleleri genellikle Batı kültürü odaklı teorilerin ışığında yazılıyor; bu makalelerde insan türüne ait çocuklar genel olarak değerlendirilmiyor. Araştırmacının sosyal
konumuna göre diğer sosyal kültürün çocukları inceleniyor ve farklı davranış biçimleri “kötü” davranış biçimleri olarak adlandırılıyor. Bu durumda Afrika’nın köylerindeki çocuklar ya da Avrupa ile Kuzey Amerika’daki göçmen toplulukların çocukları Batı Kültürleri ışığında değerlendirilmiş oluyor. Çağdaş kültürel psikoloji “kültürel bir miyoba” sahip çünkü uzağındaki çocukların kültürel ya da kültürel – psikolojik değerlendirmelerini yapmaktan aciz. Kültürler arasındaki psikolojik farklılıkların sadece yetişkinler arasında olduğu sanılıyor ve çocuklar arası kültürel farklılıklar göz ardı ediliyor. Mesela Japonya’da problemli çocuklara anneleri “Ben senin yanındayım” mesajı verdiklerinde Batı psikologları ya da Batılı görüşler bu mesajı sağlıksızlık olarak değerlendiriyor. Bireyleri sosyal bağlamlarından ayrıştırarak değerlendirme modern dünyada yapılan en yaygın uygulamalardan biri. Ancak bunun tam tersine bireyleri ve çocukları sosyal bağlamları
dahilinde değerlendirmek çok daha sağlıklı bir uygulama olacaktır. 2. At Gözlüğü: Sosyal Olarak Normların Görmezden Gelinmesi
Gören
Çocuk psikolojisi alanında pek çok farklı gelişim formuna rastlanmaktadır ancak bu farklı formların hepsini açıklayacak kompleks bir teori uygulaması yoktur. Gelişimsel fenomenin karmaşıklığı genele indirgenerek değerlendirilir. Çocuk psikoloji alanında yapılan en büyük hatalardan bir diğeri de özelden genele ilerleyerek bazı çıkarımlar yapılmasıdır. Mesela, “bir çocuğa ailesi bağlamında bakmak” onu aile bağları dahilinde ve kökenleri bağlamında değerlendirmeyi gerektirir ancak Avrupa ve Kuzey Amerika’da incelenen çocuklardan yapılan çıkarımlar tüm dünya için geçerli normlar olarak kabul görmektedirler. Bunun sonucunda da çocukların tarihi ve bağlamsal olarak psikolojik gelişimlerini incelemek yerine araştırmacılar bireysel zıtlıkları inceliyorlar. Bu noktada biyoloji devreye giriyor,
biyoloji evrimsel teoriler ile insanların gelişimlerine ilişkin ampirik bilgi veriyor. Ancak çağdaş çocuk psikolojisi alanında kültür bağlamında incelenmesi gereken bireyler Avrupa ve Kuzey Amerika normlarına göre inceleniyorlar. Bu konuda çalışan araştırmacılar çocuk psikolojisi alanında uygulanan ideolojiler ve yetişkinlerin alanı kendi oyun alanları gibi kullanmaları nedeniyle alanda hemen hemen hiç büyük ilerleme olmadığını kaydetmişler. Yetişkin psikologlar çocuk psikolojisi alanında çocuk hakları ya da insanlık adına bazı araştırmalar yapmak yerine sosyal güçlerini kurumsal hedefleri yerine getirmek amacıyla kullanıyorlar. Gelişim dediğimiz olgu aslında hem geçmişimizle hem de gelecekte yapılacak yeniliklerle bağlı ancak gelişim günümüzde mükemmelliğe ulaşmak gibi algılanıyor ancak böylesi bir durum söz konusu değil.
Bu durumun ortaya çıkmasında çocuk psikologlarının rolü büyük ve aynı şekilde bunu ortadan kaldırmak için de çocuk psikolojisi alanında yapılacak çalışmaların önemi büyük. Ancak bu rolü yerine getirebilmek için de öncelikle çocukları anlamak ve çocuk çalışmalarını gelişimsel bilimlerle birleştirerek uygulamak gerekiyor. GELİŞİMSEL ALANI
BİLİMİN
UYGULAMA
Gelişim ve yenilik tarih boyunca yan yana duran ve yana yana getirilmeye çalışılan iki kavramdır. Bu iki kavramın çocuk psikolojisi alanında da bu şekilde yan yana durduğunu görmek de mümkün. Yirminci yüzyılın sonuna ve yirmi birinci yüz yılın başlangıcına kadar yeni bir disiplin olan gelişimsel bilimin nasıl ortaya çıktığını, ilerlediğine tanık olduk. Bu yeni disiplin çocuk psikolojisi alanında sınırların kaldırılmasında ve alanın genel anlamda gelişim problemlerine odaklanmasına yardımcı olmuştur.
1900’lü yıllardan bu yana bu yeni bilim alanı farklı şekillerde ilerlemeye devam etmiştir. Örneğin yeni dergiler çıkartılmış ve bu yeni alan pek çok sosyal disiplini etkilemiştir. Genel gelişim kavramı insan ırkının çocuklarını sosyal bağlamlarında incelemeyi amaçlayan bir bilimi ifade etmektedir. Bu bilimin ilerlemesini sağlayan farklı yaklaşımlar her zaman çalışmaların ilerletilmesini zorlaştırmıştır. Burada asıl teorik problem yaklaşımların karmaşıklığı ve psikologların genelleme yapma isteğinden kaynaklanmaktadır. Çocuk psikologları çok farklı ampirik konularda çalışmakta ancak sınırlayıcı yaklaşımlar onların çalışmasında engel teşkil etmektedir. Çocuk psikolojisi alanındaki bu teori ve bilgi farkı nedeniyle bazı çalışmalarda “gelişimsel perspektif” göz ardı edilmektedir. Bu da evrensel bilgilerin sadece küçük örneklerden kalkarak elde edildiğini gösteriyor.
BİLİMİN TEMEL İLKELERİ: YAKLAŞIMLARIN, FENOMENLERİN VE METOTLARIN TUTARLILIĞI Psikoloji hem gelişimsel hem de gelişimsel olmayan bir bilim dalı olduğundan yaklaşımların organize edilişine göre farklılaşabilmektedir. Kimya ile karşılaştırıldığında psikolojinin simya temeline oturmadığını görürüz ama yine de temel bilim olma özelliklerine sahiptir. Temel bilimler doğanın bilgisini genellerken psikoloji genellemelerden oldukça uzaktır. Bu da psikolojinin doğasını tarih boyunca diğer disiplinlerden farklılaştırmıştır. Sosyal Bilimlerin Entelektüel Dayanışması: Farklı Olaylara Dayalı İlerleme Sosyal Bilimler bazı olaylara dayalı olarak farklı ülkelerde aralıklı bir şekilde ilerlerler. Farlı ülkelerin sosyal bilimler tarihlerine bakılacak olursa yeni anlayışların: Amerika’da 1890’lı ve 1900’lü yıllar arasında, Rusya ve Almanya’da İkinci Dünya Savaşından sonra 1920’li yıllarda geliştiğini görürüz.
Psikolojinin Sosyal Bilimlerle olan Bağı Psikoloji her zaman farklı toplumların etkisi altında kalmıştır. Yirminci yüzyıl boyunca farklı toplumlara odaklanan yeni psikoloji anlayışı ortaya çıkmış ve genel teori temelinin üzerine farklı bir psikolojinin inşa edilmesine neden olmuştur. Çağdaş çocuk psikolojisi sanki bilimsel genellemeler yapan teorilerin hiçbir yararı yokmuş gibi davranarak bir bakış açısından değerlendirmeler yapmayı tercih eder. Ancak bir disiplinde ampirik ve teorik bilginin genellenebilir olması yeni anlayışların buradan hareketle ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Gelişimsel bilimlerin de bu bağlamda çocuk psikolojisi ile birlikte çalışması da çok normaldir ve yirmi birinci yüz yılın başlarında bu sayede çocuk psikolojisi yeniden genellemeler yapmaya tüm dünyayı anlamaya çalışmaya başlamıştır. Amerika’da İkinci Dünya Savaşından sonra ilerlemeye başlayan psikoloji alanı da gelişimsel bilimlerle birlikte hem farklı yaklaşımları hem de
metodolojik at gözlüklerini bir arada barındıran bir alan haline gelmiştir. Çağdaş Psikoloji Alanının Evrensel Doğası Yirmi birinci yüz yılın başına kadar çağdaş gelişimsel bilim dünya çapında yayılmaya başlamıştı bu yüzden de o dönemde alanda ideolojik düşüncelerden ve farklı toplumlardan bağımsız evrensel bir bilim yapma çabası ortaya çıkmıştı. Akademideki ekonomik yetersizlikler ve gelişimsel bilimcilerin çalışma koşulları nedeniyle çalışmaların pek çok eksiklileri vardı bu yüzden de tek bir toplum üzerinde yapılan çalışmalar genellendi. Ancak günümüzde psikolojinin en önemli unsuru sayılan objektivite kavramına karşı çıkılmaya başlandı: çünkü aslında objektiflik yerine spesifik örneklerin kendi bağlamlarında incelenmesi bir anlamda da bu bilim dalının bir aracı ve değişilmez bir parçasıydı.
Objektif Olma Yolları Psikolojide nicelleştirme objektif olmak için gerekli bir metot olarak görülüyordu. Psikoloji öğrencilerine ilk olarak öğretilen nicelleştirme idi. Psikolojide nicelleştirme kavramı zamanla profesyonel bir zorunluluk hatta olaylara bakarken kullanılması gereken sosyal bir norm haline geldi. Psikoloji alanında böyle bir sınırlayıcı olduğunda da “bilgi nedir ve bu bilgi hangi metodoloji ile elde edildi” soruları öne çıkmış oldu. Farklı çocuklarla çalışılmaya başlandığında bu durum bir sorun haline gelmiş uygulamalarda psikologları zorlamaktaydı. Böylece istatistiksel yöntemler devreye girdi ve yeni bir bilimsel metot olarak istatistikler kullanılmaya başlandı. Bağlam Dahilinde Nicelleştirme Nicelleştirme süreci aslında bir araştırmacının mantığına yatmayan ve alanda kullanması çok kolay olmayan bir yöntemdi ancak her araştırmada kullanılmadığında araştırmanın
bilimsel sayılmaması bu metodun zorunlu hale gelmesini sağlamıştı. Psikoloji tarihinde nicelleştirme yöntemine karşı çıkan pek çok araştırmacı oldu. Özellikle James Mark Baldwin nicelleştirme yönteminin gelişimsel psikoloji alanında çok büyük bir engel olduğunu söyledi. Yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru Baldwin’in yeniden adapte ettiği nicelleştirme yöntemi pek çok araştırmacının imdadına yetişti. Ayrıca Rudolph da bu anlamda bazı çalışmalar yaparak Baldwin’i destekledi. Bunun ardından psikoloji alanı kapılarını yeniliklere açmış oldu. Gelişimsel psikoloji alanı bu yeniliklerden en çok faydalanan alanlardan biridir ve gelişimsel bilimler bu anlamda en çok ikilemin yaşandığı alanlardan biridir. Çıkarımcı Bir Yöntem olarak Kullanılan İstatistik İstatistik yönteminin çıkarımcı bir yöntem olduğu inkar edilemez ancak bilimsel
araştırmalarda bir genelleme yöntemi olarak kullanılan bu yöntemi sosyal bilimlere uygulanması tartışılabilir. Psikolojinin objektivitesini sağlamak için tarih boyunca pek çok yöntem kullanıldı ve sonunda da istatistik yöntemi yaygın bir biçimde kullanılmaya başlandı. İstatistik gibi yöntemler teorilerden ayrıştırılarak kullanıldıkları için gözlemlerin genelleştirilmesi gibi bir amaca hizmet ettikleri söylenebilir. Ayrıca bu metotlar standartlaştırılarak her türlü araştırmaya uygulandığından bunun da bazı olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğuracağı da göz ardı edilmemelidir. Metotlar aslında psikolojinin alet çantasında yardımcılar olarak düşünülmelidir ancak bazı durumlarda metotlar bilgi üretmek için kullanılan araçlar olarak görüldüğünden bu durum bazı yanlış sonuçlara ulaşılmasına neden olur. Bilgi: Toplanmalı mı Üretilmeli mi? Metodolojik bakış açılarının sık sık tartıştığı sorunlardan biri de bilginin nasıl elde edileceği
konusuydu. Bu alana yönelik olarak bazı yaklaşımlar uyarlanmış ve sorunun cevabı aranmıştır ayrıca bazı yeni teoriler de üretilmiştir. Bu noktada bilginin olaydan toplanmadığı araştırmacının gözlemlerine göre bilgiyi ürettiği de göz ardı edilmemelidir. Hipotezin Kontrolü: Teoriye göre mi Ampirik olmayan Bilgilere göre mi? Psikolojide hipotezlerin test edilmesi konusu da her zaman bir problem haline gelen konulardan biridir. Hipotezlerin ampirik kanıtları olup olmadığını test etmek oldukça zordur. Çocuk psikolojisi alanında araştırmacıların ortaya çıkarttıkları sonuçları kanıtlamaları çok önemlidir çünkü çocuklar araştırmanın nötr olmayan konularıdır. Ayrıca toplumlarda çocuk gelişimi hakkında bilgiye olan ihtiyaç bu durumu daha da gerekli hale getirmektedir ve sahte bilgilerin ortaya çıkabileceği gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Buna karşılık çıkarım yapılarak elde edilen sonuçların bilimsel birer hipotez sayılmaları için de kanıtlanmaları gerekmektedir. Bir hipotez belli referanslar çerçevesinde sınanmış uygulanabilir olmalıdır. Referanslar Düzenlenmesi
Çerçevesinde
Bilginin
Araştırmalarda genellikle belli bir perspektiften bakar, o perspektife göre bazı referanslar veririz. Bu referansları da araştırmacının zihnindeki sorular ve farklı metodolojik döngüler bize gösterir. Aynı durum farklı perspektifler kullanılarak incelendiğinde farklı referanslar verilmesi gerekir. Bu referanslar araştırmaların aslında teorik olarak temellendirmelerine dayanarak belirlenir ve bir araç olarak kullanılır. Bu referansları her ne kadar psikoloji dörde ayırsa da bunlardan sadece ikisi gelişimsel bilimlere dahil. Bireylerarası Referans Çerçevesi
Bu çerçeve sistemler arası farklılıkların öne çıktığı incelenen bireylerin karakteristik analizlerinin yapıldığı referansları içeriyor. Sistemler arası çerçeveden farklı olarak burada odak noktası karakteristik özelliklerin bir sistemden diğerine nasıl değiştiği değil de bireylerin karakteristik özellikleri. Bu referans çerçevesi psikolojide yaygın olarak kullanılıyor. Bu çerçevede bireyler birbirleriyle karşılaştırılıyorlar. Böylece karşılaştırılan erkek ve kadın bireylerin “agresiflik” gibi bir kavram üzerinden tepkileri ölçülmüş oluyor ancak bu sistemde ortaya çıkan bir problem erkek ve kadın bireyler arasında farklılıklar oluşması. Kişilerarası referans sisteminin psikolojide sıklıkla kullanıldığını söyledik ancak bu popülerlik aslında bilim için bir engel teşkil ediyor çünkü bu sistemde bireyin organizasyon sistemi, istikrar ve değişkenleri ile gelişimi inceleniyor. Ve bu referans çerçevesinde araştırmacının analizleri bireyin gelişiminin yeterince incelenmesine engel oluyor.
Bu sistemin temelinde kullanılan istatistikler işin sonunda “Johnny, Jimmy’den matematik düzeyinde daha iyi” gibi bir sonuca ulaşılmasını sağlarken. Neden iyi? Ya da iyi olmasının kriteri nedir gibi sorular tamamen yanıtsız kalıyor. Bireysel – Ekolojik Referans Çerçevesi Bireysel – ekolojik referans çerçevesi bir sisteme odaklanıyor, bu sistemde araştırmacı ekolojik koşullar altında bireyin yani sistemin dönüşümünü izlerken bireyin eylemlerini de inceliyor. Bu referans çerçevesi bireyin hem çevresi hem de ilişkileri göz önünde bulundurularak incelenmesi gerektiğini ön görüyor. İnsanın ömrü boyunca karşılaştığı problemlere karşı çözüm üretme kapasitesinin gelişimi gibi gerçekçi fenomenlerin konu edildiği bu referans çerçevesinde her bireyin ekolojik düzeyde durumu baz alınıyor. Bireyin karşılaştığı problemleri şimdiki zamana göre inceleyen bireysel – ekolojik referans çerçevesinde araştırmacının ilk başta koyduğu
hedefe kitleniliyor. Bu referans çerçevesinde bireyin ilişkilerinin de göz önünde bulundurulmasının nedeni ise bireylerin ilişkileri dahilinde problemlere bakış açılarının değiştiğinin düşünülmesinden kaynaklanıyor. Burada farklı problem çözme yetisine sahip bireylerin ekolojik koşullarının ve ilişkilerinin baz alınarak karşılaştırılmalara gidilmesi ön planda. Bireysel – Sosyoekolojik Referans Çerçevesi Bireysel – Sosyoekolojik referans çerçevesi aslında bireysel – ekolojik referans çerçevesinde genişletilmiş bir versiyonu. Bu çerçevede bireyin hem çevresel koşulları hem de sosyal ilişkilerini oturttuğu sosyal düzlem odak noktası olarak alınıyor. Bireysel – Sosyoekolojik referans çerçevesinde bireysel – ekolojik referans çerçevesi ile hem benzer hem de farklı özellikler ön planda. Ortak özellikleri şöyle sıralayabiliriz: - Aktif Birey
- Çevre - Bireyin çevresine karşı tutumu Farklı özellikleri de şöyle sıralayabiliriz: - Bireyin hayatında rehber rolünü üstlenmiş ve onu çevresinde sosyal ilişkilere karşı yönlendiren kişiler (başka bire kişi, sosyal kurum ya da sembolik bir obje) - Bireyin sosyal yönelimleri doğrultusunda yaşadığı dönüşüm Bireysel – Sosyoekolojik referans çerçevesini kullanarak çalışan bir araştırmacı bireysel – ekolojik referans çerçevesine dahil olan aynı konular üzerinde çakışabilir ancak bu noktada çalışmasını bazı farklı odak noktaları üzerinden de ilerletmesi gerekecektir. Ortak Görüş Alışkanlığı: Soruyu Değiştirme Ampirik araştırma uygulamalarında sıklıkla bir referans çerçevesi bir diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Mesela, anne – bebek bağını araştıran bir araştırmacı ülkeler arası, zaman ve bağlam dahilinde ilişkileri araştırabilir.
Ama tam aksine bu bağın araştırılması için temel karakteristik özelliklerin de işin içine dahil edilmesi gereklidir. Araştırma sorularının dinamik, gelişimsel ve statik, ontolojik olarak kategorize edilmesi psikolojik araştırmalarda oldukça önemlidir. Bu süreç sayesinde sosyal engeller metodoloji ve bilgi analizi ile giderilmiş, sürece dahil edilmiş olur. Bu noktada davranışların tahmin edilmesi için harcanan çabalar da bazen de araştırmacının düşünce, inanç ve değerlendirme gibi kavramları hesaba katmadan soruları deneğe göre değiştirilmesiyle sonuçlanabilir. Wittgenstein’in de belirttiği üzere problem ve kullanılan metot aslında araştırmalarda her şeyden önemlidir. Gerçeğin Döngüsü Olarak Metodoloji Metodolojik döngünün belirlenmesinde kullanılan bileşenler farklı genelleme düzlemlerinde bulunur: Genel kanılar bir olayla
ilgili kullanılan teoriden daha geneldir ve kullanılan teori de bilgilerin derlenmesini sağlayan metottan daha geneldir. Bu bilimsel epistemoloji şemasında odak noktası fenomeni inceleyen araştırmacının durduğu yerden başlar ve onun kendi şeması bu düzlemde etkin rol oynayabilir. Bunun nedeni bilim adamlarının hisleri olmayan robotlar olmamasından kaynaklanır. Aslında bilim adamları da kendi sübjektif düşünceleri, tercihleri ve kendilerini konumlandırdıkları bir yer olan bireylerdir. Bu anlamda ortaya çıkan yeni modellerde araştırmanın olduğu kadar araştırmacının da rolü vardır ve elde edilen sonuç hem araştırmanın yapıldığı topluma hem de o toplumun birer üyesi olan bilim adamlarına aittir. Araştırmacı tarafından derlenen bilgi ve kullanılan metotlar bu gerçeğe ulaşma döngüsünün birer parçasıdır. Bu noktada metodoloji genel bilginin odak noktasına göre derlenmesini sağlar. Bilimsel bilginin bu şekilde derlenmesi de tarih boyunca bilgilerin bir arada
kalarak günümüzün biliminde eskiye dönüşler ya da kafa karışıklıkları yaşamamamızı sağlamıştır. Tutarlılık Kavramının İki Türü Bilim dallarında teorik ve ampirik gerçekler arasında her zaman belli bir tutarlılık olması gerekmektedir. Gelişimsel psikolojinin on yıllardır bu anlamda kullandığı pek çok metodolojik yöntem vardır çünkü bu alanda sıklıkla teorik ve ampirik gerçekler arasında tutarlılık sağlanamamıştır. Tam da bu noktada iki farklı tür tutarlılıktan bahsedilebilir: Birincisi kanılar, teoriler, derlenen bilgiler ve fenomen arasında olması beklenen dikey tutarlılık. Ve farklı metotlar arasında, farklı dünya görüşleri arasında olması beklenen (araştırma sonuçları her halükarda ampirik bilgi olduğu için) yatay tutarlılık. Bilimsel bilginin bizim için önemli olmasını sağlayan tutarlılık aslında dikey tutarlılıktır ancak psikolojide karşımıza çıkan çoğu durum yatay tutarlılık bağlamında tartışılagelmiştir. Bu
yüzden “doğru metot” diye nitelendirdiğimiz şey aslında bize bir sonuç vermez. Sübjektiflikten Objektifliğe Aslında bilgi derleme süreci insan sübjektifliğinin bir ürünüdür çünkü bilginin derlenmesi noktasında her zaman araştırmacının rolünü görürüz. Bilim adamı ya da psikolog çalıştığı konu hakkında içsel bir sürece dahil olur ve burada psikolog fenomeni kendi kriterlerince anlamlandırmaya çalışır. Buna karşılık tabi ki bir bilim adamının bu süreçte bir filozof gibi dahil olmadığını söyleyebiliriz. Bu noktada bilim adamı belli bir çerçevede hareket etmekle yükümlüdür. Ancak her halükarda bilim adamı kendi deneyimlerinden kalkarak yeni bir anlayışla ilgili görüşlerini dile getirir, bu da unutulmamalıdır. Yaratıcısının Işığında Bilgi Yaratma Süreci Bir bilginin derlenmesi için hem bilgiye de o bilgiyi derleyecek (yeni bir bilgi ortaya çıkartacak) yaratıcı gereklidir. Bu süreç tek
yönlü düşünülemez. Morgan’ın bilimsel bilgi yaratırken yaratıcının mutlaka bu sürece istemli ya da istemsiz olarak dahil olduğunu iddia etmesi de bunu açıklar. Yeni bilgi her zaman yaratıcısının ışığında ortaya çıkar. Yaratıcı burada nicel bilgileri derliyor olsa bile sürece dahil olur. Aynı şekilde bilimsel bilgi de toplumun bir üyesi olan bilim adamınca oluşturulur ve topluma faydalı olur. İşte tam da bu yüzden gelişimsel bilimin yaklaşımsal çerçevelerinde yaratıcı senteze ihtiyaç duyulmaktadır. GELİŞİMSEL ÇIKIŞI
DÜŞÜNCENİN
ORTAYA
Gelişimsel bilim aslında Batı kültüründe yetişen çocuklardan hareketle incelemeler yapan bir daldır. Ancak bu durumun insan gelişimini inceleme çabasına dönüşebilmesi için farklı toplumların kendi bağlamlarında incelenmeleri gerekir. Aynı şekilde gelişimsel bilimlerde bilgi derlemesi yapabilmek için de disiplinler arası çalışmalar yapmak gerekmektedir.
Gelişimin Aksiyomatik Özellikleri Çocuk (ya da yetişkin) psikolojisine gelişimsel açıdan bakabilmek için dört temel şart vardır. Bu şartlar şöyledir: 1. Zamanın geri alınamamasına bağlı olarak gelişimin de geri alınamaz bir doğası olduğunu bilmek. 2. Gelişen yapının (organizma, birey, sosyal ağ, toplum vb.) karmaşık ama aynı zamanda dinamik ve sıklıkla yanlış tanımlanan doğasının ve aynı şekilde dinamik ve organize çevresinin anlaşılması. 3. Gelişen sistemin ve o sistemin çevre koşullarının çoklu seviyesini anlamak. 4. Birey – çevre ilişkisinin ve bu ilişkilerin sonucunda ortaya çıkan yeni gelişim formlarının analiz edilmesi. Psikolojik fenomenle ilgili bu dört ana öge hesap katılmadığı sürece gelişimsel bir sonuç elde etmek de mümkün değildir. Gelişimsel olmayan psikoloji dallarında geleneksel olarak bu ögelere
dikkat edilmezken gelişimsel psikolojide bu ögelerin göz ardı edilmemesi gerekir. Yeni Formların İnşası Olarak Gelişim Gelişim bir anlamda da organizma – çevresel koşullar ikilisinin birbirlerini etkileyerek bir sürece girmeleri ve bu sürece dahil olan zaman kavramı bağlamında organizmanın değişimi olarak da açıklanabilir. Tüm biyolojik, psikolojik ve sosyal organizmalar var olur ve gelişirler çünkü her bir organizma çevre ile mutlaka ilişkiye girer. Bu yüzden de gelişim modellerinde değişim tek yönlüdür. Gelişimsel fenomen aslında ontolojik objelerden çok tek başına organize olan sistemleri etkiler. Gelişimsel ve Perspektifler
Gelişimsel
Olmayan
En genel anlamıyla gelişimsel ve gelişimsel olmayan perspektifler birbirlerine zıttır ama aynı fenomenle ilgilenirler. Birbirlerine zıt olarak ilerlerler ancak birbirlerine karışmazlar.
Bu noktada ontolojik kimlik varlığına devam ederken sistemin farklı seviyelerinde değişimler olur. Gelişimde bir organizmanın değişen parçaları olduğu gibi aynı kalan parçaları da vardır. Gelişimsel Sürecin Çok Seviyeli Doğası Gelişimsel bilim bir yapının farklı seviyelerinde meydana gelen dönüşümleri inceler. Bu seviyeler filojeni, kültürel tarih, ontojenez ve mikrojenez gibi olgulardır. Bu seviyelerin her biri aslında zamanda kendi başlarına değişen birimlerdir de diyebiliriz. Gelişimsel süreçlere hiyerarşik bir düşünce sistemi ile yaklaşan bakış açısı bu noktada insan psikolojisinin de bu farklı seviyelerdeki değişikliklere göre hareket ettiğini savunmaktadır. Burada psikolojiye etki eden seviyelerin hangilerinin araştırmaya dahil edilip edilmediği ya da hangilerinin daha ön planda tutulup tutulmayacağı araştırmacıya kalmıştır. Hiyerarşik Karmaşanın içindeki Dinamik Düzen
Gelişimsel bilimin problemlerinden biri de organize bir sistemin seviyeleri arasında nasıl ilişki kurulduğudur. Bu noktada ilk olarak birey ve bağlam ilişkisi dikkat çeker. Birey – bağlam ilişkisi zaman dahilinde değerlendirilir. Bazen bireyin günlük hayatı ele alınır ve bazen de amaca göre bu durum değişebilir. İkincil ilişkiye bakacak olursak burada gelişimsel sistemleri hem nitel hem de nicel olarak incelemeyi amaçlayan karmaşık bir analiz sisteminden bahsedebilir. Burada önemli olan değişiklikleri bireyin ailesi ve ilişkileri dahilinde incelemektir. Üçüncül ilişki ise bu ikisinin işlevini tek başına üstlenen farklı bir türdür. Burada her iki ilişki birlikte incelenir ve buna da açık sistemlerin belli değişkenler dahilinde incelenmesi denir. Psikoloji işlevsel sistemlerin farklı seviyelerde organize olmasıdır ve çocuk psikolojisi de bu karmaşıklığın içinde kendi sosyal ve ahlaki değerleri dahilinde incelemeler yapar.
İşin ilginç yanı her ne kadar daha biyolojik bir sistem gibi gösterilse de aslında gelişimsel bilimlerin sınırında yer alan “değerlendirmeci psikoloji” bu karmaşıklıkları değerlendirir. Bu noktada değerlendirmeci psikoloji ile ilgili pek çok tartışma ortaya çıkmıştır. Değerlendirmeci psikolojinin biyolojik, psikolojik ve sosyal fenomenleri incelemesini sanki dünya bir çorbaymış ve her bir malzeme bir biriyle yarıştırılıyormuş gibi görenler olmuştur. Aslında her bir türün yaşam alanı farklıdır ve her ne kadar aynı doğayı paylaşıyor olsak da insanın üstün psikolojik fonksiyonları değerlendirmeci psikoloji ile basitçe açıklanamaz. Değerlendirmeci psikolojinin kullandığı modelleri diğer psikoloji dallarından aldığını ve gelişimsel bilimlerin bu anlamda organizasyonun farklı seviyelerini incelemeyi amaçladığını da unutmamak gerekir.
GELİŞİMSEL SİSTEMLERİN ANALİZ EDİLMESİ: MORGAN’IN KRİTERİNİN YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ Gelişimin geri alınamaz, yapıcı ve hiyerarşik düzenini anlayabilmek için oldukça net belli metotların kullanılması gerekmektedir. Bugüne dek sistematik bir metodun kullanılmaması pek çok araştırmanın sonucuna ulaşmamasını sağlamıştır. Bu noktada Morgan şöyle der: Hiçbir durumda bir eylemi üstün seviyeli bir fiziksel sistemin ürünü olarak açıklayamayız, eğer böyle bir açıklama yapacak olursak o sistemin düşük bir psikolojik skalası olduğunu ima etmiş oluruz. Psikologlar bu alıntıdan hareketle her zaman Morgan’ın söylediğine uydular ve zamanla Morgan’ın bu sözü bir anlamda kanun haline geldi. Bu kanun bir araştırmacıyı incelediği mekanizmanın seviyelerini alçak ya da yüksek olarak kategorize etmeye zorladı ve bu da “psikolojik skala” olarak adlandırıldı.
Gelişimsel anlamda baktığımızda bir sistemin varlığını bir skalaya sokmak oldukça “kırılgan” bir sonucun ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim seviyeler arası dönüşüm demektir ve Morgan’ın kanunlaştırılan sözü bu noktada psikoloğun metodolojik yaklaşımını bir kenara atıp bu “at gözlüğünün” ardından sonucunu yeniden düzenlemesini gerektirir. Bu durumu aynı zamanda insan gelişimini inceleyen bilim adamlarının sıklıkla kullandıkları semiyotik sınırlayıcılara da bir örnek olarak verebiliriz. Gelişimsel psikolojideki bu at gözlüğü psikoloji dallarının hemen hemen hepsinde farklı şekillerde görülmektedir. Buna karşılık gelişimsel psikolojinin farklı zorlukları da vardır. Bunları halledebilmek için gelişimsel fenomenin doğasının çok iyi anlaşılması gerekir. Biyoloji ve Psikoloji Dünyasında Sistematik Nedensellik Psikologları neden sonuç ilişkileri dahilinde analiz yapmayı gelenek haline getirmişlerdir ve sonuçları nedenselliğe bağlayıp “nedenler” hakkında derin bir analize girişmezler.
Bu durum bir süre gelişimsel olmayan psikoloji dallarında yeterli olmuştur ancak gelişimsel alanda bu durumu devam ettirmek mümkün değildir. Bu bağlamda gelişimde nedensellik aslında ikili bir ilişkiye dayanır. Bu ikili ilişkilere biyolojide sık rastlanırken psikolojide oldukça az rastlanmaktadır.