B U K İ Ş İ L E R T Ü R K İ Y E V E İ S V İ Ç R E ’ D E YA Ş I Y O R L A R . H E R İ K İ Ü L K E D E B Ü Y Ü D Ü L E R , H E M ORADA HEM BURADA OKULA GİTTİLER, HEM ORADA HEM BURADA ÇALIŞMA H AYAT L A R I N I S Ü R D Ü R Ü Y O R L A R . SIE LEBEN IN DER SCHWEIZ, SIE LEBEN IN DER TÜRKEI. SIE WUCHSEN HIER AUF UN D DORT, SIE GIN GEN HIER UN D DORT IN DIE SCHULE, ARBEITEN HEUTE HIER UN D DORT. T H E Y L I V E I N S W I T Z E R L A N D A N D T U R K E Y. T H E Y G R E W U P I N B O T H P L A C E S , AT T E N D E D SCHOOL AN D WORK IN BOTH P LACES.
2 / 3
4 / 5
ÖN SÖZ
VORWORT
TAŞINABILIR BIR KIOSK, ON TANE VIDEO İSVİÇRE PORTRE, DÖRT KADIN, BEŞ ERKEK VE BIR EVLI ÇIFT IKI FARKLI KÜLTÜRDE YAŞAMANIN NASIL BIR DENEYIM VE TÜRKİYE OLDUĞUNU ANLATIYORLAR. BU KIŞILER TÜRKIYE VE İSVIÇRE’DE YAŞIYORLAR. HER IKI ÜLKEDE BÜYÜDÜLER, HEM ORADA HEM BURADA OKULA GITTILER, HEM ORADA HEM BURADA ÇALIŞMA HAYATLARINI SÜRDÜRÜYORLAR. A R AS I N DA YO LC U LU K BU FARKLI DENEYIM ONLARIN YAŞAMLARINI, GÜNDELIK HAYATLARINI, ÖZELLIKLE DE DÜŞÜNCELERINI BELIRLIYOR. BU ONBIR BIYOGRAFIK ANLATIM BIZE GÖÇ KONUSUNA ŞAŞIRTICI AMA AYNI ZAMANDA SAKIN VE YARATICI BIR BAKIŞ SAĞLIYOR. GÖÇMENLER EDINDIKLERI HAYAT TECRÜBELERINI GÖZDEN GEÇIRDIKLERINDE ŞUNU SÖYLEMEK KESINLIKLE MÜMKÜN: KENDILERINI BIRDEN FAZLA KÜLTÜRE AIT HISSEDIYORLAR. EIN MOBILER KIOSK, ZEHN VIDEOPORTRÄTS – VIER FRAUEN, FÜNF MÄNNER UND EIN EHEPAAR UNTERWEGS ERZÄHLEN VON IHREN ERFAHRUNGEN VOM LEBEN IN ZWEI WELTEN. SIE LEBEN IN DER SCHWEIZ UND IN DER TÜRKEI. SIE WUCHSEN HIER UND DORT ZAUF, GINGEN HIER UND WISCHEN DER SCHWEIZ DORT IN DIE SCHULE, ARBEITEN HIER UND DORT. DIESE ERFAHRUNGEN PRÄGEN IHR LEBEN, IHREN UND DER TÜRKEI ALLTAG, ABER AUCH IHR DENKEN.
P R E FA C E
ELF BIOGRAPHISCHE ERZÄHLUNGEN GEBEN EINBLICK IN DEN VERSCHLUNGENEN, ABER AUCH GELASSENEN, JA KREATIVEN UMGANG MIT MIGRATION. DENKEN MIGRANTEN ÜBER IHRE LEBENSERFAHRUNG NACH, SO IST FÜR SIE SELBSTVERSTÄNDLICH: SIE FÜHLEN SICH MEHR ALS NUR EINER KULTUR ZUGEHÖRIG. A TRAVELLING KIOSK, TEN VIDEO PORTRAITS – FOUR ON THE ROAD WOMEN, FIVE MEN AND A MARRIED COUPLE TALK ABOUT THEIR EXPERIENCE REGARDING LIFE IN TWO WORLDS. THEY LIVE IN SWITZERLAND AND TURKEY. THEY BETWEEN SWITZERLAND GREW UP IN BOTH PLACES, ATTENDED SCHOOL AND WORK IN BOTH PLACES. THESE EXPERIENCES SHAPED THEIR LIVES, THEIR DAILY ROUTINE AND THEIR WAY OF THINKING. AND TURKEY ELEVEN BIOGRAPHICAL ACCOUNTS PROVIDE A GLIMPSE OF THEIR CONVOLUTED HISTORIES BUT ALSO OF THE CALM AND CREATIVE WAY THEY HAVE MANAGED THE EXPERIENCE OF MIGRATION. WHEN MIGRANTS REFLECT ON THEIR PERSONAL HISTORY, IT IS OBVIOUS THAT THEY FEEL THEY BELONG TO MORE THAN ONE CULTURE.
6 / 7
İÇİNDEKİLER
I N H A LT S V E R Z E I C H N I S
FOTOĞRAF / FOTO / PHOTO: G E N Ç O S M A N YAVA Ş
CONTENT
4-5
Ö N S Ö Z V O R W O R T P R E FA C E 6-7 İ Ç İ N D E K İ L E R I N H A LT C O N T E N T 8 KÜNYE IMPRESSUM IMPRINT 9 TEŞEKKÜR DANK ACKNOWLEDGMENT 10-87 P O R T R E L E R : P O R T R ÄT S : P O R T R A I T S : 10-21 1 . YA S E M İ N M E R A L 22-31 2 . G E N Ç O S M A N YAVA Ş 32-41 3 . T Ü L AY K U L A 42-47 4. MEMET ŞAHİN 48-59 5. MEHMET YİLDİRİMLİ 60-67 6. HARUN DOĞAN 68-77 7 . İ S M İ H A N T O PA Ç 78-83 8. MÜJDE TÖNBEKİCİ 84-86 9 . AT İ L AY İ L E R İ 87-89 1 0 . N A Z İ R E & M E H M E T YA Ş A R T Ü R K BENİMSEMEK – ÇEVİRMEK – KENDİNİ 90-93 Y E N İ D E N YA R AT M A K 94-96 ANEIGNEN – ÜBERSETZEN – NEU FINDEN A P P R O P R I AT I N G – T R A N S L AT I N G – 97-99 REFINDING ONESELF S P O N S O R L A R, D E S T E KÇ İ L E R S P O N S O R E N , 102-103 PA R T N E R S P O N S O R S H I P, PA R T N E R T U R N E P L A N I T O U R N E E P L A N T O U R P L1 0A4 N
8 / 9
KÜNYE
YAZAR:
Gaby Fierz LEKTÖRLÜK:
Fritz Tschannen İNGİLİZCE ÇEVİRİ:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews LEKTÖRLÜK:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron TÜRKÇE ÇEVİRİ:
Mesut Lizor
LEKTÖRLÜK:
Aylin Doğan Topuz KREATIV DIREKTÖR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zürih SANAT YÖNETMENI:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zürih GRAFİK TASARIM:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, İstanbul K APAK:
Genç Osman Yavaş FOTOĞRAFLAR:
© Yasemin Meral, S.10-21; © Müjde Tönbekici, S. 78-83; © Genç Osman Yavaş, S. 22-31; © Tülay Kula, S. 32-41; © Memet Şahin, S. 42-47; © Mehmet Yildirimli, S. 48-59; © Harun Doğan, S. 60-67; © İsmihan Topaç, S.68-77 MATBA A:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 Kağıthane / İstanbul
IMPRESSUM
AU TO R I N :
Gaby Fierz
LEKTORAT:
Fritz Tschannen ÜBERSETZUNG ENGLISCH:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews LEKTORAT:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron ÜBERSETZUNG TÜRKISCH:
Mesut Lizor
LEKTORAT:
Aylin Doğan Topuz CREATIVE DIRECTOR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zürich ART DIRECTOR:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zürich GRAPHIC DESIGN:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, Istanbul COVER:
Genç Osman Yavaş FOTOGRAFIEN:
© Yasemin Meral, S. 10-21; © Müjde Tönbekici, S. 78-83; © Genç Osman Yavaş, S. 22-31; © Tülay Kula, S. 32-41; © Memet Şahin, S. 42-47; © Mehmet Yildirimli, S. 48-59 ; ©Harun Doğan, S. 60-67; © Ismihan Topaç, S. 68-77 DRUCKEREI:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 Kağıthane / Istanbul
IMPRINT
AUTHOR:
Gaby Fierz LECTORATE:
Fritz Tschannen TRANSLATION ENGLISH:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews LECTORATE:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron TRANSLATION TURKISH:
Mesut Lizor
LECTORATE:
Aylin Doğan Topuz CREATIVE DIRECTOR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zurich ART DIRECTOR:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zurich GRAPHIC DESIGN:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, Istanbul COVER:
Genç Osman Yavaş PHOTOGRAPHY:
© Yasemin Meral, p. 10-21; © Müjde Tönbekici, p. 78-83; © Genç Osman Yavaş, p. 22-31; © Tülay Kula, p. 32-41; © Memet Şahin, p. 42-47; © Mehmet Yildirimli, p. 48-59; ©Harun Doğan, p.60-67; © Ismihan Topaç, p.68-77 PRINTING PLANT:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50 Kağıthane / Istanbul
TEŞEKKÜR
DANK
ACKNOWLEDGMENT
EN İÇTEN TEŞEKKÜRLERİMİ ÖNCELİKLE BENİMLE RÖPORTAJ YAPMAYI KABUL EDEN HARUN DOĞAN, ATİLAY İLERI, TÜLAY KULA, YASEMİN MERAL, MEMET ŞAHİN, İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE TÖNBEKİCİ, NAZİRE VE MEHMET YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN YAVAŞ VE MEHMET YİLDİRİMLİ’YA SUNMAK İSTİYORUM. AYNI ZAMANDA DESTEKLERİ İÇİN GABİ VE ERDOĞAN ALTINDİŞ, SİBYLLE BRÄNDLİ, MARİANNE EROL, MIRJAM FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRİSTOPH KELLER, WALTER LEİMGRUBER, KATHARİNA STOLL, FRİTZ TSCHANNEN, NİHAT YAŞARTÜRK VE YUSUF YEŞİLÖZ’E TEŞEKKÜR EDERİM. MEIN DANK GILT ALLEN VORAN HARUN DOĞAN, ATİLAY İLERİ, TÜLAY KULA, YASEMİN MERAL, MEMET ŞAHİN, İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE TÖNBEKİCİ, NAZİRE UND MEHMET YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN YAVAŞ UND MEHMET YİLDİRMİLİ DIE SICH BEREIT ERKLÄRT HABEN, MIT MIR GESPRÄCHE ZU FÜHREN. DANKEN MÖCHTE ICH AUCH: GABI UND ERDOĞAN ALTINDİŞ, SIBYLLE BRÄNDLI, MARIANNE EROL, MIRJAM FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRISTOPH KELLER, WALTER LEIMGRUBER, KATHARINA STOLL, FRITZ TSCHANNEN, NİHAT YAŞARTÜRK, YUSUF YEŞİLÖZ FÜR IHRE UNTERSTÜTZUNG. MY WARMEST THANK YOU GOES TO MY INTERLOCUTORS HARUN DOĞAN, ATİLAY İLERİ, TÜLAY KULA, YASEMİN MERAL, MEMET ŞAHİN, İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE TÖNBEKİCİ, NAZİRE UND MEHMET YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN YAVAŞ UND MEHMET YİLDİRİMLİ. FOR SUPPORTING THE PROJECT YOLDA I’D LIKE TO THANK GABI UND ERDOĞAN ALTINDİŞ, SIBYLLE BRÄNDLI, MARIANNE EROL, MIRJAM FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRISTOPH KELLER, WALTER LEIMGRUBER, KATHARINA STOLL, FRITZ TSCHANNEN, NİHAT YAŞARTÜRK, YUSUF YEŞİLÖZ.
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
1. YASE M İ N M ER A L “HE R ZA M A N YO L L ARDA O L D U M ” 1. YASE M I N M ER A L „I C H WA R I M M ER U N TERW EG S ” 1. YASE M I N M ER A L “I HAV E A LWAYS T RAVELLED ”
Yasemin Meral 2014’ün Eylül ayında Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan dört ay sonra kendisiyle Türkiye’nin en doğusundaki illerden biri olan Van’da gayet iyi korunan polis lojmanındaki dairesinde buluştum. Eşi polis olarak 2015’in Ağustos ayına kadar Van’da görevliydi. Türkiye’de öğretmenler ve polisler için zorunlu olan Doğu hizmetini yerine getiriyordu. Yasemin Meral 1985 yılında St. Gallen’de doğdu, orada büyüyüp okula gitti. Liseyi bitirdikten sonra evden ayrılıp Basel’de psikoloji okudu. Dedesi 1978 yılında çalışma amacıyla İsviçre’ye gitti. Bir buçuk yıl sonra büyükannesi, aralarında Yasemin’in babasının da olduğu iki büyük oğluyla beraber İsviçre’ye gitti. Küçük olan diğer iki çocukları daha sonra İsviçre’ye gitti. Yasemin’in annesi evlenip eşinin yanına St. Gallen’e yerleştiğinde 19 yaşındaydı. “Ailem her zaman çalıştı. Ben beş yaşına kadar genelde büyükannemin yanında büyüdüm. O benim en önemli rol modelimdi” diye anlatıyor Yasemin Meral. Babası önce Uzwil’deki Bühler firmasında tesviyeci olarak dokuz yıl, sonra Morger und Koller firmasında yirmi beş yıl çalıştı. Annesi ise önce Forster Willi ve Jakob Schlaepfer isimli tekstil fabrikalarında, sonra St. Gallen Kantonsspital hastanesinde ameliyathane temizlik elemanı olarak on yedi yıl çalıştı.
“İLKOKULDA KEN DİMİ BİR YA B A N C I G İ B İ H İ S S E T T İ M . ”
Yasemin Meral hiç Almanca bilmediği için anaokul una gitmeye korktu. Anaokulu öğretmeni ona ve aynı sınıfta olan kuzenine Türkçe konuşmayı yasakladı. Böylece Almancayı hızlı öğrendi, ama oraya ait olmadığı duygusu kalıcı hale geldi, diye hatırlıyor. Geriye dönüp baktığında öğretmeninin o tavrının bu duyguyu güçlendirdiğinden emin. “Öğretmenler benden fazla bir şey beklemedi” diye düşünüyor. Ortaokulda Latince dersi almak için başvurmak istediğinde ve bunu sınıf gezisinde neşeyle anlattığında ilkokul öğretmeni tarafından adam akıllı azarlandı. Kendi değerini abartmaması gerektiğini
Ich traf Yasemin Meral vier Monate nach ihrer Auswanderung in die Türkei im September 2014 in Van, ein im äußersten Osten der Türkei gelegene Stadt, wo sie in einem Toki, einer gut bewachten Fertighaus-Siedlung für Polizeiangehörige, wohnte. Ihr Ehemann war als Polizist bis im August 2015 in Van stationiert. Er absolvierte den sogenannten Ostdienst, der für Lehrkräfte und Polizistinnen und Polizisten in der Türkei obligatorisch ist. Yasemin Meral ist 1985 in St. Gallen geboren, aufgewachsen und zur Schule gegangen. Nach der Matura zog es sie von zu Hause weg und sie studierte in Basel Psychologie.
I met Yasemin Meral four months after her emigration to Turkey, in Van, a city in the easternmost part of Turkey in September 2014. There she lived in a Toki, a well-guarded settlement of pre-fabricated houses for law enforcement officers and their families. Her husband, a policeman, was stationed in Van until August 2015 where he completed the so-called east duty, an obligatory stint for educators as well as male and female police officers. Yasemin Meral was born in St. Gallen in 1985 where she grew up and went to school. After finishing high school she left home and went to Basel to study psychology.
Auf der Suche nach Arbeit landet ihr Großvater1978 in der Schweiz. Eineinhalb Jahre später folgt die Großmutter mit ihren zwei älteren Söhnen, darunter auch Yasemins Vater. Die jüngeren beiden kamen später auch in die Schweiz. Yasemins Mutter ist 19, als sie heiratet und zu ihrem Mann nach St. Gallen zieht. „Meine Eltern haben immer gearbeitet. Bis ich fünf Jahre alt war, habe ich hauptsächlich bei meiner Grossmutter gelebt. Sie war meine wichtigste Bezugsperson“, erzählt Yasemin Meral. Der Vater arbeitet als Abkanter zuerst neun Jahre bei Bühler AG in Uzwil, dann 25 Jahre bei Morger und Koller AG und die Mutter zuerst in den Textilfabriken Forster Willi AG und Jakob Schlaepfer und dann 17 Jahre als Reinigungskraft im Operationssaal des Kantonsspitals St. Gallen.
Her family moved to Switzerland in 1978, first her grandfather, in search of work, then, eighteen months later, her grandmother with her two eldest sons, one of them Yasemin’s father. Later, the two younger sons also came to Switzerland. Yasemin’s mother was nineteen when she got married and moved in with her husband in St. Gallen. “My parents always worked. Until I was five, I lived at my grandmother’s most of the time. She was my most trusted confidant”, Yasemin Meral told me. For the first nine years her father worked as a metalworker for Bühler AG in Uzwil, then twenty-five years for Morger & Koller AG. To begin with, her mother was employed at the textile companies Forster Willi AG and Jakob Schlaepfer, respectively, later she worked as a cleaner for seventeen years in the operating theatre of the cantonal hospital in St. Gallen.
„IN DER PRIMARSCHULE F Ü H LT E I C H M I C H A L S AUSLÄN DERIN.“
Sie hatte Angst, in den Kindergarten zu gehen, weil sie kein Wort Deutsch konnte. Die Kindergärtnerin verbot ihr und ihrem Cousin, Türkisch zu sprechen. Deutsch habe sie schnell gelernt, geblieben sei aber das Gefühl, nicht wirklich dazuzugehören, erinnert sich Yasemin Meral. Im Rückblick ist sie sicher, dass die Haltung der Lehrer dieses Gefühl verstärkten. Man habe ihr nicht viel zugetraut, meint sie. Als sie sich in der Sekundarschule für den Lateinunterricht anmelden wollte und dies auf einem Klassenausflug
“IN PRIMARY SCHOOL I F E LT L I K E A F O R E I G N E R . ”
Yasemin Meral was afraid to attend kindergarten because she didn’t know a word of German. The kindergarten teacher forbade her to speak Turkish with her cousin. She learnt German swiftly but the feeling of not belonging remained, Yasemin Meral remembers. Looking back she’s quite certain that her teachers’ attitude towards her intensified this feeling. She says people had little trust in her abilities. When she wanted to take Latin in secondary school, and happily told her fellow students about
12 / 13
PORTRELER
ve liseyi (Sekundarschule’yi) kazandığına sevinmesi gerektiğini söyledi. Kendine güvenmeyi ailesinden öğrendi. Babası özellikle şunu söylerdi: “İki dil konuşmak ve iki farklı kültürü tanımak büyük bir avantajdır.” Çocukken zaman zaman omuzlarına aşırı yük biniyordu. Anne ve babası çalışıyordu, kız kardeşi bakıcıdaydı ve o yedi yaşındayken öğle yemeğini evde kendi başına yemek zorundaydı. Anıları içinde bunlar zor zamanlardı. Okulda da problemleri vardı. Ailesi bu durumun farkına vardı ve annesi birkaç yıllığına ev işi alıp evde kalmaya başladı. Günün sonunda bütün bunlar onun erken olgunlaşıp bağımsız biri olmasını sağladı.
“ R A S TA S I V E H I Z M A S I OLAN TEK TÜRK KIZI BENDIM.”
Meral ailesi 2000 yılının başında İsviçre vatandaşlığına alındı. Birçok anıyı Yasemin Meral anımsamıyor ama bir olay aklında kaldı. Vatandaşlık komisyonu tarafından on altı yaşındayken görüşmeye davet edildi. Yetkililer, gelecek iki yıl içinde hiçbir şekilde suça bulaşmamasıyla ilgili uyarıda bulundular. Bu tür konuşmalar kendisini bir suçluymuş gibi hissettirdi. Yasemin Meral’in ailesi için çocuklarının iyi Türkçe öğrenmesi ve kendi kültürlerinin adetlerini bilmesi çok önemliydi. Bundan dolayı tatillerde Bursa’daki akrabalarının yanına gönderiliyorlardı. Daha sonra yazın ailesi de yanlarına geliyor ve deniz kenarında tatil yapmaya gidiyorlardı. Babası İsviçre’nin St. Gallen kantonunda Türk Aile Birliği’nin dernek başkanı olarak görev yapıyordu. Diğer üyelerle birlikte Türkçe dersi ve çeviri hizmeti veriyor, etüt yapıyor, 23 Nisan Çocuk Bayramı gibi ulusal etkinlikleri düzenliyordu. Yasemin Meral ise kızı olarak da dernek hayatının birçok faaliyetinde yer alıyordu: folklor grubunda dans hocalığı ve yardımcı öğretmenlik yapıyor, bayramlarda etkinliklere destek veriyordu. Hayırseverlik işleri yapmayı seviyorum, diyor Yasemin Hanım. Daha sonra Basel’de eğitimi sırasında da bu tür faaliyetlerde bulundu. Bu yedi yıllık sürede Basel’de ticari amacı olmayan kültür radyosu X’te, Xstanbul adlı AlmancaTürkçe kültür programının sorumlularından biriydi. Başka Türk ailelerin kızlarıyla kıyaslandığında özgür yetişti. Gerçi Türk ailelerindeki kadınlar gibi her zaman temizlik yaptı ve ev işlerine yardım etmek zorunda kaldı ve bu türden işler yapmak zorunda olmayan İsviçreli kız arkadaşlarını kıskanırdı çünkü onlar ev işlerine bu kadar dahil edilmiyorlardı. “Ama dışarı çıkma iznim vardı, gece yarısına kadar olsa bile her zaman dışarı çıkabiliyordum. Arkadaşlarımla yurt dışına seyahat edebiliyordum.” Bu yüzden annesinin arkadaşları onu çok sorguya çekmiş. Rasta ve hızmayla dolaşmasını anlayamıyorlarmış.
“A R A D A B I R U Z A K L A Ş M A M LAZIM, BUNA BIR ŞEKILDE I H T I YA C I M VA R . ”
Yasemin Meral Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı birkaç yıl boyunca düşündü. İstanbul’da bir Üniversite’de eğitim almaya niyet etti sonra bu fikri bir kenara bıraktı. Erasmus programı çerçevesinde bir sömestr Türkiye’de geçirmeyi planladı ama bu da
P O R T R ÄT S
freudig erzählte, sei sie vom Primarlehrer regelrecht heruntergemacht worden: Sie solle sich nicht derart überschätzen und froh sein, dass sie es überhaupt in die Sekundarschule geschafft habe. Selbstvertrauen habe sie in der Familie aufbauen können. Vor allem ihr Vater habe betont: „Zwei Sprachen sprechen und zwei Kulturen kennen ist ein grosser Vorteil.“ Als Kind sei sie zuweilen auch überfordert gewesen. Mutter und Vater hätten gearbeitet, die kleine Schwester sei bei der Tagesmutter gewesen und sie musste als Siebenjährige alleine zu Hause zu Mittag essen. In ihrer Erinnerung war dies eine schwierige Zeit, auch in der Schule habe sie Probleme gehabt. Die Eltern hätten reagiert und die Mutter habe dann für ein paar Jahre Heimarbeit angenommen und sei zu Hause gewesen. Doch diese Erfahrungen habe sie auch früh selbständig gemacht.
„ I C H WA R D I E E I N Z I G E T Ü R K I N M I T R A S TA S U N D PIERCINGS.“
Die Familie Meral liess sich zu Beginn der 2000er Jahre einbürgern. An vieles erinnert sich Yasemin Meral zwar nicht mehr, ein Erlebnis ist ihr jedoch geblieben. Als 16-Jährige wurde sie alleine zum Gespräch vor die Einbürgerungskommission geladen. Man habe sie ermahnt, sich in den folgenden zwei Jahren ja nichts zu Schulden kommen zu lassen. Diese Art Behandlung habe sich angefühlt, als wäre sie eine Verbrecherin.
Yasemin Merals Eltern war es wichtig, dass die Kinder gut Türkisch lernen und mit Kultur und Geschichte ihres Herkunftslandes vertraut waren. In den Ferien wurde sie daher oft in die Türkei geschickt zu ihren Verwandten in Bursa. Im Sommer waren dann auch die Eltern dabei und man fuhr ans Meer. In der Schweiz engagierte sich der Vater als Präsident des türkischen Elternvereins St. Gallen. Gemeinsam mit dem Vorstand organisierte er Türkisch-Unterricht, Aufgabenhilfe, Übersetzungsdienste, Feste wie beispielsweise der Nationale Tag des Kindes am 23. April. Als Tochter war auch sie vielseitig ins Vereinsleben involviert, sei es als Tanzlehrerin in der Folkloregruppe, Nachhilfelehrerin oder Mitorganisatorin der Feste. Sie habe sich immer gerne engagiert, erzählt sie. So auch später in Basel während ihres Studiums. Während sieben Jahre hatte sie die Sendung Xtanbul – eine türkisch-deutsche Kultur sendung im Radio X, dem nichtkommerziellen Basler Kulturradio, mitverantwortet. Verglichen mit Töchtern aus anderen türkischen Familien sei sie liberal aufgewachsen. Sie habe zwar wie alle weiblichen Familienmitglieder immer putzen und im Haushalt helfen müssen und ihre Schweizer Freundinnen benieden, die nicht so in die Hausarbeit eingespannt wurden. „Aber ich durfte in den Ausgang, zwar nur bis Mitternacht, aber immerhin. Und ich durfte auch allein mit Freunden ins Ausland reisen.“ Darauf sei ihre Mutter von ihren türkischen Freundinnen oft angesprochen worden. Sie konnten auch nicht verstehen, dass sogar Piercings und Rastas durchgingen.
it on a school trip, her primary school teacher demeaned her, saying that she was not to overestimate herself and should be grateful to have made it into secondary school. She built up self-esteem within her family, especially with the help of her father: “Having two languages and knowing two cultures is a big advantage”, he told her. Her father’s trust helped because, as a child, she felt overwhelmed at times. Her mother and father worked during the day and her little sister was away in day care so, as a seven-year old, she often ate lunch alone at home. She recalls these difficult times well and the problems at school. Her parents reacted to the situation by having her mother work from home for the next few years. Nevertheless, these experiences made Yasemin Meral self-sufficient early on.
“ I W A S T H E O N LY T U R K I S H G I R L W I T H D R E A D LO C KS AND PIERCINGS.”
At the beginning of the 2000s, the Meral family became Swiss citizens. Yasemin has hardly got any memories about it, but one event stuck with her. As a sixteen year old she had to appear before the naturalization committee all alone. The officers reminded her not to get into trouble over the next few years. This kind of treatment made her feel like a criminal. For Yasemin’s parents it was important that their children learned Turkish well and became acquainted with the culture and history of their native country. As a result she was frequently sent to her relatives in Bursa, Turkey, during the school holidays. During summer her parents were there as well and the family often drove down to the sea. In Switzerland her father became involved in the Turkish parent association in St. Gallen and was later made its president. With the help of the board, he organized Turkish language lessons, homework
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
assistance, translation services and various social events, for example, the International Child Day, on the 23 of April. Being his daughter Yasemin was involved in a wide array of the association’s activities as well, for example, as dance instructor of the folklore dance group, as tutor or as member on the committee responsible for organizing events. She always loved to be involved, she said, even later in Basel while studying. For seven years she was part of the team responsible for the radio show “Xtanbul” – a Turkish-German cultural programme on Radio X, Basel’s non-commercial cultural radio station. Compared to other Turkish families, her parents were quite liberal when it came to her upbringing. Like other female family members, she too had to clean and help with household chores, and she envied her Swiss friends for having fewer tasks. “But at least I was allowed to go out in the evenings, only until midnight but, still, that was quite something, and, what is more, I was allowed to travel abroad with my friends.” Her mother’s friends often confronted her mother about these liberties. What they also could not understand was why Yasemin was even allowed to have piercings and dreadlocks.
“SOMETIMES I JUST NEED T O G E T O U T , A W AY F R O M EVERYTHING.”
gerçekleşmedi. Sonunda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde staj işi buldu. Ancak kesin dönüş yapmasında belirleyici olan aşktı. Bursa’da bir gençlik arkadaşına aşık oldu. Yıllarca ilişkilerini uzaktan sürdürdükten sonra evlendiler. Yasemin Meral İsviçre’yi terk edip eşinin yanına Van’a yerleşti ve İstanbul’da psikoterapi eğitimine başladı. Bugün sekiz aylık kızı ve kocasıyla beraber İzmir’de yaşıyor. Bu arada doktora tezini hazırlıyor ve her ay eğitimi için iki üç günlüğüne İstanbul’a gidiyor. “Bir yerde uzun bir süre kalmayı düşünebiliyorum ama benim arada bir başımı alıp gitmem lazım. Eşimle beraber yaşamaktan gerçekten çok memnunum. Ama kendime mutlaka birkaç gün ayırmam lazım: o zaman neyi arzuluyorsam onu yapabiliyorum. Ne zaman canım isterse o zaman yemek yiyorum. Canım isterse yemek yapıyorum, istemezse yapmıyorum. Bir bira içmek için bir cafeye gidiyorum. Buna ihtiyacım var.”
„AB UND ZU MAL WEG, ICH BRAUCHE DAS, IRGENDWIE.“
Der Gedanke, in die Türkei auszuwandern, hat Yasemin Meral einige Jahre mit sich herumgetragen. Sie liebäugelte mit einem Studium an einer Istanbuler Universität und verwarf die Idee wieder, fasste ein Türkei-Semester im Rahmen des Erasmus Programms ins Auge, das aber ebenfalls nicht zustande kam. Schliesslich klappte es mit einem Praktikum an der grossen Istanbuler psychiatrischen Klinik in Bakırköy. Ausschlaggebend für den Entscheid auszuwandern, war aber die Liebe. Sie verliebte sich in Bursa in einen Jugendfreund aus. Nach einer mehrjährigen Fernbeziehung heirateten sie schliesslich. Yasemin Meral verliess die Schweiz und zog zu ihrem Mann nach Van und begann in Istanbul eine Ausbildung als Psychotherapeutin. Heute lebt sie mit ihrer gut achtmonatigen Tochter und ihrem Eheman in Izmir, bereitet sich für ihre Doktorprüfungen vor, reist jeden Monat für ihre Ausbildung für zwei, drei Tage nach Istanbul und sagt: „Ich kann mir schon vorstellen, mal länger an einem Ort zu bleiben, aber ich brauche das, ab und zu mal weg, irgendwie. Ich lebe wirklich gerne mit meinem Mann zusammen. Aber ich brauche einfach ein paar Tage für mich: dann kann ich genau das machen, worauf ich Lust habe. Dann essen, wann ich Lust habe, dann kochen, wann ich Lust habe, gar nicht kochen, in ein Café gehen, ein Bier zu trinken. Das brauche ich.“
Yasemin considered emigrating to Turkey for several years. She toyed with the idea of attending university in Istanbul, but dismissed it again. Then she considered the possibility of a semester in Turkey through the Erasmus student exchange programme but that too came to nothing. In the end she managed to get an internship at a big psychiatric clinic in Bakırköy, Istanbul. However, the main reason for emigrating was love. In Bursa she fell in love with a childhood friend. After a long distance relationship that went on for several years, the two finally got married. Yasemin left Switzerland and joined her husband in Van. Today she lives with her husband and their baby daughter of eight months in Izmir, preparing for her doctoral exams. She travels to Istanbul for her education as a psychotherapist each month for two or three days. Commenting on this, she says: “I can well imagine staying in one place for a longer period of time, but now again I just need to get away. I love living with my husband, but from time to time I need a few days to myself, to do exactly what I feel like doing. To eat and cook when I like, or not to cook at all, or go to a café, have a beer. That’s what I need.”
14 / 15
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
16 / 17
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
18 / 19
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
20 / 21
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
22 / 23
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ “ÇOK E S K İ DEN B ERİ H EP YAZ M AK İS TED İM” 2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ „IC H WO L LT E S C H ON IM M ER S C H REIBEN“ 2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ “I HAV E A LWAYS WANTED TO W RITE.”
2014 yılı, Ağustos ayının sonunda Genç Osman Yavaş ile İstanbul’un Asya tarafındaki Anadolu Hisarı’nda ailesinin Boğazın kenarına kurulmuş restoranının sakin bahçesinde buluşuyorum. Görüşme için tepede bir yerde bulunan on iki katlı apartmandaki bir daireye gidiyoruz. Ev babasına ait. Genç Osman 1970 yılında Aargau’da ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Geceleri çok ağladığı ve uyumadığı için Türkiye’deki bir akrabasının yanına gönderildiğinde daha kırk günlüktü. Ailesi çalışıp para kazanmak zorunda olduğu için İsviçre’de kaldı. Anaokulu çağına geldiğinde ailesi onu tekrar İsviçre’ye yanına aldı. İlkokula ve sonra Aargau kantonundaki Windisch’te ortaokula gitti, liseyi ise İstanbul’da okudu. Ailesi tam on yıl sonra kesin dönüş yapana kadar Windisch ve İstanbul arasında mekik dokudu. Genç Osman bugün İstanbul’da yaşıyor. Çevirmenlik, müzisyenlik ve çocuk kitabı yazarlığı yapıyor.
“EVE GITMEN G E R E K M I YO R M U ?”
Türkiye’de mutluydum, diye anlatıyor Genç Osman. Ailesi onu yeniden İsviçre’ye almak isteğinde onlarla birlikte gitmek istemedi. Bir tek ablasıyla birlikte olmaktan memnun oldu. Daha sonra büyük bir problem yaşamadım, diye hatırlıyor Genç Osman. Almancayı hızlı bir şekilde öğrendi ve anaokulunda da gayet güzel günleri oldu. Çocukken İsviçreli arkadaşların evlerinde çok sık bulundu ve onların evlerinin kendi evlerinden çok farklı olduğunu hatırlıyor. Bu farklılığı misafirperverlik örneği üzerinden anlatıyor. “Beş yaşından on yedi yaşına kadar İsviçre’de yaşadım ve bu zaman zarfında İsviçreli bir ailenin yanında en fazla dört kez yemek yedim. Oyun oynuyorduk ve saat altıdan kısa bir süre önce anne ya da baba gelip bana şu soruyu sorardı: ‘Eve gitmen gerekmiyor mu? Biz şimdi yemek yiyeceğiz.’ Bu benim için anlaşılmazdı, çünkü bizim evde şöyle denir: ‘Biz şimdi yemek yiyoruz. Ailene bir telefon et, bizimle yemeğe kalıp kalamayacağını bir sor bakalım.’’ Yavaş ailesi İsviçrelilerle ilişkilerinde seçici davranıyordu. Çok gezen, kültürel ilgileri olan, 68 ruhunu taşıyan aileleri tercih ederlerdi genelde.
Genç Osman Yavaş treffe ich Ende August 2014 im Gartenrestaurant seiner Eltern, das idyllisch an einem Zufluss des Bosporus in Anadolu Hisarı auf der asiatischen Seite Istanbuls liegt. Für das Gespräch fahren wir in seine Wohnung in einem zwölfstöckigen Mehrfamilienhaus, das oben am Hügel steht. Auch dieses Haus gehört seinem Vater. 1970 in Aarau als zweites Kind der Familie geboren, war Genç Osman 40 Tage alt, als ihn seine Eltern zu Verwandten in die Türkei brachten, weil er nachts oft weinte, nicht schlafen konnte. Mutter und Vater blieben in der Schweiz, weil sie arbeiten und Geld verdienen mussten. Im Kindergartenalter holten ihn die Eltern jedoch wieder zurück in die Schweiz. Er besuchte die Primar- und später die Realschule in Windisch im Kanton Aargau, das Gymnasium in Istanbul und pendelte in den folgenden Jahren oft zwischen Windisch und Istanbul hin und her, bis seine Eltern vor gut zehn Jahren zurückkehrten. Heute lebt er in Istanbul und arbeitet als Übersetzer, Musiker und Autor von Kinderbüchern.
„MUSST DU NICHT NACH HAUSE GEHEN?“
Er sei glücklich gewesen in der Türkei, erzählt Genç Osman Yavaş. Als die Eltern ihn wieder in die Schweiz holten, wollte er nicht mitgehen. Einzig auf das Zusammensein mit seiner älteren Schwester freute er sich. Grosse Probleme habe er dann aber nicht gehabt, erinnert er sich. Deutsch habe er schnell gelernt und im Kindergarten habe er sich wohlgefühlt. Als Kind war er oft bei seinen Freunden in Schweizer Familien und es fiel ihm auf, dass da einiges anders war, als bei ihm zu Hause. Er illustriert dieses Anderssein am Beispiel der Gastfreundschaft: „Ich lebte von Fünf bis Siebzehn in der Schweiz und habe vielleicht viermal bei Schweizern gegessen. Wir spielten und kurz vor Sechs kam der Vater oder die Mutter und fragte: Musst Du nicht nach Hause? Wir essen bald. Das war für mich so unverständlich, denn bei uns zu Hause hiess es: Wir essen bald. Ruf doch bei dir zu Hause an und frage, ob du mitessen kannst.“ Die einzigen privaten Kontakte zu Schweizern habe
I meet Genç Osman Yavaş at the end of August 2014 in the outside seating area of an idyllic restaurant belonging to his parents. The restaurant sits by a riverside that empties into the Bosporus on the Asian side of Istanbul. For the interview we drive to his apartment in a 12-story multifamily housing complex on a hill which is his father’s property as well. Born in Aarau, Switzerland, in 1970 as the second child of his family, Genç Osman Yavaş was forty days old when his parents took him to relatives in Turkey, because he cried all night and was unable to sleep. His mother and father returned to their jobs. However, when he had reached kindergarten age, his parents brought him back to live with them in Switzerland. He attended primary and secondary school in Windisch, Canton Aargau, received his high school degree in Istanbul and shuttled back and forth between Windisch and Istanbul till his parents returned to Turkey ten years ago. Today he lives in Istanbul and works as a translator, musician and author of children’s books.
“ D O N ’ T YO U H AV E T O GO HOME?”
As a child he had been happy in Turkey, Genç Osman Yavaş says. When his parents brought him back to live with them in Switzerland, he did not want to leave. The only thing he was looking forward to was being with his older sister, but he remembers adjusting well. He learned German quickly and felt comfortable in kindergarten. He spent much time at his Swiss friends’ homes, and noticed many things that were different from his own home. He illustrates this with an example about the hospitality of Swiss families. I lived in Switzerland from the age five to seventeen and ate roughly four times at a Swiss family home. We usually played till six o’clock, then their mother asked: ‘Don’t you have to go home? We’ll have dinner soon.’ This was completely puzzling for me, because at home our parents would say: ‘We’ll have dinner soon. Why don’t you call your parents and ask if they’ll allow you to eat with us?’”
24 / 25
PORTRELER
Diğer insanlar için onlar sadece yabancı işgücünden ibaretti zaten, diye anlatıyor Genç Osman.
“ B O Y U M D A H A G I TA R I N B O Y U K A D A R K E N G I TA R Ç A L M AYA B A Ş L A D I M VE O GÜNDEN ITIBAREN ONU HIÇ BIRAKMADIM.”
P O R T R ÄT S
die Familie Yavaş zu „Alternativen“, weitgereisten und kulturell interessierten Schweizern gehabt. Für die anderen seien sie eh nur fremde Arbeitskräfte gewesen, erzählt er.
The Yavaş family had private contacts only with “Swiss liberals”, world travelled and culturally interested people. For everyone else they were only foreign workers, he says.
Tavan arasında babasının gitarını keşfettiğinde ilkokula gidiyordu. “Okuldan sonra gitar çalıyordum. Ama ertesi gün gitar ortadan kayboluyordu. Onu her yerde arıyor ve yine tavan arasında buluyordum. Haftalarca bu köşe kapmaca böyle devam ediyordu. Ailem parasız bir sanatçı olmamı istemiyordu.” Ama Genç Osman inatçı biriydi ve pes etmedi. Ailesine sadece tek tel üzerinden karmaşık melodiler çalınca ona engel olmaktan vazgeçtiler ve onu bir gitar kursuna gönderdiler. Yetenekliydi, öğretmenleri bunu görüyor, onun yeteneğini en iyi şekilde destekliyor, ona özel ders veriyor ve piyano gibi diğer müzik aletlerini öğretiyorlardı. Ama profesyonel bir destek oldukça pahalıydı ve bunun için ailesinin parası yoktu. O zamandan itibaren müzik onun hayatında belir leyici bir rol oynadı. 1990’ların başında kendi grubunu kurdu. 2015 yılında Türkiye turnesiyle muhteşem bir geri dönüş yapan Mavi Sakal’ın solisti oldu. Ayrıca üç yıldır da İstanbul’un mekanlarında kendi parçalarıyla sahne alıyor.
“BIRIKTIRMEK, BIRIKTIRMEK, BIRIKTIRMEK.”
Ailesi biriktirebildiği her şeyi biriktiriyordu. Örneğin çocuk giysileri. Bu yüzden onun çok komik giysileri oluyordu. Çizgili pantolonlar, yünlü kazaklar, kesimli ayakkabılar, hatta çocuk kahramanı Heidi’nin giydiği şu tahta ayakkabılar. Annesi giysileri topladığı çuvalları kaldıkları apartmanın önünde ortalığa saçardı. Bu yüzden hep alay konusu oluyordu. Ama bundan daha kötü durumlar da oluyordu. Babası okul aktiviteleri için para ödemeyi reddediyordu, masrafları ya öğretmenleri karşılıyordu ya da sınıfta para toplanıyordu. Bu onun için acı vericiydi. Üstelik paraları da yok değildi. Babası sırf Türkiye’de her yıl yeniden bir ev, bir tarla ya da bir daire alabilmek için para biriktiriyordu. Parayla olan bu ilişki onun üzerinde iz bıraktı: asla para biriktirmiyor, parası varsa harcıyor.
“ E V D E Ç O C U K K I TA B I M YO KT U . B Ü T Ü N KÜTÜPHANELERE ÜYE OLDUM.”
Genç Osman Yavaş İsviçre’deki okul günlerini sevgiyle anımsıyor. İlkokul öğrencisiyken kitapların dünyasını keşfetti. Fantastik hikâyeler onu büyülüyordu. Önce sınıf, sonra okul kütüphanesindeki kitapları okudu ve aynı zamanda Brugg ve Windisch’teki kütüphanelere de üye oldu. Okulda ya da evde yatağın altında gizli gizli çok kitap okudu. Geriye dönüp baktığında İsviçre’de elde etmiş olduğu en önemli yeteneğin edebiyat sevgisi olduğunu düşünüyor. Öyle hırslı, başarılı bir öğrenci değildi. Ona müzikle ilgili birçok şey öğreten ve çok değer verdiği öğretmeni nedeniyle ortaokul döneminde meslek okuluna gitmeyi tercih etti. Fakat daha sonra bunun meslek eğitimi dışında başka olanaklar sunmadığını fark edince hırslanıp küreklere asıldı. İstanbul’da şansı yaver gitti ve Almanca konuşulan ülkelerden gelen işçi çocuklarına yönelik bir okul
„ I C H WA R S O G R O S S W I E D I E G I TA R R E , A L S E S BEGANN UND NICHT MEHR AUFHÖRTE.“
Er war in der Primarschule, als er auf dem Estrich die Gitarre seines Vaters entdeckte. „Ich habe nach der Schule auf ihr gespielt. Am nächsten Tag war die Gitarre weg. Ich habe sie überall gesucht und wieder im Estrich gefunden. Und das ging wochenlang so. Meine Eltern wollten nicht, dass ich ein brotloser Künstler werde.“ Doch Genç Osman Yavaş war eigensinnig, gab nicht auf und als er den Eltern komplexe Melodien auf nur einer Saite vorspielte, gaben sie den Widerstand auf und schickten ihn in den Gruppenunterricht für Gitarre. Er war begabt, das sahen auch die Lehrer und förderten sein Talent, so gut es ging, gaben ihm Einzelunterricht, lernten ihn andere Instrumente, wie beispielsweise Klavier spielen. Doch eine gezielte Förderung wäre teuer gewesen und dafür hatten die Eltern kein Geld. Musik spielte von da an in seinem Leben eine entscheidende Rolle. Er gründete zu Beginn der 1990er Jahre eine eigene Band, ist Leadsänger der bekannten türkischen Rockband Mavisakal, die 2015 mit einer Konzerttournee in der Türkei ihr Revival feierte. Seit gut drei Jahren ist er zudem mit seinen eigenen Liedern in den Clubs von Istanbul unterwegs.
„ S PA R E N , S PA R E N , S PA R E N . “ Die Eltern hätten gespart, wo sie nur konnten. Zum Beispiel bei den Kinderkleidern. Er sei immer so komisch angezogen gewesen. Bügelfaltenhosen, ein wollener Pullover, schnittige Schuhe oder HeidiZoggeli. Die Mutter habe die Säcke der Kleidersammlung vor dem Mehrfamilienhaus, in dem
“ I W A S A S TA L L A S T H E G U I TA R W H E N I T S TA R T E D AND NEVER ENDED.”
Genç Osman Yavaş was in primary school when he discovered his father’s guitar in the attic. “I played it after school. The following day the guitar was gone. I searched for it everywhere and found it in the attic again. This went on for weeks. My parents did not want me to become a penniless artist.” But Genç Osman Yavaş was persistent, would not give up, and when he played complex pieces for his parents on only one string, they gave up their resistance and allowed him to participate in guitar classes. His teachers noticed his talent and supported him as much as they could, gave him solo lessons and taught him to play other instruments, for example the piano. But more specialized tutoring would have been expensive and his parents had no money for this. From then on, music played a significant role in his life. In the early 1990s he founded a band and became the lead singer of the well-known Turkish rock band Mavisakal, which celebrated its revival with a concert tour in Turkey in 2015. In addition he has been performing his own songs in clubs in Istanbul for three years.
“ S AV E , S AV E , S AV E . ”
Genc’s parents saved money in whatever way they could, for example when acquiring clothes for their children. He was always dressed in a peculiar way. He wore pleated pants, woollen sweaters, fancy shoes or “Heidi-Zoggeli.” His mother often rummaged through the old clothes bags destined for Goodwill in front of their multi-family house. He
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
sie wohnten, oft durchwühlt. Immer wieder sei er deswegen ausgelacht worden. Und schlimmer noch sei es aber gewesen, dass der Vater das Geld für die Schullager nicht habe zahlen wollen und entweder der Lehrer die Kosten übernahm, oder dass es durch eine Sammlung in der Klasse zusammenkam. Das habe wehgetan. Zumal ja Geld vorhanden gewesen wäre. Nur der Vater habe gespart und jedes Jahr in der Türkei wieder ein Haus, Land oder eine Wohnung gekauft. Dieser Umgang mit Geld hat ihn geprägt: er spart nicht. Wenn er Geld hat, gibt er es aus.
„ Z U H A U S E H AT T E I C H KEINE KINDERBÜCHER. I C H WA R I N A L L E N BIBLIOTHEKEN EINGESCHRIEBEN.“
olan Anadolu lisesine gitti. Liseyi bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi’nin resim bölümünü kazandı. Ama maddi nedenlerden dolayı okulu yarıda bırakmak zorunda kaldı. Birçok geçici iş yaptı. 1990’ların ortasında bir çevirmen olarak geçimini sağlamaya başlaması tamamen tesadüf şekilde bir Türk yayın evinin iş ilanı sayesinde oldu. Çocuk kitaplarına olan tutkusunu adım adım hayatının merkezine yerleştirdi. Okumalarına devam ediyor ve Alman edebiyatından çocuk kitapları çeviriyor. 2015 yılında kendi yazdığı iki Türkçe çocuk kitabı yayınlandı.
Genç Osman Yavaş erinnert sich gerne an die Schulzeit in der Schweiz. Als Primarschüler entdeckte er die Welt der Bücher. Er war fasziniert von den fantasievollen Geschichten, las sich zuerst durch die Klassenbibliothek, dann durch die Schulbibliothek und schrieb sich auch in die Bibliotheken von Windisch und Brugg ein. Er habe oft heimlich gelesen, in der Schule oder zu Hause unter der Bettdecke. Rückblickend meint er, dass diese Liebe zur Literatur das Wichtigste war, das er aus der Schweiz mitgenommen habe. Er sei kein ehrgeiziger, erfolgreicher Schüler gewesen. Als man ihn in die Sekundarschule schickte, habe er es vorgezogen, wieder in die Realschule zu gehen, wegen des Lehrers, den er sehr schätzte, von dem er auch musikalisch viel lernen konnte. Als dann aber klar wurde, dass ihm nach der Realschule nur die Berufslehre offen stand, erwachte sein schulischer Ehrgeiz. In Istanbul sah er seine zweite Chance und besuchte das Anadolu Lisesi, das Gymnasium für Kinder von Gastarbeitern aus deutschsprachigen Ländern. Nach dem Abschluss schrieb er sich an der Marmara Universitesi für die Ausbildung zum Zeichnungslehrer ein, musste das Studium aber aufgrund finanzieller Probleme abbrechen. Er hielt sich mit zahlreichen Gelegenheitsarbeiten über Wasser und es sei mehr ein Zufall gewesen, nämlich durch das Inserat eines türkischen Verlags, dass er Mitte der 1990er Jahre zu seinem Broterwerb als Übersetzer gekommen sei. Seine Faszination für Kinderbücher machte er Schritt für Schritt zu seinem Hauptbetätigungsfeld. Heute liest und übersetzt er deutsche Kinderliteratur. 2015 kamen seine beiden ersten eigenen Kinderbücher in Türkisch heraus.
was ridiculed for this again and again. But worst of all his father refused to pay for school trips. Either the teachers took over expenses or the money was raised by the parents in his school class. This hurt, inasmuch as his parents did have the money. But his father saved it to buy one more house, a piece of land or a condo in Turkey every year. This way of handling money affected him deeply: he does not save. When he has money, he spends it.
“AT H O M E I D I D N ’ T H AV E ANY CHILDREN’S BOOKS. I W A S R E G I S T E R E D AT ALL THE LIBRARIES.”
Genç Osman Yavaş has fond memories of his school days in Switzerland. As a primary school student he discovered the world of books. He was fascinated by all the imaginative stories, he read his way through the class library, then the school library and, in addition, registered at the libraries of Windisch and Brugg. He often read in secret, either at school or at home in his bed beneath a blanket. Looking back, Genç Osman Yavaş believes that his love for literature was the most important thing he brought with him from Switzerland. He was neither an ambitious nor a successful student. When he was admitted to a higher level in secondary school, he preferred to return to “Realschule”, the lower level of secondary school, because of a teacher whom he respected and who advanced his musical training. But when he realized that this path would allow him to receive vocational training only, his ambitious side surfaced. He saw the Anadolu Lisesi in Istanbul, the high school for children of migrant workers from German speaking countries, as his second chance, and he took it. After finishing the Anadolu Lisesi, Genç Osman Yavaş enrolled at the Marmara Universitesi for a degree as an art teacher, but had to quit the program due to financial problems. He survived on occasional jobs. In the early 1990s he applied successfully for the position as translator at a Turkish publishing house after seeing the advertisement by mere chance. Step by step his fascination with children’s books led to a fulltime occupation. Today he reads and translates German children’s books. In 2015 he published two Turkish works of his own.
26 / 27
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
28 / 29
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
30 / 31
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
32 / 33
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
3. TÜL AY K U L A “BI Z D I Ğ ER L ER I N DEN FARK LIY IZ VE BI R BI R I M I Z E B EN Z ERIZ .” 3. T ÜL AY K U L A „W I R UN T ER S CH EI DEN U NS VO N AND EREN UN D ÄHN EL N U N S .“ 3. T ÜL AY K U L A “WE AR E DI F F ER ENT F RO M O TH ERS BU T, AS A GR O U P, W E H AVE A LO T IN C O M M O N .”
2014’ün Eylül ayının ortası, İstanbul’daki Galata kulesinin yakınlarında restore edilmiş tarihi bir apartmanda tasarımcı ve girişimci Tülay Kula ile buluşuyorum. Kendisi birkaç günlüğüne burada. Üreticileri ziyaret ediyor, ürünleri kontrol ediyor, yeni tasarımları tartışıyor, anlaşmalar yapıyor ve fikir alış verişinde bulunuyorlar. 1977 yılında İsviçre’in kuzey batısındaki Binningen’de doğdu ve orada büyüyüp okula gitti. Liseyi bitirdikten sonra UBS’de staj yaptı. Basel’de bir arkadaşıyla birlikte bir ev tuttu ve Basel Üniversitesi’ne kaydoldu. Ama üniversite ona göre değildi, onu yaratıcı meslekler cezbediyordu. Basel Tasarım Okulu için hazırlık kursuna gitti ve daha sonra Zürih’te Moda Tasarımı okudu. Daha okurken moda ajanslarında çalışıyordu. Gisin und Suzuki moda ajansında çalışırken Yoshiki markasını yarattı ve 2014 yılının ortasında kendi işini kurdu.
“A R A B AY I A N N E M KULLANIR, YEMEĞI B A B A M YA PA R . ”
Tülay dünyaya geldiğinde annesi on sekiz yaşındaydı ve daha birkaç aydır İsviçre’de yaşıyordu. Babası Biel-Benken’deki Zihlmann restoranında aşçı olarak çalışıyordu. “Genç ve güzel bir annem olması her zaman hoşuma gitti” diye anlatıyor Tülay Kula gülerek. Annesi, yedi yaş küçük olan kardeşinin doğumuna kadar Biel-Benken’de Hasena yatak fabrikasında terzi olarak çalıştı. O zamandan beri evde terzilik yapıyor. Tülay annesini açık görüşlü, meraklı ve öğrenmeye hevesli biri olarak tanımlıyor ve ailedeki rol dağılımını şöyle tarif ediyor: “Arabayı annem kullanır, yemeği babam yapar. Ben hiç yemek yapamam. Bunun yerine dolapları ben monte ederim, duvarları boyuyor ve zemin işlerini yapıyorum. Erkek kardeşim çok iyi yemek yapar, ama duvara bir çivi çakamaz.” Çocukken biraz çekingendi, anaokuluna başladığında hiç Almanca bilmiyordu
Mitte September 2014 unweit des Galataturms in Istanbul: In einer renovierten Altbauwohnung treffe ich die Designerin und Unternehmerin Tülay Kula. Sie ist für ein paar Tage hier, besucht ihre Produzenten, kontrolliert die Ware, diskutiert neue Entwürfe, vergibt Aufträge und tauscht sich aus. Geboren ist sie 1977 in Binningen in der Nordwest ecke der Schweiz und dort auch aufgewachsen und zur Schule gegangen. Nach der Wirtschaftsmatur machte sie ein Praktikum bei der UBS, mietete gemeinsam mit einer Freundin eine Wohnung in Basel und schrieb sich an der Universität Basel ein. Doch die Uni war nicht ihr Ding, es zog sie in einen kreativen Beruf. Sie schrieb sich für den Vorkurs der Schule für Gestaltung in Basel ein, studierte später Fashion Design in Zürich und arbeitete schon während des Studiums in Modeagenturen. Neben ihrer Stelle bei der Modeagentur Gisin und Suzuki kreierte sie ihr eigenes Label Yoshiki und machte sich Mitte 2014 selbständig.
„ M E I N E M U T T E R FÄ H R T A U T O , M E I N VAT E R K O C H T . “ Ihre Mutter war achtzehn, als sie auf die Welt kam, und lebte erst wenige Monate in der Schweiz. Der Vater arbeitete als Koch im Restaurant Zihlmann in Biel-Benken. „Es hat mir immer gefallen, eine junge, schöne Mutter zu haben“, erzählt Tülay Kula lachend. Die Mutter, gelernte Schneiderin, hatte bis zur Geburt des sieben Jahre jüngeren Bruders eine Stelle in der Matratzenfabrik Hasena in Biel-Benken. Seither arbeitet sie als selbständige Änderungsschneiderin zu Hause. Tülay Kula beschreibt ihre Mutter als eine offene, neugierige und wissbegierige Person und skizziert die Rollenteilung in der Familie so: „Meine Mutter fährt Auto, mein Vater kocht. Ich kann überhaupt nicht kochen, dafür kann ich Möbel zusammenbauen und streichen und Boden verlegen. Mein Bruder kocht sehr gut, aber er
In mid-September 2014 I met the designer and businesswoman Tülay Kula in an old renovated apartment near the Galata Tower in Istanbul. She was in town for a few days to visit her producers, check up on her products, discuss new designs, contract out new projects, and talk shop. Tülay Kula was born in Oberwil in 1977 in the north-western corner of Switzerland where she also grew up and went to school. After completed high school with a focus on economics she did an internship with UBS, rented an apartment in Basel with a friend, and enrolled at the University of Basel. But the university was not her thing. She felt drawn towards a creative profession. She enrolled therefore in a prep-course at the Basel School of Design and later studied fashion design in Zurich while already working in the fashion industry. Next to her work at the fashion agency Gisin and Suzuki, she established her own label, Yoshiki, and started up her own business in mid-2014.
“MY MOTHER DRIVES A C A R , M Y FAT H E R C O O K S . ”
Her mother was eighteen when Tülay Kula was born and had only been in Switzerland for a few months. Her father worked as a chef at Restaurant Zihlman in Biel-Benken. “I always enjoyed having a young and beautiful mother”, Tülay said, laughing. Her mother, a trained seamstress, had a position at the mattress company Hasena in Biel-Benken, until her brother was born, who is seven years younger. Afterwards she worked as an independent seamstress from home, specializing on alterations. Tülay Kula described her mother as an open and curious woman who was eager for knowledge. Tülay Kula outlined the roles of the members of her household as follows: “My mother drives, my father cooks. I myself cannot
34 / 35
PORTRELER
çünkü evde Türkçe konuşuluyordu. Ancak ek dersler sayesinde Almancayı hızla öğrenmişdi.
“HARIKA BIR DEDEM OLDUĞU IÇIN ÇOK ŞANSLIYIM.”
Çocukluğuyla ilgili fazla bir şey hatırlamıyor, ama dört yaşındayken yaşadığı bir olay aklında kaldı. “Tatil zamanlarını İstanbul’un yakınındaki bir köyde anneannem ve dedemin yanında geçiriyordum. Bir keresinde ailem beni orada bırakmak istedi. O zamanlar anne babaların işlerine konsantre olmak için çocuklarını anneanne, babaanne, dedelerine bırakmak gibi bir moda vardı. Daha yolculuğun başında bir şeylerin olacağını sezdim. Swissair mağazasında bana uzun zamandır istediğim oyuncak bebeği aldılar. Bir akşam annem benden vedalaştı. Kendimi tuhaf hissettim. Daha pijamalarım üstümdeyken bavulu kaptığım gibi kapıya sürükledim ve onun üzerinde uyudum. Dedem eve gelip beni öyle görünce arabaya bindirdi ve havaalanına götürdü. Aileme şunu söyledi: “Çocuğunuzu alın evinize götürün!” Daha sonra da dedesi etkisini gösterip Tülay’ın babasını Türkiye’ye geri dönme fikrinden “Aptallık yapma! Herkes çocuğunu iyi bir eğitim alsın diye yurtdışına gönderiyor, sen geri dönmek istiyorsun!” diyerek vazgeçirdi.
“TÜRKIYE’DE ÇALIŞABILECEĞIMI HIÇ DÜŞÜNMEZDIM.”
Gençken Tülay Kula Türkiye’yle fazla ilgilenmedi. Türkiye’de çalışabileceğini ise hiç düşünemiyordu. Sonra bambaşka şeyler oldu. Kendi markasını tanıtmak istediğinde teyzesi onu ailesinin köyünden bir terziyle tanıştırdı. Bu, günümüze kadar sürecek olan verimli bir işbirliğinin başlangıcı oldu. Türkiye’de çalışmanın avantajlarını öğrenmeye başladı: insanların birbirine destek olması, yeni ve sıradışı olanı kabul etmeye hazır olması vs. İsviçre ve Hindistan’da ilk koleksiyonlarının üretiminde yaşadığı deneyimlerden farklı olarak Türkiye’deki insanlar birçok açıdan daha esnek ve ürünü daha iyi hale getirmek için çok özen gösteriyorlar. “Yaratıcı bir işbirliği için ideal çalışma koşulları!” İstanbul’da geçen zamanı oldukça ilham verici buluyor. Üreticilerle yaptığı görüşmelerde arta kalan zamanda şehri yalnız başına deneyimliyor, sokaklarında dolaşıyor ve fikir topluyor.
“ KÖY D E I ŞV E R E N O L A R A K B I R Ü N Ü M VA R . ”
Tülay Kula ailesinin iş birliğine güveniyor. Annesi kalıp kesiyor ve terzilere kesimleri açıklıyor, babası ürünleri alıp getiriyor, teyzesi ürünün zamanında hazır olmasını sağlıyor ve amcasi sevkıyatla ilgileniyor. Bu şekilde herkesin bir işi var ve hepsi de biraz onunla gurur duyuyor, diye ekliyor Tülay Hanım gülerek. Köyde işveren olan Tülay hanımın çalışan kadınları sevdiğini herkes biliyor. İstanbul’da takı ve deri çanta üreticisiyle iletişimi her zaman kendi kuruyor. Sık ve doğrudan iletişimin önemli olduğunu vurguluyor çünkü Tülay hanımın estetik anlayışı oldukça farklı. Birlikte çalıştığı kuyumcu oldukça gösterişli evlilik yüzükleriyle gurur duyarken Tülay hanımın narin takıları onun pek ilgisini çekmiyor. Ayrıca kalite kontrol olmadan da işler yürümüyor. Söz konusu Türkiye’deki üreticilerse teslim tarihleri de oldukça esnek oluyor.
P O R T R ÄT S
schafft es nicht, einen Nagel in die Wand zu hauen.“ Als Kind sei sie eher schüchtern gewesen und erst recht im Kindergarten, wo sie zu Beginn nichts verstanden habe, da sie zu Hause nur Türkisch sprachen. Dank des zusätzlichen Deutschunterrichts habe sie aber schnell Deutsch gelernt.
„ZUM GLÜCK HABE ICH EIN EN SO TOLLEN G R O S S VAT E R . “
Kindheitserinnerungen habe sie nur wenige, aber ein Erlebnis als Vierjährige sei ihr geblieben: „Ich war in den Ferien oft bei meinen Grosseltern im Dorf in der Nähe von Istanbul. Einmal wollten mich meine Eltern einfach dort lassen. Das war damals so eine Mode, die Kinder bei den Eltern in der Türkei zu lassen um sich auf den Job zu konzentrieren. Schon zu Beginn der Reise merkte ich, dass etwas nicht stimmte. Sie kauften mir im Swissair-Shop eine Folklorepuppe. So eine wollte ich immer schon haben, hatte sie aber nie bekommen. Eines Abends verabschiedete sich meine Mutter. Ich hatte ein komisches Gefühl. Schon im Pyjama packte ich meinen Koffer, schleppte ihn zur Haustür und schlief auf dem Koffer ein. Als mein Grossvater nach Hause kam und mich so sah, packte er mich ins Auto, fuhr zum Flughafen und sagte meinen Eltern: nehmt euer Kind mit nach Hause!“ Auch später habe der Grossvater zum Glück seinen Einfluss geltend gemacht und ihren Vater davon abgehalten, in die Türkei zurückzukehren. Er habe ihm gesagt: „Lass diese Dummheit! Alle schicken ihre Kinder für eine gute Ausbildung ins Ausland und du willst zurückkehren!“
„ I C H H ÄT T E N I E G E D A C H T , DASS ICH IN DER TÜRKEI ARBEITEN KÖN NTE.“
Als junge Erwachsene konnte Tülay Kula nicht viel anfangen mit der Türkei. Schon gar nicht konnte sie sich vorstellen, in diesem Land zu arbeiten. Es kam anders. Als sie vorhatte, ihr eigenes Label zu lancieren, stellte ihr die Tante eine Schneiderin vor, die im Heimatdorf der Eltern wohnte. Das war der Anfang einer fruchtbaren Zusammenarbeit, die bis heute andauert. Sie lernte die Vorteile einer Arbeit in der Türkei kennen: die Unterstützung, die Bereitschaft, sich auf Neues und auch Unkonventionelles einzulassen. Im Unterschied zu ihren Erfahrungen, die sie bei der Produktion ihrer ersten Kollektionen in der Schweiz und Indien gemacht hatte, seien die Menschen in der Türkei in vielerlei Hinsicht sehr flexibel und bereit zu tüfteln, das Produkt zu verbessern. „Ideale Bedingungen für eine kreative Zusammenarbeit!“ Überhaupt empfinde sie jeweils die Zeit in Istanbul als sehr inspirierend, da sie sich neben den Terminen mit den Produzenten auch die Zeit nehme, alleine die Stadt zu erfahren, durch die Strassen zu gehen, Ideen zu sammeln.
„ES SPRICHT SICH RUM I M D O R F, DAS S I C H ARBEIT BRINGE.“
Tülay Kula kann auf die Mitarbeit ihrer Familie zählen. Die Mutter schneidert die Prototypen und erklärt der Schneiderin die Schnitte, der Vater holt und bringt die Ware, die Tante schaut, dass die Produkte zur rechten Zeit fertig sind und der Onkel kümmert sich um den Versand. So habe jeder seinen Job und sie seien auch ein wenig stolz auf sie, fügt Tülay Kula lachend hinzu. Sie sei Arbeitgeberin
cook but I can assemble furniture, paint and lay floors. My brother cooks very well but cannot put nails in the wall” As a child she had been very shy, especially in kindergarten, where she at first didn’t understand a word because they only spoke Turkish at home. However, additional German lessons enabled her to pick up the language quickly.
“ F O R T U N A T E LY I H A V E A T E R R I F I C G R A N D FAT H E R . ”
She has only a few childhood memories, but one event, which happened when she was four, stayed with her: “I often spent my school holidays at my grandparents in a village near Istanbul. One day my parents decided to leave me there. At that time the general trend was to leave children with the grandparents or other relatives in Turkey in order to be able to focus on the job in Switzerland. Right from the start of the trip, I noticed that something was missing. My parents bought a folklore doll from the Swissair shop at the airport. I had always wanted one of these, but had never got one. One evening during our stay at my grandparents’ house my mother bid me goodbye. I had a bad feeling. Already in my pyjamas, I packed my suitcase, dragged it to the front door and fell asleep on top of it. When my grandfather returned home and saw me like this, he packed me into the car, drove to the airport where he told my parents: ‘Take your child home with you!’” Later, too, her grandfather used his influence to prevent her father from returning home to Turkey. He had told him: “Don’t be stupid! Everyone sends their children abroad for a good education, and you want to return?!”
“I NEVER THOUGHT I WOULD BE ABLE TO WORK I N T U R K E Y. ”
As a young adult, Tülay Kula did not know what to make of Turkey, let alone imagine working in the country. But then things took a different turn. When she was about to launch her own label, her aunt introduced her to a seamstress who lived in her parents’ home village. It was the beginning of a rewarding collaboration that lasts to this day. Tülay Kula came to appreciate the advantages of working in Turkey, including the support and the willingness to embrace new, unconventional ideas. Compared to the experiences she had made during the production of her first fashion collection in Switzerland and India, people in Turkey were very flexible and always willing to further work on the product to improve it. “Ideal conditions for a creative cooperation!” In general she finds her stays in Istanbul inspiring because she uses the time aside of meetings with her production team to roam the city by herself, to wander the streets and collect ideas.
“ T H E N E W S T H AT I B R I N G WORK IS GETTING AROUND IN THE VILLAGE.”
Tülay Kula is able to count on her family’s support. Her mother cuts the raw designs and explains the cuts to the seamstress, her father collects and delivers the merchandise, her aunt keeps an eye on the deadlines and her uncle takes care of distribution. This way everyone has their task, and they are actually quite proud of her, Tülay adds laughingly. In the
T Ü L AY K U L A
“A L M A N C A I L E TÜRKÇEYI KARIŞTIRIP A N L A Ş I YO R U Z .”
Tülay Kula son yıllarda İsviçre’de ya da Almanya’da büyüyüp Türkiye’ye dönen birkaç tasarımcıyla tanıştı. Kendini onlara oldukça bağlı hissediyor ve onlarla her konuyu konuşabiliyor. “Biz hepimiz burada Türkiye’de benzer deneyimler yaşıyoruz. Öncelikle bunlarla nasıl baş edeceğimizi öğrenmemiz gerekiyor. Akrabalarımla bu konuları konuşamıyorum. Neyden söz ettiğimi anlamıyorlar. İsviçre’deki arkadaşlarım da her şeyi tam olarak anlayamıyorlar. Ancak İsviçre’den İstanbul’a geri dönmüş olanlar tam benim gibiler. Biz diğerlerinden farklıyız ve birbirimize benzeriz.”
PORTRAITS
im Dorf und man wisse, dass sie gerne Frauen beschäftige. Den Kontakt zu ihrem Schmuck- und Leder taschenproduzenten in Istanbul pflegt sie selber. Ein häufiger, direkter Kontakt sei wichtig, denn ihre ästhetischen Vorstellungen würden sich doch stark unterscheiden. Ihr Bijoutier könne nicht viel anfangen mit ihrem filigranen Schmuck und sie müsse sich jeweils sehr zurückhalten, wenn er ihr stolz seine protzigen Eheringe zeige. Und die Qualitätskontrolle, ohne die gehe es leider noch nicht. Auch Liefertermine seien in den Augen ihrer türkischen Geschäftspartner äusserst dehnbar.
„ICH MIXE DEUTSCH UND TÜRKISCH UND MAN VERSTEHT SICH.“
Tülay Kula hat in den letzten Jahren einige Design erinnen und Designer kennen gelernt, die in der Schweiz oder in Deutschland aufgewachsen und in die Türkei zurückgekehrt sind. Mit ihnen fühlt sie sich sehr verbunden und mit ihnen pflegt sie einen regen Austausch: „Hier in der Türkei machen wir alle ähnliche Erfahrungen. Wir müssen zuerst noch lernen, wie man damit umgeht. Mit meinen Verwandten kann ich das nicht besprechen. Sie verstehen nicht, wovon ich rede. Auch meine Freundinnen und Freunde in der Schweiz können nicht alles nachvollziehen. Aber die Rückkehrer, die hier in Istanbul leben, sind genau wie ich. Wir unterscheiden uns von anderen und ähneln uns.“
village she is known as an employer, specifically one who likes to hire women. She attends to the business relationship with her jewellery and leather-bag manufacturer in Istanbul herself. She considers frequent and direct contact to be important, not least because, in terms of aesthetics and design, she and her manufacturer often have different opinions. Her jeweller does not know what to make of her delicate jewellery and she usually has to hold herself in check when he proudly presents his crude wedding ring to her. Sadly, nothing goes without quality control. With regard to deadlines, too, her Turkish business partners have a very flexible view.
“I SWITCH BETWEEN GERMAN AND TURKISH BUT P EOP LE SEEM TO U N D E R S TA N D M E . ”
Over the last few years Tülay has met a number of designers who grew up in Switzerland or Germany and later returned to Turkey. She feels close and keeps in close contact with them: “The things we experience in Turkey are very similar, and the first thing we have to do is learn how to deal with the new setting. I cannot talk about this with my relatives. They don’t know what I am talking about. Nor can my friends in Switzerland really relate to it. But the returnees who now live in Istanbul are exactly like me. We are different from others but, as a group, we have a lot in common.”
36 / 37
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
38 / 39
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
40 / 41
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
42 / 43
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
4. ME ME T Ş A H I N “H E R I KI TA R A F DA BIRBIRIND EN ETK ILEN IYOR” 4. ME ME T Ş A H I N „B E I D E S EI T EN FÄ RBEN AB.“ 4. ME ME T Ş A H I N “BO T H S I DES T EN D TO RU B O F F O N EAC H OTHER.”
Memet Şahin’in ailesi birkaç yıl önce Didim’de bir yazlık ev inşa ettiğinden beri zaman zaman tek başına ya da eşi Kadriye hanım ile birlikte yılda birkaç haftasını Ege kıyılarında geçiriyor. Memet Bey 1960 yılında Malatya’nın yakınındaki Eskiköy’de doğdu. Daha on yaşındayken baba ocağını terk etti, büyükannesi ve kardeşiyle birlikte Doğanşehir’e taşındı. Orada kardeşiyle birlikte ortaokulu okudu. Malatya’da politik eylemlerinden dolayı okuldan atılana kadar iki yıl özel bir lisede okudu. Sonraki iki yıl içinde Gazi lisesini bitirdi. Okulun yanı sıra bir kitapçıda çalıştı ve sol gruplar içinde aktif olarak yer aldı. Malatya’da caddenin ortasında saldırıya uğradı ve yaralandı. “1970’lerin ikinci yarısı sabah evden çıktığında akşam eve sağ dönüp dönemeyeceğini bilemediğin günlerdi” diye hatırlıyor Memet Şahin. Onun için endişelenen annesi, Memet Beyin haberi olmadan Almanya’ya yolculuk planı hazırlıyordu. 1979’un sonbaharında bavulunu topladı ve Berlin’e, amcasının yanına gitti. Hiç kuşkusuz gitmek istemiyordu çünkü Türkiye’de kalıp politik olarak mücadele etmek istiyordu.
“ B I R Ç O K I N S A N I N H AYA T I N I K U R TA R A B I L D I K . ”
Almanya’da yaptığı ilk şey hızlandırılmış Almanca kursuna gitmek oldu. Berlin Teknik Üniversitesi’nin hazırlık sınıfına kaydoldu çünkü işletme okumak istiyordu. Fakat bambaşka şeyler oldu. 12 Eylül 1980 yılında Türkiye’de askeri darbe oldu. Milli eğitim bakanlığı onun öğrenci statüsünü onaylamadı ve öğrenim işleri uzadı. Zorunlu olarak çalışmaya başladı. Ama aynı politik görüşten insanlarla birlikte Türkiye’deki baskı altında tutulanlar için mücadele verdi. Bir ağ kurmak için yardım etti ve sürekli yollardaydı bunun için İsviçre’de Basel’e de gidip geliyordu. Bu şekilde birçok insanın hayatını kurtardık, diye anlatıyor Memet Şahin. Almanların ve İsviçrelilerin dayanışması sayesinde yeni gelenler desteklendi. Bu insanların çok farklı hikâyeleri oldu, diye devam ediyor Memet Bey. Örneğin bir arkadaşı Almanya’da tıp okudu, ABD’de kendini geliştirdi ve kariyer yapmayı başardı, kimileri ise insanlık dışı
Seit die Familie von Memet Şahin vor einigen Jahren in Didim ein Ferienhaus baute, verbringt er allein oder gemeinsam mit seiner Frau Kadriye einige Wochen im Jahr an der Ägäisküste. Geboren ist er 1960 in Eskiköy, einem kleinen Dorf in der Nähe von Malatya. Schon früh, als Zehnjähriger, verliess er den elterlichen Bauernhof und zog, begleitet von der Grossmutter und seinem Bruder, nach Doğanşehir, wo beide die Mittelschule besuchten. Danach durchlief er in Malatya ein Elitegymnasium, bis er nach zwei Jahren wegen seiner politischen Aktivitäten von der Schule verwiesen wurde. Nach weiteren zwei Jahren schloss er schliesslich in Malatya das Gazi-Gymnasium ab. Neben der Schule arbeitete er in einer Buchhandlung und war in einer linken politischen Gruppierung aktiv. In Malatya wurde er auf offener Strasse angegriffen und verletzt. „Die zweite Hälfte der 1970er Jahre war eine Zeit, da ging man am Morgen aus dem Haus und wusste nicht, ob man am Abend lebend nach Hause kam“, erinnert sich Memet Şahin. Seine Mutter, immer in Angst um ihn, organisierte hinter seinem Rücken die Ausreise nach Deutschland. Im Herbst 1979 packte Memet Şahin die Koffer und reiste zu seinem Onkel nach Berlin. Widerwillig allerdings, denn er wollte in der Türkei bleiben und sich dort politisch engagieren.
„WIR H AB E N SE H R VIELEN DAS LEBEN RETTEN KÖN N EN.“
Einen Intensivkurs in Deutsch war das erste, was er in Deutschland machte. Danach schrieb er sich in die Vorbereitungsklasse der Technischen Universität Berlin ein, denn er beabsichtigte Betriebswirtschaft zu studieren. Doch dann kam alles anders. Am 12. September 1980 putschte in der Türkei das Militär. Das türkische Erziehungsministerium bestätigte ihm den Studentenstatus nicht und sein Studium rückte in weite Ferne. Notgedrungen begann er eine Erwerbsarbeit. Doch vor allem setzte er sich gemeinsam mit Gleichgesinnten für politisch Verfolgte in der Türkei ein. Er half, ein Netzwerk aufzubauen, war ständig unterwegs und besuchte auch aus
Ever since the family built a holiday home in Didim a few years ago, Memet Şahin spends a few weeks a year on the Aegean coast, alone or with his wife Kadriye. Memet was born in Eskiköy in 1960, a small village near Malatya. At the young age of ten, he left his parents’ farm and moved to Doğanşehir with his brother and their grandmother, where the two boys attended middle school. Afterwards he studied at an elite high school for two years until he was expelled for his political activities. Two years later he got his degree from Gazi High School in Malatya. Beside school he worked at a bookstore and was politically active in a leftist group. In Malatya he was assaulted and injured on the street. “The second half of the 1970s was a time when you didn’t know upon leaving the house whether you would get back alive in the evening”, Memet Şahin recalls. The situation prompted his mother, who was in constant fear for his safety, to arrange for his departure to Germany, behind his back. In the autumn of 1979, Memet Şahin packed his bags and travelled to an uncle in Berlin, grudgingly though, because he would have preferred to stay in Turkey and remain politically active.
“ W E H E L P E D T O S AV E MANY LIVES.”
The first thing he did in Germany was to take a crash course in German. Afterwards he registered for the prep-class at the Technical University of Berlin in order to study economics. But things often do not go as planned. On the 12 of September 1980 the military carried out a coup d’état in Turkey. The Turkish department of education denied Memet Şahin student status, so a university education moved beyond reach. Out of necessity he had to look for a job. But above all, he, together with likeminded people, fought for the rights of politically persecuted people in Turkey. He helped to establish a network, was constantly on the move and consequently visited Basel, Switzerland. “We helped to save many lives”, Memet Şahin said looking back. Thanks also to the solidarity of many German and Swiss people, he and
44 / 45
PORTRELER
işkencelerin yarattığı tahribatın üstesinden gelmeyi başaramadı, depresyona girdi.
“KIZIM SINIRI ILLEGAL OLARAK GEÇTIĞINDE ON BIR GÜN LÜKTÜ.”
Eşi Kadriye Hanımla politik aktiviteleri sırasında tanıştı. O da Türkiye’deki siyasi mahkûmlar için mücadele veriyordu. Kendisi Dersimliydi, burası Doğu Anadolu’da merkezi yönetime karşı direnen Kürt bölgesi olarak bilinir. Politik aktiviteler her ikisinin de hayatında önemli bir yere sahipti. Kadriye Hanım hamile olduğunda bu onların hayatında büyük bir değişim anlamına geliyordu. Baba olarak planladığı gibi Paris’e gidemedi, aksine Basel’de kaldı ve Migros’un restoranında bulaşıkçılık işini kabul etti. Eşi Kadriye Hanım sınırı illegal olarak geçtiğinde kızları onbir günlüktü. “Kızım dünyaya gelmişti ve bir baba olarak sorumlu davranmak zorundaydım,” diye açıklıyor Memet Şahin o zamanki kararını. Türkiye’de Migros’un yemek bölümünün başına geçmesi için onu gastronomi uzmanı olarak yetiştirme teklifini politik nedenlerle geri çevirdi. İsviçre konfederasyonuna ait lisanslı depo denetçiliği eğitimini bitirdi ve bu alanda birkaç yıl çalıştı. Sonra 1990’ların ortasında ücretsiz gazete Baslerstab’da bir iş ilanı gördü: “Postacı aranıyor.” Onun postacılık meslek hayatı böylece başlamış oldu. Bugün kanton Baselland’daki Muttenz postanesini yönetiyor.
“BEN HEP ARABULUCU OLDUM.”
Ama politik bir çalışma olmadan Memet Şahin Memet Şahin olamazdı. Bugün Basel şehrinin belediye meclisinde yer alıyor ve yıllardan beri Regenbogen derneğinin başkanı. Bu dernek Türkçe ve Kürtçe bilgisayar dersleri veriyor, kültürel ve toplumsal sorunlarla ilgili toplantılar organize ediyor, farklı kültürlerden gelen insanların bir arada daha iyi yaşayabilmesi için çaba sarf ediyor. Memet Şahin kendisini birleştirici bir kişilik olarak tarif ediyor. “Her zaman içerisi ve dışarısı arasında arabulucu oldum. Çevreyi dışarıya açmaya çalıştım ama çevrenin dışından gelenleri de içeri almaya çalıştım. Her iki taraf da birbirinden etkileniyor. Entegrasyon asla bitmez. Ve Kuzey Avrupa’nın özeni ile Güney ülkelerinin rahatlığı birleşirse bu iyi oluyor.” O ve karısı politik bağlarını aile hayatlarıyla gayet iyi bir şekilde birleştirdiler, diye düşünüyor Memet Bey. Her iki çocuğu, Serpil ve Selim festivallerde, politik toplantılarda bulunuyorlar ve ne mutlu ki Türkçeyi de gayet iyi öğrendiler. Kendisi ve karısı Kürtçenin farklı lehçelerini konuştukları için Türkçe aile dili oldu.
“GERIYE DÖNECEKLER IÇIN BIR DANIŞMA MERKEZI KURMAK I ST I YO R U M .”
1996 yılında Şahin ailesi vatandaşlığa kabul edildi. Memet Şahin çifte vatandaş olmak istemedi, çünkü Türkiye’de askerlik yapmak istemiyordu. Türkiye’ye yeniden yerleşmek ya da en azıdan yılın yarısını Türkiye’de geçirmek fikri birkaç yıl önce aklına geldi ve bu Gezi gibi yeni politik hareketlerin güçlenmesiyle ilintiliydi. Memet Şahin deneyimlerini, bilgi ve birikimlerini sergileyebileceği bir alanda yeniden çalışmak istiyor. “Aklımda iki proje var. Birincisi Türkiye’deki sendikaların danışmanı olarak çalışmayı isterim. Daha şimdiden birtakım bağlantılar kurdum. Diğeri ise Türkiye’ye geri dönecekler için her iki ülkede bir danışmanlık merkezi kurmak isterim.
P O R T R ÄT S
diesem Grund Basel in der Schweiz. Vielen hätten sie durch ihre Hilfe das Leben retten können, sagt Memet Şahin rückblickend. Dank der Solidarität auch von Deutschen und Schweizern habe man die Neu-Angekommenen unterstützen können. Ganz Unterschiedliches sei aus ihnen geworden, führt er aus: so habe beispielsweise ein Jugendfreund sein Medizinstudium in Deutschland beenden können und sich in den USA weiter qualifiziert, Karriere gemacht, während andere sich nicht mehr zurecht gefunden hätten, depressiv geworden seien und mit psychosomatischen Krankheiten auf die unmenschlichen Erfahrungen reagiert hätten.
„ M E I N E TO C H T E R WA R E L F T A G E A LT , A L S S I E ILLEGAL ÜBER DIE GRENZE KAM.“
Durch seine politischen Aktivitäten lernte er seine Frau Kadriye kennen, die sich ebenfalls für die Unterstützung der politischen Gefangenen in der Türkei einsetzte. Sie stammt aus Dersim, einer für den kurdischen Widerstand gegen die Zentralregierung bekannten Region in Mittelanatolien. Beide führten ein Leben als politische Aktivisten. Als Kadriye schwanger wurde, bedeutete dies eine grosse Veränderungen in ihrem Leben. Der zukünftige Vater ging nicht wie geplant nach Paris, sondern blieb in Basel, nahm eine Stelle als Tellerwäscher im Migros-Restaurant der Grün80 an. Seine Frau Kadriye kam mit der elf Tage alten Tochter illegal über die Grenze. „Ich war jetzt Familienvater und musste nun Verantwortung übernehmen“, begründet Memet Şahin seinen Entscheid im Nachhinein. Ein Angebot der Migros, die ihn zum Hotelfachmann ausbilden wollte, damit er anschliessend in der Türkei den Gastronomie Bereich der Migros aufbauen würde, schlug er aus politischen Gründen aus. Er absolvierte eine Lehre als eidgenössisch diplomierter Tankrevisor und arbeitete einige Jahre auf diesem Beruf. Dann sah er Mitte der 1990er Jahre in der Gratiszeitung Baslerstab das Inserat „Post sucht Briefträger“. Seine berufliche Laufbahn bei der Post nahm ihren Anfang. Heute leitet er die Poststelle Muttenz im Kanton Baselland.
„ICH HABE IMMER V E R M I T T E LT . “
Aber ohne politische Arbeit wäre Memet Şahin nicht Memet Şahin. Heute sitzt er im Bürgergemeinderat des Kantons Basel-Stadt und seit vielen Jahren ist er Präsident des Vereins Regenbogen, der Sprach- und Computerkurse für Türkisch- und Kurdischsprech ende anbietet, Veranstaltungen zu kulturellen und gesellschaftlichen Fragen organisiert und sich für ein besseres Zusammenleben der Menschen aus verschiedenen Kulturen einsetzt. Memet Şahin skizziert sich selber als eine integrative Person: “Ich habe immer vermittelt zwischen innen und aussen. Ich habe immer versucht, den Kreis zu öffnen und gleichzeitig, diejenigen ausserhalb des Kreises reinzuholen. Beide Seiten färben ab. Integration hört nie auf. Und wenn sich nordeuropäische Präzision mit südländischer Gelassenheit mischt, ist das ganz gut.“ Das politische Engagement hätten er und seine Frau gut mit ihrem Familienleben vereinbaren können, meint er. Die beiden Kinder – Serpil und Selim – seien an Festen, an politischen Veranstaltungen immer dabei gewesen und glücklicherweise hätten sie auch gut Türkisch gelernt. Türkisch, weil er und seine Frau Kadriye unterschiedliche kurdische
his group were able to support the newly arrived refugees. Their lives took many different courses, Şahin recollects: a childhood friend from Turkey, for example, got his medical degree in Germany and went on to continue his training in the USA; others were not able to cope, became depressed and reacted to the inhuman experiences they had suffered with psychosomatic disorders.
“ M Y DAU G H T E R WAS E L E V E N D AY S O L D W H E N S H E I L L E G A L LY C R O S S E D THE BORDER INTO SWITZERLAND.”
It was through his political activities that he met his wife Kadriye who also campaigned for political prisoners in Turkey. She was originally from Dersim, a Kurdish region in Central East Anatolia, well known for its resistance against the central government. Both led a life as political activists. When Kadriye became pregnant, it meant a big change to their lives. Memet cancelled his planned move to Paris, stayed in Basel and took on work as a dishwasher at the Migros restaurant at Grün80. His wife Kadriye crossed the border illegally with their daughter, who was then eleven days old. “I was a father now and had to accept responsibility”, Memet Şahin explained his decision in hindsight. He declined an offer from Migros to train as a hotel manager with the aim of taking over a leading position in the company’s planned hotel and restaurant enterprise in Turkey, for political reasons. Instead, he completed an apprenticeship as certified oil tank inspector and worked in this profession for several years. In the mid 1990s he saw a job posting in the local newspaper Baslerstab: “Swiss Post looking for postmen.” The ad was the start of his professional career in the Swiss postal service. Today he is head of the Muttenz post office in Canton Basel-Landschaft.
“ I W A S A LW AY S A M E D I AT O R . ”
Political work is part and parcel of Memet Şahin. Today he is a member of the Citizens Council of Canton Basel-Stadt. Additionally, he is president of the organization “Verein Regenbogen” which offers language and computer courses to Turkish and Kurdish speakers and organizes events to address cultural and social issues and promote a better understanding between people of different cultural backgrounds. Memet Şahin describes himself as an integrative and embracing person: “I have always mediated between differing social groups, between inside and outside. I always try to extend the circle and invite people from outside to join in. Both sides influence each other. Integration never ends but the meeting of northern European diligence and southern European easy-going attitude actually provides a fertile ground.” According to Memet, he and his wife have been able to combine political activism with family life quite well. His two children, Serpil and Selim, are always present at festive or political events and have managed to pick up Turkish very well. Memet Şahin and Kadriye agreed on Turkish as the family language because the parents speak different Kurdish languages.
MEMET ŞAHİN
Geriye dönenler çok fazla beklenti içindeler ama sürekli olarak aldatılıyorlar ve her şeylerini kaybediyorlar. İsviçre’ye geri dönüyorlar ve bu sosyal bir mesele haline geliyor. Bu yeni bir olgu. Bu konuda bir şeyler yapmak gerekiyor.”
PORTRAITS
Sprachen sprechen würden und da sei Türkisch als Familiensprache die Naheliegenste gewesen.
„ICH WILL EINE B E R AT U N G S S T E L L E F Ü R RÜCKKEHRER AUFBAUEN.“
1996 liess sich die Familie Şahin einbürgern. Memet Şahin verzichtete auf die Doppelbürgerschaft, da er kein Militär leisten wollte in der Türkei. Die Idee, sich wieder in der Türkei niederzulassen, zumindest die Hälfte des Jahres dort zu verbringen, kam vor einigen Jahren auf und hat mit dem Erstarken neuer politischer Bewegungen in der Türkei, wie der Gezi-Bewegung, zu tun. Memet Şahin sieht für sich wieder sinnvolle Tätigkeitsfelder, in denen er seine Erfahrungen, Kompetenzen und Kenntnisse einbringen kann. „Ich habe zwei Projekte im Kopf. Zum einen würde ich gerne als Berater der Gewerkschaften in der Türkei arbeiten. Da habe ich auch schon Kontakte geknüpft. Zum anderen möchte ich eine länderübergreifende Beratungsstelle mit Büros in der Schweiz und der Türkei für Rückkehrer in die Türkei aufbauen. Rückkehrer sind überfordert, werden übers Ohr gehauen, verlieren alles. Sie kommen wieder in die Schweiz und werden Sozialfälle. Das ist ein neues Phänomen. Da gibt es Handlungsbedarf.“
“ I W A N T T O E S TA B L I S H A N I N F O R M AT I O N C E N T R E F O R RETURNING MIGRANTS.”
In 1996 the Şahin family became Swiss citizens. Memet Şahin renounced dual citizenship in order to avoid having to do military service in Turkey. At the same time, the idea of taking up residence again in Turkey surfaced a few years back. Memet Şahin’s idea of spending half a year there there was in part triggered by the strengthening of new political movements in Turkey, for example, the Gezi movement. Memet Şahin is looking for new fields of activity where he can offer his expertise, competence and knowledge. “I have two projects in mind. For one thing, I would like to work as a consultant for the trade unions in Turkey. I have actually already established contacts with a few representatives. On the other hand, I would like to establish an international information centre with offices in Switzerland and Turkey to support returning migrants. They are often overwhelmed and people tend to cheat them out of all their possessions. This prompts them to come back to Switzerland where they become dependent on social welfare. This issue is a new phenomenon that needs dealing with.”
46 / 47
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEMET ŞAHİN
PORTRAITS
48 / 49
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ NE YAP T I Ğ I N I B I L EN, M ERAK L I VE Y ETENE KLI 5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ ZI E L B E W U S S T , N EU G IERIG U ND BEG ABT 5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ I N QUI SI T I V E, DET ERM INED AND G IF TED
Mehmet Yildirimli, Mühendis bir baba ve modacı bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. Beş yaşındayken ailesiyle birlikte İsviçre’ye, St.Gallen kantonundaki Niederwil’e yerleştiler. “Anaokuluna gittiğimde sadece ‘evet’ ve ‘hayır’ diyebiliyordum, anne babam öyle derdi.” diye hatırlıyor Mehmet Bey konuşmamızda. Ama hızlı bir şekilde St. Gallen Almancasını öğrendi çünkü dil öğrenmek onun için asla zor olmadı diye devam ediyor Mehmet Bey. Kendisinin yabancı dile yatkınlığı var ve çok dil biliyor. Yeni bir dil öğrenmeyi seviyor. Mehmet Bey amaçları doğrultusunda okul ve mesleki kariyerini başarılı bir şekilde sürdürdü. İspanyolca öğrenmek için üç aylığına Sevilla’ya gittiğinde tek bir kelime Almanca konuşmamaya kararı verdi. “Bu sayede çok iyi İspanyolca öğrendim,” diye anlatıyor. Annesinin düzgün bir Türkçe öğrenmesinde ısrar etmesi onun şansına oldu. Bu sayede İstanbul’da yaşadığı şu zamanlarda Türkçesini daha da geliştirdi. Mehmet Bey umut vaat eden ve meydan okuyan yeni bir yola koyulmak söz konusu olduğunda fazla tereddüt etmeyen, yeni deneyimlere her zaman açık biri. Pazarlama İletişimi Lisans Eğitimini tamamladıktan sonra sonra kimya alanında uzman olan Ciba şirketinde çalışmaya başladı. Birkaç yıl mesleki deneyim kazandıktan sonra 30 yaşından önce Ekonomi alanında MBA yapma hedefini gerçekleştirdi. İş hayatını sürdürürken Stuttgart, Milano ve Lyon şehirlerindeki ekonomi yüksek okullarında master yaptı. MBA’den sonra Zürih’te bir Amerikan şirketine pazarlama yöneticisi olarak işe başladı. Ancak iki yıl sonra şunu farketti: Değişim vakti gelmişti. Mehmet Yildirimli bağımsız çalışmaya karar verdi ve yeni kurulan bir kozmetik firması ve bir organizasyon ajansı için dışardan çalışmaya başladı. Mehmet Yildirimli her zaman sanata ve kültüre büyük ilgi duyuyordu. Büyük değişimler ve görüşmeler içinde olduğu o günlerde, Basel Sanat Yüksekokulunda doçentlik yapan bir arkadaşı yeni bir bölümden bahsetti, “disiplinlerarasılık”. Arkadaşı bu bölümden bahsettiğinde önce çok heyecanlandı ancak çok fazla şansı olacağını
In Istanbul als Sohn eines Ingenieurs und einer Modefachfrau geboren, kam er als Fünfjähriger mit seinen Eltern in die Schweiz, nach Niederwil im Kanton St. Gallen. „Als ich in den Kindergarten kam, konnte ich einzig Ja und Nein sagen“ – das zumindest hätten seine Eltern immer erzählt – erinnert sich Yildirimli in unserem Gespräch. Doch er müsse dann sehr schnell St. Gallerdeutsch, gelernt haben, denn die Sprache sei für ihn nie ein Problem gewesen, fährt er fort. Yildirimli ist sprachgewandt und polyglott und er lernt gerne neue Sprachen. Zielbewusst verfolgte er seine schulische und berufliche Karriere – als er für drei Monate in Sevilla war, um Spanisch zu lernen, nahm er sich vor, kein Wort Deutsch zu sprechen: „So habe ich gut Spanisch gelernt.“ – erzählt er und zum Glück habe seine Mutter auf dem Türkischen bestanden, auf einem gepflegten Türkisch, das er nun in seiner Istanbuler Zeit noch weiter verbessert habe. Neugierig und mit viel Lust auf neue Erfahrungen zögerte er nicht lange, wenn es darum ging, einen neuen Weg einzuschlagen, der vielversprechender und herausfordernder schien. Als er nach dem Bachelor in Marketingkommunikation zunächst bei der Ciba Spezialitätenchemie einstieg und einige Jahre Berufserfahrung sammelte setzte er sein sich selber gesetztes Ziel vor 30 noch einen MBA in Ökonomie zu machen erfolgreich um. Berufsbegleitend absolvierte er den Masterstudiengang an den Wirtschaftshochschulen in Stuttgart, Mailand und Lyon. Nach dem MBA stieg er als Marketingleiter in einer US-amerikanischen Firma in Zürich ein und hatte es – wie Yildirimli es selber ausdrückt – nach zwei Jahren gesehen. Die Zeit sei reif gewesen für einen Wechsel. Er beschloss, sich selbständig zu machen und arbeitet als Freelancer für eine Start-up Kosmetikfirma und für eine Event-Agentur. Schon immer habe er sich aber auch für Kunst und Kultur interessiert und in dieser Zeit des Umbruchs und der vielen Gespräche, habe ihm eine Freundin, die an der Hochschule für Kunst in Basel doziere, von einem neuen Studiengang „Transdisziplinarität“ erzählt. Gereizt habe ihn das schon, aber all zu viele Chancen habe er sich
Born as the son of an engineer and a fashion designer, Mehmet was five years old when his parents moved to Niederwil, Canton St. Gallen, Switzerland. “When I started pre-school, my German was limited to the words ‘yes’ and ‘no’”, at least that is what his parents told him. He remembers having had picked up the St. Gallen dialect pretty quickly because languages never really posed a problem for him. Mehmet is proficient in different languages and he loves to learn new ones. He pursued his education and career persistently – when he studied Spanish in Seville, for example, he vowed not to speak a word of German during his three-month stay there. “This is how I learned Spanish quite quickly”, he said. Luckily his mother insisted that he kept up his Turkish – proper Turkish – which has improved steadily since living in Istanbul again. Driven by curiosity and longing for new experiences, he never hesitated to take a new path if it seemed more promising and challenging. After he graduated in marketing communication, he gained a few years of work experience at Ciba Specialty Chemicals. He achieved his goal of completing an MBA in economics before turning thirty. While working he completed further programs at the universities in Stuttgart, Milan and Lyon. He started work as a marketing director for an American firm in Zurich but – in Yildirimli’s own words – he became fed up after two years. Time was ripe for a career change. He decided to set up his own business and began working as a freelancer for a start-up cosmetic company and an event management agency. He has always been interested in art and culture. Then a friend, who teaches at the FHNW Academy of Art and Design Basel, told him about a new programme in Transdisciplinary Studies. He was intrigued but he did not really think he would get in, not least because he would first have to complete a preparatory course. “It was not my goal to get a second Master’s. I wanted to escape the cookie-cutter thinking of the everyday business world, to think outside the box and to understand how artists and designers think”, Yildirimli explained.
50 / 51
PORTRELER
P O R T R ÄT S
This new programme in Transdisciplinary Studies opened up new areas of thinking and new geographic and cultural fields. Together with a fellow student, Mehmet applied at Swissnex Shanghai with a project about the art and design network ChinaSwitzerland, with success. Originally he planned to stay in China for six months, but it ended up being three years. The two-and-a-half years as vice director at Swissnex proved a very valuable experience, “it prepared me well for Turkey. I was introduced to the Asian world and figured out what made it tick. Next to that I developed a very good network”, he added.
PERSEVERANCE DESPITE REJECTION
düşünmüyordu. Sanat Yüksekokulunda hazırlık sınıfından başladığını orada okuyan arkadaşlarından biliyordu. “Amacım ikinci bir master yapmak değildi. Amacım ekonominin düşünme tarzından sıyrılıp büyük resme bakmak ve sanatçıları ve tasarımcıları anlamaktı.” Bu eğitim sayesinde Mehmet Yildirimli için yeni alanlar açıldı, farklı coğrafyalar ve kültürlerle tanışma fırsatı doğdu. Okuldan bir arkadaşı ile birlikte İsviçre-Çin Sanat ve Tasarım Ağı konusunda bir proje ile Swissnex Shanghai firmasına başvurdular. Ve başarılı oldular. Çin’de altı ay kalmayı planlarken bu süre 3 yıl oldu. İki buçuk yıl Swissnex’te direktör olarak çalışmak ona çok önemli deneyimler kazandırdı aynı zamanda “Türkiye için iyi bir hazırlık oldu. Asya kültürünü tanıma ve insanların düşünce tarzlarını anlama fırsatı buldum ve çok iyi bağlantılar kurdum.” diye anlatmaya devam ediyor.
E N G E L L E R E R AĞ M E N YO L A D E VA M
Mehmet Yildirimli’nın mesleki kariyeri adeta masal kitaplarındaki gibi çok renkli. Peki, hiç kırılmalar olmadı mı? Ya Zorluklar? Merak ettim ve İsviçre’de bir Türk ailenin çocuğu olarak neler yaşadığını sordum. “İlk vatandaşlık başvurumda yaşadıklarım dışında kendimi asla bir yabancı gibi hissetmedim”
nicht erhofft – die Kunsthochschule, das habe er von Freundinnen und Freunden gewusst, da beginnt man mal zuerst mit dem Vorkurs. „Mein Ziel war es nicht, einen zweiten Master zu haben, mein Ziel war es, vom Null-acht-Fünfzehn-Denken der Wirtschaft wegzukommen und über den Tellerrand hinauszuschauen und zu verstehen, wie die Künstler und Designer ticken.“– erzählt Yildirimli. Durch dieses Studium taten sich neue inhaltliche Felder und neu geographische und kulturelle Horizonte auf. Gemeinsam mit einem Kommilitonen bewarb sich Yildirimli bei Swissnex Shanghai und mit einem Projekt über das Kunst- Design- Netzwerk China – Schweiz. Sie hatten Erfolg. Aus den geplanten sechs Monaten China-Aufenthalt wurden für ihn schliesslich drei Jahre. Die zweieinhalb Jahre als Vize-Direktor von Swissnex seien eine sehr gute Erfahrung gewesen und „auch eine gute Vorbereitung für die Türkei. Ich habe die asiatische Welt kennengelernt, gelernt, wie sie ticken und ich habe ein sehr gutes Netzwerk aufgebaut“, fährt er fort.
TROTZ ABLEHNUNG WEITERGEMACHT
Der berufliche Werdegang von Yildirimli liest sich wie eine Bilderbuch-Karriere. Gab es keine Brüche? Schwierigkeiten? – wollte ich wissen und fragte
Mehmet’s professional career sounds a bit like a fairy tale. “Did you never encounter difficulties, upsets of any kind?” I wanted to know and asked him about his experiences as a child with Turkish parents in Switzerland. “I never felt like a foreigner except when I applied for Swiss citizenship”, he said, and then added that there had been an episode before that, too. After primary school, his parents initially wanted him to transfer to Friedberg Secondary School in Gossau, but he was not even admitted to the entry exam. The family heard only indirectly from a neighbour, who taught there, about the reason for his refusal. The school board had denied him access because he would have been the first, and only, Moslem in an exclusively Christian school, a situation they did not want. His father had been very upset, Mehmet remembers. It did not bother Mehmet for all too long. He attended secondary school in Gossau and then went on to high school in St. Gallen. He was still in high school when he and his sister applied for citizenship. It marked the beginning of a process which would take several years. Initially everything seemed to be progressing well. But one day, while enquiring about the college programme in Lausanne, he received a call from his sister. She told him that a journalist had informed her that the municipality of Oberbüren had rejected his application for citizenship. He was dumbfounded, could not believe it, as he had always thought of himself as being a Swiss citizen The vote had been close, the result being confirmed only in the second round, he heard later: twenty-one to twenty-one in the first vote, twenty-one to twenty in the second round, with one abstaining. Neighbours and friends were shocked and could not understand how this could have happened. Mehmet researched the issue and discovered that although the people in the village of Niederwil knew him, nobody knew him in Sonnental and Oberbüren. And as the three villages together make up the municipality of Oberbüren, the majority of the citizens entitled to vote had never heard of him. It seems that his Turkish-sounding name had been enough to frighten them off. In those days such decisions required no explanation or justification.
L E A R N T F R O M PA S T EXPERIENCE
This story taught him the importance of networking. Nothing can be taken for granted. Today Mehmet manages the Swiss Business Hub Turkey, which has its office in the Swiss General Consulate in Istanbul. He helps Swiss firms to establish themselves in the Turkish market and promotes trade relations
MEHMET YİLDİRİMLİ
diye karşılık veriyor Mehmet Bey. Ve evet, bu olayın aslında bir de öncesi varmış. Ailesi onu ilkokuldan sonra Gossau’daki Friedberg yüksek dereceli lisesine göndermek istedi ancak sınava dahi alınmadı. Ailesi bunun nedenini o lisede ders veren bir komşudan dolaylı olarak öğrendi. Okul yönetimi Hıristiyanların çoğunlukta olduğu bir okulda onun tek Müslüman olacağını ve bunun sorun olacağına karar vermiş. Babam çok sinirlendi, diye hatırlıyor Mehmet Bey. Kendisi bu konu üzerinde fazla durmadı, Gossau’daki normal liseyi bitirdikten sonra St.Gallen’deki kanton okuluna gitti. Kız kardeşiyle birlikte İsviçre vatandaşlığına başvurduğunda Mehmet Bey kanton okulunda öğrenciydi. Böylece yıllar alacak bir süreç başladı ve her şeyin yolunda göründüğü bir gün, Lozan’da gelecekteki eğitimi hakkında araştırma yaptığı bir sırada kız kardeşi telefonla onu aradı ve bir gazeteciden aldığı habere göre onun vatandaşlık başvurusunun yüksek kurul tarafından reddedildiğini öğrendi. O gün dünya başına yıkıldı, olanlara inanamadı, çünkü kendini bir İsviçreli gibi hissediyordu. Oylamayı kıl payı kaybetti ancak ikinci turda aleyhine karar verildiğini öğrendi daha sonra. İlk turda 21’e 21 oy, ikinci turda biri çekimser kalınca 21’e 20 oyla başvurusu reddedilmiş. Yildirimli ailesi, komşuları ve tanıdıkları bu durum karşısında dehşete düştü, olup bitene bir anlam veremediler. Mehmet Yildirimli bunun nedenini araştırdı ve Sonnental ve Oberbüren gibi aynı bölgeye ait olan Niederwil köyünde bilindiğini ama diğer köylerde bilinmediğini bulup çıkardı. Orada onu kimse tanımadığı ve isimler sadece okunduğu için bir Türk ismi hiç kuşkusuz “hayır” demek için yeterli olmuştu. O zamanlar karar hakkında herhangi bir açıklama yapmak zorunlu değildi.
YA Ş AYA R A K Ö Ğ R E N M E K
Bu olay bana iletişim ağının ne kadar önemli olduğunu öğretti, diyor Mehmet Bey. Hiçbir şey kendiliğinden anlaşılır değil. Mehmet Yildirimli şuan İsviçre’nin ihracatını destekleyen Switzerland Global Enterprise’ın İstanbul temsilcisi ve İstanbul İsviçre Konsolosluğunun bir parçası olan Swiss Business Hub’ın yöneticiliğini yapıyor. İsviçreli firmalara Türkiye’de ürünlerini satmalarında yardımcı olarak iletişim ağı kurmayı mesleği haline getirdi. Mehmet Bey oldukça duyarlı, kendi özel tecrübeleri sayesinde farklı kültürleri gayet iyi tanıyan; Türkiye, Çin, İsviçre ve ABD’deki iş ilişki leri hakkında derin bakış açılarına sahip biri. Aynı zamanda Batı Avrupa ticaret kültürüyle (masada oturmak, tartışmak, kurallarda anlaşmak ve yazılı sözleşme yapmak) ne Türkiye’de ne Çin’de başarılı işlere imza atılacağı anlamına gelmediğini tecrübe etmiş biri. Karşılıklı güven için zamana ihtiyaç var, diye açıklıyor Mehmet Bey. “İmzaların iki üç ay sonra atılmasını tercih ederim çünkü sadece imza Türkiye’deki firmalar için fazla anlam taşımıyor. Hiç kuşkusuz anlaşma zorunlu ve önemli ama güven çok daha önemli.”
PORTRAITS
nach seinen Erfahrungen als Kind türkischer Eltern in der Schweiz. „Ich habe mich eigentlich nie als Ausländer gefühlt, ausser damals, bei meiner ersten Einbürgerung“, entgegnet er. Und ja, da habe es noch eine Vor geschichte gegeben. Eigentlich hätten seine Eltern ihn nach der Primarschule gerne ins Gymnasium Friedberg in Gossau geschickt, doch da sei er nicht einmal zur Aufnahmeprüfung zugelassen worden. Die Begründung dafür erfuhr die Familie nur indirekt von einem Nachbarn, der an diesem Gymnasium unterrichtete. Die Schulleitung habe gefunden, dass er der erste Moslem wäre unter lauter Christen und das würde nicht gehen. Sein Vater sei aufgebracht gewesen, erinnert er sich. Ihn selber habe es nicht lange beschäftigt. Er habe die Sekundarschule in Gossau besucht und sei danach in die Kantonsschule in St. Gallen gegangen. Er war noch in der Kantonsschule, als er zusammen mit seiner Schwester den Antrag auf das Schweizer Bürgerrecht stellte. Ein mehrjähriger Prozess begann und alles schien auf bestem Wege zu sein, bis just an jenem Tag, als er sich in Lausanne über sein zukünftiges Studium informierte, seine Schwester anrief, um ihm mit zu teilen, dass sie von einer Journalistin erfahren habe, dass sein Antrag auf Einbürgerung von der Gemeinde Oberbüren abgelehnt worden sei. Aus allen Wolken sei er gefallen, habe es nicht glauben können, denn gefühlt habe er sich schon immer als Schweizer. Die Abstimmung sei knapp ausgefallen und erst im zweiten Durchgang entschieden worden, hörte er im Nachhinein. 21 zu 21 Stimmen im ersten, 21 zu 20 Stimmen bei einer Enthaltung, im zweiten Durchgang. Nachbarn, Freundinnen, Bekannte der Familie Yildirimli waren entsetzt – begriffen nicht, wie es so kommen konnte. Mehmet Yildirimli forschte nach und fand heraus, dass er zwar in Niederwil, einem Dorf, das wie Sonnental und Oberbüren zur Gemeinde Oberbüren gehört, bekannt war, aber nicht in Sonnental und Oberbüren. Da habe ihn niemand gekannt und da einzig die Namen runtergelesen wurden, genügte wohl ein türkischer Name für ein Nein. Begründungen für die Entscheide mussten damals keine vorgebracht werden.
A U S E R FA H R U N G E N GELERNT
Diese Geschichte habe ihn gelehrt, wie wichtig das Netzwerken sei. Nichts sei selbstverständlich. Yildirimli, leitet heute den Swiss Business Hub in Istanbul, der die Schweizerische Exportförderung Switzerland Global Enterprise im Land repräsentiert und der Teil ist des Schweizer Generalkonsulates in Istanbul. Er hilft Schweizer Firmen, ihre Produkte in der Türkei zu verkaufen, und hat damit das Netzwerken zu seinem Beruf gemacht. Er ist sensibilisiert und kennt kulturelle Unterschiede aus eigener Erfahrung, hat sich einen Einblick verschafft in lokale Businesswelten in der Schweiz, in China, den USA und der Türkei. Und er hat gesehen, dass sich mit der westeuropäischen Verhandlungskultur – am Tisch sitzen, diskutieren, Regeln vereinbaren und unterschreiben – keine erfolgreichen Geschäfte abschliessen lassen – weder in China noch in der Türkei. Es brauche Zeit und Vertrauen erklärt er: „Lieber zwei, drei Monate später unterschreiben. Denn nur das Unterschreiben bedeutet für Unternehmerinnen und Unternehmer in der Türkei nicht sehr viel. Klar ein Vertrag ist unabdingbar und wichtig, aber das Vertrauen ist viel wichtiger.“
between Turkey and Switzerland. Thus he has made networking his profession. He is sensitive to cultural differences from own experience, having gained insight into the world of business in Switzerland, China, USA and Turkey. These insights have made him realize that the Western culture of negotiation – finding solutions through discussions, negotiating agreements and signing contracts – is not enough. Building up true and trusted relationships is more essential. “Rather sign two or three months later, because signatures alone do not mean much to business people in Turkey. Of course contracts are important, but trust is imperative”, Mehmet concludes.
52 / 53
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
54 / 55
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
56 / 57
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
58 / 59
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
60 / 61
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
6. HAR U N DO Ğ A N “SAD E C E O R I J I NA L H IK ÂY EL ER O RTAYA KOYUYORUM.” 6. HAR U N DO Ğ A N „I C H MACH E N U R AU TH ENTIS C H E G ES C H ICHTEN .“ 6. HAR U N DO Ğ A N “I C R E AT E AU T H EN TIC S TO RIES O NLY.”
Kasım 2014’te yağmurlu ve soğuk bir gün. Sanatçı ve girişimci Harun “Shark” Doğan’la Galata semtindeki atölyesinde buluşuyorum. Harun Doğan 1972 yılında Luzern’de Türk işçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi ve kanton Luzern’deki Eschenbach’ta büyüdü. Ama ilk iki yılı ailesinin memleketi olan Eskişehir’de teyzesinin yanında geçirdi. “Klasik bir göç hikâyesi,” diyor Harun Doğan. “Babam yurt dışındaki kalifiye işçilerle ilgili birçok iş ilanına başvurdu. Von Roll’da tesviye ustası olarak iş buldu ve annem de onun ardından iki yıl sonra Eschenbach’a gitti.” Babasının yurtdışına gitme cesaretinden memnun çünkü bu sayede gelişimi için iyi bir başlangıç yapma şansını elde etti.
“ O N B I R YA Ş I N D AY K E N TA K I K O L E K S I Y O N U M L A I L K PA R A M I K A Z A N D I M . ”
Harun Doğan henüz anaokuluna gitmeden önceki çocukluk anılarını çok net ve de severek hatırlıyor. “Anahtar çocuk” (ailesi çalıştığı için gün boyu yalnız kalan çocuklar için kullanılan bir tabir) olarak Brunner ailesinde çok sık kalıyordu. “Dört cüretkâr ve ilginç çocuğun ve bir kızın olduğu, deneysel, eğlenceli ve gürültülü bir aileydi. Çok çılgın oyunlar oynuyordurk. Bu hoşuma gidiyordu.” Bu kırsal çevrede büyüdüğüne memnun, ona karşı ırkçı bir deneyim yaşamadı. “Ailemin farklı olduğunu zaten biliyordum. Dışarıda arkadaşlarımla birlikteyken bunun bir önemi yoktu. Çok hızlı dostluk kuruyordum.” Öğretmenleri de onu seviyordu, bazı derslerde başarılıydı ama tembeldi. Ailenin katı disiplini de bir etki yapmıyordu çünkü çeviriyi zaten kendisi yaptığından (ailesi çok az Almanca konuşabiliyordu) veli toplantılarını istediği gibi yönlendirebiliyordu. Okul için ders çalışmaktan yapılacak çok daha enteresan şeyler vardı. Örneğin babasının tam teşekküllü atölyesinde olduğu gibi. Fikirlerini gerçekleştirmesi için alet takımını kullanmasına izin verdiği için babasına hala büyük saygı duyuyor. “Eski Cola ve Fanta kutularından hippi küpeleri ve özel takılar yaptım. Bunlardan iki tanesini sınıfın en güzel kızlarına hediye ettim. Sonra patlama oldu. Herkes bu küperlerden istedi. Tanesini yedi Frank
Ein nasskalter Tag im November 2014. Den Künstler und Unternehmer Harun „Shark“ Doğan treffe ich in seinem Atelier im Galata-Quartier. Harun Doğan kommt 1972 in Luzern als Sohn einer tür kischen Gastarbeiterfamilie auf die Welt und wächst in Eschenbach im Kanton Luzern auf. Die ersten zwei Lebensjahre verbrachte er allerdings bei einer Tante in Eskişehir, dem Heimatort seiner Eltern. „Eine klassische Migrationsgeschichte“, meint er dazu, „mein Vater bewarb sich auf eine der vielen Stellenangebote für Facharbeiter im Ausland und nahm eine Stelle als Feinmechaniker bei Von Roll an und meine Mutter folgte ihm nach zwei Jahren nach Eschenbach.“ Er sei froh, dass der Vater den Mut gehabt habe, auszuwandern und damit auch für seine Entwicklung gute Startchancen geschaffen habe.
A cold wet November day in 2014. I meet the artist and businessman Harun “Shark” Doğan in his studio in the Galata quarter of Istanbul. Harun Doğan was born in Lucerne as the son of a Turkish migrant worker family in 1972. He grew up in Eschenbach in Canton Lucerne but spent the first two years of his life with his aunt in Eskişehir, Turkey, his parents’ native city. “A classic story of migration,” he says. “My father applied for one of the many jobs for skilled employees on offer abroad and accepted a position as precision mechanic at Von Roll. My mother followed him to Solothurn two years later.” Harun Doğan is happy that his father had the courage to emigrate and thereby create a good foundation for his son’s personal and professional development.
„ I C H WA R E L F U N D VERDIENTE MEIN ERSTES GELD MIT EINER SCHMUCKKOLLEKTION.“
“ I WAS E L EV E N A N D EARNED MY FIRST MON EY WITH A JEWELRY COLLECTION.”
Harun Doğan erinnert sich gut und gerne an die Zeit, in der er als kleiner Junge, noch bevor er in den Kindergarten ging, sich als sogenanntes Schlüsselkind oft bei der Familie Brunner aufhielt. „Es war eine progressive, lustige und laute Familie mit vier frechen und interessanten Jungs und einem Mädel und wir haben die verrücktesten Spiele gemacht. Das gefiel mir.“ Überhaupt sei er froh, dass er in diesem ländlichen Umfeld aufgewachsen sei, Ressentiments gegen ihn als Ausländer habe er nicht erfahren. „Ich wusste schon, dass unsere Familie anders ist. Draussen mit meinen Kumpels spielte das keine Rolle. Ich schloss schnell Freundschaft en“. Auch bei den Lehrern sei er beliebt gewesen, in einzelnen Fächern auch gut, aber faul. Da habe auch die Strenge der Eltern nichts bewirken können und die Lerngespräche habe sowieso er als Übersetzer – die Eltern konnten nur wenig Deutsch – in der Hand gehabt. Es habe einfach sehr viel Interessanteres zu tun gegeben als das Lernen für die Schule. Zum Beispiel in der top ausgerüsteten Werkstatt seines Vaters. Er rechne es seinem Vater heute noch hoch an, dass er ihm das handwerkliche Rüstzeug
Harun Doğan has fond memories of his time before attending kindergarten, when he stayed with the Brunner family as a so-called latchkey child. “It was a progressive, funny and loud family with four bold and interesting boys and one girl. We often played the craziest games. I loved that.” If anything, he was happy to have grown up in this rural environment, where he never experienced any animosity towards him as a foreigner. “I already knew that our family was different. But when I played outside with my pals, it never mattered. I always made friends quickly.” His teachers liked him too, he excelled in some subjects, but he was lazy. Even his parents’ strictness could not change anything because of their limited knowledge of German. As their translator during parent-teacher meetings Harun controlled the conversation with his teachers. He had so many more interesting things to do than study for school, for example busy himself in his father’s well equipped workshop. To this day Harun Doğan holds his father in high regard for providing him with the technical knowledge and skills for the realization of his ideas.
62 / 63
PORTRELER
karşılığında sattım. Talebi karşılamakta güçlük çekiyordum.” Harun meraklı bir çocuktu ve on iki yaşındayken bilgisayar dergileri okuyordu. 1985 yılında, on üç yaşındayken okul temizliği yaparak kazandığı parasıyla Manor’dan Commodor 64 satın aldı. Ortaokul öğretmeni bugün hala Harun’un ona bir bilgisayar’ın nasıl çalıştığını anlattığı günleri hatırlıyor.
P O R T R ÄT S
für die Umsetzung seiner Ideen vermittelt habe. „Aus alten Cola- und Fanta-Dosen stellte ich Hippie Schmuck her, Ohrringe. Zwei davon schenkte ich den schönsten Mädchen in der Klasse. Dann ging’s los. Alle wollten diese Ohrringe, das Stück für sieben Franken. Ich kam fast nicht mehr nach mit dem Produzieren.“ Er war ein neugieriges Kind, las mit zwölf Computerzeitschriften und kaufte sich 1985 als Dreizehnjähriger bei Manor von seinem eigenen Geld, das er mit Schulhaus-Putzen verdient hatte, einen Commodore 64. Noch heute erinnere sich sein Reallehrer daran, wie er ihm damals erklärt habe, wie ein Computer funktioniere.
„SCHON ALS TEENIE WUSSTE ICH, HIP HOP IST MEIN DING.“
“DAHA ILK GENÇLIK YILLARIMDA HIP HOP’UN BANA GÖRE OLDUĞUNU B I L I YO R D U M .”
On dört yaşında heyecanlı bir patenci olarak Luzern şehri onu çekmeye başladı. Orada aynı kafadan arkadaşlarıyla Hip Hop ortamı yarattılar ve sonraki yıllara damgalarını vurdular. Break dansçısı ve sanatçı “Shark” olarak Luzern’in sınırlarının ötesinde adını duyurdu. 1988’te Ice -T’nin “Colors” albümü çıktığında Harun Doğan Luzern’de bugüne kadarki en büyük Hip Hop partisini organize etti ve 1991’den itibaren dünyanın ilk renkli baskı grafitti dergisi “Make’t’Better”ı yayınladı. Yaklaşık yirmi yaşında bağımsızlığını kazandı ve Hip Hop kültürüne olan tutkusunu mesleğe dönüştürdü. İlk sokak-sanat-moda markalarından biri olan “wrecked industries” adlı firmayı kurdu. Grafitti sanatçısı olarak anlaşmalar yaptı, tuval üzerine grafitti, sprey boya ile binaların dış cephe duvarlarına dev grafittiler yaptı, grafik programları öğrendi, tişörtler için tasarım hazırlayıp baskı yaptı ve 1990’lı yıllarda bütün Avrupa’da yaklaşık 45 dükkanda satılan özel bir moda koleksiyonu yarattı. İsviçre’nin efsanevi Hip Hop grubu “wreckedmob”un kurucusu olarak grubun menajerliğini yaptı ve özel müzik ödülleri aldı. “Sürekli yoldaydım, turnelerdeydim ve birçok parti düzenledim, konserler verdim, resim yaptım, her şeyi Hip Hop adına yaptım. 2002’de her şeyi kestim. Kafam kazan gibi olmuştu. Şirketi sattım, Luzern’i terk ettim, Zürih’e taşınıp her şeye yeniden başladım,” diye anlatıyor Harun Doğan. Zürih’te grafik ve tasarıma yoğunlaştı, “Icon Lab” şirketini ve 2009’da ise Grafik Tasarım ajansı “Rawcut Desing Studio”yu kurdu.
Als Vierzehnjähriger und begeisterter Skater zog es ihn in die Stadt, nach Luzern, wo er mit Gleichgesinnten die Hip Hop Szene begründete und diese in den folgenden Jahren wesentlich prägte. Er machte sich als Breakdancer und Graffiti-Künstler „Shark“ einen Namen weit über Luzern hinaus. 1988, als Ice-T‘s Album „Colors“ erschien, organisierte Harun Doğan die bis dato grösste Hip-Hop-Party in Luzern und ab 1991 publizierte er «Make`t`Better» – das erste Graffiti-Magazin der Welt in Farbe. Mit knapp zwanzig Jahren machte er sich selbständig und seine Leidenschaft für die Hip-Hop-Kultur zum Beruf. Er gründete die Firma „wrecked industries“, eine der ersten Street-Art-Fashion Brands. Er erhielt Aufträge als Graffiti-Künstler, malte auf Leinwand und besprayte ganze Hauswände, brachte sich Grafikprogramme bei, bedruckte T-Shirts und kreierte eine eigene Modekollektion, die in den 1990er Jahren in rund 45 Läden in ganz Europa verkauft wurde. Er war Manager und Gründer der legendären Schweizer Hip Hop Band „wrecked mob“ und hatte ein eigenes Plattenlabel. „Ich war viel unterwegs, auf Tournee, habe viele Partys organisiert, Konzerte gegeben, gemalt, viel gemacht – alles im Namen von Hip Hop. 2002 musste ich einen Schnitt machen. Es begann mir alles, über den Kopf zu wachsen. Ich verkaufte die Firma, verliess Luzern, zog nach Zürich und begann neu“, erzählt Harun Doğan In Zürich konzentriert er sich auf Grafik und Grafikdesign, gründet die Firma „Icon Lab“ und 2009 die Grafikdesign-Agentur „Rawcut Design Studio“.
„MICH INTERESSIERTE SCHON IMMER ‚DAS ANDERE‘.“
Die Idee, in Istanbul ein zweites Studio aufzubauen, trug er jahrelang im Kopf herum. Doch nie fand er die richtigen Partner. Die Türkei kannte Harun Doğan als Kind von den Ferien bei den Verwandten in Eskişehir. Später habe die Familie dann eine Ferienwohnung in Ayvalık gekauft und sie hätten jeweils noch zwei Wochen am Meer verbracht. Erste geschäftliche Kontakte habe er Mitte der 1990er Jahre gehabt, als er gemeinsam mit einem Secondo, der in die Türkei zurückging, eine Produktion im Textilbereich gestartet habe. Die Zusammenarbeit sei schwierig gewesen und er habe sie nach einigen Jahren beendet. Doch der Kontakt zur türkischen Bekleidungsindustrie blieb und verhalf zu einigen grossen Aufträgen, zum Beispiel vom türkischen Kleiderlabel Colins. Istanbul liess ihn nicht mehr los. Harun Doğan fand in seinem Schwager, der
“I made hippie jewelry like earrings from old Coca Cola and Fanta soda cans. I gave two pairs to the most beautiful girls in class, which started the demand. I charged seven Swiss Franks a pair and struggled to produce them fast enough.” As a child Harun was filled with curiosity. He read computer magazines at the age of twelve. In 1985, when he was fourteen, he bought a Commodore 64 with the money earned from cleaning the school halls. His secondary school teacher still remembers how Harun Doğan taught him the workings of a computer.
“A L R E A DY A S A T E E N A G E R , I K N EW H I P H O P WAS M Y THING.”
As a fourteen year old enthusiastic scater he was drawn to the city, more specifically to Lucerne, where he founded the Hip Hop scene with likeminded youths and influenced it profoundly in the following years. He made a name for himself beyond Lucerne as the break-dancer and graffiti artist “Shark”. In 1988, when Ice-T’s album “Colors” was released, Harun Doğan organized the then biggest Hip-Hop party in Lucerne. In 1991 he began publishing “Make’t’Better,” one of the first graffiti magazines in color worldwide. When he was barely twenty years old he became an entrepreneur and made his passion for Hip-Hop culture his profession. He founded the company “Wrecked Industries,” one of the earliest street art fashion brands. He received commissions as a graffiti, made paintings on canvas, sprayed entire house walls, taught himself graphic programs, printed t-shirts and created his own fashion collection, which sold in forty-five shops in different European countries. Harun was co-founder and manager of the legendary Swiss Hip-Hop band “Wrecked Mob” and had his own record label. “I toured a lot, organized many parties, played concerts, painted, everything in the name of Hip Hop. In 2002 I had to stop. Things started to get out of hand. I sold the company, left Lucerne for Zurich and started all over,” Harun Doğan says. In Zurich he focussed on graphic design. He founded the company “Icon Lab” and in 2009 the graphic design agency “Rawcut Design Studio.”
“ I W A S A L W AY S INTERESTED IN ‘THE OTHER’.”
For years he had had the idea in mind to open another studio in Istanbul but never found the right partners. Harun Doğan knew Turkey from school holidays spent with relatives in Eskişehir. Later his family bought a vacation home in Ayvalık where he would enjoy an additional two weeks on the coast with his family. Harun had established his first business contacts in the mid 1990s, when he began to produce textiles together with a “Secondo” (the name for second generation migrant children) who had gone back to Turkey to start a textile manufacturing business. The collaboration was difficult and Harun ended it after a few years. But contacts to the Turkish fashion industry remained and they helped him to land a number of huge commissions, for example for the Turkish fashion label Colin’s. By that time he could not let go of Istanbul anymore. In 2012 Harun Doğan partnered up with his brother-in-law, a graphic designer and ideal partner, as it
HARUN DOĞAN
“‘DIĞERİ’ HER ZAMAN I LG I M I Ç E K M I ŞT I R .”
İkinci reklam ajansını İstanbul’da açma fikri yıllardır kafasında vardı. Ama uygun bir ortak bulamıyordu. Harun Doğan çocukken ailesiyle tatil zamanlarını Eskişehir’deki akrabalarının yanında geçirdiğinden Türkiye’yi tanıyordu. Daha sonra ailesi Ayvalık’ta bir yazlık satın aldı ve yazları iki haftalarını deniz kenarında geçirmeye başladılar. İlk mesleki ilişkilerini 1990’ların ortasında kurdu. Türkiye’ye geri dönen bir arkadaşıyla tekstil alanında ortak bir şeyler yapmaya başladı. Birlikte çalışmak zor oldu ve bu ilişkiye birkaç yıl sonra son verdi. Ama Türk giyim endüstrisiyle bağlantıları vardı ve bu sayede birkaç büyük iş aldı. Örneğin Türk giyim markası Colins gibi. Artık İstanbul peşini bırakmıyordu. Harun Doğan kendisi gibi grafik tasarımcı olan kız kardeşinin eşi ile ideal bir ortaklık kurdu ve “Rawcut Design Studio İstanbul” hayata geçti. O zamandan beri her ay birkaç günlüğüne İstanbul’a geliyor. İşinde başarılı olmak için her iki kültürü tanımak önemli: “Burada beş İsviçreli’nin oturduğunu düşün. Bu bir işe yaramaz” diyor ve fikrini şöyle açıklıyor: “Doğru kelimeleri seçmek gerekir, İsviçre’deki yöntemlerle burada çalışılamaz,buradaki insanların düşünce tarzını iyi bilmek gerekir. Müşterilerimizle birlikte dışardan gelen bilgiyi kendi içimizdeki iş bilgisi ile ve arzu edilen amaçlarla ilişkilendirmeyi başarırsak amacımıza ulaşmış oluruz. Söz konusu olan orijinallik. Herkes modern ve Avrupalı olmak istiyor ve bunu kopya ediyor. Ama bizim işimizde kendine özgü olanı bulmak, farklı olan ile otantik bir hikaye yaratmak, yeniyi ve kendi kimliğini bulmak esas olan.” 2015’in sonundan itibaren kız kardeşi Aylin, “Rawcut”un İstanbul’daki şubesinde çalışmaya başlıyor ve “aile şirketi” ile çember tamamlanıyor.
PORTRAITS
ebenfalls Grafiker ist, den idealen Geschäftspartner für das „Rawcut Design Studio Istanbul“. Seither reist er jeden Monat für einige Tage nach Istanbul. Für den Erfolg seiner Arbeit, sei es wichtig, beide Kulturen zu kennen: „Stell dir vor, hier würden fünf Schweizer sitzen. Das funktioniert nicht“, sagt er und begründet seine Meinung so: „Man muss die richtigen Worte wählen, man kann nicht mit den gleichen Methoden arbeiten, muss wissen, wie sie ticken. Wenn es uns gemeinsam mit unseren Kunden gelingt, das Knowhow von aussen mit dem Knowhow von innen und dem angestrebten Ziel zu verbinden, dann sind wir erfolgreich. Es geht um Authentizität. Alle wollen modern, europäisch sein und kopieren. Doch in unserer Arbeit geht es darum, das eigene Ding zu finden, das Andere, die authentische Geschichte, es geht um eine neue, eigene Identität.“ Und wieder schliesst sich der Kreis: Seit Ende 2015 arbeitet seine Schwester Aylin auch in der Istanbuler Filiale von Rawcut und ein Stück „Familienbetrieb“ nimmt sein geschichtlichen Lauf…
turned out. Together they founded “Rawcut Design Studio Istanbul”. He has been going to Istanbul for a few days each month ever since. It is important for his business success to know both cultures. “Imagine five Swiss people in charge of this company. It wouldn’t work,” he says and explains: “You must choose the right words, you cannot use the same methods, you need to know how they think. If together with our client we manage to combine the knowledge from the outside with the knowledge from inside to reach the aspired goal we’ll be successful. It is all about authenticity. Everyone wants to be modern, European, and they want to copy. But in our line of work it is essential to find your own way of doing things, the other, the authentic story; it is about your own new identity.” And so we have come full circle: Since the end of 2015 Harun’s sister Aylin has been working in the Istanbul branch of “Rawcut Istanbul” and a new historic tale of a “family business”.
64 / 65
PORTRELER
P O R T R ÄT S
HARUN DOĞAN
PORTRAITS
66 / 67
PORTRELER
P O R T R ÄT S
HARUN DOĞAN
PORTRAITS
68 / 69
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
7. İ SMİ H A N TO PAÇ “H E R ZA M A N N E DÜŞ Ü ND Ü Ğ Ü M Ü S Ö Y LED IM.” 7. İ SMİ H A N TO PAÇ „IC H HAB E I M M ER G ES AG T, WAS IC H D ENKE.“ 7. İ SMİ H A N TO PAÇ “I HAV E A LWAYS S PO K EN M Y M IND.”
İsmihan Topaç 1970 yılında St.Gallen kantonuna bağlı Grabs’ta, bir Türk işçi ailesinin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Flawil’de Bühler firmasında metal tesviyecisi olarak çalıştı. Annesi daha çok ev hanımıydı ama zaman zaman HABIS (1995 yılında faaliyetine son verdi) ve FLAWA isimli tek stil fabrikalarında çalıştı. İsmihan, Flawil’de ormanın kenarında bir apartmanda büyüdü. “On iki kişilik bir gruptuk, ormanda ve nehrin kenarında oyun oynardık. İtalyan bir aile dışında herkes İsviçreliydi.” Babasının kurucuları arasında yer aldığı dernekte Türkiye’den gelen diğer ailelerle iletişim kuruyorduk, diye anlatıyor İsmihan Topaç. Topaç ailesi yaz tatillerini İstanbul’da geçiriyordu. Babası İstanbul’daki evini yeniliyordu ve çocuklar çok sıkılıyordu. Deniz kenarında kampa gitmeyi heyecanla bekliyorlardı. Daha sonra babası karısı ve çocuklarının ısrarı üzerine bir yazlık satın aldı. Ondan sonra yaz tatilleri keyifli bir hal aldı, diye anlatıyor İsmihan Hanım. Ancak uzun yolculuk zahmetli oluyordu. Çocukken arabayla Bulgaristan’dan geçerken korkunç bir kaygı duyuyorlardı. Çok tehlikeli olduğu söylenen yolda babası 400 kilometre boyunca asla durup mola vermezdi.
“OKULU TÜRKIYE’DE KEŞFETTIM.”
Babası İsviçre’de 55 yaşında erken emekli olup 1986 yılında İstanbul’a dönmeye karar verince o da ailesiyle birlikte dönmek zorunda kaldı. Daha sonra, diyor İsmihan Topaç, bu karardan memnun oldum. İstanbul’da Cağaloğlu Anadolu lisesinin edebiyat bölümünde okudu. Türk devletinin Avusturya, Almanya ve İsviçre’de çalışan işçi ailelerinin çocukları için özel olarak kurduğu bir liseydi bu. Derslerin bir kısmı Almanca, bir kısmı Türkçe veriliyordu. Başlangıçta bu hiç kolay olmadı, tüm bu değişim kültür şoku yaşamasına neden oldu: Okul üniformaları, disiplin ve Türkçe. Hepsi onun için yeniydi. Ama o bütün bu meydan okumaların üstesinden gelip iyi bir öğrenci olmayı başardı. Ve anlatıyor: “İsviçre’de okul benim için önemli değildi, sadece geçmem gerekiyordu. Herkes, zaten sadece meslek okuluna devam edebileceğimi, başka şansım
Ismihan Topaç kam 1970 in Grabs, Kanton St. Gallen, als drittes Kind einer türkischen Gastarbeiterfamilie auf die Welt. Der Vater arbeitete als Konstruktionsschlosser bei der Firma Bühler in Flawil, die Mutter war hauptsächlich Hausfrau und zeitweise in den Textilfabriken HABIS, die ihren Betrieb 1995 einstellte, und FLAWA tätig. Aufgewachsen ist sie in Flawil, in einem Mehrfamilienhaus, oben am Wald rand. „Wir waren eine Gruppe von zwölf Kindern, waren viel draussen im Wald, spielten am Bach. Es gab noch eine italienische Familie, sonst waren alles Schweizer.“ Den Kontakt zu anderen Familien aus der Türkei hätten sie im Verein, den der Vater mitbegründet hatte, gepflegt, erzählt Ismihan Topaç. Die Sommerferien verbrachte die Familie in Istanbul, der Vater renovierte sein Haus, die Kinder hätten sich gelangweilt und konnten die Tage auf dem Campingplatz am Meer kaum erwarten. Später habe der Vater auf Drängen der Kinder und seiner Frau eine Ferienwohnung gekauft. Sie habe sich gefreut auf die Sommerferien, erzählt Ismihan Topaç. Nur die lange Reise sei mühsam gewesen. Sie hätten als Kinder immer schreckliche Ängste ausgestanden, wenn sie durch Bulgarien fuhren. Der Vater habe während dieser 400 Kilometer langen Strecke nie angehalten. Es sei zu gefährlich, hiess es immer.
„DIE SCHULE ENTDECKTE ICH IN DER TÜRKEI.“
Als ihr Vater sich in der Schweiz 55-jährig frühzeitig pensionieren liess und 1986 beschloss, nach Istanbul zurück zu kehren, musste sie mit. Im Nachhinein, meint Ismihan Topaç, sei sie glücklich darüber. Sie besuchte in Istanbul das Anadolu Lisesi mit Schwerpunkt Literatur, ein Gymnasium, das der türkische Staat speziell für die Kinder der Gastarbeiterfamilien in Österreich, Deutschland und der Schweiz eingerichtet hatte. Ein Teil der Fächer wurde in Deutsch unterrichtet, ein anderer in Türkisch. Zu Beginn sei es ganz und gar nicht einfach, der Wechsel ein Kulturschock gewesen: Schuluniformen, Disziplin und die türkische Sprache – alles neu. Doch sie nahm die Herausforderung an und wurde eine gute Schülerin.
Ismihan Topaç was born in 1970 in Grabs, Canton St. Gallen, as the third child of a Turkish migrant worker family. Her father was employed as a metalworker at the company Bühler in Flawil, her mother, a housewife, worked part-time in the textile factories HABIS, which went out of business in 1995, and FLAWA. Ismihan grew up in an apartment block on a hill at the edge of the woods in Flawil. “We were a group of twelve kids, spent a lot of time in the woods and played down by a creek. There was also an Italian family, all the others were Swiss.” They kept in touch with other Turkish families through the association her father had helped to found, Ismihan said. The family spent school holidays in Istanbul. While her father was busy renovating their house there, the kids were bored, impatiently waiting for the day to go to the sea and for their stay at a camping ground. Later the family persuaded the father to buy a holiday home, and from then on Ismihan always looked forward to the school holidays, with exception of the long trip by car which was exhausting. Travelling through Bulgaria was a terrifying experience, not least because their father never stopped for a rest on the whole stretch of four hundred kilometres. It was said to be too dangerous.
“I DISCOVERED SCHOOL IN T U R K E Y. “
When her father retired at the age of fifty-five and decided to return to Istanbul in 1986, her parents insisted that she came with them. Looking back, Ismihan is happy about this decision. She attended the Anadolu Lisesi in Istanbul where she focussed on literary studies. The high school had been set up by the Turkish government specially for Germanspeaking migrant worker children from Austria, Germany and Switzerland. Some of the subjects were taught in German, others in Turkish. The beginning was not easy, change came as a culture shock: school uniforms, discipline, the Turkish language – everything was new. But she rose to the challenge and became a very good student. Ismihan said:
70 / 71
PORTRELER
P O R T R ÄT S
In Switzerland I didn’t care much about school, I just wanted to get through. Everyone told me, an apprenticeship is the limit, for you there are no other opportunities. Turkey was different in this respect. It was here that I discovered school and learning, and to this day I yearn for knowledge.”
“A S U I T C A S E A N D 4 0 0 SWISS FRANKS.”
olmadığını söylerdi. Ancak Türkiye’de her şey bambaşkaydı. Burada okulu ve öğrenmeyi keşfettim ve bu sayede bugüne kadar öğrenmeye meraklı biri olarak kaldım.”
“ B I R B AV U L V E C E B I M D E 400 İSVIÇRE FRANKI.”
İsmihan Topaç İstanbul’a dönmek istemiyordu. Bunu anne babası da biliyordu. Babası on altı yaşındaki kızıyla bir anlaşma yaptı. Okulu bitirir bitirmez istediğini yapabilecekti. Üç yıl sonra liseyi bitirdi ve yeniden İsviçre’ye gitti. “Bir bavul ve cebimde 400 İsviçre Frankı ile çok geçmeden Flawil’deki erkek kardeşimin evinin kapısındaydım.” diye hatırlıyor İsmihan Topaç. Türkiye’de eğitimini sürdürebilme imkanı olmasına rağmen o yeniden İsviçre’ye taşınmayı tercih etti. Oradaki hayatın daha fazla özgürlük vaad etmesi onu cezbediyordu. Ama karşılaştığı gerçek, hayalleriyle örtüşmedi. Kız arkadaşları sadece evlilikten ve çocuk sahibi olmaktan bahsediyordu. Bunlar onun hiçbir şekilde ilgisini çekmeyen konulardı. 1980’lerin sonunda St. Gallen’de büyük iş imkânlarına rağmen bir ofis işi bulmak neredeyse imkânsızdı. O zamanlar Zürih’te yaşayan kız kardeşi ona kanton sınırlarının dışında iş başvurusunda bulunmayı önerdi.
“HIÇBIR ZAMAN EVLENMEK ISTEMEDIM. HIÇ ÇOCUĞUM OLMADI. BUNLAR BANA GÖRE DEĞILDI. HER ZAMAN ILERLEMEK ISTEDIM.”
Zürih’te daha başarılı oldu. Bir günde yedi iş görüşmesi yaptı ve yedisinden de olumlu yanıt aldı, diye anlatıyor İsmihan Topaç. İlk olarak Leu bankasında iş buldu. Bu sırada eğitimini sürdürüyor, bağımsız projeler gerçekleştirebiliyordu. Böylece kariyer basamaklarını hızla tırmanıyordu. Dört yıl sonra St. Gallen kantonunun yönetimindeki iş ve işçi bulma kurumunda yetkili memur olarak çalışmaya başladı. St. Gallen kantonuna geri dönmesinin kişisel nedenleri de vardı. İsviçre’de geçirdiği onca yıl sonra artık İsviçre vatandaşı olmak istiyordu. Fakat eviyle işi arasında gidip gelmek zor oluyordu.
Sie erzählt: „In der Schweiz war mir die Schule egal, ich musste nur durchkommen. Alle sagten, Du wirst eh nur eine Lehre machen, eine andere Chance wird es für dich nicht geben. In der Türkei war es anders, ich entdeckte die Schule und entdeckte das Lernen und bin es bis heute wissbegierig geblieben.“
„EIN KOFFER UN D 400 SCHWEIZER FRANKEN.“
Ismihan Topaç wollte nicht zurück nach Istanbul. Das wussten ihre Eltern. Der Vater traf mit der Sechzehnjährigen eine Abmachung: Sobald sie einen Schulabschluss habe, könne sie Tun und Lassen, was sie wolle. Nach drei Jahren beendete sie das Gymnasium und ging wieder in die Schweiz. „Mit einem Koffer und 400 Schweizer Franken stand ich wenig später in Flawil bei meinem Bruder vor der Tür“, erinnert sich Ismihan Topaç. Obwohl sie in der Türkei hätte studieren können, zog sie es vor, wieder in die Schweiz zu ziehen. Das Versprechen eines freiheitlicheren Lebens lockte sie. Doch, was sie antraf, entsprach nicht ihren Vorstellungen. Ihre Freundinnen hätten nur vom Heiraten und Kinder kriegen gesprochen. Ein Thema, das sie ganz und gar nicht interessiert habe. In St. Gallen war es trotz grossem Stellenangebot Ende der 1980er Jahre aussichtslos, eine Arbeit im Büro zu finden. Da habe ihr ihre Schwester, die damals in Zürich gewohnt habe, den Tipp gegeben, sich über die Kantonsgrenze hinaus zu bewerben.
„ I C H W O L LT E N I E H E I R AT E N . I C H H A B E K E I N E K I N D E R . DAS WA R NIE SO MEIN DING. ICH W O L LT E I M M E R W E I T E R . “
In Zürich hatte sie mehr Erfolg. „Ich hatte an einem Tag sieben Bewerbungsgespräche und sieben hätten mich genommen“, erinnert sich Ismihan Topaç. Sie fand eine Stelle in der Bank Leu, besuchte Weiterbildungen, konnte eigenständig Projekte durchführen. Es ging die Karriereleiter hoch. Nach vier Jahren wechselte sie in die kantonale Verwaltung St. Gallen als Sachbearbeiterin bei der Arbeitslosenkasse. Die
Her parents knew that Ismihan had not wanted to return to Istanbul. So her father made a deal with his sixteen-year old daughter, telling her that as soon as she had finished school, she could do whatever she liked. Three years later she got her degree from high school and returned to Switzerland. “Shortly afterwards, I was standing at my brother’s doorstep in Flawil. I had a suitcase and 400 Swiss franks on me”, Ismihan remembers. Even though she could have attended university in Turkey, she preferred to return to Switzerland. The idea of a somewhat more liberal lifestyle sounded promising. But what she found did not match her expectations. All her girlfriends talked about was marriage and children, a topic she was not interested in at all. At the end of the 1980s it was impossible for her to find an office job in St. Gallen. Her sister, who at the time was living in Zurich, told her to apply for a job elsewhere, beyond St. Gallen.
“ I N EV E R WA N T E D TO G ET M A R R I E D A N D H AV E C H I L D R E N . I T WAS N EV E R M Y T H I N G . I A LW AY S WA N T E D M O R E .”
In Zurich she had more success. “On a single day I had seven interviews and all seven employers would have taken me on”, Ismihan said. She found a position at Bank Leu, visited further training courses and was given own projects to work on, allowing her to climb the career ladder. After four years she switched jobs and started as a caseworker in the cantonal unemployment bureau in St. Gallen. Ismihan also had personal reasons for returning to St. Gallen: she wanted to become a Swiss citizen. Commuting between Flawil, where she lived, and Zurich, where she worked, was exhausting. She could not change her place of residence because if she did, she would have had to wait at least another six years to re-apply for citizenship. After she became a Swiss citizen in 2000, she went to live in Canton Zurich. She switched jobs several times before moving to Izmir in 2013, working, among others, for Coca Cola Beverages, Import Parfumerie, Credit Suisse, Raiffeisen Bank and Zurich Cantonal Bank.
“WHEN MY MOTHER DIED, W E W E N T T O I S TA N B U L , A N D I T W A S T H E N T H AT , FOR THE FIRST TIME, I THOUGH OF GOING BACK TO T U R K E Y. ”
In general, she liked her life in Switzerland, but quite often she also experienced discrimination – sometimes subtle, other times more open – and this bothered her. Unlike her parents, who had never stood up for themselves, she had always spoken her mind and never shied away from confrontations.
İ S M I H A N T O PAÇ
Evini değiştirmesine imkân yoktu çünkü vatandaşlık için yeni bir başvuruda bulunmadan önce bir yerde en az altı yıl kalması gerekiyordu. 2000 yılında İsviçre vatandaşı olduktan sonra Zürih’e taşındı. Defalarca iş değiştirdi. Coca Cola Beverages, Import Parfümerie, Credit Suisse, Raiffaisenbank ve Zürcher Kantonalbank’ta çalıştı.
“A N N E M Ö L D Ü Ğ Ü N D E İ S TA N B U L’ A G I T T I K V E ORADA ILK KEZ YENIDEN GERI DÖNEBILECEĞIMI DÜŞÜNDÜM.”
İsviçre’deki hayatı genelde mutlu geçti. Ama bazen bilinçdışı, bazen de açık bir biçimde dışlayıcı tavırlara maruz kaldı. Bu gibi durumlarda bir şey söylemeye cesaret edemeyen anne babasından farklı olarak kendisi hakkını hep savundu, çatışmalardan hiç çekinmedi. İsmihan Topaç yeni bir şeyler yapmak istiyordu. Otuzlu yaşların sonunda neler yapabileceğini sorguladı. Geceleri kendi başına resim yapmaya başladı. Resimleri arkadaşlarına hediye ediyordu. Bir Medyum’a gitti ve tavsiyesi üzerine güzellik uzmanı olmaya karar verdi. Aynı zamanda göç etme kararı olgunlaşıyordu. Beş yıl önce annesi vefat ettiği zamanlar, kız kardeşiyle beraber sık sık İstanbul’a gelmeye başladığında bunu ilk kez düşündü. Ve 2013’ün ilkbaharında İsmihan Topaç İzmir’de yeni bir hayata başladı. Orada güzellik uzmanı olarak çalışıyor. İşleri iyi gidiyor. Resim yapmayı bıraktı. Manto tasarımları yapıyor onları diktiriyor ve güzellik salonunda satıyor. İsviçre ile olan bağı her zamanki gibi çok sıkı. Her gün Tages-Anzeiger’i (günlük bir gazeteyi) okuyor ve İsviçre’deki arkadaşlarıyla her gün telefonda konuşuyor.
PORTRAITS
Rückkehr in den Kanton St. Gallen hatte auch persönliche Gründe: sie wollte sich nun nach vielen Jahren in der Schweiz, einbürgern lassen. Das Pendeln war anstrengend. Einen Wohnsitzwechsel konnte sie sich nicht leisten, da sie an einem neuen Wohnort mindestens sechs Jahre hätte warten müssen, bevor sie einen neuen Antrag auf Einbürgerung hätte stellen können. Nachdem sie 2000 Schweizer Bürgerin geworden war, zog sie in den Kanton Zürich, wechselte ihre Stelle mehrmals, bevor sie, 2013 nach Izmir umsiedelte. Coca Cola Beverages, Import Parfümerie, Credit Suisse, Raiffaisenbank und Zürcher Kantonalbank waren in diesen Jahren ihre Arbeitgeber.
„ALS MEINE MUTTER S TA R B , G I N G E N W I R N A C H I S TA N B U L U N D D A H A B E ICH ZUM ERSTEN MAL G E DAC H T, I C H KÖ N N T E JA AUCH WIEDER ZURÜCK.“
Sie sei zufrieden gewesen mit ihrem Leben in der Schweiz. Dennoch habe sie immer wieder unterschwellig und bisweilen auch ganz offen Diskriminierung erfahren. Anders als ihre Eltern, die sich nicht getraut hätten, etwas zu sagen, habe sie kein Blatt vor den Mund genommen und die Konflikte nicht gescheut. Ismihan Topaç suchte nach neuen Wegen, fragte sich als Enddreissigerin, was könnte ich noch anpacken in meinem Leben. Sie beginnt, zu malen, nachts für sich. Die Bilder schenkt sie ihren Freundinnen und Freunden. Sie besucht ein Medium, lässt sich beraten und beschliesst, eine Ausbildung als Kosmetikerin in Angriff zu nehmen. Gleichzeitig reift der Entschluss, auszuwandern. Das erste Mal dachte sie daran, als ihre Mutter vor fünf Jahren starb und sie mit ihrer Schwester öfters in Istanbul war. Im Frühling 2013 war es dann soweit. Ismihan Topaç beginnt ein neues Leben in Izmir. Sie arbeitet als Kosmetikerin. Das Geschäft läuft gut. Mit dem Malen hat sie aufgehört. Sie entwirft Mäntel, lässt sie nähen und verkauft sie in ihrem Kosmetiksalon. Mit der Schweiz ist sie nach wie vor eng verbunden: sie liest jeden Tag den Tages-Anzeiger und telefoniert täglich mit ihren Freundinnen und Freunden in der Schweiz.
Being in her late thirties Ismihan did some soul searching, asking herself what she really wanted to do in life. She started to paint at night, for herself, giving the finished paintings away to friends. She went to see a psychic for advice after which she decided to train as a cosmetician. At the same time she reached a decision concerning her return to Turkey. The first time she had thought about it was when her mother had died five years ago whilst staying in Istanbul with her sister. In spring of 2013 Ismihan was ready to start a new life in Izmir. Today she works as cosmetician. Business is good. She has stopped painting. Instead, she designs coats which she has made by a seamstress and and sell in her beauty salon. She still has strong ties to Switzerland. She reads the Tages-Anzeiger (a Swiss daily newspaper) and talks to her Swiss friends every day on the phone.
72 / 73
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
74 / 75
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
76 / 77
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
78 / 79
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ “H E R YER DE B I R A Z YABANC I” 8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ „ÜB E R A L L EI N B I S SC H EN F REM D “ 8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ “I AM A F O R EI G N ER EVERY W H ERE”
Müjde Tönbekici İstanbul’da doğdu. 1965 yılında üç yaşındayken ailesiyle birlikte İsviçre’ye, Windisch’teki Birrfeld’e yerleşti. Babası Brown Boveri’de (bugünkü ABB/ Aseon Brown Boveri Group) teknisyen, annesi büro elemanı olarak çalıştı. Müjde Hanım anaokulu ve ilkokulu Windisch’te okudu. 15 yaşındayken ailesinin tek ferdi olarak Türkiye’ye geri döndü, Bursa’da kız lisesine gitti ve bir yıl yatılı okudu. Bir yıl sonra babası, annesi ve kız kardeşi Türkiye’ye geri döndü. Babası hiçbir şekilde Türkiye’ye ayak uyduramadı ve İsviçre’ye geri döndü. Türkiye’yle ve ailesiyle olan bütün ilişkilerini kesti. Bu ayrılığı annesi duygusal olarak hiçbir zaman kabullenemedi ve bütün aile için bugüne kadar üstesinden gelemedikleri bir travma oldu, diyor Müjde Tönbekici.
“ERKEK ARKADAŞIMLA AY N I E V D E YA Ş A M A K BIR DEVRIMDI!”
1980 yılında mühendislik bilimleri fakültesine kayd olduğu İzmir’de ailesinden uzakta gerçekten özgür bir hayat yaşamaya başladı. Gerçi arkeoloji ya da güzel sanatlarda okumayı çok istedi ama herkes (annesi, akrabaları ve öğretmenleri) hep bir ağızdan şunu söyledi: bunlar para getirmeyen bölümler ama mühendislik eğitimi alırsan geleceğe güvenle bakabilirsin. “Farklı bir karar almadığıma halen pişmanım” diye anlatmaya devam ediyor Müjde Hanım. Bir mühendis olarak hiç çalışmadı aksine turizm alanında otelcilik, rehberlik ve gezi yazarlığı yaptı.
Deniz kenarındaki bu özgür şehirde yaşamak hoşuna gidiyordu. Kendisinin de ifade ettiği gibi, aileden bağımsız yaşamak ve genç bir kız olarak hayatının sorumluluğunu bilmek gibi, İsviçre’den getirdiği değerleri burada yaşayabiliyordu. Ancak kalacak bir yer bulmak o kadar kolay olmadı. Erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak istediğini söylediği her defasında bütün kapılar yüzüne kapandı. Küçük bir yalan söyleyip üç kız arkadaşıyla eve taşınacağını söyleyince işi yoluna koymayı başardı. “Anneme hiçbir zaman yalan söylemedim; bilmesi gereken her şeyi ona söyledim. Arkadaşlarıma karşı
In Istanbul geboren kam Müdje Tönbekici 1965 als Dreijährige mit ihren Eltern in die Schweiz, nach Birrfeld bei Windisch. Der Vater arbeitete als Techniker bei Brown Boveri (heute ABB Asean Brown Boveri Group Ltd.), die Mutter als Büroangestellte. Müdje besuchte die Primarschule und die Bezirksschule in Windisch. Als Fünfzehnjährige kehrte sie zunächst als einzige der Familie in die Türkei zurück, besuchte das Mädchengymnasium in Bursa und verbrachte ein Jahr alleine als Internatsschülerin. Vater, Mutter und die Schwester kehrten ein Jahr später ebenfalls in die Türkei zurück. Ihrem Vater gelang es allerdings nicht, in der Türkei Fuss zu fassen. Er kehrte zurück in die Schweiz und brach alle Beziehungen zur Türkei, selbst zur Familie ab. Diesen Bruch habe ihre Mutter emotional nie richtig verarbeitet, er sei für alle ein Trauma gewesen, das sie bis heute noch nicht verarbeitet hätten, sagt Müjde Tönbekici.
„MIT DEM FREUND ZUSAMMEN ZU ZIEHEN, DAS WA R R EVO LU T I O N Ä R !“
Für sie aber habe dann in Izmir, wo sie sich 1980 an der Fakultät der Ingenieurwissenschaften einschrieb, ein wirklich freies Leben fernab familiärer Aufsicht begonnen. Sie hätte zwar viel lieber Kunstgeschichte oder Archäologie studiert, aber alle – die Mutter, die Verwandten, die Lehrer – hätten gesagt, das sei ein brotloses Studium, mit einem Ingenieurstudium hätte sie Zukunftschancen. „Ich bereue es bis heute, dass ich mich nicht anders entschieden habe“, führt sie aus. Gearbeitet hat sie nie als Ingenieurin, sondern ist bis heute im Tourismus tätig, als Reiseleiterin, Reiseschriftstellerin und als Hotelier. Die offene Stadt am Meer gefiel ihr und sie konnte, wie sie es selber ausdrückt, wichtige Werte, die sie aus der Schweiz mitgenommen habe, wie die Emanzipation von der Familie und der Wille als junge Frau, ihr Leben selber in die Hand zu nehmen, umsetzen. Es sei nicht einfach gewesen, eine Wohnung zu finden, und als sie jeweils gesagt habe, dass sie mit
In 1965, as a three-year old kid, Müjde Tönbekici moved from Istanbul to Birrfeld near Windisch in Switzerland with her parents. Her father worked as a technician for Brown Boveri (today ABB, Asean Brown Boveri Group Ltd.), her mother as an office assistant. Müjde attended primary and secondary schools in Windisch. At the age of fifteen she went to Bursa, Turkey, on her own where she enrolled in the local high school for girls as a boarding student. A year later, her father, mother and sister also returned to Turkey. But her father failed to gain a foothold and returned to Switzerland. He severed all ties to Turkey, even to his family. Emotionally her mother never got over the separation, a trauma the family has never come to terms with up to this day, says Müjde.
“MOVING IN WITH MY B OY F R I E N D WAS L I K E S TA R T I N G R E V O L U T I O N ! ”
In 1980 she started a new, free life, away from parental observation, when she registered for a programme at the Department of Engineering at the Ege University in Izmir. She would have loved to study art history or archaeology, but everybody, including her mother, relatives and teachers, told her, that there was no money to be earned in these fields but that with a degree in engineering she would be able to find a well-paying job. “To this day I regret my decision”, she explains. She never worked as an engineer. Instead, she has been working in the tourism industry, as a travel guide, travel writer and hotel manager ever since. She liked Izmir, this open-minded city next to the sea. She was able to live out some of the important values she had brought with her from Switzerland, such as emancipation from her family and the courage to take life into her own hands, not an easy thing to do for a young Turkish woman. Finding an apartment was difficult. When she announced that she was planning to move in with her boyfriend, people usullay shut the door in her face. She had more success when she told the prospective landlord that she
80 / 81
PORTRELER
da açıktım ve dünya görüşümü her zaman savundum. Otuz yıldır hiç görmediğim arkadaşlarımla Facebook sayesinde yeniden görüştüğümde onları zamanında çok etkilediğimi söylerler. Ben genç ve eğitimli kadınlar için o zamana kadar bilinmeyen bir modeldim. Onlar hiç böyle yaşayamadıklarını ifade ediyorlar.” Müjde Tönbekici bunları misyonerlik amacıyla yapmıyor. Kendi değerlerini yaşayabilmek onun için her zaman çok önemliydi ve şunu belirtiyor: “Roma’ya giden birçok yol vardır.”
“A N N E M B A N A D A N A ETINDEN SUCUK ALMIŞTI, AMA DIĞERLERINDE D O M U Z E T I VA R D I . ”
Müjde Hanım Birrfeld’deki çocukluk anılarını hatırlayınca okuldaki, öteki olmanın acı verici bir deneyimini anlatmaya başlıyor. İsviçre’de sınıf olarak ormana gezintiye gitmek, ateş yakmak ve sucuk kızartmak gelenekseldir. Okul gezilerinden birinde arkadaşlarının hepsinde domuz eti varken bir tek onda dana etinden yapılma sucuk vardı. Ailesi dindar olmasa da bir Müslüman olarak hiç domuz eti yemiyorlardı. O an, bir çocuk olarak dışlanmanın rahatsız edici duygusunu yaşadı, sıkıntıdan ter bastı ve bir daha hiç okul gezilerine gitmek istemedi. “Tıpkı diğerleri gibi konuşsam ve öyle görünsem de onlardan farklı bir yaşam biçimim vardı.”
“ D E L I R D I N M I , KÖY D E N E YA PA C A K S I N ! ”
Müjde Tönbekici daha İzmir’deki eğitimi sırasında Kültür Bakanlığı’nın rehberlik kursuna gitti ve bu sayede sanata ve arkeolojiye olan ilgisini mesleğe dönüştürdü. Windisch’teki çocukluğu sırasında öğrendiği Almancası rehberlik alanında ona avantaj sağlıyordu ve İsviçre’den beraberinde getirdiği bir şey daha vardı: köye olan sevgisi. Bir zamanların Rum köyü olan Şirince ile ilgili 80’lerin ikinci yarısında bir roman okuyunca bu terk edilmiş yeri aradı. İlk görüşte oraya âşık oldum, diye anlatıyor. Yarı harap olmuş bir ahırı düşük bir fiyata satın aldı. Mütevazı birtakım değişiklikler yaparak onu bir eve dönüştürdü ve oraya yerleşti. Bu, o zamanlar için çok sıra dışı bir olaydı. Çünkü eğitimli Türk kadını genelde şehirde, eğitimsiz Türk kadını ise köyde yaşardı. Annesi onu bir türlü anlayamadı ve şunu söyledi: “Delirdin mi, köyde ne yapacaksın!” Eski kocası Sevan Nişanyan ile (Ermeni asıllı ünlü bir entelektüel) birlikte bir aile kurdular. Üç çocuğu Şirince’de büyüdü. Birçok seyahat yaptılar, turizm patlamasının yıkıcı etkilerine maruz kaldılar ve çoksatarlar listesine giren Küçük Otel Rehberi ile başka bir turizmin mümkün olduğuna dikkat çektiler. Şirince onların yoğun entelektüel faaliyetleriyle ulusal ve uluslararası alanda tanınmaya başladı. Bugün Şirince’nin sokakları turistlerle dolup taşıyor. Onlar da iki hektarlık bir arazinin üzerine konukları ağırlayabilecekleri bir otel tesisi kurdular. İllegal olarak, çünkü Şirince 80’lerin sonundan beri sit alanında yer alıyor. Yeni bir yapı inşa etmek bir yana evlerde en ufak bir değişikliğe bile izin verilmiyor. Değişiklikleri düzenleyecek yeni bir yasayı Şirince sakinleri 25 yıldan daha fazla bir zamandır bekliyor. Ancak fiili şekilde hiç kimse bu yasaya uymuyor. Bir tek iktidar partisini eleştiren Sevan Nişanyan tutuklandı. Kaçak inşaat yapmaktan birkaç kere hapis yattı.
“Zor değişimleri kabullenmekte hiç zorluk çekmedim, bu zorlukların beni yavaşlatmasına izin
P O R T R ÄT S
ihrem Freund zusammenziehen wolle, habe man ihr die Türe vor der Nase zugeschlagen. Geklappt hat es dann, weil sie sich einer Notlüge bediente und sagte, sie seien drei Studentinnen auf Wohnungssuche. „Ich habe meine Mutter nie angelogen, ihr so viel mitgeteilt, wie sie wissen musste. Meinen Freunden gegenüber war ich offen und verteidigte meine Welt anschauung. Dank Facebook komme ich jetzt in Kontakt mit Menschen, die ich 30 Jahre nicht mehr gesehen habe. Und sie sagen, dass ich ihnen damals imponiert hätte. Ich sei für sie ein bisher nicht gekanntes Modell einer jungen, gebildeten Frau gewesen. Selber hätten sie so nicht leben können.“ Müjde Tönbekici ist nicht missionarisch. Wichtig war und ist ihr bis heute, dass sie ihre Überzeugungen leben kann und meint: „Es gibt so viele Wege, die nach Rom führen“.
„MAMA KAUFTE MIR EIN E K A L B S B R AT W U R S T , A B E R A L L E H AT T E N E I N E N C E R V E L AT . “
Erinnert sich Müjde Tönbekici an ihre Kindheit in Birrfeld, dann erzählt sie von ihren Erlebnissen in der Schule und ihren schmerzhaften Erfahrungen, anders zu sein. In der Schweiz sei es üblich, dass man bei Klassenausflügen in den Wald gehe, ein Feuer mache und Würste brate. Alle hätten einen Cervelat gehabt, nur sie eine Kalbsbratwurst, denn als Muslime, auch wenn ihre Familie nicht gläubig gewesen sei, würden sie kein Schweinefleisch essen. Als Kind habe sie sich elend gefühlt, ausgeschlossen, habe Schweissausbrüche gehabt und wollte nicht mehr mit auf die Schulreisen. „Gesprochen habe ich gleich wie die andern, ausgesehen auch, aber die Lebensweise.“
„BIST DU VERRÜCKT KIND, WAS S U C H ST D U AU F D E M LANDE!“
Bereits während des Studiums in Izmir besuchte Müjde Tönbekici den Kurs des türkischen Kultur ministerium für Reiseleitung und machte ihr Interesse in Kunst und Archäologie zum Beruf. Ihr Deutsch, das sie während ihrer Kindheit in Windisch gelernt hatte, verschaffte ihr als Reiseleiterin Vorteile. Und noch etwas habe sie aus der Schweiz mitgenommen: ihre Liebe zum Landleben. Als sie in der zweiten Hälfte der 1980er Jahre einen Roman über das ehemals griechische Dorf Şirinçe las, suchte sie diesen verlassenen Ort auf. Es sei Liebe auf den ersten Blick gewesen, erzählt sie. Sie kaufte für wenig Geld einen halb zerfallenen Stall, baute ihn zu einem bescheidenen Wohnhaus um und liess sich in diesem Ort nieder. Das war damals ganz und gar nicht üblich. Denn gebildete Türkinnen und Türken hätten in der Stadt und ungebildete Türkinnen und Türken auf dem Land gelebt. Die Mutter habe sie nicht verstanden und gesagt: „Bist Du verrückt Kind, was suchst Du auf dem Lande!“ Gemeinsam mit ihrem früheren Ehemann Sevan Nişanjan, einem bekannten, armenischen Intellektuellen, gründete sie eine Familie. Ihre drei Kinder sind in Şirince aufgewachsen. Sie reisten viel, waren betroffen von den zerstörerischen Auswirkungen des Tourismusbooms und setzten mit ihrem Bestseller Küçük Otel Rehberi, einem Führer kleiner Hotels, ein Zeichen für einen anderen Tourismus. Şirince wurde durch ihre rege publizistische Tätigkeit national und international bekannt – heute sind
was moving in with three female students. “I never lied to my mother. I just told her as much as she needed to know. Towards my friends I was always open and never held back with my views. Thanks to Facebook, I am able to reconnect with people I haven’t seen for more than thirty years. They tell me that, at the time, I had impressed them. They regarded me as a new type of role model for young educated women. They would never have been able to live quite like I did.” Müjde Tönbekici is not out to convert people. To this day it is important to her that people live according to their own convictions and beliefs, under the motto, many paths lead to Rome, so to speak.
“MAMA BOUGHT VEAL SAUSAGE FOR ME, ALL THE OTHERS HAD PORK SAUSAGES.”
Looking back on her childhood in Birrfeld, Müjde Tönbekici told me stories about her days at school and the painful experience of being different. In Switzerland, school hikes often include lunch around a campfire and barbecuing sausages. Her fellow students ate Cervelat, the typical Swiss pork sausage, only she had a veal sausage, because as a Muslim, even though her family was not deeply religious, she would not eat pork. Being the odd one out made her feel excluded and miserable; she often broke out in a sweat and thus refused to go on any more school trips. “I talked like the others, looked like them, but our ways of life were different.”
Already during her studies at university in Izmir, Müjde Tönbekici took a course for travel guides offered by the Turkish Ministry of Culture and Tourism, allowing her to turn her interest in art and archaeology into a profession. Her German language skills gave her an additional advantage as a travel guide. Something else she took from Switzerland was her love for life in the country. In the second half of the 1980s she read a novel about the Greek village Şirince in Izmir Province after which she visited the deserted place. It was love at first sight. With a small amount of money she bought a ruined barn, converted it into a modest house, and took up residence in the village. At that time, this was an unheard of thing to do. Educated Turkish people lived in the city, the countryside was for uneducated peasants. Her mother did not understand her decisison: “Are you out of your mind, child, what are you looking for out there in the countryside?” Together with her husband, Sevan Nişanyan, an Armenian intellectual, she started a family. Her three children grew up in Şirince. The couple travelled a lot and were shocked to see the damaging effects caused by the tourism boom. With their bestseller Küçük Otel-Rehberi, a guide featuring small boutique hotels, they set an example for a different kind of tourism. Their stimulating publishing activities made Şirince famous, nationally and internationally, and today the small streets are full of tourists. Müjde and Sevan went on to build an eco-friendly resort with guesthouses on a two-hectare piece of land, which, in fact, was illegal because Şirince has been under heritage protection since the late 1980s. It is forbidden to make alterations to the old houses, let alone build new ones. For twenty-five years the village residents have been waiting
MÜJDE TÖNBEKICI
vermedim, hep ileri gitmek ve yeniliklere el atmak için çabaladım.” Müjde Tönbekici, Nişanyan otelini işletiyor, ama seyahate çıkmayı, rehberlik yapmayı ihmal etmiyor. Büyük özlem duyduğu Mardin’e çekilmek hoşuna gidiyor. Onun için her yer evi, ama aynı zamanda ona her yer biraz yabancı.
PORTRAITS
die Gassen voller Touristen. Selber haben sie auf einem Gelände von zwei Hektaren eine nachhaltige Hotelanlage mit Gästehäusern gebaut. Ilegal, denn seit Şirinçe Ende der 1980er Jahre unter Denkmalschutz steht, darf an den Häusern nichts verändert, geschweige denn neu gebaut werden. Auf ein Gesetz, das die Modalitäten regeln würde, warten die Einwohnerinnen und Einwohner seit mehr als 25 Jahren. De facto hält sich denn auch niemand daran. Belangt wurde einzig der sich gegenüber der herrschenden Politik kritisch äussernde Sevan Nişanjan. Er musste schon mehrmals wegen illegalen Bauens ins Gefängnis. „Es ist mir immer leicht gefallen, auch schwierige Veränderungen zu akzeptieren und mich nicht aufhalten zu lassen, sondern immer weiter zu gehen, Neues anzupacken.“ Müjde Tönbekici führt das Nişanjan Hotel und ist dennoch viel unterwegs, leitet Reisegruppen und zieht sich gerne an ihren Sehnsuchtsort, nach Mardin, zurück. Überall ist sie zu Hause und dennoch immer auch ein wenig fremd.
for the set of regulations stipulated by the new law on heritage sites, but nothing has happened, so no one sticks to the rules. The only person ever to be charged for criticizing the prevailing policy is Sevan Nişanyan. He has been to jail several times for illegal building activities. “It has always been easy for me to adapt to difficult changes without being discouraged, to keep on moving and get new things going.” Today Müdje manages the hotel Nişanyan, but she still travels a lot. She also works as a travel guide and loves to withdraw to her dream city of Mardin. She feels at home everywhere, yet a sense of foreignness ever remains.
82 / 83
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MÜJDE TÖNBEKICI
PORTRAITS
84 / 85
PORTRELER
P O R T R ÄT S
9. AT İ L AY İ L ER İ “İN SA N I N B I R DEN FAZ LA VATANI VARD IR.” 9. AT İ L AY İ L ER İ „M AN HAT M EH R ER E H EIM ATEN.“ 9. AT İ L AY İ L ER İ “I FE E L AT H O M E I N M O RE TH AN O NE C O UN TRY.”
“Vatan duygusunun insanın yaşadığı ülkeyle hiçbir ilgisi yok. Ben burada vatandaşı olduğum ve uzun süre yaşadığım Hedingen’de de kendimi vatanımda hissediyorum, aynı zamanda ilk dört yılımı geçirdiğim Zug’da da. İnsanın sadece bir tane değil birden fazla vatanı vardır. Benim en yeni vatanım şu sıralar Efes Selçuk.” diyor Atilay İleri. Kendisi beni 2014’ün sıcak bir Ağustos gününde zeytin bahçesinde ağırladı.
“‘KIZILDERILILER’ GIBI A Ç I K H AVA D A , D O Ğ A D A BÜYÜDÜK.”
Atilay İleri 1942’de Balıkesir’de doğdu ve orada okudu. Kardeşleriyle birlikte yaz tatillerini dedesinin su değirmeni olan köyünde geçirdikleri mutlu çocukluk zamanlarını özlemle anıyor ve bana dedesinin anısına yaptırdığı yeni su değirmenini gösteriyor. Jeolog olan erkek kardeşiyle beraber burada, Selçuklu’ta toprak satın almayı 20 yıl önce çocukken karar verdiler. Bunda çocukluk anıları çok belirleyici oldu. Liseden sonra eğitimini sürdürmek için yeterli parası yoktu. Bu yüzden Atilay Bey değişik işler yaparak (bunlar arasında gazetecilik de var) ekmek parasını kazanmak zorundaydı. 14 Ağustos 1964’te Verzinkerei Zug şirketinin kabul ettiği bir işçi olarak Doğu Ekspresine binmesi ve İsviçre’nin yolunu tutması tamamen tesadüf oldu. Balıkesir’deki işçi bulma kurumundan bir yetkili Almanya’nın iyi ama İsviçre’nin daha iyi olduğunu söylemiş. Böylece Atilay Bey İsviçre’yi tercih etti ve orada Verzinkerei Zug’da Adora’nın ilk bulaşık makinelerinin montajını yaptı.
“İNSAN SADECE BILMEDIĞI BIR ŞEYE SALDIRIR.”
Yaklaşık bir buçuk yıl sonra Hamburg’lu olan eşiyle karşılaştı. Onunla birlikte hızlı bir şekilde mükemmel bir Almanca öğrendi. Atilay İleri Zürih Üniversitesi’nin hukuk fakültesine kaydolduktan iki yıl sonra 1968’de evlendiler. 1971’de kızları dünyaya geldi. Eğitiminin yanında bir fabrikada sabah vardiyasında çalışıyordu. “İlk sabah vardiyası saat dörtte başlıyordu ve öğlen 12’ye kadar sürüyordu. Sonra trenle Zürih’teki üniversiteye gidiyordum, akşam
„Heimatgefühl hat mit dem Staat, in dem man wohnt, überhaupt nichts zu tun. Ich fühle mich hier genauso in meiner Heimat, wie wenn ich nach Hedingen gehe, wo ich Bürger bin und am längsten gelebt habe. Aber auch in Zug, wo ich die ersten vier Jahre verbrachte. Man hat nicht nur eine Heimat, sondern man hat mehrere Heimaten. Meine neueste Heimat ist hier in Ephesus“, sagt der Atilay Ileri, der mich an einem heissen Augusttag 2014 auf seinem Anwesen inmitten von Olivenhainen empfängt.
„W IR SIN D IM FR E IE N, I N D E R N AT U R AU FG EWAC H S E N , W I E DIE ‚INDIANER‘.“
Atilay Ileri ist 1942 in Balıkesir geboren und hat dort die Schulen besucht. Gerne erinnert er sich an die glückliche Kinderzeit, als er und seine Geschwister die Sommermonate beim Großvater auf dem Lande verbrachten, wo es eine Wassermühle gab. Und er zeigt mir die neue Wassermühle, die er im Andenken an seinen Großvater bauen ließ. Überhaupt seien diese Kindheitserinnerungen ausschlaggebend gewesen, dass er und sein Bruder, ein Geologe, sich vor 20 Jahren entschieden hätten, hier in Selçuk, Land zu kaufen. Nach der Matur fehlte das Geld für das Studium und Atilay Ileri verdiente sich mit verschiedenen Jobs, unter anderen als Journalist, sein Brot. Es sei Zufall gewesen, dass er am 14. August 1964 als von der Verzinkerei Zug angeworbener Arbeiter den Orientexpress Richtung Schweiz bestiegen habe. Der Vorsteher des Arbeitsamtes in Balıkesir meinte, Deutschland sei gut, aber die Schweiz besser. Also ging er in die Schweiz und montierte bei der Verzinkerei Zug die ersten Adora Waschmaschinen.
„MAN BEKÄMPFT IMMER N U R DAS , WAS M A N N I C H T K E N N T.“
Nach gut eineinhalb Jahren traf er seine heutige Ehefrau, eine Hamburgerin. Mit ihr lernte er schnell ein perfektes Deutsch. Sie heirateten 1968, zwei Jahre nachdem sich Atilay Ileri an der Juristischen Fakultät
“Sense of home has nothing to do with the country one lives in. I feel at home here in Turkey as I do in Hedingen where I hold the right of citizenship and where I lived longest. But I also feel at home in Zug where I spent my first four years in Switzerland. Many people not only have one native country, but several. My newest home is here in Ephesus”, said Atilay Ileri whom I met on a hot day in the olive groves of his estate.
“WE GREW UP OUTDOORS I N N AT U R E , A B I T L I K E THE ‘INDIANS’.”
Atilay Ileri was born in Balıkesir in 1942 where he also attended school. He has fond memories of his childhood during which he and his siblings spent the summer months with their grandfather on his farm where there was a watermill. Atilay Ileri showed me the new watermill, he had built in honour of his grandfather. Together with his brother, a geologist, he bought this estate in Selçuk twenty years ago in memory of the days they spent with their grandfather. Due to the lack of funds Atilay Ileri was not able to visit university after finishing high school. In the following he worked in various jobs, among them as a journalist. By chance he saw an ad for a job in Switzerland, at the Verzinkerei Zug, and when the head of the employment office in Balıkesir told him that Switzerland was probably even better than Germany, he didn’t hesitate. On the 14 of August 1964 he boarded the Orient Express for Switzerland where he took on the job of assembling the first Adora washing machines for his new employer.
“ O N E O N LY F I G H T S W H A T O N E D O ES N’T K N OW.”
One and a half years later he met his wife. She is originally from Hamburg. Thanks to the relationship he quickly became fluent in German. They married in 1968, two years after Atilay had enrolled at the law school of the University of Zurich. In 1971 their daughter was born. In addition to studying he did shift work:
AT I L AY İ L E R I
eve dönüyor, yemeğimi yiyip yatıyordum ve sabah saat üç buçukta yeniden kalkıp aceleyle sabah vardiyasına yetişiyordum. O zamanlar yabancılarla ilgili yasalardan dolayı ne oturduğunuz Kanton’u ne de işinizi değiştirebiliyordunuz.” 1971 yılında hukuk eğitimini bitirdi ve Zürih bölge mahkemesinde ilk yabancı olarak denetçi pozisyonunda çalışmaya başladı. Bir yabancı olduğu için mahkeme kâtibi olması, yani memuriyet onun için imkânsızdı. Bölge mahkemesindeki asistanlık görevinden sonra bir burs sayesinde doktorasını yazdı. Okuduğu sürece Türkiye’deki askerlik görevinden muaftı ve iki ülke arasında gidip gelebiliyordu. 1974 yılında, 32 yaşındayken vatani görevini yapma kararı aldı. Şanslıydım, diyor Atilay Bey, Ankara’da askeri okulda hukuk doçenti olarak güzel deneyimler yaşadım. Daha yeni subay olan bir öğrencinin sorusunu dün gibi hatırlıyor: “Bize Marksizm’i anlatabilir misiniz?” Derslerin dinlendiğini bildiği halde bu fikri çok cazip buldu. Çünkü İsviçre’de satın aldığı ilk kitap Kapital’in ilk üç cildiydi. Bugün dahi herkese okumasını tavsiye ettiği en önemli kitaplar. O zamanlar Das Kapital Türkiye’de yasaklı kitaplar arasındaydı. Hiçbir kütüphanede yoktu. Bu yüzden dersleri daha önce okuduklarını hatırlayarak anlattı ve öğrencilerine öncelikle şunu söyledi: “İnsan bilmediği bir şeye saldırır. Her zaman yabancılardan korkar. İster insan ister madde ya da bilgi olsun bu böyledir. Marksizm’in ne olduğunu kavramanız ve daha sonra biri Maksizm’den söz ettiğinde bir ‘darbe’ yapmamanız için size öncelikle bunu söylemek isterim.” Okul yönetiminden herhangi bir tepki gelmemiş ve Atilay Bey’e göre “muhtemelen onlar da Marksizm’i öğrenmekten memnundular.”
“SONUNDA AĞZIMI AÇABILDIM.”
İsviçre’ye geri döndüğünde – o zamanlar petrol krizi ve ekonomik durgunluk vardı – Atilay Bey iş bulamadı. Yabancılar bürosu onu sınır dışı etmek istiyordu. Ona Ankara Üniversitesi’nde teklif edilen profesörlük teklifini politik nedenlerden dolayı reddetti. Bir okul arkadaşının tavsiyesi üzerine Zürih’teki Langstrasse’de Moritz Leuenberger avukatlık bürosunda iş buldu. Mali sorumluluklardan doğan haklar alanında uzmanlaştı ve yabancı işçilerin haklarını savundu. 1978 yılında Res Strehle ile birlikte iş kazalarından kaynaklanan hak talepleriyle ilgili bir danışmanlık merkezi kurdu. Geriye dönüp baktığında mali sorumluluklar ve daha sonra iş kazalarıyla ilgili alanda uzmanlaşarak hukuk kariyerini inşa ettiğini fark ediyor. Hukukun bu alanına yoğunlaşmasının nedeni pragmatikti. “Avukatlık belgem yoktu, çünkü bir yabancı olarak avukatlık sınavlarına giremiyordum bu yüzden çok az davanın açıldığı bu alanlara yönelmek zorunda kaldım. Bugün bile hala davaların yüzde doksan dokuzu uzlaşma yoluyla hallediliyor.” diye anlatmaya devam ediyor Atilay İleri. 1982 yılında İsviçre vatandaşı oldu. 1984 yılında avukatlık sınavını verdi ve o andan itibaren istediğini söyleyebilir duruma geldi. Çünkü vatandaşlıktan önce her yıl oturma iznini yenilemek zorundaydı. Gerçi İsviçre’de ifade özgürlüğü yüksek düzeydeydi ama buna rağmen bir yabancı olarak dikkatli olması gerekiyordu. Atilay İleri 1989 yılında Leuenberger bürosundan ayrılıp başka bir avukatlık bürosuna girdi ve iş kazalarından doğan haklar alanında uzmanlaştı. 1994 yılında Bellevue’deki St. Urbangasse’de kendi merkezini kurdu. Atilay İleri o günden beri bu alanda uzman olarak biliniyor.
PORTRAITS
der Universität Zürich immatrikulieren liess. 1971 kam ihre Tochter auf die Welt. Neben dem Studium arbeitete er Schicht: „Die erste Frühschicht begann um vier Uhr und dauerte bis zwölf Uhr. Dann bin ich mit dem Zug nach Zürich gefahren, war an der Uni, kehrte abends nach Hause zurück, habe gegessen, geschlafen und bin um halb vier wieder aufgestanden, eilte in die Fabrik zur Frühschicht. Damals konnten wir aufgrund der fremdenpolizeilichen Bestimmungen weder den Kanton noch den Arbeitgeber wechseln.“ 1971 schloss er sein Jus-Studium ab und begann, als erster Ausländer überhaupt, als Auditor am Bezirksgericht Zürich zu arbeiten. Eine Stelle als Gerichtsschreiber, also eine Beamtenstelle, kam für ihn als Ausländer nicht in Frage. Nach seiner Zeit als Hilfskraft am Bezirksgericht Zürich schrieb er dank eines Stipendiums seine Doktorarbeit. Solange er studierte, war er vom Militärdienst in der Türkei befreit und konnte dennoch hin- und herreisen. 1974 beschloss er als damals bereits 32-Jähriger, diesen Dienst am Vaterland hinter sich zu bringen. Er habe Glück gehabt, sagt er, als Jus-Dozent an der Offiziershochschule in Ankara habe er eine gute Zeit erlebt. Er erinnert sich, wie ihn ein junger angehender Offizier gefragt hatte: Können Sie uns den Marxismus erklären? Das habe ihn gereizt, obwohl er wusste, dass die Vorlesungen abgehört wurden. Denn sein erstes Buch, das er in der Schweiz gekauft habe, seien die drei Bände des Kapitals gewesen. Es sei heute noch eines seiner wichtigsten Bücher, das er allen zum Lesen empfiehlt. Damals gehörte Das Kapital in der Türkei zu den verbotenen Büchern. Es gab es in keiner einzigen Bibliothek. Also habe er die Vorlesung aus dem Gedächtnis gehalten und habe seine Ausführungen folgendermassen eingeleitet: „Man bekämpft immer das, was man nicht kennt. Man hat immer Angst vor dem Fremden. Ob Menschen, Materie oder Wissenschaft. Und ich erzähle euch das, damit ihr später wisst, was Marxismus ist, damit ihr nicht gerade einen Staatsstreich macht, wenn jemand von Marxismus redet.“ Von der Schulleitung habe es keine Reaktion gegeben und Atilay Ileri meint: „Offenbar haben sie das auch sehr gerne genossen und wollten auch lernen, was Marxismus ist.“
„EN DLICH KON NTE ICH MEINEN MUND AUFMACHEN.“
Zurück in der Schweiz – es war die Zeit der Erdölkrise und der Rezession – fand er keine Stelle. Die Fremdenpolizei wollte ihn ausschaffen. Die Professorenstelle, die ihm an der Universität in Ankara angeboten wurde, lehnte er aus politischen Gründen ab. Auf Empfehlung einer Studienkollegin fand er eine Stelle im Anwaltsbüro von Moritz Leuenberger, dem späteren Bundesrat, an der Langstrasse in Zürich. Er spezialisiert sich auf Haftpflichtrecht und vertritt die Interessen ausländischer Arbeitnehmerinnen und Arbeitnehmer. 1978 gründete er zusammen mit Res Strehle die Patientenstelle. Rückblickend erkennt er, dass er mit dieser Spezialisierung auf Haftpflichtrecht und später auf das neue Feld des Patientenrechts seine Karriere als Jurist aufbaute. Grund für die Konzentration auf dieses Rechtsgebiet war ein pragmatischer: „Ich hatte kein Anwaltspatent, denn als Ausländer durfte ich die Anwaltsprüfung nicht machen, deshalb habe ich mich auf das Haftpflichtrecht konzentriert, ein Rechtsgebiet, in dem wenig prozessiert wurde, auch heute noch. 99 Prozent der Fälle wurden aussergerichtlich durch einen Vergleich erledigt“, führt Atilay Ileri aus. 1982 folgte dann die Einbürgerung und 1984 die Anwaltsprüfung und von da an habe er endlich sagen
“The first shift started at four o’ clock and went on until midday. I then took a train to Zurich, attended courses at the university, came home in the evening, ate, slept and got up again at three thirty the next morning to start my shift at the factory. At that time, we could switch neither canton nor employer owing to the immigration regulations.“ In 1971 he got his law degree and started work as an auditor at the Zurich district court, the first foreign national to do so. Due to his national status, the position as court clerk, a civil servant position, was out of the question. Following this he received a grant to do a PhD. While studying, he was exempt from military service in Turkey and was able to travel back and forth between Switzerland and Turkey. In 1974, at the age of thirty-two, he decided to do his military service in his native country. He was lucky, he said, because, as a lecturer in law, he had had a good time at the Military Academy in Ankara. Once a young officer-to-be asked him to explain Marxism. It intrigued him although he knew that the classes were being wiretapped. After coming to Switzerland, the first books he bought were the three volumes of Marx’s Capital. Still today, he says, it is one of his most important books. He recommends it to everyone. Back then, in Turkey, the work was forbidden and not to be found in any library. So he taught the class from memory, beginning the session with the following remarks: “One always fights what one doesn’t know. One always fears the foreign, be it people, matter, or science. I give you this lecture on Marxism because you should know something about Marxist theory. I don’t want you to initiate a coup as soon as someone starts talking about Marxism in your presence.” The board of the academy never issued a comment which Atilay explained as follows: “I think they enjoyed the topic and themselves wanted to learn about Marxism.”
“ F I N A L LY I W A S A B L E T O SPEAK MY MIND.”
Back in Switzerland – it was the time of the oil crisis and the recession – he was unable to find work. The immigration authorities wanted to send him back to Turkey. For political reasons, he refused a position as professor offered to him by the University of Ankara. Thanks to the recommendation by a friend he found a job at the law office of Moritz Leuenberger in Zurich. In 1995 Moritz Leuenberger became Swiss Federal Councillor. Atilay specializes in liability law and represents immigrants’ interests regarding employment issues. In1978, together with Res Strehle (an editor for the Swiss newspaper Tages-Anzeiger), he founded the Patients’ Advocacy Service. In retrospect he acknowledges that he built his career as attorney by specializing on liability law and later in the emerging field of patients’ rights. The reason for focussing on this field of law was pragmatic: “I didn’t qualify as an attorney-at-law because as a foreign national I was not allowed to take the Swiss bar exam. So I focused on liability law, a field of law in which cases are rarely brought to court. Ninetynine percent of the cases are resolved out of court”, Atilay explained. In 1982 he became a Swiss citizen and in 1984 he took his bar exam. Finally he was able to openly speak his mind. Prior to his naturalization, he had been obliged to renew his permit of residence every year, and, although Switzerland honours the
86 / 87
PORTRELER
“GÜVENI INSAN KENDI YA R AT I R . ”
Her insan yabancılardan korkar, diyor Atilay Bey. İnsanın kendisinin özgürce seçmediği yeni bir çevreye nasıl alıştığıyla ilgili görüşlerini anlatıyor. Kendisi sadece mesleki alanda değil sosyal ve kültürel hayatta da içinde yaşadığı toplumu aktif olarak benimsiyordu. 1977–84 yılları arasında İsviçre radyosu DRS1’de Türkler için radyo programı yaptı ve 80’lerin başında Türk yardımlaşma derneğini kurdu. Çalışmalarından dolayı Yabancılar Dairesi İsviçre Konfederasyonu Komisyonluğu’na (bugün İsviçre Konfederasyonu Göçmen Komisyonu olarak biliniyor) atandı. Aynı zamanda 1988 yılında Zihinsel Özürlüleri Hayata Kazandırma Derneği onun girişimleri sayesinde gerçekleşti. Cesur kişiliğinden dolayı tartışmalardan kaçınmıyordu ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenmekten çekinmiyordu. Gönüllü olarak yürütülen ve yıl içinde sayısız başvuruyu yanıtlayan, birçok insanın sorununa yardımcı olan Türk Dayanışma Derneği olarak yarım günlük sekreterlik işi için mali yardımları kabul etmeyince, Atilay Bey Yabancılar Dairesi İsviçre Konfederasyonu üyeliğinden istifa etti.
Atilay İleri büyük ölçüde avukatlık kariyerine odaklanıyordu ama aynı zamanda başka iş olanaklarını da göz önünde tutuyordu. 1982 yılında avukatlık sınavını kazanamama ihtimaline karşı döner zinciri kurmayı planladı. İlk dönerci dükkânı Zürih’te Hirschenplatz’da kuruldu. Ama avukatlık sınavını başarınca 1984’te tekrar satıldı. Erkek kardeşiyle beraber Türkiye’de mermer işine girdi ama başarısız oldu. Selçuk’ta 40 hektarlık büyük bir alanda birkaç yıl önce başladığı, yüksek kaliteli zeytinyağı üretimi gelecek vaad ediyor. Artemis tapınağını, şuanki yerinden birkaç kilometre uzaktaki bir tepeye yeniden inşa etmeyi planlıyor. Burası bu topraklar üzerinde uluslararası cazibesiyle bir özgürlük merkezi olacak. Ama bugün bu projenin gerçekleşmesi çok zor görünüyor. Çünkü devlet görevlileri toprak vermeye hazır değil. Son çalışmaları da biter bitmez yaşam merkezini yavaş yavaş Selçuk’a kaydırmayı planlıyor. Kız kardeşi ailesiyle birlikte daha şimdiden 2014’ün Ağustos ayında İsviçre’den Türkiye’nin Ege kıyılarına taşınmış ve Atilay Bey ile birlikte zeytin fabrikasını yönetiyor. Ama İsviçre’ye her zaman bağlı kalırım, diyor Atilay İleri. “Burada hiç arkadaşım yok. Bu yüzden İsviçre’deki dostlarıma telefon ediyorum. Sırf arkadaşlarımla buluşmak, Bellevue’de olmak ya da Zug gölünün kıyısında yürüyüş yapmak için bir günlüğüne İsviçre’ye uçabilirim.”
P O R T R ÄT S
können, was er wollte. Denn vor seiner Einbürgerung habe er jedes Jahr seine Aufenthaltsbewilligung erneuern lassen müssen. Zwar werde in der Schweiz die Meinungsäusserungsfreiheit hoch geschrieben, aber als Ausländer habe man trotzdem zurückhaltend sein müssen. 1989 trennte er sich vom Büro Leuenberger und trat in eine andere Anwaltskanzlei ein, baute seine Spezialisierung auf Patientenrechte aus und eröffnete 1994 seine eigene Praxis an in der St. Urbangasse beim Bellevue. Er gilt bis heute als der Experte für Patientenrecht.
„DER MENSCH SCHAFFT S I C H V E RT R AU T H E I T.“
Jeder Mensch habe Angst vor dem Fremden, sagt Atilay İleri und breitet seine Überlegungen aus, wie sich Menschen mit einer oft nicht frei gewählten neuen sozialen Umgebung allmählich vertraut machen. Selber machte er sich, wo er auch lebte und aktiv war – nicht nur beruflich als Jurist, sondern auch im sozialen Alltag und in kultureller Hinsicht – seine Umgebung aktiv zu eigen. So gestaltete er von 1977-1984 die Sendung für die Einwohnerinnen und Einwohner aus der Türkei am Schweizer Radio DRS1 und gründete zu Beginn der 1980er Jahre den türkischen Solidaritätsverein. Aufgrund seines Engagements wurde er in die Eidgenössische Kommission für Ausländerfragen (heute Eidgenössische Migrationskommission) berufen. Auch der 1988 ins Leben gerufene Verein für hirnverletzte Menschen geht unter anderen auf seine Initiative zurück. Als streitbarer Geist wich er Konflikten nicht aus und scheute sich auch nicht für seine Haltung einzustehen. Als seinem türkischen Solidaritätsverein, der ehrenamtlich geführt wurde und jährlich unzählige Anfragen beantwortete und vielen Hilfesuchenden weiterhalf, die finanzielle Unterstützung für eine halbe Sekretariatsstelle verweigert wurde, trat er aus der Eidgenössischen Kommission für Ausländerfragen zurück. Atilay Ileri konzentrierte sich zwar auf eine Karriere als Anwalt, hielt aber immer auch nach weiteren Betätigungsmöglichkeiten Ausschau und plante 1982 für den Fall, dass er die Anwaltsprüfung nicht bestehen sollte, eine Dönerkette zu eröffnen. Der erste Dönerladen wurde am Hirschenplatz in Zürich realisiert, aber nach bestandener Anwaltsprüfung 1984 wieder verkauft. Mit seinem Bruder stieg er in der Türkei ins Marmorgeschäft ein, blieb aber erfolglos. Vielversprechender ist die qualitativ hochwertige Olivenölproduktion auf seinem rund 40 Hektaren grossen Anwesen in Selçuk, die er vor einigen Jahren begonnen hat. Und er plant die Rekonstruktion des Artemistempels auf einem Hügel nur ein paar Kilometer vom ursprünglichen Standort entfernt. Hier soll auf Staatsland ein grosses Kultur- und Friedenszentrum mit internationaler Ausstrahlung entstehen. Doch heute ist man noch weit von einer Realisierung entfernt: die staatlichen Behörden sind nicht bereit, das Land zur Verfügung zu stellen. Bald seien auch seinen letzten Fälle abgeschlossen und dann plane er, seinen Lebensmittelpunkt mehr und mehr nach Selçuk zu verschieben, seine Tochter ist mit ihrer Familie bereits im August 2014 von der Schweiz an die türkische Agäisküste gezogen und führt mit ihm gemeinsam die Olivenölfabrik. Der Schweiz würde er aber immer verbunden bleiben, meint er und sagt: „Hier habe ich praktisch keine Freunde, also rufe ich sie in der Schweiz an. Ich würde auch für einen Tag in die Schweiz fliegen, einfach meine Freunde zu treffen, um am Bellevue zu sein oder am Zugersee entlang zu spazieren.“
freedom of speech, as a foreign national he had to be careful what he said. In 1989 he left the Leuenberger office and joined another law firm but continued to focus on patients’ rights. In 1994 opened his own law firm in the St. Urbangasse near the Bellevue in Zurich. Today he is one of the leading authorities on patients’ rights.
“ P E O P L E A LW AY S T R Y T O C R E AT E FA M I L I A R I T Y. ”
“All human beings fear the unknown and the foreign”, Atilay believes. The question is how people who move to a new environment – often not voluntarily – settle down and become acquainted with their new surroundings. As far as he himself is concerned, he said, the only way was to actively engage with the new world, not only professionally, but also in terms of social and cultural activities. Thus, for example, from 1977 to 1984 he was responsible for the Turkish programme of the Swiss broadcasting station DRS1. In the early 1980s he founded the Turkish Solidarity Association. Not least owing to these efforts, he was appointed to the Swiss Federal Commission on Foreigners (FCF), today the Swiss Federal Commission on Immigration (FCM). In 1988 he helped to establish an association for people with brain injuries. Being an outspoken person, he never avoided conflicts and always stood by his beliefs. When the Swiss authorities denied the Turkish Solidarity Association – a voluntary association that did a lot of good work for people in distress – the funds for a fifty percent secretarial position, he withdrew from his position in the Federal Commission on Foreigners (FCF). Although Atilay focussed on his career as an attorney he kept an eye open for other occupational projects, in case he did not pass the bar. One of these was a kebab franchise in 1982. He opened his first kebab shop at Hirschenplatz in Zurich, but sold it again in 1984 after he had passed the bar. Together with his brother, he entered the marble business in Turkey, but without success. Much more promising is the high-quality olive oil plant which he started a few years ago on his forty hectare estate in Selçuk. In addition, he is planning to reconstruct the Artemis temple on a hill just a few kilometres away from its original location. There, on government land, he would like to create a large culture and peace centre of international renown. But at present the project is far from realization since the government is not willing to allot the land. Atilay is in the process of bringing his last cases to a close and then plans to gradually move to Selçuk. His daughter and her family have already moved from Switzerland to the Aegean coast where she helps to manage the olive oil plant. He believes he will always remain attached to Switzerland, and says: “I hardly have any friends in Turkey, they’re all in Switzerland, so I call them by phone. I would travel to Switzerland even for only one day, just to visit my friends, to be at the Bellevue, or to go for a walk along the Lake of Zug.”
PORTRELER
P O R T R ÄT S
10. NA Z İ R E V E M EH M ET YAŞ ARTÜ RK “Bİ Z İ SV İ Ç R E’ DE Y ETİŞ K İN O L D U K .” 10. NA Z İ R E U N D M E H M ET YAŞ ARTÜ RK “W I R SI N D I N DER S C H W EIZ ERWAC H S EN G E WOR D EN .” 10. NA Z İ R E A N D M EH M ET YAŞ ARTÜ RK “W E C A M E O F AG E H ERE IN S W ITZ ERLAN D.”
2014’ün Ağustos ayının ortasında Nazire ve Mehmet Yaşartürk çiftiyle buluştuğumda Trabzon’un merkezindeki apartman henüz tadilat halindeydi. Bundan dolayı dönüşümlü olarak ya Mehmet Bey’in erkek kardeşinin ya da en büyük oğulları Hasan’ın evinde kalıyorlardı. Beni de burada misafir ettiler. Neredeyse 40 yıl yaşadıkları İsviçre’den Türkiye’ye daha yeni kesin dönüş yapmışlardı. İki oğulları ve kızları aileleriyle birlikte İsviçre’de yaşamaya devam ediyorlar. Nazire ve Mehmet Yaşartürk 1956 yılında Trabzon’un yaklaşık 60 kilometre batısındaki Vakfıkebir köyünde doğdular. Aile fındık üretimi ve hayvancılıkla geçiniyordu. Mehmet Yaşartürk’ün babası ek olarak tekstil ticareti yapıyordu. 1969 yılında İsviçre’de iş bulunca oraya göç etti. Mehmet Yaşartürk’ün annesi 1970’te göğüs kanserine yakalanınca babası ailenin sorumluluğunu en büyük oğlu Mehmet’e verdi. Annesi ameliyattan sağ çıkamazsa, ev işleriyle ilgilenecek ve dört aylık en küçük kardeşlerine bakacak bir kadına ihtiyaç vardı bu nedenle Mehmet beyin evlenmesi gerekiyordu. Mehmet Yaşartürk babasının isteğini yerine getirdi ve 1973’ün Aralık ayında çocukluğundan beri tanıdığı ve her zaman çok sevdiği kuzeni Nazire ile evlendi.
“BABAM, ISTERSEN İSVIÇRE’YE GELEBILIRSIN, DEDI.”
On sekiz yaşındaki bir gencin iş bulma umudu pek yoktu böylelikle o da babası ve akrabaları gibi İsviçre’ye iş bulmaya gitti. “O zamanlar telefonumuz yoktu. Eşimin hamile olduğunu biliyordum ancak sadece mektuplaşabiliyorduk ve mektuplar haftalar sonra elimize geçiyordu. Bu yüzden bir oğlum olduğunu doğumdan ancak üç hafta sonra öğrenebildim” diye anlatıyor Mehmet Yaşartürk. “Her zaman yalnız olmak zordu. Akşamları erkenden yatıp uyuyordum. Gündüzleri çalışmak zorundaydım, bu iyi geliyordu, günler böylece geçip gidiyordu” diye hatırlıyor Nazire Yaşartürk. Mehmet Yaşartürk 1976–1978 yılları arasında askerlik görevini yerine getirmek için Türkiye’de yaşadı. Sonra Aargau kantonundan çalışma izni aldı ve yeniden İsviçre’ye gitti. Bu yüzden 1978’in Ekim ayında
Das Mehrfamilienhaus im Stadtzentrum von rabzon war noch im Umbau, als ich Mitte August T 2014 das Ehepaar Nazire und Mehmet Yaşartürk traf. Abwechslungsweise wohnten sie daher bei der Familie von Mehmets Bruder oder in der Wohnung ihres ältesten Sohnes Hasan, wo sie auch mir Gastrecht gewährten. Eben erst waren sie nach fast 40 Jahren Leben in der Schweiz, wo beide Söhne und die Tochter mit ihren Familien weiterhin wohnen, in die Türkei zurückgekehrt. Geboren sind Nazire und Mehmet Yaşartürk 1956 in Vakfikebir, einem Dorf am Schwarzen Meer rund 60 Kilometer westlich von Trabzon. Die Eltern lebten von Viehwirtschaft und der Produktion von Haselnüssen. Mehmet Yaşartürks Vater arbeitete zusätzlich als Textilhändler. 1969 migrierte er in die Schweiz, weil er in der Schweiz eine Arbeit fand. Als die Mutter zu Beginn der 1970er Jahre an Brustkrebs erkrankte, übertrug der Vater die Verantwortung für die Familie dem ältesten Sohn Mehmet. Er müsse heiraten, hiess es, falls die Mutter die Operation nicht überlebe, brauche es eine Frau im Haushalt, die für den erst viermonatigen, jüngsten Bruder sorge. Mehmet fügte sich dem Willen des Vaters und heiratete im Dezember 1973 seine Cousine Nazire, die er schon als Kind kannte und immer sehr gern gehabt hatte.
The renovation of the multifamily house in the centre of Trabzon was still ongoing when I met the couple Nazire und Mehmet Yaşartürk in midAugust 2014. While work was going on they alternated between living with the family of Mehmet’s brother and with their eldest son, Hasan. It is here that they welcomed me as a guest. The couple had just returned to Turkey after forty years in Switzerland where both sons and their daughter continue to live with their families. Nazire und Mehmet Yaşartürk were born in Vakfikebir in 1956, a village on the Black Sea, about sixty kilometres west of Trabzon. Their parents made their living with animal husbandry and hazelnut growing. In addition, Mehmet Yaşartürk’s father worked as a textile merchant. In 1969 he emigrated to Switzerland, having found work there. When their mother came down with breast cancer at the beginning of the 1970s, their father transferred the responsibility for the business to his oldest son Mehmet. He was told to get married, for if their mother did not survive surgery there was need for a woman in the house to take care of the youngest brother who at the time was only four months old. Mehmet conceded to his father’s wish and in 1973 married his cousin Nazire whom he had known and liked very much since childhood.
„ M E I N VAT E R S A G T E , W E N N D U W I L LST, K A N N ST DU MITKOMMEN IN DIE SCHWEIZ.“
“ M Y FAT H E R S A I D , ‘ I F Y O U WA N T, YO U CA N CO M E A LO N G TO SW I TZ E R L A N D WITH ME’.”
Aussicht auf Arbeit hatte der knapp Achtzehnjährige aber kaum, so reiste auch er, wie schon der Vater und andere Verwandte vor ihm, auf Arbeitssuche in die Schweiz. „Damals hatten wir kein Telefon. Ich wusste, dass meine Frau schwanger war. Wir haben Briefe geschrieben, die waren zwei bis drei Wochen unterwegs. So kam es, dass ich erst drei Wochen nach der Geburt erfahren habe, dass wir einen Sohn bekommen haben“, erzählt Mehmet Yaşartürk. „Immer, allein zu sein. Das war schwierig. Ich ging abends früh ins Bett und habe geschlafen. Tagsüber musste ich arbeiten, da war ich abgelenkt und dann
In Turkey there were hardly any job prospects for a young man of eighteen. So he followed his father, and other relatives before him, to Switzerland in search of a job. “Back then we didn’t have a phone but I knew that my wife was pregnant. We wrote letters, which took two to three weeks to arrive. So only three weeks after my wife gave birth I found out that I had a son”, Mehmet recounted. “To be alone all the time was difficult. I went to bed early, but during the day I worked and was distracted, which made things easier”, Nazire recalled.
88 / 89
PORTRELER
ikinci oğlu Selim doğduğunda yanında değildi. Nazire Hanım sonunda İsviçre’ye eşinin yanına taşınabildiğinde çok mutlu oldu. Bir tek Hasan’ı geride bırakması çok acı verici oldu, diye anlatıyor oldukça duygulanarak. Bir yıl sonra onu da yanlarına aldılar. 1981 yılında kızları Özlem dünyaya geldi.
“İYI BIR EĞITIM ALDIYSAN, PA R A O T O M AT I K O L A R A K GELIR.”
Mehmet Yaşartürk çocuklarının eğitimine büyük önem veriyordu. Möhlin’in okul müdürü, Mehmet beyin Hasan’ın hazırlık sınıfına girmesini desteklemesine şaşırdı, çünkü diğer yabancı işçi anne babalardan farklı tepkiler görmeye alışkındı. Mehmet Bey için çocuklarının eğitim hayatlarına iyi bir başlangıç yapmalarını sağlamak çok önemliydi. Kendi babası onu zamanında dil kursuna ve meslek edindirme eğitimine gönderseydi ona minnettar olurdu. Çünkü mesleki bir eğitim sayesinde her zaman daha fazla para kazanılırdı. Bir keresinde okulda Hasan’ın haksız yere yüksek dereceli lise yerine düz liseye gönderilmesiyle ilgili sorun yaşandı. Mehmet Yaşartürk bunun üzerine Rheinfelden’e taşınma kararı aldı. Böyle bir karar aldığına çok memnun oldu, diyor Mehmet Bey geriye dönüp baktığında. Bu sayede bütün çocukları iyi eğitim aldılar. Özlem satış elemanlığı, Hasan ise makine ressamlığı alanında eğitim aldı ve daha sonra mühendis oldu. Nihat uluslararası ilişkiler okudu ve bugün bir şirkette danışman olarak çalışıyor.
“MÜEZZIN EZAN OKUDU MU, OĞLUM?”
Mehmet Yaşartürk kayınpederinin İsviçre’ye ziyaretini anımsıyor. “Biz Müslüman’ız. Ben ve eşim hayatta bir kez hacca gitmek istiyorduk. Çocuklarımızı yalnız bırakamıyorduk bu yüzden kayınpederime çocuklara bakmak için İsviçre’ye gelir mi sorduk.” Yapılacak birçok iş vardı elbette: yemek, çamaşır, ev temizliği, çocuklar ama bütün bunları severek halletti. Kayınpederi ilk kez yurtdışına çıktı. Her şey onun için yeniydi. Daha ilk gün ne zaman ezan okunacak diye sordu.
“ FA B R I K AY I K A PAT I P IŞINIZE SON VERMEK Z O R U N D AY I Z . ”
Yaşartürk çifti 2009’un yazında tatilden İsviçre’ye dönüp Mehmet beyin işten çıkartıldığını öğrenince dünya başlarına yıkıldı. Möhlin’deki Josef Meier vagon fabrikasında Mehmet Bey otuz yıl boyunca çalıştı. İyi ve güvenilir biri olarak ona değer veriliyordu. Bu durum onu derinden etkiledi. İlk kez Türkiye’ye dönmeyi ciddi ciddi düşünmeye başladı. Eşi buna karşı çıktı. O İsviçre’deki hayatını çok seviyordu: “Çocuklarımız da torunlarımız da burada. Her şeyimiz İsviçre’de” diyor Nazire Hanım. Fabrika satıldı ve çalışanların bir kısmı daha kötü koşulları olan geçici firmalara yerleştirildi, bunlar arasında Mehmet Yaşartürk de vardı. Ama memlekete dönüş planı giderek olgunlaşıyordu. Karar vermek kolay değildi. “Biz İsviçre’de büyüdük ve aile hayatımız İsviçre’deydi” diye açıklıyor Mehmet Yaşartürk. Mayın 2014’te Yaşartürk ailesi Rheinfelden’i terk edip Trabzon’a gitti.
“YÜZMEYI ÇOK SEVERIM.”
Evin tadilatı çok fazla çaba ve enerji gerektiriyor. Ustalar İsviçre’deki ustalardan farklı çalışıyor, işçileri sürekli kontrol etmek gerekiyor, keşke birçok
P O R T R ÄT S
ging es“, erinnert sich Nazire Yaşartürk. Von 1976 bis 1978 lebte Mehmet Yaşartürk wieder in der Türkei, um seinen Militärdienst zu leisten. Dann erhielt er vom Kanton Aargau eine Arbeitsbewilligung und reiste abermals in die Schweiz, so dass er auch bei der Geburt seines zweiten Sohnes Nihat im Oktober 1978 nicht dabei war. Sie sei sehr froh gewesen, als sie endlich zu ihrem Mann in die Schweiz ziehen konnte. Einzig, dass sie Hasan zurückgelassen hätten, das sei schrecklich gewesen, sagt Nazire sichtlich aufgewühlt. Ein Jahr später hätten sie ihn geholt. 1981 kam die Tochter Özlem zur Welt.
„WEN N DU GUT AUSGEBILDET BIST, KOMMT DAS GELD A U T O M AT I S C H . “
Mehmet Yaşartürk lag viel an einer guten Ausbildung seiner Kinder. Der Schulsekretär von Möhlin sei überrascht gewesen, als er die Einteilung Hasans in die Einführungsklasse unterstützt habe, weil dieser sich von Gastarbeitereltern anderes gewohnt war. Für ihn sei jedoch immer klar gewesen, dass er alles unternehme, um seinen Kindern optimale Startbedingungen zu geben. Er wäre seinem Vater dankbar gewesen, hätte er ihn als jungen Mann in einen Sprachkurs und in eine Lehre geschickt. Denn mit einer Berufsausbildung hätte auch er mehr verdient. Einmal habe es Schwierigkeiten gegeben in der Schule, Hasan sei zu Unrecht in die Realschule anstatt in die Sekundarschule eingeteilt worden. Mehmet Yaşartürk beschloss, nach Rheinfelden zu ziehen. Zum Glück habe er sich so entschieden, meint er rückblickend. Alle seine Kinder hätten eine gute Ausbildung machen können, Özlem machte eine Lehre als Verkäuferin, Hasan ein Lehre als Maschinenbauzeichner. Anschliessend bildete er sich weiter zum Ingenieur; Nihat studierte Internationale Beziehungen und arbeitet heute als Unternehmensberater.
„ S A G , M E I N S O H N , H AT DER MUEZZIN GERUFEN?“
Mehmet Yaşartürk erinnert sich an den Besuch seines Schwiegervaters in der Schweiz. „Wir sind Muslime, ich und meine Frau wollten einmal im Leben den Hadj machen. Unsere Kinder konnten wir nicht alleine lassen, also fragten wir meinen Schwiegervater, ob er kommen würde, um auf die Kinder aufzupassen.“ Es sei schon etwas viel Arbeit gewesen, kochen, putzen, waschen, zu den Kindern schauen, doch er habe es gerne gemacht. Der Schwiegervater sei zum ersten Mal im Ausland gewesen. Alles war neu für ihn. Am ersten Morgen habe er sich nach dem Ruf des Muezzins erkundigt.
„W I R M Ü S S E N D I E FA B R I K SCHLIESSEN UND IHNEN KÜNDIGEN.“
Mehmet Yaşartürk fiel aus allen Wolken, als das Ehepaar Yaşartürk im Sommer 2009 aus den Ferien zurück kam und ihm gekündigt wurde. 30 Jahre hatte er in der Wagonfabrik Josef Meier in Möhlin gearbeitet. Als ein guter, zuverlässiger Mitarbeiter war er sehr geschätzt. Der Schock sass tief. Zum ersten Mal dachte er laut über eine Rückkehr in die Türkei nach. Seine Frau war dagegen. Sie liebt das Leben in der Schweiz: „Hier sind die Kinder, die Enkelkinder und ich habe alles in der Schweiz“, sagt sie.
From 1976 to 1978 Mehmet Yaşartürk did his military service in Turkey. Having finished he received a work permit in Canton Aargau and returned to Switzerland. As a result he was not there again when his second son, Nihat, was born in October 1978. Nazire had been very happy to be finally reunited again with her husband in Switzerland. But leaving Hasan behind was terrible, Nazire said, visibly shaken. A year later they finally brought him to Switzerland as well. In 1981 their daughter Özlem was born.
“ I F YO U A R E W E L L E D U C AT E D , M O N E Y W I L L C O M E A U T O M A T I C A L LY . ”
For Mehmet Yaşartürk a good education for his children was important. The school secretary in Möhlin was surprised to learn about his support of Hasan’s enrolment in a preparatory class; he was used to a different attitude on the part of migrant worker parents. Mehmet was always clear about his commitment to provide his children with the best starting position. He himself would have been grateful if his father had made him visit a language course as a young man and given him the chance to do an apprenticeship. A professional training would have enabled him to earn more.
Schooling began with difficulties when Hasan was wrongfully sent to the “Realschule”, the lowest level, instead of upper secondary school. Mehmet Yaşartürk decided to move to Rheinfelden to be able to send his children to better schools. Looking back, that was a fortunate choice, he said. All his children were able to get a good education. Özlem trained as a salesperson, Hasan as a mechanical draughtsman before completing his degree in technical engineering at college. Nihat studied international relations and now works as a business consultant.
“TELL ME, SON, HAS T H E M U E Z Z I N A L R E A DY CALLED?”
Mehmet Yaşartürk recalls a visit by his father in-law to Switzerland. “We are Muslims, as you know, and once in our life my wife and I wanted to go on the Hajj. But we could not leave our children unattended, so we asked my father in-law, whether he would come to Switzerland and look after them.” It was a lot of work, cooking, cleaning and to caring for the children, but the father in-law was happy to do it. It was his first time abroad. Everything was new to him. On his first morning in Switzerland he had asked about the call of the Muezzin.
“ W E H AV E T O C LO S E T H E FA C T O R Y A N D G I V E YO U N OT I C E ”
Mehmet Yaşartürk was thunderstruck. When the couple returned from vacation in the summer of 2009, and he was laid off. He had worked at the wagon factory Josef Meier in Möhlin for thirty years, where he had been a well-respected, good and reliable employee. Nazire and Mehmet Yaşartürk were shocked. For the first time he thought about returning to Turkey. His wife objected because she loved life in Switzerland: “The children and grandchildren are here, and every thing I have is in Switzerland”, she said. When the factory was sold, some of the employees
N A Z I R E V E M E H M E T YA Ş A R T Ü R K
işi kendim yapabilsem, diye anlatıyor Mehmet Bey. Burada kendini evinde hissetmiyor, kimse ona buralı biri gibi davranmıyor aksine onu sürekli kandırmaya çalışıyorlar. Ancak hedefini hiç unutmuyor. Amacım dört daireli binanın bir dairesini kendim ve Nazire hanım için yapmak ve diğer üç daireyi de çocuklarımız için yapmak sonrasını düşüneceğim, diyor Mehmet bey. Anlaştık, diye anlatıyor Nazire Hanım. Kendisi yılın yarısını İsviçre’de, diğer yarısını da eşinin yanında Trabzon’da geçirecek. İsviçre’deki hayatından, çocuklarından ve torunlarından aynı zamanda yüzmekten ve yapmayı çok sevdiği bahçe işlerinden vazgeçmek istemiyor.
Die Fabrik wurde verkauft und ein Teil der Mitarbeiter über eine Temporärfirma zu schlechteren Bedingungen wieder eingestellt: darunter auch Mehmet Yaşartürk. Doch aus der Idee einer Rückkehr wurden immer konkretere Pläne. Der Entscheid fiel nicht leicht: „Wir sind in der Schweiz erwachsen geworden und unser Familienleben war in der Schweiz“, erzählt Mehmet Yaşartürk. Doch Ende Mai 2014 verliess das Ehepaar Rheinfelden in Richtung Trabzon.
„ICH GEHE SO GERNE SCHWIMMEN.“
Der Umbau des Hauses koste viel Energie und Nerven. Die Handwerker würden anders arbeiten als in der Schweiz. Er müsse ihre Arbeit ständig kontrollieren, am liebsten mache er vieles selber, erzählt Mehmet Yaşartürk. Er sei hier nicht mehr richtig zu Hause, werde auch nicht als einer von hier behandelt. Und man versuche ständig, ihn übers Ohr zu hauen. Doch er habe ein Ziel vor Augen, dieses Haus mit den vier Wohnungen zu renovieren – für sich und Nazire und für die drei Kinder je eine. Dann werde er weiter sehen, sagt Mehmet Yaşartürk. Sie hätten sich geeinigt, erzählt Nazire Yaşartürk, sie werde ein halbes Jahr in der Schweiz und ein halbes Jahr bei ihrem Mann in Trabzon leben. Auf ihr Leben in der Schweiz, die Kinder, die Enkel, aber auch auf das regelmässige Schwimmen und ihren Garten, in dem sie gerne arbeite und sich sehr wohl fühle, könne und wolle sie nicht verzichten.
PORTRAITS
were rehired by a contracting firm, but on poor terms and conditions, among them Mehmet Yaşartürk. Slowly the idea of returning to Turkey became a concrete plan. The decision was not easy: “We had grown up in Switzerland and our family life was in Switzerland,” Mehmet Yaşartürk said. But at the end of May 2014 the couple finally left Rheinfelden for Trabzon in Turkey.
“ I LOV E SW I M M I N G .”
Work on the house was proving difficult and drained energy and nerves. The craftsmen were not like those in Switzerland which meant he had to monitor their work all the time. Indeed, Mehmet said, I prefer to do many of the tasks myself. He no longer felt at home here, and the people didn’t look upon him as a local. Moreover, they constantly tried to cheat him. But he had a goal in mind, that is, to renovate the house with its four apartments – one for himself and Nazire, and one for each of his children. Time will tell what the future holds, Mehmet concluded.
They had agreed, Nazire added, that she would alternate between living six months in Switzerland and six months with her husband in Trabzon. She was not willing to give up her life in Switzerland – her children and her grandchildren, to go swimming and her garden where she loved to work and where she felt at peace.
90 / 91
İ S V I Ç R E V E T Ü R K I Y E A R A S I N D A K I U LU S - Ö T E S I U Z A M L A R D A KIMLIKLERIN DÖNÜŞÜM SÜRECI
BE NİM SEM E K – Ç EVİ R MEK – KEN Dİ Nİ Y ENİ D EN YAR ATM AK
“ W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N V E Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z ( Ü L K E M I Z E G I D E N U Ç A Ğ A B I N I P Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z , AY Y I L D I Z , 2 0 1 1 . ) Bu alıntı İsviçre halkının büyüyen nüfusunun bir kısmının yaşam evreni hakkında önemli bir bilgi sunuyor. Yeni iletişim araçları sayesinde çok dilli olmak tıpkı birden fazla vatandaşlık gibi sosyal, kültürel, ekonomik hayatın günlük gerçekleri arasında yer alıyor. Sosyal bilimci Yaşar Aydın’ın da dediği gibi çifte vatandaşlık “ya o ya bu” değildir, sınır ötesi bir iletişimdir ve sanal değişim ulus-ötesi yönelimin bir parçasıdır (Aydın, 157-158, 2013.) Türkiye’de araştırma amacıyla kaldığım beş aylık süre içinde hem İsviçre hem Türkiye’de kalmış ya da kalmakta olan dört kadın, beş erkek ve bir evli çiftle görüşmeler yaptım ve onların gündelik hayatına kısmen katıldım. Benim ilgim yolda olmanın, yani farklı mekânları evi kabul etmenin koşulları altında özel kimliklerin nasıl oluştuğu meselesine yöneliktir. Kendileri hakkındaki anlatılarda, çalışma ve etkinlik alanlarında bireysel dönüşümler ve de bir kültürel bağlamdan diğerine çeviri faaliyetleri görülüyor. Toplumsal değer yargıları ve davranışlar benimseniyor ve değiştiriyor, ve karşılıklı etkileşim içinde yeni kimlikler meydana geliyor. Grupların ve bireylerin gerçekleştirdiği işi anlamak için bu işi “kültürel çeviri” (Keinz, Schönberger, Wolf, 2012) olarak tanımlanıyor. Soru şu: kavramlar, nesneler ve sosyal pratikler bir bağlamdan başka bir bağlama çevrilirse ne olur? Aktörler çeviri sırasında hangi strateji ve taktikleri izliyorlar? Türkiye’deki dört kadın, beş erkek ve bir evli çiftle görüşmeler 2014’ün temmuz ve aralık ayında gerçekleşti. Yani Recep Tayyip Erdoğan yönetimi altındaki Türk hükümetinin giderek artan otoriter tavırları ve farklı düşünenlerle çatışmasının henüz görülmediği bir politik döneme denk gelmektedir bu. Bağlantıları kurmak için önce İsviçre ya da Türkiye’ye yeniden göç edenler ve göçmenler hakkında, olgular ve sayılar, ama aynı zamanda benim soru ve düşüncelerimi dile getiren teorik söylemim hakkında genel bir sunum yapmak istiyorum.
O L G U L A R V E S AY I L A R İsviçre’deki Türk nüfusu 1960’dan 1990’lara kadar sürekli olarak arttı. Yüksek işsizlik oranı, Türkiye’deki sorunlu politik durum ve İsviçre ekonomisinin iş gücüne olan büyük talebi yirminci yüzyılın sonlarına kadar Türkiye’nin kırsal ve doğu bölgelerinden tam 100.000 göçmen ve mültecinin İsviçre’ye gelmesine neden oldu. Türkiyeli birçok göçmen İsviçre vatandaşı oldu. 1980 askeri darbesinden sonra İsviçre vatandaşlığına başvuruda bulunan Türk vatandaşlarının büyük bir kısmı Kürt ve Alevilerden oluşuyordu (İsviçre Tarihi Elkitabı, 2014). Bugün İsviçre’de Türk kökenli 120.000 kişi yaşıyor ve bunların yaklaşık 46.724’ü İsviçre vatandaşı (Wanner/Steiner,2012,32). Birkaç yıldan beri göçmenlerin sayısı azalıyor. 2002’de Türkiye’den İsviçre’ye gelen kişi sayısı 3.063’ken 2014 yılında bu sayı 1.643’tü. Şu an tam tersi bir şekilde İsviçre’yi terk edip Türkiye’ye gidenlerin ağırlık kazandığı görülüyor. 2002’de bu rakam 841’di. 2014’de ise 1.348 kişiye ulaştı (Federal İstatistik Dairesi, 2016). İstanbul’daki İsviçre Başkonsolosluğu’nun verilerine göre 2016’nın ocak ayında Türkiye’deki 4.136 İsviçre vatandaşının 3.483’ünün çifte vatandaş (İsviçre-Türk) olduğu açıklandı (İsviçre Başkonsolosluğu, 25.01.2016). Burada Başkonsolosluk’ta kayıtlı olan sayılar söz konusu. “Kesinlikle bu kayıtların dışında sayısı bilinmeyen İsviçreliler de vardır. Herhangi bir tahminde bulunamıyoruz” (İsviçre Başkonsolosluğu İstanbul, 10.11.2014). 2014’ün temmuz ayının sonundaki sayıları 2016’nın ocak ayındaki sayılar ile karşılaştırırsak az önce bahsettiğimiz gibi Türkiye’ye göçün devam ettiği görülüyor. 2014’ün temmuz ayının sonunda İsviçre pasaportu olan 3.526 kişi İsviçre’deki başkonsolosluğa başvurdu. 2016’nın ocak ayında ise bu rakam 4.136 oldu (İsviçre Başkonsolosluğu İstanbul, 25.01.2016). Ayrıca çift vatandaşlığın sayıca fazla olması İsviçre’den Türkiye’ye göç edenlerin arasında evlilik yoluyla Türk pasaportu alanların yanı sıra bir zamanlar Türkiye’den İsviçre’ye göç edenlerle sonraki kuşakların söz konusu olduğu akla geliyor.
SINIRLARI GEÇMEK „ M É L A N G E , H O T C H P O T C H , A B I T O F T H I S A N D A B I T O F T H AT I S , HOW NEWNESS ENTERS THE WORLD.“ (RUSHDIE, İMAGINARY 1992, 394)
Göç araştırmalarında yeni çözüm denemeleri göçmenleri toplumun özel bir alanı olarak görmüyor. Göç fenomenini analiz nesnesi olarak görüyorlar ve Emile Durkheimcı anlamda “fait social” (sosyal olgu) olarak betimliyorlar. Durkheim’a göre bu fenomen toplumu bir bütün olarak etkilemektedir, bireysel olarak
92 / 93
MAKALE
algılanabilir ve bir tarihi vardır (Durkheim, 1965). Göç fenomeni değişimlerin nedeni ya da soncu değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel değişim süreçlerinin tümünü oluşturan temel öğe olarak yorumlanmaktadır; bu değişim süreçleri dünya çapındaki ilişkilerin, yani küreselleşmenin yoğunlaşması ve karmaşıklaşmasının bir kısmını oluşturmaktadır (Dahinden, 2013, s.89-90). Bu anlamda göç, geçici bir olgu ya da bir kereliğine olup biten bir fenomen değildir, aksine sosyolog ve göç araştırmacısı Ludger Pries’ın da ifade ettiği gibi “ucu açık” bir süreçtir ve bu kuşakların ötesine uzanan hassas ve değişebilir bir durumdur; karşılıklı olarak kendini ve yabancı olanı algılayarak, göçmenlerle göçmen olmayanlar arasında ilişkiler kurarak yerel aidiyet ve bağlılıkların çoğul (ekonomik, politik, sosyal ve kültürel) biçimine ulaşır. Böylece “ülke sınırlarını aşan, göçmenlerin kalıcı yaşam pratiklerini oluşturan sosyal dokular meydana gelir.” Onların “vatan”ı A ya da B ülkesi değildir, aksine bunların ötesinde onların kendi kurdukları sosyal uzamlardır. İnsan kendini ne Alman ne de Türk olarak hissediyor, aksine Alman-Türk ya da Türk-Alman olarak hissediyor. Hayatlarını Almanya’da mı geçirmek istediklerine ya da Türkiye’ye gitmek isteyip istemediklerine nihai olarak karar vermiyorlar. Bir süreliğine Hollanda’ya ya da Fransa’ya göç edip sonra dönebilirler, Almanya ya da Türkiye arasında mekik dokuyabilirler de (A.g.e.,s.77). Görüştüğüm kişilerin hayat hikâyelerinde benimsemek, çevirmek ve kendini yeniden bulmanın bütün unsurları; dillerin, fikirlerin ve değerler dünyasının nasıl benimsendiği, değerlendirildiği, kullanıldığı ve ne tür aidiyetler olarak formüle edildiği açıkça görülmektedir. 30 saatten fazla süren görüşmelerden elde ettiğim temel gözlemlerimi aşağıda özetliyorum.
DİLİ BENİMSEMEK “Anaokuluna gittiğimde bir tek kelime Almanca bilmiyordum,” diyordu Yasemin Meral bir görüşmemizde. Almancayı anlayamamak, bu acı verici deneyim onda yer etmiş ve kendisinden yedi yaş küçük kız kardeşinin aynı deneyimi yaşamaması için onunla hep Almanca konuşmuş. Görüştüğüm kişiler Almanca ve Türkçeyi nerede ve nasıl benimsediklerini ayrıntılı bir şekilde anlattılar. Çocukken İsviçre’ye gelmiş ya da İsviçre’de doğmuş olanlar Almancayı öncelikle okulda öğrendiler; yetişkinler ise iş yerinde, bir dil kursunda ya da hayatın akışı içinde Almanca konuşan arkadaşlarından, film izleyerek ya da kendi kendilerine, gazete, dergi ve kitap okuyarak öğrendiler. İkinci ve üçüncü kuşaklar Türkçeyi ailelerin yanında, dil kurslarında, Türkiye’deki akrabalarının yanında kaldıklarında ya da Türkiye’deyken gittikleri okullarda öğrendiler. Dili benimseme süreçleri değişen aidiyetlerin bir yansımasıdır. Büyük bir çoğunluğun da ifade ettiği gibi Almancayı başarılı bir şekilde öğrenmenin en iyi yolu kaldıkları çevrede fazla yabancının olmamasına bağlıymış. “Çocuklarımın iyi Almanca öğrenmesini istiyorsam yabancıların az olduğu yerde ikamet etmem gerekir. Benim amacım çocuklarımın bu dili iyi öğrenmeleri ve böylece iyi eğitim almalarıdır,” diyor Mehmet Yaşartürk diğerlerini temsilen. Aile içinde dilin kullanımı ailenin kültürel kökenine karşı mesafeli olmaya ve farklı kültürlere olan ilgiye işaret de edebilir. “Benim ailem her zaman Türkçe konuştu. Ben ve kız kardeşim onlarla her zaman Almanca konuştuk. Bu yüzden zaman içinde Türkçeyle ilgili sorunlar yaşamaya başladık. Tamamen uyum sağlamıştık, bir İsviçreli gibi yaşıyorduk,” diye anlatıyor Genç Osman Yavaş. Öte yandan ailenin kendi kültürünü öğretme isteği ve kendi dilinden duyduğu gurur ailenin dilinin seçilmesinde etkisini göstermektedir: “Ben hiç Türk okuluna gitmedim, ama annem evde asla Türkçeden başka bir dilin konuşulmasına izin vermiyordu. Bundan gayet memnunum,” diyor Mehmet Yildirimli. Sözü bu kez Yasemin Meral’e bırakalım: “Ailem her zaman şunu söyledi: büyük anne ve babanızla iyi bir ilişki içinde olmanızı ve Türk kültürünü tanımanızı istiyoruz. Okul tatillerinde çoğunlukla Türkiye’ye gidiyordum ve Çarşamba günleri öğleden sonra Türkçe derslere giriyordum, okuma-yazma öğreniyor ve Türkçe kitaplar okuyordum.” Görüştüğüm kişilerin anlattıklarından her durum ve konuda her zaman Almancayı ya da Türkçeyi ön plana çıkardıkları açıkça görülüyor. “Duyguları Türkçe algılıyorum, olguları ise Almanca,” diyor Yasemin Meral. Atilla İleri’nin torunları ona ve karısına “dede” ve “nine” diyor. “‘Grossvater’ ya da ‘Opa’ demek bize yabancı geliyor,” diyor. Türkiye’de kaldıklarında, oraya geri döndükleri ya da göç ettiklerinde Türk dilinin zenginliğinin, ama aynı zamanda açıklarının farkına varıyorlar. Türkiye’de liseye gitmeye başladığında Türkçeyle ilgili sorunlar yaşayan İsmail Topaç bize şunları anlatıyor. “Her yıl daha iyi oldum ve Türk dilini sevmeye başladım. Almancadan daha renkli bir dil.” Türkçesi gayet iyi olmasına rağmen buradan biri olmadığının bilincinde olan Tülay Kula şunu söylüyor: “Aksanım olmadığı için şanslıyım. Buna rağmen yurtdışından geldiğimi fark ediyorlar, çünkü belli ifadeleri ve deyimleri farklı kullanıyorum ya da garip bulduğum için bazı selamlaşma şekillerine uyamıyorum.”
G A BY F I E R Z
DEĞERLERİ BENİMSEMEK Görüştüğüm kişiler anlatımlarında Türk ve doğulu değerlerinin karşısına Avrupalı, İsviçreli değerleri koyuyorlar. Bunlar özellikle üç alanla ilgili: her iki cinsin davranışları, ailenin değerleri, bireysel ve politik özgürlük biçimleri. “İsviçre’de karşımdakine dürüst ve hoşgörülü olmayı öğrendim. Avrupa’nın bana verdiği ve buraya gelirken beraberimde getirdiğim en önemli değerler bunlardır,” diyor Müjde Tönbekici ve devam ediyor. “Kadın ve erkek ilişkilerine gelince, bu genç kızlığımdan beri benim için önemli bir mesele olmuştur. Partileri hatırlıyorum. Kız arkadaşlarımın hepsi geceleyebiliyorlardı, ben ise geceleyin ailem tarafından alınıyordum. Daha o zaman büyüdüğümde atalardan kalma toplumsal değerlere boyun eğmeyeceğim diye kendi kendime yemin ettim. Örneğin İzmir’de genç bir öğrenciyken erkek arkadaşımla birlikte eve taşınmıştım. Bu 1980’ların başında devrimci bir eylemdi. Elbette ailenin otoritesi gereklidir ama çocuklara özgürce hareket edecekleri alan vermek önemlidir. Çocuklarımı böyle yetiştiriyorum.” Tasarımcı ve iş kadını olarak Tülay Kula ailesinin köyündeki birçok kadının rol modeli olmuş. “Terzim bir keresinde bana kendi işini yapmakta onu motive ettiğimi söylemişti. Bugün kendisi başarılı bir çanta imalatçısı. Köye iş getirdiğim, kadınları çalıştırmayı sevdiğim herkesin dilindedir.” Görüştüğüm kişiler İsviçreli aileleri kendi ailelerinden daha özgür buluyorlardı. Bu deneyimlerin hayatları üzerinde izleri olmuş. “Ailem ve akrabalarım arasında evlenmeden ayrı bir eve taşınan ilk kişi bendim,” diyor Yasemin Meral. Ve Harun Doğan: “Türk çevreleriyle fazla bir ilişkim olmadı. Daha çok İsviçreli aileler ve çocuklardan etkilendim. Ailem benim kendime özgü, sıra dışı hayat tarzımı kabul etmek zorunda kaldı. Daha 20 yaşındayken ilk grafik büromu açtığımda bana yabancı olduğumuzu ve normal bir iş bulmam gerektiğini söylediler.”
YETENEKLER EDINMEK Ayrıca görüştüğüm kişiler İsviçre’de bilinçli bir şekilde ya da kendiliğinden elde edilmiş yetenekleri vurguluyorlar. “Daha İsviçre’de ilkokula giderken kitapları sevdiğimi fark ettim. Müziğe olan eğilimimde orta okuldaki öğretmenim aracı oldu,” diye anlatıyor Genç Osman Yavaş. Her zaman yüzmeyi öğrenmek istemişimdir, diyor Nazire Yaşartürk. Sadece kadınlar için yüzme kursu İsviçre’de varmış ve bu sayede çok arzuladığı bu sporu gerçekleştirebilmiş. Toplumsal politik aktiviteleri Memet Şahin’i İsviçre’deki politik sistemin esaslı uzmanlarından biri haline getirmiş. Atilay İleri sadece Zürih üniversitesinde hukuk eğitimi almadı, aynı zamanda Zürih kantonunda avukatlık sınavlarını başarıyla geçti. Bunların dışında birçok ilgi alanı oldu. Bir liberal olarak sosyal sorumluluk projelerinde yer aldı. Örneğin Marksizm’i inceledi. 1970’li yıllarda Marks’ın Kapital’i Türkiye’de yasaktı.
ÇEVIRMEK Genç Osman Yavaş çeviriyi meslek olarak edindi. “Bir iş ilanı üzerine başvurdum. Bir, iki kitap çevirdim. Yayınevi benden memnun kaldı ve başka çeviriler aldım.” Müjde Tönbekici de rehber olarak Alman turistleri Türkiye’de gezdirirken çeviri yapıyor. “Almancayı direkt olarak mesleğimde kullanabiliyordum. Varoluşumun temeli budur.” Genel olarak göçmen ailelerin çocukları aileleri için çeşitli çeviri hizmetleri sunarlar. Resmi kurumların mektuplarını çevirirler ve ayrıca okulda öğretmen ve aile arasındaki görüşmelerde anında çeviri yaparlar. “Daha çocukken çevirmendim. Bu durum bana yorumlarımda esneklik de sağlıyordu,” diye anlatıyor Harun Doğan.
K E N D I N I Y E N I D E N YA R AT M A K Kültürel kabuller ve çeviri faaliyetleri kriz ve belirsizliklerin neden olduğu yeniden biçim alma süreçlerini harekete geçiriyor. Daha önce yukarıda Ludger Pries’ten alıntı yaparak belirttiğim gibi bu ucu açık bir süreçtir. Yaşartürk ailesinin hayatında Mehmet Bey’in işini bırakması varoluşsal bir krize neden olmuştu. Bunu üzerine Türkiye’deki olanaklar ve kaynaklar üzerine düşünmeye başladı. Orada daha üç ay içersinde kendisinin yabancı biri olduğunu deneyimlemek zorunda kaldı. “Seni bir yabancı, zengin bir adam olarak görüyorlar. Yapabildikleri her yerde seni kazıklamaya çalışıyorlar. Acı verici bir durum,” diyor Mehmet Bey bir görüşmemizde ve devam ediyor. “Selam verişinden, yürümeden, giyiminden, pazarda ürünlere bakışından seni tanıyorlar ve bundan faydalanmaya çalışıyorlar.” Yeterli Almancası olmadığından dolayı İsviçre vatandaşlığı alamayan Nazire Hanım kocasından farklı olarak Türkiye’ye dönmeyi hiç istemedi. Daha önce olduğu gibi İsviçre’de kaldığı yeri bildiriyor ve her iki ülke arasında gidip geliyor. Çiftin kendilerini ve evlilikle ilgili bireysel rollerini, daha doğrusu kimliklerini yeniden tanımlamanın bir yolunu bulması gerekiyor. “Elimizden geleni yapıyoruz. Nasıl devam edeceğini bilmiyoruz,” diyor Mehmet Bey.
B E N İ M S E M E K – Ç E V İ R M E K – K E N D İ N İ Y E N İ D E N YA R AT M A K
K E N D İ N İ Y E N İ D E N YA R AT M A K – YERDEĞİŞTİRMELER
B İ R D E N F A Z L A K Ü LT Ü R E A İ T O L M A N I N P O TA N S İ Y E L İ
Kendini yeniden bulmak süreçlerinde yer değiştirmeler gerçekleşiyor. Ailenin ve toplumun rol dağılımları değişiyor, aidiyetler yeniden tanımlanıyor. Tülay Kula genç kızken Türkiye’deki akrabalarının yanında kalmaktan hiç hoşlanmıyordu. “Her şeye karışıyorlar, her şeyi çok iyi bildiklerini zannediyorlardı. Bu sinirimi bozuyordu,” diye anlatıyor; kendisi bugün tasarımcı olarak aile şirketini yönetiyor: “Benim hayatım aile üyelerini birbirine yaklaştırdı. Herkesin bir işi var. Babam kuryelik yapıyor. Annem kalıpları kesiyor ve köydeki terzilere nasıl yapacaklarını gösteriyor. Teyzem takıların ve atkıların üretimini kontrol ediyor. Amcam malları gönderiyor.” Ailesinden çok önce ayrılıp sanat ve iş dünyasında kendi arzuların takip eden Harun Doğan da birkaç olumsuz deneyimden sonra aile kaynaklarına başvuruyor. İstanbul’daki tasarım stüdyosunu eniştesiyle birlikte yönetiyor, kız kardeşi de onlarla birlikte çalışıyor. “Gerçi tipik bir aile şirketi gibi çalışmıyoruz, ama işin başında bir tanıdığının olması büyük bir avantaj. İsviçre’deyken geceleri rahat uyuyorum,” diyor Harun Doğan. Aynı şekilde Atilay İleri de kızıyla beraber aile şirketini yönetiyor. İş kazaları davalarına bakan bu ünlü avukat yirmi yıl önce Selçuk’ta birkaç hektarlık toprak satın aldı ve bugün 70 hektarın sahibi, bunun büyük bir kısmını zeytinlik olarak kullanıyor. Atilay İleri o günleri şöyle anlatıyor: “Kardeşimle birlikte burayı aldığımızda bu daha çok bir kimlik arayışıydı. Burası bana büyüdüğüm yeri, dedemin değirmenini anımsatıyor. O zaman zeytin üretimi yapacağımı hiç düşünmemiştim.” Memet Şahin 1997 yılında tam on sekiz yıl sonra yeniden Türkiye’ye tatile geldiğinde ülkenin politik olarak teslimiyeti ve ilgisizliği karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Türkiye’de bir hayat kurmayı düşünemiyordu. Son yıllarda ve Ege kıyılarındaki Didim’de tatil zamanlarında o ve kendisi gibi uzun yıllar yurtdışında yaşamış kafa dengi insanlarla tanışınca bakış açısı değişmeye başlamış. Bir ev satın alınarak ilk adım atıldı. “Siyasal düşünce tarzı değişti. Bir ,angajman var ve ben de gelecekte bu yeni politik hareketin bir parçası olacağımı düşünebiliyorum,” diye anlatıyor Memet Şahin. Buraya ait olmamak, yabancı olmak deneyiminin illa ki acı verici olması gerekmiyormuş, bu insanı meraklı da yapabilirmiş, diye anlatıyor, kendisini vatansız olarak tanımlayan Müjde Tönbekici. “Bir yandan köklerin yok, ama öte yandan her şeye karşı açıksın ve bu harika bir şey. Nerede olursam olayım insanlarla olan ilişkim hep önemli olmuştur.” Genç Osman Yavaş bu dev şehrin kalabalığında dahi ona huzur veren soğukkanlılığını İsviçre’de sosyalleşmesine bağlıyor. “Pazar günleri her yer sakindi, caddelerde pek insan olmazdı. Bu zamanları değerlendirmeyi, kendimi meşgul edebilmeyi öğrenmek zorunda kaldım.”
Göç deneyimi görüştüğüm kişilerde birçok kültüre ait olma konusunu gündeme getiriyor. İsviçre’de sosyalleşmek ve Türk kökenli olmak belirsiz bir aidiyet duygusunun esas nedeni. Hepsi için geçerli olan gerçek şu: birer yetişkin olarak varoluşlarını her iki ülkede sürdürüyorlar ya da Türkiye’de yeniden yaşama kararı alıyorlar. Ama birden fazla kültüre ait olmalarının bilinci açıkça bu kararı gerçekleştirmelerine izin veriyor. Başta yabancı bir ülkede sosyalleşmenin ardında bıraktığı izler o kadar güçlü ki insan bunları istemiyor olsa da kolayca bir kenara bırakamıyor. Dahası kimliklerin kendini yeniden bulmasındaki bu belirsizlik olumlu bir şey olarak deneyimleniyor. İsviçre’nin toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatına uyum sağlamakta yaşanan bazı zorluklar birden avantaja dönüşebiliyor. Ailelerinin geldikleri ülkede yeniden yaşamaya başladıklarında buraya başarılı bir şekilde ayak uydurup bu kültüre yeni bir şeyler getirebiliyorlar. Bu yüzden görüştüğüm bu kişilerin birden fazla kültüre ait olmayı bir potansiyel olarak görmeleri çok doğal.
KENDİNİ YENİDEN BULMAK – DEĞERLENDIRMEK Görüştüğüm kişiler tarafından kültürel kabullerin ve çeviri faaliyetlerinin nasıl değerlendirildiği, daha doğrusu buradan kendi işleri ve ekonomik varoluşları için nasıl fikirler geliştirdikleri hayat hikâyelerinde açıkça görülmektedir. İsmihan Topaç İzmir’de (onun yeni memleketi) güzellik bakımıyla ilgili büyük bir piyasanın olduğunu bilerek İsviçre’de bu alanla ilgili eğitimini sürdürmüş ve bugün bir güzellik salonu işletmektedir. “Müşterilerim İsviçre’deki eğitimime değer veriyor ve ben burada alışılmış olmayan bir hizmet veriyorum. Örneğin burada her zaman içecek ve atıştıracak bir şeyler vardır.” Başarısını hem İsviçreli hem de Türk kökenli olmasına bağlıyor, bu sayede kendi alanında yenilikler yapabiliyor. Genç Osman Yavaş da farklı kültürel etkileri ve becerileri kendi için verimli hale getirmiş biridir. Almanca-Türkçe dil ve edebiyat bilgisiyle müzikal becerilerini mesleğe dönüştürmeyi başarmıştır. Tülay Kula Türkiye’deki üreticilerle tartışmayı çok verimli ve yaratıcı buluyor. “İsviçre’de kaliteyi kontrol etmek zorunda değilsin. Her şey yolundadır. Ama yeni bir fikrin varsa ve bunu uygulamak istiyorsan bu zor olur. Türkiye’de ama insanların daha açık ve ilgili olduklarını, zaman ayırdıklarını ve aynı zamanda farklı bir şey yapmaya hazır olduklarını tecrübe ettim. Tasarım, yaratıcılık, geliştirme ve üretim için İstanbul’da olmayı, sonrasındaki idari işler, satış ve sürüm için İsviçre’yi tercih ederim.” Görüşmelerim sırasında her zaman ortaya çıkan bir özellik var ki o da aracılık etmek ve tamamlayıcı unsur olmaktır. Memet Şahin bunu şöyle tarif ediyor: “Her zaman çemberi dışarıda bulunanlara açmak için çaba gösteririm.” Mehmet Yildirimli için bu kendi sınırlarının ötesine bakmak; farklı ilgileri, anlayışları ve kökenleri olan insanları bir araya getirmek, sinerji yaratmak, profesyonel ağlar kurmak anlamına gelir. Harun Doğan da siparişi verenlerle birlikte özel bir kampanya geliştirmeye, geleneksel olanla modern olanı birleştirip yeni bir şey meydana getirmeye katkı sağlıyor.
Kaynakça: Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 147-169 AY YILDIZ, sadece für dich: Letzte Aktualisierung 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (Download vom 26.9.2015) Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach Staatsangehörigkeit http://www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html (Download 10.2.2016) Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien z einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 83-101 Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode.. Darmstadt: Luchterhand, 1965 Historisches Lexikon der Schweiz: Letzte Aktualisierung 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/ D3374.php (Download vom 26.9.2015) Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (Hg.): Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012 Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und Politik. In: Pusch, Barbara (Hg.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, 67-82. Rushdie, Salman: Imagenery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922. Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010. Bern 2012. Başka kaynaklar: İsviçre Başkonsolosluğu Istanbul, Gregor Fritsche, 10.11.2014 tarihli e-mail, 25.1.2016 tarihli e-mail
E S S AY
" W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N V E Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z . " ( W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N U N D N A C H 3 0 0 0 K I LO M E T E R N L A N D E N W I R B E I U N S Z U H A U S E . ) ( AY Y I L D I Z 2 0 1 1 )
I D E N T I TÄ R E T R A N S F O R M AT I O N S P R O Z E S S E I M T R A N S N AT I O N A L E N R A U M Z W I S C H E N D E R S C H W E I Z UND DER TÜRKEI
A N EI G N E N – Ü B ER S ET Z E N – SIC H NEU F IND EN
94 / 95
Das Zitat bringt auf den Punkt, wie die Lebenswelt eines wachsenden Teils der Schweizer Bevölkerung sich heute präsentiert. Dank neuer Kommunikationsmittel schreiben sich Zwei- und Mehrsprachigkeit ebenso ein in eine alltägliche kulturelle, soziale und ökonomische Praxis wie Mehrfachzugehörigkeit. Oder wie der Sozialwissenschaftler Yaşar Aydın es ausdrückt: Doppelzugehörigkeit sei kein Entweder Oder, grenzüberschreitende Kommunikation und virtuelle Mobilität seien Teil transnationaler Orientierung. (Aydın 2013:157-158) Während eines fünfmonatigen Forschungsaufenthalts in der Türkei habe ich mit vier Frauen, fünf Männern und einem Ehepaar, die sowohl in der Schweiz als auch in der Türkei zu Hause waren und sind, Gespräche geführt und mit ihnen ein Stück Alltag geteilt. Mein Interesse galt der Frage, wie sich unter den Bedingungen des Unterwegsseins, des Zu-Hause-Seins an verschiedenen Orten neue Identitäten herausbilden. In den Erzählungen über sich selbst, in den Tätigkeitsfeldern und Handlungsräumen zeigen sich individuelle Transformations- und Übersetzungsleistungen vom einen kulturellen Kontext in den anderen. Kompetenzen und Wertvorstellungen werden angeeignet und transformiert und in ihrer gegenseitigen Verknüpfung entstehen neue Identitäten. Dabei wird die „kulturelle Übersetzung“, wie von Keinz; Schönberger; Wolff (2012) definiert, als eine Arbeit verstanden, die von Gruppen und Individuen geleistet wird. Die Frage ist, was passiert, wenn Begriffe, Objekte oder soziale Praktiken von einem Kontext in den anderen übersetzt werden. Welche Taktiken und Strategien des Übersetzens verfolgen die Akteure? Die Gespräche fanden zwischen Juli und Dezember 2014 in der Türkei mit vier Frauen, fünf Männern und einem Ehepaar statt. In einer Zeit also, in der die politische Entwicklung, die zunehmend autoritär und auf Konfrontation mit allen Andersdenkenden ausgerichtete Politik der türkischen Regierung unter Recep Tayyip Erdoğan noch nicht absehbar war. Für die kontextuelle Einbettung gebe ich zunächst einen Überblick über die facts and figures der Migration und Remigration Schweiz-Türkei sowie Einblick in die theoretischen Diskurse, die meine Fragen und Überlegungen leiten.
FA C T S A N D F I G U R E S Von den 1960er bis in die 1990er Jahre nahm die türkische Bevölkerung in der Schweiz ständig zu. Die hohe Arbeitslosigkeit, die politisch prekäre Lage in der Türkei und die große Nachfrage nach Arbeitskräften in der Schweizer Wirtschaft führten dazu, dass bis ins späte 20. Jahrhundert gut 100.000 Migranten und Flüchtlinge meist aus ländlichen und östlichen Gebieten der Türkei in die Schweiz kamen. Viele Immigranten aus der Türkei haben sich einbürgern lassen. Unter den türkischen Staatsangehörigen, die nach dem Putsch von 1980 einen Antrag auf Asyl in der Schweiz stellten, befanden sich überproportional viele Kurden und Aleviten (Historisches Lexikon der Schweiz 2014). Heute leben 120.000 aus der Türkei stammende Personen in der Schweiz, davon besitzen rund 46.724 das Schweizer Bürgerrecht (Wanner/Steiner 2012, 32). Seit einigen Jahren nimmt die Zahl der Zuwanderer stetig ab. Kamen 2002 3.063 Personen aus der Türkei in die Schweiz, so waren es im Jahre 2014 noch 1’643. Gerade umgekehrt ist der Trend derjenigen, die die Schweiz in Richtung Türkei verlassen. 2002 waren es 841 und 2014 stieg ihre Zahl auf 1.348 (Bundesamt für Statistik 2016). Im Januar 2016 lebten laut Angaben des Schweizer Generalkonsulats in Istanbul 4.136 Schweizerinnen und Schweizer, davon 3.483 Doppelbürgerinnen und Doppelbürger (Schweiz-Türkei) in der Türkei. (Schweizer Generalkonsulat, 25.1.2016) Es handelt sich dabei um die Zahl derjenigen, die auf dem Generalkonsulat registriert sind. „Sicherlich gibt es eine beachtliche ,Dunkelziffer‘ von Schweizerinnen und Schweizern, die sich hier nicht immatrikuliert haben. Eine Schätzung können wir nicht abgeben.“ (Schweizer Generalkonsulat Istanbul, 10.11.2014) Vergleicht man die Zahlen von Ende Juli 2014 mit der Zahl im Januar 2016, setzt sich der bereits erwähnte Trend einer Wanderung Richtung Türkei fort. Ende Juli 2014 waren 3.526 Personen mit einem Schweizer Pass im Schweizer Generalkonsulat gemeldet und im Januar 2016 4’136. (Schweizer Generalkonsulat Istanbul, 25.1.2016) Die hohe Zahl der Doppelbürger lässt zudem vermuten, dass es sich bei den Einwanderern aus der Schweiz in die Türkei neben denjenigen, die durch Heirat einen türkischen Pass erhielten, vor allem um ehemalige Auswandererinnen und Auswanderer aus der Türkei in die Schweiz und deren Nachfahren handelt.
ANEIGNEN – ÜBERSETZEN – SICH NEU FINDEN
GRENZEN ÜBERSCHREITEN „ M É L A N G E , H OTC H POTC H , A B I T O F T H I S A N D A B I T O F T H AT I S , H O W N E W N E S S E N T E R S T H E W O R L D . “ (RUSHDIE, IMAGINARY 1992, 394) Neuere Ansätze in der Migrationsforschung sehen Migration nicht als einen gesellschaftlichen Sonderbereich an. Sie analysieren und beschreiben das Phänomen Migration als ein fait social im Sinne von Emile Durkheim, als ein Pänomen, das die Gesellschaft insgesamt betrifft, strukturell bedingt und nur sehr bedingt individuell wählbar ist und eine Geschichte hat. (Durkheim (1965) Das Phänomen Migration wird also nicht nur als Resultat oder Auslöser für Veränderungen, sondern als ein integraler Bestandteil sozialer und kultureller Transformationsprozesse verstanden – Transformationsprozesse, die Teil von Verdichtungs- und Verflechtungsprozessen weltweiter Beziehungen, der Globalisierung, sind. (Dahinden 2013:89-90) In diesem Sinne ist Migration auch keine Episode oder ein einmaliges in sich abgeschlossenes Phänomen, sondern wie es der Soziologe und Migrationsforscher Ludger Pries ausdrückt, als „ein ergebnisoffener Prozess zu verstehen, der über mehrere Generationen hinweg fragil und revidierbar bleibt, und der durch wechselseitige Selbst- und Fremdwahrnehmungen/-zuordnungen zwischen Migrierenden und Nicht-Migrierenden zu multiplen (ökonomischen, politischen, sozialen und kulturellen) Formen der pluri-lokalen Einbindung und Teilhabe führt“ (Pries 2013, 68). Und so entstehen, wie er weiter ausführt, „Ländergrenzen überspannende soziale Texturen als eine durchaus dauerhafte Lebenspraxis von transnationalen MigrantInnen“, deren „,Heimat‘ (ist) nicht Land A oder Land B, sondern der von ihnen konstruierte Sozialraum zwischen beziehungsweise oberhalb von Land A und Land B ist. Ein Beispiel: Menschen fühlen sich weder als Deutsche noch als TürkInnen, sondern als Deutsch-TürkInnen oder Türkisch-Deutsche. Sie haben sich nicht endgültig festgelegt, ob sie ihr Leben in Deutschland verbringen oder in die Türkei gehen wollen. Es kann sein, dass sie für eine Zeit in die Niederlande gehen oder nach Frankreich migrieren und dann zurückkehren – nach Deutschland oder in die Türkei. Oder sie pendeln zwischen Deutschland und der Türkei“ (ebd., 77). In den biographischen Erzählungen meiner Gesprächspartnerinnen und -partner zeigen sich diese Aneignungs-, Übersetzungs- und Neufindungsprozesse darin, wie Sprachen, Kompetenzen und Werte angeeignet, bewertet, angewendet und welche Zugehörigkeiten formuliert werden. Auf der Basis von mehr als 30 Stunden Gespräch fasse ich im folgenden die Kernaussaugen zusammen.
SPRACHE ANEIGNEN „Ich konnte kein Wort Deutsch, als ich in den Kindergarten kam“, sagt Yasemin Meral im Gespräch. Nicht zu verstehen, diese schmerzliche Erfahrung sei ihr geblieben und sie wollte nicht, dass ihre sieben Jahre jüngere Schwester die gleiche Erfahrung machen muss, so habe sie immer Deutsch mit ihr gesprochen. Meine Gesprächspartnerinnen und -partner erzählten ausführlich wie und wo sie sich die Sprachen Deutsch und Türkisch angeeignet haben. Diejenigen, die in der Schweiz geboren sind oder als Kinder in die Schweiz kamen, lernten Deutsch primär in der Schule, die Erwachsenen am Arbeitsort, in Deutschkursen oder informell mit deutschsprachigen Freundinnen und Freunden sowie durch Selbststudium, Filme und Fernsehen schauen, Zeitungen, Zeitschriften und Bücher lesen. Lernort für die türkische Sprache ist für die zweite und dritte Generation neben Türkisch-Sprachkursen, Aufenthalten bei Verwandten in der Türkei oder dem Schulbesuch in der Türkei hauptsächlich die Familie. Im Sprachaneignungsprozess widerspiegeln sich die wechselnden Zugehörigkeiten. So erwähnte die Mehrheit, wie wichtig es für den Lernerfolg der deutschen Sprache war, dass es nicht zu viele Ausländerinnen und Ausländer in ihrem Umfeld gab. „Wenn ich will, dass meine Kinder gut Deutsch lernen, dann muss ich an einem Ort wohnen, wo es nur wenige Ausländer hat. Mein Ziel war es, dass meine Kinder die Sprache gut lernen und dass sie eine gute Ausbildung machen“, sagt Mehmet Yaşartürk, stellvertretend für andere. Die Sprachverwendung innerhalb der Familie kann auch auf Distanzierung gegenüber der kulturellen Herkunft der Eltern und dem Wunsch nach einer anderen sozialen und kulturellen Zugehörigkeit verweisen: „Meine Eltern haben immer Türkisch geredet und meine Schwester und ich haben mit ihnen immer Deutsch gesprochen. Und darum bekamen wir mit der Zeit Probleme mit dem Türkisch. Wir haben uns total angepasst. Wir lebten wie die Schweizer“, erzählt Genç Osman Yavaş. Auf der anderen Seite widerspiegelt sich in der Wahl der Familiensprache auch das kulturelle Selbstverständnis der Eltern, der Stolz auf die eigene Sprache: „Ich war nie in einer türkischen Schule, aber meine Mama erlaubte zu Hause
keine andere Sprache als Türkisch. Und darüber bin ich sehr froh“, sagt Mehmet Yildirimli. Und Yasemin Meral: „Meine Eltern haben immer gesagt: Wir wollen, dass ihr guten Kontakt habt zu euren Grosseltern und zur türkischen Kultur. Ich war in den Schulferien meistens in der Türkei und am Mittwochnachmittag besuchte ich den Türkisch Unterricht, lernte schreiben und las Bücher in Türkisch.“ Aus den Erzählungen meiner Gesprächspartnerinnen und -partner wird ebenfalls deutlich, dass sie je nach Situation und Thema jeweils dem Deutschen oder Türkischen Vorrang geben: „Über Gefühle denke ich in Türkisch nach, über Sachliches in Deutsch“, sagt Yasemin Meral. Die Enkelkinder von Atilay İleri nennen ihn und seine Frau Dede und Nine. „Grossvater oder Opa ist mir fremd“, sagt er. Während Aufenthalten in der Türkei, einer Rückkehr oder Auswanderung in die Türkei werden Defizite und Lücken, aber auch der Reichtum der türkischen Sprache bewusst. İsmihan Topaç, die zu Beginn ihrer Gymnasialzeit in der Türkei Schwierigkeiten hatte mit der türkischen Sprache, bemerkt: „Ich wurde jedes Jahr besser und begann, die türkische Sprache zu lieben. Sie ist viel bildhafter als die deutsche.“ Oder Tülay Kula, die sich trotz sehr guter Türkischkenntnisse bewusst ist, dass sie nicht eine von hier ist, meint: „Ich habe das Glück, dass ich keinen Akzent habe. Trotzdem merken sie, dass ich aus dem Ausland komme, weil ich gewisse Ausdrücke oder Sprüche anders verwende oder mich auch nicht an die Art und Weise des Grüssens halte, weil ich das komisch finde.“
WERTE ANEIGNEN In ihren Ausführungen stellen meine Gesprächspartnerinnen und -partner europäische, schweizerische, westliche Werte den türkischen, orientalischen gegenüber. Sie beziehen sich dabei vor allem auf drei Bereiche: das Verhältnis der Geschlechter, die Rolle der Familie, die individuellen und politischen Gestaltungsfreiheiten. „Aus der Schweiz habe ich Offenheit und Toleranz gegenüber anderen mitgenommen. Das sind ganz wichtige Werte, die mir Europa mitgegeben hat“, sagt Müjde Tönbekici und fährt fort: „Was die Beziehungen zwischen Frau und Mann angeht, war ich schon als junges Mädchen sensibilisiert worden. Ich erinnere mich an diese Partys. Meine Freundinnen durften alle übernachten und ich wurde um Mitternacht von meinen Eltern abgeholt. Damals schwor ich mir, dass ich mich als Erwachsene, überkommenen gesellschaftlichen Normen nicht unterwerfen werde. Ich zog beispielsweise in Izmir als junge Studentin mit meinem Freund zusammen. Das war anfangs der 1980er Jahre revolutionär. Es braucht eine elterliche Autorität, aber den Kindern einen Freiraum zu geben, ist wichtig. So erziehe ich meine Kinder.“ Als Designerin und Unternehmerin ist Tülay Kula im Dorf ihrer Eltern für viele Frauen zum Vorbild geworden: „Meine Schneiderin sagte mir, dass ich sie motiviert hätte, auch ihr eigenes Ding zu machen. Sie hat heute eine erfolgreiche Taschenproduktion. Es hat sich rumgesprochen, dass ich Arbeit bringe und gerne Frauen beschäftige.“ Meine Gesprächspartnerinnen und -partner erlebten Schweizer Familien freier als ihre eigenen Familien. Diese Erfahrung hinterlässt Spuren: „Ich war die erste in meiner Familie und Verwandtschaft, die unverheiratet auszog“, sagt Yasemin Meral. Und Harun Doğan meint: „Ich hatte keinen grossen Kontakt zum türkischen Umfeld. Ich wurde sehr von Schweizer Familien und Kindern geprägt. Meine Eltern mussten akzeptieren, dass ich meinen eigenen, unkonventionellen Weg gehe. Als ich mit knapp 20 Jahren mein erstes Grafikbüro eröffnete, meinten sie, wir seien Ausländer und ich solle einen normalen Job suchen.“
KOMP ETENZEN AN EIGN EN Meine Gesprächspartnerinnen und -partner betonen zudem ihre in der Schweiz erworbenen formellen und informellen Kompetenzen. „Die Liebe zu Büchern entdeckte ich bereits als Primarschüler in der Schweiz. Und den Zugang zur Musik vermittelte mir mein Reallehrer“, erzählt Genç Osman Yavaş. Schon immer habe sie schwimmen lernen wollen, sagt Nazire Yaşartürk. In der Schweiz habe es Schwimmkurse nur für Frauen gegeben und ihr lang gehegter Wunsch sei in Erfüllung gegangen. Seine gesellschaftspolitischen Aktivitäten machten Memet Şahin zu einem profunden Kenner des politischen Systems der Schweiz. Atilay İleri erwarb nicht nur sein Jura-Studium an der Universität Zürich und machte sein Anwaltsexamen im Kanton Zürich, darüber hinaus konnte er auch seinen vielfältigen Interessen und Engagements als liberaler und sozial engagierter Mensch nachgehen, sich beispielsweise mit Marxismus auseinandersetzen. „Das Kapital“ von Marx war in den 1970er Jahren in der Türkei verboten.
ÜBERSETZEN Genç Osman Yavas hat Übersetzen zu seinem Beruf gemacht: „Ich meldete mich auf ein Inserat, übersetzte ein, zwei Bücher. Der Verlag war zufrieden und ich erhielt weitere Aufträge.“ Auch Müjde Tönbekici übersetzt, wenn sie
96 / 97
E S S AY
als Reiseleiterin deutschsprachige Touristinnen und Touristen durch die Türkei führt: „Das Deutsch konnte ich direkt in meinem Beruf anwenden. Das ist meine Existenzgrundlage“. Generell erbringen Kinder von Migranten vielerlei Übersetzungsdienste für ihre Eltern: sei es, dass sie Briefe offizieller Stellen oder unter anderen auch bei Elterngesprächen in der Schule übersetzen. „Bereits als Kind war ich Übersetzer. Das liess auch Spielraum für eigene Interpretationen“, erzählt Harun Doğan.
SICH NEU FINDEN Kulturelle Aneignungs- und Übersetzungsleistungen bringen Neufindungspro zesse in Gang, die vielfach von Krisen und Unsicherheiten ausgelöst werden. Es ist ein offener Prozess, wie ich es bereits oben Ludger Pries zitierend ausgeführt habe. Im Leben des Ehepaars Yaşartürk löste die Kündigung von Mehmet eine existenzielle Krise aus. Er besann sich jedoch auf seine Ressourcen und Möglichkeiten in der Türkei, wo er in den ersten drei Monaten die Erfahrung machen musste, dass er auch hier zu einem Fremden geworden ist: „Sie halten dich für einen Ausländer, einen reichen Mann und sie nehmen dich aus, wo sie können. Das tut weh“, sagt Mehmet im Gespräch und fährt fort: „Sie erkennen dich daran, wie du grüsst, wie du dich bewegst, wie du angezogen bist, wie du auf dem Basar die Waren anschaust und sie nutzen es aus.“ Nazire, die im Gegensatz zu ihrem Mann aufgrund ihrer ungenügenden Deutschkenntnisse in der Schweiz nicht eingebürgert wurde, wollte nie zurück in die Türkei. Sie ist nach wie vor in der Schweiz angemeldet und reist hin und her. Das Ehepaar muss einen Kompromiss finden, sich und ihre individuellen Rollen als Ehepartnerin, respektive -partner neu definieren. „Wir versuchen es, wir wissen nicht, wie es weiter gehen wird“, sagt Mehmet.
SICH NEU FINDEN – VERSCHIEBEN Im Neufindungsprozess finden Verschiebungen statt: Verschiebungen in der familiären und gesellschaftlichen Rollenteilung. Tülay Kula hielt sich als Teenager und junge Frau nicht gerne bei den Verwandten in der Türkei auf. „Sie mischten sich in alles ein, wussten alles besser. Das ging mir auf die Nerven“, erzählt sie, die heute als Designerin ein kleines Familienunternehmen leitet: „Mein Leben hat die Familie näher zueinander gebracht. Jeder hat seinen Job. Mein Papa macht Kurierdienste. Meine Mutter schneidert die Prototypen und erklärt der Schneiderin im Dorf den Schnitt. Meine Tante überwacht die Produktion der Schmuckschachteln und Schals. Mein Onkel macht den Versand.“ Auch Harun Doğan, der sich schon früh von seiner Familie gelöst und eigensinnig seine Interessen als Künstler und Unternehmer verfolgte, griff nach einigen negativen Erfahrungen auf familiäre Ressourcen zurück. Sein Design Studio in Istanbul führt er gemeinsam mit seinem Schwager, auch seine Schwester arbeitet mit. „Wir funktionieren zwar nicht wie ein typischer Familienbetrieb, aber es hat grosse Vorteile zu wissen, dass deine Leute da sind. Ich kann besser schlafen, wenn ich in der Schweiz bin“, sagt Harun Doğan. Gemeinsam mit seiner Tochter führt auch Atilay İleri einen Familienbetrieb. Der bekannte Patientenanwalt kaufte vor 20 Jahren in Selçuk einige Hektaren Land und besitzt heute ein Landgut von 70 Hektaren, mehrheitlich Olivenhainen. Hier leiten Vater und Tochter die mehrfach ausgezeichnete biologische Olivenölproduktion – Epheser Olivenöl. Atilay İleri erinnert sich: „Als ich gemeinsam mit meinem Bruder dieses Land erwarb, war es eher eine Art Identitätssuche. Der Ort erinnerte mich an die Mühle meines Grossvaters, wo ich aufgewachsen bin. Dass ich einmal Olivenölproduzent werden würde, wusste ich damals noch nicht.“ Nachdem Memet Şahin 1997 nach 18 Jahren das erste Mal wieder in die Türkei reisen durfte, war er enttäuscht über die politische Resignation und Gleichgültigkeit. Er konnte sich ein Leben in der Türkei nicht mehr vorstellen. In den letzten Jahren und seit sie in den Ferien in Didim an der Ägäisküste Gleichgesinnte, die wie er und seine Frau lange Jahre ausserhalb der Türkei lebten, kennen gelernt haben, gibt es jedoch die Perspektive Rückkehr. Mit dem Kauf eines Hauses wurde der erste Schritt getan. „Die politische Denkweise hat sich geändert. Es gibt ein Engagement und ich kann mir vorstellen in Zukunft Teil dieser neuen politischen Bewegungen in der Türkei zu werden“, führt Memet Şahin aus. Die Erfahrung, nicht dazu zu gehören, fremd zu sein, müsse nicht nur schmerzhaft sein, sie mache auch neugierig, meint Müjde Tönbekici, die sich selber als Heimatlose bezeichnet: „Einerseits hat man keine Wurzeln, aber andererseits ist man allen und allem gegenüber offen. Und das ist das Wunderbare. Wichtig sind für mich die Beziehungen zu Menschen, wo immer ich auch bin.“ Genç Osman Yavaş führt seine Gelassenheit, die ihn auch im Gewühl der riesigen Stadt nicht aus der Ruhe bringen kann, auf seine Sozialisation in der Schweiz zurück: „An Sonntagen war immer alles still, auf der Strasse gab es kaum jemanden. Ich musste lernen, mit dieser Zeit umzugehen, mich selber zu beschäftigen.“
G A BY F I E R Z
SICH NEU FINDEN – IN WERT SETZEN In den biographischen Erzählungen zeigt sich, wie kulturelle Aneignungs- und Übersetzungsleistungen von den Gesprächprächspartnerinnen und -partnern in Wert gesetzt werden, respektive wie sie für sich daraus eine Geschäftsidee und eine ökonomische Existenzgrundlage entwickeln. So hat İsmihan Topaç im Wissen, dass in Izmir, ihrer neuen Wahlheimat, ein grosser Markt für Schönheitspflege besteht, sich in der Schweiz entsprechend weiter gebildet und führt heute einen Schönheitssalon: „Meine Kundinnen schätzen meine Ausbildung in der Schweiz und vor allem biete ich einen Service, der hier nicht üblich ist. Es gibt zum Beispiel immer etwas zu trinken und zu knabbern.“ Ihren Erfolg führt sie selber darauf zurück, dass sie sowohl ihren schweizerischen wie ihren türkischen Hintergrund miteinander verbinden und damit in der Branche etwas Neues anbieten kann. Auch Genç Osman Yavaş macht die verschiedenen kulturellen Einflüsse und Kompetenzen für sich fruchtbar, indem er seine deutschen und türkischen Literatur- und Sprachkenntnisse und -kompetenzen und seine musikalische Begabung zu beruflichen Tätigkeiten macht. Die Auseinandersetzung mit ihren Produzentinnen und Produzenten in der Türkei empfindet Tülay Kula als fruchtbar und kreativ: „In der Schweiz muss ich die Qualität nie kontrollieren. Da stimmt alles. Aber, wenn ich eine neue Idee habe und die ausprobieren will, dann ist es schwierig. In der Türkei hingegen, habe ich die Erfahrung gemacht, dass sie viel offener und interessierter sind, sich Zeit nehmen und auch bereit sind, speziellere Dinge umzusetzen. Am liebsten wäre ich für das Entwerfen, das Kreative, Entwickeln und Produzieren in Istanbul und danach für das Administrative, Verkauf und Vertrieb in der Schweiz.“ Eine Kompetenz, die in den biographischen Erzählungen immer wieder auftaucht, ist die Fähigkeit, zu vermitteln und integrierend zu wirken. Memet Şahin beschreibt es so: „Ich bin immer bestrebt, den Kreis zu öffnen für diejenigen, die sich ausserhalb befinden.“ Und für Mehmet Yildirimli bedeutet das, über den eigenen Tellerrand hinauszuschauen und Menschen mit unterschiedlichen Anliegen, Hintergründen und Interessen zusammen zu bringen, Synergien herzustellen, professionelles Networking zu betreiben. Auch Harun Doğan vermittelt, wenn er gemeinsam mit seinen Auftraggebern spezifisch eigene Kampagnen entwickelt und Moderne mit Tradition zu etwas Neuem eigenständigen verbindet.
D A S P O T E N T I A L K U LT U R E L L E R M E H R FA C H Z U G E H Ö R I G K E I T Die Erfahrung der Migration wirft und warf bei meinen Gesprächspartnerinnen und Gesprächspartnern die Frage nach der kulturellen Zugehörigkeit auf. Sozialisation in der Schweiz und Herkunft aus der Türkei sind die Ingredienzen eines ambivalenten Zugehörigkeitsgefühls. Für sie alle gilt, dass sie als Erwachsene ihre Existenzmittelpunkte in beiden Ländern haben oder sich entschieden haben, wieder in der Türkei zu leben. Das Bewusstsein ihrer kulturellen Zugehörigkeit macht aber offensichtlich diese Festlegung nur teilweise mit. Zu stark ist die Spur, die die Sozialisation im anfangs fremden Land, hinterlassen hat, als dass man sie einfach wieder ablegen könnte und auch nicht wollte. Vielmehr wird diese Ambivalenz bei der Neufindung der eigenen Identität als etwas Positives erfahren. Die manchmal schwierige Integration ins gesellschaftlich, rechtliche und ökonomische Leben der Schweiz stellt sich nun plötzlich als hilfreiche Erfahrung heraus, um im neu gewählten Ursprungsland einerseits wieder erfolgreich Fuß fassen, aber auch Neues in die dortige Kultur einzubringen. Kein Wunder daher, dass alle Geprächsteilnehmerinnen und -nehmer in dieser Zweifachzugehörigkeit ein Potential sehen.
Bibliografie: Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 147-169 AY YILDIZ, sadece für dich: Letzte Aktualisierung 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (Download vom 26.9.2015) Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach Staatsangehörigkeit http:// www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html (Download vom 10.2.2016) Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien zu einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 83-101 Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode. Darmstadt: Luchterhand, 1965 Historisches Lexikon der Schweiz: Letzte Aktualisierung 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/ D3374.php (Download vom 26.9.2015) Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (Hg.): Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012 Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und Politik. In: Pusch, Barbara (Hg.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, 67-82. Rushdie, Salman: Imagenery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922. Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010. Bern 2012. Andere Quellen: Schweizer Generalkonsulat Istanbul, Gregor Fritsche, e-mail vom 10.11.2014, e-mail vom 25.1.2016
P R O C E S S E S O F I D E N T I T Y T R A N S F O R M AT I O N I N T H E T R A N S N AT I O N A L S PA C E B E T W E E N S W I T Z E R L A N D A N D T U R K E Y
A P P R OP R I AT I N G – T R A N S LAT I N G – R EF I N DIN G O N ES ELF
“WE CAN BOARD A PLANE IN OUR HOME COUNTRY AND G E T O F F T H E P L A N E A G A I N 3 , 0 0 0 K I LO M E T R E S L AT E R , A N D Y E T W E ’ R E AT H O M E . ” ( AY Y I L D I Z 2 0 1 1 ) The quotation epitomizes the lifeworld of a growing number of people in Switzerland today. Owing to the modern means of communication, bilingualism and multilingualism have become part of the common cultural, social and economic practice, just as plural affiliations have. Or as the social scientist Yaşar Aydın recently put it: dual affiliation is not an either / or; cross-border communication and virtual mobility have become part of a transnational orientation (Aydin 2013, pp. 157-158). During a five-month research in Turkey I conducted interviews with four women, five men and one married couple with roots in Turkey as well as Switzerland, and with whom I shared part of everyday life. My interest was to understand how identities emerge in situations where one is betwixt and between as well as at home in different places and settings. Their life histories as well as the accounts of their fields of activity and scopes of action reveal a striking ability to transform and translate from one cultural context to the next, allowing them to appropriate and modify cultural competences and values to the effect that new identities emerge from the intertwined contexts. According to Keinz, Schönberger and Wolff (2012), “cultural translation” is an activity performed by groups as well as individuals. The question is, what happens when terms, things or social practices are translated from one context into another? What translation strategies and tactics do the actors have in mind? I conducted the interviews in Turkey between July and December 2014, at a time when it was not yet really foreseeable that the Turkish government under Recep Tayyip Erdoğan was in the process of becoming ever more authoritarian and willed to take action against all differently-minded people. In order to provide the appropriate context I first present a summary of the facts and figures concerning migration and re-migration between Turkey and Switzerland and touch upon the theoretical discourses that guided my questions and ideas.
FA C T S A N D F I G U R E S Between the 1960s and the 1990s the Turkish population in Switzerland grew steadily. Owing to the difficult political situation and high unemployment rates in Turkey, the high labour demand in Switzerland led to the influx of roughly 100,000 Turkish migrants and refugees up to the end of the twentieth century, the majority of them from the rural areas of eastern Turkey. A substantial number of Turkish immigrants finally became Swiss citizens. Many of the Turkish citizens who, following the military coup of 1980, applied for political asylum in Switzerland were of Kurdish or Alevi origin (Historical Lexicon of Switzerland 2014). Today there are roughly 120,000 people with Turkish roots living in Switzerland; 46,724 of them have become Swiss citizens (Wanner/Steiner 2012, p. 32). Over the last years, immigration from Turkey has been on the decline. Whereas in 2002, 3,063 people from Turkey came to Switzerland, the number had dropped to 1,643 by 2014. At present the trend is in the reverse direction, with a growing number of people leaving Switzerland again for Turkey. From 841 in the year 2002, the figure rose to 1,348 in 2014 (Bundesamt für Statistik 2016). According to the Swiss General Consulate in Istanbul, 4,136 Swiss citizens were living in Turkey in January 2016; of these, 3,483 held dual Swiss-Turkish citizenship (Swiss General Consulate, 25.1.2016). The figure of 4,136 refers to individuals registered at the Swiss consulate, yet, as the consulate staff conceded, “the number of Swiss citizens living here without being registered is certainly higher, but we are unable to give you exact figures” (Swiss General Consulate, 10.11.2014). Comparing the figures for the end of July 2014 with those of January 2016, the above-mentioned trend seems to be continuing. At the end of July 2014, 3,526 individuals with a Swiss passport were registered at the Swiss General Consulate; in January 2016 the figure had risen to 4,136 (Swiss General Consulate, 25.1.2016). The large number of dual citizens suggests that, apart from individuals who received Turkish citizenship through marriage, the figure includes mostly Turkish men and women who once emigrated to Switzerland and are now returning to Turkey, or else their descendants.
CROSSING BORDERS “ M É L A N G E , H OTC H POTC H , A B I T O F T H I S A N D A B I T O F T H AT I S H O W N E W N E S S E N T E R S T H E W O R L D . “ ( R U S H D I E 1 9 9 2 , P. 3 9 4 )
98 / 99
E S S AY
Modern approaches to migration research no longer necessarily regard migration as a discrete social field. Instead they prefer to describe and analyse the phenomenon of migration as a social fact in Emile Durkheim’s sense of the term, that is, as a feature that involves and structurally determined society as a whole and provides little scope for individual choice and historical development (Durkheim 1965). Thus, the phenomenon of migration is not considered as mere a result or trigger of change, but as an integral part of the processes of social and cultural transformation – transformation processes that form an intrinsic part of transnational dissemination, entanglement and integration, generally referred to as globalization (Dahinden 2013, pp. 89-90). In this sense, migration is not an episode or a singular, bounded phenomenon, instead it is, in the words of the sociologist and migration specialist Ludger Pries, “an open-ended process that remains fragile and reversible across generations and which, through mutual ascriptions of Self and Other between members of migrating and non-migrating groups, leads to multiple (economic, political, social, cultural) forms of pluri-local inclusion and participation” (Pries 2013, p. 68). Pries goes on to explain that, “boundary-crossing social textures become durable forms of life practice for many transnational migrants … whose homeland is neither country A nor country B, but the constructed space they create between and beyond the two entities. An example: migrants often do not consider themselves as either German or Turkish, but rather as German-Turkish or Turkish-German. They have not yet really decided on whether they are going to remain in Germany or return to Turkey. It can even be that they go to stay in the Netherlands or France for a while, before returning, either to Germany or Turkey. Or else they travel to and fro between Germany and Turkey (ibid., p. 77). The life histories of the people I spoke with reflect these appropriation, translation and reinvention processes in which languages, skills and values are adapted, appraised and then applied to frame a sense of belonging. Based on more than thirty hours of conversation, I now go on to outline the gist of what they told me.
LANGUAGE ACQUISITION “When I first went to Kindergarten, I didn’t speak a word of German,” Yasemin Meral recalls. Not being able to understand is something that stuck, and because she didn’t want her seven-year-younger sister to go through the same ordeal, she always spoke German with her. The process of learning two languages, German and Turkish, is a topic that all my interlocutors talked about in length. Those who were born in Switzerland, or came here as children, learnt German primarily at school, adult migrants at the workplace, in language courses, with the help of German-speaking friends and colleagues, through self-study and by watching television and movies. Second and third generation children learnt Turkish mainly at home in the family, furthermore through language courses, with the help of relatives in Turkey during holidays or even during a stint of schooling in Turkey. The process of language acquisition reflects the shifting senses of belonging. Many of my interlocutors mentioned how important it was to get a grasp on German, not to be in an environment dominated by foreigners. “If you want your children to learn German well, you must live in a place where there are only few foreigners. I always wanted my children to learn the local language and get a good education,” Mehmet Yaşartürk told me, voicing the view of many fellow countrymen and women. Language use within the family can be a reference to the act of creating distance to one’s parents’ cultural background and the wish to belong to a different social and cultural setting: “My parents always spoke Turkish with me and my sister but we always answered in German, to the effect that we gradually lost our Turkish. We always tried to fit in with our surroundings, in other words, we made an effort to live like the Swiss people around us,” Genç Osman Yavaş explained. But the choice of language at home may also reflect the parents’ cultural conception of self and pride in their language: “I never visited a Turkish school, but at home my mother tolerated no other language than Turkish, and for this I’m really grateful,” Mehmet Yildirimli commented. And Yasemin Meral added: “My parents always said: we want you to remain in contact with your grandparents and our Turkish culture. I spent most of my school holidays in Turkey, and every Wednesday afternoon I went to a Turkish language class where I learnt to write and read Turkish books.” From the stories of my interlocutors it also became clear that, depending on the situation and the subject at issue, they give preference to either German or Turkish: “When it’s about feelings, I think in Turkish, when it’s about factual matters, in German,” Yasemin Meral explained. Atilay İleri’s grandchildren call him and his wife dede and nine, respectively, “Granddad or Grandpa would just sound wrong,” he said. During stays in Turkey or when returning or emigrating to Turkey, people frequently become aware of their language deficiencies and gaps, but often they also discover the wealth of the Turkish language. İsmihan Topaç struggled with
G A BY F I E R Z
the Turkish language at the beginning of her time at high school in Turkey but went on to say: “Year for year I got better and gradually I came to love the Turkish language. It’s much more picturesque than German.” Or Tülay Kula, who, despite her fluent Turkish, gets to feel that she’s not from here: “I’m lucky I don’t speak with an accent. All the same, the people recognize that I’m not from here because I apply certain terms or idioms differently and because I don’t use the common forms of greeting; they just sound so strange to me.”
A P P R O P R I AT I N G VA L U E S In our discussions my counterparts often compared European and Swiss, that is, Western values with Turkish, Oriental moral principles, focussing, above all, on three areas: gender relationships, the importance of family, and the scope of personal and political freedom. “What I brought with me from Switzerland are openness and tolerance towards others. These are the really important values I learnt in Europe,” Müjde Tönbekici said. “As far as the relationship between men and women is concerned, I learnt early in life. I remember these parties. All my friends were allowed to sleepover but my parents came to pick me up around midnight. I swore to myself that, when I grew up, I would ditch all these old-fashioned social norms. For instance, as a young student in Izmir I moved in with my boyfriend. In the early 1980s this was quite revolutionary. Parental authority is important, but children also need a bit of freedom and independence. This is how I bring up my children.” In her function as a designer and businesswoman, Tülay Kula has become somewhat of a role model for the women in her parents’ village: “My seamstress told me that my attitude had encouraged her to do her own thing. Today she has her own handbag business. Word got around quickly that I had jobs to offer and that I preferred to employ women.” In the eyes of my interlocutors, Swiss families enjoyed more freedom than their own families, a fact that clearly left its mark: “I was the first in the family and among my kin to move away from home unmarried,” Yasemin Meral recalled. Harun Doğan commented: “I never had much contact with the Turkish people around me. I took the Swiss kids and families I knew as my role model. My parents just had to accept that I wanted to go my own, unconventional way. When I opened my own graphic design studio at the age of twenty, my parents pointed out that we were foreigners and that I should look for a normal job like all the others.”
ACQUIRING SKILLS My conversation partners frequently referred to the formal and informal skills they had acquired in Switzerland. “I discovered my love for books at primary school in Switzerland, while my secondary school teacher opened my ears to music,” said Genç Osman Yavaş. Nazire Yaşartürk recounted that it had always been her wish to learn to swim; when she heard that in Switzerland there was such a thing as swim classes for women only, her long-cherished dream came true. Through his work as a political and social activist, Memet Şahin became an expert on Swiss politics. Atilay İleri not only got a law degree from the University of Zurich and passed his bar exams in Zurich, being the liberal-minded and socially committed man he was, he also found time to concern himself with things such as Marxism. In the 1970s, Marx’s Capital was still on the forbidden list in Turkey.
T R A N S L AT I N G Genç Osman Yavas has made translating his profession: “I answered an ad for some translation work after which I translated one or two books. The publishers seemed to be happy with my work, so I was given further consignments.” Müjde Tönbekici also does quite a bit of translating in her job as travel guide for German tourists visiting Turkey: “My German came in handy on the job. It has become the bedrock of my existence.” Children of migrants do a lot of translating for their parents, for example, in explaining official letters and documents or as interpreters at parent-teacher meetings at school. “Even as a child I often worked as a translator. This left me with considerable leeway to interpret things as I wished,” Harun Dogan recalls.
REFINDING ONESELF The work of cultural appropriation and translation tends to set processes of identity reinvention in motion. These are often triggered by the experience of crisis and uncertainty. As Ludger Pries explained above, this is an open-ended process. In the life of the Mr and Mrs Yaşartürk, Mehmet’s job loss precipitated an existential crisis. In the end, Mehmet decided to return to Turkey and try his luck there. But after three months he realized that, here too, he had become a
A P P R O P R I AT I N G – T R A N S L AT I N G – R E F I N D I N G O N E S E L F
foreigner, an outsider: “They take you for a rich foreigner and try to milk you wherever they can, and that hurts,” Mehmet confided. “They recognize you as a stranger by the way you move, the way you greet, the way you’re dressed or the way you check out things at the bazaar, and then they try to take you for a ride.” Nazire, who, unlike her husband, had not been granted Swiss citizenship owing to her lack of language proficiency, never wanted to return to Turkey. She is still officially registered in Switzerland and travels back and forth between the two countries. The couple is forced to negotiate a compromise, find a way to redefine their status as a married couple and their role as husband and wife, respectively: “We’re working on it, but we don’t know how it will pan out in the long run,” v remarked.
REFINDING ONESELF – SHIFTING FOCUS In the process of refinding oneself, focuses tend to shift, leading to the recasting of family and gender roles and a redefinition of belonging. As a teenager and young woman, Tülay Kula did not enjoy staying with her Turkish relatives: “They stuck their noses into everything, knew everything better. This got me down no end,” she recalled. Today she is a designer and runs her own small business: “My work brought the family closer together. Everybody has his or her part. My father runs errands, my mother makes the prototypes and explains the cuts to the seamstresses in the village, my aunt supervises the production of the scarves and jewellery boxes, and my uncle is responsible for distribution.” After leaving his family at an early age, stubbornly pursuing his own interests and setting up his own business, Harun Doğan now, too, relies on the support of his family, especially after going through a few hard patches. Today he runs a design studio in Istanbul with this brother-in-law and with the help of his sister. “We’re not a family business in the real sense of the term,” he says, “but it’s good to know who your people are. It makes me sleep better when I’m in Switzerland.” Atilay İleri operates a family business with his daughter. The successful medical lawyer purchased a piece of land twenty years ago in Selçuk where he and his daughter now run an estate, producing olive oil. His Epheser bio olive oil has won him several awards. Atilay İleri looks back: “When my brother and I bought this land, it had a lot to do with searching for identity. The place reminded me of my grandfather’s old mill where I grew up, but back then I never dreamt that, one day, I would become an olive oil producer.” When, in 1997, Memet Şahin travelled to Turkey for the first time in eighteen years, he was disappointed with the degree of political fatigue and resignation he encountered. At the time he couldn’t imagine living in Turkey. Recently, and especially after spending holidays in Didim on the Aegean coast and getting to know a group of like-minded people who, like himself and his wife, had lived abroad for many years, the idea of going back to Turkey became a realistic option again. Buying a holiday house there marked the first step of return. “The political mood has changed. There is a new form of engagement among the people and I can imagine myself becoming part of this new political movement in Turkey,” Memet Şahin explained. Not belonging, being an outsider, can but need not be a painful experience, at times it can even be intriguing, as Müjde Tönbekici explained. She describes herself as a person without roots: “Not having fixed roots means you are utterly free to embrace new things and new people. It’s something I really appreciate. Connecting with people wherever I am is really what matters to me.” Genç Osman Yavaş explains his composure, which never fails him, not even in the bustle of a large city, with the way he grew up in Switzerland: “Sundays were always very quiet, there was nothing to do and the streets were almost empty. I had to learn how to deal with this dead time, how to occupy myself alone.”
REFINDING ONESELF – E X P LO I T I N G O P PO RT U N I T I E S The life histories I recorded reveal, among other things, how the protagonists exploit their knowledge of two cultures and the skill of cultural translation to their own benefit, in other words, to create business opportunities and gain an economic footing. For example, with the knowledge that there was a market for beauty products and services in Izmir, her new home, Ismihan Topac invested time and money in her training in this field while still in Switzerland. “My clients appreciate the fact that I was trained in Switzerland but, above all, I offer a service that is not common here, including little things like drinks and nibbles.” She herself explains her success by her dual Swiss and Turkish background and the novelty of her business plan. Genç Osman Yavaş, too, makes the best of the different cultural influences and skills by building on his knowledge of German and Turkish, the respective literatures and cultures, his love of music, and turning them into a profession. For Tülay Kula, working with producers in Turkey is a creative and valuable
experience: “In Switzerland I never have to check the quality of the work. Everything fits there. But if I come up with a new idea and want to try it out, things become complicated. In Turkey, on the other hand, I have learnt that people are much more open and inquisitive, they take the time and are prepared to go the extra length to create something special. The best thing would be to have the design, development and production – all the creative steps – done here in Istanbul, and everything to do with administration, sales and distribution sorted out in Switzerland. One of the skills addressed again and again in the life histories is the ability to mediate and exert an integrative influence, or as Memet Şahin put it: “I always try to extend and open the circle and invite those outside to come in.” For Mehmet Yildirimli this means thinking outside the box and bringing people with different views, problems, backgrounds and interests together to create synergies and build networks. Mediating is also part of Harun Doğan’s job, especially when it comes to developing campaigns for clients and fusing tradition and modernity to create something new.
T H E P O T E N T I A L O F M U LT I P L E C U LT U R A L B E L O N G I N G For my interlocutors, the experience of migration has always touched upon the issue of cultural belonging. Growing up in Switzerland with Turkish roots holds the ingredients of an ambiguous sense of belonging. Some have their life centres in both countries, others have decided to return to Turkey for good. Either way, reconciling the decision does not translate easily into a sense of cultural belonging. The experience of growing up in a foreign environment is not something you can simply cast off – it leaves behind traces – nor do people necessarily wish to do so. On the contrary, many regard this kind of ambiguity as an asset in the process of redefining their identity. Their earlier struggle of “making it” in Switzerland now unexpectedly turns out to be a helpful experience in the process of settling down in the country of origin they have decided to return to, but also with regard to infusing the culture they encounter there with new ideas. Thus it comes as no great surprise that all the people I spoke with looked upon their dual belonging as a great potential.
Bibliography Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch, Barbara (ed.). Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, pp. 147-69 AY YILDIZ, sadece für dich: last update 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (last accessed 26.9.2015) Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach Staatsangehörigkeit http:// www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html (last accessed 10.2.2016) Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien z einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara (ed.). Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, pp. 83-101 Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode. Darmstadt: Luchterhand, 1965 Historisches Lexikon der Schweiz: Last update 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/D3374.php (last accessed 26.9.2015) Keinz, Anika; Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika; Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (eds.). Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012 Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und Politik. In: Pusch, Barbara (ed.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, pp. 67-82. Rushdie, Salman: Imaginery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922. Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010. Bern 2012. Other sources: Swiss General Consulate Istanbul, Gregor Fritsche, E-mail of 10.11.2014, E-mail of 25.1.2016
100 / 101
102 / 103
SPON SORLAR, DESTEKÇİLER
S P O N S O R E N , PA R T N E R
DEST EKÇİLER PA RTNE R PA RT N ER
TÜRKİYE TÜRKEI TURKEY
İSVIÇRE SCHWEIZ SWITZERLAND
TAK, Tasarım Araştırma Katalım, Kadıköy, Istanbul http://takortak.org/atolye/kadikoy/
Integration Basel Stadt
Hacettepe University, Migration and Politics Research Center, Ankara http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/english/
Stadt Rheinfelden
Verein Regenbogen Basel
Treffpunkt Integration Windisch
K2 Güncel Sanat Merkezi, Izmir http://k2.org.tr
Fachhochschule Nordwestschweiz, Pädagogische Hochschule. Campus, Windisch
Nesim Matematik Köyü, Şirince
FABIA, Fachstelle für die Beratung von Ausländerinnen und Ausländern, Luzern
Çanakkale Bienali, Çanakkale http://www.biennialfoundation.org/biennials/ canakkale-biennial-turkey/ Didim Belediyesi
Shedhalle Konzeptbüro Rote Fabrik, Zürich b-treff Flawil Fachhochschule für Soziale Arbeit, Studierendenorganisation, St. Gallen
S U P P O R T, PA R T N E R
S PONSORLAR SPO NSO RE N S UPPO RT
Schweizerische Eidgenossenschaft Confédération suisse Confederazione Svizzera Confederaziun svizra Eidgenössische Migrationskommission EKM
T R N/ EM P 1U 04 FLANI – TÜRKİYE
TOURN EE P LAN – TÜRKEI
W W W . Y O L D AY O L D A . C O M W W W. YO L DA - U N T E R W EG S . CO M
TOUR P LAN – TURKEY
I N S TA G R A M . C O M / Y O L D A _ U N T E R W E G S T W I T T E R . CO M / YO L DA 2016 FA C E B O O K . C O M / YO L D A U N T E R W E G S