Akrep Yuvası / Demir Toros

Page 1


2


DEMİR TOROS

AKREP YUVASI

3


4

AKREP YUVASI / Demir Toros

Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Düzelti: Eylül Duru Kapak: Murat Özgül

ısbn 978-975-14-1551-6 birinci basım: Mart 2013 Kitabın her basımı 2000 adet yapılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul


5


6


“Bunca yıl ben ne yaptım, nerelerdeydim? Geçmişimi neden hatırlamıyorum?”

K

âmuran Teğmen bulanık bakışlarla odaya göz gezdirdi. Arkası hafifçe kaldırılmış bir hastane karyolası, komodin, iki koltuk, bir sandalye, televizyon, bir de üzerine yemek tepsisi konmaya yarayan yüksek sehpa. Pencerenin iki yana çekilmiş perdeleri arasından giren akşam güneşi yerdeki seramikleri aydınlatıyordu. Yanındaki komodinin üzerinde duran telefona hayretle baktı. Ne zamandır hastanede yatan yedek teğmenlerin emrine telefonlu, televizyonlu, tek yataklı oda veriyorlardı? Bu işte bir acayiplik vardı. Beyninde savaşla ilgisiz bölük pörçük bir tablo canlanır gibi oluyor, tam anımsayacakken başka sahnelerle karışarak siliniyordu. Kendisini yoklayıp, sadece izleri kalmış olan yaralarına şaşkın şaşkın baktı. Başındaki ağrı hariç gayet sağlam ve sağlıklı görünüyordu. Serumun iğnesini kolundan çıkartıp kalkmaya niyetlendi, aman neme lazım, diyerek caydı sonradan. Komodinin arkasındaki duvarda üç-dört tane neye yaradığı belirsiz düğme gördü, içlerinden zil olduğunu düşündüğüne bastı. Az sonra kapı açıldı ve bir hemşire girdi. Bakışları tedirgin gibi göründü Kâmuran’a. Ama aldırmadı. “Merhaba,” dedi. “Merhaba. Nasılsınız?”

7


8

Gülümsedi. “Çok iyiyim de…” Etrafına hızlıca göz attı, “Ne­ den hastanede olduğumu anlayamadım. Yaralı da değilim.” Hemşirenin acelesi olmalıydı. Döndü, kapıya doğru hızla yürürken, “Doktoru çağırayım,” dedi. “O izah eder.” “Bir dakika! Kolumdaki iğne rahatsız etmeye başladı. Çıkartsak olur mu?” “Buna ancak doktor karar verebilir.” “Peki, doktor kim? Yani binbaşı mı, albay mı? Rütbesi ne?” Hemşire telaşla kapıyı kapatırken, “Gelince göreceksiniz,” dedi. Teğmen kafasını kurcalayan cevabı verilmemiş bir sürü kuşkulu soruyla yeniden yalnız kaldı. Ama yalnızlığı uzun sürmedi. Doktor sanki hemen dışarıda bekliyordu. İçeri girip kapıyı kapattı, “Geçmiş olsun Kâmuran Bey,” dedi gülümseyerek. Kâmuran Bey mi? Neden, Kâmuran Teğmen, ya da sadece, Teğ­­men, değil? Şaşırmadım, dese yalan olurdu. Fakat üzerinde durmadı. “Te­ şekkür ederim komutanım,” dedi. “Yalnız şeyi bilsem… Eee… Rütbenizi… Öyle hitap ederdim efendim.” Doktorun yana taranmış, gümüşsü kısa saçları ve güneş yanığı benzindeki derinleşmeye yüz tutan çizgiler, 50’li yaşlardaki bir adamla karşı karşıya olduğu izlenimi uyandırıyordu. “Acaba… Albayım mı demeliyim?” Doktorun yüzünde kısacık bir sıkıntı ifadesi belirip kayboldu. “Hayır,” dedi. “Ben sivilim.” “Yaa… Ordunun sivil doktorlarındansınız. Güzel.” Doğ­rul­ maya çalıştı. “Yaralandığımı hatırlıyorum. Herhalde çok uzun zaman komada kaldım. Ama artık hiçbir yerim acımadığına göre iyileşmiş olmalıyım. Hayatımı sizlere borçluyum. Sağ olun.” Doktor öksürdü. “Estağfurullah! Eğer bir savaşta yaralanıp buraya koma halinde getirilseydiniz de gösterilecek ihtimam yine aynı olurdu. Yalnız… Sözlerinizden bir zaman karmaşası yaşadığınızı anladım.” “Ama ben anlayamadım.” Kâmuran’ın kaşları çatıldı. “Hede­ fimiz olan Magosa-Lefke hattına doğru Rumlarla dövüşerek iler-


liyorduk. Tuzağa düştük. Bir askerim yaralandı, kan kardeşim Oktay Çavuş şehit oldu. Duyduğum ıstırap ve hınçla üç milisin saklandığı eve dalıp herifleri vurdum. Fakat o sırada yaralandım. İki veya üç yerimden… Gerisi aklımda yok. İşte ilk defa bugün uyanıyorum. Nasıl bir zaman karmaşası?” Doktor odadaki tek sandalyeyi karyolanın başucuna çekip oturdu. “Şimdi Kıbrıs gazisi olduğunuz anlaşıldı Kâmuran Bey. Vücudunuzdaki eski yara izlerinin nereden kaldığını doğrusu merak etmiştim.” “Eski yara izleri mi?” “Evet. Bakın… Söyleyeceklerimi dikkatle dinleyin ve lütfen bana inanın. Siz kurşun yaralarından değil, bambaşka bir sebeple bu özel hastanede bulunuyorsunuz.” Kâmuran irkildi. “Nasıl başka bir sebep? Doktor bey… Kıb­ rıs’ta değil miyiz? Askeri hastane değil mi burası?” Doktor, hayır anlamında başını salladı. “Harekât 1974’teydi, herhalde hatırlıyorsunuz.” “Elbette.” “Şimdi yıl 1992.” Kâmuran şiddetle sıçradı. “Ne?… 1992 mi!” Karşısındakine, henüz anlayamadığı bir sebepten dolayı kendisini kandırmaya çalışan bir üçkâğıtçı gibi bakmaya başladı. Belki doktor bile değildi bu beyaz önlüklü herif. Belki de bir casus… Bir Rum… Kendisini doktor olarak tanıtan adam gülümsedi. İçten, cana yakın bir ifade belirmişti yüzünde. “Bana inanmadığınızı görüyorum.” Kâmuran bakışlarını kaçırdı. “Hayır ama… Daha dün savaşıyorduk. Halbuki siz şimdi bana…” Birden yattığı yerde iyice dikildi. “Adınız nedir? Bana hemen kimliğinizi gösterin. Bir Türk bayrağı gösterin.” “Madem öyle istiyorsunuz… Pekâlâ.” Ayağa kalktı. “Adım Ruşen Atalay. Uzman doktorum. Hem daha da iyisini yapacağım. O zaman durumu gözlerinizle görüp öğrenebileceksiniz.” Serum

9


10

şişesinin hortumunu düğümledi, iğneyi adamın kolundan çıkardı. “Şimdi kalkın. Yavaş yavaş. Yine düşebilirsiniz.” “Düşmek mi?” “Neyse, boş verin. Banyoya gidiyoruz. Ama yavaş dedim. Ko­ lumu tutun.” Kapıyı açtı, Kâmuran’ı içeri sokup lavaboya yöneltti. “Şimdi aynaya bakın.” Kâmuran aynada beliren yüzü görünce dehşetle gözlerini yumdu. “Aman Allah’ım… Ne olmuş bana böyle? Neden bu kadar yaşlıyım?” Doktor hafifçe gülümsedi. “Yaşlı değilsiniz Kâmuran Bey. Hatta olduğunuzdan daha genç görünüyorsunuz. Yaşınız 43.” Adam gözlerini açtı, tekrar yumdu. “Allah’ım sen yardım et. Bunca yıl ben ne yaptım, nerelerdeydim? Geçmişimi neden hatırlamıyorum?” Sonra aynadaki yansımasından ürkmüş gibi hemen döndü, terliklerini sürüyerek karyolasına yürürken doktor, “Hayır, bu doğru değil,” dedi. Onu yine kolundan tutuyordu. “Siz yalnızca bayılmanızdan birkaç gün öncesiyle şu ana kadar olanları hatırlamıyorsunuz. Daha öncekiler hafızanızda aynen duruyor.” Kâmuran karyolaya uzandı, iğneyi yerine yerleştiren doktor serum şişesindeki hortumun düğümünü açarken daha sakin bir sesle, “Evet, haklısınız,” diye mırıldandı. “Evlenip boşandığımı, çocuğumu… Libya’da çalıştığımı hatırlıyorum şimdi. Peki, şimdi neredeyiz? Burası hangi hastane? Bana ne oldu?” Sonra korka korka ekledi. “Hangi yıldayız?” Doktor Ruşen Atalay bu defa karyolanın pencere tarafındaki koltuğa yerleşti. Işık arkadan geldiği için yüz hatları belli olmuyordu. “Tamam, Kâmuran Bey,” dedi. “Şimdi en baştan başlıyorum. Burası İstanbul. İçinde bulunduğumuz yıl, az önce de söyledim, 1992. Aylardan Eylül. Yolda yürürken birdenbire bayılıp yere düşmüşsünüz.” “Neden bayılmışım?” “Ooo… Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Araştırılıyor. Beyine yeterli oksijen taşınamaması, ani tansiyon düşüşü, boyundaki ke-


miklerin beyine giden damarlara baskı yapması… Daha bir sürü şey… Diyabet hastalığınız var mı?” “Yok.” “Olsaydı, kan şekerinizin düştüğünü göz önüne alırdım.” Susup dikkatle onun yüzünü inceledi. “Umarım artık bana güveniyorsunuzdur. 1974 Kıbrıs harekâtının üstünden çok zaman geçtiğini düşünürsek…” Kâmuran cevap yerine başını salladı. “Güzel. Bayılmak pek önemli sayılmaz. Biz daha çok bayılıp yere düşen insanın başını çarptıktan sonra olabileceklerden korkarız. Size olduğu gibi.” “Nasıl?” “Alnınızda şişmiş bir çürük var. Elmacık kemiğiniz de öyle. Aynada görmediniz mi?” “Fark etmedim. İyice bakmamışım. Yani başımı çarptığımda geçirdiğim sarsıntıdan dolayı mı geçmişi unuttuğumu söylüyorsunuz?” “Geçmişi değil, sadece son birkaç günü.” “O son birkaç günü ne zaman hatırlarım?” “En çok iki-üç gün içinde. Daha fazla sürmez.” “İnşallah öyledir. Peki, hangi hastanedeyiz?” “La Paix…” “Akıl hastanesi?” “Ruh sağlığı ve sinir hastalıkları.” Kaşlarını çattı. “Neden?” “Nasıl yani?” “Yani neden buraya getirildim de mesela… Amerikan ya da Alman Hastanesi’nde değilim?” “Haa… Aslında şanslısınız. Hastanenin tam önünde düşmüşsünüz. Yardımsever vatandaşlar da sizi hemen buraya getirmişler. Bir ara ayıldınız, hatırlıyor musunuz?” “Yok.” “Ben de öyle tahmin etmiştim. Ayıldığınızda söyledikleriniz bilinçli değildi. Burada kalmanızın doğru olacağını düşündük.”

11


12

“Neler söyledim?” Doktor Atalay dudaklarını büktü. “Fazla bir şey yok. Bilinçsiz konuşmalar. Sadece bir isim ve soyadı önemliydi bizim için.” “Kimin ismi?” “Dayınızın.” “Haa… Rauf Paksoy! Ona haber verdiniz.” “Evet. Bilinmeyen numaralar servisinden telefon numarasını aldık.” “Geldi herhalde.” “Tabii. Hemen.” “Ya oğlum?…” “O gelmedi. Gelmesine lüzum yoktu. Baygındınız.” “Peki… Şimdi çağırsak! Ayıldım.” “Bakın… Şu anda kontroller yapılıyor, daha sonuçlar alınmadı. Durumunuz ne merkezde, belli değil. Heyecan, telaş, duygusal tepkiler yasak. Bu uzayan sohbet bile zararlı.” Kâmuran içini çekti. “Pekâlâ. Ama son bir şey… Buraya ne zaman getirildim?” “Bu sabah.” “Şimdi saat kaç?” Ruşen Atalay saatine baktı. “Altıya on var.” Doğruldu. “Yarın yine görüşeceğiz. Sakin olun, beyninizi zorlamayın. Birkaç gün içinde her şeyi yeniden hatırlayacaksınız.” Tereddüt etti. “Hatta bu gece bile olabilir.” Sabaha doğru sanki boğazlanarak canı alınıyormuşçasına haykıran bir insanın tüyler ürperten korkunç çığlıkları birbiri üstüne devrilen dev dalgalar gibi La Paix Hastanesi’nin duvarlarında patladı, sonra gerisingeri püskürerek boşluğun alacakaranlığında hıçkırıklara dönüştü ve ansızın kesildi. Kâmuran Akıncı son günlerde neler olduğunu anımsamıştı.


Morgda, önceki gün Aksaray’daki otellerden birinin odasında bulunan kimliği meçhul genç bir erkek cesedi 13 var, diyorlar.

“İ

nanamıyorum Rauf Bey. Böyle bir şey nasıl olabilir? Böyle vahşi bir cinayet nasıl işlenebilir?” “Siz kimden duydunuz?” “İnşaat çavuşu Hacı usta anlattı. Ama sadece olayı, detayları değil.” Rauf Bey apart otel inşaatının şantiye odasında mimar Zafer Teker’le oturuyordu. İkisinin de önlerinde boşalmış çay fincanları ve dolu küllükler vardı. Bir süre sustuktan sonra, “Kâmuran’ı babasından çok ben hazırlamışımdır hayata,” dedi cılız bir sesle. “Yanlış anlaşılmasın. Ali İhsan Bey gayet dürüst, fazilet sahibi ve çalışkan bir insan. Fakat çok hassas ve yumuşak. Eviyle işinden başka dünya tanımaz. Kâmuran’a hem gerçek dünyanın hem de iş hayatının cambazlıklarını, tehlikeye direnip zorluklar karşısında pes etmemeyi ve bir yanağına tokat yerse İsa gibi öbürünü çevirmemesi gerektiğini ben öğrettim. Yıllarca birlikte avlandık. Eskiden boks yapmıştım biliyor musun?” Zafer Teker’in cevabını beklemeden devam etti. “Onu boks takımına soktum, sıkletinde üniversiteler arası şampiyonluğu var. Ama daha önemlisi, Marmara Bölge şampiyonu olmasıdır. Burnu kırıldığı zaman babası ne kadar kızmıştı bana.” Eski günlere acı acı gülümsedi.


14

“Taş gibi delikanlıydı, görmeliydin. Öyle olmasa komando eğitimini tamamlayamazdı zaten.” Piposunun külünü boşaltıp alışkın hareketlerle doldurdu. “İşte, Alper’in de onun gibi olmasını istedim. Kâmuran da isterdi muhakkak. Ama olmadı. Esas sebep Tennur. İçkiyle kumar onu bitirdi. Ailesini de… Sonra Kâmuran… Çoluk çocuğunu bolluk içinde yaşatmak istiyordu. Ama hep Anadolu’da, Libya’da, çok uzaklarda… Tamam… Fakat kadın bu hayatın şartlarına ayak uyduramadı ki! Çocuk başıboş kaldı, dağıldı. Onunla çok sık bir araya gelemedik ama gitgide battığını gördüm. Bu inşaat başladığından beri neredeyse her gün Beyoğlu’na çıkıyorum.” Sustu, eski altın Cartier çakmağıyla piposunu yaktı. “İki-üç defa sokakta rastladım. Ağzında sigara izmariti, yanında birkaç kopil… Mektep desen zaten sizlere ömür… Sokaklarda ben de yaşadım. Hayat bugünkü kadar soysuzlaşmış, dejenere olmuş değildi ancak cennet de sayılmazdı. Hele ikinci harp sırasında. Fazla bulaşmadım fakat her boku da bilirim.” Sessizce dinlemekte olan Zafer Bey, “Anlaşılan iki taraf da hatalı,” dedi. “Gerçi ben Kâmuran Bey’in eşini tanımadım ama söylediklerinizden, kabahatin büyüğü onda gibi görünüyor.” “Maalesef öyle.” Bakışlarıyla piposunun dumanını izledi. “Bütün yanlışlar… Ne yanlışı… Bütün işlediği günahlar bir yana sen kalk, çocuğu büyükbabasına emanet edip Bodrum’a devre mülke git. Yahu Ali İhsan Bey 81 yaşında, Alper’le nasıl uğraşabilir? Çocuk pazar günü, ‘Bu gece arkadaşımda kalacağım, yarın akşam gelirim,’ deyip gidiyor. O gece yok, tamam. Ama ertesi gün akşama doğru hâlâ gözükmeyince büyükbaba merak edip çocuğun kalacağı aileye telefon açıyor. Alper arkadaşlarının numaralarını vermiş. Muhtemelen işine gelenleri… Neyse… Oradan, ‘Evet, Alper dün gece bizdeydi, bugün öğleden sonra ayrıldı,’ diyorlar. Sakinleşip, birkaç saate kadar gelir öyleyse, diye düşünüyor. Fakat çocuk o gece de gelmeyince Ali İhsan Bey’in etekleri tutuşuyor tabii. Önce Alper’in diğer arkadaşlarına telefon ediyor. Hayır… Alper’i gören yok. İyice ürküp hastaneleri arıyor. Ama cevap aynı. O isimde kayıtlı kimse yok.”


Zafer Teker, “Bir saniye lütfen,” diye Rauf Bey’in konuşmasını bölüp kapıdan inşaat çavuşuna seslendi. “Hacı… Bize iki çay daha!” Sonra tekrar adama döndü. “Pardon Rauf Bey, buyurun. Haa… Aklıma gelmişken… Ali İhsan Bey, Tennur Hanım’ı bulmaya çalışmıyor mu? Devre mülkün müdüriyetine telefon edebilir mesela.” “Tabii. Fakat devre mülkte en az bin tane ev var. Hem Bod­ rum’un diğer koylarındaki arkadaşlarından birine de gitmiş olabilir. Kısacası Tennur’u da bulamayınca salı sabahı erkenden, ‘Alper pazar öğlenden beri meydanda yok, korkuyorum, hemen gel ve mesuliyetini üstümden al,’ diye Kâmuran’a telefon açıyor.” “Libya’ya?…” “Evet. Ve Kâmuran ertesi gün burada.” “Peki, Kâmuran Bey babasına polisi aramasını söylememiş mi?” “Söylemez olur mu? Bakın olaylar şöyle gelişiyor: Çocuk arkadaşından ayrıldıktan sonra herhalde eve gelecekti. Şeytan nasıl bir fırıldak çevirdiyse Alper ile katili o akşam buluşturuyor. Döküntü fahişelerin götürüldüğü boktan bir otelde iki ayrı oda tutuyorlar. Birbirlerini önceden tanıyıp tanımadıkları meçhul. Ali İhsan Bey sabah Kâmuran’la konuştuktan sonra polisi aramış. İşte… Olayın püf noktası da bu.” “Nedir?…” “Alper o sırada ölü, ancak otel personeli henüz durumu fark edip polise bildirmiş değil. Müşteri öğlene kadar kalabilir ya! Bu yüzden Ali İhsan Bey kayıp olayını polise bildirdiğinde polisin daha cinayetten haberi yok.” “Anlıyorum. Fakat büyükbaba da hatalı. 80 küsur yaşındasın. Neden çocuğun sorumluluğunu alıyorsun? Bakamam, dersin biter.” “Tek torun bu Zafer Bey. Okullar başladığı için Alper Bod­ rum’da arkadaş bulamaz. Sıkıntıdan patlayacak. Üzülmesin istemiş. Babaannenin de hatırı var. O büyütmüş çocuğu, yadigârı gibi…”

15


16

“İyilikten maraz bu kadar hâsıl olur yani. Sonra?…” “Kâmuran doğru polise… O sırada Kâmuran’ın çalıştığı şirketin yönetim kurulu başkanı Fikret Egemen Bey olanları öğrenince, İstanbul emniyet müdüründen bu işle ilgilenilmesini rica ediyor. Adam forslu. Tanışırlarmış zaten. Ama durum ümitsiz, Alper neredeyse üç gündür kayıp. Fidye filan isteyen de yok. Hem Kâmuran’ın maddi gücü ne ki?…” Rauf Bey birkaç hızlı nefesle piponun sönmeye yüz tutan ateşini harladı. “Emniyet müdürü müdahale edince polis hızlanmış. Morgda, önceki gün Aksaray’daki otellerden birinin odasında bulunan kimliği meçhul genç bir erkek cesedi var, diyorlar. Tecavüz edilip boğazı kesilerek öldürülmüş. Kâmuran acilen morga koşuyor.” Mimar Zafer yüzünü buruşturarak parmağıyla önündeki sehpaya vurdu. “Aman Allah’ım. Korkunç bir şey!” Hacı usta çay tepsisiyle gelince susup adamın çıkmasını beklediler. Mimar, “Kâmuran Bey ne yapmış?” diye sordu. “Hiç. Bu o, diyebilmiş o kadar. Sonra şoka girip bayılmış. Morg yetkilisinin kulağı bükülü. Hemen Fikret Bey’i aramışlar. Adam Kâmuran’ın hemen bir ambulansla La Paix’ye yatırılmasını söylüyor. Bu arada Kâmuran’ı ayıltmaya uğraşıyorlar ama mümkün değil.” Çayını karıştırıp bir yudum içtikten sonra devam etti. “Hastaneye yatış zamanı öğleye doğru. Ayıldığında… Bak, burası çok enteresan Zafer Bey; Kıbrıs harekâtının sürdüğünü ve kendisini yaralı olarak hastaneye kaldırmış olduklarını sanıyormuş. ‘Beyin, bilincini gerçeklere karşı bloke etmiş, baskı yapıp olayları geçici olarak unutturmuş,’ dediler.” Zafer Bey, “Gerçekten garip,” diye dudaklarını büktü. “Rü­ yasında belki de o savaşı görüyordu.” “Belki de! Fakat sabaha karşı birdenbire her şeyi hatırlıyor. Nöbetçi doktorla konuştum. ‘Ben böyle şey görmedim,’ dedi. Uğradığı felaketi zaten biliyorlar; ağlayıp başını duvarlara vurmasına, vücudunu yerden yere çarpmasına yürek dayanmaz. Ama kendini öldürmeye kalkışıp engel olanlara da saldırınca tutmak


istemişler. Doktor, ‘Vallahi dört kişiyle zapt edemedik, bizi çil yavrusu gibi dağıttı,’ dedi. Sonunda bir şekilde, Norodol iğnesi yapılınca sakinleşmiş.” Zafer Bey çayını bitirdi, bir sigara yaktı, “Yüreklerin dayanamayacağı bir işkence,” diye söylendi. “Geçen zaman muhtemelen bu ıstırabı uyutacaktır. Ancak şu anda intihar eğilimi çok korkutucu.” “Hem de nasıl! Şimdi bir müddet hastanede sıkı kontrol altında kalacak. Biraz kendine gelmeli. Yoksa mahvoluruz. Hele Ali İhsan Bey… Yıllar önce Kâmuran’ın ablası 1958’deki Üsküdar vapur faciasında boğulmuştu. Geçen sene karısını kaybetti. Şimdi de torunu öldürüldü. Allah Kâmuran’ı korusun.” “Sanki ailede bir uğursuzluk var. Gerçi ben öyle şeylere inanmam ama… Yine de Kâmuran Bey’e çok dikkat edip onu yalnız bırakmamalı. Ben onun Kıbrıs savaşına katıldığını bilmiyordum. Yaralanmış da öyle mi?” “Evet, Allah korudu. Kâmuran o zamanlar pireyi gözünden vuruyor. Güçlü kuvvetli. Ayrıca boksör. Hem öyle üfürükten değil. Tabii hemen komando tugayına aldılar. O da meraklı zaten. Orada her türlü silahı kullanmayı ve bir de şeyi… eee… yakın dövüş sanatını öğrenince… savaşta bunların çok faydasını görmüştür.” Piposunun külünü döküp ayağa kalktı. “Ben artık yavaş yavaş gideyim Zafer Bey. Siz kalacak mısınız?” Mimar da kalktı. “Evet. Öbür şantiyenin hesapları daha bitmedi. Bugün bitirsem iyi olur, yarın sıkışmam.”

AY 2

17


“Son çare… Sustalı elimde zaten. Açtım!” 18

“A

bicim dur… Allah aşkına dur. Benim suçum yok. Yapma n’olursun… Bokunu yiyim yapma abi.” “Eşşoğlueşek… Yanındakilerden sen sorumlu değil misin?” “Ekmek kuran çarpsın hiç suçum yok İlyas Abi. Allah’ını seversen bi dinle. Bankaya girip dikize yattım. Karının teki parayı çekmiş cüzdanına koyuyor. Cüzdanı da çantasına attı. Hemen dışarı fırladım. Karı bankadan çıkınca Arif, ben, Turan, karının dibine girip dümenden ana avrat kapıştık. Bildiğin tantanacılık numarası. Biz itiş kakış ortalığı dağıtırken Nuri hiç çaktırmadan çantanın kapağını açıp cüzdanı cepledi, uçtu.” “Yer?…” “Galatasaray…” “Anlat.” “Tamam abicim. Nuri’nin yolu Galatasaray Lisesi’nin yanından, Boğazkesen’den aşağı doğru Tophane… Fındıklı parkında buluşulacak. Fakat okulun köşesinde duran lavuk meğer dalgayı çakmış. Tam önünden koşarken ayağını uzatınca Nuri takılıp havalandı, herif de ensesinden kaptı. Debeleniyor ama kurtulmanın mümkünü yok. Herif ayı gibi.” “Sen ne yaptın?” “Yetiştim, ‘Bırak ulan çocuğu,’ diye bağırdım. ‘Siktir git,’ dedi. Son çare… Sustalı elimde zaten. Açtım!”


“Beyoğlu’nda?… Doğru konuş.” “Anam avradım olsun abi. Belki korkar diye… Nah… Turan şahit.” Asker İlyas’ın soğuk bakışları milim sektirmeden Yasin’i gözlüyordu. Sağ elindeki usturanın çeliği ayna gibi ışıl ışıldı. Açığını yakaladığının kulağını çenterken atılan acı çığlıklar doyulmaz zevk verirdi ona. Dudaklarını yaladı. “Demek şahit! Sonra…” “Lavuk siklemedi bile. Elini beline attı… Tabanca çekti İlyas Abi. Ekmek çarpsın tabanca çekti. O an kafam bastı işte. Herif aynasız. Ama sivil.” “Bak hele! Sen ne yaptın?” “Ödüm koptu. Vursa vurur, elimde açık sustalı. Hemen sıçrayıp kalabalığa gömüldüm, Boğazkesen’den aşağı vınladım. Herif Nuri’nin ensesine, kafasına vura vura Balık Pazarı’ndan geçirip Kalyoncukulluğu Karakolu’na götürmüş.” Gözleriyle öbür çocukları işaret etti. “Öyle anlattılar.” Dördü de ayaktaydı. İlyas usturayı kapatıp cebine koyarken elinin altındaki fırsatı kaçırmanın gönül bulanıklığıyla suratı buruşmuştu. Arif ile Turan’a döndü. “Doğru mu?” Turan, “Evet abi,” dedi. “Polis Nuri’yi döve döve götürürken çaktırmadan takip ettik. Karakola girince Fındıklı parkında Ya­ sin’i bulup sana telefon açtık.” Adam gözlerini yumdu. Yasin’i yalvartarak bağırta bağırta kulağından küçük bir parça yontup akan kanı seyretmek, usturanın ağzına bulaşan kanı yalayıp tatmak tamamen sosyopat kişiliğine özgü bir cinsel doyumun başlangıcıydı. Ama bir elemanın karakola düşmesine, polis tarafından mimlenmesine sebebiyet veren grup başları da cezalarını çekmeliydiler. Gerçi tarafsız bir gözlem Yasin’in suçsuzluğunu kanıtlıyordu. Nuri 15 yaşını doldurmadığı için nasıl olsa ertesi gün bırakırlardı, dert değildi. Ancak bu fiyaskoya sadece grup başının beceriksizliği ya da aksi bir rastlantı gözüyle bakılmayacağını biliyordu. Ekipler ve bunların bir ara-

19


20

ya gelmesiyle oluşan gruplar, kendisi gibilerin sorumluluğu altındaydı. Bunların ilişki ve bağlantılarıyla plan manevralarında son derece katı kurallar uygulanır, astın hata faturası sorumluya kesilirdi. İlyas yumulu gözlerini açtı. Olayda kimsenin bir yanlışı görünmemesine rağmen yine de ağır bir tedirginlik ve sıkıntı hissediyor, bu da kendisini kudurtuyordu. Boş yere suçlanabilirdi bu beceriksiz piçler yüzünden. Kan ter içindeydi. Hırsla gömleğini sıyırıp yüzünü, koltuk altlarını sildi. Öfke giderek bir yangın gibi beynini kavuruyordu. Yasin’in suratına sağlı sollu iki tokat patlattı. Delikanlı sendeledi, düşerken toparlandı, elini yüzüne götürdü. Dudağı patlamış kanıyordu ama gık bile demedi. Dayak usturadan bin kat zararsızdı. Öylece durdu. Arif olduğu yere sinmişti. Ama gözlerini adamın çıplak sol kolundan alamıyordu. Bu kolun dirseğiyle bileği arasında, hızla vurulan jilet darbeleri sonucu et yarılıp yeniden birbirine kaynarken oluşmuş iğrenç görünüşlü beyaz, şişkin yara izleri vardı. Bazıları daha yeni kabuk bağlamış, bazılarının kabukları ise dökülmüştü. Hastalıklı bir beynin en açık işaretlerini ilk defa gören Arif ürpererek bakışlarını başka yana çevirdi. Adam öfkeyle bağırdı. “Gebertirim ulan! Bir daha aynı boku yerseniz kulaklarınızı kökünden budarım anam avradım olsun. Hadi, siktirin gidin şimdi.” Üç çocuk kendilerini gecekondudan dışarı temmuz sıcağına attılar. Turan, “Benim bir yere uğramam lazım,” diyerek ayrılıp koşar adım uzaklaştı. Yasin pis bir kâğıt mendili dudaklarına bastırıyordu. Arif, “Gâvurun dölü,” dedi kısık bir sesle. Yasin, “Boş ver,” diye homurdandı. “Kulağı kurtardık ya, biz ona bakalım.” Hacı Hüsrev’in dar, tozlu sokaklarında yürüdüler. Sanki birlikte değillermiş gibi hiç konuşmuyorlardı. Epey sonra Arif, “Tiner var mı yanında?” diye sordu. “Bali falan…” “Yok… Olsa koklar, uyuşur, ağzımın acısını duymazdım.” Arabalar korna çalıyor, küçük Çingene çocukları donsuz, kıç


baş açık avaz avaz koşuşuyor, satıcıların bağrışlarına uzaklardan kıvrak, neşeli bir klarnet sesi karışıyordu. Ama bunların suratlarından düşen bin parçaydı. “Para da yok,” dedi Arif. Yasin uzun uzun düşündü. Neden sonra, “Bende var mı sanki?” diye çıkıştı. “Hayvan oğlu hayvan…” “Kim?” “Nuri… Biraz uyanık olup önünü ardını görse polise enselenmezdi. Şimdi o biçim yolumuzu bulmuştuk.” Şişhane yokuşundan çıkıyorlardı. Arif, “Madem para yok,” dedi, yan gözle Yasin’i kesiyordu, “tiner de yok, kayıntı da…” “Eee…” “Diyorum ki… Senin sustalıyı okutsak.” “Yok be! Götümüzü de satalım bari. Ne bok yeriz onsuz?” Arif cevap vermedi. Küçük de olsa bir bıçak sermayeydi bu âlemde. Aslında doğru, ana kucağı kadar gerekli, diye düşündü. Anası aklına düşünce bir huzursuzluk baş verdi kan çıbanı gibi kahırlı. “Gece neredesin?” dedi. “Parkta… Parklardan birinde!” “Ben de geliyorum.” Şişhane’yi tırmanmış, ara sokaklardan Galatasaray’a yürüyorlardı. “Aptallaşma,” dedi Yasin. “Ben evsizim ama senin evin var.” “Ama o puşt üvey baba da var.” “Olsun. Girersin odana kıvrılır yatarsın.” “Söylemesi kolay. İki oda bir ev bizimki, sanki kutu. Birinde o herif yatar anamla, osursa kokusu burnuma gelir. Öbürü oturma odası güya. İki koltuk, bir çekyat, masa, sandalye, televizyon filan… Hepsi üst üste! Pezevenk gelir gece yarısı kafa kıyak. Ben sermişim yatağı çekyata zıbarmışım, hani nerede kendi odam? Tekmeyle kaldırır. ‘Koş bana şarap al.’ Metazori kalkarsın. ‘İyi, tamam, para ver.’ Para lafı etmeyeceksin, tekme yumruk girişir. Hele kumarda kesilmişse… O evde yattığım için hiç olmazsa şarabını almalıymışım. Almazsan, bu piçi ne besliyoruz, diye bu sefer anamı döver. Aslında anamın da onunla birlik ettiği olur ya! Sıçmışım böyle hayatın içine.”

21


22

Yasin bir süre cevap vermedi. Beynindeki üç yıllık tiner, bali ve esrar stoku arada bir unutkanlık yapmaya başlamıştı. Patlayan dudağı da acıyordu. Arif’in cevap bekler gibi baktığını görünce, “Her şey doğru olsa ne diye sokaklardayız oğlum?” dedi. “İyi kötü bir anan, bir de iki göz eviniz var. Ama benim iki donum bile yok kıçıma giyecek. Şimdi Allah’tan yaz. Ya kışın… Açlıktan nefesin kokarken… Bir inşaatta ya da kırık dökük boş bir berhanede… üç-beş kişi koyun koyuna titreyip donarak… sabahı bekleyerek uyumaya çalışmak! Bir bok gelmesin başına diye hep korku içinde! Senin daha haberin yok.” Yarını olmayanlara umutsuz bir yaşam dersiydi söylenenler ama Arif’in bir kulağından girip ötekinden çıktı. İki yıldır canına yetmişti. Gecenin bir yarısı tekme tokat uyandırılıp içki almaya gönderilmek, Allah’ın günü dayak yemek istemiyordu. Kimseye hesap vermeden, sorumsuz, kendi kendinin efendisi olarak özgür bir yaşam sürmek… Bugünkü gibi aksi bir rastlantıyla çaparize düşmeseler cebinde para da olur. Para zaten her şeyin Allah’ı. Tinermiş, baliymiş… keyif molaları sadece. Elâlem bira da içiyor, rakı da! Parası olunca kendi de içer keyfi için, tinere baliye mi takılacak… Bütün bunları Yasin’e anlatabilirdi. Anlatıyordu da! Ama anası ve üvey babam diye yutturduğu o adi herif çiftleşirlerken tiksinti dolu bir nefretle kulaklarını tıkayarak duymamaya çalıştığı sesleri nasıl anlatırdı?… Galatasaray’a yaklaşıyorlardı; Yasin’in kolunu dürttü. “Ben Hacopulo Pasajı’na gireyim. ‘Açım, Allah rızası için,’ diye yalvara yalvara birkaç lira uydururum belki.” Yasin bu aklı tuttu. “Tamam. Ben de Aznavur Pasajı’na bakarım. Yarım saat sonra Ömer Hayyam’daki kahvenin önünde buluşalım. Tinerle sigara alırız. Peşinden de kayıntı!”


“Çok güçlü bir profil çiziyorsunuz,” dedi mimar ağzıyla. “Artist gibi adamsınız. Kıymetini bilmek lazım.” 23

R

auf Bey ve mimar Zafer apart otelin bodrum katında yapılan 50 metrekarelik özel daireyi bir an önce bitirme kararı aldılar. Kâmuran’ın başka yerde yaşayamayacağı anlaşılmıştı. Tennur’u çıkarıp Cihangir’deki daireye geçti önce. Ama duvarlar üstüne üstüne geliyor, evin her yerinde oğlunun varlığını hissediyor, kâbuslarında onun kesilmiş gırtlağını görüyordu. Sürekli bir korku içindeydi. Yapamadı. Zaten dayısı da onun yalnız kalmasını istemiyordu. Ne de olsa otelde gece gündüz ses ve hareket olacaktı. Bodrum katındaki daire binanın küçük arka bahçesine bakıyordu. Bahçeden ve otelin içinden iki ayrı girişi olan dairenin çelik kapılarıyla pencere parmaklıkları takılıp mutfak dolapları kurulurken, aynı zamanda hem parke döşeniyor hem de badana yapılıyordu. Rauf Bey işlerin bitmeye yüz tuttuğunu görünce, “Hadi, mobilyaları Modoko mobilyacılar sitesinden alıp şurayı bir güzel donatalım,” dedi. Aralık ayının başlarıydı. Esrarını koruyan cinayet doksan günü doldurmuş, Kâmuran’ın taburcu olmasından bu yana yetmiş beş gün geçmişti. Buna yaşam denebilirse yaşıyor, polise güveniyor, inançla sabrediyordu başta. Ama kahreden ıstırap, içinde tu-



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.